DERİNCE Arel Psikolojik Danışma, Rehberlik Uygulama ve Araştırma Merkezi Aylık E-Bülten
Aralık 2012
SARSICI BİR ÇALIŞMA MİLGRAM DENEYİ Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır. Milgram’ın ünlü ‘otoriteye itaat deneyinin sonuçları pek çok kişi için şaşırtıcı, hatta şok ediciydi. Üzerinden yarım asra yakın zaman geçmesine rağmen, deneyin farklı versiyonları yapılıyor ve yarattığı tartışmalar hala devam ediyor. Deneyi gerçekleştiren Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram, bu araştırmasını ilk olarak 1963’te Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi (İng.: Journal of Abnormal and Social Psychology dergisindeki makalesiyle tanıtmış ve bulgularını 1974’te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış (İng.: Obedience to Authority; An Experimental View) isimli kitabında daha derinlemesine incelemiştir. Stanley Milgram, kendisi belki de kendisinden daha ünlü ‘Otoriteye İtaat Deney’inde insanların büyük çoğunluğunun, normal hayatta benimsemedikleri ya da onaylamadıkları davranışlarda bulunmaları yönünde verilen emirleri, otoriteyi sorgulamadan ve karşı çıkmadan uyguladığını göstermişti. Deneyler Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra, Temmuz 1961’de başladı. Milgram, deneyleri şu soruya cevap aramak üzere geliştirmişti: “Eichmann ve Yahudi Soykırımında yer alan yüzbinlerce yardakçısı sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi? Deneyde, katılımcıların yüzde 65’i tanımadıkları ve kendilerine hiçbir kötülüğü dokunmamış birine 450 voltluk elektroşok uygulamıştı. Yale Üniversitesi’nde özel olarak hazırlanan bir bölümde gerçekleşen deneyde, katılımcılar gazete ilanı ile bulundular. Katılımcılarda herhangi
bir özellik aranmadı, 20-50 yaş arasından sıradan insanlardı. Sadece ilk deneyde katılımcıların hepsi erkeklerden seçildi. Katılımcılara deneyin ‘cezanın öğrenmedeki etkileri’ üzerine olduğu söylendi ve deney tamamlandıktan ancak belli bir süre sonra asıl amaç açıklandı. Deney başlamadan önce, diğer bir katılımcının da var olduğu, aralarında kura ile bir ‘öğretmen’ ve bir ‘öğrenci’ seçileceği açıklandı. Seçim kura ile yapılacak, kura da ‘öğrenci’ ve ‘öğretmen’ yazan iki kağıdın katılımcıların seçimi ile yapılacaktı. Ancak ikinci katılımcı, deney grubunun elemanıydı ve her iki kağıtta da ‘öğretmen’ yazıyordu. Dolayısıyla gerçek katılımcının öğretmen rolünde olması kaçınılmazdı. ‘Öğrenci’ ile ‘öğretmen’ birbirinin sesini duyabileceği ancak birbirini göremeyeceği farklı odalarda yer aldılar. Deneyin asıl amacında otoriter figürü temsil eden, özellikle sert ve disiplinli görünen deney gözlemcisi, deney boyunca katılımcının (öğretmenin) yanında kaldı. Deney başlamadan önce katılımcıya, öğrencinin çekeceği acıyı öngörebilmesi için 45 voltluk bir elektro şok uygulandı. Deney boyunca, öğretmen öğrenciye öğrenmesi için sözcükler listesini bildiriyor ve bu sözcükleri öğrenip öğrenmediğini sorarak kontrol etti, her yanlış cevapta ceza olarak öğretmen, öğrenciye, bağlı olduğu makine ile her seferinde artan miktarda elektroşok uyguladı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra (bu, genelde 150 volttu) aktör, kendisini yan odadaki katılımcıdan ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu.
Deney boyunca, öğretmen öğrenciye öğrenmesi için sözcükler listesini bildiriyor ve bu sözcükleri öğrenip öğrenmediğini sorarak kontrol etti, her yanlış cevapta ceza olarak öğretmen, öğrenciye, bağlı olduğu makine ile her seferinde artan miktarda elektroşok uyguladı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra (bu, genelde 150 volttu) aktör, kendisini yan odadaki katılımcıdan ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu.
Milgram’ın deneyi, katılımcılar üzerinde yarattığı aşırı duygusal kaygı nedeniyle bilimsel deneylerin etiği konusunda kuşkular uyandırdı. Milgram’ın lehine bir gerçek: Katılanlar arasında yapılan ankete göre katılımcıların %84’ü bu deneye katılmış olmaktan “memnun” veya “çok memnun” olduklarını, %15’i nötr olduklarını (tüm katılımcıların %92’si ankete katıldı) ifade ediyorlardı.[8]. Pek çoğu sonradan teşekkür mesajları yolladı. Milgram eski katılımcılardan ardarda asistanlık ve ekibe katılma teklifleri aldı.
Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sert gözlemci tarafından aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuldu:
1. İlki, S. Asch’in çalışmalarını temel alan Uyum Kuramı’dır. Milgram başvuru grubu ile birey arasındaki temel ilişkiyi tanıtır. Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.
1. Lütfen devam edin. 2. Deney için devam etmeniz gerekiyor. 3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli. 4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”. Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyor, tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu. Milgram’ın ilk deney dizisinde katılımcıların % 65’inin (40 katılımcıdan 26’sının) deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorguladı, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylediler. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. Daha sonra bu deney, farklı etkenlerin araştırılması için, çeşitli değişikliklerle yenilendi.
Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.
2. İkincisi ise Araçlaşma Kuramı’dır. Milgram’a göre, “itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler”. Bu temel olarak askeri açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler. Milgram deney sonuçlarını da şöyle değerlendirdi; “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.” Uzm. Psk. Danışman Çağlar ERCEN
KENDİNE GÜVEN! Kendine güven, insanın kendisi hakkında pozitif ve gerçekçi bir tutumda olmasıdır. Kimi dış görünüşüne, kimi bir yeteneğine, kimi zekasına güvenir. Her insanın kendisine güvendiği/ güvenmediği konular vardır. Ancak genel bir tutum, yaşama bakış açısı olarak bakıldığında insanları ikiye ayırabiliriz: kendine güvenen ve kendine güvensiz. Bir kişi gerçekten kendine güveniyorsa, yaşamının kendi denetiminde olduğunu hisseder. Bu denetim duygusu, tabi ki de kişinin kendini kusursuz olarak görmesini sağlamaz. Kimse hatasız ve mükemmel değildir ve böyle de hissetmez. Zaten bu tarz bir düşünce yapısı sağlıksızdır. Kendine güvenen kişi hatalarında ve yaptığı yanlışlarda kendini olduğu gibi kabul eder, pozitif düşünmeye devam eder, yanlışlarına odaklanıp alternatif çözüm yolları arar. Ancak güven problemi olan insanlar, aynı tutarlılığı gösteremezler. Yaptıkları, yapacakları için sürekli onaylanmak isterler. Mükemmel olmak zorunda hissettiklerinden ve yanlış yapma lükslerinin olmadığını düşündükleri için risk almayı sevmezler. Haklı oldukları konularda kendilerini savunamaz, düşüncelerinin arkasında duramazlar. İyi oldukları konularda bile kendilerinden emin olamaz ve başkalarına danışma ihtiyacı duyarlar. Onlar için başarısızlıklarının nedeni beceriksizlikleri, başarıları ise sadece birer tesadüftür… Kendine güvenme, bir insanın her alanda yeterli olması değil, kendisine verdiği değerle alakalıdır. Peki kimimiz yanlışıyla doğrusuyla yaptıklarımızı kabullenirken, kimimiz neden kendimize karşı bu kadar acımasız olabiliyoruz? Hepimiz yaptıklarımızın toplum tarafından onay görmesini, insanlar tarafından beğenilip takdir edilmesini isteriz. Bunun geçmişi çocukluk yıllarımıza dayanmaktadır. Çocuk için anne-baba onayı en önemli faktördür ve bu onaylanma sürecinde yaşanan olumsuzluklar, hayatımıza yön verecek olan kendine güven düşüncesini zedeleyebilmektedir. Çocukluk çağlarında ebeveynlerle kurulan ilişkiler kendine güven düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Zekası, becerileri, yetenekleri, davranışları onaylanmayan, sürekli eleştirilen ve var olan durumunun değişmesi için ailenin baskıcı tutum sergilediği evlerde çocuklar, yaptıkları onaylanmadığından, kendini değerli hissetmek için sürekli çabalar. Değişmesi gerektiğini yoksa kabul görmeyeceğini, eğer kendi gibi olursa sevilmeyeceği duygusuyla büyürler. Zaman geçtikçe birey, öğrenmiş olduğu “doğru yapmak istiyorsam onaylanmalıyım” “kabul görmek istiyorsam mükemmel olmalıyım” “asla hata yapmamalıyım” düşünceleriyle ilişkilerini sürdürmeye devam eder. Bu “onaylanma” ihtiyacı kişinin çoğu zaman yaptıklarından emin olmayan, hep “başkaları” doğrusunu biliyordur düşüncesinin baskın olmasına yol açar. Güvenli davranış geliştiren çocukların ailelerinin ise daha çok destekleyici, çocuklarının yaptıklarını doğrularıyla yanlışlarıyla onaylayan, hataları karşısında eleştirmeden yardım eden bir yapıda olduğu görülmektedir. Böylelikle çocuklar kendilerini, olduğu gibi kabul ederek sevmeyi öğrenirler. Hataları yanlışları karşısında sevilmeyeceği, onaylanmayacağı duygusuna kapılmazlar. Kendisine güvenmeyen insanlar, kendine güvenen insanlar kadar yetenekli, beceriklidir. Dolayısı ile kendisine güvenmeyen kişi yetersiz değildir ancak yetersiz olduğunu hissettiği bir çevrede yetişmiştir. Her bireyin kendine güven düşüncesi farklı boyutlardadır. O yüzden güvensizliğin nedenlerini anlamak için her kişinin yaşantılarını gözden geçirmesi gerekir.
Kendine Güveni Olumsuz Etkileyen Varsayımlar Kendine güveni olumsuz etkileyen bir kaç düşünce şekli ve aslında olması gereken hallerine birkaç örnek verebiliriz. “Onaylanmalı ve sevilmeliyim”
”Kötü göründüğümü hissediyorum, gerçekten kötü görünüyorum”,”Bugün kendimi çok çirkin hissediyorum, öyleyse çirkinim demektir” “-meli, -malı” cümleleriyle düşünmek bu düşünceler beklentilere yönelik düşündüğümüzü gösterir ve mükemmeliyetçi bir yapıya sahiptir.
Onaylanmak ihtiyacını bazı durumlarda hissetmemiz normaldir ancak herkesin onayını alamayız. Herkesin bizi sevmesini bekleyemeyiz ve bu hedef ulaşılması imkansız, mükemmeliyetçi bir beklentiden ibarettir. Kişi değerini kendi belirler, başkaları değil.
”üniversitede sevgilim olmalı yoksa benimle dalga geçerler”,”bütün sınavları vermeliyim yoksa başarısız olurum”,”Her gün bakımlı olmalıyım, yoksa kimse benimle ilgilenmez”
“Her alanda başarılı olmalıyım”
Çocukluk yıllarımız, pekişen kendine güvensizliğimiz, yaşadıklarımız, sıkıntılarımız… Peki kaderimize mahkum mu olmalıyız yoksa bunu değiştirebilir miyiz? Cevap evet olacak.
Kişisel değerimiz başarılarla ölçülmez. Her insan değerlidir. Çok yetenekli, çok zeki, her işi yapabilen, mükemmel bir insan olamazsınız. Yapabildiklerinizi görmezden gelip, yapamadıklarınıza odaklanırsanız, kendinizi sürekli yetersiz hissedersiniz. Bardağın dolu tarafına odaklanmanın sırası gelmedi mi? “Kendime güvenmiyorum, yapabileceğim hiçbir şey yok” Kendine güven duygusunun çocukluk yıllarında geliştiği, dış etkenlerle şekillendiği doğrudur. Ancak kaderim böyleymiş, artık bunu değiştiremem gibi cümleler gerçeklikten uzaktır. Kişi yaşı ilerledikçe kendisinin farkına vardıkça zorlandığı, değişmesi gerektiğine inandığı düşüncelerinin yerine daha işlevsel olanları koyabilir. Kendine Güveni Olumsuz Etkileyen Düşünceler
Kendine güven nasıl gelişir?
Farkına varmadan nasıl kendimize güvenmemeyi öğrendiysek, kendimize olan güvenimizi artırmayı da öğrenebiliriz. Kendine güven öğrenilmiş bir düşüncedir ve üzerinde çalışıldığı takdirde değiştirilebilir. Peki neler yapılabilir? *Yapabildiklerinize, başarılarınıza, hangi konularda iyi olduğunuza odaklanın. Mükemmel insan yoktur. *Sadece çabaladığınız için bile kendinizi takdir edin. Sonuca odaklanmayın. *Yalnızca olumsuzlukları görmek, olumluları küçümsemek hiçbir işe yaramayacaktır. Başarılarınız size ait, başkalarına değil.
Genellemek
*Risk almaktan korkmayın. Denemezseniz başarıp başaramayacağınızı asla bilemezsiniz.
Sürekli olumsuz bir bakış açısıdır. olayların sonuçlarının, değerlerinin tek bir davranışa bağlanmasıdır.
*Kaybetmekten korkmayın. Kazanabilmek için kaybetmeyi göze almanız gerekir.
”Sınavdan düşük aldım, asla okulu bitiremeyeceğim.”
*Kendinizi kendinizle kıyaslayın, başkalarıyla ya da toplumun beklentileriyle değil. Herkes aynı olamaz ve siz başkası değil kendinizsiniz.
”Yine kantinde tek başımayım, kimse beni sevmiyor.” Etiketlemek Suçluluk duygusunun çok yoğun yaşandığı bir süreçtir. Tek bir davranışımızla kendimize yaptığımız yorumlar kimi zaman çok acımasız olabilir. ”Ben aptalın tekiyim”,”Yine yapamadım, bu benim hatam” Olumsuz seçici dikkat iltifatlar, kazanılan zaferler, hayattaki başarılar, yetenekler. Bu gibi olumlu olaylar görmezden gelinir ve en ufak olumsuzluğa odaklanılır. ”oyunu kazandım ama ilkinde çok kötü oynadım” ”Bütün sınavları verdim ancak sonuncusu çok iyi geçmediği için moralim çok bozuk” Hissedilenlerin gerçek olarak kabul edilmesi Başkalarının etkisinde kalarak olumsuz duygulara kapılmak, onun gerçek olduğu anlamına gelmemektedir.
*Fikir alışverişleri önemlidir ancak başkalarının doğrularını tereddütsüz kabul etmeyin. *Bir olay karşısında olumsuz düşüncelere kapıldığınızda iç sesinize kulak verin. Olumsuz düşünceleri durdurup yerine daha mantıklılarını koymaya çalışın. *Hangi olaylar karşısında daha çok zorlandığınızı düşünün. O durumda neler düşündüğünüze odaklanın. Kendinizin farkına varın. Ve unutmayın. Kimse kimseden daha değerli değildir. Bizi biz yapan kendi yeteneklerimiz, yeterliliklerimiz, düşüncelerimiz, hayata bakışımız, tarzımızdır. Biz kendimizi olduğumuz gibi kabul etmezsek, başkalarından bunu beklemek boşuna bir bekleyiş olur. Bütün güzelliklerin yanınızda olacağı başarılı bir eğitim yılı dileğiyle… Psikolog Gülşen TURNA