DESIGN UNLIMITED EKİM 2016

Page 1

ALDO BAKKER’İN T.E. İÇİN TASARLADIĞI PORSELEN KOLEKSIYONUNDAN.

FOTOĞRAF: THOMAS EYCK İZNİYLE

YILDA İKİ KEZ YAYINLANIR, PARA İLE SATILMAZ, SONBAHAR 2016, SAYI:1, YIL:1

design


2 Bodrum/Milas Airport

10min 30min 50min


INSPIRED BY NATURE “It’s that combination of finding comfort – with the light, sea, place, vegetation and topography – and at the same time using technology to compliment the sensation of luxury, so people here can enjoy every kind of comfort and feel very at ease.” Kaplankaya Canyon Ranch Living Architect - CARLOS FERRATER (Office of Architecture in Barcelona)

www.kaplankaya.com


Edito Dilek Öztürk

FOTOĞRAF: DILEK ÖZTÜRK, OTO-PORTRE, NOISY-LE-GRAND, PARIS, 2016

4

Yaratıcı dünyada sonuçtan ziyade sürece odaklanan bir çağın içerisindeyiz. Açık kaynak paylaşımı, üretim tekniklerinin evrimi ve paylaşım ekonomisi ile birlikte dönüşen yaşama biçimleri, bize öğretilenleri ve gerçek algımızı altüst etti. İyi ki de etti. Sürekli değişen süreçte, mekansal, sosyal ve kültürel bağlamlarda yeni deneyimler yaşıyoruz. Artık kişiyi kısıtlayan fiziksel çevre tanımlarının ortadan kalktığına, klasik işbirliği yöntemlerinden vazgeçildiğine, spontane gelişen iletişim ağlarının komüniteler yarattığına ve bu komünitelerin yeni alanlar açtığına tanıklık ediyoruz. Endüstrinin yönlendirmesine odaklı ve her zaman spekülasyona açık tasarım sektörü, kendini zamanla yıkıyor, yeniden yapıyor ama devingenliğini hiçbir zaman kaybetmiyor. Bizi içinde bulunduğumuz dünyada tutan yegane şey belki de bu dönüşüm. Yaratıcılığı süreçler üzerinden değerlendirmeye odaklanırsak, Gilles Deleuze’ün de vurguladığı gibi tasarımı maddeselleştirmektense, bir düşünme biçimi olarak ele alabiliriz. Bugün yaşadığımız sürekli devingenlik hali de bunun bir yansıması olarak görülebilir. Bugün ürün senaryoları, deneyim, servis ve çevre tasarımı tanımları, strateji kavramı altında toplanıyor. Tasarım, sevgili Ayşe Birsel’in de dediği gibi bir düşünme biçimi, bir şeyleri ‘yapma, etme’ eylemi haline geldi. Yaşamlarımızda var olan dinamikleri, bütünü oluşturan parçalar olarak ele aldığımızda, bir parçayı bu bütünden ayırırsak, bambaşka bir senaryo ile karşılaşıyoruz. Bir daha kendimize ve etrafımızdakilere

aynı gözle bakamıyoruz, hayatta kimin, neyin yanında durduğumuzu sorguluyoruz. Kısacası kendimize yeni içerikler üretiyoruz. İçerik, yeni çağın anahtar kelimesi. Bilgiyi nasıl süzgeçlerden geçirdiğiniz, ne kadar elediğiniz ve ne kadar üzerine kattığınıza göre, içerisinde bulunduğunuz çevreyi etkiliyor ve yeni çevrelerde var olabiliyorsunuz. Son yüzyılın en büyük tasarım duayenlerinden Alessandro Mendini ile Design Unlimited için Milano’daki atölyesinde buluştuğumuzda, en çok içerik üretiminin monoton bir hal aldığından bahsettik. Kendini bir mimar, tasarımcı ya da sanat direktörü olarak tanımlamaktansa bir gazeteci olarak tanımlamayı tercih eden Mendini, bugün bilgiye kolay erişimin, onu sadece yaymakla sonuçlandığını ve üzerine bir söylem oturtmadığımızı söylüyor. Bilgi üretmeye değil daha çok bilgi iletmeye odaklı toplumlarda, bilginin işlenmesine karşı alınan tavır, çevre ile yapıcı ilişkiler kuran, bağlamından kopuk söylemlerden kaçınan, hayatımıza ‘kürate edilmiş’ başlıklar ve tartışmalar kazandıran bir eyleme dönüşüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’daki yıkım-yapım sürecinden sonra yeşeren bir dönemin temsilcisi olan Mendini; ‘proje’ hayatlar yaşadığımızı söylüyor. Dünyanın içinde bulunduğu bu vahim durumu da ‘proje siyaseti’ne” bağlıyor. Bu doğrultuda yeni etik değerler inşa etmeye ihtiyacımız var. Peki şimdi elimizde ne var? Sürekli geleceğe bakıp, senaryolar yazmaktansa, durup şu an dünyanın içerisinde bulunduğu durumu ve insanın geçmişten bugüne

Design Unlimited Yıl: 1, Sayı: 1 Yılda iki kez yayınlanır. Para ile satılmaz. Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Unlimited’e aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz. Yayın sahibi: Galerist Sanat Galerisi A.Ş. Meşrutiyet Cad. 67/1 34420 Tepebaşı, Beyoğlu, İstanbul

Yayın direktörleri: Merve Akar Akgün, Oktay Tutuş Sorumlu yazı işleri müdürü: Merve Akar Akgün merveakar@gmail.com Tasarım editörü: Dilek Öztürk Fotoğraf editörü: Elif Kahveci Reklam ve proje direktörü: Hülya Kızılırmak hulyakizilirmak@unlimitedrag.com Tasarım: Vahit Tuna Tasarım Uygulama: Yusufcan Akyüz

geçirdiği evrimi düşünsek? Bu sene üçüncüsü gerçekleştirilecek olan Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali de insanın var oluşundan bugüne geçirdiği evreleri bir arkeolog hassasiyetinde inceliyor. Bienal, türümüzü ve türümüzün etrafında yüzbinlerce yıl boyunca gelişen sosyal, politik, kültürel, teknolojik ve ekonomik kırılmaları, bu kırılmaların yaşamımıza, sanata, tasarıma bıraktığı izleri eleştirel bir okumadan geçirecek. Bu denli derin bir okuma, sadece bir ay sürecek bir etkinlikler zinciriyle ile başlayıp bitemezdi. Bienal bu yıl kent belleğinde ve alışkanlıklarımızda kalıcı izler bırakmayı planlıyor. İnsanlığın 200.000 yıllık geçmişini farklı bağlamlar açarak tartışan bienal, belki de bunu yapmak için en doğru şehirde. Design Unlimited, İstanbul Tasarım Bienali özel sayısı ile VitrA’nın katkısıyla yayın hayatına başlarken, doğru bir zamanlama yaptığımızı düşünüyoruz. Tasarım kritiğini günümüzde farklı başlıklar altında açmayı amaçlayan Design Unlimited, ilk sayısında, tasarımı; mimari miras, inovasyon, analog teknolojiler, kentsel yansımalar ve tasarımın yaşamsal boyutu bağlamlarında ele alarak, hem Türkiye, hem de dünyada usta ve yeni çıkış yapan mimarları ve tasarımcıları bir araya getiriyor. Bireysel etkileşimin öneminin arttığı bir dönemde, farklı sesleri bir araya getiren ve yeni çıktılar sunan bir mecra olan yayının yeniden anlam kazandığını düşünüyoruz. Konuşarak, tartışarak ve yan yana durarak bu anlamın kuvvetleneceğine inanıyoruz. Design Unlimited’tan merhaba.

Katkıda bulunanlar: Hazal Alıcıgüzel, Engin Ayaz, Formafantasma, Benjamin Hubert, Richard Hutten, Gökhan Karakuş, Şule Koç, Atilla Kuzu, Salih Küçüktuna, Sinan Logie, Eray Makal, Faruk Malhan, Alessandro Mendini, Aziz Sarıyer, Türkü Şahin, Ziya Şanlı, Nazar Şigaher, Gökberk Tektek, Marcel Wanders, Umut Yamaç.

İletişim Adresi: Passage des Petits Champs Meşrutiyet Cad. No: 67 Kat: 2 Beyoğlu, İstanbul

Çeviri: Müjde Bilgütay, Hande Zeynep Erbil

Baskı: A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Oto Sanayi Sit. Yeşilce Mh. Donanma Sk. No:16 Seyrantepe 34418 Kağıthane - İst. Tel: 0212 281 64 48 Sertifika No: 12168

Son okuma: Ezgi Arıdil, Müjde Bilgütay Ofis asistanı: İdil Bayram

E-mail: info@unlimitedrag.com Instagram: unlimited_rag Web: www.unlimitedrag.com


Yeni BMW 740Le xDrive iPerformance

www.bmw.com.tr

GELECEĞE YOL GÖSTERENLERİN YENİ OTOMOBİLİ. YENİ BMW 740Le xDrive iPERFORMANCE PLUG-IN HYBRID. Lüks için elektrik çağı başlıyor. BMW TwinPower Turbo Motor ve şarj edilebilir elektrikli motorun mükemmel uyumuyla 326 beygir gücü üreten Yeni BMW 740Le xDrive iPerformance Plug-in Hybrid, eşsiz performansı ve üstün teknolojisiyle şimdi Türkiye’de.

Sheer Driving Pleasure


İçindekiler

8

40

20

Kentin tasarımla kesiştiği noktalar

Türk tasarımında soyutlama, maddesellik ve desen Gökhan Karakuş

44

28

Bienal haritası Neyi, nerede bulabilir, ne yapabiliriz?

The Maker Alessandro Mendini

48

32

İnsan nerede başlar, nerede biter? Beatrice Colomina, Mark Wigley

Bir markanın tasarım belleği Erdem Akan

52

Tasarımın yaşamsal boyutu Ayşe Birsel

36

Dosya Form follows what?

54

Gündüz, ışık, gece Özlem Yalım

#UNLIMITEDYEAR Tasarım sahnesinde son bir yılın değerlendirmesi



8


#Unlimitedyear Tasarım sahnesinde son bir yılın değerlendirmesi

TAC/TILE, LASVIT+ANDRE FU, 2016 FOTOĞRAF: LASVIT İZNİYLE

Dilek Öztürk

Dünyada tüketim kültürünü en çok tetikleyen endüstrilerden biri hakkında son bir senenin değerlendirme yazısını yazmaya çalışacağım. Başlık olarak bu etiketi koymamın sebebiyse, bu senenin çıktılarıyla ilgili sözü olan herkesi bir araya toplayabilmek. Bir yandan #unlimitedyear etiketinin; bu sene gördüklerimizin sadece bu seneyle sınırlı olmadığına da atıfta bulunması manidar oldu. Bir sene boyunca davet edildiğim, ziyaret ettiğim tasarım etkinlikleri, takip ettiğim yayınlar ve e-posta kutuma düşen basın bültenlerinden, belleğimde özellikle yer edinen, araştırma, irdeleme fırsatı yakaladığım notlarla tasarım sahnesinde son bir yılın okumasını yapmayı tercih ediyorum. Bu sene usta ve yeni arasındaki güven alanlarının yeniden tanımlandığı, risk alarak öne çıkan birkaç cesur çalışmayı, konfor alanından çıkmak istemeyen markaları ve yeniye beklentinin arttığı, genç isimleri ve kolektifleri izleme şansımız oldu. Sene boyunca aynı marka ve tasarımcıların farklı şehirlerdeki benzer sunumlarını izledik. Bu noktada kürate edilmiş özgün içerik her zaman kazandı. Kavramsal sergiler ve küratöryel seçkiler yeni tartışmalar açtı. Kinetik ve analog çözümlerin özellikle genç kuşak tasarımcılar tarafından tercih edildiğini gözlemledik. Malzemeye yapılan işlem ya da hareket gibi basit birtakım müdahalelerle işlevini yerine getiren ve misyonunu tamamlayan ürünler, bu sene tasarım sahnesinde umut veren, yeni çözümlerle sonuçlandı. Dünyada belirli bir alanda uzun süre üretim deneyimine sahip markaların, usta tasarımcılarla gelenek takası yapar gibi prestij projelerini devam ettirdiğini gözlemledik. Her iki tarafın da kendi geleneği ve imzasını ortaya koyduğu güçlü işbirlikleri, tasarım sahnesinde güvenli alan tanımına uyuyor. Bir yandan da ortaya çıkan rafine işler çağdaş tasarım tarihindeki kronolojik akışta önemli noktalara yerleşti bile. Malzemenin ürünün işlevini ve kullanım alanını belirlediği, ürüne yeni açtığı, kısacası malzemenin ürünün kaderini belirlediği deneyimler özellikle inovasyon anlamında dikkat çekti. Malzemenin verdiği imkanı, özenli bir araştırma sürecinden ve süzgecinden geçiren tasarımcılar endüstriye de yeni alışkanlıklar katmış oldu. Son yıllarda yaşama, çalışma, dinlenme alanlarında mekandan bağımsız olmayı tercih ettik ve buna göre değişen alışkanlıklarımızı kurgulamaya çalıştık. Hareket halinde olma durumunun yeniden yorumlanması, tasarım sektöründe belki de Memphis’ten sonraki

en büyük ivmeyi kazandırdı. Y kuşağı ile gelişen freelance kültürü, kendinden bir önceki ve sonraki kuşakları da beraberinde sürükleyerek, mekana, duruma, ana ‘adapte olmayı’ gerektirdi. Ofisi yaşam alanından ayıran endüstri devrimi ve sonrasında gelişen makine çağı, inşa edilen gökdelen ve gösterişli yapılarla tetiklenen ofis fenomeni çalışma eylemini grid strüktürler içinde tanımlamıştı. Ofis yapısı önümüzdeki yıllarda hâlâ varlığını devam ettirecek mi bilmiyorum ama bu sene Milano Triennale’deki özgün yaşam konseptleri sergisinde de üzerinde durulduğu gibi, dünyada keşif alanlarının temeli olarak görülen iç mimarlık disiplini her zaman değişen insan güdüleri için yeni konseptler keşfedecek. Wallpaper*, Handmade 2016’da Hotel Wallpaper* başlığıyla mobiliteyi, bir otel konsepti ile yorumlayarak, uzun zamandır dile getirdiğimiz hareket halinde olma durumunu, farklı tasarımcılar ve işbirlikleri ile kürate edilmiş bir içerikte topladı; son birkaç yılın da okuması olması açısında değer taşıyordu. Lotta Agaton, Stockholm Tasarım Haftası dahilinde Note Design Studio’nun çalışmalarını tasarımı tüketme biçimlerimiz üzerinden yorumladı. Agaton, stüdyonun çalışmalarını, değişen tüketim biçimlerini de gösterebilmek için farklı mobilya, obje, kumaş ve renkler kullanarak stilize ettiği odalar içerisinde anlattı. Agaton’un yaratıcı sürecinin en önemli parçalarından biri haline gelen ‘kompozisyon’un, tüketmek ve iletişim kurmak için tasarım dünyasında nasıl kullanıldığının altını çizmesi, bu senenin öne çıkan içeriklerinden oldu. Les Arts Décoratifs’deki Barbie sergisi, 1959’dan günümüze Barbie bebeklerin sosyal, kültürel ve politik değişimlere adapte olarak evrensel bir fenomen olma durumunu, 700 bebek ve tasarlanmış sergi alanları arka planında, harika bir kronolojik çalışma ile anlattı. Şu yazıyı yazdığım sırada önümde Londra Tasarım Bienali ve o bitmeden önümüzdeki hafta başlayacak olan tasarım festivali, bir ay sonra İstanbul’da başlayacak olan Tasarım Bienali ve seneyi kapamaya müsaade etmeden dünyanın farklı şehirlerinde gerçekleşecek olan tasarım haftaları, tasarım günleri var. Bu etkinliklerin bir noktada birbirini takip ve tekrar etmesi kaçınılmaz oluyor. Etrafımızdaki her şeyin tasarlanmış, referans verilmiş/alınmış birer obje olduğu düşünülünce, bu ormanın içinden ticari amaç güden etkinlikler genel bağlamda tehlike arz ediyor. Bu mecralar en az köklü markalar kadar kendini tanıtmak isteyen tasarımcılara da

kapılarını açıyor ki bu durum genç tasarımcıların keşfedilmesi adına oldukça pozitif. Tasarım haftalarında yer alan sergilerdeki katılımcı grupların her geçen sene çeşitlendiğini gözlemliyoruz. Bu çeşitlilik yaratıcı sahneyi zenginleştirirken, bazen de iddiali başlıkların altını dolduramayan örneklerle karşılaşıyoruz. Bu durum, ‘uluslararası tasarımcı’ tanımını yaygınlaşan ve hatta popülerleşen bir tanım haline getiriyor. Üretimi işimize geldiği gibi, iştahla ve hızla tüketiyoruz. Ancak üretimi yavaşlattığımız, üzerine düşündüğümüz belki de kendimizi daha az paylaştığımız, yerinde ve gereğinde anlattığımızda, birkaç asır sonra bu dönemden karakteristik bir dil ile bahsedebileceğiz. Aksi halde sen bir şey tasarlarsın, ben bunun hakkında bir yazı yazarım. Kimlik oturtmayı bırak, kendimize yabancılaşırız. Bu duruma verilecek en iyi örnek, Koreli tasarımcı Bora Hong’un bu sene Milano’da sergilediği Kore’de patlayan plastik cerrahi fenomenine atıfta bulunan çalışması olabilir. Hong, sıradan mobilyaların Eames ya da Rietveld sandalyeleri gibi birer ikonik obje olmak için geçirdikleri estetik ameliyatları karikatürize etmiş. Sandalyeler ucuz bir Eames taklidi olmaktan ileri gidememiş, hem de orijinal parçaları bir bandaj gibi ürüne eklemlenmişken. Binlerce işin içerisinden yaptığım bu seçkinin dışında bırakacağım bir çalışma var. İnce bir zeka ürünü ya da basit bir karşı duruş arasında gidip geldiğim bir çalışma bu. moooi koleksiyonuna Smoke Chair ile girmesiyle çıkış yapan Maarten Baas, bundan sonra kentin dışındaki atölyesinde çalışmalarını sürdürme, belki de biraz kendi içine dönme kararı almıştı. Baas, bu sene sessiz sedasız, Via Savona’da, moooi sergisinin karşı sırasında 200 sene sonrası için önerdiği konsept bahçe tasarımını sergiledi. Kendi döneminin çıkış yapan tasarımcıları arasındayken, daha az üretmeye odaklanan tasarımcının, farklı tür ve renklerdeki tohumların ekilmesi ile 200 yıl sonra biçimlenecek, Hollanda’nın bir adasında kurulacak bu fikri sunmasını nasıl yorumlarsınız? Senenin kapanışını bu soru ile yapmayı tercih ediyorum. Yazının başında bahsettiğim, dünyada en çok tüketilen kelimelerden biri olan ‘tasarım’ yerine alternatif bir sözcük yaratabilir miyiz? Temelini attığımız, gelecek neslin şekillendireceği ve sonlandıracağı belki de kabuk değiştireceği kurgular üzerine gidebilir miyiz? Soruyu herkese açıyorum, #unlimitedyear etiketi ile Twitter ve Instagram üzerinden fikirlerinizi belirtebilirsiniz.


#Unlimitedyear Kinetik + Analog

Basit kinetik müdahalelerle işlevini yerine getiren sistemler

Harekete duyarlı yüzeyler

Gün ışığı paneli

Camın dalga boyutu

Chromica, Ekaterina Semenova

Field, John Hogan & Lasvit

Dangling Grid, Alissa + Nienke

“Doğa zamanla değişir ve yer değiştirir. Doğanın bu yönünde azamet ve eşsizlik gören tasarımcıya göre hiç bir şey bitmiş ve sonsuz değildir.” Design Academy Eindhoven’da yüksek lisansına devam eden Ekaterina Semenova doğanın gücünün çeşitliliğinde yattığına inanıyor. Tasarımcının Chromica isimli ürünü, doğanın nasıl davrandığını anımsatan bir çalışma. Gün ışığının tersine çevrilebilir prensibini ele alan tasarımcı, hem gün ışığı, hem de yapay ışığın mekanda dönüşebileceği bir aparat tasarlamış. Chromica doğanın çalışma yöntemini kendine örnek alıyor. Chromica, doğal ışığı mekana yayıp, az ışık alan mekanlarda doğal bir atmosfer yaratan bir gün paneli.

John Hogan’ın Lasvit için tasarladığı aydınlatma, ışık dalgalarını cam bir panel yardımı ile kırıyor ve kullanıcının hareket ettirmesiyle farklı renkler ortaya çıkarıyor. Lasvit’in cam üretimindeki güçlü geleneğini, polarizasyon tekniği ile birleştiren tasarımcı, ışığın camdan kırılarak farklı renkler elde edilmesi ile ürüne kinetik bir kişiselleştirme katmış.

Dangling Grid, ince metal plakalardan oluşan, insan ya da havanın hareketi ile etkileşime girerek, çok basit bir şekilde değişken yüzeyler sunan, diğer bir deyişle analog yöntemlerle işlevini yerine getiren bir ayırıcı panel. Hava hareketine hassasiyeti sayesinde interaktif bir yüzeye dönüşen panelde, rüzgarın yarattığı hafif ya da şiddetli herhangi bir müdahale ile neredeyse dijital bir etki veren değişken bir doku beliriyor. Panel, yansıma ve yarı-saydamlık oyunlarıyla hem iç hem de dış mekan için uyumlu.

Cisimleşen magnetizm Aydınlatmanın kinetik Magnetica Lamp, Vittorio Venezia hali

Yeniyi analog yapan

Magnetica, LED teknolojisini manyetik alan etkisi ile birleştiriyor. Vittorio Venezia’nın bu çalışması, iki sicim üzerinde yükselen alüminyum parçaların, eksi artı kutuplar ile yakınlaşması ile ayakta duran bir aydınlatma ünitesi. Gövdeler arasında süregelen bu manyetik çekim, lambaya hafiflik hissi veriyor. Bir spot ışığı üreten LED ise, gövdenin üst tarafında bir huzmeye dönüşüyor. Magnetica bir üründen çok, tanımladığı mekan ile ışığa dikkat çeken bir yerleştirme olarak da adlandırılabilir. Her gün yeni bir aydınlatma objesi gördüğümüz şu zamanda basit kinetik hareketlerle ayakta duran umut verici bir çalışma.

Jasper Morrison, Punkt ile, günümüzde akıllı telefon kavramını ve beraberinde kitleleri sürükleyen bir çağı altüst ederek ve telefonun kendisine ve yazılımına yeni bir basitlik getirdi. Punkt, kompleks bir navigasyona sahip değil, sadece arama yapmak, mesaj yazmak için kullanabiliyorsunuz. Klavyesi el ergonomisi için geliştirilen yumuşak bir dokunuşa sahip, arkadaki kalıplanmış dokusu herhangi bir yüzeyde kullanmak için elverişli bir yüzey sağlıyor. Telefonu yeniden keşfetmeyeceğiz elbette ama pil ömrü uzunluğunun altını çizmek gerekir.

Işığı kıran gövdeler Radyan, Şule Koç

10

Field’in tasarım süreci, malzeme polarizasyonu üzerine çok yoğun bir araştırma sürecini de beraberinde getirmiş. Işık titreşimlerini 360 derecelik bir açıdan alıp tek bir yöne kaydırmaya yarayan optik filmler geliştirilmiş. Ürün, polarize edilmiş folyo panellerin, su jetinde kesilmiş camlara uygulanması ve bu cam panellerin, metal çubuklar yardımı ile tavana dikey konumlandırılmasından meydana geliyor.

Şule Koç’un Radyan aydınlatma serisi, heykelsi duruşu ve aksesuar gibi yaşama mekanlarındaki herhangi bir yere asılabilme özelliğiyle, kendi içinde dinamik bir ürün ailesi tanımlıyor. Radyan, cam üzerinden ışığın malzemeleştirilmesini keşfediyor. Seri, ışığı yakalayan, çeviren, şekillendiren ve bazen de saklayan çeşitli formlarda kesilmiş camlardan meydana geliyor. Bu seride cam, farklı geometrik formlarla ışığın gövdesi haline geliyor. Seri, masa lambası, duvar lambası gibi farklı kullanım alanları ve renkler sunuyor.

Perch Light, Umut Yamaç Umut, heykel ve obje arasındaki matematiği sorgulayan bir mimar. Umut’un tasarladığı Perch Light, kalıplanmış kağıt ve pirinçten oluşan, heykel ve obje arasındaki dengeyi bulan kinetik bir aydınlatma. Lamba, zarif bir şekilde metal çubuğuna konan bir kuş stilizasyonundan formunu alıyor. Kuş, bu metal çubuk ile olan etkileşimi ile aydınlanıyor ve arada hiçbir kabloya gerek kalmadan sadece bu çubuk üzerinde sallanarak kinetik yoldan etrafına ışık yayıyor.

MPO1 / Punkt, Jasper Morrison

Mekanizmanın ‘doğal’ Işık-gölge ritmi Sundial, Marteen De Ceulaer tavrı Secant, Daniel Rybakken Bir sanat eseri de sayılabilecek Secant, kristal cam disklerden ve alüminyumdan oluşan, kinetik bir mekanizma sayesinde akıcı bir heykelsi obje hissi uyandıran bir tasarım. Daniel’e göre Secant görsel ve semiyotik bir kontrast. Kristal cam diskler çevresiyle daha naif ve kırılgan bir iletişim kurarken, mekanizmayı oluşturan metal parçalar ve bu parçaları birbirine bağlı tutan ip, endüstri ile iletişim kuruyor. Daniel bu mantıkta duvar, zemin ve masa üzerinde kullanmak için üç farklı kinetik aydınlatma tasarladı. Minimal çizgisi ile bu modüler tasarım, kristal camı herhangi bir müdahaleye gerek kalmadan, doğal yollardan kullanıcı ile buluşturuyor.

Marteen De Ceulaer’in güneş saatlerinden ilham alarak tasarladığı Sundial, alüminyum disklerden oluşan kinetik ve modern bir aydınlatma elemanı. Alüminyum diskler, gezegende asılı kalmış ve süzülüyormuş hissini veriyor. Her diskin üzerinde gizlenmiş bir LED ışık kaynağı var. LED’ler diskler üzerinde sanki 6 farklı güneş tarafından aydınlatılmış gibi keskin gölgeler oluşturuyor. İlk spiral parçanın gölgesi son parçanın gölgesi ile bir ritm yakalayarak sonlanıyor. Diskler arasında ışık-gölge ritmini yakalayarak etrafını aydınlatan ürün, sayısız varyasyonlar ile aydınlatma eylemine esneklik katıyor.


SECANT, DANIEL RYBAKKEN, 2016

DANGLING GRID, ALISSA+NIENKE, 2016

RADYAN, ŞULE KOÇ, 2016

FOTOĞRAF: J. HILL’S STANDARD IZNIYLE

FOTOĞRAF: ALISSA+NIENKE IZNIYLE

FOTOĞRAF: DILEK ÖZTÜRK

MAGNETICA LAMP, VITTORIO VENEZIA, 2016

CHROMICA, EKATERINA SEMENOVA, 2016

PERCH LIGHT / MOOOI, UMUT YAMAÇ, 2016

FOTOĞRAF: EKATERINA SEMENOVA IZNIYLE

FOTOĞRAF: ANDREW MEREDITH

MPO1 / PUNKT, JASPER MORRISON, 2016

SUNDIAL, MAARTEN DE CEULAER, 2016

FOTOĞRAF: NILUFAR GALERI IZNIYLE

FIELD / LASVIT, JOHN HOGAN, 2016

FOTOĞRAF: FRANCESCA FERRARI

FOTOĞRAF: PUNKT IZNIYLE

FOTOĞRAF: JAKUB SKOKAN


#Unlimitedyear Marka - tasarımcı işbirlikleri

Usta tasarımcı ve üreticilerin gelenek takası

Karakter CPH + Achille Castiglioni ve Giancarlo Pozzi Castiglioni, kariyeri boyunca yeniden tasarlamaya, keşfetmeye ve yeniden kavramsallaştırmaya tutkuluydu. Milano’daki atölyesinden geçen herhangi bir iç mekan projesi, sonunda mükemmele yakın olarak çıkardı. Castilioni’ye göre iç mekandaki negatif alanlar tasarıma önemli bir girdi vermeli ve bu alanlar kullanıcının faydasına değerlendirilmeli, yeniden düşünülmeliydi. Bu fikir ile evlerde genellikle değerlendirilemeyen köşeler için tasarımlar gerçekleştirmişti. 1988’de tasarladığı Trio da bunlardan biri. Bugün Trio Karakter CPH ve Giancarlo Pozzi işbirliği ile tasarlanan pratik bir köşe raf sistemi olarak hayata geçirildi.

moooi + Paul Cocksedge Paul Cocksedge’in moooi için tasarladığı sıkıştırılmış bir mermer görünümünde olan bu koltuk, köpük ve mermerin bir araya gelmesinden oluşuyor. Birbirine zıt bu iki malzeme, köpüğün açısal bir blok haline gelmesi ve kalıplanarak bu köşeli ama konforlu halini alması ile sonlanıyor. Süreç zıt kavramların aynı yüzeyde buluşmasını sağlıyor: yumuşak ve sert, hafif ve ağır, alçakgönüllü ve gösterişli.

Kvadrat + Bouroullec Brothers Ronan ve Erwan Bouroullec’in Kvadrat işbirliği ile tasarladığı ayarlanabilir perde kiti Ready Made minimal bir içeriğe ve kullanım mantığına sahip. Perde kitinin her biri iki adet ahşap duvar aparatı, asma kordu ve opak ya da yarı-saydam bir perde kumaşını barındırıyor. Her kumaşın üç farklı rengi var. Bu proje aslında Bourellac kardeşlerin 2013 yılında Kvadrat için tasarladıkları DIY perde kitinin devamı. Tasarımcılar her gün kullandığımız bu objeye incelik katarak ürün deneyimini zenginleştirmek istemiş.

12

Georg Jensen + Zaha Hadid Zaha Hadid’in tamamladığı son projesi olan bu işbirliği, Hadid’in formlarına aşinalık hissettiren heykelsi ve dışavurumcu yüzükler ve bilekliklerden oluşan bir takı seti. Her set, gümüş ve siyah rodyum kaplamadan ve siyah pırlantadan oluşuyor. Bu takı seti, Pekin’in yakınında bulunan Wangjing Soho’da yaklaşık 4,2 milyon metrekarelik, üç adet eğrisel asimetrik binadan oluşan ve gün içerisinde doğal ışık ile görünümü değişen karma bir yapı kompleksinden ilham alıyor.

T.E. + Aldo Bakker

Lasvit + Andre Fu

Aldo Bakker, Thomas Eyck ile gerçekleştirdiği yeni işbirliğinde kendi el yazısından yola çıktı ve bakırdan bir masaüstü obje koleksiyonu tasarladı. Bakker’in geleneksel ve yeni üretim tekniklerini kullanarak tasarladığı objeler, ki bu objeler hakkında keskin tanımlar yapamıyoruz, işlevselliğin sorgulanmasına, yeni ritüeller yaratmaya ya da eski alışkanlıkları kırmaya dayanıyor. Bakker’in bu tavrı kalıplama, çinko kaplama, vernikleme gibi tekniklerle birleşerek sos kasesi, kase ve mumluk ile sonuçlanan şaşırtıcı ama çağdaş tasarım sahnesinde yeni bir başlık açan bir koleksiyon ile sonuçlandı.

Andre Fu’nun Lasvit’in bu seneki koleksiyonu için tasarladığı TAC/TILE, tinsel ve anıtsal mimarlığın cisimleşmesine ve bu süreçteki malzeme kullanımına bir övgü niteliği taşıyor. Tasarım; 1932 yılında kurulan Maison de Verre (Cam Evi), Çek Cumhuriyeti’ndeki pasaj yolları, geleneksel Çin evlerinin çatıları, Flatiron binası ve modernist cam bloklardan ilhamını alıyor. Aydınlatmanın saf üçgen profili, masa lambası, zemin aydınlatması ve aplik gibi farklı uygulamalar için bir temel oluşturuyor.

Classicon + Konstantin Grcic Konstantin Grcic ve Classicon işbirliğinin 25. yılı şerefine gerçekleştirilen bu çalışma, Grcic’in marka için tasarladığı ikonik parçalara bir gönderme niteliği taşıyor. Grcic bu işbirliği ile Classicon için tasarladığı mobilyaları siyah monokromatik bir seriye dönüştürdü. Parlak yüzeyler, siyah metal ve kadife gibi renk derinliği olan kumaşlardan oluşan koleksiyon, monokrom kimliklerine adapte oldu. Bu yeni işbirliğini desteklemek için yapılan fotoğraf çekimlerinde, mobilyalar geometrik renkli bir matrisi kesen siyah bloklar olarak kullanıldı. Özellikle serideki Diana A, B, C ve Pallas, Chaos, Orcus isimli ürünler bu yıldönümü için seçilmiş ve her ürünün 25 edisyon ile sınırlı üretilmiş.

Valerie Objects + Maarten Baas Valerie Objects, bu sene yeni koleksiyonu için dünyaca bilinen bir çok tasarımcı ile çalıştı. Bu tasarımcılar içinden stili koleksiyona birebir yansıyan tek örnek herhalde Maarten Baas idi. Eskizvari ve neredeyse bir çocuğun elinden çıkmış şekilleri Baas’ın 2007’de tasarladığı Sculpt serisi ve 2010 yılında tasarladığı Haphazard Harmony setinden okuyabiliyoruz. Valeri Objects için tasarladığı bıçak, çatal, çorba ve tatlı kaşığından oluşan sofra takımı ise eskiz aşamasından sonra direkt fabrikaya verilmiş gibi. Baas, hızlı eskiz süreçlerinde ortaya çıkan spontane çizgilerin endüstriyel süreçte kaybolduğunu söylüyor. Bu sofra takımının en karakteristik özelliği ise, çatal, bıçak ve kaşıkların kenarlarında titrek bir eskiz havasında iki boyutlu süregelen zigzagların varlığı.

Iittala + Issey Miyake Bu işbirliği ancak dünyanın iki uç coğrafyasındaki ustalığın ve geleneğin birlikteliği olarak tanımlanabilir. Finlandiya ve Japonya’nın kendine has zamansız tasarım anlayışı, ev tekstiline yeni bir harmoni getiriyor. Iittala ve Issey Miyake elinden çıkan yüksek kalitede seramik, cam ve ev tekstili koleksiyonunda İskandinav ve Japon el işçiliği, ustalığı, günlük rutinlerimize bir ara verip değer katacak bir deneyim sunuyor.

Georg Jensen + Marc Newson Mark Newson’un Jensen için tasarladığı ve sınırlı sayıda üretilen gümüş çay servis seti, hem Newson’un üretici izini, hem de Jensen’in gümüş işçiliğini ortaya koyuyor. Bu tasarımda, gümüş işçiliğinin iyi bir örneği olarak, malzemenin heykelsi bir akışta işlenebildiğini görebiliyoruz. Newson’un imzası haline gelen bu heykelsi form, bundan bir yüzyıl önce Jensen’in zamanının ötesinde geliştirdiği organik formlarla da uyuşuyor. Organik bir akıştan söz etmişken, Newson çaydanlık, kahvedanlık ve kremalığın mamut kulpları ile biomorfik kontürleri ön plana çıkarmış. Bu kontürlere aynı zamanda neredeyse çay ve kahvedanlık üzerinden kayan sürgülü kapaklar ekliyor.


GÜMÜŞ ÇAY SERVIS SETI, GEORG JENSEN + MARC NEWSON, 2016

TAC/TILE, LASVIT+ANDRE FU, 2016

FOTOĞRAF: GEORG JENSEN IZNIYLE

FOTOĞRAF: LASVIT IZNIYLE

IITTALA+ISSEY MIYAKE KOLEKSIYONU, 2016

FOTOĞRAF: IITTALA VE ISSEY MIYAKE IZNIYLE

ZAHA HADID KOLEKSIYONU, GEORG JENSEN, 2016 FOTOĞRAF: CHRISTIAN HÖGSTEDT

MAARTEN BAAS KOLEKSIYONU, VALERIE OBJECTS, 2016 FOTOĞRAF: INGE RYANT & SENNE VAN DER VEN SIKIŞTIRILMIŞ MERMER KOLTUK, MOOOI + PAUL COCKSEDGE, 2016 FOTOĞRAF: ANDREW MEREDITH

TRIO, KARAKTER CPH, 2016 + ACHILLE CASTIGLIONI VE GIANCARLO POZZI FOTOĞRAF: KARAKTER CPH IZNIYLE

DIANA C, CLASSICON + KONSTANTIN GRCIC 2016

READY MADE, BOUROULLEC BROTHERS + KVADRAT, 2016

FOTOĞRAF: SHIRANA SHAHBAZI

FOTOĞRAF: RONAN VE ERWAN BOUROULLEC VE KVADRAT IZNIYLE

ALDO BAKKER KOLEKSIYONU, T.E., 2016 FOTOĞRAF: THOMAS EYCK IZNIYLE


#Unlimitedyear Malzeme deneyimleri

Ürünün kaderini belirleyen malzeme fenomeni

Bir Fin ekolü: Dişbudak ağacı ile imtihan

Hussein Chalayan’ın eriyen koleksiyonu

Bu sene Stockholm Mobilya Fuarı’nda yer alan Aalto Üniversitesi, Greenhouse’da birbiriyle en tutarlı ürünlerin yer aldığı sergiye sahipti. Aalto’da mobilya tasarımı üzerine yüksek lisans yapan öğrencilerin elinde sınırlı bir malzeme ve hacim brief ’i vardı: Dişbudak kullanılarak tasarlanacak 14 sandalyenin her birinin 8 × 24 mm ve 24 × 24 mm ölçülerinde, siyaha boyalı olması gerekiyordu. Elbette herkes bu limiti istediği şekilde ve dokuda yorumlayabilirdi. Bu brief çerçevesinde kafe kültürünü senaryolaştıran öğrenciler, sandalye ve etrafında gelişen etkiyi buluşmak, paylaşmak ve fikir geliştirmek olarak ele aldılar. 14 sandalyeye eşlik eden kahve kupaları ve küllükler de bir set olarak fuarda sergilendi.

Hüseyin Çağlayan, Bahar 2016 koleksiyonunda daha önce Küba koleksiyonu ile çizdiği militan tavrı devam ettirmek istemiş, yalnız biraz oyun katarak. Çağlayan’ın bu seneki Paris Moda Haftası’nda sergilediği bahar koleksiyonunda, podyumun ortasında konumlanan iki modelin giydiği kağıttan yapılmış beyaz ceketlerin suyun altında çözüldüğüne ve bu katmanın ardından Çağlayan’ın yeni koleksiyonundan bir elbise çıktığına şahit olduk. Kariyerinin önemli dönüm noktalarında işbirliği yaptığı Swarovski ile bu defa da zorlayıcı bir çalışma gerçekleştiren tasarımcı, bu seri için eriyebilen ve altından başka bir doku bırakan kumaş fikirlerinin üzerine yoğunlaşmış

Mobilyada tekstil inovasyonu

Oksidasyonun spontane halleri

Benjamin Hubert’in tasarım ajansı Layer’in Moroso ile birlikte geliştirdiği Cradle, şu an ayakkabı üretiminde yaygın bir malzeme teknolojisinden ilham alıyor. Ürün grubu, yüksek ve alçak sırtlıklı iki sandalye ve bir oda ayırıcıdan oluşuyor. Her ürün Layer’in kafes malzemenin konstrüksiyonu ve geleneksel ürün tipolojilerinin performans arttıcı bir şekilde nasıl yeniden ele alınabileceği üzerine yaptığı araştırmalara dayanıyor. Sandalyelerin örgü sırtlıkları esnek yapısı sayesinde oturan kişinin sırt şeklini alıyor. Nike’ın Flyknit teknolojisi ile paralellik gösteren 3 boyutlu örgü tekniği ile Cradle için geliştirilmiş esnek tekstil malzemesi, konfor düzeyini arttırırken, üretime giren malzeme miktarını azaltıyor. Üç boyutlu tekstil malzemesi Layer tarafından Avusturyalı bir tekstil fabrikası ile birlikte üretildi. Örgü tekstilin dayanıklı ve düşük yoğunluklu yapısı geleneksel kafes tipi malzemeye destek sağlayabiliyor.

Esneyen ışık

14

Eye of the Light ince metal plakaların örülerek kumaş haline getirilmesi ve bu yolla ışığı yansıtması üzerine kurgulanmış. Kumaş, farklı organik şekillere girerek aydınlatma, oda ayracı ya da dekoratif bir obje olarak kullanılabiliyor. Ön ve arya yüzü farklı olan metal kumaş, çelik galvanizleme tekniği ile parlayan renklere bürünüyor. Polonya’daki zanaatkarların elinden çıkan ürünün bakır, pirinç, çinko ve nikel renk seçenekleri mevcut.

Akışkan cam Waterfall Lamp, üç farklı şekilde üfleme camın üzerine işlenen paralel oyuklar ile şelaleye benzer bir akışın sağlandığı, el ile serbest şekillendirilmiş bir aydınlatma elemanı. LED’in aydınlattığı cam küreler farklı ebat, doku ve pozisyonda konumlandırılmış. Camın içinde çalışan mekanizma ile kendi etrafında dönen cam aydınlatma, camın içinden su akışı ilüzyonu yaratıyor.

Hollandalı tasarımcı Lex Pott bu seneki EuroCucina’da, fırın üreticisi La Cornue ile oksidasyon deneyimi ve kimyanın ürün üzerindeki yeni boyutlarını keşfetti. Pott, Le Cornue’nün 150 klasik pirinç kaplama fırınını, oksidasyona uğratarak, farklı renkler ve dokulara bürünmesini sağladı. Bu fikrin temelinde sadece bir etki yaratmak yok, onun yerine orijinal renkleri açığa çıkarmak, oksidasyon ile oynayarak geleneksellikten uzaklaşmak, süreç içerisinde hem şiirsel hem de çağdaş bir yaklaşım edinmek de var.

Duyarlı tekstil objeleri İtalya’nın tekstil sektörüne en önemli katkısı olarak adlandırabileceğimiz Alcantara, malzeme inovasyonunu farklı tasarımcılarla gerçekleştirdiği işbirlikleri ile en üyü ifade eden firmalardan biri. Alcantara’nın bu sene IMM Köln’de sergilediği ‘Touching Tales’ sergisi malzemenin dayanıklılığını test eden bir deneyim sundu. Dört tasarımcıya farklı kumaşları farklı şekilde kullanarak malzemeyi dönüştürmelerini ve bu şekilde Alcantara’yı yeniden düşünmeleri brief ’ini verdiler. Formafantasma’nın bu sergi için gerçekleştirdiği çalışma, yumuşak tekstili, mermer, cam ve metal gibi katı malzemeler ile birleştirerek Alcantara’yı bu düzlemde yeniden konumlandırıyor.

Optik fiberle hafifleyen ışık Tokyo’da çalışmalarını sürdüren Shinya Ito ve Kaori Yamamoto’nun bu seneki Stockholm Mobilya Fuarı’nda lanse ettikleri Shower Light, optik fiber, akrilik ve LED kullanılarak tasarlanmış, yalın, hafif ve erişilebilir bir aydınlatma olarak öne çıkıyor. Tasarımı içinde bulunduğu çevreden özgürleştirmek kapsamında gelişen ikilinin tasarım yaklaşımları, malzeme ile ulaşılabilecek en basit ve en işlevsel forma ve kurguya gitmeyi amaçlıyor.

Çantanın değişken rutinleri Tomas Alonso’nun e 15 ile birlikte ürettiği çok fonksiyonlu çanta, ihtiyaca göre esneyip katlanarak farklı boyutlara ulaşıyor ve kumaş teknolojisindeki farklı alanları bir araya getiriyor. Katlanabilen hafif naylon kumaş, sebze boyası ile renklendirilmiş deriyle birleşerek, çantaya ek bir dayanıklılık sağlıyor. Bu çok işlevli çantanın şehir hayatının hareketli rutinine sahip birey için sunduğu en önemli özellik ise farklı malzemelerin farklı işlevleri tanımlaması. Çantanın bu sene sonunda e15 aksesuar koleksiyonuna girmesi bekleniyor.

Moda haftasında bir gerilla malzeme: PVC Sportmax ilkbahar-yaz koleksiyonu için, Milano’nun 20. yüzyıldan kalan ve döneminin tipik cephe özelliklerine sahip Palazzo Delle Poste binasında gerçekleştirlen defilesi için Formafantasma’nın tasarladığı set hem malzeme deneyimi hem de referans aldığı dönemler anlamında yenilikçi bir başlık açıyor. Rus fütürist sanatçı Aleksandra Aleksandrovna Ekster.’in işlerine referans veren set tasarımında kullanılan renkli PVC filmler defile alanını tanımlıyor ve mekanda neredeyse sonsuz bir döngünün içindeymiş gibi uzuyor. Mekanın sinematografik bir hal almasından ziyade yıkılmış bir mimariyi anımsatması üzerinde durulmuş. Set tasarımı için kullanılan renk paleti ve malzeme ise, Pietro Lingeri’nin 1960-70’li yıllar arasında Como Gölü kıyısında inşa ettiği İtalyan yazlık evlerinin sofistike hallerinden ve tipik terakota tonlarından temel alınmış.


CRADLE, BENJAMIN HUBERT + MOROSO, 2016 FOTOĞRAF: BENJAMIN HUBERT VE MOROSO IZNIYLE

SUPERWALK, FORMAFANTASMA, 2016 FOTOĞRAF: SPORTMAX VE FORMAFANTASMA IZNIYLE

SHOWER LIGHT, 16 AND 19, 2016

CHAT NOIR, ANNAMILA SUOMINEN, 2016 FOTOĞRAF: ANDRE POZUSIS

ÇOK FONKSIYONLU ÇANTA, TOMAS ALONSO + E15, 2016 FOTOĞRAF: WILLEM JASPERT STIL DANIŞMANI: JASON HUGHES

FOTOĞRAF: 16 AND 19 IZNIYLE

EYE OF THE LIGHT, MALGORZATA MOZOLEWSKA, 2016

FOTOĞRAF: SONIA SZOZTAK

HUSSEIN CHALAYAN, İLKBAHAR-YAZ 2016 KOLEKSIYONU FOTOĞRAF: DAN LECCA

STRATA, FORMAFANTASMA + ALCANTARA, 2016 FOTOĞRAF: MANFRED WEGENER

CHÂTEAU 150 KOLEKSIYONU, LEX POTT+LA CORNUE, 2016 FOTOĞRAF: LA CORNUE IZNIYLE

WATERFALL LAMP, STUDIO BEY, 2016 FOTOĞRAF: STUDIO BEY IZNIYLE


#Unlimitedyear Hareket halinde

Mekandan bağımsız olmayı tercih eden sistemler

‘Bekleme’nin yeni açılımları Derin Sarıyer’in tasarladığı ve bu sene International Design Awards’da Bronz ödülün sahibi olan Mod, ofislerdeki ortak dinlenme/bekleme alanları için hareket halinde çözümler sunuyor. Mod’un, dünyada süregelen modüler sistemlerin en büyük yapı taşı olan simetriden bağımsız, daha fazla süprize yol açan bir senaryosu var. Ürünün matematiğinde ortak dağılmayan açıların yarattığı asimetri, tek bir formdan yola çıkarak, birbirinden farklı birden çok form varmış duygusu yaratıyor.

Tek kişilik masa En alçakgönüllü seyahat ihtiyaçları bile tasarım dokunuşu ile yeniden düşünülmeli. Yabu Pushelberg bu sene ev temasını yeniden sorgulayan Hotel Wallpaper* için moda markası Want Les Essentiels ile işbirliğine girdi. Japon sefertaslarından (Bento) esinlenen Pushelberg, ahşap ve deri malzemelerini kullanarak bir sefertası tasarladı. Yemek çubukları, seramik sanatçıcı Alissa Coe’nin tasarladığı porselen bir su şişesi ve şişenin kutu ile aynı deriden yapılmış kabından oluşan yemek kutusu, hareket halindeyken herhangi bir mekanı bir öğle yemeği alanına dönüştürebiliyor.

Değişen ihtiyaçlara çok Ofisin yeni uzantıları Bu sene Chicago’daki NeoCon fuarında lanse edilen işlevli mobilyalar Zones, Londra’da çalışmalarını sürdüren tasarım stüdyoCNVS, ATÖLYE Labs tarafından yeni nesil çalışma ve öğrenme mekanlarındaki ihtiyaçlara yaratıcı çözümler geliştirmek amacıyla hayata geçirilen minimal, esnek ve modüler bir mobilya markası. ATÖLYE Labs bünyesindeki multidisipliner tasarımcıların yerel üreticilerle iş birliği içinde geliştirdiği ürünler, minimum sayıda mobilya ile farklı kullanım senaryolarının mekansal altlığını kolayca oluşturmaya izin veriyor. CNVS, yerel ve doğal malzemeleri kullanarak çok işlevli mobilyalar, aydınlatma sistemleri, düzenleyici ve ayırıcı sistemler tasarlıyor. CNVS ürünleri esnek çalışmaya ve üretime olanak sağlayarak kullanıcılar arasındaki etkileşimi tetikliyor.

su PearsonLloyd’un Teknion’a tasarladığı , çalışma alanları için kapsamlı ve yeni bir koleksiyon. Geleneksel ve yenilikçi çalışma alanı arasındaki sınırlar eriyor. Oteller, toplu taşıma araçları, kafeler ve evler ofisin bir uzantısı haline geldi. Zones bu fikir ekseninde bugünün dinamik çalışma ortamlarına olan talebi cevaplıyor. Zones çalışma mekanında özel, işbirliği ve dinlenme alanlarını esnek bir çevrede tasarlamaya odaklanıyor. Koleksiyonda iki koltuk, masa, ekran ve sehpaları birleştiren yarı-mahrem bir kapsül bulunuyor.

Dokunun izinden giden Şekil değiştiren mutfak Milano Tasarım Haftası’nda gerçekleştirdiği interakyaşam alanları tif yerleştirmeler ile bilinen İtalyan doğal taş üreticisi

16

Hollandalı tasarım ikilisi Scholten & Baijings, bu sene NeoCon 2016’da Skyline Design için tasarladığı ayırıcı panelleri tanıttı. Cama eğimli dokuların basımı ile elde edilen panellerde uygulanan inovatif birkaç teknik ile bu şeffaflık sağlanabilmiş. Cam panellerin üzerindeki grafik dokular farklı işlevlerdeki iç mekanları beklenmeyen şekillerde dönüştüren yeni bir mekansal bağlam temsil ediyor. Kişiselleştirilebilen tasarımlar süprizli bir hareketli alan sağlıyor.

Caesarstone bu sene İngiliz tasarımcı Tom Dixon ile birden çok duyuya hitap eden bir üretim gerçekleştirdi. The RESTAURANT, yeryüzü, hava, ateş ve sudan elementlerinden esinlenen dört konsept mutfaktan oluşuyor. Kent mimarisinden ilham alan AIR Kitchen dikey ve yatayda kullanıcıya sağladığı çoklu seçenekler ve esneklik ile yine kentli bir birey için açık bir mutfak alanı sunuyor. Düşey yerleştirilmiş Caesarstone plakaları ve oyuklar pişirme tezgahı olarak kullanılıyor. Ham beton ve gri doku, mutfak ve yemek yapma deneyimini güçlendirmek için açık ve ferah bir arka plan yaratıyor.


CNVS, ATÖLYE LABS, 2016

AIR KITCHEN, TOM DIXON + CEASERSTONE, 2016

FOTOĞRAF: YERÇEKİM

FOTOĞRAF: PEER LINDGREEN

MOD, DERIN SARIYER, DERIN DESIGN 2016 KOLEKSIYONU FOTOĞRAF: DERIN DESIGN IZNIYLE

SEFERTASI, YABU PUSHELBERG + WANT LES ESSENTIELS, 2016

ZONES, PEARSON LLOYD + TEKNION, 2016

FOTOĞRAF: BAKER&EVANS

FOTOĞRAF: TEKNION IZNIYLE

STIL DANIŞMANI: LUNE KUIPERS

GLASS GRADIENTS, SCHOLTEN&BAIJINGS + SKYLINE DESIGN, 2016 FOTOĞRAF: JOHN BOEHM


#Unlimitedyear Kırılıml ar

Tasarım dünyasına yeni başlıklar açan etkinlikler

Mobil yaşamın otel Esas soruyu Tasarımı tüketme hali: Hotel Wallpaper* incelemek: güzellik biçimleri Cooper Hewitt Tasarım Trienali, müzenin imzası Her sene İsveç’in en iyi dergilerinden biri olan 2016 haline gelen çağdaş tasarım sergi serisinin beşincisini Residence, yılın tasarımcısını kendi oluşturduğu bir Wallpaper* Handmade bu sene ve geçtiğimiz senelerin tasarım sahnesinde en çok konuşulan konusu ‘Mobilite’yi, bir otel konsepti ile yorumladı. 7. senesini kutlayan Wallpaper* Handmade serisi, geleneksel ve güncel tasarımı bir araya getirmeye adanmış bir proje. Her sene Milano Tasarım Haftası’nda tasarım sahnesine atfettiği başlıklar sebebiyle takibi hak ediyor. Sergide sürekli seyahat halinde yaşayan profiller için hareketli mobilya, aksesuar ve gündelik ihtiyaçlara cevap veren geçici çözümler yer aldı. Seyahat ve konaklama temasına odaklan Wallpaper*, evden uzaktayken, gezginlerin deneyimlerini en iyi şekilde planlamak adına bir vizyon yaratmayı hedefledi. Bu çerçevede otellerin iç mekanlarında konumlanabilecek hareketli üniteler, mobilyalar, hareket halinde yaşayan ve çalışan kullanıcı profilleri için kişiselleştirilmiş aksesuarlar ve bu mobiliteyi destekleyen kurgular izledik. Bu sene Wallpaper*’ın pasajında David Chipperfield, Alfredo Häberli, Aesop, Artek, Cerruti 1881, Carlo Brandelli, Beatrix Ong, David Rockwell, Hay gibi isimlerin elinden çıkan geçici yaşama, çalışma, yemek yeme ve dinlenme çözümlerini görme şansımız oldu.

18

Mimarlığın geçirgen halleri Serpentine bu sene, 16. Pavyon’un ardından 4 mimarı görevlendirerek her bir mimarın 25’er metrekare bir yazlık ev tasarlamasını planlayarak uluslararası mimarlık sergi programını geliştirdi. Klasik yazlık stiline sahip olan, 1734 yapımı Kraliçe Caroline’ın Tapınağı, bu 4 yaz evine esin kaynağı oldu. Bjarke Ingels Group (BIG) tarafından tasarlanan Serpentine Pavyonu, fermuarı açılmış bir duvar tasarımı niteliği taşıyordu. BIG’in tasarımı 8 House gibi daha önce tasarladığı binalara benzer formda olmasından dolayı eleştirildi. Yapının kabuğunda yakalanan bu benzerliği, mimarın imzası olarak da okuyabiliriz elbette. Yalnız, hafif malzeme kullanımı ile hem iç hem dış mekanda yakalanan üç boyutlu hissin, proje için keskin çizgiler taşıdığı söylenebilir. Strüktür, birbirine zıt algılar oluşturan dinamikler barındırıyor: Form olarak özgür ama titiz, modüler ama aynı zamanda heykelsi, hem şeffaf hem de opak, hem katı hem de sıvı. BIG, bu proje için mimarinin en temel yapı taşlarından biri olan tuğla duvar mantığı ile çalışmaya karar vermiş. Duvar hafif bir malzeme olması ile bilinen cam yünü çerçevelerin üst üste dizilmesi ile örülmüş. Duvar, bu süreçten sonra birbirinden ayrıştırılarak ve ayrıştığı noktadaki takip ettiği çizgiyi yüzeye çevirerek bir mekan haline gelmiş. Ortaya hem içeriden hem de dışarıdan deneyimlenebilen üç boyutlu bir çevre çıkmış.

gerçekleştirdi. Bu sene estetik inovasyona odaklanan ve güzelliği ele alan sergi, tasarımın bir yaratıcı güç olarak akıl, beden ve hislerle etkileşim sağlamasını kutluyor. Sergi dünyanın farklı şehirlerinden 63 tasarımcı ve ekibin ürettiği 250’den fazla çalışmaya ev sahipliği yaptı. abartılı, karmaşık, ruhani, aşıcı, belirici, temel ve dönüştürücü olmak üzere toplam 7 temaya odaklanan sergi güzelliğin günümüzdeki farklı biçimlerini açığa çıkarmayı amaçladı. Sergi, birden çok duyuya hitap eden ve tasarım tarihinde estetik değerleri sorgulatan bireysel çalışmaların bir geçidini sunması sebebiyle ön plana çıktı. Deneysel prototipleme ve interaktif oyunlardan, moda tasarımı ve mimari müdahalelere kadar geniş bir aralıkta yer alan işler, “Günümüzde neden güzellik?” sorusunu form ve fonksiyon arasındaki sürpriz örneklerle inceledi.

jüri ile seçip ödüllendiriyor. 2015 senesinin ödülünü de Stockholm’de çalışmalarını sürdüren Note Design Studio kazandı. İsveç’in en iyi tasarım stilistlerinden biri olan Lotta Agaton’un, Stockholm mimarlık ve tasarım müzesi ArkDes’te Note için kürate ettiği sergi, özellikle tüketmek ve iletişim kurmak amacıyla, kurgulanmış ve iyi stilize edilmiş imajların tasarım dünyasında nasıl kullanıldığının altını çizmesi sayesinde, bu senenin öne çıkaran içeriklerinden oldu. Bir mobilyanın verebileceği ifade, yeni bir kurgu ile nasıl değişir? Bugün bir tasarımcı ya da firma için tasarlanmış bir objeyi, iyi kurgulanmış bir fotoğraf ile lanse etmek kaçınılmaz. Stil ve fotoğraf bu işin o kadar temel bir parçası haline geldi ki, tasarımcının yaratıcı sürecinin en ayrılmaz parçası oldu. Son yıllarda imajları tüketme şeklimiz özellikle sosyal medya etkisi ile değişti. Bu da insanların bir şeyleri nasıl paketlediği ve sattığına etki etti. İleride bundan daha da seçici olacağız ve imaja çok daha fazla önem vereceğiz.

Barbie: sosyo-kültürel Özgün yaşam tarihi işaretleyen ikonik konseptleri Bu sene Milano Tasarım Haftası paralelinde 21. kez bebek gerçekleştirilen Triennale di Milano mimarlığın ve yerBarbie, hiç kuşkusuz bir oyuncak bebek olmanın ötesinde, toplumlar ve ülkeler için bir ikon heline geldi. Güncel tartışmalara göre şekillenen inançlara ve insanlık hallerine bir bebek üzerinden verilen yanıtlar, son yüzyılda Barbie’yi bir fenomen yaptı. Barbie, sosyal, kültürel ve politik değişimlere adapte olarak evrensel bir imge olmadan önce, Amerikan yaşamını idealize ediyordu. Zamanla dünyada cereyan eden tartışmalar ve dönüşümler, Barbie’yi sadece ideal kadının vücut bulduğu bir simge olmaktan çıkardı, çağdaş yaşama ayak uyduran bağımsız bir figür haline getirdi. Barbie ilk defa bu denli beklenmedik bir ölçekte, bir Fransız müzesinde temsil edildi. Bu sene Les Arts Décoratifs Müzesi, 20. ve 21. yüzyıllarda sosyo-kültürel anlamda oyuncak tarihine ışık tutan bu ikonik bebeğe önemli bir yer verdi. 1.500 metrekarelik bir alan içerisinde toplam 700 Barbie bebek, hem müzenin oyuncak bebek koleksiyonu, hem de çağdaş sanatçı ve tasarımcıların Barbie’nin hayatını kurguladıkları konsept çalışmalar arka planında sergilendi. Mattel’in arşivlerinden alınan ve çok az bilinen bir mirasın sergisi, Barbie’nin hayatına iki farklı gözden bakıyor: Evrensel anlamda bilinirlilik kazanan bir oyuncağın çocukların hayatına etkisi ve yetikinler için 1959’dan beri tarihi ve sosyal bağlamlara yerleştirilen bir figür.

leşimin tarihine parantez açan bir sergiye ev sahipliği yaptı: ROOMS. Özgün Yaşam Konseptleri. İnsanların yaşamlarına doğrudan etkisi olması açısından hâlâ çalışma ve keşif alanlarının temeli olarak mimarlık ve iç mimarlık disiplinleri görülüyor. Hepimiz evlerde yaşıyoruz ve hayatımızın büyük bir bölümü bu evlerin iç mekanlarında geçiyor. Evlerimizin içinde dinleniyor, okuyor, düşünüyor, çalışıyor, yiyor ve ailelerimizle birlikte yaşıyor, arkadaşlarımızı ağırlıyoruz. Sergi, bu duruma tarihsel bir değerlendirme ile başlıyor. Yaşama konseptleri konusunu tarihsel bir kronolojiye oturtarak, geçmişten bugüne iç mekan tasarımı alanında dünyada otorite olmuş, belirli normları tanımlamış Umberto Riva, Alessandro Mendini, Manolo De Giorgi, Lazzarini & Pickering, Marta Laudani & Marco Romanelli, Andrea Anastasio, Fabio Novembre, Duilio Forte, Elisabetta Terragni, Carlo Ratti ve Francesco Librizzi gibi mimar ve tasarımcıların gözlemlerini sergiliyor.


SERPENTINE PAVYONU 2016, BJARKE INGELS

BEAUTY SERGISI, COOPER HEWITT DESIGN TRIENNIAL 2016

FOTOĞRAF: IWAN BAAN

FOTOĞRAF: MATT FLYNN. COOPER HEWITT İZNİYLE

NOTE DESIGN STUDIO “YILIN TASARIMCISI” ÖDÜL SERGISI, RESIDENCE MAGAZINE VE ARKDES IŞBIRLIĞI ILE. FOTOĞRAF: KRISTOFER JOHNSSON

“NOVEL LIVING CONCEPTS” SERGISI, TRIENNALE DI MILANO, 2016 FOTOĞRAF: TRIENNALE DI MILANO IZNIYLE

BARBIE LAGERFELD, ‘BARBIE’ SERGISI, LES ARTS DECORATIFS

‘BARON BAR’, GLENN SESTIG VE DINESEN, HOTEL WALLPAPER* 2016

FOTOĞRAF: MATTEL’IN IZNIYLE

FOTOĞRAF: CARL KLEINER


20

Tasarım ve şehir Milano Tasarım Haftası bir fuar olmanın ötesinde, kentsel mekanda birden çok çekim noktası yaratan, kullanıcının mekan farkındalığını arttıran bir etkinlik. Tüketim kültürünü destekleyen bunun gibi ticari etkinliklerin kentsel mekanda yarattığı etkileşimler, kent kültürü için pozitif başlıklar açabiliyor. Bir kentin mimari mirasının tasarım haftasında yer alan sergilerde değerlendirilme ve kent hayatına kazandırılma biçimlerini inceliyoruz.


Milano

Şapelde tat ve koku deneyimleri

ROTONDA DELLA BESANA

YERYÜZÜ MUTFAĞI, TOM DIXON VE CEASERSTONE’UN RESTAURANT KONSEPTİ

FOTOĞRAF: PASQUALE FORMISANA

FOTOĞRAF: PEER LINDGREEN

Mekan Rotonda della Besana, Milano kent merkezinden biraz uzakta konumlanan, dışarıdan bakınca içinin ne olduğunu tahmin edemeyeceğiniz bir yapı. Dairesel formu ve altıgen kemerleri ile bir arena izlenimini veren yapı, bugün birçok farklı amaç için kent sakinlerine hizmet ediyor. Rotonda della Besana, içerisinde geç Barok dönemine ait bir kilise ve eski bir mezarlığı barındıran bir kompleks. 1732’de inşası tamamlanan kompleksin bahçesi altıgen formlu kemerli bir strüktür ile çevrelenmiş. Mekanın günümüze uyarlanması birçok farklı kullanıcı grubunu etkiliyor. Bugün bahçesi ve açık alanlarını kamunun kullanımına açan mekan, MUBA (Museo dei Bambini di Milano) yani Milano Çocuk Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. MUBA, eski kilise

yapısının içinde gerçekleştirdiği çocuk atölyeleri ile özgür ve yaratıcı bir neslin kent hayatına kazandırılması amacıyla çalışmalarına devam ediyor. Mekan aynı zamanda yaz aylarında açık hava sineması olarak kullanılıyor. Sergi Milano Tasarım Haftası’nda genellikle bir mekan üzerinden deneyim yaşatmak ve sergilemek üzerine odaklanan Tom Dixon, bu sene Caesarstone ile kutsal bir mekanda yemek hazırlama, sunma ve yeme üzerine geliştirdiği mutfak tasarımlarını sundu. Dixon’un bu doğrultuda tasarladığı mutfak konseptleri, yemek ve yemeğin servis edildiği, tüketildiği, pişirildiği alanların nasıl farklı yollar ile etkileşebileceği üzerine radikal bir yorumlama olarak okunabilir. Eski kilise yapısının içerisinde kurgulanan hikaye, tamamen koku, tat ve görsel deneyime odaklanıyor.

Eski Roma’daki su kanallarından ilham alan yeryüzü mutfağı, toprağın kahverengi tonlarında üretilmiş. Mutfak, eski Avrupa’da yemek pişirme ritüllerindeki gibi sıkıştırılmış ahşap yüzeylerde yemek hazırlama deneyimi yaşatıyor. Ateş mutfağı, ahşap ve siyah fasulyenin doku ve renklerini temel alıyor. Bu doğrultuda mutfak tasarımında Caesarstone’un koyu gri ve siyah zeminleri kullanılmış. Su mutfağı, suyun şeffaflığı ve buzun bulanıklığını temel alarak, gri ve beyaz yüzeyler üzerinde kurgulanmış. Hava mutfağı, kent yaşamının getirdiklerinden ilham alıyor. Ham beton ve gri renkli mutfak panelleri, kullanıcının müdahalesi ile modifiye edilebilen esnek bir yemek pişirme ve yeme alanı sunuyor.


Milano

Wellness couture

22

ALBERGO DIURNO, PORTA VENEZIA

FOTOĞRAF: FAI IZNIYLE

VESTAE SERGISI, ALBERGO DIURNO, MİLANO TASARIM HAFTASI 2016

VESTAE SERGISI, ALBERGO DIURNO, MILANO TASARIM HAFTASI 2016

FOTOĞRAF: THE CREATIVE ACADEMY IZNIYLE

FOTOĞRAF: THE CREATIVE ACADEMY IZNIYLE

Mekan İtalyanca’da günlük otel anlamına gelen Albergo Diurno, Milano’da korunarak günümüze kadar gelmiş, geçtiğimiz yüzyılı en iyi şekilde temsil eden anıtsal mimari örneklerden biri. Milano’nun Porta Venezia mahallesinde bulunan Piazza Oberdan’a gidip zemine dikkatlice bakınca, zeminde camla kaplı delikler olduğunu görürsünüz. İşte bu delikler, yerin altında bir hayatın olduğunun belirtisidir. 1923-26 yılları arasında, mimar Piero Portaluppi’nin inşa ettiği ve Milano’da biri Porta Venezia, bir diğeri de Duomo meydanında bulunan, yer altında gizlenen günlük oteller, 1930’larda oldukça popülerdi. Seyahat edenler, gezginler ve gün içerisinde kentte uzun saatler geçiren kişiler için çeşitli hizmetler sunan mekan, gece konaklamaya kapalıydı. Milano gibi kalabalık bir kent içerisinde beklenmeyen bir karşılaşma olan Albergo Diurno, 20. yüzyılın Pompei’si olarak, hem kentli, hem de gezginler için spa, berber, kuaför, manikür-pedikür, çamaşır yıkama, ütü, fotoğrafçı, seyahat acentası gibi hizmetleri, Pompei’nin sütunlu strüktürünü andıran avlusunda barındırıyordu. Avludan sonra üzerinde yapım tarihi olan1925 yazılı bir mozaik taş ile açılan uzun koridor ise spa alanını tanımlıyor. Bu alan, yer üstündeki cam deliklerden yansıyan gün ışığı ile mekandaki loşluğa karşı bir kontrast oluşturuyor. Mekandaki zemin kaplamaları ve mobilyalar bugün hala

orijinal halleri ile korunarak yaşatılmaya devam ediyor 90 yıl boyunca kente hizmet ettikten sonra 2006 yılında kapanan otel, bugün FAI (Fondo Ambiente Italiano) tarafından, bir müze olarak yeniden kent hayatına kazandırıldı. FAI, farklı enstitü ve araştırma merkezleri ile hem mekanın mimari değeri, hem de orijinal amacını pekiştirmek ve böylelikle mekanı yaşatmak adına işbirlikleri yapıyor. Mekanın yeniden işlev kazandırılması adına, kent nüfusunun neredeyse birkaç katına çıktığı Milano Tasarım Haftası’nda aktif olarak kullanılması oldukça verimli bir örnek. Tasarım haftası başlamadan, Albergo Diurno’da İngiliz sanatçı Sarah Lucas’ın mekana özel gerçekleştirdiği çalışmalardan oluşan sergisi INNAMEMORABILIAMUMBUM yer aldı. Lucas’ın bedenin tasviri ve tarihi üzerine ürettiği heykeller, yerleştirmeler ve ses enstalasyonları üç gün boyunca, mekanda sergilendi ve Vestae sergisi için güçlü bir açılış yaptı. Sergi Milano Tasarım Haftası boyunca Albergo Diurno’da gerçekleştirilen Vestae sergisi, mekanın tarihi ile bütünleşen, bir önceki işlevine referans veren kişisel bakım ürünlerine odaklandı. Bir dönem şehrin gündelik rutininde kutsal sayılabilecek bir mekanda, yine mekanın kutsal hissini yansıtan ürünler, kollektif bir çalışmanın sonucunda üretildi. Vestae, ev yaşamının tanrıçası anlamına geliyor. Sergi, Cologni Foundation for the Métiers d’Art ile birlikte

Creative Academy tarafından, Maison Van Cleef & Arpels katkılarıyla gerçekleştirildi. Sergi kapsamında, Creative Academy Tasarım ve Güzel Sanatlar Yüksek Lisans Bölümü’nden 20 öğrenci Eligo markası için banyo ve dinlenme kültürüne odaklanan tasarımlar gerçekleştirdi. Eligo, Busatti, Cose della Natura ve Valobra gibi İtalya’nın en eski ve usta artizan atölyelerinin elinden geçen, doğal malzemelerden banyo ve duş aksesuarları üretiyor. Öğrenciler de bu işbirliği doğrultusunda banyoda vakit geçirme, duş alma, spa’ya girme gibi faaliyetlerde kullanılabilecek bir kapsül koleksiyon hazırladı. Bu koleksiyon tekstil, koku, renk ve malzeme potansiyelini keşfetme ve kişiselleştirmeye odaklanan, aynı zamanda sunum ve ambalaj tasarımında da bu kişiselliğin izlerini barındıran ürünleri içeriyor. Sergi kurgusu bir nevi ‘wellness couture’ ürünü sayılabilecek koleksiyonun, seyircisi ile nasıl buluşması gerektiği üzerine de bir başlık açtı. Sergi kurulumu, mekanın girişindeki uzun avluda, spa bölümünün girişinde yapıldı. Avlunun ortasına yerleştirilen masadaki her malzeme, sabun, şampuan, lif ve farklı kumaşlar; bir laboratuvar hassasiyetinde yerleştirildi. Mekandan hissedilen nem, bir yandan sergilenen banyo süngeri, bornoz, doğal sabun, kişisel bakım ve güzellik setleri ile birleşince izleyiciye bir yüzyıl öncesi ve günümüzdeki dinlenme kültürünü yaşatarak farklı bir deneyim sundu.


Milano

1930’lardan günümüze tasarım kronolojisi

ARTS ON CRAFTS, GEORG OEHLER & MADS PERCH, 2016 FOTOĞRAF: ADVANTAGE AUSTRIA IZNIYLE

DIY ASKI SISTEMI, PHILIPP

A-CHAIR, THOMAS VE SCHMIDINGER

DIVITSCHEK VE PHIL DIVI PRODUCT

MOEBELBAU, 2016

DESIGN, 2016

FOTOĞRAF: ADVANTAGE AUSTRIA

FOTOĞRAF: ADVANTAGE AUSTRIA

IZNIYLE

IZNIYLE VILLA NECCHI CAMPIGLIO, MİLANO

FOTOĞRAF: FAI IZNIYLE

Mekan 1930’larda makine çağının sağladığı olanakların ele alınış biçimi Amerika ve Avrupa kıtasında farklı şekillerde kendini gösterdi. Amerika’da özellikle bu dönemin simgesi haline gelen Rockefeller binası, hem mimaride çelik strüktürün kullanımı ve işlenmesi adına bir örnek teşkil etmiş, hem de ekonomik buhran zamanında yarattığı istihdam ile literatüre geçmiştir. Bu dönem, Avrupa’ya daha farklı ölçeklerde yansıdı. Makine çağı, Milano kentinde anıtsal ve sivil mimari örneklerde, özellikle iç mekan, mobilya ve obje tasarımlarında kendini gösterdi. Milano’da Art Deco stilinde pek çok yapıya imza atmış mimar Piero Portaluppi de bu izleri süren mimarlardan biriydi. Tilda Swinton’un başrolünü oynadığı I am Love filminden hafızalarımızda yer edinen, mimar Piero Portaluppi tarafından tasarlanan Villa Necchi Campiglio, iki dünya savaşı arasında bir kentin mekansal ve sosyal dönüşümlerinin izlenebileceği nadide bir örnek. Milano’nun Porta Venezia mahallesinde Mozart sokağında bulunan villa, 1932-35 yılları arasında, Angelo Campiglio ve Gigiana & Nedda Necchi kız kardeşler için tasarlandı. Konut kompleksi, ailenin ikamet ettiği ana bina, yeşil ev, kış bahçesi, yüzme havuzu, tenis kortu, garaj ve bir müştemilattan oluşuyor. Villa Necchi Campiglio aslında 1930’larda Milano’daki aristokrat hayat stilinin bir temsiliydi. Bu temsil sadece mimari strüktürde değil, yapının iç mekan tasarımı, mobilyaları, objeleri ve özel koleksiyon parçalarından da gözlemlenebiliyor. Bugün bir müze ev olarak işlev kazanan yapı, İtalya’daki kültür mirasını korumak amaçlı kurulan bir vakıf olan FAI (Fondo Ambiente Italiano) bünyesinde ziyarete açılıyor.

Villa Necchi Campiglio, mimar Portaluppi’nin stilinde dönüm noktası olan bir yapı olarak yer edinmiştir. Portaluppi’nin yapı içerisinde her ölçekte gerçekleştirdiği tasarım müdahalelerinin ortak bir noktası vardı: Eşit ölçü ve aralıklarda simetriyi vurgulamak. Merdiven kovası, yemek odasındaki geometrik dokulu kapı, kalorifer peteklerini örtmek için kullanılan perde ve bazı pencerelere uyguladığı yıldız formlar Portaluppi’nin villa içerisinde kendi imzası haline gelen imgelerden birkaçı. Sergi Mimarlık ve tasarım tarihinde belirli bir dönemi pek çok farklı ölçekten yansıtan bir yapıda yer alan serginin de hafıza ve bellek kavramları ile ilişkili olması kaçınılmazdı. Avusturya tasarımında yeni perspektifler açmayı amaçlayan sergi, Villa Necchi Campiglio’nun bahçesinde, bina ile birlikte ikonikleşmiş havuzun arkasında buluna kış bahçesinde yer alıyordu. Sergi, “Geçmiş olmadan gelecek yok” kavramı üzerinden, Avusturya tasarım ekollerinden ilham alarak çağdaş dünyaya uyarlanan çalışmalar sundu. Villa’nın avlu ve bahçelerinde yer alan aydınlatma, mobilya ve obje tasarımları, yaklaşık bir yüzyıl öncesinde yaşayan bir mekanda, o dönemin tasarım akımlarının keskin geometrik izlerini barındırıyor fakat bugünün kullanıcı etkileşimi ve deneyim tasarımı kavramları etrafında evriliyordu. Georg Oehler’in tasarladığı sergi, yaklaşık 60 farklı firma, tasarımcı ve öğrencinin son yıllarda uluslararası tasarım sektörü için ürettikleri çalışmaları bir araya getirdi. 20. yüzyılın ilk çeyreğine baktığımızda, Avusturya’nın Wiener Werkstätte (Viyana Atölyesi) gibi Bauhaus akımının da etkisi altında kaldığı bir ekol yarattığını görürüz. Bir

toplumun tasarım belleğini oluşturan parçaların günümüze yansıması, seçtiğimiz birkaç örnek üzerinden okunabilir. Thomas Feichtner’in tasarladığı ve Schmidinger Moebelbau’nun ürettiği A-Chair, bir Avusturya ekolü olan Thonet’in, endüstri devrimi sonrası tasarım tarihindeki en önemli kırılmayı yaptığı sandalye tasarımı olan Side Chair’a referans veriyor. A-Chair, Thonet’in döneminde kullandığı az ve hafif malzemeler ile, parçaları birleştirilebilen modüler bir tasarım olma özelliğini koruyor. Yalnız sırtlık ve ayaklardaki detay ve kıvrımdan arındırılması ile geçmişten ayrışıyor. Georg Oller ve Mads Perch’in tasarladığı ve Arts on Crafts’ın üretimini gerçekleştirdiği açık sergileme ve depolama ünitesi ise, Viyana Atölyeleri’nden çıkan oymalı, ahşap vitrin ve dolaplara atıfta bulunuyor. Yalnız bir yandan da bu ‘merak kabinlerini’ (Cabinet of Curiosities) eleştirerek hafif malzeme kullanımı ve sergileme ünitesinde bırakılan şeffaflıkla günümüze uyarlıyor. Viyana ekolü ile kontrast oluşturan DIY çözümlerin özellikle kullanıcının müdahalesi ile değişen, gelişen ürünlerle sonlanmasına bir örnek olan DIY askı sistemi ise bir Philipp Divitschek tasarımı. Karin Binder tarafından ka ma Interior Design için tasarlanan ve üretilen 3D Light, Villa’nın taş duvarlarında monte edilerek sergilendi. Tasarım, iki boyutlu bir düzlemde ışık illüzyonu ile üç boyutlu bir his yaratması ile, 1930’lardan kalan bir duvar üzerinde günümüzü yansıtıyordu. Ted Muehling’in tasarladığı, Viyanalı bir gümüş üreticisi olan Wiener Silber Manufactur’un ürettiği Hearts isimli masa üstü objeler, yerel işçiliği, günümüzü yansıtan malzeme seçimi ve dijital ortamda işlenmiş hissi veren amorf formlar ile birleştiriyordu.


Milano

Tasarım kültürünü yaşatan yeni gelenek

FACET, MORITZ WALDEMEYER, 2016 FOTOĞRAF: LASVIT IZNIYLE

24

PALAZZO SERBELLONI, MILANO TASARIM HAFTASI 2016

FOTOĞRAF: LASVIT IZNIYLE

Mekan Çevresindeki Palazzo Bovara ve Villa Necchi Campiglio ile komşu Palazzo Serbelloni,, Milano’nun Barok ve Rokoko dönemini temsil eden anıtsal mimari örnekleri içinde barındıran Corso Venezia’da yer alıyor. Milano’lu aristokrat Gabriel Serbelloni için neoklasik üslupta mimar Simone Cantoni tarafından tasarlanan Palazzo Serbelloni, 18. yüzyılda inşa ettirilen en görkemli yapılardan biriydi. Saray, 1796’da General Bonaparte ve Josèphine Beauharnais’e üç aylığına ev sahipliği yaptı. Bu üç aylık dönem bile sarayda yer alan sanat eserleri ve objelerin yenilenmesine sebep oldu. 18. yüzyılın sonunda Milano’nun da içinde bulunduğu Lombardiya bölgesi sadece politik ve yönetsel olarak değil, aynı zamanda hayat standartları açısından da bir dönüşüm geçirdi. Saray bu doğrultuda 18. yüzyıl sonunda yeniden inşa edildi. 1943 yılında II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen hava saldırıları, sarayın uzantılarını yok etti; buna içinde 75.000 kitabı barındıran sarayın meşhur kütüphanesi de dahildi. Saray, bu saldırıdan sonra bile birkaç binadan oluşan bir kompleks olarak ayakta kalmayı başardı. Kendini günümüz taleplerine adapte etmeye çalışan mekan, bugün

konut işlevi gören ve üst gelir grubuna hitap eden apartmanlar, ofis, toplantı ve çalışma alanlarını bünyesinde barındırıyor. Napolyon döneminde dans ve müzik odası olarak kullanılan, Via Lucis sergisinin de yer aldığı salon, bugün özel davetler ve defilelere ev sahipliği yapıyor. Sergi Her sene Milano Tasarım Haftası’nda izleyicisine yaşattığı deneyim ve etkileşim ile akılda kalan ve alışkanlık kazandıran bazı sergileri merakla bekleriz. Lasvit’in gerçekleştirdiği sergiler kesinlikle bunlardan biri. Lasvit bu yıl Via Lucis ile, cam işleme ustalığını çağdaş parçalara dönüştüren bir hikaye serisi sundu. Sergi, Palazzo Serbelloni içerisinde, Napolyon Bonaparte’nin Milano’dayken kaldığı oda olan Sale Napoleoniche’de yer aldı. Serginin bu saraydaki yer seçimi; hem kültürel mirasın korunması bakımından, hem de mekanın tarihsel bağlamının ürün tasarım brieflerinde yer alması açısından iki önemli başlık açıyor. Via Lucis sergisinin yer aldığı salonda Napolyon için tasarlanmış Bohem kristal avizeler, bu sergi için Lasvit ve Fondazione Serbelloni işbirliği ile restore edilerek yeniden saraya kazandırıldı. Via Lucis, Sale Napoleoniche’de yer alan neoklasik üsluptaki avizeler, Çek cam ustalarının çağdaş bir şekilde yo-

ICE, DANIEL LIBESKIND, 2014 FOTOĞRAF: LASVIT IZNIYLE

rumlamasıyla hayat buldu. Lasvit, Daniel Libeskind, Campana Brothers ve Arik Levy gibi usta isimler ile gerçekleştirdiği masa üstü obje tasarımlarını sergilerken, Çek Cumhuriyeti’nden genç tasarımcılar ve Andre Fu, Moritz Waldemeyer ve Maurizio Galante gibi tasarım sahnesinde sivrilen isimleri de yeni koleksiyonuna ekledi. Sergideki en ilginç çalışmalardan biri olan, Moritz Waldemeyer’in tasarladığı Facet, avize yapma geleneğini yeniden sistematize ediyor. Facet, klasik avize formunun sadece geometrik detaylarını alan, her parçası altıgen bir elmasa benzeyen sarkıtlardan oluşan bir aydınlatma ünitesi haline geliyor. Stanislav Libensky tarafından tasarlanan Praha, aslında Hotel Praha içerisinde yer alan bir ışık heykeli. Hotel Praha 1980’lerde tamamlanan ve o dönemde Çek Cumhuriyeti’nde çağdaş tasarımı simgeleyen önemli bir binaydı. Bina daha sonra kapasite ve yönetim sorunları nedeni ile kapatıldı. Sivil insiyatiflerin yapıyı kültürel bir anıt olarak koruma girişimleri de sonuçsuz kaldı. Bu aydınlatma elemanları da yapıdan geriye kalan eserlerden birinin yeniden yorumlanmış hali.


Milano

Tesla çağında yavaş teknoloji

ELLE DECOR SOFT HOME, PALAZZO BOVARA KONSEPT GÖRSELI, 2016

GÖRSEL: MARCANTE TESTA, UDA ARCHITETTI

Mekan Palazzo Bovara, 18. yüzyılın ikinci yarısında mimar Carlo Felice Soave tarafından inşa edilen, Milano’nun neoklasik dönemini simgeleyen önemli yapılardan biri. Sarayın dış cephesinde görülen mütevazı ve inşa edildiği dönemin ihtişamını yansıtmayan pencereler ve sütunlar aslında yanıltıcı birer eleman. Yapı, kentte yer alan diğer sarayların aksine, direkt olarak avluya açılmayan planı ile farklılaşıyor. Girişin sol ve sağ tarafında yer alan merdivenler sizi yukarı alarak, freskler ve neoklasik üslupta tasarlanmış mekan ve mobilyalar ile baş başa bırakıyor. Dikdörtgen planlı iki yapı bloğunun arasında kalan geniş avlusu ve bu avlunun ilerisinde yer alan bahçe, şehrin içinde bir vahaya girmişsiniz hissi yaratıyor. Saray, 1700’lerde Fransa Konsolosu Cisalpine Republic’in konutuydu. 1800’lerde ise Napolyon’un döneminden itibaren genç Kont Giovanni Bovara’nın oldu ve bugünkü adını aldı. Palazzo Bovara, bulunduğu cadde ve mahalle içinde yer alan diğer saraylara göre daha aktif bir şekilde kullanılıyor. Bunda yapının kullanım haklarının İtalyan Ticaret Odası’na ait olması ve yılın belirli zamanlarında uluslararası ölçekte önemli etkinliklere ev sahipliği yapmasının büyük payı var. Sergi Yaşama ve çalışma kültüründeki değişikliklerin, ‘kutu

içinde kutu’ mantığı ile tasarlanan sanal odalarda sergilenmesi bir alışkanlık haline geldi. Bu sene hem Stockholm Tasarım Haftası’nda Ark Des’te yer alan Note Design Studio sergisinde, hem de Milano’nun bu seneki Triennale sergisinde Novel Living Concepts başlığı altında benzer sergileniş biçimlerini izledik. Deneyimi dört duvar arasında sınırlandıran ama bir yandan da bu sınırlı alanı avantaja çeviren; günümüz tasarım sahnesini tanımlayan ve yeni başlıklar açan ürün ve konseptleri görmeye devam edeceğiz. Elle Decor Italia da bu sene Milano Tasarım Haftası’nda yaşam kültürünün değişen hallerini ‘oda içinde oda’ mantığı ile inceleyen bir sergide anlattı. Serginin mekan kurgusu, sarayın orijinal planında var olan akış ile bütünleşiyordu. Kurgu, izleyiciyi saray kapısından alıp, avlu ve bahçeye çıkmadan önce üst katlardaki odaları deneyimlemesini sağlıyor. Ardından izleyicinin bahçeye ulaşarak burada dinlenmesi ve vakit geçirmesi düşünülmüş. Sergide yer alan ‘soft home’ kavramı hem soft teknoloji, hem de konforlu bir ev ve karşılama alanı olarak, iki farklı kavram üzerinde duruyor. ‘İç mekan ve dijital deneyim’ alt başlıkları ise; yüksek teknoloji ürünlerinin kullanım alanları ve kullanıcı ile etkileşiminin sonsuz yollarına odaklanıyor. Serginin 18. yüzyıldan kalan sarayda izlediği rota şu

şekilde: Oda içinde olda konseptine sahip bu deneyim, iç mekanda yaratılan bir ev bahçesi ile başlıyor. Bahçeden sonra oda içindeki malzemelerin sesini duyabileceğiniz Galleria Squillante ile devam ederek, sanal menülere sahip bir mutfak olan Cucina Croccante ile sonlanıyor. Mutfak, bahçe ve ses odası arasında ‘soft home’ fikri ile örtüşen, teknolojinin imkanlarını kullanarak bugünün ev kullanıcısına rahat ve işlevsel yaşama alanları sunan odalar bulunuyordu. Bu oturma odaları, etrafımızı çevreleyen objelerin hikayelerinin, kullanıcısının hafızası ile doğrudan ilişkili olduğuna dair izleyiciye ipuçları verdi. Mekanı işitme, dokunma, hissetme dokularımızla algılayabileceğimiz etkileşimli bir deneyim haline getirdi. Mobilyaların bir parçasını ‘çalmak’, müzik yapmak, şeffaf paneller ve ayırıcılarla ifade edilen mekan kavramındaki sınırların kalkması durumu, yansıtıcı yüzeyler ile elde edilen etkileşim; kullanıcının yaşadığı alanı şekillendirmesini sağlayan müdahalelerdi. Serginin sarayda izlediği rota, aynı zamanda Davide Rapp, Muse ve Francesca Molteni’nin anime videoları ve ses efektleri ile sürükleyici ve etkileyici bir yolculuğa dönüşüyordu. Soft Home projesi dijital ortamda hâlâ devam ediyor. elledecor.it sayfasından projeyi dijital ortamda deneyimleyebilirsiniz.


Milano

Geçmişe tavır tutmak

26

ARTIGO, PALAZZO LITTA ENSTALASYONU, 2016

FOTOĞRAF: MAX ROMMEL

Mekan Corso Magenta üzerinde bulunan Palazzo Litta, yılın farklı dönemlerinde geniş avlusunda yer alan etkinlikler ile bölgesi için her zaman bir çekim noktası olageldi. Palazzo Arese-Litta olarak da bilinen Palazzo Litta’nın tarihi, kentin İspanyol hükmünde olduğu zamanlara uzanıyor. Yapı, geç Barok ve erken Rokoko dönemini temsil ettiğinden dolayı Milano’daki aydınlanma çağının bir ifadesi olarak hem mimari, hem de sanatsal açıdan büyük değere sahip. Mozart ve Napolyon gibi isimlere ev sahipliği yapan Palazzo Litta 1642-48 yılları arasında, Bartolomeo Arese için, Francesco Maria Richini tarafından inşa edildi ve kısa sürede kentin sosyal ve politik hayatı için önemli bir yer haline geldi. 18. yüzyılın ilk yarısında saray Litta ailesinin hakimiyetine girdi. Bu tarihten itibaren Barok etkiler ile karakterize edilen şimdiki haline kavuştu. 1740 yılında Francesco Merlo’nun elinden çıkan ve saraya en otantik özelliğini veren eleman olan merdiven ve Giovanni Antonio Cucchi’nin duvar resimleri bugün hâlâ yerinde duruyor. Sergi Belçika kökenli DAMN° tasarım dergisi işbirliği ile her sene Palazoo Litta’da bir alışkanlık haline gelen A Matter of Perception: Tradition & Technology

sergisi bu sene Belçika tasarımını desteklemek ve tanıtmak amacı ile Belgium is Design kollektifi ile güçlerini birleştirdi. 13 tasarımcının farklı firmalarla eşleştiği proje, klasik mobilya da da endüstriyel ürün tasarımının ötesinde bir bağlam yakalamaya çalıştı. Sergide, tasarımcılar ve üreticiler arasında karşılaştırmalar ve benzerlikler üzerine geliştirilen ürünlerden oluşan bir koleksiyon sunuldu. Katılımcılar Belçika’nın üç farklı bölgesinden; Brüksel, Flanders ve Wallonia’dan geliyor. Sergide yer alan çalışmaların ortak özelliği, tüm tasarımcıların mavi taş, ahşap ve deri gibi belirli malzemeler ve cam üfleme, dokuma ve tabaklama gibi üretim metotlarını kullanmaları. Sergide yer alan üretici-artizan-tasarımcı işbirlikleri, seçilen malzeme ve üretim tekniği birliğinden öte, tasarımın bir işbirliği ürünü olduğunun altı çiziyor. Sergide yer alan her proje, ortak üretim, farklı disiplinler arasında diyalog kurma ve bu diyaloğun kişiselleştirilmesi üzerinde durdu. Sergi bünyesinde yer alan Damien Gernay ve Delvaux işbirliği ile üretilen Centerpieces, duvara monte edilen deri kutulardan oluşan bir depolama ünitesi. Belçikalı Delvaux, 1829’dan beri aktif olan, dünyadaki en eski deri mamülleri üreticisi. Damien Gernay ise sanat ve tasarım arasında köprü kuran çağdaş çalışmalar yapan bir tasarımcı. İkilinin bir araya gelerek ürettikleri Centerpieces serisi, deriyi

usta bir işçilikle heykelsi bir forma sokmuş. Bu sene 80. yılını kutlayan Van Caster, çağdaş halı üretiminde uzmanlaşmış bir aile firması. Van Caster ile eşleşen tasarımcılar Marie Mees ve Cathérine Biasino, uzun yıllardır birlikte tekstil üzerine çalışıyorlar. Yüksek kalitede doğal tekstil malzemesi kullanma fikri, tasarımcıları firma ile bir araya getirmiş. Genellikle gri, beyaz ve siyah renk paletleri ile çalışan tasarımcılar, Van Caster’in üretim tesislerinde gördükleri canlı renklerden esinlenerek, bu koleksiyon için mavi ve tonlarını kullandılar. Unfold tasarım stüdyosu ve üç boyutlu prototipleme üzerine yazılım ve ürün geliştiren Materialise işbirliği sonucunda ortaya çıkan Skafaldo, yeni üretim biçimlerini sorgulayan bir seri. Bronz, cam ve ahşap malzemelerin cam üfleme, ahşap oyma gibi geleneksel yöntemler ile elde edilmiş hissi veren üç boyutlu yazıcılardan çıkması, ürünlere mimari bir strüktür hissi katmış. Sergi bünyesindeki en dikkat çekici çalışma ise Studio Ragani’nin Artigo işbirliği ile gerçekleştirdiği Neverending Evolution isimli yerleştirmesiydi. Yerleştirme, sarayın karakteristik Barok merdivenlerinde, Artigo firmasının tarihi değerlerinin sürekli değişimi/dönüşümü fikrine odaklandı. Firmanın ürettiği farklı renk paletlerindeki zemin kaplama örnekleri, katlanarak merdivenlerin üzerinde yer aldı.


16 Corinne Hotel Ne: Osmanlı-Cumhuriyet geçiş dönemi-

nin en iyi mimarlarından biri olan Mimar Kemaleddin tarafından 1913 yılında İstanbul’daki Vakıf Han’lardan biri olarak tasarlanan otel, adını Cumhuriyet döneminde Çukurcuma’da yaşayan ve milli mücadeleye destek veren İtalyan bir opera sanatçısı olan Madam Corinne’den almış. Otel, bugün geri dönüşümlü malzemelerle aslına uygun şekilde restore edilerek 39 odalı bir butik otel ve galeri olarak hizmet veriyor. Ne bulabiliriz: Corinne Hotel’in sokağa açılan kafesinde Turnacıbaşı Caddesi’nde bulunan 1900’lü yılların başında inşa edilen apartmanların karakteristik cephelerini izleyebilir ve otelin giriş katında gerçekleştirilen süreli sergileri ziyaret edebilirsiniz. Nerede: Kuloğlu Mahallesi, Turnacıbaşı Caddesi, 41, Beyoğlu

17 HAMM Ne: İdil Özbek ve Muhammet Taşlı tara-

fından kurulan HAMM, geleneksel üretim biçimlerini endüstriyel tekniklerle bir araya getiren ürünlerin sergilenip satıldığı bir tasarım mağazası. Ne bulabiliriz: Çeşitli ev aksesuarları, aydınlatma ve mobilyalar bulabilirsiniz. Nerede: Tomtom Kaptan Sokak, 10, Beyoğlu

18 Laboratuvar

Design Studio

Ne: Ceren Başgöze ve Fatih Başgöze ta-

rafından kurulan Laboratuvar Studio, geri dönüşüm konseptini benimseyerek mobilya, aydınlatma ve aksesuar tasarımları yapıyor. Ne bulabiliriz: İnşaatlardan arta kalan demirler veya artıklardan yeniden hayata geçirilen ürünler bulabilirsiniz. Nerede: Boğazkesen Caddesi, 72, Beyoğlu

21 Lunapark Ne: Lunapark Serdar-ı Ekrem’in bilinen

ilk tasarım mağazalarından. 2010 yılında Murat Tamgüç ve Bertan Berk’in ödüllü Lunapark tasarımlarını sergilemek için açtıkları Lunapark Shop aynı zamanda Turkish Very Much konsepti üzerine kurgulanmış bir mekan. Yerli marka ve tasarımcıların, gıda, tekstil, dekorasyon, kırtasiye, aksesuar, kozmetik demeden bir araya geldiği Lunapark Shop’taki ambalaj, tanıtım ve sergileme çalışması da yine Lunapark imzasını taşıyor. Ne bulabiliriz: Türkiye’ye mal olmuş, çocukken sevdiğimiz, sahiplendiğimiz ve sonrasında unutamadığımız Uludağ Gazoz, Alaeddin Kızlı Sardalya, Ece Ajanda, Mabel, Kurukahveci Mehmet Efendi gibi ürünleri, Şule Şimşek’in tasarladığı yastıkları, Bravoİstanbul’un tipografik peştemalleri, Minar’ın portföyleri, Wohha’nın t-shirtleri, Bige Ökten’in çantaları, YaDa Tasarımın plak defterleri, From İstanbul With Love kartpostalları ve Kafa Çizimhane’nin broşlarını bulabilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 17/B, Beyoğlu

22 Lomography İstanbul Ne: Tesla çağında analog kültürün tem-

silcilerinden biri olan Lomography, 2012 yılından beri İstanbul’da, Galata’daki mağazasında hizmet veriyor. Mağazada Lomo’nun üretim bandından geçmiş tüm ürünleri ve aksesuarları kronolojik bir akışta bulabiliyorsunuz. Dükkanın en dikkat çekici yanı dev Lomo duvarı. Duvar bir Lomography Store klasiği olarak İstanbul’da çekilmiş karelere yer veriyor. Ne bulabiliriz: Sezon trendlerine göre şekil ve renk değiştiren Diana ve Sardinya kameralar, yeni başlayanlar için 35mm analog makineler, Lomo filmler, makine çantaları ve aksesuaları bulabilirsiniz. Ayrıca sezon boyunca düzenlenen fotoğraf sergilerini gezebilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 5, Beyoğlu

23 Magnolia Culture Ne: Lüleci Hendek Caddesi üzerinde bu-

Galata 19 Kırım Kilisesi Ne: Galata’da gizli bir vaha olan Kırım

Kilisesi; Serdar-ı Ekrem Caddesi’nin sonundan kıvrılan köşede bulunuyor. 1868 yılında İngilizler’in Kırım Savaşı’nın anısına yaptırdığı Anglikan yapının yüksek duvarlarının ardında büyük ve yemyeşil bir bahçesi var. Yapının yan duvarlarından yükselen dört adet kemeri vitraylı camlar süslüyor. Kilise 1998’de 1. derece kentsel sit alanı olarak tescillenmiş. Ne bulabiliriz: Kilisenin bekçisinden izin alarak kiliseyi gezebilir, dönemsel olarak gerçekleştirilen sergileri gezebilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 83, Beyoğlu

20 Archive Ne: 2012 yılında açılan Archive, ulusla-

rarası markaların ve tasarımcıların klasik ve çağdaş ürünlerini geniş bir seçkide toplayan ve sergileyen bir tasarım mağazası. Aynı zamanda bir galeri de olan mekan, dönemsel etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.

lunan bu küçük dükkan, kahve sehpası kitabı olarak adlandırabileceğimiz, zamansız ve dönemsiz her zaman elimizde tutmak istediğimiz kitapların yer aldığı otantik bir mekan. Tasarım, mimarlık, yemek, sanat, sinema gibi geniş bir aralıkta birçok yayını içinde barındırıyor. Magnolia aynı zamanda özellikle İstanbul ile ilgili yazılmış kitaplar satıyor. Ne bulabiliriz: İlham almak, kitap karıştırmak, kitap hediye etmek için uğrayabilir, aynı zamanda dükkanda bulunan dekoratif objelere de göz atabilirsiniz. Nerede: Lüleci Hendek Caddesi, 49/B, Beyoğlu

24 Milk Gallery and Design Store Ne: Milk Gallery & Design Store, İstan-

bul’da sokak sanatını benimseyen ilk sanat galerisi diyebiliriz. Pop sürrealizm ve kent sanatını destekleyen galeri 2009’dan bu yana bünyesinde gerçekleştirdiği sergiler ile sanat dünyasına birçok gelecek vaat eden genç yetenek kazandırdı. Ne bulabiliriz: Grafiti, illüstrasyon, fotoğraf alanlarında çalışmalar görebilirsiniz. Nerede: Balkon Çıkmazı, 8, Beyoğlu

25 Light Works

Design Studio&Shop Ne: Light Works, Hüseyin Turgut ve Tü-

lay Turgut tarafından kurulan hem tasarım, hem imalat, hem de teşhiri barındıran bir atölye. Atölyede, basit formlarda, farklı malzeme deneyimlerine açık aydınlatma ürünleri tasarlanıyor. Tasarlanan tüm ürünler, Hüseyin Turgut’un zanaatkarlığı ile hayata geçiyor. Atölye, endüstrileşmeyi reddetiyor, butik üretime ve üretim kalitesine inanıyor.

Ne bulabiliriz: Pirinç, bakır gibi malzemelerden el yapımı aplik, tavan aydınlatması, zemin ve masa aydınlatma ürünleri bulabilirsiniz. Nerede: Hacı Mimi Mahallesi, Hoca Ali Sokak, 20/C, Beyoğlu

29 Kariye Müzesi Ne: Kariye Kilisesi 6. yüzyıla dayanan bir geçmişe sahip. Bizans döneminde kilise olarak kullanılan yapının manastır kompleksi bugüne ulaşamamış. İlk önce manastır olarak 534 yılında Justinianus döneminde Aziz Teodius tarafından inşa edilen yapıdan bugüne sadece, 9. yüzyıldan kalan Doğu yakasındaki temeli ve Beşik tonoz kubbesi kalmış. Ne bulabiliriz: 14. yüzyılın en güzel örneklerinden olan mozaik ve freskleri, İtalyan rönesansına paralel ilerleyen Bizans sanatındaki yeni uyanış döneminin en önemli örneklerini görebilirsiniz. Nerede: Derviş Ali Mahallesi, Kariye Cami Sokak, 8, Fatih

30 Rezan Has Müzesi

Ne: Kadir Has Üniversitesi içinde bulunan

Fener - Balat 26 Rum Erkek Lisesi Ne: İstanbul kadar eski olan “Kırmızı

Okul”, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethettikten hemen sonra Rumlara vermiş olduğu haklarla kurulmuş. Dış cephesini kaplayan kırmızı tuğlalar, Marsilya’dan getirildiği için Kırmızı Okul olarak tanınan yapı, kubbeli mimarisiyle Haliç sahilinden görkemli bir perspektif sunuyor. Okul, İstanbul’da faaliyet gösteren az sayıdaki Rum eğitim kurumlarından biri. Ne bulabiliriz: Haliç sahilindeki Sancaktar Yokuşu’ndan yukarı doğru çıkarak, yapının heybetini algılayabilir, izin almadığınız sürece sadece cephesini izleyebilirsiniz. Nerede: Sancaktar Yokuşu, 36, Fatih

27 Rum Ortadoks Patrikhanesi Ne: Konstantinopolis Ekümenik Pat-

rikhanesi dünyadaki yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hristiyan’ın temsilcisi ve dini lideri olarak görülüyor. 1602’de Fener’de bulunan Ayios Yeoryios Manastırı’na yerleşen patrikhaneye üçlü bir kapıdan giriliyor.1700’lerde bazilika tipinde inşa edilen yapı, 1800’lü yıllarda geçirdiği restorasyonla bugünkü halini aldı. Ana kapı, 1821 yılında idam edilen Patrik V. Grigorios’in anısına kapalı tutuluyor, giriş sol kapıdan yapılıyor. Ne bulabiliriz: Kilise’nin ionostazındaki (ikonların sergilendiği köşe) ve üzerinde iki ustanın kırk yıl çalıştığı söylenen ahşap oymacılığının usta örneklerini, Azize Eufemia, Teofano ve Solomoniye gümüş azize tabutlarını, Patrik tahtını ve Rum Ortodoks cemaatine ait değerli dini eşyaları görebilirsiniz. Nerede: Dr. Ahmet Caddesi, 17, Fatih

28 Balat Çıfıt Çarşısı Ne: Çıfıt, Osmanlı döneminde Yahudiler için kullanılan bir kelimeymiş. Çarşı’nın kuruluş hikayesi ise bir toplumun başka bir toplumda ayakta kalma cabasının bir sonucu olarak karşımıza çıkyıor. 1492 yılında İspanyol engizisyonundan kurtulmaya çalışan Yahudiler, Osmanlı tarafından Balat’a yerleştirilmişler. Bu dönemde Yahudiler, o dönemin tek tük ihtiyaçlarına karşılık veren çarşılara karşı, her şeyin bir arada bulunduğu dükkanlar kurmuşlar. Çarşının en bilinen kısmı Leblebiciler Sokağı. Çarşı kimi zaman bu isimle de anılıyor. Ne bulabiliriz: Ayakkabı tamircisinden şekerciye, kasaptan eczaneye, yorgancıdan plakçıya, terziden fırına kadar pek çok şeyi bulabilirsiniz. Şanslıysanız mesleğini hâlâ icra etmeye çalışan zanaatkarları da görebilirsiniz. Nerede: Balat

müze, 2007’den bu yana aktif müzecilik anlayışı doğrultusunda özgün sergiler ve kültürel etkinlikler düzenledi. Cibali Tütün Fabrikası’na ait belge ve objeleri bünyesine katarak koleksiyonunu zenginleştiren müze, 17. yüzyıla tarihlenen Osmanlı yapı kalıntısı ve 11. yüzyıl Bizans su sarnıcı ile geçmişi geleceğe bağlayan bir mekân olma özelliği taşıyor. Ne bulabiliriz: Günümüzden yaklaşık 9.000 yıl öncesine tarihlenen arkeolojik eser koleksiyonunun yanı sıra eski uygarlıkların günlük rutinlerini temsil eden obje sergilerini, görsel ve metinsel bir kronolojik akışta izleyebilirsiniz. Nerede: Kadir Has Caddesi, 17, Fatih

31 Galeri Eksen Ne: Galeri Eksen, yurtdışından veya İstanbul dışından sanatçıların konaklayıp, eser üretebilecekleri ve sergileyebileceği bir mekan olarak Balat’ta çok yönlü bir sanat merkezi konumunda. Giriş katı hem galeri hem kafe, üstteki iki katta ise apart otel olarak odalar var. Kapılar ve tavanlar dahi sanatçılar tarafından kullanılıyor. Ne bulabiliriz: Klasik ve çağdaş sanat eserlerini görebilir, kafesinde vakit geçirebilirsiniz. Nerede: Ayan Caddesi, 32, Fatih

32 The PILL Ne: 2016’nın başında açılan The PILL, eski bir jeneratör fabrikasından dönüştürülen bir galeri. Galeri, açılışını New York’ta çalışmalarını sürdüren Fransız kavramsal sanatçı Daniel Firman’ın Fragman Boyutu kişisel sergisiyle yapmıştı. Ne bulabiliriz: Proje alanlarında, usta ve gelecek vaat eden sanatçılar tarafından gerçekleştirilen mekana özel yerleştirmeleri görebilir, performanslar izleyebilirsiniz. Pazartesi’den Cumartesi’ye açık olan galeriyi, Pazartesi günleri randevu alarak gezebilirsiniz. Nerede: Mürselpaşa Caddesi, 181, Balat

Karaköy 33 SALT Galata

Ne: 1892 yılında Mimar Alexandre Val-

laury tarafından Bank-ı Osmanî-i Şahane için tasarlandı. Bina, anıtsal ölçeğinin yanı sıra ön ve arka cephelerde kullanılan neoklasik ve oryantalist mimari üsluplarıyla İstanbul’da benzersiz bir yapı olma özelliği taşıyor. Bugün İstanbul’un hafızasında yer edinmiş bir çok kişi, kurum ve olayın araştırıldığı, kentin belleğinde önemli yere sahip bir merkez konumunda. Ne bulabiliriz: Binanın içinde yer alan Osmanlı Bankası’nın kalıcı sergisi ve süreli sergiler, konuşma, söyleşi, konferans, film gösterimleri gibi faaliyetlerin yanı sıra, günlük rutininiz içinde SALT Galata’nın farklı alanlardan zengin bir arşiv barındıran sessiz kütüphanesinde çalışabilir,

kütüphanenin yanında bulunan Neolokal’de şef Maksut Akşar’ın yemeklerini yiyebilir ve İstiklal Caddesi’ndeki yerinden edilerek SALT’ta açılan Robinson Cruose 389’da kitapların arasında uzun saatler geçirebilirsiniz. Nerede: Bankalar Caddesi, 11 Beyoğlu

34 Aşkenaz Sinagogu Ne: Avusturya kökenli Yahudi terziler

cemiyeti tarafından1894’de kurulan sinagog, bugün bir ibadet merkezi olmasının yanı sıra bir sanat merkezi olarak da kullanılıyor. Aşkenazlar ilk olarak 14. yüzyılda Almanya’dan gelerek Galata ve çevresine yerleşmişler. Türkiye’deki toplam Yahudi nüfusunun %4’ünü oluşturan Aşkenazlar tarafından inşa edilen üç sinagogdan tek ayakta kalanı burası. Sinagogda, düğün, Bar Mitsva ve diğer dini törenler Aşkenaz usulüyle düzenleniyor. İki adet azarası (kadınlar balkonu) olan nadir sinagoglardan biri. Sinagogun merkezini örten kubbe yıldızlarla süslenmiş avizeler ise Viyana’dan getirtilmiş. Ne bulabiliriz: Herkese açık olan sanat ve kültür etkinliklerine katılabilirsiniz. Nerede: Banker Sokak, 10, Beyoğlu

35 Kağıthane Paper Shop Ne: Grafik tasarımcı ve reklamcı olan

Emine Tusavul’un İstanbul’u anlatan ve kağıttan tasarlanmış ürünler bulunduran dükkanı. Ne bulabiliriz: Kağıttan yola çıkarak, takıdan bakkaliye defterine, masa takvimlerinden kağıt tabaklara kadar eğlenceli ürünler bulabilirsiniz. Nerede: Kemankeş Caddesi No: 10 Beyoğlu

36 Mânâ Ne: İstanbul’un yeni modern meyhanesi. Karaköy’de Fransız Geçidi’nin hemen girişinde yer alan mekan küçük ancak gözdesi olan avizesi dışında sade bir tasarımı var. Ne bulabiliriz: Özenli sunumu ve mezeleri eşliğinde güzel bir gece geçirebilirsiniz. Nerede: Kemankeş caddesi no: 53/8 Beyoğlu

37 Melez Tea Lab Ne: El yapımı çaylar ile beraber bir yaşam tarzı da sunan Melez Tea’nin açtığı ve ziyaretçilerine tamamen özel bir deneyimler sunan bir laboratuvar. Ne bulabiliriz: Japon kültüründen gelen ve Türkçe “kusurlu güzellik” olarak adlandırabileceğimiz Wabi-sabi felsefesine göre inşa edilmiş mekanda beyaz çaydan Oolong’a geniş bir çay yelpazesinin yanı sıra matcha latte, beklenmedik kokteyller ve atıştırmalık sıra dışı tatlar da bulacaksınız. Aroma köşesinde ise ziyaretçiler çaylara dokunup koklayarak haklarında daha fazla bilgi edinebiliyor. Nerede: Reşitpaşa Mahallesi, Kongre Caddesi, 81/A, Sarıyer

tarafından 3. İstanbul Tasarım Bienali vesilesiyle hazırlanmıştır.

rın başında inşa edilen karakteristik Art Nouveau cepheli İstanbul apartmanlarının dizildiği bu sokak aynı zamanda eskici ve antikacılara ev sahipliği yapıyor. Ne bulabiliriz: İstanbul’da 19. yüzyıl sonundaki önemli yapıların mimarı Constantin Papa’nın cephesinde imzası olan 9 numaradaki binasını ve eskicilerinde de 1950 - 1960 yıllarına özgü Amerikan pop dönemine ait objeler bulabilirsiniz. Nerede: Faik Paşa Caddesi, Beyoğlu

lışmalarının yanısıra İsviçre, Çek Cumhuriyeti, İtalya, Almanya, Hollanda’dan; Enzo Mari, Marie Massaud, Konstantin Grcic, Naoto Fukasava, Paola Navone, Philippe Starck, Fabio Novembre, Ron Arad, Seletti ve Tacchini gibi tasarımcı ve markaların çalışmalarını bulabilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 19, Beyoğlu

design

Ne: 1800’lü yılların sonu, 1900’lü yılla-

Ne bulabiliriz: Türk tasarımcıların ça-

Bu harita

15 Faik Paşa Yokuşu


1. Hazzapulo Pasajı

2. Aynalı Pasaj

3. Rejans Lokantası

4. Mandabatmaz

5. Casa Garibaldi

6. Botter Apartmanı

29 32

7. Hıdivyal Palas

8. Grand Hotel de Londres

9. Pera Müzesi

10.

Petits-Champs Pasajı

28 26

11. Pera Palas

27

31 30

12. Pera 64

13. Masumiyet Müzesi

14. Tomtom

15. Faik Paşa

16. Corinne Oteli

17. HAMM

18.

19. Kırım Kilisesi

20. Archive

21. Lunapark

22. Lomography

23. Magnolia

24. Milk

25. Light Works

26.

Rum Erkek Lisesi

27. Rum Ortadoks Patrikhanesi

28. Çıfıt Çarşısı

29. Kariye Müzes

30. Rezan Has Müzesi

31. Galeri Eksen

32. The PILL

33. SALT Galata

34. Aşkenazi Sinegogu

35. Kağıthane

36. Mânâ

Laboratuvar Design Studio


37

ALT

TAKSİM

BAŞI TARLA LAL

12 11

ASE LVİ LER

16

8

1 2 34 5 14 17 18

9 10

SIR

ME ŞR

UTİ YE

T

İK İST

15 13

MA

CU UR UK

Ç

AZK BOĞ N

6 7

19 24 22 20 23 21 25

DEPO ISTANBUL MODERN

Sivil mimari örnekleri TI AL

R

33

Studio-X Istanbul

Galata Rum Okulu

LA

KA

N BA

GALATA KULESİ

34

ESE

ŞİŞHANE

ER

35 36

M

KE

Pasaj - çarşı Tasarım + konsept mağazalar

KARAKÖY

Yeme - içme

design

37. Melez Tea Lab

Bu harita

İstanbul Arkeoloji Müzeleri

tarafından 3. İstanbul Tasarım Bienali vesilesiyle hazırlanmıştır.

Galeriler - müzeler

e si

â

Anıtsal mimari örnekleri


Bienal ana mekanları İstanbul Arkeoloji Müzeleri

Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ana birimden oluşan İstanbul Arkeoloji Müzeleri, tarihin farklı dönemlerine izler bırakmış uygarlıkların kültürlerine ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasında. Ne bulabiliriz: Müzenin koleksiyonunda, Balkanlar’dan Afrika’ya, Anadolu ve Mezopotamya’dan Arap Yarımadası’na ve Afganistan’a kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yer alan medeniyetlere ait eserleri bulabilir, bahçesinde vakit geçirebilir ve burada gerçekleştirilen konser, sergi gibi süreli etkinliklere katılabilirsiniz. Nerede: Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokak, Gülhane

Studio-X Istanbul

İstanbul’da bir kent laboratuarı olarak tanımlayabileceğimiz Studio-X Istanbul, Columbia Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin [GSAPP] bir girişimi olarak kuruldu. Kentin bugün ve gelecekte karşılaşacağı sorunları tanımlamayı ve çözümleri için yeni düşünce biçimleri üretmeyi hedefleyen mekan; uzmanlar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimler arasında bilgi alışverişini sağlayacak yeni bir platform oluşturuyor; şehir konularında çalışma yapmak isteyen herkese destek veriyor. Ne bulabiliriz: Kent ve mimarlık kültürünü destekleyen atölye çalışmaları ve sergileri görebilir, yılda dört kez Manifold tarafından gerçekleştirilen; tasarım-teknoloji-sanat ve gündelik hayat üzerine konuşmalar, Jeff Talks’a katılabilirsiniz. Nerede: Meclis-i Mebusan Caddesi 35A, Karaköy

Galata Rum Okulu

20. yüzyıl başında İstanbul’da çoğalan Rum nüfusun ihtiyaçlarına bağlı olarak açılan okul, neoklasik mimari üslubu ile dönemini temsil eden bir yapı. Okul, demografik sorunlar nedeniyle 1988 yılında eğitim faaliyetlerine ara vermiş ve 2012 yılında İstanbul Rum cemaatine iade edilmiş. 2012’den bu yana da kentin tarihini, belleğini ve geleceğini araştırmaya ve güncel bir dil ile dönüştürmeyi amaçlayan nitelikli, deneysel ve özgür, yaratıcı projelere ev sahipliği yapıyor. Ne bulabiliriz: Bienallerin ana mekanı olarak hafızamızda yer edinen okulda, bienal dönemleri dışında gerçekleştirilen sanat, tasarım, kültür etkinliklerini takip edebilirsiniz. Nerede: Kemeraltı Caddesi, 49, Karaköy

ALT

Yeniden işlevlendirilerek Bomontiada’ya dönüştürülen tarihi bira fabrikasının, bira depolama alanı olan alt katında yer alan Alt, görsel sanat, performans gibi pratiklerin ara kesitlerinde programlar gerçekleştiren disiplinler ötesi bir sanat alanı. Mekan, Türkiye ve yeryüzünde değişmekte olan koşullara karşılık veren yeni sanatsal ifadelere yer vermeyi, paylaşımcı ve katılımcı bir kültürel platform oluşturmayı amaçlıyor. Ne bulabiliriz: Günümüzün çağdaş sanat sahnesinden, belirli kırım noktaları yaratan sanatçılar ve çalışmaları, sergilere paralel düzenlenen atölye ve konuşmaları takip edebilirsiniz. Nerede: Tarihi Bomonti Bira Fabrikası, Birahane Sokağı, 1, Bomonti

DEPO

Türkiye, Güney Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkan ülkelerindeki sanatçılar, sanatçı kolektifleri, sivil toplum kuruluşları ve kültür kurumları arasında işbirliğini desteklemeyi amaçlayan bir kültür merkezi ve tartışma platformudur. Ne bulabiliriz: Türkiye tarihinde yer edinmiş belirli etnik gruplar ve kültürlerin kent belleğindeki izlerini takip edebileceğiniz sergiler, toplumun dönüşümünü temsil eden güncel etkinlikler, konuşmalar ve atölyeler bulabilirsiniz. Nerede: Tütün Deposu Lüleci Hendek Caddesi, Koltukçular Çıkmazı, 1, Tophane

Sivil mimari örnekleri Anıtsal mimari örnekleri Pasaj - çarşı Tasarım + konsept mağazalar Yeme - içme Galeriler ve müzeler

Asmalımescit, İstiklal Caddesi 1 Hazzapulo Pasajı ve Çarşısı Ne: 1871 yılında Rum asıllı tüccar Haco-

pulo tarafından inşa edilen yapının üst katları konut, zemin katları ise dükkan olarak kullanılıyordu. Bu dönemde Ahmet Mithat Efendi’nin matbaasının yer aldığı pasaj, bu yüzden Jön Türkler’in de buluşma yeri haline gelmişti. Pasaj; Osmanlı döneminde Namık Kemal, Ahmet Haşim ve Ahmet Mithat gibi aydınlara ev sahipliği yaptı. Şimdilerde çantacılar, takıcılar, kitapçılar ve bir restoran ve şarap evinden oluşan 40 mağazayı barındırıyor. Ne bulabiliriz: Eskilerin ünlü şapkacısı Madam Katya’nın dükkânını gezebilir, avlusunda yer alan Grande Boulevard ya da Haco Pulo Cafe’de bir şeyler içebilirsiniz. Nerede: İstiklal Caddesi, 119, Beyoğlu

2 Aynalı Pasaj Ne: 1874’de Mimar Domenico Pulgher’e yaptırılan pasajın, 1870’de çıkan Beyoğlu yangınının ardından gelişen bir inşa hikayesi var. O zamanlar Naum Tiyatrosu’nun (Şimdiki Çiçek Pasajı) bulunduğu araziden İngiliz Sarayı’na kadar uzanan bölgede; arazinin sahibi Bay Scribe “Jardin des Fleurs’’ adını verdiği tiyatrosunu açmış. 1870’de çıkan Beyoğlu yangınında tamamen yanan tiyatronun yerine bugünkü ünlü Avrupa Pasajını yaptırmış. Pasaj ilk

açıldığında, Kuaför Karkonakis, Massali ve Zografos, terzi Konstantin Hisar, Madam Rizzo ve Marko Perpignai, ibrişimci Emmanuel Karlatos ve Yorgo Tsiotis, iplikçi Josef Miari, saatçi Wosterling ve çiçekçi Sabuncakis gibi isimler burada faaliyet gösteriyormuş. Neorönesans üslubunda inşaa edilen yapının cephesinde kullanılan taşlar Malta adasından getirilmiş. Her iki sokağa bakan dış cephelerde, üzeri yüksek bir alınlıkla vurgulanmış girişin iki tarafındaki pencerelerde simetrik bir görünüm elde edilmiştir. Pasaj, adını çatısının tamamen cam ile örtülü olması ve dükkanların aralarına aynalar yerleştirilmesinden alıyor. Ne bulabiliriz: Yapının birinci katında karşılıklı duran heykelleri görebilirsiniz. Hediyelik eşya satan dükkanlar, antika meraklıların tercihi Bedestan ve özel parçaların sergilendiği cam vitrinler görebilirsiniz. Nerede: Hüseyinağa, Beyoğlu

4 Mandabatmaz Ne: 1967 yılında kurulan Mandabat-

maz’ın kahvesi, kahve çekirdeklerinin farklı yöntemlerle kavrulup çekilmesiyle üretiliyor. İstiklal Caddesi üzerinde Olivya Geçidi’nde bulunan mekan İstanbul’da ayaküstü kahve içilebilecek en güzel yerlerden biri. Ne bulabiliriz: Kapının önündeki birkaç tabure ve küçük masada meşhur Mandabatmaz kahvesini keşfedebilirsiniz. Nerede: İstiklal Caddesi, Olivya Geçidi, 1/A Asmalımescit, Beyoğlu

5 Casa Garibaldi

(Eski İtalyan İşçi Yardımlaşma Cemiyeti) Ne: İlk adı Società Operaia Italiana di

3 Rejans Lokantası Ne: 1932’de Rus Devrimi’nden sonra İs-

tanbul’a gelen üç arkadaş Mihail Mihailoviç, Tevfik Manars ve Vera Protoppova tarafından kuruldu. 2011’de kapanan mekan Mike Norman ve Sasha Khan t arafından yeniden hayata geçirildi. Gerçeğine sadık kalınarak dekore edildi, hatta menüsü bile geçmişten geliyor. Ne bulabiliriz: İstanbul’un modernleşme simgelerinden biri olan restoranda ahşap detaylardan yansıyan aydınlatmalar eşliğinde yemeğinizi yiyebilirsiniz. Ayrıca Atatürk için ayrılmış masayı da görebilirsiniz. Nerede: İstiklal Caddesi, OIivya Geçidi, 7-A, Beyoğlu

Mutuo Soccorso Costantinopoli. Meali İtalyan İşçi Yardımlaşma Cemiyeti. Adını İtalyan Birliği’nin kurucusu Giuseppe Garibaldi’den alan, 1885 yılında Beyoğlu’nda kurulan cemiyet, lokalinde çok sayıda konser, dans, opera gibi etkinlikleri ağırladı. 150 yıldır İstanbul’da varlığını koruyan nadir binalardan biri olan Casa Garibaldi, restorasyon çalışmalarından sonra bu sene içerisinde yeniden faaliyete geçecek. Ne bulabiliriz: İçerisinde değerli bir çok eseri ve İtalyan Hazinesini barındırıyor. 1700’lü yıllara ait haritaları, kitapları ve kayıtların bulunduğu arşiv bölümünü görebilirsiniz. Nerede: İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı 2-4, Beyoğlu

6 Botter Apartmanı Ne: Sultan II. Abdülhamit’in Hollandalı

terzisi J. Botter için, dönemin en önemli mimarlarından biri olan Raimondo d’Aronco’ya yaptırdığı Botter Apartmanı, İstanbul’da Art Nouveau etkisini taşıyan ilk eser. Çelik konstrüksüyon üzeri taş kaplama bina, yedi katında; butik, terzihane, atölyeler ve Botter’in ailesi ile yaşadığı daireleri barındırıyordu. Cephesindeki ince işçiliğin merdiven boşluklarındaki vitraylarda da görüldüğü apartman, uzun zamandır şehir hayatına geri dönmeyi bekliyor. Ne bulabiliriz: İnşa halinde olan Botter Apartmanı’nın şu anda yalnızca kapısını görebilirsiniz. Nerede: İstiklal Caddesi, 235, Beyoğlu

7 Hıdivyal Palas Ne: Pera’nın batılılaşma simgelerinin ilk

yapılarından olan ve 1841 yılında Hotel D’Angleterre adıyla açılan bina, zamanla Mısır Oteli ve Hıdiv Oteli isimlerini aldı ve yetimhane olarak da kullanıldı. Beyoğlu’nun ünlü Lebon Pastanesi, 1940 ile 1960 yılları arasında bu binanın girişinde hizmet verdi. Orient Express treni ile Avrupa’dan gelen misafirlerinin önce Lebon’a uğradığı öne sürülür. Kumbaracıbaşı Yokuşu’nun köşesindeki yapı 1950 yılında iş hanına dönüştürüldü. Ne bulabiliriz: Adını Hıdivyal Palas’ın kuruluş tarihinden alan Tünel 1841’i ve Eleos Rum Meyhanesi’ni bulabilirsiniz. Nerede: Kumbaracıbaşı Yokuşu’nun başında

Meşrutiyet Caddesi, Pera 8 Büyük Londra Oteli Ne: 1892’de, Adamopoulos ve Aperghis adlı iki ortak tarafından, Mimar Semprini’ye konut olarak yaptırıldı; kısa bir süre sonra otele çevrildi. Bu hızlı dönüşümün amacı 1883 yılında yola çıkan Orient Express yolcularını ağırlayabilmekti. Pera Palas’tan önce Paris’ten İstanbul’a gelen yolcuların ilk konaklama yerleri burasıydı. Süslemeli ve gösterişli ön cephesinde yer alan iki kadın figürü binanın simgesi haline gelmiştir. Ne bulabiliriz: Otelin terası muazzam bir Haliç manzarasına bakıyor. Terasta gün batımını izleyebilir ya da egzotik bir havası olan lobisinde vakit geçirebilirsiniz. Aynı zamanda lobisinde dönem dönem çeşitli gala, toplantı ve etkinlikler düzenleniyor. Nerede: Meşrutiyet Caddesi, 53, Beyoğlu

9 Pera Müzesi Ne: 2005’te Suna ve İnan Kıraç Vakfı ta-

rafından açılan Pera Müzesi’ne ev sahipliği yapan bina, 1893 yılında mimar Achille Manoussos’in tasarladığı Bristol Otel olarak İstanbul’un modernleşme serüvenindeki ikonik yapılardan biriydi. Müze, bugün sergilerini kitaplar, sözel etkinlikler ve çocuk eğitim programlarıyla da destekliyor. Ne bulabiliriz: Dönemsel sergi ve kültürel etkinliklere katılabilirsiniz. Sanat projelerini inceleyebilirsiniz. Nerede: Meşrutiyet Caddesi, 65, Beyoğlu

10 Petits-Champs Pasajı Ne: 1800’lü yıllarda Garibaldi savaşçıları

tarafından inşa edilen pasajın cephesinde neoklasik ve Art-Nouveau esintileri görmek mümkün. Günümüzde sanat ve eğlence mekanlarıyla İstanbul kültür hayatının önemli bir buluşma noktası. Ne bulabiliriz: Galerist’teki sergileri takip edebilir, Nuteras’ da Haliç manzarası ve müzik eşliğinde bir şeyler içebilirsiniz. Nerede: Meşrutiyet Caddesi, 67, Beyoğlu

11 Pera Palas Oteli Ne: Pera Palas, İstanbullu bir Levanten

olan mimar Alexander Vallaury tarafından 1895 yılında tasarlandı. İstanbul’un modernleşme sürecini temsil eden, Avrupa standartlarından inşa edilen ilk yapı olma özelliğini taşıyan Pera Palas, Avrupa’dan Orient Express ile Osmanlı payitahtını görmeye gelen gazeteci ve aydınları alışmış oldukları yüksek standartta ağırlamak için inşa edildi. Aynı zamanda Türkiye’de kullanılan ilk elektrikli asansöre sahip. Neoklasik ve Art Nouveau stilinin hakim olduğu bina tasarımında bazı oryantal detaylar da bulunuyor. Açıldığı günden itibaren pek çok tarihi olaya tanıklık eden otelde, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1917’den itibaren düzenli olarak kaldığı 101 numaralı oda bugün müze haline getirildi. Ayrıca polisiye roman yazarı Agatha Christie’nin kaldığı 411 numaralı oda da bir müze niteliğinde. Otelde şimdiye kadar İsmet İnönü, Karliçe II. Elizabeth, Kral VIII. Edward, İmparator Franz Joseph, Grata Garbo, Alfred Hitchock, Pierre Loti, Ernest Hemingway, Mata Hari gibi pek çok ünlü ve tarihi isim kaldı. Neler bulabiliriz: “Müze- otel” olarak tanımlanan otelin lobisinde beş çayı içebilir, otelin içinden de erişebileceğiniz Patisserie de Pera’nın Büyük Budapeşte Oteli’nden çıkma atmosferinde kek ve makaron yiyebilir, biraz daha ileri gidip odalarında konaklama deneyimi yaşayabilirsiniz. Nerede: Meşrutiyet Caddesi, 52, Beyoğlu

12

N

N

N

N

N

N

Pera 64

Ne: Pera 64, Tepebaşı’ndan Şişhane’ye

inerken en çok kullanılan merdivenlerin köşesinde; 64 numaralı binanın zemininde açıldı ve birçok farklı projeye ev sahipliği yapan değişken bir mekan olarak İstanbul kültür hayatına katıldı. Ne bulabiliriz: Çeşitli yayınların bulunduğu dergi cennetinde, Petra Roasting kahvesi eşliğinde kaybolabilirsiniz. Nerede : Meşrutiyet Caddesi, 64, Beyoğlu

Çukurcuma Tophane Galatasaray 13 Masumiyet Müzesi Ne: Dünyada bir romandan müzeye dö-

nüştürülmüş ilk örnek. Orhan Pamuk’un 1974 ile 2000’ler arasındaki İstanbul’u yansıttığı romanının hayat bulmuş hali. Ne bulabiliriz: İstanbul’un 1974 ile 2000’li dönemini yansıtan ve romandaki kahramanların kullandığı, hayal ettiği, biriktirdiği her şeyi sergilenen vitrinlerde görebilirsiniz. Nerede: Çukurcuma Caddesi, Dalgıç Çıkmazı, 2, Beyoğlu

N

N

a

N

D

N

N

N

G

N

14 Tomtom Sokak Ne: İstanbul’un çok kültürlü yönünü

yansıtan bu sokağı; İtalyan Konsolosluğu, Fransız Sarayı, Venedik Sarayı, Tomtom Gardens ve tasarım mağazaları çevreliyor. İstanbul’da Tanzimat Fermanı sonrası Levantenlerin şehre akın edişi ile gelişen konut bölgesi bugün Tomtom Gardens projesiyle yeniden kent hayatına kazandırıldı. Ne bulabiliriz: Çevresinde bulunan tasarım mağazaları, kültür-sanat merkezlerini, butikleri gezebilirsiniz. Nerede: Tomtom Kaptan Sokak, Beyoğlu

N

N

N


16 Corinne Hotel

Ne: Osmanlı-Cumhuriyet geçiş dönemi-

nin en iyi mimarlarından biri olan Mimar Kemaleddin tarafından 1913 yılında İstanbul’daki Vakıf Han’lardan biri olarak tasarlanan otel, adını Cumhuriyet döneminde Çukurcuma’da yaşayan ve milli mücadeleye destek veren İtalyan bir opera sanatçısı olan Madam Corinne’den almış. Otel, bugün geri dönüşümlü malzemelerle aslına uygun şekilde restore edilerek 39 odalı bir butik otel ve galeri olarak hizmet veriyor. Ne bulabiliriz: Corinne Hotel’in sokağa açılan kafesinde Turnacıbaşı Caddesi’nde bulunan 1900’lü yılların başında inşa edilen apartmanların karakteristik cephelerini izleyebilir ve otelin giriş katında gerçekleştirilen süreli sergileri ziyaret edebilirsiniz. Nerede: Kuloğlu Mahallesi, Turnacıbaşı Caddesi, 41, Beyoğlu

17 HAMM

Ne: İdil Özbek ve Muhammet Taşlı tara-

fından kurulan HAMM, geleneksel üretim biçimlerini endüstriyel tekniklerle bir araya getiren ürünlerin sergilenip satıldığı bir tasarım mağazası. Ne bulabiliriz: Çeşitli ev aksesuarları, aydınlatma ve mobilyalar bulabilirsiniz. Nerede: Tomtom Kaptan Sokak, 10, Beyoğlu

18 Laboratuvar

Design Studio

Ne: Ceren Başgöze ve Fatih Başgöze ta-

rafından kurulan Laboratuvar Studio, geri dönüşüm konseptini benimseyerek mobilya, aydınlatma ve aksesuar tasarımları yapıyor. Ne bulabiliriz: İnşaatlardan arta kalan demirler veya artıklardan yeniden hayata geçirilen ürünler bulabilirsiniz. Nerede: Boğazkesen Caddesi, 72, Beyoğlu

21 Lunapark Ne: Lunapark Serdar-ı Ekrem’in bilinen

ilk tasarım mağazalarından. 2010 yılında Murat Tamgüç ve Bertan Berk’in ödüllü Lunapark tasarımlarını sergilemek için açtıkları Lunapark Shop aynı zamanda Turkish Very Much konsepti üzerine kurgulanmış bir mekan. Yerli marka ve tasarımcıların, gıda, tekstil, dekorasyon, kırtasiye, aksesuar, kozmetik demeden bir araya geldiği Lunapark Shop’taki ambalaj, tanıtım ve sergileme çalışması da yine Lunapark imzasını taşıyor. Ne bulabiliriz: Türkiye’ye mal olmuş, çocukken sevdiğimiz, sahiplendiğimiz ve sonrasında unutamadığımız Uludağ Gazoz, Alaeddin Kızlı Sardalya, Ece Ajanda, Mabel, Kurukahveci Mehmet Efendi gibi ürünleri, Şule Şimşek’in tasarladığı yastıkları, Bravoİstanbul’un tipografik peştemalleri, Minar’ın portföyleri, Wohha’nın t-shirtleri, Bige Ökten’in çantaları, YaDa Tasarımın plak defterleri, From İstanbul With Love kartpostalları ve Kafa Çizimhane’nin broşlarını bulabilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 17/B, Beyoğlu

22 Lomography İstanbul Ne: Tesla çağında analog kültürün tem-

silcilerinden biri olan Lomography, 2012 yılından beri İstanbul’da, Galata’daki mağazasında hizmet veriyor. Mağazada Lomo’nun üretim bandından geçmiş tüm ürünleri ve aksesuarları kronolojik bir akışta bulabiliyorsunuz. Dükkanın en dikkat çekici yanı dev Lomo duvarı. Duvar bir Lomography Store klasiği olarak İstanbul’da çekilmiş karelere yer veriyor. Ne bulabiliriz: Sezon trendlerine göre şekil ve renk değiştiren Diana ve Sardinya kameralar, yeni başlayanlar için 35mm analog makineler, Lomo filmler, makine çantaları ve aksesuaları bulabilirsiniz. Ayrıca sezon boyunca düzenlenen fotoğraf sergilerini gezebilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 5, Beyoğlu

23 Magnolia Culture Ne: Lüleci Hendek Caddesi üzerinde bu-

Galata 19 Kırım Kilisesi

Ne: Galata’da gizli bir vaha olan Kırım

Kilisesi; Serdar-ı Ekrem Caddesi’nin sonundan kıvrılan köşede bulunuyor. 1868 yılında İngilizler’in Kırım Savaşı’nın anısına yaptırdığı Anglikan yapının yüksek duvarlarının ardında büyük ve yemyeşil bir bahçesi var. Yapının yan duvarlarından yükselen dört adet kemeri vitraylı camlar süslüyor. Kilise 1998’de 1. derece kentsel sit alanı olarak tescillenmiş. Ne bulabiliriz: Kilisenin bekçisinden izin alarak kiliseyi gezebilir, dönemsel olarak gerçekleştirilen sergileri gezebilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 83, Beyoğlu

20 Archive

lunan bu küçük dükkan, kahve sehpası kitabı olarak adlandırabileceğimiz, zamansız ve dönemsiz her zaman elimizde tutmak istediğimiz kitapların yer aldığı otantik bir mekan. Tasarım, mimarlık, yemek, sanat, sinema gibi geniş bir aralıkta birçok yayını içinde barındırıyor. Magnolia aynı zamanda özellikle İstanbul ile ilgili yazılmış kitaplar satıyor. Ne bulabiliriz: İlham almak, kitap karıştırmak, kitap hediye etmek için uğrayabilir, aynı zamanda dükkanda bulunan dekoratif objelere de göz atabilirsiniz. Nerede: Lüleci Hendek Caddesi, 49/B, Beyoğlu

24 Milk Gallery and Design Store Ne: Milk Gallery & Design Store, İstanbul’da sokak sanatını benimseyen ilk sa-

galerisive diyebiliriz. Pop sürrealizm ve STEPEVI halıları dilediğiniznat ölçüde tercih ettiğiniz sanatını destekleyen galeri 2009’dan Ne: 2012 yılında açılan Archive, renklerde sadece uluslasizin içinkent üretilir. bu yana bünyesinde gerçekleştirdiği sergirarası markaların ve tasarımcıların klasik ler ile sanat dünyasına birçok gelecek vaat ve çağdaş ürünlerini geniş bir seçkide topISTANBUL eden genç yetenek layan ve sergileyen bir tasarım mağazası. IstinyePark Kat: -2 Magaza No: 157 Istinye • T:+90 (212) 345 kazandırdı. 59 95 Nispetiye Cad. Meydan Edin&Suner No: 14 Etiler •Grafiti, T:+90 (212) 352 21 69 foNePlaza bulabiliriz: illüstrasyon, Aynı zamanda bir galeri de olanSok. mekan, Nisantası: Tesvikiye Cad. Belveder 101/2 Nisantasi 34365 • T:+90 (212) 327 00 50 alanlarında çalışmalar görebilirsiniz. dönemsel etkinliklere de ev sahipliği yapı- Apt.toğraf yor. Nerede: Balkon Çıkmazı, 8, Beyoğlu ANKARA Turan Gunes Bulvari No: 78/A Yildiz, Ankara • T:+90 (312) 440 65 84

25 Light Works

Design Studio&Shop Ne: Light Works, Hüseyin Turgut ve Tü-

lay Turgut tarafından kurulan hem tasarım, hem imalat, hem de teşhiri barındıran bir atölye. Atölyede, basit formlarda, farklı malzeme deneyimlerine açık aydınlatma ürünleri tasarlanıyor. Tasarlanan tüm ürünler, Hüseyin Turgut’un zanaatkarlığı ile hayata geçiyor. Atölye, endüstrileşmeyi reddetiyor, butik üretime ve üretim kalitesine inanıyor.

Ne bulabiliriz: Pirinç, bakır gibi malzemelerden el yapımı aplik, tavan aydınlatması, zemin ve masa aydınlatma ürünleri bulabilirsiniz. Nerede: Hacı Mimi Mahallesi, Hoca Ali Sokak, 20/C, Beyoğlu

29 Kariye Müzesi Ne: Kariye Kilisesi 6. yüzyıla dayanan bir geçmişe sahip. Bizans döneminde kilise olarak kullanılan yapının manastır kompleksi bugüne ulaşamamış. İlk önce manastır olarak 534 yılında Justinianus döneminde Aziz Teodius tarafından inşa edilen yapıdan bugüne sadece, 9. yüzyıldan kalan Doğu yakasındaki temeli ve Beşik tonoz kubbesi kalmış. Ne bulabiliriz: 14. yüzyılın en güzel örneklerinden olan mozaik ve freskleri, İtalyan rönesansına paralel ilerleyen Bizans sanatındaki yeni uyanış döneminin en önemli örneklerini görebilirsiniz. Nerede: Derviş Ali Mahallesi, Kariye Cami Sokak, 8, Fatih

30 Rezan Has Müzesi

Ne: Kadir Has Üniversitesi içinde bulunan

Fener - Balat 26 Rum Erkek Lisesi Ne: İstanbul kadar eski olan “Kırmızı

Okul”, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethettikten hemen sonra Rumlara vermiş olduğu haklarla kurulmuş. Dış cephesini kaplayan kırmızı tuğlalar, Marsilya’dan getirildiği için Kırmızı Okul olarak tanınan yapı, kubbeli mimarisiyle Haliç sahilinden görkemli bir perspektif sunuyor. Okul, İstanbul’da faaliyet gösteren az sayıdaki Rum eğitim kurumlarından biri. Ne bulabiliriz: Haliç sahilindeki Sancaktar Yokuşu’ndan yukarı doğru çıkarak, yapının heybetini algılayabilir, izin almadığınız sürece sadece cephesini izleyebilirsiniz. Nerede: Sancaktar Yokuşu, 36, Fatih

27 Rum Ortadoks Patrikhanesi Ne: Konstantinopolis Ekümenik Pat-

rikhanesi dünyadaki yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hristiyan’ın temsilcisi ve dini lideri olarak görülüyor. 1602’de Fener’de bulunan Ayios Yeoryios Manastırı’na yerleşen patrikhaneye üçlü bir kapıdan giriliyor.1700’lerde bazilika tipinde inşa edilen yapı, 1800’lü yıllarda geçirdiği restorasyonla bugünkü halini aldı. Ana kapı, 1821 yılında idam edilen Patrik V. Grigorios’in anısına kapalı tutuluyor, giriş sol kapıdan yapılıyor. Ne bulabiliriz: Kilise’nin ionostazındaki (ikonların sergilendiği köşe) ve üzerinde iki ustanın kırk yıl çalıştığı söylenen ahşap oymacılığının usta örneklerini, Azize Eufemia, Teofano ve Solomoniye gümüş azize tabutlarını, Patrik tahtını ve Rum Ortodoks cemaatine ait değerli dini eşyaları görebilirsiniz. Nerede: Dr. Ahmet Caddesi, 17, Fatih

28 Balat Çıfıt Çarşısı Ne: Çıfıt, Osmanlı döneminde Yahudiler için kullanılan bir kelimeymiş. Çarşı’nın kuruluş hikayesi ise bir toplumun başka bir toplumda ayakta kalma cabasının bir sonucu olarak karşımıza çıkyıor. 1492 yılında İspanyol engizisyonundan kurtulmaya çalışan Yahudiler, Osmanlı tarafından Balat’a yerleştirilmişler. Bu dönemde Yahudiler, o dönemin tek tük ihtiyaçlarına karşılık veren çarşılara karşı, her şeyin bir arada bulunduğu dükkanlar kurmuşlar. Çarşının en bilinen kısmı Leblebiciler Sokağı. Çarşı kimi zaman bu isimle de anılıyor. Ne bulabiliriz: Ayakkabı tamircisinden şekerciye, kasaptan eczaneye, yorgancıdan plakçıya, terziden fırına kadar pek çok şeyi bulabilirsiniz. Şanslıysanız mesleğini hâlâ icra etmeye çalışan zanaatkarları da görebilirsiniz. Nerede: Balat

müze, 2007’den bu yana aktif müzecilik anlayışı doğrultusunda özgün sergiler ve kültürel etkinlikler düzenledi. Cibali Tütün Fabrikası’na ait belge ve objeleri bünyesine katarak koleksiyonunu zenginleştiren müze, 17. yüzyıla tarihlenen Osmanlı yapı kalıntısı ve 11. yüzyıl Bizans su sarnıcı ile geçmişi geleceğe bağlayan bir mekân olma özelliği taşıyor. Ne bulabiliriz: Günümüzden yaklaşık 9.000 yıl öncesine tarihlenen arkeolojik eser koleksiyonunun yanı sıra eski uygarlıkların günlük rutinlerini temsil eden obje sergilerini, görsel ve metinsel bir kronolojik akışta izleyebilirsiniz. Nerede: Kadir Has Caddesi, 17, Fatih

31 Galeri Eksen Ne: Galeri Eksen, yurtdışından veya İstanbul dışından sanatçıların konaklayıp, eser üretebilecekleri ve sergileyebileceği bir mekan olarak Balat’ta çok yönlü bir sanat merkezi konumunda. Giriş katı hem galeri hem kafe, üstteki iki katta ise apart otel olarak odalar var. Kapılar ve tavanlar dahi sanatçılar tarafından kullanılıyor. Ne bulabiliriz: Klasik ve çağdaş sanat eserlerini görebilir, kafesinde vakit geçirebilirsiniz. Nerede: Ayan Caddesi, 32, Fatih

32 The PILL Ne: 2016’nın başında açılan The PILL, eski bir jeneratör fabrikasından dönüştürülen bir galeri. Galeri, açılışını New York’ta çalışmalarını sürdüren Fransız kavramsal sanatçı Daniel Firman’ın Fragman Boyutu kişisel sergisiyle yapmıştı. Ne bulabiliriz: Proje alanlarında, usta ve gelecek vaat eden sanatçılar tarafından gerçekleştirilen mekana özel yerleştirmeleri görebilir, performanslar izleyebilirsiniz. Pazartesi’den Cumartesi’ye açık olan galeriyi, Pazartesi günleri randevu alarak gezebilirsiniz. Nerede: Mürselpaşa Caddesi, 181, Balat

Karaköy 33 SALT Galata

Ne: 1892 yılında Mimar Alexandre Val-

laury tarafından Bank-ı Osmanî-i Şahane için tasarlandı. Bina, anıtsal ölçeğinin yanı sıra ön ve arka cephelerde kullanılan neoklasik ve oryantalist mimari üsluplarıyla İstanbul’da benzersiz bir yapı olma özelliği taşıyor. Bugün İstanbul’un hafızasında yer edinmiş bir çok kişi, kurum ve olayın araştırıldığı, kentin belleğinde önemli yere sahip bir merkez konumunda. Ne bulabiliriz: Binanın içinde yer alan Osmanlı Bankası’nın kalıcı sergisi ve süreli sergiler, konuşma, söyleşi, konferans, film gösterimleri gibi faaliyetlerin yanı sıra, günlük rutininiz içinde SALT Galata’nın farklı alanlardan zengin bir arşiv barındıran sessiz kütüphanesinde çalışabilir,

kütüphanenin yanında bulunan Neolokal’de şef Maksut Akşar’ın yemeklerini yiyebilir ve İstiklal Caddesi’ndeki yerinden edilerek SALT’ta açılan Robinson Cruose 389’da kitapların arasında uzun saatler geçirebilirsiniz. Nerede: Bankalar Caddesi, 11 Beyoğlu

34 Aşkenaz Sinagogu Ne: Avusturya kökenli Yahudi terziler

cemiyeti tarafından1894’de kurulan sinagog, bugün bir ibadet merkezi olmasının yanı sıra bir sanat merkezi olarak da kullanılıyor. Aşkenazlar ilk olarak 14. yüzyılda Almanya’dan gelerek Galata ve çevresine yerleşmişler. Türkiye’deki toplam Yahudi nüfusunun %4’ünü oluşturan Aşkenazlar tarafından inşa edilen üç sinagogdan tek ayakta kalanı burası. Sinagogda, düğün, Bar Mitsva ve diğer dini törenler Aşkenaz usulüyle düzenleniyor. İki adet azarası (kadınlar balkonu) olan nadir sinagoglardan biri. Sinagogun merkezini örten kubbe yıldızlarla süslenmiş avizeler ise Viyana’dan getirtilmiş. Ne bulabiliriz: Herkese açık olan sanat ve kültür etkinliklerine katılabilirsiniz. Nerede: Banker Sokak, 10, Beyoğlu

35 Kağıthane Paper Shop Ne: Grafik tasarımcı ve reklamcı olan

Emine Tusavul’un İstanbul’u anlatan ve kağıttan tasarlanmış ürünler bulunduran dükkanı. Ne bulabiliriz: Kağıttan yola çıkarak, takıdan bakkaliye defterine, masa takvimlerinden kağıt tabaklara kadar eğlenceli ürünler bulabilirsiniz. Nerede: Kemankeş Caddesi No: 10 Beyoğlu

36 Mânâ Ne: İstanbul’un yeni modern meyhanesi. Karaköy’de Fransız Geçidi’nin hemen girişinde yer alan mekan küçük ancak gözdesi olan avizesi dışında sade bir tasarımı var. Ne bulabiliriz: Özenli sunumu ve mezeleri eşliğinde güzel bir gece geçirebilirsiniz. Nerede: Kemankeş caddesi no: 53/8 Beyoğlu

37 Melez Tea Lab Ne: El yapımı çaylar ile beraber bir yaşam tarzı da sunan Melez Tea’nin açtığı ve ziyaretçilerine tamamen özel bir deneyimler sunan bir laboratuvar. Ne bulabiliriz: Japon kültüründen gelen ve Türkçe “kusurlu güzellik” olarak adlandırabileceğimiz Wabi-sabi felsefesine göre inşa edilmiş mekanda beyaz çaydan Oolong’a geniş bir çay yelpazesinin yanı sıra matcha latte, beklenmedik kokteyller ve atıştırmalık sıra dışı tatlar da bulacaksınız. Aroma köşesinde ise ziyaretçiler çaylara dokunup koklayarak haklarında daha fazla bilgi edinebiliyor. Nerede: Reşitpaşa Mahallesi, Kongre Caddesi, 81/A, Sarıyer

LONDON • NEW YORK • PARIS • ISTANBUL • MILAN • GENEVA • MUNICH

tarafından 3. İstanbul Tasarım Bienali vesilesiyle hazırlanmıştır.

rın başında inşa edilen karakteristik Art Nouveau cepheli İstanbul apartmanlarının dizildiği bu sokak aynı zamanda eskici ve antikacılara ev sahipliği yapıyor. Ne bulabiliriz: İstanbul’da 19. yüzyıl sonundaki önemli yapıların mimarı Constantin Papa’nın cephesinde imzası olan 9 numaradaki binasını ve eskicilerinde de 1950 - 1960 yıllarına özgü Amerikan pop dönemine ait objeler bulabilirsiniz. Nerede: Faik Paşa Caddesi, Beyoğlu

lışmalarının yanısıra İsviçre, Çek Cumhuriyeti, İtalya, Almanya, Hollanda’dan; Enzo Mari, Marie Massaud, Konstantin Grcic, Naoto Fukasava, Paola Navone, Philippe Starck, Fabio Novembre, Ron Arad, Seletti ve Tacchini gibi tasarımcı ve markaların çalışmalarını bulabilirsiniz. Nerede: Serdar-ı Ekrem Caddesi, 19, Beyoğlu

design

Ne: 1800’lü yılların sonu, 1900’lü yılla-

Ne bulabiliriz: Türk tasarımcıların ça-

Bu harita

15 Faik Paşa Yokuşu


32


İnsan nerede başlar nerede biter? Üçüncü İstanbul Tasarım Bienali “Biz insan mıyız?” sorusunu kaçınılmaz bir soru olarak ortaya koyuyor ve insanın tasarımla ilişkisini arkeolojik bir bakış açısıyla masaya yatırıyor. Bienal küratörleri Beatriz Colomina ve Mark Wigley, bütün bir gezegenin tasarımla ilgilendiği tarihsel olarak inanılmaz bir noktada olduğumuzu söylüyorlar. Bu, tamamen yepyeni bir söyleşi başlatan, bilinmeyen bir gelecek önermek yerine, insanın bugünkü konumunu araştıran ve 200 bin yıl önceye, her şeyin başladığı noktaya taşıyan bir bienal. Röportaj Dilek Öztürk Fotoğraf Elif Kahveci

Dilek Öztürk: Üçüncü İstanbul Tasarım Bienali, teması ve özellikle de sizin yaklaşımınız nedeniyle önceki bienallerden farklı olacak. Sadece tasarım sergilemenin veya bir “tasarlanmış objeler sergisi” açmanın ötesine geçiyor. Bu seferki bienalin farkı ne? Beatriz Colomina: Bu seferki bienal farklı türden insanlar için daha erişilebilir; Bienal mekanları, katkıda bulunanlar ve ziyaretçiler daha çeşitli olacak. Burada fikir, tasarımı genişletilmiş anlamıyla ele almak. Tasarımın, fiziksel ve zihinsel hayatın her boyutuna yayıldığı dönemdeki küçük bir dizi objeye odaklanan, fazlasıyla dar bir söylemi olageldi. Biz insan olarak bunca zamandır yaptığımız her şeyin tasarım olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle Bienal’in 200 bin yıl öncesine, insanlığın ve tasarımın başlangıcına uzanan zamansal bir boyutu da var. İlk aletler genellikle işlevsel objeler olarak görülür. Aslında o kadar da işlevsel değiller; süsleme, dil, iletişim gibi konularla daha çok ilgililer. Böyle daha kültürel bir anlamda bakıldığında, onlar daha o zamanlarda birer tasarım objesiydiler. Mark Wigley: İnsan neden bir dizi mükemmel obje görmek için bienale gitsin ki? Belki 1851’de Londra’da düzenlenen Büyük Sergi gibi geçmişte düzenlenen bienaller, dünyadaki bütün objeleri bir araya getirebiliyordu. Bugün bütün objeler cep telefonunuzda bir araya geliyor. Bienale gittiğinizde objeleri farklı görmek, aynaya bakar gibi kendinizi görmek istersiniz. “Biz insan mıyız?” sorusu, gerçek bir sorudur; kaçınılmaz bir sorudur. DÖ: Venedik Mimarlık Bienali yeni başladı ve bugünlerde biz “Bir bienal ne işe yarar?” diye soruyoruz. Bir tartışma mı başlatır, yoksa bir sorun mu çözer? Size göre daha geniş kapsamda bir bienalin işlevi nedir? BC: Bir sanat bienali daha felsefi olduğunda ve insanlığın durumuna dair sorular sorduğunda kimse pek yadırgamaz. Neden tasarım da bu konuları ele alamasın? Mimarinin çok problem çözdüğünü düşünmüyorum. Problem yaratıyor. Bu insan bakış açısından da oldukça ilgi çekici. Çünkü bir işe yaramayan şeyler tasarlayan tek tür belki de insandır. Diğer hayvanlar bir şeyi yapmanın en iyi yolunu keşfettiklerinde aynı şeyi yapmaya devam ediyorlar. Ama insanlar her zaman başka yolları deniyor ve genellikle başları belaya giriyor. MW: İnsanlar sorunun ne olduğunu bildiklerini sanabilir ve çözüm için tasarıma başvurabilir. Ama tasarıma sorun çözme olarak bakmak çok sıkıcı bir fikir. Tasarım daha çok nesneleri farklı görmek ve tartışmalara alan açmakla ilgilidir. Son zamanlarda tasarım virüs gibi yayılırken tasarımcılar geride bırakılmış görünüyor. İstanbul’da tasarım bienali düzenlemeyi kabul

ettik çünkü şu anda tasarımın kendisi büyük bir soru haline geldi. Artık mesele, “Tamam sorunları çözmek için tasarıma başvuralım,” demekten ibaret değil. Peki ya sorun tasarımsa? Ya bizi bekleyen en önemli sorun tasarımın kendisiyse? DÖ: Belki böyle diyerek ve böyle yaparak bütün tartışmaya bir ara vermek ve insanlara büyük resmi göstermek istiyorsunuz. BC: Evet. Gezegenin tamamında bu kadar çok sayıda insanın tasarımla ilgilendiği, tarihsel açıdan çok inanılmaz bir noktadayız. Sadece dünyada bile değil; Neil Armstrong’un Ay’daki ayak izlerini korumaya almak için çalışıyorlar. Bu tasarımın uzayda korunmasıdır. Uzayda tasarım objelerimiz var, hatta güneş sisteminin dışına gönderdiğimiz Voyager 1 ile, uzayda bile var. DÖ: İlk basın toplantısını Arkeoloji Müzesi’nde yapmak gerçekten akıllıca bir karardı. Sadece orada bulunmak bile Bienal’in ana fikrini anlamaya yetiyordu. MW: Bu bizim için çok önemli. Büyük bir onurdu, çünkü eğer tasarım gerçekten insanlığı yansıtıyorsa, o zaman tasarım eninde sonunda bir şekilde arkeoloji müzesine düşecektir. Tersine, biz tasarımı bir arkeoloji sergisi olarak düşünüyoruz. Gelecekte tasarımın ne olacağını anlatmak yerine, son 2, 200, 200 bin yıl içinde ne olduğunu anlatıyoruz. Bu şekilde düşündüğünüzde, tasarım sadece çaydanlığın şeklinden ibaret değil; tasarım üzerinde durduğun, gördüğün şeyler ve genlerin. DÖ: İnsanlar kendi hayatlarının küratörlüğünü yapıyor. Yolunu, mesleğini, ne giyeceğini seçiyorsun; bu yaratımdır! BC: Evet, sosyal medya bu anlamda muhteşem. Herkes kendi hayatını tasarlıyor. Sürekli imgeler seçiyor, bu imgelerin küratörlüğünü yapıyor ve sergiliyor. Diğer insanlarla etkileşime giriyor, birlikte bir şeyler icat ediyorlar. DÖ: Gerçek değil, kurgu; tasarlanmış. MW: Evet ama kurgu gerçeğe dönüşüyor ve sen hayatın kendisini tasarlayabilirsin. Yeni organizmalar ve yeni yapay zeka biçimleri tasarlıyoruz. Bu yeni bir biyoloji türü. BC: Var olan her şeyi tasarlıyoruz. Havayı bile. MW: Velhasıl, soru tasarımın kendisi. Biz yepyeni bir tartışma başlatacak bir bienal hazırlamamız gerektiğini düşündük. İstanbul’daki bu harikulade deneyimden yeni bir dizi fikir çıkacağını umut ediyoruz. Ayrıca artık çok normal hale gelen bu tasarım fikrinin yeterli olmadığı konusunda kuvvetli hislerimiz var. İcat edileli 200 yıl oldu ve tasarımı yeniden tasarlamamız gerekiyor. DÖ: Aslında ben de bu noktaya geliyordum çünkü

bildirinizi ilk okuduğumda 2012’de Londra Tasarım Müzesi’nde açılan bir sergiyi hatırladım: Superhuman. “En büyük tasarım projesi biz insanlar mıyız?” diye sorguluyordu. Çünkü daha hızlı koşmak, daha iyi duymak, görmek istiyoruz… İnsan performansını geliştiren bazı cihazlar var. MW: Evet ama biz farklı bakıyoruz. Bildiğiniz gibi bunların hepsi doğru. İnsan kapasitesi sürekli olarak yeniden tasarlanıyor. Bundan yüz binlerce yıl önce yapılan süslemeler ve mücevherler gibi ilk tasarımlar için de bu doğruydu. Sadece boncuktan yapılmış bir kolye takarak bile kendimizi tamamen değiştiriyorduk. İnsanlar ancak bugün bir tür süper insan haline geldiğimizi düşünüyor. Ama ta en başından beri süper insandık. Bu yüzden soruyoruz: Biz insan mıyız? Hiç insan olduk mu? İnsan olacak mıyız? İnsan olmak istiyor muyuz? Gerçekte insan olmak çok korkunç bir şey. Yani, bu insan dediğimiz nedir? “İnsan mıyız?” sorusunun “Tasarım nedir?” sorusuyla aynı olduğunu düşünüyoruz. DÖ: İnsanın başladığı ve bittiği nokta, tasarımın başladığı ve bittiği noktadır. MW: Aynen. Dünyada neler olduğuna bakarsan, çok korkutucu, çok acıklı. Kendimizle ilgili büyük sorular sorma zamanının geldiğini düşünüyorum. Bunu söylemek komik olacak ama, sergi ziyaretçilerinin sergiden daha ilgi çekici olacağından eminiz. Her birimiz harikulade tasarım ürünleriyiz. BC: Serginin hedeflerinden biri de bu. Ziyaretçinin kendisinin de bir tasarım olduğunu, sergideki en tasarlanmış şey olduğunu fark etmesini sağlamak. Sergi hepimiz için sanki bir ayna olacak. Bütün bu korkunç durumlar karşısında, sistematik olarak kendi yok oluşunu tasarlayan tek türün neden biz olduğumuzu düşünmemiz gerekiyor. DÖ: İki dakikalık videolar için katılımcı daveti ve açık çağrı sürecini anlatabilir misiniz? MW: Bir tür manifesto yazmamız ve tasarımcılar, sanatçılar, düşünürler, film yapımcıları, tarihçiler, antropologlar, arkeologlar ve bilim insanlarından oluşan çok enteresan bir grubu sergi kapsamındaki bu manifestoya tepki vermeye davet etmemiz gerekir diye düşündük ve cevaplarını nasıl gerçekleştirecekleri konusunda onları epey özgür bıraktık. Bu fikrin sergi kapsamında bir dizi muhteşem düşünce ortaya çıkaracağını umuyoruz. Ayrıca, belirlediğimiz kişilerin de ötesine geçmeyi ve isteyen herkesi videolarını göndermeye davet etmeyi de istedik. Tanımadığımız, hiç tanışmadığımız, çok yaşlı veya çok genç, farklı ülkelerden birilerini davet etmek, hayal edemeyeceğimiz bir şeyler olabilir anlamına geliyor. Ana fikrimiz sesleri çoğaltmak. Ayrıca iki dakika günümüz için uzun bir süre.


34

DÖ: İki dakikalık video çağrısını yapmadan önce zaten katılımcıları seçmiş, mimarları, tasarımcıları, düşünürleri veya sanatçıları sergiye davet etmiştiniz, değil mi? BC: Videolar için çağrı yaptığımızda hâlâ insanları davet etme aşamasındaydık. En iyi açık çağrı nedir? diye düşündük çünkü sergiye sadece tasarımcıları davet etmiyoruz. Tasarımcı ve mimarlar var ama ayrıca her türden insan da var: teorisyenler, yazarlar, sanatçılar, tarihçiler, film yapımcıları, bilim insanları. DÖ: Bu sefer bienal için açık çağrı sürecini değiştirmek istediniz? Tasarım Bienali’nde ilk defa bu farklı başvuru sürecini görüyoruz. BC: Evet. Video herkesin erişimi olan bir mecra. Sosyal medyaya bakarsak, insanlar sürekli video çekiyor ve yüklüyor. Çocuklar çok çarpıcı, düşünce dolu videolar çekiyor. Sadece tasarım camiasının başvuruda bulunmak isteyeceği, tasarıma yönelik açık bir çağrı yerine videonun daha demokratik bir mecra olduğunu düşündük. DÖ: Bu yüzden farklı disiplinleri davet ettiniz ve videolar için açık çağrı yaptınız. BC: Evet, tasarım artık tasarımcıların özel hakimiyet alanı değil. MW: 37 ülkeden yaklaşık 200 video geldi. Bu çok heyecan verici. Sonra, e-flux ile başka bir deney daha yaptık ve dünya genelinde 50’den fazla yazardan bienal teması üzerine yazmalarını istedik. Her zamanki gibi katalogda yayımlanacak iki veya üç yazı yerine... Sanatçılar, bilim insanları, düşünürler. Bütün bir Bienal, katman üzerine katman ve üzerine yine bir katman inşa etmekle ilgili. Bize göre bienal fikrinin uzun bir tarihi var. Bu fikrin güzel tarafı, bir yığın insanı, karşılıklı yoğun bir şekilde konuşmaları için bir yerde toplamak. Ama bu tartışma İstanbul’da bir ayla sınırlandırılmamalı ve farklı mecralarda devam etmeli. Bienal için başlattığımız bir proje 10 yıl boyunca devam edecek. Bienallerin iki yıllık zaman dilimlerinde yapılıyor olmasını biraz sıkıcı buluyoruz. DÖ: Aynı fikirdeyim. Her sene hemen hemen aynı etkinlikler yapılıyor. “Her sene bir tasarım haftası düzenlemeye ihtiyacımız var mı?” diye hep soruyorum. Ama bu bir fuar. BC: Her şeyden çok bienalin bir fuar olduğu fikrine karşı durmak istedik. MW: On yıllık proje Türkiye’nin son 200 yıldaki tasarım ve sanayi tarihi üzerine. Şimdiden 50’den fazla Türk araştırmacı bu konuda çalışıyor. e-flux projesinde 50’nin üzerinde yazar var ve 2 yıl boyunca devam edecek, yani oldukça küresel boyutta bir multimedya, transmedya tartışması olacak. İstanbul’un çok benzersiz olmasından faydalanıyor. Bu tartışmayı Londra’da, Paris’te, Milano’da ya da New York’ta yapamazdık. Öyle hissediyoruz. Çünkü oralarda herkes tasarımın ne olduğunu bildiğini sanıyor. DÖ: Evet, bildirinizde de dile getirdiğiniz gibi kapsam oldukça geniş: 200 bin yıl önceye, insanın başladığı yere dönmek. BC: Evet, İstanbul derin bir tarih duygusu taşıyan o şehirlerden biri. MW: Tabii bütün problemler İstanbul’da var ama aynı zamanda burada muhteşem şeyler de var. Her zaman böyle oldu. Bu şehirde arkeolojik düşünmek zorundasınız. İstanbul’da bir çukur kazdığınızda başka bir medeniyet bulursunuz. Tasarım burada posalarını bırakmış. İstanbul Arkeoloji Müzesi ile sıkı bir ortaklık geliştirdik, Bienal’in bir kısmını müzede sergileyeceğiz ve müzedeki bazı objeler de Bienal’in bir parçası olacak. Bu bizim için son derece heyecan verici bir ortaklık. Sabırsızlıkla bekliyoruz. DÖ: Arkeoloji Müzesi’ndeki sergi çok heyecan verici görünüyor. MW: Evet, çok heyecan verici çünkü yapılan ilk aletlerle, ilk tasarımlarla, ilk süslemelerle aranda bir ilişki olduğunu anlayabilirsen, tarihin derinlikleri içindeki kendini gerçekten anlayabilirsen, bize göre, o zaman kendi dönemindeki objelerle ve insanlarla farklı bir ilişki kurabilirsin. BC: İzleyiciye daha şimdiden bunun alışıldık bir bienal olmayacağını, arkeolojik bir bakış açımız olacağını gösteren işaretler verdik. Bence bu bizim için de çok önemli çünkü normalde bienallere gitmeyen farklı kesimleri de getirecek. Tasarımın sadece kültürel ve ekonomik bir pratik olması fikrine karşıyız.

DÖ: Katılımcıları seçme kriterleriniz nelerdi? MW: Farklı türde düşünür ve sanatçılardan oluşan bir izge. Dünyanın her tarafından aşağı yukarı 70 proje davet ediyoruz. Her birinden kendilerine şu soruyu sormalarını istedik: “Biz insan mıyız?” Hepsi farklı bir şekilde sorarlar. Bu sergiye katılanların listesi, dünyanın en meşhur insanları listesi değil. Bu tartışmayı açabilecek farklı seslerin listesi. Ana kriter, sıkıcı olmamak. Gelen cevaplar gerçekten muhteşem oldu. DÖ: Belki de bu sefer temanın gerçek fikrini alabilmek için katılımcıları kontrol etmek istediniz. BC: Seçtiğimiz insanlar tasarım konusunu zaten daha enteresan, entelektüel, daha kapsamlı bir şekilde ele alıyorlar. Sergiye katılanların çoğunun zaten sorduğumuz konuyla ilintili işleri vardı ama biz onları biraz daha fazlasına zorlamak istedik. DÖ: Bize sergilerle ilgili başka ipuçları da verebilir misiniz? MW: Beş farklı mekanda olacağız. Her birinin atmosferi ayrı. Rum Okulu bir okul. Studio-X içinde çok sayıda deney yapılan bir laboratuar. DEPO alanı, radyo istasyonunun bitişiğinde bir yayın stüdyosu. Bomonti’yi bir zaman makinesi olarak düşünüyoruz çünkü 200 bin yılı iki saniyeye indiriyor. Arkeoloji Müzesi haliyle bir müzeye benziyor. Katılımcıları dört küme ya da birbiriyle örtüşen proje ‘bulutları’ halinde topladık. Bu sayede ziyaretçi, aralarındaki bütün bağlantıları görebilecek. Örneğin bir dakika içinde bizden en uzaktaki insan objesini, günde bir milyon mil hızla dünya gezegeninden uzaklaşmakta olan insan tasarımı Voyager 1 uzay aracını görebilir ama birkaç metre ileride, burada yaşayanların Neolitik dönemden kalma ayak izlerine ya da insan beyninin içine bakabilirsiniz. Ve garip bir şekilde yolculuğun benzer olduğunu hissedersiniz. Belki insan beyninin içine girseniz, güneş sisteminin ötesine yapılandan daha da uzak bir yolculuktur. Sadece insan figürünün tasarım kozmosunda asılı kırılgan bir zarf olduğunu anlamaya çalışın. BC: Beş kişilik bir bilim insanı grubu beyin üzerine en son araştırmalarıyla Bienal’e katılıyor. Aslında gerçekten şaşırtıcı çok güzel görseller üretiyorlar. MW: Columbia Üniversitesi’nden gelen profesör serginin en büyük bilim insanlarından biri. İnsan beynini benzersiz kılan ve bilgisayarlar tarafından taklit edilemeyen özelliğin merak olduğunu savunuyor. Ya tasarım meraktan ibaretse? DÖ: Robotlar mesela çevreden bir şeyler öğrenerek hareket ederler. Bir eylem, bir davranış geliştirirler. MW: Günlük hayat bilim kurgu gibi gelmeye başladı. İşte bu yüzden geleceği düşünmekten ziyade bugünü, bugün nasıl yaşadığımızı anlamaya çalışan bir bienal hazırlamayı düşündük. Bize en heyecan veren parçalardan biri 13. yüzyıl İslam rönesansına tarihlenen bir erken dönem otomat. Leonardo’dan çok daha önce İslam dünyasında inanılmaz karmaşıklıkta robotlar vardı. DÖ: Varlığımız tamamen tasarım. MW: Örneğin sabah aynaya bakarsın ve dışarı çıkmadan önce ufak tefek düzeltmeler yaparsın. Bütün o düzeltmeler tasarımdır. Tasarım kendinle ilgili bir algı inşa etmektir. DÖ: Bu, tasarımın ne için olmadığını göstermek açısından önemli bir nokta. Bazı tasarımcılar dünyayı kurtarmayı istiyor ama arada bazı başka dinamikler var; siyasi, toplumsal, hatta kültürel. İnsanlar hâlâ temiz su bulamıyorlar. Bu çok büyük bir sorun. MW: Aynen. Bu yüzden bu bir sandalye ve lamba sergisi değil. Örneğin sergideki projelerden birinin adı Petrol Müzesi. Territorial Agency adında Londra merkezli bir grup, eğer bir tür olarak hayatta kalmayı ve gezegenin de hayatta kalmasını istiyorsak topraktan petrol çıkartmayı bırakmamız gerektiğini söylüyor. Petrolü toprakta bırakmak ve bir Petrol Müzesi yapmak zorundayız. Greenpeace ile birlikte yapılan harikulade bir araştırma. Topraktan petrol çıkartmaya devam ettiğimiz takdirde biteceğiz, gezegen de bitecek. Nasıl bir insan ilişkileri tasarımı petrolü toprakta bırakmamızı sağlayacak? Petrol olmadan ateş olmayacağına göre, ateşsiz ne tasarlanabilirdi? Önemli sorular bunlar. DÖ: Bu bienalde yeniden tasarım önemli bir yer tutuyor: Yaşam biçimimiz olarak yeniden tasarım fikri hakkında ne düşünüyorsunuz? BC: Tasarımı yeniden düşünme konusunda ortaya

attığımız soru da yeniden tasarım, tasarımın yeniden tasarlanması. Temelde Bienal’in konsepti yeniden tasarım. MW: Tasarladığın insan iki ayaklı bir et torbasından ibaret değil, çok daha karmaşık bir şey. Tam burada, Rum Okulu’nun terasının arka tarafındaki alanda Bienal’in Homo-Cellular adı verilen sergisi olacak ve cep telefonlarının bedenlerimize ve beyinlerimize entegre olmasıyla birlikte artık yeni tür bir yaratık haline geldiğimiz fikrini işleyecek. DÖ: Fiziksel olarak bile değiştik, bedenimiz yeni yetenekler ve duruş biçimleri geliştirdi. Mesela akıllı telefonların bütün düğmelerine erişebilmek için küçük parmağımızı uzatıyoruz. MW: Her şey değişiyor. Dediğim gibi, biz ziyaretçilerin kendilerini aynada görür gibi görmelerini istedik. Tasarımla ilgili çok önemli teorik ve felsefi sorular ortaya atan bir sergi hazırlamak, çok soyut ve bir yığın çok karmaşık fikirlerle dolu bir sergi yapmak anlamına gelmiyor. Hatta neredeyse tam tersi. DÖ: Genel olarak Türk tasarımıyla ilgili gözlemleriniz neler? MW: Türkiye’de hemen her alanda heyecan verici tasarımcılar var. Ama dürüst davranmak gerekirse biz bunu dikkate bile almadık çünkü biz İstanbul’a bir durum değerlendirmesi yapmaya gelmedik. Öte yandan İstanbul, dünyada tasarım üzerine bir tartışma başlatmak için harikulade bir yer. Her neyse, bütün tartışmayı yeniden inşa edecek işbirliğine dayalı bir proje başlatmak istedik. İyi bir tasarımcının nasıl olduğunu kim biliyor? Nereden biliyorsun? Bazı tasarımlara ve tasarımcılara onay damgası basmak ne kadar sıkıcı. Daha ilgi çekici olan herhangi birinin nasıl, neden ve neyi yargılayacağını araştırmak. Tasarımı düşünmenin yeni yolları neler? Bize göre bir bienalin yapması gereken bu. Bienaller soru sormalı. Bu projenin amacı insanların zihinlerini, özellikle de kendi zihinlerimizi açmak. Aksi takdirde burada olmazdık.


HAM : M MAD D E NO. 07

Yarının antikasıdır; Yaşadıkça güzelleşir, eskidikçe yaşar.

H A M : M TO P H A N E | TO M TO M | N İ ŞA N TAŞ I | C A D D E B OSTA N


Form follows what? ATILLA KUZU, KURUCU ORTAK VE TASARIMCI, ZOOM TPU & OZON DESIGN FOTOĞRAF: ATILLA KUZU IZNIYLE

Atilla Kuzu

36

Formun fonksiyonu takip ettiği ya da tam tersinin savunulduğu çok dönem oldu. Formun, mimaride ya da ürüne dönük tasarımda çağın sağladığı teknolojik imkanların doğrultusunu takip ettiğini söyleyebiliriz. Ahşabın ısı ve tutkalla bükülebilir olmasıyla birlikte bir döneme damgasını vuran Thonet sandalye ya da Marcel Breuer’in Vassily sandalyesi gibi teknik imkanların form arayışlarına katkı sunduğu dönemler günümüzde de devam ediyor. Günümüzde 3D printer ile yapılabilen her formun, mimari ya da ürün bazındaki örneklerde, organik form arayışlarına imkan veren materyallerle desteklenerek yinelendiğini gözlemliyoruz. Bunu yaparken yapının, sadece işlevini yerine getiren bir bina olmasının ötesinde, bulunduğu coğrafi konumun özellikleri, tarihi ve tabii ki konsepti oluşturan felsefi alt yapının güçlü bir senaryoya sahip olması oldukça önemli. İç mimari ve ürün tasarımı için de bu ve bunun gibi kriterler artık form anlayışının fonksiyonla birleştiği noktadaki ağırlıklarıyla tasarımı yönlendirip şekillendirmekte. 1950’lerden bu yana baktığımızda, mimaride sadece yüksekliğiyle övünen binaların çokluğu ve heykelsi formlardaki binaların azlığı düşünülecek olursa şimdilerde bu farkın giderek kapanmaya başladığını, organik ve heykelsi formların artık bir dil oluşturduğunu söylemek mümkün. Bu dilin oluşmasındaki en önemli faktörlerden biri de aslında doğanın, ve yaşayan canlıların, form şifrelerinin taklidiyle başlayan sürecin parametrik tasarım olgusunun ilk adımlarından biri olması. Tüm bu süreçler göz önüne alındığında, günümüzde tasarımda formun ağırlık kazandığını ancak tabii ki fonksiyonun tümüyle göz ardı edilmediğini, fakat Bauhaus dönemindeki kadar da ağırlıklı olarak forma etki etmediğini söyleyebilirim.

ANDREA TRIMARCHI & SIMONE FARRESIN, FORMAFANTASMA FOTOĞRAF: FORMAFANTASMA IZNIYLE

Formafantasma Bize göre ya süreç ya da fikirler önemlidir. Avrupa’da artık savaş sonrası toplumunda değiliz. Öyleyse, artık sadece obje üretimiyle ilgilenmediğimizi düşünüyoruz. Şu anda tasarımcının tasarım yapmak için iyi bir sebebi olması lazım. Tasarıma başladığımızda düşündüğümüz her şeyi dikkate alıyoruz. İhtiyaçlar iyi bir tasarım

sebebi. Bir yenilik, yeni keşfedilen bir malzemeyle ilgili olabilir ama dünyayı tasarımlarımızla kirletmek istemiyoruz. Tasarım sürecine başladığımızda daha önce ne yapıldığına bakarız. Bir tür ilham almak için değil ama, ayrıca zaten daha iyi bir hikayesi olan objelere de bakıyoruz. Neden sıfırdan başlayasınız ki? Aynı temaları paylaşan medeniyetler vardı. Çoğu zaman sadece, o fikri dile getirmenin daha iyi formunun bulunduğu tarihe bakmaya çalışıyoruz. Sık sık tasarım yapmıyoruz. Oturup tasarıma başlamıyoruz, her şeyden önce konuyu araştırıyoruz ve form en sonda, tasarım için gereken tüm unsurlara sahip olduğumuzda gerçekleşiyor. Form her zaman sürecin sonunda gelişiyor.

AZIZ SARIYER, KURUCU&TASARIMCI, DERIN DESIGN FOTOĞRAF: AZIZ SARIYER IZNIYLE

Aziz Sarıyer Teknoloji dünyada son hızla ilerliyor. İnsanlar, siber dünyada yaşamlarını sürdürebilmek için silikon vadisi ortamında sanal gerçeklikte yaşamak zorundalar. Otomobillerde, evlerde, ofislerde akıllı robot cihazlarla yaşamaya başlandı. Bu gelişimin bedeli olarak gelecekte, dünyadaki ortamın canlıların yaşamasına izin vermeyeceği gerçeği aşikar. Bu sebepten bilim insanları orta dönem için dünya dışında yaşam arayışı içindeler.Gerçek şartlar bu olduğu halde insanların doğaya dönmek istekleri, düşük teknoloji çözümlere yönelme yanılgısı şöyle izah edilebilir. İnsanların başka bir gezegende yaşama zorunluluğu adına uzay araçlarıyla yapmakta oldukları seyahat sırasında istikametin tersine, köylerine dönmek için koşmaları gibi.Bu isteğin kaynağı insanların güven ihtiyacında yatar. Akılcı olan ise zamanımızla yüzleşmek ve onunla beraber olmaktır. Fonksiyonun ergonomisi tasarlanırken, fonksiyon kendisini ham form olarak kısmen ifade eder aslında. Fonksiyonla form bir bütündür. Bir şarkının söz ve bestesi gibi. Ayrıştırmak doğru değildir.Form, fonksiyonun kriterlerine zarar vermeden onun niteliğini yükseltir ve fonksiyona yeni boyutlar katar. Başarılı tasarımlar fonksiyonla formun ilahi izdivacıdır.

FARUK MALHAN, MIMAR, KOLEKSİYON MOBİLYA VE TASARIM VAKFI KURUCUSU FOTOĞRAF: FARUK MALHAN IZNIYLE

Faruk Malhan

Bilgiler, beceriler, temalar, kavramlar; tamamı kapsamın alt kümeleridir, biçim (form) bu soyut kurulumda bir varoluştur. Biçim ürünü anlatmak, gerçekleştirmek için değildir, öyle olursa, ki çağımızda genellikle bu kurgudadır, tasarım bir nesne (obje) olarak kalır. Nesneler akılsızdır, ruhsuzdur, sezgisizdir, kendisine dönüktür, hedefe gönderilen bir mermidir, doğuştan sahiplidir, sahibine hizmet etmek üzere kurguludur. Tasarımın kendi öz ve biçim varlığından önemlisi tasarımın içinde yer alacağı yer ve zaman boyutlarındaki konumudur, ifade bulmasıdır. Burada yer denildiğinde anlaşılan fiziksel bir mekandan öte, o yere ait tarihi coğrafya, kültür örgüsüdür. Biçim nesne temelli bir varoluştur; malzemesi, kitlesi, boyutları ile kurguludur. Benim düşüncem tasarımın artık yolunu nesne tasarımından ayırması, konu, özne tasarımına yönlendirmesidir. Burada amaçlanan nesnenin maddesinden çözülmesini, atfedilen muhtevada var olabilmesini sağlamaktır. Artık tasarımın değer önerileri dile getirilmiş olacaktır. Geçmişi, günü kapsama alanına alan tasarım, gelecekle ilişkilendirilmiş olacaktır. Tasarım içsellik, deneyimsellik, kavramsallık, belgesellik değerleri taşımalıdır, ki bu öz yapının dışı ve zamanı ile kurduğu ilişkiler yumağı da o tasarımın biçimi olacaktır. Tasarım disiplinlerarası, resimsel, şiirsel, deneyimsel, oluşumsal, süreçsel, belgesel, mekansal, bağlamsal özellikler taşımalıdır. Tasarımın bu değerleri bağlamın içini doldurmalı, bağlam içerik haline gelmelidir. Böylesine bir ontolojik kurgu tasarımı, mekan, yer ve zaman ötesi boyutlara taşır. Tasarımın bu gerçekliğe sahip olması, tasarımı özüyle ve biçimi ile özneler arası (intersubjektif ) bir varoluşa götürür ki, herkesin sorgulayabileceği kadar açık ve anlamlı değerlere yükseltir, ifade etmekten öte ifade bulmaya konumlanır. Böylesine açılımlar belirlenimci (deterministik) konumlardan daha serbest, olumsal (contingence), azat olabilme (emancipated) duruşlara taşır, açık tasarım olabilme yolu açılır. Katının reddi buralarda başlar, katılımlara, yaratıcılığa açık bir konum kazanılır. Öz ve biçim arasında belirlenimci (deterministik) kurgu ise anın varoluşu ile geleceği bağlamış olur, düşünücü veya yaratıcı oyunun bu kulvarını terk etmelidir. Nesne ötesi olabilmek, tasarımın kapsamını zamandaki ve mekandaki yayılımında kurgulayabilmektir, tasarımın pazar ekonomisinden çıkabilmesini, insan sonrası aşamalara taşınabilmesini sağlayacaktır. Ne mutlu ilk günden bu yana var etme yolcularının tüm gezginlerine.


Formun neyi takip ettiğini Bauhaus’tan beri soruyoruz. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden şekillenen modernist ideolojinin en kalıcı yapı taşı: ‘Form Follows Function’ savını bugün farklı açılımlarda yorumluyoruz. Yaşadığımız dünya koşullarına göre trendler değişiyor ve şekilleniyor. Dünyanın gelgitleri sonucu yeniden doğaya dönüyoruz, low-tech çözümlere yöneliyoruz, malzeme ve form arayışındaki gereksinimlerimiz değişiyor. İnovasyonun, hikayenin, konseptin formu takip ettiği bir çağdan bahsedebilir miyiz? Formun meselesi size göre nasıl ve neye bağlı olarak değişiyor?

ALESSANDRO MENDINI, EDITÖR, KURUCU&TASARIMCI, ATELIER MENDINI FOTOĞRAF: DILEK ÖZTÜRK

Alessandro Mendini Form psikoloji ve faydayı izlemeli fakat obje her zaman duygusal olmalı. Form duygu ile hayat bulur. Ben burada formun işlevi takip ettiği manifestosunu değiştirmeyi tercih ediyorum. Objenin kişinin bir nevi arkadaşı olması gerekir. Eğer bir obje ile antropolojik ve romantik yönden bağlıysanız, obje bir düşmana dönüşür. Hayatınızın bağlamından kopar, sizinle iletişime geçemez. Objenin insan ile iletişimi her zaman samimi olmalı. Eğer gözümü bir şeye dikmişsem, onunla diyalog kurabilmeliyim. Objelerin tarihini ve duygularını gerçek hayatla bağdaştırabilen bir örnek olarak Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabını verebilirim.

laştırmakta. Günümüzde doğal malzemeye dönüş anlamında da bir yaklaşım görmekteyiz. Doğal veya doğa dostu malzemelerin kullanılması, görsel olarak da aynı algıyı yaratan tasarımların, doğaya yaklaşma mesajı barındırarak kamuoyu oluşturması önemli bir tavır olarak karşımıza çıkmakta. Problemi çözmek adına sonuç formda veya malzemede teknolojinin bize sunduğu alternatifler bizi daha çok özgürleştirmekte. Bu sayede günümüzde daha çoğulcu, tasarımcıların bireysel yaklaşımlarının eş zamanlı olarak varlık gösterebildikleri bir dönem içerisinde yer almaktayız.

BENJAMIN HUBERT, DIREKTÖR, LAYER FOTOĞRAF: LAYER IZNIYLE

Benjamin Hubert

ŞULE KOÇ, TASARIM DIREKTÖRÜ, ŞULE KOÇ DESIGN FOTOĞRAF: ELIF KAHVECI

Şule Koç

NAZAR ŞIGAHER, KURUCU ORTAK & TASARIMCI, DAEDALUS FOTOĞRAF: ELIF KAHVECI

Nazar Şigaher Tasarımın değişmez misyonu problem çözmektir. Tasarımcı tarafından kararlaştırılan formun fonksiyonla olan bağları da dönemin ya da tasarımcının neyi problem olarak gördüğüyle ilişkili. Günümüzde doğa dengeleri kollanarak, insanoğlunun yarattığı uygarlığı koruması ve hız kesmeden devamlılığını sağlama arzusu, gündemimize oturmuş durumda. Şimdiye kadar uygarlığımızın yarattığı problemleri gidermek ve doğayla barışık bir sistemi kurgulamak için tasarım ve teknolojinin birlikteliğini sıkça görmekteyiz Form konusuna gelecek olursak yukarıda bahsettiğim sürdürülebilirlikle alakalı tasarım yaklaşımının, birebir örtüştüğü biçimsel genel geçer bir yaklaşım yok diyebilirim. Örneğin, çizgisel olarak klasik formda bir mobilyanın, yeni nesil doğada çözülebilen cila veya kumaşta nano teknolojiye sahip (leke tutmayan, solmayan, yanmayan ve benzeri) malzemelerin kullanıldığı tasarımların, görünürde olmasa da ekolojik olabileceğini biliyoruz ve bu da onu imalat anlamında çağdaş-

ilişkimiz etrafında şekilleniyor. Bunun ürün kararlarındaki yansımaları da, tercihlerden çok yaptırımlara, tasarım yoluyla bilinçlendirmeye ve mümkünse tasarlamamaya kadar gitmeli belki de.

Günümüzde formun meselesini bir söylem meselesi olarak düşünebiliriz. Artık dünyaya bir ürünün daha ortaya çıkarılıyor olmasının beraberinde getirdiği sorumluluklar, her zamankinden daha net tespit edilebiliyor. Ürün, doğaya yapılan protezler gibi, organik olanın aksine, bitmeyen, çoğu zaman da dönüşümü sırasında zararlı hale gelen yaşamında, eskiden hayal edemediğimiz kadar çok yere dokunuyor. Bugün bir ürünün vücut bulması, sadece kendi işlevsel ve estetik gereksinimlerini değil, içinde bulunacağı bütün bir sistemin etkisini taşıyor. Ürün, hem bir vücut, hem bir ruh, hem de düşünen, değiştiren bir karakter gibi. Günümüzde farklı olan, ürünlerin, artık formlara dönüşmeden çok daha önce kendinden büyük bir projenin, kavramların, hikayelerin ve problemlerin oluşturduğu bir kararlar çıktısı olmasıdır. Ürün geliştirmek, artık yaratılmak istenen bir deneyimin, öğrenilip konuşulması istenen yeni bir dilin, piyasanın hissettirmesi gereken eksikliklerin, teknoloji taşkınlığımızın bir parçası. Çoğu zaman hikaye ürünün kendisinden çok daha öne geçiyor. Beynimiz hep soyutlamaya ve ilişkilendirmeye yönelik çalışırken, eğitilmiş beyinlerimizi pek çok yönden uyarmayan ürünler, malzeme yığınlarından başka bir şey değil. Bu da geliştirme sürecini işlev karşılığı bir form bulmaktan çok daha öte bir noktaya getiriyor. Bu, bazen teknolojik gelişmelerin akıl almaz hızının arkasından sürüklenen bir ürün yığını demek. Günümüzde ‘ilerleme’ ve ‘teknoloji’ kavramları bir tutuluyor. İlerleme olarak düşündüğümüz şey gerçekte nedir? Doğaya verdiği sonuçları düşünmeksizin daha önce yapılmamış olanları yapmak mıdır yoksa kaynakların verimli kullanımını gözeten, iyileştiren, sürdürülebilir bir dönüşümden mi bahsetmeliyiz? Yüzyılımızın sorduğu soruların bir kısmı, içinde yaşadığımız dünyayla olan işte bu bencil

Geleneksel olarak (formun) işlevi takip ettiğini söylerdiniz ama muhtemelen ben araştırmayı takip ettiğini savunurdum. Çok güzel ama işlevselliği sınırlı nesneler gibi, hem çok işlevsel hem çok güzel nesneler de olabileceğini düşünüyorum. Bana göre bu daha çok, yerindelikle, araştırmayla ve formu olan bir şey yaratmanızın sebeplerini bulmakla alakalı. İster insanlarla konuşmak, ister davranış biçimleri ve ritüelleri anlamak olsun araştırmayla, ya da farklı malzemelerinin bir üründe kazandığı veya verdiği farklı değerlerle ilgili. Bütün bunlar, neden bir şeye bir form yarattığınıza dair etkiler ve kararlardır. Öte yandan form inanılmaz önemlidir, birinin bir objeye aşık olmasına yol açan şeydir. Nesnelerin gerçekten iyi işlemesi, yüksek performanslı ve bir önceki versiyonundan daha iyi olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu bir şekilde güzel biçimlendirilmiş bir obje haline getirip sunamadığınız müddetçe, o objenin değerini en üst düzeyde iletmeniz zor olur.

ENGIN AYAZ, KURUCU ORTAK&TASARIM DIREKTÖRÜ, ATÖLYE LABS FOTOĞRAF: ELIF KAHVECI

Engin Ayaz Form ilgiyi takip eder. Bugünün dünyasında yeni kolektif amacımız dikkat oldu. Giderek artan yapay bir tüketim ihtiyacı sayesinde, “form işlevi takip eder” şeklinde özetlenen savaş sonrası sofuluğu çoktan unutuldu. Onun yerine reklamcılık cininin beslediği, her cephede katlanarak yükselen bir arzular eğrimiz var.


Markalar profesyonel tüketicilerin ilgisini çekmek için sürekli bir savaş içinde ve aynı şekilde bunun tersi de doğru. Bütün varlıklar, bakışları, onayları ve yorumları kendine çekmeye çalışıyor, reklam artık bir monolog olmaktan çıktı. Nesneler, fotoğraflar ve yerler pazarlanabilir kimlikler yaratılmasına katkıda bulunuyor. İnsanlar kendileri, eskisinden daha çok ve daha kolay bir şekilde birer marka haline gelebiliyor. Tasarımcı artık üretilenin tek sahibi değil, karmaşık bir yaşam döngüsünün sadece ilk parçası olmaktan ibaret. Baudrillard’ı hatırlarsak, tasarlanan ‘şey’ sadece alan değil aynı zamanda haritadır. İletişim ve dağıtım yöntemleri, atık o şeyin gerçek işlev ve performansını aşıyor. En önemli şey hikaye, gerçek kimin umurunda? İçerik arzının bolluğu karşısında dikkat aralıklarımız hem fiziksel hemde ortamlarda giderek daralıyor. Bir dikkat eksikliği bozukluğu içinde yaşıyoruz. Bu arada nesneler ilgiyi arayıp buldukları müddetçe hayatta kalıyorlar. İleriye bakarsak, umarım bu toplu histeri, dikkat oyununu anlayan ama bunu arzu nesneleri değil, daha eşitlikçi, dirençli ve çevresel anlamda sürdürülebilir bir gelecek için etkili müdahale sistemleri yaratmakta kullanan yeni nesil sistem tasarımcıları tarafından giderek yok edilecektir.

MARCEL WANDERS, MOOOI /KURUCU&SANAT YÖNETMENI VE YENI ÇAĞIN TASARIMCISI FOTOĞRAF: MARCEL WANDERS IZNIYLE

38

Marcel Wanders Gülerek başlayabilir miyim, çünkü bu yazının işlevi bizi düşündürmek ve böylece ben de görüşümü kanıtlayabilirim. Form işlevi takip eder, klasik bir modernist dogmadır. Buna bugün kimin ihtiyacı var? Bizi yeniliklere, maddi dünyamızı daha iyi anlamaya götürecek mi? Götürmeyecek! Tasarım dünyası yıllardır bu dogmanın çeşitli versiyonlarını üretiyor ve bu harikulade ve makbule geçen araştırmanın amacı YENİSİNİ bulmak. Ben formun kendi kapsayıcı dogmasını oluşturacak kadar önemli olmadığını düşünüyorum. İnsan yapımı çevremizin nitelikleri söz konusu olduğunda form tamamen konu dışıdır, sadece bir sonuç, bir şeylerin neticesidir. Bunun kanıtı, form işlevi takip eder dogmasının var olan bütün versiyonlarında ve gelecekte ortaya çıkacak yeni versiyonlarında bulunabilir. Zaman içinde bu cümlenin bütün farklı versiyonlarının kanıtladığı ve her seferinde kanıtlayacağı gibi FORM HER ZAMAN SADECE TAKİP EDER! Bunu öğrendiğimiz iyi oldu. Tasarımda konu olmayan tek şey üzerine tartışmayı bırakalım ve bu fırsatı dünyaya gelecekte nasıl katkıda bulunacağımızı belirleyecek konular hakkında konuşmak için kullanalım. Tasarıma öncülük eden şeyleri tartışalım, takip edenleri değil.

SALIH KÜÇÜKTUNA, MIMAR VE TASARIMCI, PIN ARCHITECTS FOTOĞRAF: ELIF KAHVECI

Salih Küçüktuna Farshid Moussavi, 2009 yılında yayınlanan Biçimin İşlevi (The Function of Form) kitabının manifesto sayılabilecek giriş yazısında, Louis Sullivan’ın “Biçim her zaman fonksiyonu izler,’’ cümlesini içeren uzun yazısından alıntı yapar ve modernistlerin bu yaklaşımı 20. yüzyıla ne kadar yanlış anlayarak uyarladığını vurgular. Ben de aşağı yukarı aynı şekilde düşünüyorum; modernizmi yaratan motivasyonun ve dinamiklerin takip eden dönemlerde modernistler tarafından doğru anlaşılmadığı gibi doğru da aktarılmadığına, aynı zamanda içi boşaltılarak modern mimarlığın prensipleri sayılan bazı sloganlara dönüşmesine ve popüler kültüre malzeme yapılmasına tanık olduk. 20. yüzyılın son çeyreğinde inovasyon pek çok alanda rekabette belirleyici olmaya başladı. Aslında tüm olan biten, gelişime adapte olabilme becerilerimizi geliştirmekti. Hatta bu beceri bir gereklilik olmanın ötesine geçerek zorunluluğa dönüştü. Nicelik artışı yanında nitelik ihtiyacı da arttı ve artık mimarlık çok disiplinli bir yapıya büründü. Formu bir nesnenin güçler diyagramı olarak kabul ederek fonksiyona entegre etme düşüncesiyse tasarıma farklı bir yön kazandırdı. Mimar, bu karmaşık hiyerarşik yapı içerisinde malzeme, detay bilgisiyle bir yapının kimliğini ve biçim/geometri bilgisiyle de kullanıcısıyla iletişimi duyular yoluyla kuracak olan dilini kompoze edebilecek alternatif/deneysel yeni metotlar geliştirmeye başladı. Formun geometrisinin barındırdığı potansiyel gücü, yapı programı ve yapının taşıyıcı sistemiyle ortaya çıkaran performatif modeller üreterek gelişen süreç, tüm disiplinlerin ürettiği bilgi ve hesaplamayla tasarımcının eş zamanlı geliştirdiği malzeme ve detay ilişkileriyle mükemmelleşip şekillenerek yapı programının ürettiği akılcı, işlevsel bir diyagramın ötesinde şiirsel (poetic) bir forma dönüşme potansiyeline sahip oldu. Sonuç olarak bizim için form arayışı, bir bilinmezi (mystical) pragmatik bir şekilde nesneye dönüştürüp onu yaratmak yerine, hikayesiyle (epic) ve bilgisiyle performatif bir şekilde deneylerle gelişen ve nihayetinde teknik anlamıyla da kusursuzlaşan bir yapının üretilmesi serüvenidir.

UMUT YAMAÇ, MIMAR VE TASARIMCI FOTOĞRAF: UMUT YAMAÇ IZNIYLE

Umut Yamac İtiraflar Orta okuldaki sanat dersinde Mimar Zaha Hadid’in Vitra İtfaiye İstasyonu’nun bir görseline denk gelmiştim. O zaman 17 yaşındaydım ve tasarım ve mimari

hakkında çok az bilgim vardı. Görüntü beni o kadar etkiledi, formunun bana hissettirdiği o açıklanamaz heyecan aklımı o kadar çeldi ki, o anda mimari okumaya karar verdim. Eğer mimari böyle bir duygusal tepki tetikleyebiliyorsa, daha fazlasını öğrenmek istiyordum. Aşk üzerine Sonuçta gerçekten mimar oldum ve mimari ve tasarımı mümkün olan en geniş anlamda uyguluyorum. Aynı zamanda bazı formlar bana hâlâ aynı heyecanı veriyor –bu tasarımın yüzeysel bir takdirinden ibaret olabilir miydi? Şimdi artık gereken eğitimi de aldığıma göre tasarım eleştirilerimde daha rasyonel ve düşünceli olmam gerekmez mi? Ve sezgi Burada aslında daha derin sezgisel bir içgüdünün söz konusu olduğunu savunurdum. Bir şeyin verdiği hisse karşı ilksel ya da içten gelen bir tepki. Bize sık sık “İçgüdülerine güven” derler. Sezgileriniz en dürüst tepkiniz olarak algılanır. Daha çok, büyük resmi görebilen genel bir bakış farz edilen, ama aynı zamanda bir şekilde elle tutulamayan, tanımlanması zor bir cevap. İçimden gelen ses bana formun daha geniş bir bütünün yalnızca bir parçası olduğunu söylüyor. Sezgiyle yönlendirildiğinde ilgi çekici, beklenmedik ve cazip sonuçlar veren bir bütün.

RICHARD HUTTEN, TASARIMCI FOTOĞRAF: RICHARD HUTTEN IZNIYLE

Richard Hutten “Form işlevi takip eder” deyimi çok sayıda iyi ürün üretilmesine yol açtığı gibi daha da fazla sayıda kötü ve sıkıcı ürün çıkmasına da neden oldu. Kariyerimin başlangıcında, 90’lı yılların başlarında “form konsepti takip eder” derdim. Bana göre konsept tasarımın çok önemli bir parçasıydı; bugün de öyle düşünüyorum. Daha sonra, Johan Huizinga’nın yazdığı bir makaleyi okuduktan sonra, bir Homo ludens (oynayan insan) olduğumu keşfettim ve bu ifadeyi “form eğlenceyi takip eder” şeklinde değiştirdim. Çünkü işlerimde dile getirmek istediğim buydu: Eğlenmek ve işlerimle eğlendirmek istiyordum. Bugünlerde “form özgürlüğü takip eder” diyorum. Tasarım geleneksel olarak bir problem çözme işi olarak açıklanır. Ben problem çözmem. Problemler negatiftir. Ben olasılık yaratırım. Kullanıcının tasarımımı benim ona söylediğim şekilde değil, kendi istediği gibi kullanması için olasılıklar… Sadece özgür olduğunda gerçekten mutlu olabilirsin. İşlerimde bunu dile getirmek istiyorum. Dolayısıyla işin formu çok önemli. İşin formu bir mesaj vermeli. Tasarımlarım konuşamadığına göre hikayelerini bildikleri tek dilde, yani formlarıyla anlatmak durumundalar.



Türk tasarımında soyutlama, maddesellik ve desen

40

Gökhan Karakuş

Sanat, tasarım ve mimaride formun doğası, Doğu’da, Batı’dakinden tamamen farklıdır. Görsel perspektifin, resim ve heykelde gerçekçiliğin Batı’da öncelik haline geldiği rönesanstan bu yana, doğulu ve batılı sanat biçimleri arasındaki farklar netleşti. Tasarım ve mimaride bu dönüşüm ayrıca, mimari formu malzeme ve zanaattan uzaklaştırıp antik Greko-Roman örneklerin görsel diline yönlendiren bir neo-klasisizm aracılığıyla da gerçekleşti. Roma, Bizans ve gotik mimarinin yanı sıra yerele ait örnekler, form, maddesellik ve süslemenin bütünleşmesine odaklanırken, neo-klasisizm, mimari formu yerel temelinin fiziksel gerçekliğinden büyük ölçüde kopardı. Toplamda sanat ve mimari, anlamlarını öncelikle ekonomi ve siyasetle uyumlanmış bir bireysel ifadeden alan, münferit ve ayrı eylemler haline geldiler. Rönesans hamilerinden Barok ve Aydınlanma Çağı soylularına, 19. yüzyıl emperyalistlerinden ilk sanayicilere kadar, gerçekçi perspektife dayalı sanat ve onunla bağlantılı neoklasik mimari, ve dolayısıyla bu grupların beğenileri, modernizmin ortaya çıkmasına kadar siyasi ve ekonomik gerekliliklerin hizmetindeydi. Osmanlı Dönemi’nin Türkiyesi gibi Doğulu kültürlerde, sanat, mimari ve tasarım arasındaki ayrım hiçbir zaman bu şekilde olmadı. Görsel yaratıcı pratiklerdeki her türlü form yapımı, insan ifadesini daha kapsamlı kozmolojik bir dünya görüşüyle bağlantılandıran bütünleştirici bir anlayıştan kaynaklanıyordu. Bu şekilde Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasındaki yapma biçimleri, dayanağını Doğulu inanışlardan alan bir yerel maddi koşullar karışımına bağlı işlevsel ihtiyaçlarla uyumlandı. Bireyin oynadığı bir rol olsa da, (bu rol) her zaman insan, doğa ve evreni bir araya getiren daha kapsamlı bir felsefenin aracı oldu. Batının bilim, sanat, din olarak bildiği şeyler 19. yüzyıla kadar Doğuda sadece, insanın maddesel gerçeklik içinde dünya ile arasında anlamlı ilişkiler kurma biçimleri olmaktan ibaretti. Objeler arasındaki bu bağlantı ve yapma eylemi üzerinden daha geniş evrensel prensiplerle kurulan çağrışım Türkiye’de örneğin tekstil, seramik ve metal gibi zanaat üretiminin malzeme kültüründe 20. yüzyılda da devam etti. 20. yüzyılın daha sonraki dönemlerinde modernizmin estetiğiyle zanaatın birlikteliği, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İlhan Koman ve Sadi Diren gibi isimlerin sanat/tasarım eserlerinde başarıyla ifadesini bulacaktı. Bu modernistlerin geliştirdiği geleneksel estetikle uyumlu yeni nesil formlar, form üretiminin temelindeki uzun soluklu Doğu temelli soyutlama akımlarının önemine tanıklık ediyordu. Bu noktada bilgi ve form yaratımının kritik önemdeki aletlerinden biri olarak Doğu mimarisi ve tasarımında soyutlamanın rolüne dönüyoruz. Osmanlı ve Doğu dünyasında soyutlama, insanla çevresi arasında derin ilişkiler yaratma sürecinde önemli rol oynadı. Soyut geometri ve desenlerin uygulanması kısmen,

Türkiye gibi Doğulu kültürlerde, insanı çevreleyen binalar, iç mekanlar ve objeler gibi eserler üreten görsel ifade biçiminin matematik olmasına bağlıydı. Burada İlhanlı, Selçuklu ve Timur İmparatorluklarının devasa mimari eserlerine dikkat çekebiliriz; bunlar daha sonra, Doğu’nun modüler geometrik ve matematik tasarım yaklaşımının örnekleri olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun daha büyük çaplı projelerine evrildiler. Görsellik önemli olsa da, maddesel gerçeklikle birlikte daha geniş Osmanlı kozmolojisi tarafından kapsanan kişisel bir bakış düzeyindeydi. Bireysel uygulayıcının rolü, yerel teknikleri bu soyut geometrilere adapte etmekti. Bu yaklaşımın önemli özelliklerinden biri, geometrik desen uygulamasıydı. Bu şekilde, epistemolojiyle matematiği birleştiren Osmanlı kozmolojisi tarafından desteklenen geometri, desen ve malzeme, Doğu kültürü ve dünya görüşünün kalbinde yer alan bir yaratıcılık biçimi için merkezi önemdeydi. Yüzyıllar boyunca Doğulu form yaratma ustaları bu yönteme bağlı kaldılar. Örneğin Türk Osmanlı İmparatorluğu’nda geometriyle desen arasındaki bu birlik, duvar yüzeyleri ve mimaride kullanılan 114 farklı geometrik deseni bir araya getiren 30 metre uzunluğundaki Topkapı Parşömeni’nde kolaylıkla görülebilir. İslam dünyasında inşaattan sorumlu zanaat ustalarının kullandığı bu parşömen, bölgenin melez Avrasyalı kültüründe birincil tasarım fikri olarak geometrinin rolüne ışık tutuyor. Mimaride neoklasisizmin ve daha sonra modernizmin yaygınlaşmasına rağmen, bu geometrik ve desen temelli soyut kompozisyon biçimleri Türkiye’de 20. yüzyıla kadar önemini korudu. Özellikle de zanaat olarak bildiğimiz, dokumacılık, seramik, çömlekçilik, sepetçilik, metal işlemeciliği ve kuyumculuk gibi geleneksel sanatlar, işin ‘tasarımında’ geometrik desenlere dayanıyordu. Çoğunlukla soyut ama yine de zanaat, teknik ve malzemeye bağlı bu kompozisyon yöntemi 21. yüzyılda da bu sanat formlarında varlığını korudu ancak aşağıda araştıracağımız gibi mutasyona uğramış bir şekilde. Simge olarak desen ‘Doğu’nun kiç temsili olarak geometrik tasarım yaklaşımı 20. yüzyılda Türkiye’de, Osmanlı sistemini Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşmeci prensiplerine dönüştüren geniş çaplı kültürel değişimlerin mimaride ve yeni gelişmeye başlayan tasarım fikri üzerinde büyük etkileri oldu. Osmanlı lonca sistemine bağlı zanaatkarların yapma biçimleri ve el işçiliği yerini yavaş yavaş sanayileşmeye ve fabrika bazlı üretime bırakacaktı. Geleneksel sanat pratikleri devam etse de, modern hayatın koşulları nedeniyle sanatsal ve işlevsel önemleri azaldı. Bu dönüşüm karşısında geleneksel sanat ve el sanatı yöntemleri artık işlevsel ve epistemolojik temellerinden koptukları için yaratıcı önemleri de geriledi. Sonuç olarak geleneksel en sanatları, modernizm ve

sanayileşme karşısında yok olmaya başlayan kültürün sembolleri olarak, ‘performatif el sanatları’ şeklinde kemikleşti. Halı dokumacılığı, ahşap ve taş işlemeciliği gibi geleneksel sanatlar geleneksel geçmişlerinde takılıp kalarak, bugünün çağdaş modern ruhunda hiçbir zaman yer alamadılar. Dahası, geleneksel ve dekoratif sanat uygulayıcıları, Türkiye’nin batılı görünümlü elitleri ve sanatçıları tarafından eski moda bulundukları için, 20. yüzyılın ikinci yarısında güncel kültürün dışına, giderek yapay bir ticari anlayışın arka sularına ya da kırsal bölgelerden kente göçen lümpen çalışan sınıfların melez kentli söylemine doğru itildiler. Sistemden simgeye geometri Ne ilginçtir ki 20. yüzyılda Türkiye’de, tam da bu kesişim noktasında belli bir tasarım fikri ortaya çıktı. Ancak Türkiye’deki bu ilk önemli modern tasarım uygulamasına geçmeden önce tarihi arka planına bir göz atmakta fayda var. Dekoratif sanatlar ve malzeme kültürü Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıldan bu yana neoklasisizm, Art Nouveau ve Art Deco gibi bir dizi stil üretmiş olsa da, bunlar Osmanlı’nın klasik dönemine dayanan geleneksel sanatların kapsamı dışında kalan İstanbul ve İzmir gibi kent merkezlerindeki mimaride ve iç mekanlarda yoğunlaşıyordu. Raimondo D’Arcono’nun Art Novevau eserlerini ya da Seyfi Arkan ve Sedad Hakkı Eldem gibi Türk mimarların uyguladığı şekliyle Art Deco geometrik tasarımlarını bunlara örnek olarak gösterebiliriz. Ancak Türkiye’de tasarımın daha sonraki gelişimi çerçevesinde belki de daha önemli olan, 18. yüzyılın başlarında, örneğin sözde ‘Osmanlı Baroku’ ve bilgi sistemlerinin Doğu’dan Batı’ya dönüşümünün neden olduğu form anlayışındaki biçemsel ve simgesel varyasyonlar ile Osmanlı mimarisinin Batılılaşmasıydı. Mimarlık tarihçisi Doğan Kuban’ın tanımıyla “Osmanlı Baroku”, Avrupalı formları Osmanlı mimarisinin dekoratif projelerine utangaç bir şekilde entegre eden, 21. yüzyıla kadar devam edecek bir üslubun ilk aşamasıydı. Osmanlı/Doğu kaynaklı ve Avrupalı mimari tarzlarının bir karışımından oluşan bu üslup, mimari ve tasarımın bugüne kadar devam eden göstergebilimsel okumasına da temel oluşturdu. Malzeme ve teknik temelinden kopan Osmanlı ve Doğu mimarisi ve tasarımı böylelikle ideolojik etkenlere dayanan bir simgeler oyunu haline geldi. Bir başka deyişle, toptan Batılı yaklaşıma dönüş nedeniyle, Doğulu formların dekoratif özellikleri, kendi geometrik modüler tasarım sisteminden kopmuş simgeler olarak öne çıkartıldı. Daha sonra Türk mimarisinde, Türkiye’deki birinci ve ikinci ulusal mimari tarzları, tarzın uygulanmasındaki bu üslupsal yaklaşımın bir ürünü olarak görülebilir ki, burada ideoloji, özellikle ‘Türk formlarının’ simgesel temsilinin bir Türklük göstergesi olmasıydı. Türk Ulusal Mimari hareketlerinde Osmanlı formların uygulanması sembolizm ve ideolojinin mimari forma


SADI DIREN, SERAMIK DUVAR PANOSU, İSTANBUL ÜNIVERSITESI TOPLUM MERKEZI, BEYAZIT, İSTANBUL, 1972 Seramikçi Sadi Diren, Türkiye’de modern sanatsal seramik üretiminin zirve yaptığı 1950-1970 yılları arasında eserler veren bir sanatçı, tasarımcı ve seramik üreticisiydi. Bu dönemde Vitra ve Eczacıbaşı için ürettiği seramik karo ve duvar panosu tasarımları geleneksel Anadolu süsleme sanatlarına ait motif ve desenleri, modernist bir desen ve biçim ikonografisine entegre ediyordu. İstanbul Üniversitesi Toplum Merkezi’nde bulunan ve 1972’ye tarihlenen bu duvar panosu, geometrik karoların oluşturduğu soyutlamayı, Anadolu çinileri, kilimleri ve dokumalarında kullanılan süsleme sanatı geleneklerinden ilham alan soyut doğa motifleriyle birleştiriyor.


bazıları, modern öncesinin hemen göze çarpmasa da hâlâ var olan pek çok özelliğini kendi işlerinde güncel tasarımın önemli temellerinden biri haline getirdiler. Her biri kendi tasarım etoslarını yönlendirmek için bir geometri, soyutlama ve desen formunu malzeme tekniğiyle uyumlu şekilde kullandı. ‘Türk tasarımı’ kavramı işte bu çerçevede, Doğu bağlamında soyut geometri, malzeme kullanımı ve desenin oynadığı rolün ilgi çekici bir vaka incelemesi haline geldi. Geçtiğimiz 15 yıl içinde Türk tasarımında ortaya çıkan temalar genel anlamda bu bin yıllık dinamik içinde oluştular. Türkiye’nin mimari, sanat ve tasarımındaki malzeme kültürü tasarımcılara, form yaratma konusuna Osmanlı ve Selçuklu geçmişiyle aynı şekilde yaklaşmış olan bir koşul, sanat, tasarım ve mimariyi birleştiren melez bir yapma biçimi önerdi. Bu yaklaşımın önemi, bu tasarımcıların, öncelikle de seramikçiler ve mobilya tasarımcılarının, Türkiye ve Doğu’daki üretim biçimlerini modern sanat yöntemlerine doğrudan uygulayabilme becerisinde aranmalıdır. Yani, geometri ve deseni temel olarak alan form üretimi, tasarım, tasarım yöntemleri ve malzemenin getirdiği kısıtlamalar çerçevesinde gerçekleştirilerek bugün genel olarak ‘Türk tasarımı’ deyimiyle ifade edebileceğimiz şeyi ortaya çıkardı. Simgesel ve ideolojik olanın dayatmasıyla belirlenen geometriyi ve deseni kullanan ‘Türk görünümlü’ tasarımın kiç uygulamaları karşısında, Sadi Diren, Atilla Galatalı, Danyal Çiper, Azmi Koz, Aziz Sarıyer ve Adnan Serbest gibilerinin uyguladığı şekliyle modernist yaklaşım, Türkiye’nin geleneksel geçmişine daha sadıktır. İstanbul’daki bu iş merkezli tasarım bu işleri bir şeyler üretmenin Doğulu bir yolunu geliştirme konumuna getirdi ki bu da daha çok bu sanatların modern dünyaya başarılı şekilde uygulanmasıdır.

GORBON PANOSUNDAN BIR DETAY, CARLTON HILTON, YENIKÖY, İSTANBUL, 1960’LAR İstanbul merkezli seramik üreticisi Gorbon yapımı bu seramik pano, İstanbul Yeniköy’deki Carlton Oteli’nden. 1960’lı yıllara tarihlenen pano, ilhamını kısmen seramik, kilim ve dokuma gibi geleneksel sanatlardan alan ve modernist tasarım estetiğiyle kaynaştırılan Anadolu geometrik desenlerinin etkisini ortaya koyuyor. Seramiğin üç boyutlu kabartma

42

yüzeyi, dönemin uluslararası Modern Sanat estetiğiyle uyumlu bir geometrik soyutlama üslubuyla renk ve derinliği vurguluyor.

yukarıdan aşağıya uygulanmasının önemli bir olgusuydu ve bugün hâlâ, Türkiye’de 21. yüzyılın başından itibaren moda olan Osmanlı ve Selçuklu desen geometrilerinin sembolik kullanımıyla dolu yeni Osmanlı kiç mimarisinde devam ediyor. Türkiye’de 20. yüzyıl ortası modern tasarım ve modern sanatta soyutlama Ancak enteresandır ki, Türk tasarımında geometrik ve desen temelli yaklaşımı, ağırlıklı olarak 20. yüzyıl ortalarından itibaren istikrarlı ancak belli belirsiz bir şekilde varlığını sürdürüyor. Arkan ve Eldem gibi erken dönem 20. yüzyıl tasarımcıları Türk kaynaklı geometrilerle Art Deco gibi modernist tasarım stilleri arasında dekoratif bir sentez oluşturmaya çalışırken, yüzyıl ortasında modern sanat ve tasarımda soyutlamanın ciddi bir.. Türk kültürünün soyutlamaya duyduğu geleneksel ilgiyle uyumlu olan bu yeni yaklaşım dayanağını sadece mimariden değil, daha çok 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve Kuzey Amerika modern sanatından alıyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında soyut modern sanatın küresel genişlemesi ve küresel modernist sanat ve mimarinin etkisinin bir sonucu olarak Türkiye’de bir dizi modernist uygulayıcının işlerinde geometri ve desene karşı yeniden bir ilgi oluştu. Türkiye’de 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde geometrik soyutlamaya, geometri ve desene yeni bir ilgi sergileyen modern bir bakışla odaklanan sanatçılar, daha önemlisi mimarlar ve daha sonra tasarımcılar ortaya çıkacaktı. Mübin Orhon, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sadi Çalık ve İlhan Koman gibi sanatçılar geometri, desen ve soyutlamayı malzeme ve teknikle karıştırdılar. Mimaride Turgut Cansever, Hayati Tabanlıoğlu, Behruz Çinici, Sedad Hakkı Eldem ve Cengiz Bektaş geometri, desen ve modülü büyük çaplı mimari projelerde uyguladılar.

Ama belki de en çarpıcı gelişme, Sadi ve Belma Diren, Atilla Galatalı ve Hamiye Çolakoğlu gibi modernist seramik sanatçılarının uygulamalarıyla geleneksel seramik sanatında yaşandı. Örneğin bu Türk seramikçiler mimari kurgular için 1950’lerden 1970’lere kadar Türk ikonografisi içeren duvar panoları tasarladılar veya modern mimari kurguların mekan ve ışığını tamamlayan, geniş, geometrik iç yüzeyler oluşturan kabartmalı orijinal duvar karosu kombinasyonları geliştirdiler. Türkiye’de desen oluşturma yoluyla soyut formlar yaratma geleneğini kullanan bu tasarımlar, el sanatı temelli gelenekleri tasarıma, yepyeni ve modern bir form ve malzeme sentezine uyarladılar ki bunu, Türkiye’de modern tasarımın temellerinden biri, aynı zamanda dekoratif sanatta, malzeme kültüründe ve tasarımında Türk geleneklerinin devam ettirilmesi olarak görebiliriz. 20. yüzyılın sonlarında soyutlamayla ilgilenen modernist Türk sanatçılar ve kısmen mimarlar, soyutlama, malzeme ve deseni, modern tasarımda form üretmenin yeni bir yolu olarak yeniden değerlendirmenin zeminini hazırlayarak daha sonraki işlere temel oluşturdular. Geleneksel yöntemler kullanan tekstil, seramik, mozaik ve cam işlemeciliği gibi uygulama alanları 20. yüzyılın sonunda modern tasarımcılar tarafından ele alındılar. 1960’lardan 1980’lere kadar mobilya tasarımında Sadun Ersin, Sadi Diren, Danyal Çiper ve daha sonra Yıldırım Kocacıklıoğlu, Azmi ve Bedri Koz, Aziz Sarıyer ve son olarak Adnan Serbest’in işleri, geometri, soyutlama ve malzemeleri Osmanlı döneminin modern-öncesi formlarına benzer birleştirilmiş bir sistemde kaynaştırdılar. Aslında Türkiye tamamen modernleşmediği için, bu tasarımcılardan



ALESSANDRO MENDINI, MILANO, 2016 FOTOĞRAF: TÜRKÜ ŞAHIN


The maker Röportaj: Dilek Öztürk

Alchemia’dan post modernizme, Ettore Sottsass, Aldo Rossi, Andrea Branzi ile; ‘yan yana durarak’ yeni tartışmalar açan, geçtiğimiz yarım asırın yaratıcı sahnesine tanıklık etmiş bir isim Alessandro Mendini. Tasarımcı ile Casa Bella ve Domus’un editörlüğünü üstlendiği dönemden bugüne tasarım pratiğindeki 50 yıllık serüvenini konuştuk.


46

“Biz aslında Andrea Brandi, Massimo Morozzi gibi isimlerle de psikolojik mekan mimarlarıydık. Aldo Rossi ile de kiçin pozitif yönlerini ve getireceği kaliteyi anlamaya çalıştık.”

Dilek Öztürk: Günümüzde neden tasarım kritiği yapamıyoruz? Alessandro Mendini: Bugün tasarım kritiği diye bir şey yok. Çünkü dergilerin hepsi sadece bilgi iletmek üzerine odaklanmışlar ve bunu çok iyi yapıyorlar. Bugün internet üzerinden hiç bir filtreden geçmemiş birçok bilgi edinebilirsiniz. Bu bir problem çünkü yayıncılık alanındaki tavır çok yüzeysel bir hal aldı, problemleri derinlemesine incelemeyen, bilgiyi ayrıştırmayan bir tavır bu. Bir dergiyi kritikler paralelinde hayata geçirmek ve yayımlamak gerçekten çok zor. Eğer bugün bir dergi yapıyor olsaydım kesinlikle bütüncül bir bakış açısıyla işe başlardım. DÖ: Eğer bugün bir dergi yapsaydınız ne yayınlardınız? AM: Birbirinden farklı, çeşitli alanları bir araya getirirdim. Müzik, çevre, ekoloji, doğa, deneysel mimari, deneysel tasarım. Kesinlikle ‘maker’ kültürü ve Apple ve Samsung gibi devleri de kaleme alırdım. Hümanistik ütopya üzerine büyük bir hikaye yazardım. Kritiğin hikayesi aslında geçmişi çalışmak ve deşmek ile başlar. Bu da sizi iyi bir gelecek arayışına sürükler ki bu günümüzde neredeyse imkansız. DÖ: Daha iyi bir gelecek sizce mümkün değil mi? AM: Hayır. Bugün dünyanın durumu çok kötü, şiddetle donatılmış durumdayız. Mimarlar ve tasarımcılar olarak pozitif olmak zorundayız ama bu çok zor. DÖ: Mimar ve tasarımcı da iyi bir gelecek kurgulamak peşinde değil mi? Belki de yeniden başlamak, yeniden tasarlamak, üretmek için çok büyük bir kırılmaya ihtiyacımız var. AM: Evet belki. Şu an dünyanın içinde bulunduğu durum o kadar kötü ki, belki yeniden başlamak için bir şansımız olabilir. Dünya politik bir projeyi yaşıyor. Etik değerleri olmayan bir proje bu. Belki de yeni bir etik anlayışını inşa etmek ile her şeye yeniden başlayabiliriz. Ben, ‘maker’ hareketini yeni bir dönem olarak tarif ediyorum. ‘Maker’, tasarıma yeni bir akıl yolu ile yaklaşmayı içeriyor. Tabii ki çok taze bir dönem. Bence ‘maker’ ve geleneksel sanat ve zanaatkar üretimi ile yeni ve pozitif olanaklar bulacağız. DÖ: Artık filtrelerimizin olmayışı, bilgiye işlenmemiş hali ile ulaşmamız tasarım pratiğinde de geçerli olan bir şey. Tasarım haftalarında da benzer doku ve materyalleri görmeye alıştık. Otantikliğe ne oldu? AM: İstanbul’da şu an kaç tasarım okulu var? DÖ: Son yıllarda tasarım bölümlerinin sayısı hızla artıyor. AM: İşte bu en büyük problem. Mesela Kore’de de aynı durum söz konusu. Uluslararası olmaya çalışırken geleneklerini, değerlerini unutuyorlar. Bence bu çok büyük bir hata.

DÖ: ‘Maker’ hareketinin yeni bir dönem açtığından bahsettiniz. ‘Maker’ kavramı, bugünkü bağlamının ötesinde, aslında tasarım sahnesinde her zaman olan bir kavramdı. Bauhaus’ta da bu oluşumu izleyebiliyoruz. AM: Bugünün maker’ları ile Bauhaus maker’ları arasında büyük bir fark var. Bugünün maker’ları daha izole yaşıyor ve dünya ile iletişimlerini bir ekran üzerinden sağlıyorlar. Oysa Bauhaus bir okuldu. herkes birbiri ile konuşur, tartışır ve ‘yapar’dı. DÖ: ‘Yaparak öğrenme’ kavramı da yeniden okullara ve atölyelere girmeye başladı. AM: Evet ama artık geleneksel üretim teknikleri daha az kullanılıyor. Bir örnek vermek gerekirse, Casina, Zanotta gibi ünlü İtalyan üreticileri giderek kayboluyor çünkü etrafımızdaki her şey değişiyor. Dolayısıyla bugün ‘maker’ların üretim metodlarını değiştirebilme gibi bir güçleri ve olanakları var. Bu sebeple ‘maker’ hareketinin bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Maker’lar zamanımızın yeni ‘figür’leri. DÖ: Ettore Sottsass ile kurduğunuz Alchemia ekolünden bahsetmek istiyorum. Bauhaus okulunda da olduğu gibi, tartışma açabileceğin, fikir paylaşabileceğin ve en önemlisi yan yana durabileceğin insanlar bir dönemi değiştirebiliyor, yeni başlıklar açabiliyor. Alchemia zamanında nasıl bir atmosfer vardı? Alchemia’dan post-modernizme nasıl bir dönüşüm yaşadınız? AM: Benim kişisel deneyimim editörlüğünü yaptığım üç dergiye bağlıdır. Her birinde beş yıl çalıştığım Casabella, Modo ve büyük bir gemi olarak nitelendirdiğim Domus. Bu üç dergi de belli bir ideoloji üzerine kurulmuştur. Casabella radikal tasarım bağlamını açıyordu, Modo disiplinlerin birbirine karışmasını savunuyordu ve Domus post-modernizmi temsil ediyordu. Casabella aslında Arte Povera’nın temsiliydi. Modo da Alchemia dönemini temsil ediyordu. Casabella’da çalışırken Sottsass ile arkadaş oldum. Alchemia uluslararası bir akımdı, Londra’da Archigram’a bağlıydık. Birçok tartışmanın açıldığı, büyülü bir zamandan bahsediyorum. Alchemia dağıldıktan sonra radikal tasarımı savunan tüm tasarımcılar yavaş yavaş stillerini değiştirmeye başladı. Radikal tasarım dönemi, çok zorlayıcı ve hatta vahşi denecek kadar radikal projelerin yapıldığı bir dönemdi. Hepimiz komunisttik ve bu da endüstriye çok ters bir durumdu. Fikirlerimiz makineyi değil elimizi kullanmak üzerine temelleniyordu. Sonra her şey değişti. Sottsass ve ben renkleri kullanmaya başladık. Bize çok taze ve yeni gelen bu durum aslında fütürizmle ile bağıntılıydı. Bu; benim için fütürizm, Sottsass için pop-art ile sonuçlandı.

DÖ: Hatta belki Pointilizm diyebilir miyiz? AM: Evet, kendim için diyebilirim. Çünkü öğrenciyken idolüm olan Gaudi, Rudolf Steiner, Eric Mendersen’in ekspreyonizmi ile yetiştim. Biz aslında Andrea Brandi, Massimo Moronzi gibi isimlerle de psikolojik mekan mimarlarıydık. Aldo Rossi ile de birlikte kitsch’in pozitif yönlerini ve getireceği kaliteyi anlamaya çalıştık. Şu an gerçekleştirdiğim çalışmalar da bu karmaşık dönemden besleniyor. Şu anki çalışmalarımı patchwork olarak adlandırabiliriz. Eski malzemeyi yeni ile birleştirmek, farklı renk ve stiller eklemek… DÖ: Casabella, Modo ve Domus dergilerinin editörlüğünü yaparken, aynı zamanda tasarım pratiğini de sürdürdünüz. Dergilerden edindiğiniz kritik deneyimi, bir mimar ve tasarımcı olarak sizi nasıl etkiledi? AM: Ben 40 yaşımda mimar oldum. Çalışma hayatıma başlarken mimar olmak istemiyordum. yavaş yavaş mimar oldum. Benim tavrım her zaman çizim yapmak ve yazı yazmak üzerine oturmuştur. Eğer mimar ya da editör olmasaydım yazar olurdum. Mimar olduğumda önce Casabella’da çalışmaya başladım, derginin arşiv bölümünde projeleri düzenliyordum. Sonra iki yıl içinde derginin editörü oldum. Bir gazeteci olarak birçok üretici, fabrika, mimar ve tasarımcı ile iletişim kurdum. Dergi işine çok bağlıydım. Hayatımın %70’i gazeteci, %30’u da tasarımcı olarak geçiyordu. Önceleri Alessi ve Swatch gibi firmalar için sanat yönetmenliği ve koordinatörlük yaptım. Yani hala kurumlarla bir tasarımcı olarak değil bir editör olarak işbirliği yapıyordum. Koordinatörlük de editörlük altyapısından geliyor sonuçta. 50 yaşımda ilk mimari projemi gerçekleştirdim. Bay Alessi kendi evini tasarlamamı istedi. Sonra Hollanda’nın Groningen şehrinde biz müze tasarladım. Bu şekilde de şu an Milano’da çalıştığım atölyemi kurdum. DÖ: Sanat yönetmenliği ve dergi çalışmalarından gelen alışkanlıklarınız, sizi mekan ve obje tasarlarken daha güvende hissettirdi mi? AM: Ben her projeye önce edebi yönden yaklaşırım. Tüm projelerime yazarak başlarım. Eskizlerle çalışır, yeni tezler yazmaya çalışırım. Hala bir gazeteci olarak yazmaya devam ediyorum. “Scritti di Domenica” yani Pazar günü yazıları başlığı ile son 10 yılda yazdığım yazıları bir araya getirdiğim bir kitap çalışması yaptım. Çünkü burada, atölyemin üst katında yaşıyorum ve pazar günleri yazı yazıyorum.



Yaşam biçimlerimiz üzerinden bellek oluşturmak

48

İçinde bulunduğumuz çağın yansımalarını farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerin gündelik hayatı biçimlendirmesiyle deneyimliyoruz. Her kültür kendi ikonlarını yaratırken, bu ikonları toplumsal belleğe kazandıran kurumlar da, kendi içlerinde bir hafıza arşivi oluşturuyor.

VitrA Eczacıbaşı Yapı Ürünleri Grubu Tasarım Direktörü Erdem Akan ile VitrA’nın özünde olan tasarım kavramına bilimsel olduğu kadar sezgisel de yaklaşarak bir tasarım kültürü ve hafızası oluşturmaya yönelik çalışmalardan, bu çalışmaların gelecekte alacağı formlardan bahsettik. Design Unlimited: Erdem, VitrA’da kaçıncı senen? Birlikte nasıl bir yol kat ettiniz? Erdem Akan: İki yıl dokuz ay oldu. Açıkçası, VitrA bundan çok daha öncesinde, benim için her zaman uzaktan saygı ve sevgiyle izlediğim bir tasarım markasıydı. Önce, yaklaşık iki buçuk yıl kadar bir danışmanlık sürecimiz oldu. Bu, tasarım süreçleri, tasarım politikaları ve inovasyon meselesi nasıl olmalı gibi konuların ele alındığı, bir yandan İnovasyon Merkezi’nin gibi projelerin tasarlandığı bir işbirliğine dönüştü. Dolasıyla VitrA’ya tam olarak ne zaman geçtim, nasıl çalışmaya başladım çok somut bir cevap veremiyorum. Çok yumuşak bir şekilde gerçekleşti her iki taraf için de. Bir yandan bir tasarımcının kurumsal çalışması kolay mıdır, zor mudur diye hep soru işaretleri vardır. Kolay olmasını beklemiyordum ama VitrA ve benim VitrA ile olan ilişkim bunu çok kolaylaştırdı. Sanırım, onların da benim gibi norm dışı bir tasarımcıyla –kendimi öyle görüyorum– bu şekilde birlikte olması, geçişin yumuşak olmasını sağladı. DU: Danışmanlıkla birlikte başlayan tasarım süreçlerini açabilir misin? EA: VitrA benim için her zaman Türkiye’deki en önemli tasarım markalarından bir tanesiydi. Tasarım VitrA’nın DNA’sında, yani özünde olan bir kavram. Diğer yandan, kurum dışından tasarımcılarla çalışmanın doğruluğuna inanan birisiyim. Bu kapının açılmasının ve işbirliklerinin, konuşmaların, tartışmaların, başarılı - başarısız projelerin, denemelerin hep devam etmesinden yanayım. Bu bir anlamda çok iyi bir şey çünkü sürekli olarak taze kalıyorsunuz, farklı fikirlerle ve farklı yerlerde dolaşan insanlarla kendi fikirlerinizi bir nevi dölleme ve melezleme şansınız oluyor. Yalnız bunun dışında da içerideki oluşum bence kalıcılığı sağlıyor. Aksi takdirde bir hafıza oluşturmanız zor. Bu hafızanın bir kısmı pazarlamada olabilir, bir kısmı finansta, bir kısmı da üretim birimlerinde olabilir. Eğer şirketinizin içerisinde tasarımsal bir bellek yoksa, o zaman bütün bu biriktirdiklerinizi, dışarıdan işbirliği ile gerçekleştirdiğiniz melezlemelerinizi doğru bir havuzda biriktiremezsiniz. Eğer VitrA’ya bir katkım varsa, sanırım bu hafızanın ve belleğin toparlanması ve daha verimli kullanılması açısından oldu. Örneğin kurum içerisinde, karo ve banyo ürünlerini tasarlayan ekipler ayrı birimler halinde çalışıyorlardı. Teşhir ve mimarlık ekipleri bu birimlerle ilişkili

değildi. Bütün bu ekipleri bir araya getirdik ve bence bu yeni kıvılcımlar da oluşturdu. DU: Bir tasarım belleği oluşturulması anlamında VitrA kendi içinde tasarım kültürünü besleyen ve günlük hayatımıza yansıtan bir kurum. Bu anlamda VitrA’nın şimdiye kadar çıkarmış olduğu ikonik ürünler üzerinden bir kronolojik çalışma mı yapıyorsunuz? EA: Evet VitrA’yı anlatmak için VitrA’nın geçmişte tasarım ikonları olarak neleri ürettiğini dökümante ettik. ve bu ikonları görselleştirmeye çalıştık. Bu aslında iki amaçla yapıldı. Birincisi VitrA’yı kurum içinde ve dışında tasarım olarak nasıl anlatabiliriz merakıyla yapıldı. VitrA’nın çok geniş bir portföy var. Bu ürün portföyü içerisinde çalıştığımız müşteriler ve iş birliği yaptığımız üçüncü partiler, tasarımcılarla yaptığımız işler gibi yıllar içinde üretilmiş, yüzlerce, binlerce üründen bahsediyoruz. Bütün bu arşiv içerisinde bazı ürünler diğerlerinden ayrışabiliyor. Bunlar tasarım değerleri, uzun süre dayanmış olmaları ya da teknolojiyi insanlaştırmaları ile ayrışıyor. DU: Bu arşivi bir nevi kürate ettiniz. EA: Aynen öyle. Baktığımız zaman bütün bu ikonların kendine ait bazı hikayeleri var. Bu çalışma, Türkiye’de ilk aç-kapa armatürün hikayesini, dijital tuvaletin nasıl korkutucu olmayan, daha insancıl hale geldiğini ya da Ross Lovegrove ile İstanbul serisindeki ikonikleşmiş ürünleri de kapsıyor. Bu, açıkçası tasarımcıyla çıkmış bir anlatım değil, ürünle çıkmış bir anlatım. Bu sebeple de posterde tasarımcıların resimleri yok. Genelde bu konularda yapılan birkaç uygulama vardır, tasarımı tasarımcı üzerinden konuşma alışkanlığımız vardır. Biz dedik ki; evet biz her zaman bunu yapabiliyoruz ama bu yarattığımız görsel manzarayı, son yirmi yılın görsel peyzajı gibi; tasarımsal açıdan bakıldığında ne gibi değerler arasında toparlayabiliriz diye sorduladığımızda böyle bir çalışma ortaya çıktı. DU: Bellek oluşturma, bellek kazandırma anlamında örnek bir çalışma. Bunu sergi ya da başka bir mecrada görebilecek miyiz? EA: Bu çalışmayı öncelikli olarak fuarlarda VitrA’yı anlatmak üzere kullanacağız. Bizi tanımayan birisine ilk sözü söylerken, daha tasarımsal bir ton kullanmak çok etkili. VitrA ile ilgili en sevdiğim konulardan bir tanesi de VitrA’nın konservatif olmaması. Modern marka kesinlikle bugün böyle yaparım, yarın öbür türlü yaparım anlamında bir tutarsızlık demek değildir. Modernite bazen Türkiye’de bütün değerlerin ve bütün birikimlerin gözden çıkarılması şeklinde de anlaşılabiliyor. VitrA’da bu böyle değil, bunlar sorgulanabiliyor. Nasıl bir güncelleme yapılabilir diye bakılıyor. O anlamda bir köleleşme yok. Bu çok iyi bir şey. Öte yandan da

bunlara sahip çıkılması gerekiyor. Biz de ICONS projesinde bu sahiplenmenin tasarıma düşen kısmını yaptık. Dolayısıyla yeni tasarımcılarla çalışırken de, onlara VitrA nedir anlatmak için ICONS projesinin doğru bir yol olduğunu düşünüyorum. DU: Türkiye’de modernite tam oturmadı dedin, kurumların da buna tepkileri farklı olabiliyor. Dediğin gibi bazen bütün değerler bir kenara konabiliyor, bazen tam tersi. Bu anlamda bu sene Milano Tasarım Haftası’nda gerçekleştirilen Bath Time Good Time sergisi VitrA’nın modernite anlayışının da bir yansıması oldu. EA: Doğru. Bath Time Good Time öncelikli olarak bir tasarım araştırmasıydı. Sergi projesi, bu tasarım araştırmasının sonuçlarının büyük bir açık yüreklilik ve samimiyetle paydaşlarla paylaşılmasıydı. Bu Milano Tasarım Haftası gibi dünyadaki bütün tasarım meraklılarının “yeni ne var, dünya nereye gidiyor” diye merak ederek geldiği bir ortamda yapıldı. Türkiye’de kaç şirkette ürün göstermeden proje yapabilirsiniz bilmiyorum ama bu sene Milano’da deneyimlediğimiz sergi çok ilginçti. VitrA büyük adetlerde üretim yapan, kitlesel düşünen, çok büyük bir firma ve farklı farklı coğrafyalara satış yapıyor. Bütün bu coğrafyaların hâlâ tabu olan “tuvalette ne yaptığımız” meseleleriyle ilgili bir sürü farklılıkları var. Şimdi siz hem büyük adetlerde üreteceksiniz, hem de farklı sosyo-ekonomik koşullar, farklı değer setlerine sahip ülke ve pazarlarda varlık göstereceksiniz. Bu çok kolay bir operasyon değil. Bunun için kültürel ve zihinsel altyapıların araştırılması gerekiyor. Bu sadece ticari bir faaliyet değil, bundan sonra yapılacak projelere diyalog başlatan bir oluşumdu. Yani tuvalet hakkında konuşmak çok alışkın olduğumuz bir şey değil. Dolayısıyla bir diyalog başlatmak istiyoruz. Bu da o diyaloglardan bir tanesiydi. DU: Banyo kullanımı ile ilgili alışkanlıklar ve anılara bağlı bireysel hikayeler de vardı. Bath Time Good Time hem mekan olarak, hem birebir ürün olarak konsept bir projeniz olarak kalacak mı? EA: Aslında evet o anlamda kavramsal bir anlayışa sahip ama projenin böyle kalmaması iki anlamda söz konusu. Bir tanesi buradaki akıllar, projeler nasıl ürüne dönüşebilir? Bu çok rahat ve standart bir uygulama değil. Bunu samimiyet ile söylüyorum bu yeni bir uygulama, yeni bir yaklaşım. Yani tasarım araştırmasından ürüne dönmek çok büyük firmaların, büyük tasarım merkezli firmaların yapabildiği, başarabildiği şeyler. Genel olarak yaklaşım şöyledir; pazarlama ekipleri pazar boşluklarını ve rekabetlerden dolayı fırsat yaratacak alanları tespit eder, bunlarla ilgili görüşlerini paylaşırlar ve bu briefler doğrultusunda tasarım


“Eğer bir tasarımcı, sadece tasarımla uğraşıyorsa tasarımda da ne kadar iyi olabilir bilemiyorum. Tasarım etrafındaki yazma, çizme, düşünme aktivitelerini de yapma zorunluluğumuz var.”

ERDEM AKAN, VITRA TASARIM DIREKTÖRÜ

eski alışveriş merkezi zaten bizde. İlk önce oraya sahip çıkıp, nasıl daha hak ettiği kalitede olması gerektiğini anlamak, kullanmak gerekiyor. Fakat İtalyan için bu böyle değil. İtalyan hakikaten Vespa’ya biniyor, o takım elbiseyi giyiyor, o Espresso’yu içiyor. Yani kahve fincanını tasarlayacağı zaman kendi içeceği kahve fincanını tasarlıyor. Bizim tasarımcılarımız o kahveyi de içmiyor, o lokumu da yemiyor, o çarşıya da gitmiyor. Kültürün takibini ve devamlılığını samimiyet oluşturur. Benzer durum Türkiye’de tasarım eğitiminde de var. Benim Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde uygulamayı sevdiğim bir yöntemim vardı, öğrenciye tasarımı için “Peki, bu ürünü sen beğeniyor musun?” diye sorduğumda “Evet, hocam çok beğeniyorum, çok iyi yaptım,” diyor. Diyelim ürün bir lamba, “O zaman, senin için bunu ürettireceğim bir yıl o lamba ile yaşayacaksın. Arkadaşların gelecek o lambayı görecek, kız arkadaşın görecek, sen her sabah kalkacak o lambaya bakacaksın. Bununla bir yıl yaşar mısın?’’ diyorum. “Ben bir daha yapayım,” diyor. Tasarımcı şunu çok kolay diyebiliyor, “Nasılsa ben kullanmayacağım, birine hediye edeceğim; o ne yapacak bilmiyorum.” Tasarım bir değer yaratma meselesidir. O değerleri anlama ve sonra o değeri tekrar yaratma konusunda bence samimi olmak zorundayız. Samimiyetsiz olduğunuzda değer yaratamazsınız. Aslında bu kadar da basit bir şeye dayanıyor. Dolayısıyla bütün bu projeler, bizim değerlerimizi anlama konusunda önemli. Biz de bu yüzden Bath Time Good Time gibi projeler üretiyoruz. “Bath Time Good Time’ın yarattığı değer nasıl ticariye dönüştürülebilir ya da ticari olarak sergilediğimizde nasıl daha değerli ürünler kullanabiliriz?” ana sorunsalımız bu. DU: Herkesin algılayabileceği samimi bir dil oluşturmakla ilgili aslında. EA: Evet. İşletmede seramik üreten ustanın, bu görseli görmesi ve bir sonraki ikonu onun yapacağını, onun üreteceğini bilmesi, bu heyecanı duyması ya da bu süreçte ben de vardım, bu alfabenin bu harfini hatırlıyorum demesi çok önemli.

FOTOĞRAF: ELIF KAHVECI

ekipleri o hedefi yakalamak üzere tasarım yaparlar. Bu tasarımlar sırasında kavramsal düşünebilirsiniz, daha kavramsal yaklaşabilirsiniz ama günün sonunda gösterilen hedefe doğru gidersiniz. Burada ise bir hedef yok, bir boşluktan yola çıkılan, boş bir sayfandan başlanan ve daha önce VitrA’nın içinde bulunmamış, dışarıdan tasarımcılarla yoğun bir şekilde çalışılarak yapılan bir proje var ortada. O anlamda bence bir ilkti. Dolayısıyla kavramsal meselenin nasıl pratiğe döneceği konusunun çok kolay olmadığını kabul ediyorum. Yani bu ağır bir görev, iyi ki pazarlama bölümünde değilim diyorum. Günün sonunda burası ticari bir kurum, bu araştırmalar ve çalışmalar aslında ticarileşmek ve tasarımda fark yaratmak adına yapılıyor. Dolayısıyla bunların firmam adına nasıl ticarileşebileceği konusunun da takipçisi olacağım. DU: Sonuçta araştırma, ürüne çevirmek, tasarım süreçlerinden bahsediyoruz. Senin de hem tasarımcı hem küratör kimliğin var. Bana artık tasarımcı aynı zamanda iyi bir küratör olmalı gibi geliyor. EA: Evet küratör ya da başka bir şey olabilir. Eğer bir tasarımcı, sadece tasarımla uğraşıyorsa tasarımda da ne kadar iyi olabilir bilemiyorum. Tasarım etrafındaki yazma, çizme, düşünme aktivitelerini de yapma zorunluluğumuz var. DU: Bu noktada da ümit vaat eden, bizi burada tutan oluşumlar var. Birbirini tetikleyen ve domino etkisi yaratan topluluklar oluşuyor. EA: Bence burada bize çok büyük görev düşüyor. Hem firmayı, hem de benim kuşağımdaki tasarımcıları kastediyorum. Şu anda en aktif olan kuşağız, bir şekilde etkin ve kritik noktalardayız. Sonuçta genç tasarımcıların bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmemeleri için her türlü yolu ve kapıyı açmamız gerekiyor. DU: Artık açıyoruz da bir şekilde. Bizim jenerasyonumuzun şu dönemde eğitici rolü de var, akademi dışında çalışma hayatı olan, tecrübesini daha verimli bir şekilde öğrenciye geçiren, belki şekillendirebilen… EA: Bunun eğitimi veren tasarımcı için de çok büyük etkisi olduğuna inanıyorum. Ben o kadar tasarım okumadım, okuduğumdan daha fazla anlatmaya çalıştım. Anlatmak bence daha iyi bir eğitim, en azından anlatan için. Ortaçağ’da, İslam alimlerinin çoğaldığı dönemde uyguladıkları eğitim sistemi şuymuş: Hoca sınıfa girer ve öğrenciye anlattırırmış, hoca hiç bir şey anlatmazmış, dinlermiş ve sonra tartışırlarmış. Bu aktif anlatım sistemi. Ben de onu yaptım. Yani kişisel olarak eğitim yaptım. Orada tasarımı nasıl yaptığınızı anlatabilmeniz çok önemli. Bir an sınıfa geliyorum ve tasarım sürecinin sancılı olduğu ile ilgili şeyler duyuyorum. Ben öyle olduğuna inanmıyorum. Bu işin sezgisel tarafları kadar, antik bir sürü şeyinin olduğuna, metotlarının olduğuna ve bu metotların paylaşılması ve tartışılması gerektiğine inanıyorum. Çok basit olarak bir şey nasıl tasarlanır konusunun ve bir tasarım üzerine nasıl konuşulur konularının tartışılması, konuşulması ve geliştirilmesinden yanayım. Dolayısıyla da tekrar bu anlamda diyaloğun altını çiziyorum. Mesela Mendini bu bağlamda konuşulması gereken son derece etkileyici bir figür. Bence o dönemin İtalyan tasarım felsefeleri çok etkileyici. O dönemin denemeleri, yanılmaları ve ondan bir dil oluşturmaya çalışmaları, tasarımla konuşmak istemeleri çok heyecan verici bir şey. Bence kesinlikle ütopyalar aranmış, Mendini’nin kendisi de ütopya. Benim kendisine bir saygı duruşum var, “Mendini olsa ne yapardı?” diye düşünmeye çalışırım. Bazen saygı duyduğum tasarımcılardan biri olsa şu an bu durumda ne yapardı diye düşünüyor, onun gibi hissetmeye, empati kurmaya çalışıyorum. ICONS projesinde de ciddi bir dil var, o dili gözümün önüne getirmeye çalıştım. Sonra bu dili, bu grafiği başkaları da nasıl görür, nasıl bir alfabe oluşturabiliriz diye düşündüm. Tıpkı Mendini’nin yaptığı alfabeler gibi. Kendi içerisinde çoğulculuğa sahip, tek bir tasarım üniformasından ziyade, çoğulcu yapıda olan bir üniforma. DU: Bu çok önemli bir nokta. Kritiği en azından fiziksel olarak da yansıtmak, algılatmak gerekli. Bugün bir firmanın aslında hem duruşu hem de kritiği olarak sunulan alfabe, malzeme de çok önemli. Tasarım okullarında da bu bir örnek olarak nitelendirilebilse keşke. EA: Bence Türkiye’de gerçekten ihtiyaç olunan temel şey samimiyet. Biz bazı şeyleri sadece göstermiş olmak için yaşıyoruz. Turist geliyor, turiste elma çayı veriyoruz ama biz elma çayı içmiyoruz. Lokum veriyoruz, kendimiz lokum yemiyoruz. Turisti Kapalıçarşı’ya götürüyoruz, kendimiz Kapalıçarşı’ya gidip alışveriş yapmıyoruz; alışveriş merkezlerini tercih ediyoruz. Alışveriş merkezlerine karşı değilim ama dünyanın en


İyi haber! Yazı Sinan Logie

1955 - 1995 yılları arasındaki günlük hayat rutinleri üzerinden Türkiye’nin kültür belleğini inceleyen Tek ve çok sergisi, farklı endüstri kollarının hayatımızı nasıl biçimlendirdiğine ışık tutuyor.

JAN NAHUM’UN OTOSAN IÇIN TASARLADIĞI TURIZM ARACI “BÖCEK”, 1975 JAN NAHUM ARŞIVI

50

PAŞABAHÇE’NIN İSTANBUL, BEYOĞLU’NDAKI ILK MAĞAZASI, 1957 ŞIŞECAM TOPLULUĞU ARŞIVI

SÜMERBANK TESISLERINDE ÜRETIM, 1978 TUDİTA ARŞIVI

Bu sonbahar, SALT’ın küratöryel ekibi SALT Galata’da bir araştırma sergisiyle yine sahnede: Tek ve çok. Meriç Öner önderliğinde büyük bir ekip tarafından yürütülen araştırma projesi, SALT’ın üyesi olduğu Avrupa müzeler konfederasyonu L’Internationale’nin beş yıllık The Uses of Art – The Legacy of 1848 and 1989 [Sanat Kullanımları – 1848 ve 1989’un Mirası] programı kapsamında gerçekleştiriliyor. Sergi Türkiye’nin 1980’li yıllarda endüstriyel üretimin herkesin kullandığı nesneleri üzerine odaklanıp, ülkenin 1955 - 1995 arası sosyo-ekonomik ve politik dönüşümüne geniş açıdan bakıyor. İki yıl süren araştırma sürecinin endüstriyel sahadan bireyler ve söz konusu yılların coşkusunun ön saflardan tanıklarıyla yapılan röportajlar içerdiğini belirtmek önemli. İlk bakışta sergi, Türkiye’nin devlet kontrollü bir ekonomiden liberal ekonomiye geçtiği yıllara ait seri üretim ürünlerini barındırması sebebiyle, hafif bir nostalji tadını açığa çıkarıyor. Gerçekten de, akıllı bir seçki araba endüstrisinden, moda üretimine, ev ve yemek aletlerine kadar geniş bir çeşitliliği kapsıyor. Bu ürünlerden bazıları bugün kuşkusuz güncel Türkiye’nin kolektif hafızasının bir parçasını oluşturuyor. Bununla beraber, meşhur Amerikan blockbuster’larından çokça esinlenmiş, Dünyayı kurtaran adam (1982) gibi vintage Türk filmlerinden alınan görüntüler, ziyaretçileri “özgün kopyalar” konsepti konusunda sorgulamaya davet ediyor. Türk endüstrisi tarafından üretilmiş Batılı ürünlerin “kopyalarının” eleştirisinin ötesinde, sergi bu süre-

İNCI DERI’NIN İSTANBUL, FATIH’TEKI MAĞAZASI, 1960’LAR İNCI DERI ARŞIVI

cin arkasındaki yaratıcı katmanları okumak için yeni bir anahtar sunuyor. Ve “kopya” kavramı bir anda çok daha karmaşık bir şekilde, modellerin küreselleşen dünyada pozisyon almaya çalışan genç bir cumhuriyet tarafından yeniden tahsis edilmesi sürecine dönüşüyor. Bu noktada, bu “kopyalarda” gözlemlenen yaratıcılıkla, bizi sığ ve aldatıcı bir geçmişe hapseden güncel neo-Osmanlı öfkeyi karşılaştırınca, bir nevi hüzün kaplayabiliyor kalpleri. Neyse ki Bedri Baykam’ın Bunlar daha önce yapıldı (1987) adlı eseri mekâna hakim oluyor ve telif konusuna ince bir mizahla katkıda bulunuyor.

Kopya üretmek kavramına eleştirel bir gözle bakan sergi, Türkiye’nin kopyalama geçmişini inceleyerek bunun arkasındaki dinamikleri sergiliyor. SALT gibi bir sanat merkezindeki bu sergide, yalnızca Baykam’ın eserinin ya da Galeri Baraz’ın kataloğunun varlığı bazı ziyaretçilere şaşırtıcı gelebilir. Burada SALT’tan aşina olduğumuz, sanat eseriyle küratöryel müdahale arasındaki çizginin belirsizleştiği bir skenografi dilinin içindeyiz. Bu çerçevede, sergi Fransız sanat eleştirmeni Nicolas Bourriaud’nun İlişkisel Estetik (1998) kitabında da belirttiği teoril-

eriyle uğraşır gibi görünüyor: “Bağımsız ve özel bir alandansa bütün insan ilişkilerini ve onların sosyal içeriklerini teorik ve pratik başlangıç noktaları olarak alan bir grup sanatsal pratik”. Lisans ve lisansüstü öğrencilerine sunduğu workshoplar ile Tek ve çok bu ekseni kaçırmıyor. Workshoplar Sait Ali Köknar, Berkay Küçükbaşlar ve Murat Tülek önderliğinde gerçekleştiriliyorlar. Sonuçları serginin dinamik birer parçası olacaklar; tıpkı ziyaretçiyi kendi kopyalarını yaratmaya davet eden “kopya masası”nda olduğu gibi. İyi haber! SALT hâlâ bir sanat merkezi SALT’ın son zamanlardaki diğer sergileriyle karşılaştırılınca içeriğe olan yaklaşımdaki benzerlik ortada. Ancak yalnızca bir arşiv işi olmasından öte, Modern Denemeler 5: Aşı (Küratör: Aslıhan Demirtaş), Nerden geldik buraya?, Yazlık: Şehirlinin kolonisi ve Tek ve çok gibi sergilerin eklenmesi ile SALT, Türkiye’de antroposen çağda yeni bir kesit başlatmışa benziyor. Yer bilimciler ve katman bilimciler tarafından telaffuz edilen, jeolojik ve ekolojik dönüşümlerin insan faaliyeti sonucu gerçekleştiği yeni bir devre. Son olarak, çok katmanlı okumasıyla Tek ve çok nostalji veya tarihin daha derin bir okumasını arayan bir çok ziyaretçinin merakını şüphesiz tatmin edecek. Ancak güncel durumumuzu anlamak için tarih çok önemli bir alet çantası olsa da, kendimiz için olası gelecekler yaratmayı unutmamamız gerekir çünkü Rem Koolhaas’ın da dediği gibi: Geçmiş ikamet etmek için çok küçük. Gerçekten yeni bir “dünyayı kurtaran adam”a ihtiyacımız var.



Tasarımın yaşamsal boyutu Hayatlarımızda yer alan her dinamiği bozmak ve her parçayı yeniden bir araya getirmek bize daha önce sahip olmadığımız bir bakış açısı kazandırırken, hayatımızı da sorgulamamızı sağlıyor. Ayşe Birsel Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın kitabında yaşamımızın en büyük projemiz olduğunu vurgulayarak, bizi bir tasarımcı gibi düşünmeye yönlendiriyor.

52

Röportaj: Dilek Öztürk Dilek Öztürk: Sevgili Ayşe Birsel, “Daha önce ürün tasarımcısıydım, şimdi ise yaşam tasarımcısıyım,” diyorsunuz. Bir ürün tasarımcısı olmak ve bir yaşam tasarımcısı olmak arasındaki farkı anlatabilir misiniz? Ayşe Birsel: Yaşamımın en büyük projem olduğunu düşünüyorum. Bu doğrultuda tasarım süreçlerim için geliştirdiğim ‘Boz:Yap’ metodunu kendi hayatıma uygulamayı denemek adına bir karar aldım. Sonrasında farklı arka planlara sahip insanlarla birlikte, bakış açımı tamamen değiştirecek olan Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın atölyelerine başladım. Birlikte çalıştığımız müşterilerimizin sadece ürünlere odaklandığını farkettim. Her ne kadar ürünler insan hayatının bir bölümünü kaplasa da, daha bütüncül, kapsayıcı deneyimlerin her zaman daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bakış açımızın bu yönde değişmesi; günümüzde kullanıcılarımız ve müşterilerimiz ile birlikte nasıl tasarladığımızı şekillendirdi. Yaşam ve ürünler arasında bir köprü kurabilmeyi ve müşterilerimize kullanıcı deneyimini hayatlarının bir parçası olarak gösterebilmeyi amaçlıyoruz. DÖ: Evet, hepimiz hayatlarımızın küratörüyüz aslında. Kişiliğimizi yansıtan şeyleri bilinçli ve bazen de bilinçsiz olarak seçiyoruz. Bu, hayatımızda neyi tercih ettiğimiz ve hatta kimin yanında durduğumuza kadar değişiyor. Sizin yönteminiz de insanlara bu seçim ve yeniden kurgulama konusunda bir farkındalık kazandırıyor. AB: Boz:Yap; ofis sistemlerinden mutfak aletlerine ve otomobillere kadar ürün tasarımı konusunda uzun yıllardır geliştirdiğim tasarım sürecimi tanımlıyor. Bu süreç toplamda dört adımdan oluşuyor. Birinci adım ‘Bozmak’. Yani bir şeyi parçalamak, bağlamından koparmak. İkinci adım ise bakış açısı. Yani bu parçalara başka bir perspektiften bakmak. Üçüncü

adım ise ‘Yapmak’. Yani bu parçaları yeni değerler yaratacak şekilde yeniden bir araya getirmek. Son adım ise bir konsept, ürün, servis tasarımı ya da strateji üzerinden ifade etmek. Burada gerçekten önemli olan ‘Bozmak’ yöntemi. Bu yöntem önyargılarımızı ve kanıksadığımız bazı şeyler arasında kurduğumuz ilişkileri kırmaya yardımcı oluyor. Bir şeyi parçaladığınızda, onun hakkında şimdiden farklı düşünmeye başlarsınız. Bir şeyi parçalayacaksanız, aynı zamanda yeniden bir araya getirmeniz de gerekir. Her şeye sahip olamayacağınızı bilerek bir araya getirin. Böylelikle bazı seçimler yapma şansınız olur.

Bir tasarımcı gibi düşünmek hayatlarımızda olmasını istediğimiz değerlerin verimli ve etkin bir şekilde kullanabilmemizi sağlıyor. DÖ: Bu yönteminizi farklı alanlar, ülkeler ve kültürlere de yaymayı planlıyor musunuz? AB: Kesinlikle. Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın yöntemini son altı yıldır öğretiyor ve geliştiriyorum. Bu süreçten çıkardığım en büyük ders, insanların ne kadar olağanüstü bir şekilde yaratıcı olabildikleri. Yaratıcı olmak için tasarımcı olmamıza gerek yok. Bu yöntem; tüm yaş gruplarındaki insanların yaratıcı

düşünebilmeleri, kim oldukları, değerlerinin ne olduğu ve kendileri için yarattıkları hayatlar ile ilgili bir bütünlük kurabilmeleri için amacım haline geldi. Optimist bir şekilde yaratıcı düşünüyorum. Bir tasarımcı gibi düşünmek açık olmamızı, bir mola vererek hayatımızı izlememizi sağlıyor. Genellikle hayatın bize geldiğini düşünüyorum. DÖ: İnsanlar hep kendilerini ve kararlarını sorgular ve şu noktaya varırlar: Şunu farklı şekilde yapsaydım ne olurdu? Denize atlamak, risk almak ya da almamak… AB: Bence bu kişiye ve değerlerinin ne olduğuna göre değişiyor. Bazı insanlar için denize atlamak ve risk almak onların kim olduğunu tanımlar ve bu onlar için bir önceliktir. Dediğiniz gibi ben de dahil olmak üzere kendimizi hep sorgularız. Fakat hayatınızı tasarlamak, yaratabileceğiniz değerleri size anımsatır ve bazen de değerleriniz risk almak üzerine kurulmaz. Değerleriniz güzel bir hayat için ritüeller yaratarak daha sakin ve yalın olmak ile ilgilidir. DÖ: Tüm bunlar dışında mevcut ve gelecek projelerinizden bahsedebilir misiniz? AB: Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın, ekibim ile birlikte düşünme şeklimizin temelini oluşturuyor. Bunu farklı seviyelerde yapıyoruz: Sevdiğin Yaşamı Tasarla kitabı, atölyeler ve konferanslar… Bu; herkese bir tasarımcı gibi nasıl düşünülebileceğimizi öğretmek ile ilgili. Hepimizin bir hayatı var. Dolayısıyla bu düşünme biçimini öğretebilmek; bana paylaşabileceğim bir proje gibi geliyor. Aynı zamanda kurumlar için Sevdiğin İşi Tasarla yöntemini de öğretiyoruz. Sevdiğin Deneyimi Tasarla ise, kullanıcılarla birlikte üretme ve kullanıcı deneyimlerini anlamak üzerine geliştirdiğimiz temel bir tasarım metodolojisi. Bunlar dışında ürün ve servis tasarımları gerçekleştiriyoruz. DÖ: Günümüzde süreç, üründen daha önemli hale


“Bir şeyi parçalayacaksanız, aynı zamanda yeniden bir araya getirmeniz de gerekir. Her şeye sahip olamayacağınızı bilerek bir araya getirin. Böylelikle bazı seçimler yapma şansınız olur.”

AYŞE BIRSEL, KURUCU ORTAK BIRSEL&SECK, SEVDIĞINIZ YAŞAMI TASARLAYIN KITABININ YAZARI FOTOĞRAF: GREG ENDRIES

geldi. Özellikle tasarımcılar daha deneysel oldular. AB: Bence tasarım; önceleri daha çok endüstriyel tasarım ile ilgili iken, şimdi bir dönüşüm haline geldi. Bugün tasarım; iş tasarlamak, kullanıcı deneyimi tasarlamak, uygulama ya da daha interaktif hizmetler tasarlamak ile alakalı. Deneyim tasarımı Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın anlayışına dönüştü. Bu, birçok problemin çözümü için bir tasarımcı gibi düşünerek, tasarımı bu şekilde uygulamak ile alakalı. Bu yöntem bazen devlet projeleri, yönetim, endüstri ya da eğitim konularına da uyarlanabilir. Yani tasarımcı olmak için harika bir zaman. Yalnız bir tasarımcı olmak asla kolay bir şey değil. DÖ: Farklı disiplinler ve yaş gruplarından birçok kişi ile birlikte çalışıyorsunuz. Bu kişilerin kendi değerlerini tanımlamaları konusunda gözlemleriniz nedir? Ortak bir davranış var mı sizce? AB: Tamamen kendi değerlerini tanımlama konusunda ilham aldığım bir egzersizim var. Yaratıcı süreçte ilham, anahtar bir adımdır. İlhamı kişilerin bakış açılarının yerine yerleştiriyorum. İlham, şeyleri farklı görmenizi sağlar. İlham aradığınızda başka

örneklere bakarsınız; müzelere gidersiniz, kendinizi sanat, tasarım ve mimarlıkla donatırsınız. İlham, topladığınız, biriktirdiğiniz değerler ile ilgilidir. Kendi fikriniz değildir fakat kendi fikrinizin parçalarıdır ve tasarımınızda olmasını istediğiniz değerler ile ilişkilidir. Benzer bir şekilde yaşamınızı tasarladığınızda başka insanlar size ilham olur ve siz de bu çerçevede çalışmalar geliştirirsiniz. Bu bağlamda insanlara kahramanlarının kim olduğunu sormak ve bu kahramanları, değerleri ile ilişkilendirmelerini istemek bana yardımcı oluyor. Aynı tasarımda olduğu gibi; insanların değerlerini doğrudan düşünmesini ve bundan ilham almalarını sağlıyorsunuz. Sonrasında bu değerler tasarımınızın temeli haline geliyor. ‘Hafif’ bir şey tasarlamak istiyorsanız hafif malzeme, hafif mimarlık veya hafifliğin algısını araştırabilirsiniz ki bu da fikrinize dönüştürebileceğiniz bir değer sistemi haline gelir. DÖ: İnsanlar geniş bir bağlamda hayatlarında basitlik arayışındalar. Daha az tüketmek ve hatta kendilerini daha az kelime ile ifade etmek gibi. AB: ‘Yapmak’ gerçekten bununla ilgili. Bence

basitleştirmek aynı zamanda neye odaklanacağınızı kavramak ve her şeye sahip olamayacağınızı da anlamak demek. Ben de hayatımı basitleştirmeyi istiyor ve kendimi sorguluyorum. Bu çağımızda yaygınlaşan bir kavram. O kadar çok yöne çekiliyoruz ki, bu noktada ‘Yapmak’ gerçekten en önemli olanı seçmekle alakalı bir kavram haline geliyor. Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın kitabında, odaklanmak istediğiniz üç şeyi hayal etmenizi istiyorum. Tüm hayatınızı bu üç şeye yaklaştırmalısınız. Bir sonraki adım da ‘Boz’ yöntemi ile aynı. Duygusal, fiziksel, entellektüel ve ruhsal yollardan yeniden bir araya getirme süreci yaşıyorsunuz. Yani sizin için duygusal, fiziksel, entellektüel ve ruhsal olarak en önemli olan üç şeyi tanımlıyorsunuz. Bu sizin temelinizi oluşturuyor. Bu şeylerin farkında olmak, bu değerleri sıralamak yaşam tasarımınızın bir parçası haline geliyor. Bu konuda bir netliğe ulaştığınızda, bir şey çizebiliyor, modelleyebiliyor ve çizdiğiniz ya da modellediğiniz şeyi gerçekleştirmeye oldukça yaklaşıyorsunuz. Hayatınız da aynı şekilde, eğer hayatınız için bir fikri görselleştirebiliyorsanız, onu gerçekleştirebiliyorsunuz. DÖ: Bazı şeyleri de serbest bırakmalısınız, gitmesine izin vermelisiniz. AB: Kesinlikle. Tasarımınızı değiştirebilirsiniz. Bu; altı ay ya da bir ay için üç farklı şey olabilir ve sonunda tamam dersiniz. Esneklik size ait. İnsanlara her zaman şunu söylemişimdir: Sadece kağıt ve kalem yeterli, yeniden tasarlayabilirsiniz.


Gündüz, ışık, gece 25. yılını, Ulrike Brandi küratörlüğünde Türkiye’de ilk defa gerçekleşecek büyük bir ışık sergisi ile kutlayacak olan TEPTA Aydınlatma, dünyanın en iyi cam ve aydınlatma üreticilerini Türk mimar ve tasarımcılar ile eşleştirdi. Gündüz, ışık, gece sergisi 19 Ekim 2016 - 22 Ocak 2017 tarihleri arasında İstanbul Modern’de yer alacak.

ÖZLEM YALIM, MARKA DIREKTÖRÜ, TEPTA

54

FOTOĞRAF: TEPTA IZNIYLE

TEPTA Marka Direktörü Özlem Yalım ile sergideki global işbirliği süreçlerini ve Türkiye’deki aydınlatma tasarımı kavramını konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik. Design Unlimited: TEPTA olarak 25. yılınızda bir sergi, kitap ve bir sohbet programı ile sezonu açıyorsunuz. TEPTA’nın Türkiye ve uluslararası arenada aydınlatma ve mimari aydınlatma tasarımına katkıları ve kırılma noktalarından bahsedebilir miyiz? Özlem Yalım: TEPTA olarak, 25 yıl önce kurucularımızdan Robi Ebeoğlu’nun deyimi ile: “Aydınlatmanın estetik boyutuna duyulan özel ilgi ” sonucunda kurulmuşuz. O günden itibaren başta iGuzzini markamız olmak üzere kurduğumuz işbirlikleri bugün yaklaşık 30 marka civarında. 25 yıl süresince çok farklı ürünler ve projeler ile sürekli bir gelişim sağladık. Kapsamlı ve teknik aydınlatma gerektiren projelerden, mekandaki tek bir dekoratif avizeye kadar çok geniş bir alanda ürün ve hizmet sunuyoruz. Önceleri Cihangir’de olan merkezimizin, 2010 yılında Levent’e taşınması son dönemdeki en önemli atılımlarımızdan biri. Burada müşterilerimize ve çözüm ortaklarımıza daha geniş ve iyi bir ortamda hizmet sunabiliyoruz. Proje ekibimiz ile, özellikle mimarlara, daha işin en başında hem ‘doğru’ hem de ‘projeye uygun’ aydınlatmaları verilen bütçe limitleri içinde sunabilmek üzere çalışmalar yapabiliyoruz; bir açıdan mimarların işini inanılmaz derecede rahatlatabiliyoruz. DU: Türkiye’de ilk kez düzenlenecek bir ışık sergisine imza atıyorsunuz. Gündüz, Işık, Gece sergisinin temelleri nasıl atıldı? ÖY: 2016 yılı, kuruluşumuzun 25. yılı olunca bunu olabilecek en paylaşımcı biçimde anlatabilmek istedik. Yıllardır bizimle birlikte olan, birlikte çalışan, bizi ve ürünlerimizi takip eden kitle, diğer yandan da tasarım odaklı markalarımız ile etkileşim içinde ne yapabiliriz

diye düşündük. Ancak bu etkinlikleri tasarlamamızdaki ana etken, kuruluşundan bu yana aydınlatma sponsoru olduğumuz İstanbul Modern Müzesi’nin yaklaşımı ve desteği oldu. Projeyi hazırlarken aydınlatma dünyasında kendi alanındaki öncü isimleri araştırdık ve küratörümüz Ulrike Brandi ile tanıştık. Sergimize davet ettiğimiz Refik Anadol, Christine Brandi, Bilgehan Şenel, Melkan Gürsel, Murat Tabanlıoğlu, Emre Arolat, Enzo Catellani, William Brand, Tanju Özelgin ve Önder Kaya bizi kırmayarak yer bize özel işler tasarlamayı kabul ettiler. Diğer yandan iGuzzini, Lasvit, Aqua, Catellani & Smith, Brand van Egmond sergimizde, Simes markamız da kitap projemizde bizi desteklediler. Kitap için pek çok değerli mimar ve aydınlatma tasarımcısı yazıları ile bize destek verdi. DU: Kentin liman-ticaret-kültür ve yaratıcı faaliyetlerde bir düğüm noktası olan İstanbul Modern’de yer alacak bir ışık sergisinden bahsediyoruz. Sergideki çalışmaların bu mekanla ve mekanın içinde bulunduğu mahalle/bölge –ya da üst ölçekte İstanbul– ile nasıl bir ilişkisi var? ÖY: Küratör yaklaşımı ile hazırlanan her sergide olduğu gibi, bu sergide de tüm katılımcılarımızı Brandi tarafından ortaya konan bir kavramsal çerçeve etrafında bir araya getirmeyi hedefledik. Ulrike’nin son derece kapsamlı aydınlatma tasarımı geçmişinde doğal ışık ile ilgili çalışmalar büyük yer tutuyordu. İstanbul’da, özellikle boğaz manzarasını günün farklı saatlerindeki nasıl değişken bir görünüm kazandığı üzerinden sohbetlerimiz oldu ve bunu görseller üzerinden inceledik. Tasarımcı, mimar ve sanatçılardan oluşan katılımcılarımıza bu görselleri Ulrike’nin yazdığı bir metinle ilettik. Bu bağlamda her işş İstanbul’a ve bu ışık durumlarına kendince bir yorum getiriyor. Sunulan tasarım ve konseptlerin kentle ilişkisinin haricinde, sıcak cam işçiliği gibi tamamen yaşadığımızı

kentte ulaşabilir olduğumuz bir el imalatını, üretim biçimini de vurgulayan, ışıkla bu zanaatı buluşturan eserler sergide yer alıyor. DU: İşbirlikleri dışında bir de sanatçıların solo çalışmalarını göreceğiz. Refik Anadol ve Christine Brandi’nin çalışmaları tasarım işlerine nasıl eklemlenecek? ÖY: Refik ve Christine’in katılımının ardında, sergimizde sadece mimar ve tasarımcı yaklaşımı değil; bir de sanatçı bakış açısı katmak isteğimiz bulundu. Refik çalışmalarını yurtdışında gerçekleştiren ve kendi alanında şimdiden çok güzel işlere imza atmış, teknolojiyi temsil eden bir isim, güncel datanın ışığa yansıyan halini sunuyor. Christine ise, daha içsel bir deneyime sahip naif bir sanatçı; daha çok tiyatro oyunları için gerçekleştirdiği sahne aydınlatmaları ile ön planda yer almış. İşlerinde insan hep başrolde olmuş; bizim için tasarladığı işte de insanı, yani sergi izleyicisini başrole yerleştirdi. DU: Tasarımdan üretime ve sergilemeye dair uzun bir hikaye... Nasıl özetlersiniz? ÖY: Yıllar içinde pek çok benzer hatta daha kapsamlı işlere imza atmış biri olarak zorlu bir süreç geçirdiğimizi belirtebilirim. Uzun vadeli planlamalar yapmak ve sayıca fazla ve önemli kişileri bir araya getirmek durumundasınız. Bunu uluslararası bir platformda yapmak zaman farklarını, seyahat programları arasına sıkışan görüşmeleri de beraberinde getiriyor. Bazen talepleriniz yüzünden istenmeyen kişi de olabiliyorsunuz ama her bir işin belli bir zaman mecburiyeti var. Daha sonra hayallerin gerçekleşmesi, eskizlerin ete kemiğe bürünmesi süreci geliyor. Bol bol detay çözüp, malzeme tercihi yapılıyor; imalatçılarla çok sayıda görüşme ve yazışma, yerinde ziyaret gerektiriyor. Aynı anda düz cam, metal, sıcak cam, ahşap, tekstil imalatları planlayarak yürütmeniz, yada grafik tasarım ve LED mapping gibi süreçleri de geliştirmeniz ve yönetmeniz gerekiyor. Her bir projenin kendi aydınlatma gereksinimi var. Bu süreçte deneyimli bir tasarımcı olmak önemli olsa da aslında her şey ekibinizde bitiyor. Böyle bir projenin gerçekleşebilmesi için iki kelime önem kazanır: İletişim ve işbirliği. DU: Türkiye’deki aydınlatma tasarımı ve bu alandaki gelişmeleri dünya ile nasıl kıyaslarsınız? ÖY: Biz TEPTA olarak mimarlara, yatırımcılara ve son kullanıcılara teknik, tasarım ve estetik sunan bir kuruluşuz. Çok farklı markalardan derlediğimiz ürünleri kendi hizmet anlayışımız ile harmanlayarak, problemler için çözüm öneriyoruz. Türkiye’de bugün aydınlatma alanında tasarıma ulaşma bakımından hiç bir sorun bulunmuyor; istenilen her mekan için, her özellikte, zengin bir ürün çeşidi bulunuyor. Ancak her ürün elbette kalite bakımından sınıfı geçemiyor. Bizlerin Türkiye’de en büyük sorunu ekonomik bakımdan her zaman en alt seviyede yatırım yapıp kalite bakımından ise en üst seviyede beklentiye sahip olmamız. Aydınlatma gibi teknik bir alan bu yaklaşımı kaldırmıyor. Aydınlatma bir keyif işi olmaktan öte bir yatırım işidir. Türkiye’de henüz bu algı yerleşik değil. Dünyada tasarıma, kaliteye, malzemeye ve markalaşmaya verilen değer Türkiye’de maalesef geçerli değil; üstelik bu durum gün geçtikçe daha da olumsuz hale gelmekte.


www.tepta.com

Fungo - Campana Brothers

Nispetiye Mah. Aytar Cad. No: 24 Kat: 1-2-3 1.Levent - Ä°stanbul / 0212 279 29 03



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.