design
Supported by
katkılarıyla hazırlanmıştır
Art Unlimited
2006
Art Unlimited is a bimonthly published arts and culture magazine since 2006.
Get yo ur per s exclus onal copy ively a Milan Design t Via Ga Week etano Sbodio 33/2
Design Unlimited Architecture Unlimited
Design Unlimited is a biannually published design magazine since 2016.
Design Unlimited is a biannually published design magazine since 2016.
Limited Limited is an art newspaper published four times a year since 2016
unlimitedrag.com
2
unlimitedrag.com is an online publication that covers all printed Unlimited publications with additional digital content.
2017
to subscribe unlimitedrag.com
Edito Dilek Öztürk
4
Kazimir Malevich’n 1918 yılında tuval üzerine gerçekleştirdiği yağlı boya çalışması White on White, süprematizmin Ekim Devrimi sonrasındaki en iyi bilinen örneklerinden biri. Döneminin en radikal resimlerinden olan bu çalışma, bir dünya rekoru kırarak 60 milyon dolara satıldı. Renk, derinlik, hacim hissi olmadan, geometrik bir düzlemde kendi karakteristiğini yansıtan eser, design unlimited’ın ikinci sayısının kapağına ilham oldu.Yayının süreklilik desturunun simgesi olan kapağa bir kanvas gibi davranıp, bu kanvasın üzerine gündelik hayatta sıkça kullandığımız beyaz naylon bir poşeti çerçeveleyebilir miyiz? Bir şeyi speküle ettiğinizde onu öldürürsünüz. O şeyi öldürürken özgür ya da tarafsız olamazsınız. Yüzyılın dönümündeki estetik emperyalizmi, kendi aksesuarlarına aşık olmuş bir neslin sinyallerini verdi. Arzu nesnesi haline ge-
tirdiğimiz şeyler günlük rutinlerimize girdi, onlarsız yaşayamaz olduk. Adolf Loos, geçtiğimiz yüzyılın en önemli kültürel reformalarından biri olan Ornament and Crime yazılarında, mimarlıktan, mobilyaya, kıyafetten mücevhere kadar geniş bir ölçekte günlük hayatımızdaki ‘bezemeleri’ sorgular. Bezemenin eksikliği, entellektüel gücü gösterir der ve hatta o kadar ileri gider ki, sanat galerisi yok olduğu anda mutlu olunabileceğini iddia eder. Bugünün dünyasında ise, sanat/ tasarım eserinin sergilendiği müze ya da galerinin artık kişinin ve wifi bağlantısının olduğu her yer olarak adlandırabiliyoruz. Bu sayıda tasarımın herkese ulaşmadığı durumlara ne kadar toleranslı olduğumuza, tasarımcının da herkesle eşit olduğu durumlara ne kadar toleranslı olduğuna odaklanıyor, objenin müzeye ya da galeriye girdiği anda üzerine yüklenen anlamların hangi mecralarda karşılık bulduğunu inceliyoruz.
Design Unlimited Yıl Year 1, Sayı Issue 2 Yılda iki kez yayınlanır. Para ile satılmaz. Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz. Biannually published, 2 times a year. Distributed free of charge. Authors are solely responsible for the content of submitted articles. All rights reserved by Unlimited. Quotations not allowed without permission.
Yayın sahibi Publisher Galerist Sanat Galerisi A.Ş. Meşrutiyet Cad. 67/1 34420 Tepebaşı, Beyoğlu, İstanbul
Yayın direktörü Editors-at-large Merve Akar Akgün merveakar@gmail.com Yazı işleri müdürü (sorumlu) Editor-in-chief (responsible)
Merve Akar Akgün
Tasarım editörü Design editor Dilek Öztürk info@dilekozturk.com Fotoğraf ediörü Photography editor Elif Kahveci Tasarım Design Vahit Tuna Tasarım ve grafik uygulama Design and graphic application
Lara Patpat
Reklam ve proje direktörü
Advertising and project director
Hülya Kızılırmak
Kazimir Malevich’s oil on canvas painting, produced in 1918, White on White, is one of the best examples for suprematism after the October Revolution. This piece is known as the most radical work of its time and was sold for 60 million dollars, breaking a world record. This piece, reflecting its own characteristic on a geometric level with no colour, depth and volume, became an inspiration to design unlimited’s second issue cover. What if we take the cover, a symbol of publication’s continuity discourse, as a canvas and frame it with a white nylon bag we often use in our daily life? When you speculate something you kill it and you cannot stay free and neutral by doing so. The aesthetic imperialism in the turning point of the century indicated a generation who is in love with their own accessories. The objects of desire became our daily routine which we cannot live without. Adolf Loos’ Ornament and Crime, one of the most important cultural reforms of the last century, investigated the ornament in our lives in a wide range; from architecture, furniture, fashion to jewellery. Loos says that the absence of ornament shows the intellectual power and he even says that one can be happy when there is no art gallery provoking the ornament. In today’s world, the museum or gallery where the art or design object is exhibited, became any place where the person and wifi connection exists. In this issue, we are examining how we show tolerance when design is not for everyone and how the designer is tolerant when she/he is equal with anyone as well as questioning the object’s value when it enters to a gallery or a museum.
hulyakizilirmak@unlimitedrag.com Editör Editor Nazlı Yayla Ofis asistanı Office assistant İdil Bayram Katkıda bulunanlar Contributors Hazal Alıcıgüzel, François Leblanc Di Cicilia, Reza Ghodsi, Melkan Gürsel, Benan Kapucu, Gökhan Karakuş, Clémence Krzentowski, Nicolas Bellavance-Lecompte, Dominique Lévy, Sylvain Lévy, Julien Lombrail, Özge Mutlu, Ugo Petronin, Partrick Seguin, Deniz Tekkul, Gökberk Tektek, Nina Yashar Çeviri Translation Çağdaş Acar, Büşra Gündoğdu, Nilüfer Ersöz Son okuma Proof reading Ahmet Ergenç, Çağdaş Acar
İletişim adresi Communication address Passage des Petits Champs Meşrutiyet Cad. No: 67 Kat: 2 Beyoğlu, İstanbul E-mail info@unlimitedrag.com Instagram unlimited_rag Web www.unlimitedrag.com
Y E Nİ DISCOV ERY
DOĞANIN YENİ HARİKASI. landrover.com.tr / 0850 252 30 30
K ARŞINIZDA YENİLENEN TASARIMI VE ÜSTÜN OFF-ROAD PERFORMANSI İLE YENİ DISCOVERY. Yeni Discovery ile haritası çizilmemiş yerlere gitmeye, tutkularınızı daha ileriye taşımaya hazır olun. Bilinmeyene doğru çıktığınız her yolda, keşfetmenin heyecanını hep yeni baştan yaşayacaksınız. Siz de Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’na gelin, yeni yol arkadaşınızla tanışın.
İçindekiler Content
16
Dosya File Tasarım sahnesinin suflörleri
39
Whisperers of design scene
30
Söyleşi Interview Deyan Sudjic Londra Tasarım Müzesi Direktörü Director of Design Museum, London
34
Dialog Dialogue: Alper Derinboğaz & Luca Molinari Bugünün müzesi
6
The museum of today
Görüş Opinion
Tasarım ne zaman koleksiyon değeri taşır? When does design become a collectible item?
60
Portfolyo Portfolio Aslı Altay & Can Altay
65
Öğrenci projeleri Student projects
KUSURSUZUN EVRİMİ. YENİ BMW 5 SERİSİ. Sürücüsüz park özelliği, gece görüş sistemi, yarı otonom sürüş teknolojisi ve harekete duyarlı komut sistemiyle Yeni BMW 5 Serisi Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda sizleri bekliyor. Detaylı bilgi, test sürüşü ve kiralama seçenekleri için: 0850 252 10 10
Sheer Driving Pleasure
News Haberler Çeviri Translation - Büşra Gündoğdu
Frank Lloyd Wright’ın 150 yılı 150 years of Frank Lloyd Wright Museum of Modern Art, Frank Lloyd Wright’ın doğumunun 150. yılını kutlamak üzere muhteşem bir retrospektif hazırlıyor. “Frank Lloyd Wright at 150: Unpacking the Archive” başlıklı sergi, Wright’ın 1890'lardan 1950'lere kadar uzanan kariyerini daha önce sergilenmemiş işlerinin de içinde bulunduğu mimari çizim ve model, televizyon yayını, film, mobilya, tekstil, resim ve fotoğraftan oluşan 450 parçalık bir seçkiyle sunuyor. 1991 yılında American Institute of Architects tarafından “tüm zamanların en büyük Amerikalı mimarı” olarak tanımlanan, Prairie stilinin öncüsü, Fallingwater ve Solomon R. Guggenheim Müzesi gibi ikonik mimari eserlerin sahibi Wright, aynı zamanda bir iç mimar, mobilya tasarımcısı ve yayımladığı kitapları ve kurduğu mimarlık okuluyla bir eğitimci olarak bu sergide izleyiciye tekrar tanıtılıyor.
The Mile-High Illinois basın konferansından, 1956. The Frank Lloyd Wright Vakfı Arşivleri (Güzel Sanatlar Müzesi Avery Mimarlık ve Güzel Sanatlar Kütüphanesi, Kolombiya Üniversitesi, New York)
The Museum of Modern Art is preparing a spectacular retrospective exhibition to celebrate the 150th anniversary of Frank Lloyd Wright's birth. The exhibition, “Frank Lloyd Wright at 150: Unpacking the Archive”, features Wright’s career from 1890s to 1950s, with a 450-piece selection, including architectural drawings and models, television broadcasts, films, furniture, textiles, pictures and photographs. Wright, who is defined as "the greatest American architect of all time" by American Institute of Architects in 1991 and acknowledged as the pioneer of Prairie Style and who is the creator of the iconic works such as Fallingwater and Solomon R. Guggenheim Museum, is being introduced to audience again as an interior architect, furniture designer and an educator with the books he has published and the architecture school he founded.
Press conference unveiling The Mile-High Illinois (Chicago, Illinois), 1956. The Frank Lloyd Wright Foundation Archives (The Museum of Modern Art Avery Architectural & Fine Arts Library, Columbia University, New York)
15. İstanbul Bienali 15th Istanbul Biennial 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığıyla Elmgreen & Dragset küratörlüğünde gerçekleştirilecek. Sanatçı ikilisi bienalin başlığı ve kavramsal çerçevesini “iyi bir komşu, ev kavramını farklı açılardan ele alacak: gündelik deneyimler yoluyla davranış rutinlerinin ve değerlerin oluştuğu bir alan olarak tanımlanan ev, aynı zamanda bir aidiyet duygusunu ortaya çıkaran bir yer. Ev kavramını farklı açılardan ele alacak bienalde “ev”in nasıl farklı kimliklere dair ipuçları barındırabileceğini ve tarih boyunca kendini ifade etmenin bir aracı olarak nasıl işlev gördüğünü inceleyen projeler yer alacak. Newsweek tarafından "2017’de uğruna seyahat edilecek beş sergiden biri" olarak gösterilen 15. İstanbul Bienali, 16 Eylül-12 Kasım 2017 arasında gerçekleşecek.
Akın Nalça Yayınları'ndan yeni bir kitap A new book by Akın Nalça Publishing Akın Nalça Yayınları 2003’ten bu yana hepsi Bülent Erkmen tarafından tasarlanan, sadece tasarım konularından söz etmekle kalmayıp, kendi başlarına birer tasarım ürünü olan kitaplar yayınlıyor. Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık Akın Nalça Kitapları’nın on üçüncü kitabı olarak yayımlandı. Dünya sanat ve mimarlık tarihinin en netameli konularından ve özellikle son yıllarda hakkında üretilen metin sayısının giderek arttığı bir konu olan barok, Barok Aşırılık: Bir Modernlik Zemini’nde bir üslup üretim meselesi veya sanat tarihi kavramından ziyade, bir modernlik tartışması olarak ele alınıyor. Ana metnin yanı sıra sol sayfalarda çizimler, renkli resimler ve fotoğraflar eşliğinde metne eşlik eden parçalı metinler dizisi şeklinde kurgulanmış olan bu kitap, barok bağlamında kuramsal olanla imgesel olanın birlikte çapraz okumalarını yapmaya olanak vermek ve okuyucuya kendi kişisel okuma güzergahlarını çizme fırsatını tanımak amacıyla tasarlanmış.
Since 2003, Akın Nalça Publications has been publishing books, all designed by Bülent Erkmen. Not only discussing design, each of these books is a design itself. Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık (A Modern Ground: Baroque Extremity) has been published as the 13th book of Akın Nalça Books. Baroque is both a critical and a delicate issue in the history of art and architecture, and there is a growing literature on the topic. Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık (A Modern Ground: Baroque Extremity) approaches baroque as a question of modernity, rather than a production of style or a concept in the art history. This design of this book aims to make it possible to cross-examine the theoretical and the metaphorical approaches to baroque and enable readers to draw their own personal reading routes with the drawings, colorful pictures, and photographs on the left hand side, accompanying the main text.
8
The 15th Istanbul Biennial, "a good neighbour" will be curated by Elmgreen & Dragset. On the title and the conceptual framework of the exhibition, the duo stated: "The biennial will approach the concepts good neighbour and home from different perspectives. The exhibition will examine the clues homes can offer about different identities and the ways they can function as a tool of self-expression throughout history." Dealing with different aspects of home, various projects will be exhibited in this biennial. Listed by Newsweek as "one of the five exhibitions worth traveling for in 2017", the 15 Istanbul Biennial will take place between September 16 and November 12th, 2017.
Courtesy of Akın Nalça izniyle
Fotoğraf Photo - Ilgın Yerarslan Yanmaz
Serpentine Pavilyonu’nu Diébédo Francis Kéré tasarlıyor Diébédo Francis Kéré designs Serpentine Pavilion
Dünya Tasarım Zirvesi izniyle Courtesy of World Design Summit
Dünya Tasarım Zirvesi Francis Kéré tarafından tasarlanan Serpentine Pavyonu, 2017. Görseller Kéré Architecture izniyle. Serpentine Pavilion 2017, Designed by Francis Kéré, Design Render, Exterior, Courtesy of Kéré Architecture
Serpentine Pavilyonu’nun bu seneki mimarı Diébédo Francis Kéré olarak belirlendi. Burkina Fasolu mimar, Londra’nın değişken havası ve Kensington Gardens’ın yeşilliğini de içine alan cesur bir pavilyon tasarladı. Büyük bir ahşap diskin çatısını oluşturduğu ve dört yandan girişi olan yapı, Kéré’nin doğduğu yer olan Gando’nun ağaçlarından ilham alıyor: “Benim köyümde ağacın her zaman çok önemli bir yeri vardır. Dallarının altındaki gölgede insanlar biraraya gelir, önemli konuları, kararları tartışıp, hayat hakkında, aşk hakkında sohbet ederler. Ben de aynı fonksiyona sahip bir pavilyon tasarlamak istedim: Özgürlük ve toplum hissi yaratacak basit, açık bir sığınak.” Toplumsal ve ‘kent hakkı’ sorun ve sorularını işleyen etkinliklerin yer alacağı Serpentine Pavilyonu’nda ‘Park Nights’ isimli halka açık performans serisi de devam edecek. Kere’nin ekolojik ve toplumsal konulara cevap veren nitelikteki işlerinin arasında Burkina Faso’daki ilkokul binası ve Londra Royal Academy’deki ‘Sensing Spaces’ isimli sergisi de bulunuyor. The architect of the Serpentine Pavilion was appointed as Diébédo Francis Kéré for this year. The architect from Burkina Faso designed a brave pavilion that included the unsettled ambience of London and the greenery of Kensington Gardens. The building with a large wooden décor roof and four entrances, is inspired by Gando's trees, the place where Kéré was born: "In my village, trees are always important. Under the shadows of their branches, people come together; discuss important topics and decisions, talk about life and love. I also wanted to design a pavilion with the same function: a simple, open shelter that would create a sense of freedom and community." In Serpentine Pavilion, there will be events exploring questions of community and rights to the city. And public performance series called Park Nights will continue, as well. Kere's works addressing ecological and social responsibilities include the primary school building in Burkina Faso and the Sensing Spaces exhibition at London Royal Academy.
Savaş sonrası Japon mimarisi
World design summit Dünya Tasarım Zirvesi bu sene 16-25 Ekim tarihleri arasında Montreal’de yer alacak. Tasarımcıları, akademisyenleri ve diğer çeşitli disiplinlerden katılımcıları biraraya getiren bu organizasyonda “Daha iyi bir geleceği beraberinde getirecek yenilikçi tasarım fikir ve faaliyetler nelerdir? Dönüşümsel bir araç olarak tasarım, kültürel, siyasal, ekonomik, ekolojik ve günlük sosyal ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayabilir?” soruları ele alınacak. “Dünyayı değiştirmek için 10 gün” sloganıyla yürütülen etkinlik; katılımcılık için tasarım, dünya için tasarım, güzellik için tasarım, satış için tasarım, dönüşüm için tasarım ve aşırı uçlar (extremes) için tasarım olmak üzere altı ana temaya odaklanıyor. World Design Summit is to be held in Montréal, from October 16 to 25. This organization bringing together designers, academicians and attendees across all disciplines will address questions like: "Which innovative design ideas and activites establish a better future?" and "How could design as a transformational tool meet our cultural, political, economical, ecological and social needs?" The event under the slogan "10 days to change the world" focuses on six main themes: design for participation, design for the world, design for beauty, design for sale, design for transformation and design for extremes.
Postwar Japanese architecture İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’daki yerel mimariye odaklanan “The Japanese House: Architecture and Life after 1945 ” sergisi, MAXXI’den sonra Barbican’da açılıyor. Savaşla birlikte yıkılan Tokyo ve diğer şehirlerde oluşan acil ev ihtiyacı beraberinde mimari deney ve tartışmalar için geniş bir alan oluşturdu. The Japanese House Japonya’nın geçirdiği ekonomik ve sosyal değişimlerin ışığında son 70 yılın mimari projelerini inceliyor. Üç jenerasyondan mimarların biraraya geldiği projede Tange, Ito ve Shigeru Ban gibi dünyaca ünlü isimler ile Seiichi Shirai ve Kazuo Shinohara gibi kült mimarlara genç tasarımcılar da eşlik ediyor. Sergi 25 Haziran’a kadar Barbican’da, 11 Temmuz-18 Eylül arasında ise Museum of Modern Art Tokyo’da yer alıyor. Sou Fujimoto Architects, House NA, Tokyo, Japan, 2011. Photo Iwan Baan, Image Courtesy of the Barbican
Sou Fujimoto Architects, NA Evi, Tokyo, Japonya, 2011. Fotoğraf Iwan Baan, Barbican izniyle
The exhibition The Japanese House: Architecture and Life after 1945 which focuses on local architecture in Japan after World War II, opens in Barbican after MAXXI. The Japanese House is examining the architectural projects of the last 70 years in the light of economic and social changes in Japan. The project brings together three generations of architects. Renowned figures such as Tange, Ito and Shigeru Ban and cult architects such as Seiichi Shirai and Kazuo Shinohara are accompanied by young designers. The exhibition will take place in Barbican until June 25 and and then re-open in the Museum of Modern Art Tokyo between July 11 and September 18.
Yeni Aeron
Herman Miller’ın 1994’de ürettiği Aeron, MoMA’nın kalıcı koleksiyona girmesi ile tasarım tarihinde önemli bir kırılma yaratmıştı. Firma, 23 yıl sonra, tasarımını ikonik değerlerine sadık kalarak yeni teknoloji ve malzemeler ile güncelledi. Çeviri Translation - Büşra Gündoğdu
New Aeron
10
Aeron, produced by Herman Miller in 1994, made a major breakthrough in design history after being incorporated in the permanent collection of MoMA. Herman Miller reproduced Aeron chair with the name after 23 years without compromising on its iconic values.
Endüstri devriminin dünyaya kattığı en büyük dinamiklerinden biri de yaşama alanı ile çalışma alanının ayrışmasıydı. Makine çağı ile birlikte çelik strüktürün ön plana çıktığı ofis yapılarına geçen kullanıcılar, günlük rutinlerine yeni ritimler eklediler. Ofisin bugün geldiği nokta, elimizdeki akıllı telefonun ulaştığı her alan olsa da, çalışma alanı kavramı, makro trendlerin şekillendirdiği bir temsil mecrası oldu her zaman. Ofis kavramının, geçtiğimiz yüzyıl gerçekleşen iki dünya savaşı, sosyo-ekonomik değişimler, toplumların fikirsel dönüşümleri ile nasıl evrildiğini gözlemledik. Herman Miller, özellikle çalışma alanı kavramına odaklanarak geçtiğimiz yüzyılın tasarım tarihinde birçok kırılma noktası oluşturmuş bir mobilya markası. Marka, tasarım ve araştırma ekiplerinin öngörüleri ve gerçekleştirdiği işbirliklerle modern mobilyanın simgesi oldu. Herman Miller’in tasarım kronolojisine baktığımızda, neredeyse her on yılda bir, tarihte yer edinen, döneminin ve döneminin ötesindeki stil ve üretim olanaklarının izini taşıyan kilometre taşlarının olduğunu görebiliyoruz. Charles&Ray Eames’ten Alexander Girard, Isamu Noguchi, Robert Propst, Bill Stumpf, Don Chadwick, Ayşe Birsel, Studio 7.5, Yves Béhar ve Doug Ball’a kadar birçok farklı tasarımcı ile çalışan marka bugün 112. yaşını doldurdu. 112 yıldır, neyi nasıl yapacağına karar vermeden önce, neden yapacağı sorusuna önem veren Herman Miller, bugünün akışkan çalışma peyzajlarına karşın, ürettiği ikonik tasarımlarla bir tavır ortaya koyuyor. 1995 yılında MOMA’nın kalıcı koleksiyonuna giren Aeron ofis koltuğu ise, Herman Miller’in tasarım tarihine bıraktığı miraslardan biri. Günlük hayatımızda yer alan bir objenin, bir müze koleksiyonuna girmesi ancak o objenin çağını temsil
edip yeni pencereler açtığına bir kanıt oluşturduğu gerekçesine dayanır. Donald T. Chadwick ve Bill Stumpf’ın tasarlayarak 1994’de lanse ettiği Aeron ofis koltuğu; farklı birçok sektör için gündem değeri taşıdı. Aeron şimdiye kadar sinema tarihinde bir kırılım noktası olan James Bond ve yönetmen Pedro Almadovar’ın filmlerinde, Simpsons ve Big Bang Theory gibi dizilerin ana karakterlerinin gündelik hayatlarına giren bir obje olarak yer aldı. Türkiye'de BMS tarafından temsil edilen Herman Miller, Aeron'u lanse ettikten 23 yıl sonra yeni teknoloji ve malzemeler kullanarak güncelledi. Aeron Remastered, 94’de üretilen ilk Aeron’un formsal ve görsel kimliği korunarak tasarlandı. Müze koleksiyonuna girmiş ikonik bir obje için, yeniden üretimde en önemli noktalardan biri bu korumacı tavırdı. Aeron Remastered oturma işlevi ötesinde, kullanıcı için iyileştirici ve birçok farklı hareket alanına imkan vermesi durumunu merkezine alıyor. Aeron, bedenin en çok konfora ihtiyaç duyduğu oturma ve sırt bölgelerinde yatay düzlemdeki 8Z Pellicle teknolojisi ile gerilimi dağıtıyor. Bu sayede duruş bozukluklarının önüne geçen ürün, kullanım açısından ofis koltuklarında deneyimlenmeyen bir kolaylık sağlıyor. Farklı vücut tipleri ve farklı kullanım senaryolarına uyum sağlama dışında; vücut ısısını sabit tutmak için; içerisinden hava geçiren bir sisteme sahip.
One of the greatest contributions of the industrial revolution was disintegration of living and working area. Along with the mechanisation, people started to work in offices made of steel structure and new rhythms were included in their routines. The concept of office has now been transformed into a different level; the smartphones are now the offices. The notion of workspace has always been a channel shaped by macro trends. We've observed how the office concept evolved with two world wars in the last century, socio-economic changes and the intellectual transformations of societies. Herman Miller is a furniture brand which has created many breakthroughs in design history for the last century, especially by focusing on the concept of working area. The brand has become the symbol of modern furniture with the foresights and collaborations of its design and research teams. Considering the design chronology of Herman Miller, we come across certain milestones almost every decade. Each has an important place in history and bears the mark of style and production possibilities, both in its period and beyond. Herman Miller is now 112 years old. Througout this 112 years the brand has worked with many different designers such as Charles&Ray Eames, Alexander Girard, Isamu Noguchi, Robert Propst, Bill Stumpf, Don Chadwick, Ayşe Birsel, Studio 7.5, Yves Béhar and Doug Ball. What to do or how to do has always been subordinated to the question "why" for 112 years. Herman Miller takes up a position with its iconic designs against today's way of landscaping. One of the heritages that Herman Miller left to design history is Aeron office chair which gained a place in the permanent collection of MoMA in 1995. If an object that we use in our daily life gains a place in a museum collection, it is quite obvious that it represents the era that it belongs to and opens new doors. Aeron office chair has been newsworthy for many different sectors. It was designed and launched by Donald T. Chadwick and Bill Stumpf in 1994. Aeron has been featured in many cult pictures like James Bond and director Pedro Almadovar's movies, it is also seen in Simpsons and Big Bang Theory series, as an object in the main characters' daily lives. Represented by BMS in Turkey, Herman Miller updated Aeron with using new technologies and materials, 23 years after its launch. Aeron Remastered has been designed without changing the form and visual identity of the first Aeron produced in 1994. For an iconic object in the museum collection, one of the most important points in reproduction is this protective attitude. Aeron Remastred is not just a chair to sit on, beyond that it allows the user for a wide variety of movements. Aeron is relieving the tension on waist and back areas where the body needs the most comfort. It does so with 8Z Pellicle technology embedded in the horizontal platform of the chair, while preventing postural disorders, the product provides convenience that is not found in normal office chairs. Apart from adapting to different body types and different usage scenarios, it has an air-permeation system, in order to keep body temperature constant.
AKBANK GÜNÜMÜZ S A N ATÇ I L A R I ÖDÜLÜ SERG İSİ AKBANK CONTEMPORARY ARTISTS PRIZE EXHIBITION
Archistart'ın tasarladığı Dream me on Dream me on by Archistart
Sense-me SBODIO32, Milano Tasarım Haftası’nda, sense-me sergisi ile, insan bedenindeki mümkün dönüşümler üzerine eleştirel ortamlar yaratmayı amaçlıyor.
Borgi|Bastormagi'nin tasarladığı [me]rror
12
[me]rror designed by Borgi|Bastormagi
Wael Farran'ın tasarladığı Thrust Thrust designed by Wael Farran
EZGAAT Architects tarafından geliştirilen SBODIO32, Milano Tasarım Haftası boyunca, kürate edilmiş bir tema çerçevesinde, sergi, seminer ve atölye serileri ile herkese açık etkileşimli bir proje alanı sunuyor. Lambrate Tasarım Mahallesi’nde yer alan proje mekanı, materyalizm ve ileri dijital teknolojiler arasında inovasyon paradoksları yaşadığımız bu çağda; tasarım, moda, sanat ve müzik alanından çağdaş yeteneklere yer veriyor. SBODIO32 bu sene Milano Tasarım Haftası’nda “sense-me” sergisini sunuyor olacak. Sergi, tasarımla ortaya çıkan hazları konu alıyor: Koku, renk, doku, his ve duyular. Tasarımı bir arzu nesnesi olarak ele alırsak; sergi, bizi neyin cezbettiği ile olan ilişkimizi incelemesi açısından ön plana çıkıyor. Doğa ve teknolojiyi kullanarak, kendimizi teslim edebileceğimiz yeni arketipler ve objeler tasarlıyoruz. Objeler, malzeme ve formlarına yüklediğimiz anlamlara göre, bizi başka mekanlara, zamanlara ve alternatif durumlara alıp götürme yetisine sahip. Sergi, şamanizm, erotizm ve teknolojiden ilham alan yeni bir nesli biraraya getiriyor. Y neslinin bir temsili olan sergi, farklı enerjilerden beslenen, göçebe, yenilikçi ve çok katmanlı nesnelere odaklanıyor. SBODIO32, sergi dışında Milano Tasarım Haftası paralelinde, Lambrate’deki antreposunda bir etkinlik serisi de gerçekleştiriyor. İnsan Bedeninin Mimarisi isimli atölye serisi, araştırma ve geometrik deneyimler, estetik davranışların izleri, sayısal tasarım, dijital fabrikasyon ve moda dünyasındaki geleneksel teknikler üzerinden malzeme performansına odaklanıyor. Beden uzantılarını, estetik ve fonksiyonu birleştiren elemanlar olarak gören atölye, insan bedenindeki mümkün dönüşümler üzerine eleştirel ortamlar yaratmayı amaçlıyor. Sense-me sergisinin ana yerleştirmesini oluşturacak olan Composite Bodies ise, 7 günlük bir atölye çalışması sonrasında ortaya çıkacak. Atölyeler, Bartlett School of Architecture dahilindeki araştırma laboratuvarı RC6’da geliştirilen sayısal tasarım stratejileri ve düşük maliyetli üretim tekniklerini baz alacak. RC6, dijital ve analog tasarım yöntemlerini geliştiren, geleneksel, düşük teknolojili üretim süreçleri ve ileri düzey teknolojileri birleştiren konseptleri araştırıyor.
SBODIO32 releases sense-me, an exhibition aims to create critical environments through possible transformations of the human body at Milan Design Week.
Developed by EZGAAT Architects, SBODIO32 is a project based exhibition under a curated theme during Milan Design Week that interacts with the public through a series of events, seminars and workshops. Held at the Lambrate Design District SBODIO32 is hosting range of contemporary emerging talents within the fields of design, fashion, arts and music in the era of the innovation paradox between materiality and advanced digital techniques. This year, SBODIO32 presents sense-me at Milan Design Week. Sense-me exhibition will be representing pleasures evoked by design: An arousing sensation, feeling, smell, color or texture. Looking at design as an object of desire, the exhibition will stand out as an exploration of how we are connected and what attracts us. We create new new archetypes and objects of devotion by utilising nature and technology. The objects are able to take us to different places, other times and alternative states of mind, as they take on meanings and significance beyond the sum of their material form. Exhibition gathers a new generation of design influenced by shamanism, eroticism and technology. Representing the Y-Generation, the exhibition is focusing on objects that will become nomadic and ritualistic, innovative and futuristic, layered with other energies, embedded with a soul. As a part of Milan Design Week sense-me will be hosting a series of events at SBODIO32 warehouse in Lambrate. The Architecture of the Human Body workshop focuses on the research of geometrical explorations, aesthetic behaviour of generative patterns and material performance through medium between computational design, digital fabrication and traditional sartorial techniques in couture fashion. Envisioning body extensions, as physical integration elements that combine aesthetics and functionality, the workshop aims to provide a critical environment for speculation on the possible transformations of the contemporary human body. Composite Bodies is a 7 days workshop to activate and build the main installation of sense-me edition for Milan Design Week 2017. The workshops are focusing on exploration of computational design strategies and low cost fabrication techniques developed by RC6, a research laboratory based at UCL / The Bartlett School of Architecture. A part of Bartlett's BPro programme, RC6 traditionally engages in the development of design methodologies positioned at the overlap of digital and analogue computation, primarily investigating concepts which merge traditional, low-tech manufacturing processes and advanced technological concepts.
Synesthesia: Beklenmedik duyumlar ve göç hikayeleri Benan Kapucu Synesthesia Sergi Küratörü Synesthesia Exhibition Curator
Synesthesia: Unexpected senses and migration stories
Demirden Design
14
Çeviri Translation - Çağdaş Acar Biz dünya üzerinde yer değiştirirken ve yeniden kök salarken, algılarımız da değişiyor olabilir mi? Neyi gördüğümüzden, gördüklerimizi doğru algıladığımızdan ne kadar eminiz? Duymak yerine kokluyor, rakamları renklere mi dönüştürüyoruz? “Arada” kaldığımızı hissettiğimizde içimizden gelen o sessiz çığlık, nasıl bir forma sahip? Her rengin ayrı bir kokusu mu var? 13 Mayıs-26 Kasım 2017 tarihleri arasında gerçekleşecek olan Venedik Tasarım Bienali kapsamında yer alan “Synesthesia: Beklenmedik Duyumlar ve Göç Hikayeleri” sergisi, yer değiştirme, kök salma, köksüzlük, teknolojik ve kültürel ağlar içinde hareket, tohum, ötekiyle yüzleşme gibi göç olgusunun farklı boyutlarını sorgularken, öteki ile tanışmanın ve anlaşmanın yeni deneyim alanlarını keşfetmeye çağırıyor. Göçün toplumlar ve bölgeler üzerindeki etkilerinden öte, insan olarak bizim kişisel durumlarımıza, duygularımıza, değişen algılarımıza odaklanıyor. Sergide Türkiye’den Ali Bakova, Argun Dağçınar, Aykut Erol, Can Yalman, Demirden Design, Neslihan Işık, Refik Anadol, Serhan Gürkan ve Yiğit Yazıcı ürün yerleştirmeleriyle yer alıyor. Eski bir Venedik yapısı olan Palazzo Michel’de, Venice Design etkinliğinin bir parçası olarak düzenlenen sergi, altı ay boyunca bienal izleyicilerine açık olacak Synesthesia ya da “birleşik duyum” sadece beynin gizemlerinden biri değil; göç olgusunun dramatik sonuçlarını yaşamakta olan insanlığın yeni hallerini, duyular ve deneyimler yoluyla anlatan bir metafor. Synesthesia (sinestezi) algılama bozukluğu değil, yaratıcı zihnin bir mucizesi... Serginin temasını özetleyen “synesthesia” kavramı, küresel çağın getirdiği çıkmazların, aslında yaratıcılığımızı tetikleyecek yepyeni fırsatlar da barındırdığına işaret ediyor. Dünya düzeni değişirken, tasarım üzerine yeniden
düşünmenin zamanı geldi. Var olduğumuz günden beri dünya üzerinde hareket halindeyiz. Ama artık tek bir katmanda ve doğrultuda hareket eden göçebeler olarak değil, kendi uzantımız olan teknolojik ve kültürel ağların katmanlarında yol alıyoruz. Hiç bitmeyen bir yolculuk bu. İçinde hem geçmişin hem geleceğin izlerini taşıyan, farklı hikayeleri barındıran, henüz tamamlanmamış bir yolculuk. “Artist’s Luggage”, ironik bir yaklaşımla “Bir gün göç etmek ve yanımıza sadece tek bir bavul almak zorunda kalırsak, yanımıza ne alırız?” sorusuna yanıt ararken; “A Life Vest?” ise mültecilerin kaçınılmaz “göç yolu” su, can yeleği ve değerli mücevherler üzerinden, gerçek değerin “can” olduğunu söylüyor. Yer değiştirenler, yerleşik düzeni değişime zorluyor; duyularımız yeni teknolojilerle artmış ve genişlemiş durumda. İnsan, isteyerek ya da zorunlu olarak atıldığı bu keşif yolculuğunda tanıştığı kültürlerle yeniden kaynaşıyor ve kolektif bir bellek oluşturuyor. Geçtiğimiz her yerde yüzyıllar ötesinden gelen bilgi ve düşünce tohumlarını ekiyor, o toprakta yeniden büyütüyoruz. Gen haritalarımız etnik bölünmelerin ne kadar anlamsız olduğu gerçeğini yüzümüze vuruyor. Sınırlar muğlak, eski kalıplar geçersiz... Kültürel çeşitliliğin farklı mecralarında gezinirken, öteki ile tanışmanın ve anlaşmanın yeni deneyim alanlarını keşfediyoruz. Yol boyunca yeni fikirlerle dolu kültürlerle tanışıyor, bize yabancı olanla ortak bir ufuk oluşturmaya başlıyoruz. Dünya küçülür, insanlar birbirlerine karışırken, yerel ve dar kalıplar içine sıkışmak yerine sınırsız, ötekileştirmeden, bütünlüğü ve bir olmayı vurgulayan yeni bir dil oluşturmalıyız. Yeni duyularımızla, sezgilerimizle -sesler, kokular, dokular, görüntüler, tatlar yoluyla- hem dünyayla hem de birbirimizle karşılıklı etkileşime yarayacak yeni yollar geliştirmek
zorundayız. "Birdcage" yerleştirmesindeki paradoksal anlatım gibi, kendi önyargılarımızla yarattığımız sınırların tutsağı mıyız? Kafes dönerken, belli bir açıda kafes tellerinin kuşu da oluşturduğunu fark ederiz. Kökler de var oluş nedenimizi keşfetmek için yaşamsal bir ihtiyaç. Yeryüzündeki yolculuğumuzda, isteyerek ya da istemeyerek bizi var eden köklerden koparız. Sonra başka bir zaman ve mekanda yeni köklerle, kendimizi yeniden var ederiz. Toprağa düşen bir tohum kendisi için uygun şartlar yaratıldığında, içinde barındırdığı hayat enerjisi ile kendi tohumunu çatlatacak ve bulunduğu ortama kök salmaya başlayacaktır. “Seed” ürün hikayesinde olduğu gibi, bazı tohumlar gelişebilmek, çoğalabilmek, yeniden şekillenerek “ışıldamak” için bulundukları yerden çok uzaklara göç etmek zorundadır. “Silent Scream” adlı çalışma “imkansız seçimler karşısında, içimizdeki sessiz çığlık nasıl görünür olabilir; üç boyutlu nesnelere nasıl dönüşür” sorusunu irdeliyor. “Her şeyin içinden geçebilen” ses dalgaları, duygularımızın da “hangi formda”, “doğal” ya da “köşeli” olduğunu söyleyebilir mi? “Lullaby-Pillow”un önerdiği gibi acaba her kültürün ortak tınılarını barındıran ninnilerin, insan üzerinde iyileştirici bir etkisi var mı? İnsanların tekrar birbirini anlaması, yeryüzü ile uyumlanması ve iletişim kurması, “duygularımızı iyileştirmek” için gerekli. İster uzak, ister yakın bir tarihte gerçekleşsin, yer değiştirmeye ait izler kolektif belleğimizin birer parçasına dönüşür. “Story-Telling” yerleştirmesi, İznik çinisi üzerinde yeni piktogramları kullanarak 'hikayemizi' anlatıyor. Eski ve yeniyi birleştirerek kültürleri, coğrafyayı ve gelişen dünyayı birbirine bağlayan bir köprü yaratıyor. www.truetreu.com
Birdcage, Aykut Erol
Palazzio Michiel Venedik Venice
As we are moving and defining new roots for ourselves, do our perceptions change as well? Are we one hundred percent sure that we see what lies ahead of us, and we perceive it right? Are we trying to smell when we need to hear, or turn numbers into colours? When we feel “in-between”, how exactly is the form of that silent scream that we all hear inside? Does each colour have a different scent? The exhibition “Synesthesia: Unexpected Sensations and Migration Stories” takes place between May 13 and November 26 in the Venice Design Biennial and problematizes aspects of migration such as the concepts of move, rootedness, uprootedness, movement within technological and cultural networks, seed, confronting the other, and thus invites visitors to explore new experience spaces of meeting and coming to terms with the other. Rather than social and regional effects of migration, the exhibition deals with individual aspects, focusing on perceptions and emotions. The participants from Turkey are Ali Bakova, Argun Dağçınar, Aykut Erol, Can Yalman, Demirden Design, Neslihan Işık, Refik Anadol, Serhan Gürkan and Yiğit Yazıcı. And the exhibition will be open to biennial visitors for six months in an old Venetian building, Palazzo Michel in the framework of Venice Design events. Synesthesia or the “integrated sensation” is not merely one of the mysteries of the mind, but it is also a metaphor referring to the conditions of humanity under the dramatic consequences of the phenomenon of migration through the experiences and senses. Synesthesia is not a perception disorder; it is a miracle of a creative mind. The main theme of the exhibition is this concept of “synesthesia”, and it suggests that the crises of globalization can trigger novel opportunities for our creativity. As the world order radically changes, one needs to revisit the concept of design. Since the dawn of humanity, people are on the move. Yet we are not nomads anymore moving on a single layer and direction, we travel within human-made networks of technology and culture. And this is a never-ending journey. Bearing the traces of both the past and the future with their multiple stories, this journey is yet to be explored. Artist’s Luggage is an ironic question of “What would you take with you if you had to migrate one day and could only have one single luggage?” A Life Vest?, on the other hand, tells us that the inevitable “migration route” of immigrants is the water; life (guarding?) jacket and jewellery is the luggage; yet the only true value of the journey is “life” itself. Those who move force settlements into change. Our perceptions have expanded with new technologies. Voluntary or not, this journey of exploration pushes cultures to merge and create a collective memory. Wherever we go, we sow the seeds of hundreds of years: knowledge and ideas; and then we grow them in new soil. Our genetic map shows us that ethnic grouping is meaningless. Borders are vague, old norms are invalid. Traveling through the spaces of cultural diversity, we explore novel experiences of meeting and coming to terms with the other. Meeting cultures with novel ideas, we start building a common future with the previously unknown. As the world is going smaller and people mingle, we should form a new language hailing unity without marginalizing others and restricting ourselves in the local or short-sighted norms. We need to use our new senses and intuitions (through sounds, scents, textures, images, tastes), develop new methods of interaction with each other and the world. As in the paradoxical narrative in Birdcage, aren’t we the victims of human-created borders? As the cage revolves, one realizes that the bars of the cage form the bird as well. Roots are also vital to explore the reasons of our existence. Voluntarily or not, we depart from our roots that created us during our journey on the earth. Later, at some other point and at some other space we form new roots and re-create ourselves. A seed in the soil, if provided with favourable conditions, germinates with its own life energy and takes root wherever it lies. As in the narrative that surrounds Seed, certain seeds need to migrate and cover great distances to grow, reproduce, reshape, and “glow”. Silent Scream deals with the questions of “how does the silent scream within us become visible, when surrounded with impossibilities, and how can it turn into a three dimensional object”. Can “penetrating” sound waves tell in which form our emotions exist? Are they all natural or somewhat turbulent? As suggested by LullabyPillow, do lullabies (the common melodies of each culture) have a healing effect on people? Mutual understanding, and establishing harmony and communication with the earth is very much needed “to heal our emotions”. Whether in time immemorial or in the recent past, the traces of a move do form our collective memory. Story-Telling narrates “our story” on the İznik pottery using new pictograms. Merging the old and the new, it bridges the geography and the ever-changing world. www.truetreu.com
1
Tasarim sahnesinin suflörleri
Whisperers of design scene
16
Toplumsal ve sosyal hayatın farklı alanlarına yön veren, yaşama, üretme ve yönetme biçimlerimize yeni fikirler fısıldayan profesyoneller
Professionals shaping different areas of the social life and the society, whispering new ideas in forms of living, creating and managing
Koray Malhan Röportaj Interview - Dilek Öztürk Fotoğraf Photogprahy - Elif Kahveci Çeviri Translation - Çağdaş Acar Günümüzün yaratıcı profili, çağı anlama gayreti içinde mi sizce? Bu gayret çerçevesinde mi çalışmalarını anlamlandırıyor? Bir dönemi ifade eden, kendini dile getiren, anlatmak isteyen sanatçı durumu bence artık bu çağ için çok geçerli değil. Öyle bir sanatçının terapiye ihtiyacı var. Birinin kendini anlattığı, kendisiyle ilgili durumunu anlamlandırmaya çalıştığı zamanın çok dışındayız. Bu çağın yaratıcı figürünün konusu artık kendisinin ötesinde toplum, içerisinde yer aldığı grup. Burada insanın gerçekten ciddi bir alçakgönüllülük durumunu fark etmesi gerekiyor. Alçakgönüllülük göstermesinin değil, alçakgönüllü olmasının zorunlu olduğunu anlamış olması gerekiyor. Dolayısıyla tasarımcı egosunun yıkılması, tasarımcının öneminin tamamen çöpe atılması gerekiyor. Tasarımcı, bir hostesten daha önemli değildir. Artık bunu hepimizin anlaması lazım. Bir
Tasarım Direktörü, Koleksiyon Design Director, Koleksiyon mimarın, bir tasarımcının müziği de, resmi de, şiiri de anlaması gerekir ki daha farklı bir şey versin gibi bir düşüncemiz var. Bence bir şefin de müzikten anlaması lazım. Müzik dinlemeyen bir şefin yemeğinin lezzetli olabileceğine inanmıyorum. Dolayısıyla bir doktorun da kendini tedavi eden bir müziği dinlemeden, hastayı iyileştirebileceğine inanmıyorum. Sizce çalışma kavramı neye dönüştü? İnsanın hareket ederken tanımladığı her mekan çalışma alanı. Yolda yürürken mail gönderdiğinizde bile orada spontane bir çalışma alanı tanımlıyorsunuz. Çalışma alanı insanların kendi kendini var ettiği ve performe ettiği çok önemli bir alan. Tiyatro oyunu gibi bir şey belki de. Burası bizi biz yapan alan. Akşam uyuduğumuz zaman bir şey yapıp yapmadığımızı düşünerek uyuyoruz, sabah tekrar uyanıyoruz. Dolayısıyla bunun yapıldığı alanın tasarlanması da büyük bir sorum-
luluk. Buranın verimli bir yer olmasından çok daha öte, bu insanların kendileri olup olmadığına erişebildiğimiz yer olması daha önemli. Bir iş yerinin iyi olması, o kurumun kar etmesiyle değil, oradaki insanların mutlu olması ve yapmak istedikleri şeylerle doğru şekilde karşılaşmalarıyla çok ilgili. Çok uç bir örnek vereyim: Beethoven’ı resim yapma yeteneği ile ölçüp beceriksiz diye tarihe gömebilirsiniz. Bu çok komik bir örnek ama iş hayatı böyle örneklerle dolu. Bu anlamda çalışma alanı bana laboratuvar gibi geliyor. Laboratuvarda bir şey geliştirme gayesi ve heyecanı vardır. Evet, ben bu benzetmeyi çok kullanırım. Hatta içimizdeki ekiplere kendi kendini örgütleyen çalışma ortamlarını sunduğumuzda şunu söyledim: “Bu binayı bir mağaza gibi değil, bir laboratuvar gibi düşünün
ve test edin. Ofisinizden çıkın, istediğiniz masaya geçin, mağazayı unutun.” Ben bunu söyledikten sonra, kimi geliyor aşağıdaki koltukta işini yapıyor, laptopunu alan geliyor öteki köşede çalışıyor, masada iki kişi bir şey açmış, okuyorlar, tartışıyorlar. Bir gün kimse yok ortalarda ben geliyorum, giriyorum bir işimi yapıyorum ve gidiyorum. Yani bizim laboratuvar dediğimiz şey, hayal ettiğimiz, düşündüğümüz şeylerin sonrasında nasıl hayata geçtiğinin fiziksel bir denemesi aslında. Bu anlamda laboratuvar çok güzel bir benzetme. Yeni seri, çoklu bir işbirliğinin ürünü. Farklı tasarımcılarla çalışmışsınız ama aynı zamanda daha önce çalıştığınız tasarımcılar da var. Beni son zamanlarda en çok etkileyen işlerden birisi Roland Barthes’in ‘Death of The Author’ yazısı. Yazarın ölümünden bahsetmesi, bir tasarımcının ölümünden bahsetmesine eş değer. Bugün bu durum yok. Bugün büyük tasarımcıların kendilerinin ne kadar muhteşem olduğunu refahla kutladığı bir zamanı yaşıyoruz. Güzellemeler zinciri son derece itici. Dolayısıyla bu kadar monoloğa dayalı bir ontoloji bence hiçbir şeyle örtüşmüyor. Tasarımcının bu kadar kendini kutladığı yerde bir karşılık göremiyorum. Yazarın ölümü gibi tasarımcının ölümü, tasarımcının, tasarımcı olmaktan değil, merkezde olup her şeye ka-
rar verme durumundan çıkarılmasını gerektiriyor. Tasarım direktörüyüm ama kendimi o konuma koymuyorum, hep diyaloğa açık olmaya çalışıyorum. O yüzden birçok farklı tasarımcıyı devreye sokuyorum. Türkiye’de ve yurtdışında birlikte çalıştığımız üniversiteler var. Hiç adı sanı duyulmamış öğrenciler ortaya çıksın çok istiyorum. Kendi alfabenizi oluşturuyorsunuz aslında ve işbirliği yöntemleriniz de buna göre çeşitleniyor. Bu bağlamda yurtdışında devam eden işbirliği süreçlerinizden bahsedebilir misiniz? Bugün Singapur, Hong Kong, Sydney, Melbourne, Lyon, Paris, Münih, Berlin, Frankfurt, Düsseldorf, Hamburg, Londra, Berlin, New York, Dallas ve Şikago’da mimarlara sunumlar yapıyoruz. Dünyanın birçok farklı ülkesindeki mimarlarla biraraya geldiğimizde aynı şeyi anlayabiliyoruz. Onlardan geri dönüşler oluyor, onlara brief verebiliyoruz, bazen brief alıyoruz. Hepsiyle aynı çizgide, aynı konu üzerinde aynı yerden başlayabiliyor, aynı yerden devam edebiliyoruz. Bu belki tarihsel ontolojinin bir parçası. Bildiklerimiz, yaptıklarımız, hayal ettiklerimizin bir arada evrensel bir değerler bütünü içerisinde algılanabildiği bir süreç.
18
Günümüzün yaratıcı profili, kendisinden öte, sosyal hayatın birçok farklı noktasında aktif bir katılımcı. Koleksiyon Tasarım Direktörü Koray Malhan, tasarımcının üründen ve ürünün tasarımcıdan bağımsızlaştığı rezonansların değiştirici etkisine inanıyor. Birkaç gün önce Los Angeles’ta sunum yaptım. Benim bir sene önce yaptığım ''Açık Yapıt'' sunumunu okuyup çalışmışlar. Okuduklarını, anladıklarını derleyip bana karşı sunum yaptılar. Şimdi bu grup 8.000-10.000 mimarın çalıştığı bir grup. Normalde kapısını çalıp çalışabilir miyiz diye sorduğumuzda cevap bile alamayacağımızı düşünürken, onlar bize ''Biz sizi doğru anladık mı? Acaba bunu mu demek istediniz, biz okuduk böyle demeye çalışıyoruz, ne dersiniz?” diye sorarak bize başvurup diyalog kuruyorlar. Kimse kimsenin altında ya da üstünde gibi bir durum yok. Karşılıklı iki taraf da bilgi üzerine bir frekans yakalıyor ve bir titreşim başlıyor. Bu rezonans çok önemli bir şey çünkü dünyada çok büyük kırılımın olduğu noktalar hep rezonansa yakalanmış alanlar. Floransa’da Rönesans, çok fazla sayıdaki yaratıcı bireyin o sırada Floransa'da bulunması ile gerçekleşti. Burada tek bir kişi değil, bir rezonans var. Birarada olmak çok önemli. Bu titreşimi tetikleyen her şey bence orada bir kamusal gelişmenin de başlangıcı olabilir. Tabii ki bunun içerisinde belli bireyler var ki çok önemli. Benim için Beethoven bir tane, bir tane daha yok. Bir birey var orada. Daha sonra bir Pierre Boulez var, müziği değiştiren bir besteci, kuramcı ve çok önemli bir editör. Bu bireylerin, toplumları nasıl tetiklediği çok önemli. Bu durum aynı zamanda toplum iletişimini tetikliyor. İletişimin kendiliğinden olabilmesi çok önemli. Benim aklımdaki modernizm, aslında izleyicinin esere katılmasıyla başlar. Oturup keyifle izlemek değil, kafa patlatıp burada ne olduğunu anlamak lazım. Zaten keyif duyman için orada değildir eser, keyif duyamazsın. Aktif olarak katılman gerekiyor. Rubens'e bakıp doğanın neresine, ne yaptığını bir bakışta anlarsın. Rothko'da aynısını anlayamazsın. Rothko'da kafa da patlatman gerekir. O kırmızının nereden gelip nereye gittiğini, o tonun ne olduğunu, Malevich'te o beyaz karenin anlamını ararsın. Bir bilgi birikimin ve bir düşünce sistemin, filtrelerin olmadan, bakıp ne olduğunu anlamana imkan yok. Şimdi bu çağın izleyicisi, bu sürece katılım davetine cevap vermiyor. Dolayısıyla bu çağın izleyicileri burada değil. Bugünkü dünya konserleri programlarının çoğunda hala 17'nci yüzyıl, 18'inci yüzyıl ve 19'uncu yüzyıl müzikleri var. Son dört aydır Beethoven 4. piyano konçertosunu çok severek dinliyorum. Bu gerçek bir yana, eğer günü-
müzde neredeyse bütün konser salonları hala bu müziklerle doluysa, burada bir problem var. 20. yüzyılda hala Beethoven dinleyen, 200 yıl öncesinin müziğini dinliyor aslında. Halbuki kendisi bu müziği bestelediği dönemde onun müziğini dinleyenler kendi çağlarının müziğini dinliyordu. Beethoven, bugün bestelese aynısını bestelemezdi. Bu katılımcı süreç sadece sanatta, müzikte, resimde değil, demokraside de geçerli. Bizim daha da katıldığımız, içerisinde yer aldığımız ve bizi temsil eden yönetimin içerisine davet eden iletişim türlerinde de yer almamız gerekiyor. Halk hâlâ kendisine parmak sallayan kişiyi seçme eylemi gösteriyor. Dolayısıyla katılım, bizim öngördüğümüz ve hayal ettiklerimizin bir parçası. İnsanlığın evrimi bu yönde ama toplumun tamamı da burada değil. Dolayısıyla bu da bir çatışma süreci. ''Geleceğin ofisleri böyle olacak'' demeye imkan yok. Bu çatışma sürecinde hızla üretmeye ve yarışmaya devam ediyoruz bir yandan. Béla Bartók’un çok hoşuma giden bir lafı vardır: “Atlar yarışır, sanatçılar yarışmaz.'' Sanatçının rekabeti yok. Bu, zamanın hastalığı ve bütün savaşların kökeni de bu. Bütün açlığın, hırsın kökeni de… Bu rekabet kelimesini çok ciddi bir şekilde kenara yazmak lazım. Rekabetin dışında çok daha başka bir şey aramak insanın ilk önce kendisi, ruhu için önemli. Rekabet, hep başka birisine göre kendini konumlandırdığın, seninle çok az ilgili, senden bağımsız bir şey. Dolayısıyla bizim kurmaya çalıştığımız şey de, herkesin her zaman kullanabileceği ortak bir alan, hepimize ait mobilyalar olması. Kimsenin rekabet kuramayacağı, daha az veya daha fazlası olmayan, hatta ait olmayan, mülkiyet sancısından kurtulduğu bir durum hazırlamak. Ortak çalışma alanı bile çok çabuk kendini dönüştürebilecek bir şey. Belki birkaç sene sonra buna ''ortak çalışma alanı'' demeyeceğiz, başka bir şey diyeceğiz. Dinamikler çabuk değişiyor. Bu, umut verici bir şey. İlk sorunuzdaki iş yerinin ne olduğu tekrar tekrar gündeme gelebilecek bir konu. Belki yatak odasında insan daha çok çalışıyor, bilgisayarını alıyor, akşam 22.00'da oturuyor ve 02.00'a kadar bir şeyler yazıyor. O dört saatlik konsantrasyon gün içerisinde ofiste çalışmaya çalıştığı, bir şey yapamadığı 8 saatten daha verimli olabiliyor. Dolayısıyla bu tanımları ve neyin nerede olduğunun tariflerini de bir parça esnetmek gerekiyor.
Today’s creative figure stands out as an active participant in many different areas of the social life, beyond herself/ himself. Koleksiyon Design Director Koray Malhan believes in the freedom of product from the designer and the changing effect of resonances.
Do you think today’s active and creative figures make any effort to grasp the very essence of this age? Are their works urged by these efforts? Representing an age and expressing oneself are not valid conditions for an artist anymore. Such artists would need therapists today. The times when someone expresses her/his inner self and tries to position herself/himself are already over. Today’s creative figures think beyond themselves, they deal with their society, and the context in which this society is formed. Or even the cosmos itself… One needs to be quite humble here. It is not about how humbly one treats others, but how humble one feels inside. The designer’s ego should vanish. The importance of the designer should be overthrown. A designer is not any important than a hostess. We should all acknowledge this. We tend to believe that an architect or a design should be able to appreciate music, painting, and poetry for creativity. But I think a chef should also be able to appreciate music. A chef with no understanding of good music cannot prepare great dishes. A doctor with no understanding of healing music cannot heal any patient in my point of view. Is the concept of work also transformed? As one moves, anywhere can be designated as a working space. Sending an e-mail as you walk, you spontaneously create a working space. A working space is where you realize yourself and perform whatever you are doing. Quite like a theatre play. Here is what defines us. As you are going into sleep, there is a moment when you think whether you did everything you had to do. Then the next day… This is why designing the place where you perform all these matters. It is beyond planning an optimal space; it is rather about having a space where one can realizes herself/himself. A good workspace does not mean profitability; it is about a happy group of people and being engaged in right responsibilities. Here is an extreme case: One can underestimate Beethoven’s talent based on his paintings. This may sound funny, yet working
life offers thousands of such examples. Measuring someone’s talent based on something that is not her/his strong suit, you can downgrade a great composer based on how he paints. A working space, then, is almost like a laboratory. A place with a lot of potential yet to be explored. True, I use this metaphor quite often. As we were welcoming self-managing research groups in our work space, I told them: “Rather than a store, you can use this space as a laboratory and test everything. Leave your office rooms, pick a table, and forget about the store.” This was how we started. One would come and sit on an armchair at the lower floor, another would bring a laptop and pick a table there, two others would have a discussion over a periodical they have in front of them. Then one day I come to the office, and no one is around; I do my work and leave as well. This is a real case showing how an idea of a laboratory was designed and realized. I love this metaphor of a laboratory. The new collection is the outcome of a great collaboration. Many designers were involved. Among them there were designers you also worked together before. “Death of The Author” by Roland Barthes struck me recently. An author’s death is quite like a designer’s death. But today we don’t really see this. Great designers of today happily celebrate their grandeur. I find this very disturbing. A monologue-based ontology does not amount to much. Hailing oneself is futile. The death of the designer, just like the death of the author… This is not a problem inherent in being a designer. The designer should simply leave her/his central and decision-making position. I am a design director but I don’t keep reminding this to everyone, open dialogue is my drive. And this is why I encourage the involvement of many designers in what we do. We collaborate with national and international universities. Some one out of the blue should be able to emerge from all these. You develop your own alphabet and methods of collaboration. In this sense, could you please tell us about
your ongoing international collaborations? Nowadays we meet and exchange ideas with architects in Singapore, Hong Kong, Sydney, Melbourne, Lyon, Paris, Munich, Berlin, Frankfurt, Düsseldorf, Hamburg, London, Berlin, New York, Dallas, and Chicago. Talking to architects from all over the world, you realize that you are on the same page with them. Some of them send you feedback; you can send or receive brief from them. Our starting point might be quite the same, and our logic takes us to almost exact paths. This might be a part of a historical ontology. A process in which what we know, what we do, and what we imagine merge within a totality of universal values. I had a presentation recently in Los Angeles. They had read and worked on my presentation titled “Open Work” from the last year. They had a counter presentation based on their reading and reception. This is a group of roughly 10,000 architects. One could hesitate to approach them, fearing that no response could be received, and they are coming to me to ask ''Do we understand you correct? Was this what you meant? This is our reception, what do you think about this?” And they start a dialogue. It is a communication that defies hierarchies. A mutual interaction that works on a frequency, leading to a fruitful resonance… This resonance is the key, since critical ruptures in the world always take place where right resonances meet and merge. Renaissance started in Florence when many creative minds came together in that place. It’s not about a single person, but rather a resonance between the many. Meeting with like-minded people is the key. Anything that triggers this resonance can also start a wider progress. Of course there are individuals who stand out among the others. For me Beethoven is definitely one such figure. Then you have Pierre Boulez, his music is ground-breaking; he is an amazing composer, a theorist, and an editor. The influence of such individuals on their societies is outstanding. This situation also influences the communication of society if only this type of communication happens by itself. Modernism, the way I see it, starts when the audience is involved in a work. One should not simply watch and enjoy, but engage with whatever is present. A work is not there for mere enjoyment anyway, you cannot simply sit and enjoy it. One needs to be actively involved. Looking at Rubens' works, one understands how he deals with the nature. With Rothko, this is not possible. One needs to make an extra effort to deal with it. What does red refer to? Why is this shade preferred? Why did Malevich paint this white square? One keeps wondering. Without background information, previous knowledge and a certain understanding and appreciation, one cannot make sense of anything. Today’s audience, on the other hand, doesn’t respond to this invitation. This is why today’s audience is not present here. Concert halls today often stage performances of 17th and 18th century compositions. For four months now I’ve been listening to Beethoven’s Piano Concerto No. 4, and I’m in love with it. If all concert halls today perform such pieces, however, there seems to be a problem. His audience back in his own lifetime was following the contemporary music of that era. Beethoven would not compose the same pieces if he were alive today. This participation applies not only to art, music, and painting, but also to democracy. More participation and engagement is needed in a communication that defines the way we are represented and governed. Yet people might vote for an intimidating figure as their leader. Participation, therefore, is a part of what we foresee and imagine. That’s the future of humankind, yet the society doesn’t seem to agree with this one hundred percent. So it’s a conflictual process. One cannot easily say ''This is how future offices will look like.'' As we are living in this conflictual process, we continue to produce and compete rapidly. As Béla Bartók aptly puts it: “Competition are for horses, not artists.'' Artists should know no competition. This is a disease that belongs to this very age, and it is the source of all conflicts. Poverty and greed are fed by competition. One should be wary of its very existence. Looking for higher purposes, rather than being engaged in constant competition, is crucial for the body and the soul. In competition one keeps comparing oneself with others; quite often it is beyond us. What we are building here, therefore, is a place for us all, furnished for us all. It defies competition, less and more are not valid concepts, property is out of question, everyone is free from the chains of ownership. Common working space is a fast evolving phenomenon. Maybe within a few years we’ll stop calling this a “common working space”, a new term will emerge. Dynamics rapidly change. This looks very promising. Coming back to your initial question about what an office is… Someone might be working more in her/his bedroom. Starting to work on her/his laptop at 22.00 pm, one might be engaging in intensive work till 02.00 am in the morning. Those four hours have the potential to be more efficient than an eight hour work in the office. Definitions, therefore, should be more flexible to adapt themselves to individuals.
Zuzanna Skalska
Kurucu Ortak, 360Inspiration & School of Form Founding Partner of 360Inspiration & School of Form
20
Zuzanna, inovasyon alanında on sekiz seneyi aşkın süredir trend araştırmacısı ve strateji uzmanı olarak çalışıyor. Kendisiyle tasarım alanındaki riskler, bu risklerin önayak olabileceği yeni yaratımlar ve ticaret modelleri üzerine konuştuk.
Röportaj Interview Dilek Öztürk Fotoğraf Photogprahy Eddy Wenting Çeviri Translation Çağdaş Acar
Zuzanna has been working for more than 18 years as a trend researcher and strategist in the field of up-front innovation. We talked about the risks of design scene which can lead to inspiring ideas for new businesses.
School of form
İstanbul, Eindhoven ve Lodz’daki güncel hareketliliği düşününce, tasarım etkinlikleri bakımından hayli yoğun bir dönemdeyiz. Birer tüketim nesnesi olarak tasarım haftalarına nasıl bakıyorsunuz? Bu soruyla başlamamız iyi oldu çünkü tasarımın birden fazla tanımı olduğunu anlamamız gerek. Tasarımı nasıl anladığımız bu nedenle bizi ya tüketici yapıyor ya da bir profesyonel. Tasarım son yirmi yılda gösterişli dergilerin yarattığı bir alana dönüştü. Bu dergiler VIP tasarımcıları, belirli etiketler taşıyan ve belirli ücretlere çalışan VIP isimleri ortaya çıkardı. Tasarımcılar ünlü kişiler hâline geldi. Son yirmi senedir resimlerle yetinir olduk çünkü hiç kimsenin, tasarım alanında çalışanların bile evlerinde tasarım objeleri yok. Tasarım sihirli bir sözcüğe dönüştü fakat pazarlama alanına sıkışıp kaldı. Evet, tasarım sıfat olarak her yerde, fakat özne olarak ortalıkta görünmüyor. Kesinlikle. Tam olarak bununla karşı karşıyayız. Milano Tasarım Haftası’na bakın, herkes sıkılmış artık. Orijinal fikirlerle karşılaşmak mümkün değil, alışveriş merkezine dönüşmüş. Bir ürünü ötekinden ayıran radikal farklılıklar bulunmuyor. Tasarımla uğraşmanın dışında tasarımın kendisi üzerine düşünmek ve ileriyi görmeye çalışmak müthiş önem kazandı. Sizin yaptığınız da tam olarak bu. Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Trend sözcüğünü kullanmayı bırakmalı mıyız? Trend ve inovasyon sözcüklerini kullanmayı hiç sevmiyorum, doğru. Yeni pazarlama araçları sadece bu sözcükler. İçleri boş, anlattıkları fazla bir şey yok. Ticaret ve endüstri, içinde yetiştiğim alanlar. Niye sorusunu sormalı insan her zaman. Bu işi niye yapıyoruz? Ticaretle uğraşanlar yalnızca yeni bir şey üretilsin diye yatırım yapmazlar. Şirketlerin organizasyonel yapısı değişmeden yepyeni şeyler (ürün veya hizmet) ortaya çıkmaz. Benim yaptığım işte bu. Yaratım süreçlerini ticaretle buluşturuyorum. “Yöneticinin Kulağına Fısıldayan” benim. Yönetici koltuğunuza yaslanıp oturarak, kendiniz değişmeden yenilik bekleyemezsiniz. Yöneticilere ve karar mercilerine bunu anlatıyorum. Düşünme, görme, konuşma, hareket etme biçiminiz değişmediği sürece yönetici koltuğunda oturuyor, yönetici kartviziti taşıyor olmanız, yenilik denen şeyi kendiliğinden getirmez. İnsanlara değişmekte olan şeyleri göstermeye çalışıyorum, topladıklarım da bunlar. Değişim öznesi olarak
trendleri, temaları ve grupları topluyorum. “Laf anlatma, örnek göster” diyorum. Ar-Ge süreçlerinde yöneticilerin sıklıkla yaptığı hata bu. “Bu sektörde hangi şirket bunu yapıyor, söyle” diyorlar. Oysa bir başka şirket aynı şeyi yapıyorsa siz çoktan geç kalmışsınızdır. Müşterekliklerin dünyasında her türlü bilgiye hızlıca ve kolayca ulaşmak mümkün. Yüksek miktarda bilgi ediniyor, eleştiri yöneltmiyoruz; bilgiyi yalnızca alıyoruz. İnsanlar, tasarım festivallerinde gördükleri ürünlerden etkinlenme beklentisi içindeler. Büyülenecekleri şeyleri arıyorlar. Kör ve sağır olmuş vaziyetteler. İletilen mesajları almıyor, yalnızca ürünlerin görünüşüne kapılıyorlar. Peki Polonya’da durum nasıl? Farklı kültürlerin biraraya geldiği bir coğrafya. School of Form ve İskandinav kıyısındaki kentlerde değişim göze çarpıyor. Siz bu değişimin içinde misiniz? Polonya ve komünist rejim dönemi abartılıyor olabilir çünkü Polonya’ya komünizm tam anlamıyla asla gelmedi, sadece Sovyet etkisi vardı. Kendi kimliğimizi yitirmiştik. Temizlikçiliğin doktorluk ve avukatlıktan daha önemli olduğu bir ülke düşünün. Ne kadar eğitimliyseniz o kadar düşük ücret alıyorsunuz. Polonya garip bir toplum haline gelmişti. Düşünebiliyor musunuz? İki dünya savaşı arasında insanlar, ailelerinden kalan her şeyi kaybetmişti. Mücevher ve benzeri her şeyi, hayatta kalmak için satmışlardı. Kimliği oluşturan unsurlar yok olmuştu. Öte yandan yine aynı dönemde nüfus arttı. Kırsal kesimdekiler şehre göç etti. İnsanlar apartman dairelerine taşınıyor, fakat banyo denen şeyi nasıl kullanacaklarını bilmiyorlardı. Toplumu yeniden inşa etmemiz gerekliydi. Okulumuz, The School of Form, Poznan’da kuruldu çünkü yirmi senedir devlet okullarında aynı insanlar sanat öğretiyorlardı. Uygulamadan bîhaber kişiler, gelecek nesilleri eğitmekle görevliydi. Yani sakat doğmuş bireyler hazırlanıyordu piyasa için. Güzel sanatlar akademisi mezunu tasarımcılar piyasayla nasıl ilişki kuracaklarını, endüstriye yönelik ürünleri nasıl hazırlayacaklarını, yani hiçbir şeyi bilmiyorlardı. Elle tutulur fikir bile üretemiyorlardı. Bu okullardaki eğitmenlerin uygulamaya yönelik deneyimleri hiç yoktu. Önümüzdeki birkaç seneyi, dünyanın gidişatını nasıl görüyorsunuz? Endüstriyi, üçüncü endüstri devriminden dördüncüsüne doğru götürüyoruz. Üçüncü nesil devrimde robotlar devreye girmişti, dördüncüsünde robotlar birbiriyle
konuşuyor, birbirinden öğrenebiliyor, yeni robotlar, bebekler üretebiliyor olacak. Birbirlerine yeni şeyler öğretebiliyor oluşları endüstriyi baştan aşağı değiştirecek. Yani bu dönem, kendi zıtlarını yaratacak. Evet, kesinlikle. Yerel topluluklar ve yerel ekonomiler içerisinde hayatta kalmak için el becerilerini öğrenmemiz gereken döneme yaklaşıyoruz. Küreselleşme bana sorarsanız sona erdi. “Burası benim ülkem, burada işler böyle yürüyor” diye düşünüyor insanlar. Her şey yerel olana dönüşüyor. Bugünün küreseli, yerel olan. Dördüncü endüstriyel devrim de işte bu. Z kuşağının internette ve medyada türetilen sözcüklerden başka bildiği yok. Can alıcı soru şu: Bu kişiler yetişkin insanlar olduklarında ne yapacaklar? Onlar yetişkin insanlar olduklarında geçmişe ait ekonominin yıkıntıları kalacak sadece geriye. Yani her şeyi sıfırdan inşa etmeleri gerekecek. Bankaya kredi borçları olsun istemiyorlar, ev sahibi olmak istemiyorlar, bütün zamanları kendilerine ait olsun istiyorlar, büyük şirketlerde çalışmak istemiyorlar. Diğer taraftan yerel olana ve el işçiliğine dönmekte olduğumuza da eminim. Avrupa’daki hiçbir zanaat okulunda yeni becerilere sahip kişiler bulunmuyor. Bu yüzden Polonya’da yeni ve modern bir zanaat okulu açtık. Hollanda’da zanaat okullarının tamamı yenileniyor. Zanaat gerektiren endüstrilerde yeni insanlara gereksinim duyuyoruz. Son olarak şunu söylemeli: Çöp üretmenin bir sınırı var. Yeni ekonomi, dönüşüm ekonomisi olacak. Çöpü kullanarak yeni malzemeler üretmekten söz ediyorum. Şirket olarak geri dönüştürülmüş malzemeyi kullanmanız gerekecek, yepyeni malzemeleri değil. Yeni dünya düzeninde daha fazla çöp üretilmeyecek, mevcut malzeme durmadan dönüştürülecek, yeniden kullanılır malzeme hâline getirilecek. Bunun için de yeni liderlere ihtiyaç duyacağız. Klasik planlama döngüleriyle çalışan, standart danışmanlık raporlarına bel bağlayan yöneticiler, aslında görev aldıkları şirketlerin aleyhine çalışmış oluyor. CEO’lar ve liderler her daim öğrenci ruhuna sahip olmalılar. Derslere giren, kitaplara dalan öğrencilik anlamına gelmiyor bu. Geniş bir yelpazeye yayılan okumalardan, piyasayı köşe bucak tanımaktan, piyasadaki eğilimlerin farkında olmaktan ve ilk bakışta göze çarpmayan bağlantıların farkına varmaktan bahsediyorum.
22
“Düşünme, görme, konuşma, hareket etme biçiminiz değişmediği sürece yönetici koltuğunda oturuyor, yönetici kartviziti taşıyor olmanız, yenilik denen şeyi kendiliğinden getirmez.” We are in such a busy period in terms of design events in Istanbul, Eindhoven, Lodz at the moment. What do you think of design weeks as a product of consumption? It is a very good question actually because we need to understand that there are few meanings of design. Misunderstanding the meaning of design makes us a consumer or a professional. In the last 20 years, design has grown into the glossy magazines. These magazines created VIP designers, VIP names with VIP Labels and prices. Designers became celebrities. For the last 20 years we are eating pictures, because nobody, even the ones who work in design, has a design object at home. Design has become a fantastic tool but unfortunately for marketing. Design is becoming an adjective, not a noun. Exactly. This is what is happening. For example, everybody is tired of Milan Design Week. It is a shopping mall of things where you cannot find any original idea anymore. Everything is just about being “another-different-product”. Apart from practicing design, it became much more important to think about design and see what is beyond. This is your profession. How do you define yourself? Shall we not use the word trend? Yes I really do not like use the word “trend” and “innovation”. They are the new marketing tools. They are empty and flat. I am coming from business and industry. It is all about the question of why? Why are we doing this? Businesses cannot invest money just for something new. Companies cannot introduce completely new things (products, services) without changing company’s structure inside. This is exactly what I am doing. I am over-bridging creation with business. I am a “Chief Executive’s Whisperer”. I am showing executives and the decision makers that they cannot just sit on the executive chair, expecting change without changing yourself. If you are not changing your way of thinking, seeing, speaking, doing things; the whole company will not change. I am trying to show people the things that are really changing and this is what I am collecting. I am collecting trends, themes, clusters as a subject of change. “Don’t tell me, show me examples”. This is a very common mistake what executives are doing at R&D process. They are asking me: “Can you tell me which company in our sector is doing that?” If another company is doing that; this means you are already too late. In this ‘co-‘ world, it is so easy and fast to reach any kind of information. We are getting too much information. We don't criticize, we just receive. People are expecting to be impressed by the products they see in design festivals. Constantly searching for wows. People has become deaf and blind. They don’t feel the messages they are only attracted by the products. What is happening in Poland? You have a lot of different cultures accumulated. We can see a change with the School of Form and port cities close to Scandinavia. Are you a part of this change? The communist time in Poland may be exaggerated because there were never the real communism, just Soviet influences. We lost our identity. Being in such a country where the cleaning lady was more important than doctors and lawyers means that the higher education you had, the lower salary you get. Poland developed a very strange society. Can you imagine? During the two wars, people lost all the products left from their families because everything was sold to survive. Things that created the identity were lost. Poland lost their true elite after the World War. The identity vanished. This was also the moment when the city population increased. People moved to the city from the rural regions. We had to re-build the society. We started our school; The School of Form in Poznan because the same people which were there for the last 20 years were still teaching in public ‘artistic’ schools. People who don’t know anything about the true practice are teaching the next generation. This means that new handicapped people will be coming to the market. The designers form the academy of fine arts don’t know how to speak with businesses, how to prepare products for the industry. They even don't have good ideas. The teachers in these schools were never in practice.
How do you see the next couple of years and the state of world? We are transforming from 3rd industrial revolution to the 4th. The 3rd industrial revolution brought the robotisation and the 4th industrial revolution says that the robots are speaking and learning from each other and making new robots, babies. They are learning from each other. This completely changes our industry. You say that this era creates its opposites. Yes, exactly. We are coming to the moment that we need to learn the skills and survive in our local communities and local economies. I think globalisation has ended. Everybody thinks that this is my country and we will do it in our way. Everything is coming back to the local. The local is the new global. This is the 4th industrial revolution. Generation Z, the next generation, they just know words created on internet and media. This is the most interesting question: What they will do when they grow up? When they grow up, there will be ruins of the old economical situation. This means they have to build everything from scratch. They don’t want to have the mortgage in the bank, they don't want to buy houses, they want time for themselves, they don't want to work in big corporations. On the other hand, I strongly believe we are coming back to the local, handmade craft. There are absolutely no people with new skills in European craft schools. This is why we are opening a new modern craft school in Poland. Also in the Netherlands, they are renewing the whole system of craft schools. We need new people in craft industries. And the last thing: There is a limit of trash. The new economy will be the circular economy. Developing new materials form the trash. As a company, you have to choose recycled material, not new ones. The new world is not about creating more trash, but using existing trash to constantly remaking: re-materializing. We will need new leaders to achieve that because managers who depend upon the traditional planning cycle or the standard set of consulting reports are doing their companies a disservice. CEOs and leaders have to be lifelong students—not just students in the sense of attending courses or reading a book or two. You’ve got to learn how to read widely, walk the market, look at trends in the marketplace, make connections that don’t seem obvious.
“If you are not changing your way of thinking, seeing, speaking, doing things; the whole company will not change.”
Bilgen Coskun ¸
Kurucu&Kreatif Direktör, moov brand ideas Founder&Creative Director, moov brand ideas Röportaj Interview - Özge Mutlu Fotoğraf Photogprahy - Elif Kahveci Çeviri Translation - Çağdaş Acar
Her mecrayı hızlıca tükettiğimiz bir dönemde marka-tüketici iletişiminin monologdan diyaloga geçtiğine ve değişime en açık olanın ayakta kaldığına inanan Kreatif Direktör Bilgen Coşkun ile markaların yeniden konumlandırılma hikayelerini konuştuk.
24
Any media is rapidly consumed today, and the monologue based brand-consumer communication has already been transformed into a dialogue. Embracing the change is the only means to survive, says the Creative Director Bilgen Coşkun. Our interview looks into the stories of brand re-positioning. Bilgen, moda sektöründe markaları konumlandıran, yön veren profillerden birisiniz. Bize biraz profesyonel geçmişinizden ve yaptığınız işlerden bahseder misiniz? Yaklaşık 10 yıldır moda ve stil markalarına danışmanlık veriyorum. Bu süreç her projede farklı bir şekil alsa da genel anlamda, ya yeni bir marka oluşturuyoruz ya da bir markayı güncel koşullara adapte edebilmek için revize ediyoruz. Eğer marka baştan oluşturulacaksa her markanın bir felsefesi olması gerektiğine inandığımız için bir konsept geliştirme aşaması oluyor. Konsept geliştirme sürecinde ilk olarak pazar araştırması yapılıyor. Bunu takiben tüketici trendleri, tasarım trendleri inceleniyor çünkü günümüzde belli bir tüketici kitlesinin ihtiyaç ve taleplerine karşılık verebilecek ürün ve hizmet geliştirilmesi ve bunlara arzu uyandıracak bir ruh kazandırılması gerekiyor. Baştan o ürün ve hizmetleri geliştirip sonra satmaya çalışmak demode ve efektif olmayan bir yaklaşım. O yüzden bir pazar ve tüketici araştırmasıyla ile bunu takiben bir trend araştırmasıyla sağlam bir konsept oluşturulabiliyor. Sonrasında marka kimliği oluşturuluyor ve marka kimliğinin yansıtıldığı ürün grubu ortaya çıkıyor. Projeleri, iletişimden uygulamaya bütüncül olarak ele alıyorsunuz. Moda markaları artık ürün satmıyorlar, bir paket satıyorlar. Bu bir moda markası da olabilir, satış platformu da. Ürün ve hizmeti biraraya getirdiğin, deneyim haline dönüştürebildiğin zaman fark yaratıyorsun. Artık pazar doygun durumda; ürün rekabetinden, iletişim rekabetine geçildi. Marka hikayeleri yaratabilmek gerekiyor. Bu nedenle de o marka felsefesinin her noktada hissettirilmesi gerekiyor. Yani benim ürün grubumu sunduğum perakende ortamı da aynı duyguyu yansıtmalı. Bunları göz önüne alacak olursak özellikle moda markalarında yeni bir pozisyonun oluştuğunu görüyoruz; kreatif direktörlük. Görevleri arasında, bütün bu dengeleri kontrol edip, süreci takip ederek, marka felsefesini gerçekten hayata geçirebilmek var. Benim yaptığım da bu. Kullanıcının da aktif olarak sürece katıldığı, tasarımın demokratikleştiği zamanlardayız. Sizce marka konumlandırma konusundaki iş modelleri zamanın ruhuyla birlikte nasıl değişiyor? İnternetin gelişmesi ile birlikte, her kullanıcı, tüketici ya da internet erişimi olan herkes, otonomiye sahip oldu. Bu çok kritik, radikal bir geliş-
me. Bu gelişme, marka ve tüketici konusundaki iletişimi monologdan diyaloga çevirdi; iş yapma şekilleri değişti. Her şey gibi iş modelleri de radikal olarak değişiyor. Nokia örneğini düşünecek olursak; çok başarılı bir markayken, bir anda akıllı telefon dünyasına adapte olamadığı için gündemden silindi. Moda sektöründe de buna çok iyi örnekler var. COS, baştan itibaren belirli bir tüketici kitlesine ve onun zevklerine oynadı. Bu tüketici kitlesi, kaliteye ve tasarıma önem veren, doğal malzemeleri ve rafine ürünleri seven bir kitle. Buna uygun olarak topladığı yaratıcı ekip ile marka felsefesini ürüne, iletişime ve perakendeye yansıttı, kendi estetiğini oluşturdu. Bir COS mağazasından içeri girdiğinizde, marka felsefesini ve estetiğini ilham verici bir şekilde hissedebiliyorsunuz. Bunun yanında ‘şimdi gör, şimdi al’ diye bir konsept çıktı. Eskiden defilelerden sonra, gösterilen koleksiyon ortalama olarak 6 ay sonra satışa sunulabiliyordu, H&M ve Zara gibi hızlı moda markaları ise sunulan trendleri hızlıca hayata geçirebiliyorlardı. Bunun önüne geçmek için satın almacılar beğendikleri koleksiyonları gördükleri anda satın alıp mağazaya yerleştiriyor. Mesela Kenzo yeniden marka konumlandırması yaşadı. Bu Parisli moda evinin başına alışılmışın dışında çok genç iki Amerikalı geçti. Bu iki kişi, dünyanın en önemli konsept mağazalarından biri olan Opening Ceremony’nin kurucuları; Carol Lim ve Humberto Leon. Kullanıcının diyalogun bir parçası olması ile birlikte, sokak giyimi lüks modayı çok farklı etkilemeye başladı. Kenzo da bunu çok iyi algılayıp, bu iki kişiyi, direktör olarak başa getirdi. Koleksiyon anlamında marka gençleştirildi, sokağa uyumlandırıldı. Etkili ve yaratıcı konumlandırma konusunda iyi olduğunu düşündüğünüz başka moda markaları ve iş birlikleri neler? Bir markayı oluşturduğunuzda küçük, niş bir grubu yakalıyorsunuz önce, onlar da ‘marka avukatı’na dönüşüyor. O kişilerle birlikte genişliyorsunuz. Sokak modasının öncülerinden olan Supreme’den bahsedebiliriz. Gerçek bir kültürün (kaykay kültürü) üzerine kurulmuş bir marka. 35’lerinde, 40’larında olan, eskiden kaykay kaymış kişiler, daha fazla alım güçleri de olduğu için, daha iyi kalitede ve tercihen sınırlı sayıda üretilmiş ürünler kullanmak isteyebiliyor. Supreme de bu açığı görüp, hikayesini oluşturdu. Bence moda dünyasını şu anda en çok etkileyen iki markadan biri Vetements, diğeri ise
Gucci. Bu ikisine de baktığımızda, sadece mikro trendleri takip etmediklerini, makro trendleri ve sosyo-ekonomik gelişmeleri de izleyip buna uygun yaklaşımlar ile tasarım ve iletişim yaptıklarını görüyoruz. Trendler eskiden olduğu gibi yukarıdan aşağı inmiyor artık, 360 derece bir etkileşim olmaya başladı. Bunları çok iyi gözlemleyen Vetements, yaratıcı ekibiyle birlikte sokak giyimi klasiklerini farklı ölçülerde ve malzemelerle yorumladı, lüks modaya çekti. Tabi burada dekonstrüktif bir tavır da var. Gucci’ye gelecek olursak da, kadın modasının gittikçe maskülenleştiği, kadının feminen tarafının gösterildiği takdirde neredeyse zayıf olarak anlaşılacağı algısının yoğun hissedildiği bir dönemdeyiz. Bu dönemde, naif, yumuşak, olumlu, feminen ve renkli bir yaklaşıma çok ihtiyaç vardı ve 2015 yılında yaratıcı direktörlük görevini üstlenen Alessandro Michele estetik açıdan geçmiş ve günümüz referanslarını çok iyi bir şekilde harmanlayarak, moda dünyasına barış, sevgi, aşk gibi özlenen duyguları geri getirdi. Moda, sanat ve tasarımla iç içe geçen bir alan. Kendini beslemek, trendleri takip etmenin ötesinde tahmin etmek, öngörmek ve size danışan markaların önümüzdeki sezonları için doğru adımlar atmak için neleri takip ediyor, neler yapıyorsunuz? Bence global bir iletişim ağına sahip olmak oldukça önemli. Brezilya ya da Viyana’da yaşayan bir arkadaşımdan farklı şekilde beslenebiliyorum. Bilginin paylaşımına çok önem veriyorum. O nedenle her projede yeni bir ekiple, kolektif çalışmaya inanıyorum. Bunların yanında, zaten Business of Fashion, Vogue Runway, Highsnobiety, WGSN gibi önemli kaynaklar var; bunları takip ediyorum. Sokak trendleri çok önemli, seyahatlerim sırasında insanların kültürel farklılıklarının sokağa nasıl yansıdığını görebiliyorum. Bir de sizin de söylediğiniz gibi, çok disiplinli çalışmaya değer veriyorum. Sanat, bana daha özgür düşünmeyi, endüstriyel tasarım daha sistematik halde üretmeyi öğretiyor. Moda ise bunların arasında bir kavram. Aynı zamanda sosyo-ekonomik değişimler, toplumda olup bitenler, alışkanlıkların nasıl evrildiğini takip etmek gerekiyor. Marka hikayeleri yaratırken, artık sadece ürünün ne olduğu değil, ürünü yapan kim, süreç nasıl, nasıl bir deneyim yaşatıyor, neden ve nasıl yapıldı; bunlara odaklanıp, anlatabilmek kritik değer taşıyor.
“Brand philosophy should be reflected at every touch point.”
“Marka felsefesinin her noktada hissettirilmesi gerekiyor.”
Dear Bilgen, you position brands and open up new paths in fashion. Could you tell us about your career and works? For ten years now I have been providing consultancy to fashion and lifestyle brands. Each project is naturally another story, yet it often concerns either a new brand creation or the revision of an existing one, adapting it to current needs. If we are to create something from scratch, then we believe that a concept and a certain philosophy are essential. To develop a new concept, we kick off a market research. Then consumer trends, as well as design trends are analysed, since one needs to develop products and services overlapping with consumers’ needs and demands today. If you develop products and services without initial trend analyses and then engage in sales efforts right away, your approach is not only outmoded, but also ineffective. This is why a solid concept emerges only after some research on consumers and trends. Once a brand identity is formed, a product group is designed reflecting this identity. Finally, this product group is presented with the right communication and retail concepts so as to highlight the brand at every touch point. You seem to have this comprehensive approach for all kinds of projects. Fashion brands do not sell products anymore, they offer packages. This can be a fashion brand, as well as a commerce platform. Combining the product and service with a true experience is the key. The market is now saturated. The competition was based on products in the past, now it is all about the communication. You need to come up with good brand stories, people should feel that brand philosophy at every touch point. A retail store displaying my product groups should be able to convey that feeling. This requirement triggers a new job definition especially within fashion brands: creative directors. Their responsibilities include overseeing all the harmony, following up different processes, and realizing the brand philosophy. And this is what I do. The active participation of users and the democratization of design mark today’s context. How do the brand positioning and business models change over the course of time? As the internet grew, every user and consumer, anyone with an access acquired certain autonomy. This is a critical turn, a radical development. This development is what transformed the monologue based brand-consumer communication into a dialogue. Business models have radically changed – just like everything else. Take the example of Nokia: not being able to adapt to the world of smart phones, it vanished – after achieving such a massive success. Other great examples do exist in fashion, as well. COS targeted a certain segment of consumers and their tastes. These consumers ideally prioritize quality and design, with a liking of natural material and refined products. They formed their team accordingly and highlighted their brand philosophy both in communication and retail stores; they created their own aesthetics. Going into a COS store, one can find inspiring stuff that makes you feel the brand aesthetics in strong connection with art and design.
Then the concept of “see now buy now” emerged. Following the cat walk, a collection used to arrive to the market in six months; and fast brands like H&M and Zara used to rework on vwhat they already saw. The concept was thus developed to avoid this and enable buyers to acquire their favourite collection and display it in their store once they see it. This brings us to the question whether fashion magazines will disappear, since that six-month period was what made editorial shooting possible. Business models for sure rapidly change. Static brand positioning has gone extinct. Kenzo recently re-positioned its brand. Two directors with no design background have been appointed as co-creative directors, but these two people are the founders of one of the most famous concept retailer Opening Ceremony: Carol Lim and Humberto Leon. Inviting users into the dialogue, streetwear heavily influenced luxury and fashion. Sensing this paradigm change, Kenzo appointed these two people as creative directors. The brand’s collection has been refreshed, well adapted to the street. Which other brands and collaborations do you think stand out as influential and creative re-positioning? Creating a brand, you address to a small, niche group at the first place. And they become your ‘brand advocates’. Then you grow with them. Supreme is one example pioneering in street style. It is based on a real culture, that of skating. People in their 35s and 40s, with previous experience in skating and a higher purchasing power today, can prefer better quality and limited edition products. Bridging this gap, Supreme has created a very good story. Vetements and Gucci stand out today as the two most influential brands for the fashion world. Having a closer look, you realize that they not only follow microtrends (i.e. fashion trends), but also macrotrends and socio-economic developments, and then design and communicate accordingly. Top-down trends work no more. It is a full-scale interaction. Carefully observing all these, Vetements interpreted streetwear in different sizes and with different material – thanks to its creative team. Not to forget their deconstructive approach to it… We are at a time when women’s fashion is increasingly masculine, and any trace of femininity is almost equal to weakness – this has been a painful reality prevailing in fashion. There was certainly a need for a naïve, soft, positive, feminine, and colourful approach. Gucci’s Spring Summer 2016 collection responded to this social context. The short movie shot by Glen Luchford made a huge success, inspiring everyone. Fashion is very much related to art and design. How you nurture your inner self, beyond following trends, to widen your vision, better foresee the future and provide consultancy to companies approaching you? Being in a global network cannot be stressed enough. My friends from Brazil and Austria have different influence on me. Knowledge exchange and project cooperation are valuable. This is why I work with a new team in each project; collective work is priceless. Then you have sources like Business of Fashion, Vogue Runway, High Snobiety, and WGSN. I follow them all. They help you follow micro trends, that is to say, fashion trends. Street trends are always striking, I cannot help observing how cultural specificities mark the way streets look like. And just like you pointed out, interdisciplinary work is essential. Art urges me to think freely, whereas industrial design enables me to produce systematically; and fashion is somewhere in between. One should keep an eye on the socio-economic changes, social developments, and how habits evolve. Product descriptions fail to make a real effect today. A brand story today should narrate in greater detail the designer, the product evolution and the experience, as well as why and how it was created.
Kurucu Ortak, Pinar+Viola Co-Founder Pinar+Viola
26
Pinar + Viola Pinar + Viola iki genç kadının kurduğu bir image couture markasının ismi. Pınar Demirdağ ve Viola Renate. Tanıdığımız sınırların ötesinde, belki başka alemlerde yüksek hassasiyetle çalışıyorlar. Bugünün ve yarının görselini üretmek, görsellik üzerinden iletişim kurmak onların asıl işi. Kendilerini görsel eksperleri olarak tanımlayan ikiliden Pınar ile sohbet ettik ve ürettikleri görsellerin inceliklerinde kaybolduk. Röportaj Interview - Merve Akar Akgün Fotoğraf Photogprahy - Courtesy of Pinar+Viola izniyle Çeviri Translation - Çağdaş Acar, Nilüfer Ersöz
Pinar + Viola is the brand name of a image couture founded by two young women: Pınar Demirdağ and Viola Renate. Their work is beyond the borders of our current knowledge; theirs is another planet where the concept of precision prevails. Producing the image for today and tomorrow, they are engaged in establishing communication through images. We met with Pinar from the duo that call themselves image experts and got lost in the delicacy of their work.
Bu mesleği yaratmadan önce ne okudun? 2004 yılında Fransa, Saint Etienne’e üniversite okumak için gittim. O zamana kadar hayatım hep grafikler ve görsellerle geçmişti ama ayaklarımı yere bastıracak ve herkesin anlayacağı bir alan olarak düşündüğüm endüstriyel tasarım okumamın doğru olacağına inanmıştım. Kendimi özgür bırakamamışım. Üzerine Strasbourg’da Les Arts Décoratifs’te tasarım dersleri aldım. Orada uçuk şeyler yaptıkça onlar beni normalleştirmeye zorluyorlardı. Bu arayış içinde o dönem çok etkilendiğim Hollandalı tasarımcı Daniel van der Velden ve Vinca Kruk’un sahip olduğu Metahaven’de staj yapmaya başladım ve bu dönem hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu. Metahaven’de çalışmak çok alternatif ve avangarttı. Politika yüklü ve anlamlı işler üreten insanlarla beraberdim ve o zaman farkına vardım ki bende eksik kalan şey anlamdı. Daniel van der Velden Sandberg Institute’te öğretim görevlisiydi ve bana okumamı öğütledi çünkü yaptığım işleri güçlü ama anlam açısından zayıf buluyordu. Benim yaptıklarımla ne söylemek istediğimi anlamak istiyordu. Çok haklıydı çünkü evet, hayata anlam katmak lazım. Bu çok varoluşsal bir şey. Viola ile nasıl biraraya geldiniz? Bu sırada Daniel van der Velden aynı zamanda Viola’nın da hocasıymış ve ona da aynı şeyi öğütleyerek Sandberg’e davet etmiş. Daniel bizim ruh babamız gibi biri aslında. Okulda tanıştığımız ilk senenin sonunda ilk projemizi gerçekleştirdik. O sene tüm sınıf ismi "Utopian Grids" önemli bir sergiye davet edildi. Şehirlerin geleceğine uygulanan grid sistemleri üzerine bir sergiydi. Ben kuralları çekici bulmadım ve projeye katılmadım. Meğer Viola’da katılmamış. Sonra yazın haberleşerek beraber bir proje yapmaya karar verdik. Çalışma süreci harikaydı. Daha iş ortaya çıkmadan Ying ve Yang gibi birbirimizi tamamlamıştık. Çok ütopik bir fantezi hayal ettik. Gelecekte kuralları değil de kaosu kutlayalım dedik. Gri alanlar, katı kuralların olmadığı ve fanteziye yer veren şehirleri kutladık. Bu bir protesto görsel olarak zengindi çünkü fantezi kurmuştuk. Şehirlerin Avrupalılaşmasından yola çıkarak Europolis adını verdiğimiz bir şehirde 2100 yılındaydık. Projenin adını Ütopik Kaos koyduk ve herkesten gizli t-shirtler yaptırdık. Sergi açılışı için sokak satıcılarıyla anlaştık. T-shirtleri onlara verdik ve serginin ortasında gelin ve çıkartın dedik. Serginin adı Ütopik Kurallar bizim t-shirtlerde dev gibi Ütopik Kaos yazıyor. Küratör buna çıldırdı çünkü şık insanların şampanya içtiği bir yerde işportacılara yer yoktu. Gidip küratöre bu bir sanat eseri dedik. Gelecek hakkında farklı düşünmek adına açık görüşlü bir senaryo yazmıştık ve hâlâ aynı şeyi yapmaya devam ediyoruz. Tek fark artık daha büyük markalara daha büyük çapta işler yapıyoruz. Nedir sizi besleyen? Görsel hava gibi, yani her yerde. Cep telefonları, reklamlar, evdeki porselen tabağın üzerindeki desen, moda çekimleri, araba koltuğunun deseni... Ben de Viola da yedi sene boyunca işaret, sembol, ikon ve idol okuduk, bu konularda ustalaşmak için çabaladık. Anlamak ve yenilerini yapmak üzerine bir eğitim aldık. Tam anlamıyla Görsel Eksperi gibi çalışıyoruz. Ama bunu bir haute couture tasarımcısının sabrıyla yapıyoruz. Örneğin pret-aporter kıyafetleri mağazaya gidip alırız. Aynı kıyafet yüz bin tane insanda olabilir. Oysa haute couture tasarımlardan dünyada sadece bir tane var. Couture yapma teknikleri, harcanan zaman, detaylara atfedilen önem ortaya çıkan ürünü unique kılıyor. Dünyada sadece bir kişi o kıyafeti giyiyor ve onun için özel hazırlanmış. Bir sanat eseri gibi... Bizde bu mantalitede, çok detaylı ve dikkat-
li bir şekilde güzel olanı alıp görsele yüklüyoruz. Ortaya çıkan herhangi bir görsel değil, arkasında kavramsal ve estetik değerler var, bir nevi inovasyon. Peki süreç nasıl işliyor? Sipariş üzerine de çalışıyoruz, kendi çapımızda da yapıyoruz. Mesela istek şöyle geliyor: İmkansız olanı görselle imkanlı hale getirelim. Müşterilerimiz çok spesifik şeyler istiyorlar. Örneğin İkea’dan geldiler ve “bizi rüyalara daldıracak, düşündürecek, uzak alemlere seyahat ettirecek, insanlara evlerinde sanat eseri olduğu hissini uyandıracak, 7’den 70’e hitap edecek bir ürün istiyoruz,” dediler. Biz burada anlam yükleyerek hayatı kutluyoruz. Çalışılan kişi, iş ne olursa olsun ortak payda anlamın varlığı sanırım. Bugün bir sanatçı da bir tasarımcı da aynı paydada buluşuyor. Tasarımcının derdi de artık üründen çok daha fazlası. Bence biz sanatçıyız zaten. Sanatçı ve tasarımcı arasındaki sınırlar çok şeffaf hakikaten. Seni Tasarım Fuarı’nda bir stantta yakaladım ama pekala sanat bienalinde de yakalayabilirdim öyleyse. Galerilerde sergimiz oluyor ama bir galeri sanatçısı değilim. Günümüzde her şey o kadar akışkan ki bir gün erkek gibi giyinip bir gün femme fatale olabiliyorum. Cinsiyet bile artık akışkan. Tasarımcı ya da sanatçı gibi kimliklere ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum. Ben bir görsel eksperiyim. Görsel konusunda çok fazla bilgiye sahibim. Sadece onları okumayı ve yapmayı çok iyi biliyorum ve bu konuda inovasyon yapabiliyorum çünkü geleceğin trendlerini çok iyi biliyorum. İnsanların ne istediği konusunda çok hassasım ve bir estetik değere sahip olduğumu düşünüyorum. Büyük markalarla geniş çaplı işler yaptığınızdan bahsetmiştin. Evet mesela Adidas çok spesifik bir şey istemişti. Önümüze 2000 tane görsel koydular ve bize bu görselleri çağdaşlaştırın dediler. Adidas kendi özünü ortaya çıkartmak istiyor. Markanın kültürü çok zengin, dünyanın ilk spor markası. Almanya’dan gelen ve bunu kanıtlayan fotoğraflar var. Biz de istenileni yaptık. Kasım ayında açılacak New York mağazasının duvarlarına konulacaktı ama farklı bir değişikliğe gittiler ve olmadı. Bu deneyim bizim için çok kıymetliydi. Nasıl çalışıyorsunuz? Moda tasarımcıları her sene koleksiyon çıkarırlar ve geleceğin kıyafetleri hakkında bizi bilgilendirirler. Biz de aynı şeyi geleceğin görselleri konusunda yapıyor ve her sene yeni koleksiyonlar çıkarıyoruz. Bunların hepsi internette yer alıyor. Her sene konu değişiyor. Ortam konuyu belirliyor ya da konu konuyu belirliyor. Görsel o kadar hafif, iletişime açık ve esnek ki istediğiniz her şeyin üstüne gidebilir. Cep telefonuna arka plan da olabilir, reklam kampanyasına afiş de... Elbise de yapabiliriz, arabanın içini de kaplayabiliriz. Bu sene de İstanbul Design Week kapsamında gösterilen Healing Prints sergimiz var çünkü ben inanıyorum ki şu an özellikle de Batı’nın, yüreklerimizin, doğanın ve çevremizdekilerin hiç olmadığı kadar iyileşmeye ve iyileştirilmeye ihtiyaçları var. Evet bu konuda ciddi bir uyanış var. Evet çünkü artık bazı şeyleri yemek istemiyoruz. Mesela nereden geldiğini bilmediğimiz eti yemek istemiyoruz, kesilen hayvanın canının yandığını düşünüyoruz, içtiğimiz sütün hayvandan nasıl alındığını bilmiyoruz. Reklama çok daha duyarlıyız ama bir deri çantanın aslında ne demek olduğunu bilmiyoruz. Hayvanların çığlık atarak derilerinin soyulduğunu düşünmüyoruz. O reklamın çekilmesi için o model ne kadar yemek yemiyor, dünyanın parası harcanıyor... İnsanlar gerçekleri anlamak için uyanmak istiyorlar. O yüzden ben Ikea ile
çalışmaktan çok mutluyum. Şu ana kadar gördüğüm, okuduğum kadarıyla en sürdürülebilir şirketlerden biri. Çünkü eğer Ikea bir şey yapıyorsa dünyadan o rezervler azalıyor nerdeyse. Ne yapıyorlarsa geri dönüştürülebilir şekilde yapıyorlar. Bizim eve mesela yemeğe geldiklerinde kreatif direktörleri içeri girdi ve direk bizim t-shirtlerimize “bunlar organik değil,” dedi. Geleceğin görselleri nasıl tahmin edilebilirler? Radarların anten gibi açık olmalı. Tam buradan geliyor diyemem ama tabi ki bazı insanlar seni diğerlerine göre daha fazla besliyor. Çevrende de senin gibi radarları açık insanlar varsa birbirinizi besliyorsunuz. Belirli kanallar var, takip ettiğimiz insanlar var, ben önüme gelen her şeyi okuyorum. Politik değerlerin hepsinin olabildiğince farkına varmak istiyorum fakat oturup da politik değerlerin içinde kendimi kaybetmek istemiyorum çünkü o başka birinin fantezisi. Politika tamamen bir fantezi. Para da öyle. Ama mesela şu çiçeğin gerçek olup olmadığı konusunda seninle tartışamam. Çiçek burada dokunuyoruz, peki para ne? Biz eğitildikçe kendimizi eğittikçe kendi algı seviyemizi açtıkça işimizin de algı seviyesi açılıyor. Eskiden hayatımda en çok istediğim şey Chanel bir çantaya baskı yapmaktı. Şimdi o Chanel çantayı almak bile istemiyorum. Çok elitist bir şey yapmak istemiyorum onun yerine kendi koleksiyonumu çıkarmak ve demokratik ve satın alınabilir şekilde insanların günlük hayatına güzellik katmak istiyorum. Çok güzel. Hayata bir yön çizmek lazım. Sonuçta mutluluk bulunması gereken şey. Bir diliniz olduğuna inanıyorum. Eli açıklık. Sürekli figürler ve desenler... İşleriniz yalın değil, çok az boşluk var. Bu ortak bir arzu mu? Ben gerçekliği yansıttığımızı düşünüyorum, işlerimizin dürüst olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar karmaşık yapılarız. Hiçbirimiz I-Phone gibi dümdüz değiliz, çok karmaşık şeyler hissediyoruz. Varlığımızın ne kadar komplike olduğunu göz ardı edip sadece belli bir görsel alana sığınıp anlamaya çalışıyoruz. İnsan olmak ve hayatı anlamak çok çok zor. Kendini yelken gibi akıntıya bırakıp gidip o karmaşık yerde her tuttuğun gülden toplamak varken insanlar kurallara tutunuyorlar. Bu niye böyle olmalı? Çünkü öyle. Neden? Neden bir kadın ve bir erkek evlenmeli? Tam da yeni doğan bebeği düşündürüyorsun bana. Sonsuz bir ışık gibi geliyor. Hiçbir sınırı yok, hiçbir şey yok üzerinde. Öyle bir enerji. Sonra ona ‘burayı’, hayatı öğretebilmek için başlıyoruz sınırları koymaya. Doğduğunda daha kendi bedeninin sınırlarını bilmeyen, her yerde var olduğunu hisseden o zihniyeti bir beden içine kapatıyoruz. Sonra da ona kuralları öğretiyoruz. Bizden çok önce de var olan kuralları. Egomuzu da yoğuruyoruz çocuğun üstüne. Belirli şeylerden mutlu olmayıp fantezi dünyası yarattığımıza inanıyorum. Hayatta bazı şeyleri görmeyi tercih etmiyoruz ya. Mesela birisi para dileniyor bir ayağı yok diyelim görmüyorsun onu. Görmeyi tercih etmiyorsun. Demek istediğim, evet haklısın bu dünyada yolunda gitmeyen çok şey var, Türkiye’de yolunda gitmeyen birçok şey var, politik dengelerde yolunda gitmeyen şeyler çok, adalet desen öyle bir şey yok zaten. Adaletten konuşursak doğa herhalde bizi dava eder. O yüzden ben ağlamaya başlasam, şu saniye dünyanın her tarafında tecavüze uğrayan kadınlar için ağlamaktan başlardım. Eğitim görmeyen kızlarda biterdi. O yüzden bütün bunların farkında olarak kendi hayal alemimizi kurmalı ve orada yaşamalıyız.
What did you study before creating this profession? In 2004 I went to Saint Etienne, France to study in the university. Until then I was always busy with graphics and images, but I thought it was high time that I had learned a more solid, and a more understandable discipline: industrial design. Obviously I was unable to set myself free. Then in Les Arts Décoratifs, Strasbourg I attended courses on design. I was testing the extreme, and they were trying to orient me towards the normal. Looking for my own path, I started an internship at Metahaven, which is owned by inspiring Dutch designers Daniel van der Velden and Vinca Kruk. That was a turning point in my life. Working at Metahaven was radical and avant-garde. I spent time with people who were politically engaged and producing meaningful works. Then I realized that meaning was that missing link in me. Daniel van der Velden was a lecturer at Sandberg Institute, and he advised me to read on, since he found my work powerful yet lacking in meaning. He wanted to understand my point by looking at my work. He was right, indeed. Life requires meaning. It is at the heart of existence. How did you meet Viola? Daniel van der Velden was also the teacher of Viola, and invited her to Sandberg with similar advices. Daniel is almost our spiritual father. At the end of the first year of our meeting at the school, we prepared our first project. That year our whole class was invited to an important exhibition titled Utopian Grids. It was about the grids systems implemented in the future of cities. I didn’t really like the conditions and decided not to join the project. It turned out that Viola hadn’t joined, either. Getting in touch during that summer, we decided to work on a jo-
int project. Working together was wonderful. We completed each other like Ying and Yang even before the work was finalized. We were fantasizing a utopia. And we said “Let’s celebrate the chaos in the future, not the rules.” We celebrated grey areas and cities, in which strict rules didn’t exist, and fantasies were allowed. It was a visually-rich protest, simply because we fantasized it. We were in a city called Europolis (referring to the westernisation of cities) in the year 2100. The project was called Ütopik Kaos (Utopian Chaos), and we secretly produced t-shirts. For the exhibition opening we found and made an agreement with street sellers. We gave them the t-shirts and wanted them to come to the gallery and start selling. The exhibition was called Ütopik Kurallar (Utopian Rules), and our t-shirts had giant words of Ütopik Kaos (Utopian Chaos). The curator went crazy, since sellers didn’t belong to a hall where elegant people drink champagne. We told the curator that this is a piece of art. We prepared an open-minded scenario to imagine a different future, and we keep doing that. The only different is that now we work in bigger projects for bigger brands. What are your sources? The image is like the air, it’s everywhere. Mobile phones, advertisements, a pattern on the porcelain plate at home, a fashion shoot, the texture of a car seat… Both I and Viola studied signs, symbols, icons, and idols for seven years to master them. We were trained to understand and produce from scratch. We are now working like true image experts. Yet we do this with the patience of a haute couture designer. One would buy pret-a-porter clothes going to a store. A hundred thousand other people can have the same exact clothes. Yet there exists a single piece of a haute couture design in the world. Couture making techniques, the time spent on a piece, and the attention given
Courtesy of Ikea izniyle
Gentlemen like us, ipek eşarf Richard Thomas Vakfı için
28
Gentlemen like us, silk scarf for The Richard Thomas Foundation
What about your bigger projects for big brands? Yes, Adidas approached us with a very specific request. They gave us 2,000 images and wanted us to modernize them. Adidas wants to reveal its very essence. Their brand culture is very rich; they are the first sports brand of the world. There are photographs coming from Germany that prove this. We did what we had to do. They would have been displayed in November on the walls of their upcoming New York store, but they changed their mind and decided not to do this. This experience was valuable to us. How do you work? Fashion designers produce a new collection every year and present us the clothes of the future. We do the same with the images of the future, and produce new collections. They are all available on the internet. Each year we have a different theme. Our setting defines the theme, or a theme leads to another. An image is so lightweight, open to interaction, and flexible that it can fit anything. You can set it as the background of your mobile phone, or use as a poster for an advertisement. It’s possible to use it for clothing or car upholstery. This year at the Istanbul Design Week, we have an exhibition titled Healing Prints. At this point in history, I believe that we, our hearts, the nature, the people that surround us and the West need to heal and to be healed – like never before. Yes, the awareness on this is rapidly growing. True, we resist eating certain food today. We avoid meat of which source we are not sure, we sympathize with dying animals. We have no idea how they milk them. We are more sensitive towards advertisements, yet we don’t have much clue what a leather bag means. We don’t really think about animals’ screams as they are stripped from
to details makes it unique. There is only one person on the earth wearing those clothes, and it’s tailor-made. Just like a piece of art… This mentality drives us to work meticulously and carry the beauty into an image. The outcome is no ordinary image, conceptual and aesthetic values surround it; it is a kind of innovation. How do you describe your process? We work through commissions, and sometimes produce as we will. We receive requests that say “Let’s make possible the impossible using images”. Our customers have specific expectations. Ikea, for example, wanted us to “a product that will make us daydream, make us think, take us away, make us feel like we have a piece of art at home, and attract people of all ages”. Giving a meaning to what we do, we celebrate the life. Your work partner, no matter what the job is, and a common ground should be the embodiment of meaning. Today artists meet designers on the same platform. And the ultimate goal of a designer is more than a product. I think we are artists. Borders between an artist and a designer are vague, indeed. I met you in a design fair, but this could be an art biennial, as well. We organize exhibitions at galleries, but I’m not a gallery artist. Fluidity defines our present, one day I dress up like a man, the other day I’m a femme fatale. Even the sexuality is fluid. I don’t think I need the identity of a designer, or an artist. I’m an image expert. My image know-how is vast. I know how to read and make them, and I can innovate since I know the trends of the future very well. I’m sensitive towards the wishes of people, and I believe I have an aesthetic understanding.
their skin alive. For a certain advertisement a model stops eating for days, and a fortune is spent on the shooting. People want to wake up to see the reality. This is why I’m very happy to work with Ikea. It’s a truly sustainable company – one of the best I’ve seen so far. When Ikea produces something, one can almost talk about a decrease in that certain reserve. Whatever they produce, therefore, is recyclable. When they joined us for dinner one night, for example, the creative director walked in and immediately said “these t-shirts are not organic”. How can one predict the images of the future? You have to keep both eyes open. This shouldn’t be the only way; for sure some people do inspire you more than others. And if you have others with open eyes around you, then you inspire each other. We follow certain channels and people; I personally read whatever I find. I’d like to have an idea about each political view, yet without getting lost within them – since they are all someone’s fantasy. Politics is certainly a fantasy and so is money. There is no need to discuss whether this flower is real or not; it’s here, we can touch it if we want. But then, what about money? As we are educated, improve ourselves, and expand our perception, our business vision also changes. Printing on a Channel bag used to be my dream, but now I don’t even want to buy one of those bags. I am not interested in an elitist work, I’d like to prepare my own collection and present it in an affordable and democratic way for the daily use. Excellent. Life is about choosing a path, and one needs to search for happiness. I believe your language is unique. It is generousness. Figures and patterns everywhere… Your works are not
plain; there is almost no free space. Is that a joint decision? I believe that we reflect reality and our works are just honest. Humans are complicated. We are not flat like an iPhone, our emotions are sophisticated. We ignore how complex our existence is, and we try to perceive the world in a very limited visual space. Being human and understanding life is immensely difficult. People hold on to rules instead of casting themselves adrift like a boat and picking up roses as they go along. Is it supposed to be that way? Yes, it is. But then, why? Why is a women and a men supposed to get married? You make me think of a new-born baby. Like an eternal light. No boundaries, no restrictions, a limitless energy. Teaching them “life” later on, we set for them boundaries. Although they are not even aware of the limits of their own body and feel like they exist anywhere, we limit them inside the human flesh. Then we teach them rules. Rules that have been existing there for a long time, even before us… We also test our ego on a child. Being unhappy about certain things, we create a world of fantasy. We prefer turning a blind eye to certain things in life. Someone is begging for money for example, he doesn’t have a leg, you don’t see him. You ignore seeing him. I mean, you are right. There are a lot of things going wrong. Obviously lots of things don’t go right in Turkey, and there are many issues of political stability. As for the justice, it doesn’t even exist. If we start speaking about justice, the nature probably sues us. That is why, if I would start crying right now, I would cry for women all around the world who are raped. The girls who are denied education would be set free. The points is, we should be aware of all these, build world of dreams and live there.
The Kurukahveci Mehmet Efendi stand at the Fifth Domestic Products Exposition in 1933.
146 years of frothy delicious Turkish coffee
Since 1871, Kurukahveci Mehmet Efendi set the standard for quality and excellence, bringing delicious Turkish coffee to homes throughout Turkey and now is savored in over 50 countries around the world. Kurukahveci Mehmet Efendi brings Turks’ gift to the world, Turkish coffee, to coffee lovers around the world helping them enjoy the same quality and pleasure in every sip. www.mehmetefendi.com
Yaşlanmıyoruz,
30
büyüyoruz
Growing up, not growing old Tasarım Müzesi, eski Commonwealth Enstitüsü binasını hayata döndürmek için Victoria & Albert Müzesi içindeki tohumdan yetişti. Deyan Sudjic, müzenin şimdi sadece tasarımcılara değil, daha geniş bir kitleye nasıl hitap ettiğinden bahsediyor.
The Design Museum has grown from the seed sown inside the Victoria & Albert, to bring the old Commonwealth Institute building back to life. Deyan Sudjic talks about how the museum now talks to a wider audience, not only to designers. Röportaj Interview - Deniz Tekkul Fotoğraf Photogprahy - Ugo Petronin Çeviri Translation - Büşra Gündoğdu
Tasarım Müzesi’nin geçtiğimiz kasım ayında taşınmasından bu yana neler değişti? Tasarım Müzesi'nin uzun bir geçmişi var: 1980'lerin başında, kurucumuz Terence Conran'ın dünyaya bir şeyler katmak ve teşekkür etmek için tasarımla ilgili bir iş yapmanın önemli olduğunu düşünmesiyle başladık. Conran, tasarımın dünyada nasıl görüldüğüne bakmak istiyordu. Bu işe özellikle, dünyanın en eski tasarım müzesi olan Victoria & Albert Müzesi'ne bakarak başladı. V&A, 1851'de açıldı; neredeyse dinozorlar hâlâ dünyada hüküm sürerken. Bu, modern dünyanın kendini gösterme ve kanıtlama anıydı. Bu andan itibaren, dünyanın dört bir yanından yeni teknolojileri ve bu teknolojilerin tasarlanma biçimlerini biraraya getiren Büyük Sergi'de, tasarımın sahip olduğu kudretin altını çizen Joseph Paxton'ın Kristal Sarayı'nda başladı. İlk Dünya Fuarı için satılan biletlerden elde edilen kâr ise, dünyanın ilk tasarım müzesi olan V&A'yı açmaya yarayacaktı. İlk günlerinde, üreticilere nasıl daha iyi ürünler hazırladıklarını göstermek, endüstride çalışabilecek öğrencileri eğitmek ve halka neyin önemli olduğunu anlatmak için bir fırsat olarak görülüyordu. Çok geçmeden V&A Müzesi fikri bambaşka bir şeye dönüştü. Anglo-Sakson dünyasında, kültürle biraraya geldiğinde, ticarete karşı doğal bir şüphecilik var. Bu nedenle, başlangıçtaki amaç muhteşem bir dekoratif sanatlar müzesine dönüştü. Tasarım Müzesi, V&A binasının içindeki bir tohum-
dan yetişti ve beş yıl boyunca çok iyi gitti. Daha sonra kurucumuz "Kendi müzemizi kendi binamızda yapalım" diye düşündü. Londra'da Tower Bridge yakınlarındaki Shad Thames'e gittik. Binanın konumu amacına oldukça uygundu. 3.000 metrekarelik müze o sene 200.000 ziyaretçi ağırladı. Tasarım Müzesi ilk kez Shad Thames'te açıldığında, açılış sergisinin adı "Culture and Commerce"tü (Kültür ve Ticaret), yeni yerinizdeki ilk serginizi ise "Fear and Love" (Korku ve Sevgi) adı ile açtınız. Aslında daha da geriye giderseniz, V&A Müzesi’nde açılan sergiye "Art and Industry" (Sanat ve Endüstri) adı verilmişti. Sizce bu durum o zamandan beri dünyanın değişmesine dair neler söylüyor? Sanırım tasarımın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor çünkü tasarım basit bir nesne değil, 'Bundan biraz alalım' diyebileceğiniz bir şey değil. Bana göre dünyaya bakış biçimidir, daha çok felsefe veya matematik gibi. Aynı zamanda dünyanın nasıl farklılaştığını anlamanızı sağlar. 1983 yılında eski Tasarım Müzesi açıldığında, 'kültürel ifade biçimi olarak tasarım' ve 'ticaret olarak tasarım' arasındaki gerginlik hiç şüphesiz önemli bir konuydu. Ettore Sottsass gibi tasarımcıların ürün satmak için değil, içinde bulunduğumuz toplumun değerlerini sorgulamak için; bir yandan Olivetti'ye daktilo tasarla-
dıkları, bir yandan da Memphis için yaratıcı çalışmalar yaptıkları zamanlardan bahsediyorum. Bu, iş dünyasını tasarımın şekillendirdiği iddiasını ortaya koyan güçlü bir tema hâlâ. Örneğin Apple, tasarımcıları olmadan başarılı bir ürün ortaya koyamaz. Belki özellikle de bugün, toplumun nasıl olması gerektiğini sorgulamak gerekiyor. Tasarım için durum her zaman böyleydi. Tasarım, 1980'den bu yana, büyük bir hızla değişen dünyaya neler olduğuyla ilgili sorular sormaya gittikçe daha fazla önem veriyor. Korku ve Sevgi sergisi de öyle. Yalnızca yeni bir şey başlattığınızda, bir kurum açtığınızda yapacağınız türden bir sergi bu. Bizim ilgilendiğimiz alanı gösteren bir harita; tasarımcıların da geldikleri ülkeleri içine alıyor: Japonya, Almanya, Hollanda, İngiltere ve Çin. Böylece tasarımın evrensel olduğunu söylüyor. Hem de çeşitli konularda; modada, geri dönüşümde, teknolojide ve mimaride tasarım daima söz konusudur diyor. Bunu ummadığınız bir şekilde gerçekleştirmeye çalıştık. Tasarımcılardan bizleri endişelendiren ve huzursuz eden şeylere yönelmelerini istedik: "Robotlar işlerimizi alacak", "Akıllı telefonlar ile mahremiyet kalmayacak", "Dünya çok hızlı değişiyor", "Kendimizi yok edeceğiz", "Milliyetçilik dehşet saçıyor." Bu fikirleri ilgi çekici ve provokatif bir şekilde araştıran 11 yerleştirme var. İnsanlara tasarımın yalnızca sandalye ve bilgisayarla ilgili olmadığını göstereceğini umuyorum bu yerleştirmelerin.
32
Yeni bina hakkında konuşursak; birçok mimar ve tasarımcının elinden çıkan bir işbirliği ürünü. Bu süreç hakkında bizi bilgilendirir misiniz? DS: Binanın ilk tamamlanma yılı 1962. Şimdi çok eski bir zaman gibi geliyor kulağa. İnşa edildiğinde Londra'nın ikinci en modern binasıydı. Londra'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan yeni çıktığı bir dönemdi. İnşaat malzemeleri sınırlıydı, hırs sınırlıydı, bu yüzden bu bina polemik bir proje olarak inşa edildi. Bu Commonwealth Enstitüsü binası, İngiliz İmparatorluğu'nun sonunun bir kapsülü ve farklı bir şeye dönüşümüydü. Commonwealth Derneği'nin ve İmparatorluğun eski üyelerinin fikriydi. Daha işbirlikçi olması amacıyla inşa edildi. Bunu yapabilmek için V&A Müzesi’nin yanında İmparatorluk Enstitüsü olarak adlandırılan binayı yıktılar. Onun yıkılmasıyla çağdaş bir gelecek fikri bu binada kapsüllendi. Buna, Eero Saarinen ile Kennedy Havaalanı'ndaki TWA Terminali ve Guggenheim arasında, İngiltere'deki modernite fikrinin naif bir çatışmasıydı diyebiliriz. Bu binadaki amacımız binayı nasıl hayata döndüreceğimizi keşfetmek, başarısızlıktan ziyade umut aşılamaktı. "Bir amaç için tasarlanmış bu binayı, başka bir amaca uygun hale nasıl getirebiliriz?" sorusuna yanıt aramaktı. Şimdi bir müzeyiz, sergilerimiz ve ziyaretçilerimiz var. Ancak bina o zamanlar daha farklı bir projeydi. İngiltere İmparatorluğu’nun 50 üyesiyle birlikte tüm eserlerini sergileyen Dünya Fuarı'na benzer büyük bir çadırdı. Asıl niteliklerini esas alarak binayı yeniden hayata döndürmek istedik. Bu binada olmamızın sebebi, daha büyük bir ticari düzenin parçası olması. Bir emlak şirketi, konut düzenine dönüştürme planıyla, 10 yıldır boş olan enstitü binasını satın aldı. Kent, "OMA'nın tasarlayacağı dairelerinizi ancak binayı kentin simgesi yapacak birini bulursanız inşa edebilirsiniz" dedi. Kültürel bir amaç için kullanılacaktı, ki şu an öyleyiz. Bu yüzden pek çok mimar dahil ettik işe. Arazinin ticari geliştiricisi de olan ev sahibimiz Rem Koolhaas'ı (OMA) üç konut binasının imar planını oluşturması ve inşa etmesi için görevlendirdi. Ayrıca Hollandalı peyzaj mimarlık ofisi West 8'i de işe aldılar. Biz ise binayı iskeletken devraldık. Binanın dış cephesini ev sahibi yaptı. Binanın içini şekillendirenler ise bizim verdiğimiz talimatlarla ev sahibinin mühendisleri ve mimarlarıydı.
John Pawson'u binanın içini iyileştirmesi için mimarımız olarak işe dahil ettik. Bunun haricinde binanın belli bölümleri üzerinde çalışan çok sayıda tasarımcımız var. En üst katta yer alan ve yedi yıl orada kalacak olan koleksiyonumuzu Morag Myerscough tasarlıyor. Yönlendirme sistemini grafik tasarımcı Cartlidge Levene yaptı. Kimlik danışmanımız olarak ise Fernando Gutierrez ile çalışıyoruz. Dezeen'in Brexit Pasaport Tasarım Yarışması'nda jürisiniz. Bu yarışma konuyu nasıl ele alıyor? Benim için yarışmanın amacı daha iyi bir İngiliz pasaportu tasarlamak değil. Bu gergin sürecin ne anlama geldiği konusunda polemik oluşturmak için bir şans olarak görüyorum bunu. "İngiltere'de tasarım" var, evet. Ancak "İngiliz tasarımı" diye bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim. Tasarım, ulusal kimlik fikrini oluşturmak için kullanılabilir. Bunun en bariz örneği para. En büyük tasarım hilesi. Bir kağıt parçası yaparsınız, neredeyse hiç değeri yoktur. Üzerine bir şey koyunca değerlenir. Öylesine bir değer değil; İngiliz, Avrupalı, Amerikan ya da Türk olarak, özel bir değer. Sembolleri, anıları ve geçmişe atıfları kullanarak... Düşünürseniz, İngiliz paralarında Kraliçe ve 18. yüzyılın peruklu İngiliz kahramanları var. Amerika'nın banknotlarında hiç kadın yok, yeşil renkte - paranın renginin yeşil olduğunu herkes bilir - ve 1900'lü yıllardaki Havana marka puro kutusu etiketlerine benziyor. İlerleme kaydettiğini düşünen Euro ise şaşırtıcı bir tarihe sahip. Çünkü düşük değerli Euro banknotlarına bakarsanız eski Yunanistan'ı, yüksek değerlilerde şimdiki Brüksel'i görürsünüz. Farklı tarihsel dönemlere ait ilginç ikonografiler, köprü, pencere ve kapı sembolleri vardır. Herkes İsviçre Frankı'nın değerli olduğunu bilir; böylece o semboller değişse de tanır. Yan yana, soyut simgelerdir. Hatta banknotlardan birinin arkasında Le Corbusier var. Bana göre yarışmanın amacı provokatif olmak. "Biz burada ne yapıyoruz sorusunun cevabı işte bu yarışma" demek değil. Avrupa Birliği'nden ayrılmak sizce İngiltere'deki tasarımı nasıl değiştirecek? Mao Tse-tung'un bir zamanlar Fransız devrimi hakkında söylediği şey gibi: "Söylemek için çok erken." Ama iyi olmayacak.
“Since 1980, it’s also become clear that design is more and more interested in asking questions about what’s happening to the world which is changing so fast around us. Fear and Love is certainly that.”
“Tasarım, 1980'den bu yana, büyük bir hızla değişen dünyaya neler olduğuyla ilgili sorular sormaya gittikçe daha fazla önem veriyor. Korku ve Sevgi sergisi de öyle. ”
What has changed at the Design Museum since the move? The Design Museum has got a long history – we began back in the early 1980s when our founder Terence Conran thought it was important having made a business based on design to try to put something back into the world to say ‘thank you’ for his success. He wanted to look at how design is seen in the world. And he looked in particular at the Victoria & Albert Museum, the oldest museum of design in the world. The V&A started in 1851 – almost when dinosaurs were still alive. This was a moment when the modern world asserted itself. It began from this moment at the Great Exhibition, the Crystal Palace of Joseph Paxton which was a celebration of what design could do, bringing together new technologies around the world and the way that design makes them work. From the first World’s Fair, came the money – they made profit by selling tickets to the fair – to start the V&A, the world’s first design museum. In its early days, this was seen as a chance to show manufacturers, how they to make better products, to educate students who might work in industry and to tell the public what mattered. Very quickly, this idea of what V&A Museum should be, turned into something else. There’s a natural scepticism – in the Anglo-Saxon world – about commerce as opposed to culture. So, what began for one purpose became something very different: a museum of wonderful decorative arts. The Design Museum began as a seed sown inside the V&A building and for five years it went very well. Then, the founder thought ‘let’s make our own museum in our own building’. We went to Shad Thames by Tower Bridge, and that worked fine as a specialist small institution. It was 3,000 square metres and within one year attracted 200,000 visitors. When the Design Museum first opened in Shad Thames, the inaugural exhibition was called Culture and Commerce, and now you’ve opened with Fear and Love. In fact if you go even further back the exhibition that opened in the Boiler House (in V&A) was called Art and Industry. What do you think this says about how the world has changed since then? I suppose it shows how design is so significant because it is not an object, it’s not a thing that you can say ‘let’s have some of that’. To me it’s a way of looking at the world, it’s more like philosophy or mathematics and this is something which allows you to understand how the world is moving through different framework. In 1983 when the old Design Museum opened, this tension between design as a form of cultural expression and design as a business was certainly a big topic. It was a time when designers like Ettore Sottsass both designed typewriters for Olivetti and also made creative work for Memphis which was not about selling products but really about questioning the values of the society around us. The question of whether design shapes business is still a valid and very much alive
theme today. Without a designer, Apple’s technology would not make a successful product. It’s – maybe more than ever now – also about asking questions about how the society should be. And design has always dealt with this.. Since 1980, it has also become clear that design is more and more interested in asking questions about what’s happening to the world which is changing so fast around us. Fear and Love is certainly that. It’s the kind of exhibition that you only do when you begin something, when you open an institution. Here we have a map which shows the territory that we’re interested in. The map also illustrates the home countries of our designers: China, Japan, Germany, Netherlands, the UK The message is clear: Design is everwhere, including fashion, recycling, technology, architecture. We’ve tried to do it in a way which is not what you’d expect. It began with an idea of asking a various number of designers to look at the things that make us worried and anxious about the world: ‘Robots will take away our jobs’, ‘Smart phones mean there is no privacy any more’, ‘The world’s changing too fast’, ‘We’ll destroy ourselves’, ‘Nationalism is terrible’. There are 11 installations that explore these ideas in a way which I hope is engaging, provocative, and showing that design is not only about chairs and computers. If we talk about the new building – many different architects and designers worked on it, it’s a product of collaboration. Can you tell us more about this process? We’re in a building which was originally completed in 1962 – a time that now seems unimaginably long ago. It was, when it was built, the second most modern building in London. This was a period when London was only slowly coming out of the Second World War. Building materials were limited, ambition was limited, so this building was built as a polemical project. It was called the Commonwealth Institute, a place which was the embodiment of the end of the British Empire and its translation into something different. It was meant to be a more collaborative idea of the Commonwealth Association and exmembers of the Empire. To accommodate that, the building next to the V&A Museum, the Imperial Museum was destroyed. That was demolished and the idea of a modern new future was encapsulated in this building which is, one could say a naïve collision between Eero Saarinen and his TWA Terminal at Kennedy Airport and the Guggenheim, a naïve idea of modernity in England. Our job here when we received this commission was to find out how to bring it back to life, to give it a sense of hope rather than failure. How to make a building designed for one purpose work for another one? We are a museum, we have exhibitions and visitors but it was a different project from how the building was when I first saw it. It was like a big tent with similar to a World’s Fair with 50 different members of the British Commonwealth showing all their stuff. We wanted to bring the building back to life while respecting its central qualities. We’re in this building because it’s part of a bigger commercial
transaction. A real estate company purchased the Commonwealth Institute, which had been abandoned for ten years, with a plan to start a larger construction. A real estate company purchased the Commonwealth Institute, which had been abandoned for ten years, with a plan to start a larger construction. It was supposed to be used as a cultural centre, which is what we are. That’s why we had quite so many architects involved. The landowner, who is also the commercial developer, hired Rem Koolhaas (OMA) to prepare a masterplan to make three residential buildings. They also hired the Dutch landscape architects West 8. When we got involved, only the frame had been erected. The skin of the building iWhen we got involved, only the frame had been erected, and then based on our instructions the engineers and the architects employed by the land owner completed the interior. We recruited John Pawson to be our architect and join the work on the interior. Numerous designers worked on different sections of the building. Our collection on the top floor, which will be exhibited there for seven years, has been designed by Morag Myerscough. The graphic designer Cartlidge Levene built the orientation system, whereas Fernando Gutierrez is working as our identity advisor. You will be judging Dezeen’s Brexit Passport Design Competition. How does this competition deal with the subject? The purpose of the competition for me is not to make a better British passport. It’s a chance to make a polemic about what this worrying process means. I’ve never thought there is such a thing as ‘British design’, there is ‘design in Britain’. Design can be used to manufacture the concept of national identity. The clearest example is money. It’s the biggest design trick. You make a piece of paper, which is worth almost nothing, worth something by what you put on it. Not just worth something, but worth something specifically British, European, American or Turkish. You refer to certain symbols, memories, and a past. If you think about it, British money has the Queen and it has 18th century British heroes who wear wigs. Athe United States has no women at all on their banknotes, it’s green – everyone knows that the colour of money is green – and it looks like the labels from a Havana cigar box circa 1900. You refer to certain symbols, memories, and a past. TInteresting iconographies, symbols of bridges, windows and doors belonging to different historical periods are found on currencies. Everyone knows that the Swiss Frank is valuable. Even when symbols change, the currency is at once recognized. They are often abstract symbols juxtaposed together. Curious fact remains that Le Corbusier is printed on one of them. Competitions, if you ask me, should be provocative. They shouldn't be there for their own sake. How do you think leaving the EU will change the design scene in the UK? As Mao Tse-tung once said about the French revolution, ‘it’s too early to tell’. But it’s not going to be good.
Diyalog/ Dialogue Bugünün müzesi
Moderatör Moderator - Dilek Öztürk Çeviri Translation - Çağdaş Acar
34
Luca Molin Alper D
Dilek Öztürk: Müze ve kent ilişkisini açmadan önce, ikinizin de İstanbul ile ilk karşılaşmanızı dinlemek istiyorum. Luca Molinari: İstanbul’a ilk kez 1980’lerin başında gemiyle geldim. O zamanlar bir mimarlık öğrencisiydim. Cenova, Napoli ya da Venedik şehirlerine benzer bir hisle, denizden gelerek bir kentle tanıştığımı hatırlıyorum. Tüm şehir, denizden görülmek, karşılaşmak için inşa edilmiş gibiydi. Camiiler ve Ayasofya’yı görünce de oryantal bir hisse kapıldım. Bu tipte bir mimariyi görmek bana çok güçlü bir his verdi. İstanbul’a 25 kereden fazla gelmişimdir. Kendimi yakın bulduğum, takip ettiğim ama aynı zamanda benim hayatımı da takip eden bir şehir İstanbul. Venedik ve istanbul’u doğduklarında birbirlerinden ayrılmış ikiz kardeşlere benzetiyorum. Venedikte yer alan San Marko meydanındaki katedrale baktığınızda oryantal bir form görürsünüz. Karşıtı olarak, Ayasofya’ya baktığınızda ise batılı bir medeniyetin izlerini görüyorsunuz.
Alper Derinboğaz: İstanbul’ a ilk gelişim miydi emin değilim ama ilk hatırladığım tanışmam beş ya da altı yaşlarındayken tren yolculuğuyla olmuştu. Ya babamın İstanbul’da geçen yıllarından ya da dedemlerin İstanbul’da yaşamalarından dolayı, her yaz İstanbul ziyaret edilirdi. Trenden Haydarpaşa’da indikten sonra ilk hatırladığım boğazla karşılaşmamdı. Garın büyük kapılarından geçip geniş merdivenlerden inerken, Ankara’nın modernist gar mimarisine alışkanlıklıktan kaynaklı olsa gerek, bir bulvara adım atmayı bekliyorsunuz ama sonuçta sahile harika bir boğaz panoramasına adım atıyorsunuz. Bir yandan boğaza da İstanbul’un ana bulvarı diyebiliriz belki simgesel anlamda. İstanbul’un sembolik yapılarını da eminim gezip görmüşüzdür ancak bu gezilerden bende en çok iz bırakan vapurlar, tramvaylar, dolmuşlar ve köprüler olmuştur. Her yolculuk kendi içinde bir maceraydı. Bu maceralardan birisi de “karşıya geçmek”ti. İstanbul’ da “karşı” ya geçmek konu olduğunda içinde
bulunmadığınız taraf hep karşı oluyor. Karşı’nın aslında bir yer olmadığını duruma göre değişebilen bir “taraf” da olması durumuna pek alışamadığımı hatırlıyorum. DÖ: Geleneksel müze anlayışı, ziyaretçinin bakıp gözlemlemesine dayanan bir temele oturur. Ziyaretçi aslında bu temeli tersine çevirip müze davranışları bozabilir. Bugün, çağdaş bir müzenin gereksinimleri nedir sizce? AD: Güncel müzeyi konuşmak için müzelerin bugün geldiği noktada ihtiyaçların yanı sıra yaşadığı krizleri de anlamak gerekiyor sanıyorum. Müzelerin sayısı ile ilgili bir istatistik okumuştum. Dünya’nın bir köşesinde her gün bir müze açılıyormuş. (Unesco verilerine göre bugün dünyada yaklaşık 55.000 adet müze var.) Yani içinde bulunduğumuz dönemde kentlerimiz belki de her konuda birçokluk derdiyle baş etmeye çalışıyor. Ancak yine de müzeler ve kültür endüstrisi turist çekmeye, kentlerin cazibelerini arttırmaya devam ediyor. Pompedou, Baudrillard’ın taktığı isim-
le “Beaubourg (A culture Machine)”, Paris’te temel çekim merkezi olmaya devam ediyor. Los Angeles’ta Broad Müzesi milyonlarca ziyaretçi topluyor, Whitney Müzesi High Line ile bütünleşmesiyle New York’ta bir varış noktası olarak konumlanıyor. Bu başarının reçetesinin sadece Guggenheim gibi küresel müze zincirinin parçası olmaktan veya büyük ölçekli müzeleri açmaktan geçmediğini görüyoruz. Örneğin neden Norveç’te sadece üç kulübeden oluşan Fjord de Luxe başarılı oluyor veya Çukurcuma’da küçük bir evde yer alan Masumiyet Müzesi nasıl Avrupa’nın Müzesi ödülünü alıyor bunu anlamak gerekli. Bu işin bir reçetesini çıkarmak zor ama her konuda bu kadar çeşitliliğin ve çok sesliliğin olduğu bir ortamda müzeler için de bütünlük ve özgünlük önemli kavramlar diye düşünüyorum. Başarılı örneklerde, ölçeği büyük veya küçük, müzenin amacı ile bütünlüğü, atmosferi, hikayesi, mimarisinin hep diyalog halinde hatta iç içe olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde kentle iç içelik de önemli, lokasyonu ve çevreyi ve ulaşılabilirliği de en az müzenin yapılış amacı kadar önemli. LM: Ben Pompidou neslinden geliyorum. Centre Pompidou, sizin de az önce bahsettiğiniz gibi geleneksel müze anlayışını değiştirmiş olan bir müzedir. Eğer müzeyi kentin aktif bir anıtı olarak ele alırsanız, müze bir laboratuara dönüşür. İnsanların içinde 24 saat yaşabileceği bir mekandan bahsetmiş oluruz. Müzenin içinde yer alan her mekan kullanıcının farklı deneyimler yaşamasına izin verebilmeli. Bugünün müzesi artık sadece bir müze değil, aynı zamanda bir deneyim merkezi. Ziyaretçiyi kentli olarak gören aktif bir yapı. Bana göre müze bugün bir meydan, kamusal alan, okul, restoran gibi kültürel deneyimi takas edebileceğiniz, kendi hikayenizi başkalarıyla paylaşabileceğiniz bir yer. Müze artık fiziksel bir olgu değil, müze
ari& D e r inb o ğ az Museum of today Dilek Öztürk: Before talking about the relationships between a city and a museum, I would like to hear your first encounters with Istanbul. Luca Molinari: The first time I have been to Istanbul was early 80s and I arrived with a boat. I was a student of architecture. I remember having this impression of coming to a city from the sea like Genoa, Naples or Venice. All the city was built and designed to be seen directly from the sea. It also reminded me, an oriental feeling with all the mosques and Hagia Sophia. Seeing this type of architecture was very strong for me. I have been to Istanbul more than 25 times. It is one of the cities I feel closer because this city follows my life and as I follow the city. Venice and Istanbul are like separated twins. When you see the Duomo of San Marco at Venice, you have an oriental feeling. When you arrive for the first time to Istanbul, a gigantic form of Hagia Sophia reminds you a western civilisation, an amazing form of experimentation. Alper Derinboğaz: I can’t really recall whether that was my first trip to Istanbul, but I do remember getting on a train to this city when I was five or six (1987-88). My dad would miss his past days here and the city was where my grandfather used to live, so we had plenty of reasons to visit Istanbul each and every summer. The memory of seeing the Bosphorus, having arrived Haydarpaşa station, still lurks in my mind. Walking under a grand gate and walking down wide stairs, you would expect arriving a huge avenue – since you are used to the modern architecture of Ankara. Yet, it is a shore, an amazing panorama. Perhaps the Bosphorus should be acknowledged as the main avenue of Is-
sizi izleyen bir olgu. AD: Luca’nın, laboratuvar kavramı benim için de çok ilham verici. Bazı şeyleri o kadar olması gerektiği gibi yapıyoruz ki yapmamızın bir anlamı kalmıyor. Eğer literature, pratiğe yeni birşey eklemiyorsanız, müze de anlamını yitiren bir kavram. Dünyanın her yerinde müze ve kültür yapıları var. Kendi amacı ve odağının sonucu olabilmesi için deneyselliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Gördüğüm en ilham verici müzelerden birisi Londra’daki Joan Soane’nin eviydi. Muhtemelen hiçbir mimari ve müzecilik gerekliliğini yerine getirmeyen bir müze. Sirkülasyon karmakarışık, ne kronolojik ne de tematik bir düzen var. Hiçbir objenin bilgi panosu yok. İşleri izleyebilecek yeterli mesafesi yok. Tavan yükseklikleri veya sirkülasyon standartlarından da bahsedemeyiz. Ama Joan Soane atmosferini herşeyi unutsanız bile unutamıyorsunuz. Performansın sanat ürünü olarak algılanmasından bugüne müze ve kültür kurumlarının ezberini bozan yeni olgular da ortaya çıkıyor. Örneğin Bansky’nin Bemusment Park’ı bir park mı, sokak mı, müzeden neyi eksik tartışılır. DÖ: Bugünün müzesine sizlerin de değindiği gibi bir laboratuvar olarak bakarsak, aynı zamanda içinde korkunun olmadığı bir mekandan da bahsetmiş oluruz, çünkü laboratuvar bir deneme alanıdır. LM: Kesinlikle. Kentler artık sadece belirli bir komüniteye ve dile ait değil. 2 milyondan fazla insanın yaşadığı bir metropol peyzajı, tek bir cephe ile ifade edilemez. Bugün komünitelerin ve taleplerin her saniye değişmesi ile başa çıkmaya çalışıyoruz. Bugünün müzeleri farklı talep ve deneyimlerin ifade edilebileceği esnek alanlar sağlıyor. 19. ve 20. yüzyıldaki müze kavramı tamamen değişti. Müzeler, başka deneyim formları üreten alanlar olmaya başlıyor.
36
“Kentler artık sadece belirli bir komüniteye ve dile ait değil. 20 milyondan fazla insanın yaşadığı bir metropol peyzajı, tek bir cephe ile ifade edilemez.”
AD: Dinlemek ve anlamak da müzenin sorumluluğu olmalı. Kendi konusu çevresinde yapılan sergileri, üretimleri kültür birikimini toplamak ve yoğunlaştırmak kültür ortamına en önemli katkıları olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda değişen ve gelişen müzeleri severek takip ediyoruz. İstanbul’da belli başlı müzeler bunu çok iyi yapıyor. Mesela Salt’ın dijital arşiv projesini heyecanla takip ediyorum, İstanbul Modern’in güncelliği hiç kaybetmeyen sergileri veya Pera müzesinin kendi odağındaki küçük ama özgün ve değerli içeriklerini, Sabancı Müzesi’nin özenli geçici sergilerini severek takip ediyorum. Borusan Contemporary’deki dinamik etkinlik serileri ve dijital dünyayı yeni sanat alanı olarak benimseyen sergilerini izliyorum. Bu mekanlar birçoğumuz için sadece öğrenme değil, zaman geçirme, farkında olma belki biraz da kendini yenileme alanları. DÖ: Bu noktada içerik ve mimari arasındaki bağı açmak istiyorum. İçeriğin gücünü mimariyi şekillendiren bir kavram olarak sorgulayabiliriz de. LM: İçeriği olmayan bir müze içi boş bir kutu gibidir. Müze aynı zamanda kentin aktif bir parçasıdır, günlük hayattan ve gerçeklikten ayrı değerlendirilemez. İçerik çok önemli ama bir yandan da sürekli değişim geçiriyor. Bugün insanlar müzelere artık senede bir kez gitmiyor. Yeni neler olduğunu görebilmek için daha sık ziyaret etmeye başladılar. Geçici sergilerin yanı sıra kalıcı koleksiyon sergileri de zamanla değişim göstermeye başladı. İçerik aynı zamanda peyzajın tamamını da değiştiren, kentsel peyzajın bir parçasıdır. Mimari; kentsel çevre hakkında bize stratejik veri sağlar ama mimari de zamanla değişen bir deneyim. AD: Bilginin ve içeriğin, mekanın ve zamanın uyumu, bütünlüğü ve kareografisinin en önemli unsuru ol-
duğunu düşünüyorum. İnsanları ne zaman teknolojiye ayak uydurmaya zorlasak, ne zaman bir içeriği bir müze mekanına oturtmaya çalışsak problem çıkıyor bence. Bir rüyada, hayal kurarken veya en basitinden film izlerken şimdi neye baksam diye düşünmüyorsanız, müzenin ve sergi mekanlarının da bu doğallıkta kareografisinin olması gerekiyor. Bu bakımdan mekanın akış ile biraraya gelmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Bu bilgi selinde bazı şeylerin diyalog kurabilmesi için yepyeni bağlamlara oturtularak bakılmalı. Mimari arketip olarak, müzenin zaten çelişkili bir yapı tipi olduğunu düşünüyorum. Belki de cazibesi buradan yola çıkarak var oluyor. Müze herşeyden önce dışarıya, kente açık olması gereken kamusal bir yapı tipi. Diğer taraftansa içerisinde kullanıcı açısından bir tür konsantrasyonu da gerektiren bir yapı tipi. Yani içinde sergilenen içerik veya etkinliğe odaklanabilmeniz için dışarıya kapalı olması gereken bir yapı. Bu açıklık ve kapalılık kontrastını bir arada kullanabilen mimari yapılar olması gerektiğini düşünüyorum. DÖ: Mimari ve küratöryel bağlamda müzenin değişen dinamiklerinden bahsetmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. LM: İzleyici değişiyor çünkü toplum radikal bir şekilde değişim geçiriyor. 20 sene öncesine kıyasla çok daha farklı bir toplumla karşı karşıyayız. Sosyal medya çağında yaşıyoruz. Bilginin dijitalize edilmesi de değişiyor. Müzelere artık eskiden baktığımız şekilde bakamıyoruz. Bugün bir müzeye giriyorsunuz, bir fotoğraf çekiyorsunuz, yorum yapıyorsunuz, birşeyler indiriyorsunuz. AD: Müze tam da bu noktada, durup nefes alma gerçekliğini bütün tortusuyla hissetmek için bir kaçış noktası olmalı. Kokuları, sesleri, kalabalığı veya yalnızlığı düzeltmeden, düzlemeden bütün derinliği ile deneyim-
US. Komünite hikayeleri, fikirler, ürünler ve Reggio Emilia bölgesi US. Tales of communities, ideas, products and lands of Reggio Emilia, 16/05/2015 - 30/04/2016, Musei Civici, Reggio Emilia Courtesy of Luca Molinari Studio izniyle
leyebileceğiniz bir yer olmalı. İşte o zaman belki müzenin, yapının izi dijital bir fotoğraf veya yüzeysel bir “ben de burdayım” tweeti olmanın ötesine geçebilir. Bu kadar çeşitliliği biraraya getirebilen dijital platformdaki aynılaşmayı biraz olsun kırabilir, yeni ve özgün işlerin önünü açabilir. Ciddi olarak en büyük sorunumuzun durup düşünecek vaktimiz olmaması olduğunu düşünüyorum. Giderek bir tekerleğin içinde dönen hamsterlara dönüşüyoruz. Akış, hayatın kendisi oluyor artık. Kurumların da içeriksiz sosyal medya yönetimleri bunu destekliyor. Cümleler var ama içerikler yok artık. Gerçekçi veya ilham verici içerikler üretebilmeli kurumlar. Bu anlamda müzeler de sadece fiziksel dünyayı tüketen akışlar değil, değerli ve özgün içerik üreten kurumlar olmalı. Luca’nın küratörlüğünü yapmış olduğu “Reggio Emilia: Komünitelerin öyküleri, fikirleri, ürünleri ve alanları” sergisi bana oldukça ilham verdi. Müzelerin ve sergilerin çağdaş dünyasında; süper dijital içeriklere geçmek ve gerçekliği flulaştırmak o kadar kolaylaştı ki… Bu sergideki küratöryel senaryonun arkasındaki ana fikri öğrenmek isterim. LM: Bölgeden komüniteye, mekandan deneyimlere geçtik. Serginin ana fikri brada yatıyor. Bu sergi için Reggio Emilia bölgesinin gündelik yaşam objelerini kullandık. Sergiyi daha geniş bir bağlamda açabilmek için seslere, insanların hikayelerine yer verdik. Reggio Emilia bölgesinde yaşayan insanlar kendilerini bu serginin bir parçası gibi hissettiler. Sergi birkaç ay içerisinde 60.000 ziyaretçi ağırladı. Gündelik hayatı kullanmak çok güçlü bir etki yaratıyor. Bu şekilde siz de serginin bir parçası haline geliyorsunuz, gerçek hikayeden ayrı kalmıyorsunuz. Müzeye giren herkes yaşadığı yeri anmalaya çalıştı. Bu büyük bir başarı.
tanbul. I’m sure you are all familiar with the symbolic structures of the city, but what strikes you would be ferries, trams, minibuses, and bridges. Each of our trips was a whole other adventure. One of them was “crossing to the other side”. The “other” side is always defined by where you are. I always found it strange that the “other” side is no fixed place, and always depend on where you stand. D.Ö: The traditional museum’s discourse is based on directing visitors to only look and observe. The audience can also be a dynamic turning upside down the typical behaviours of the museum. What do you think a contemporary museum demands today? AD: To be able to talk about today’s museums, one needs to understand the crises as well as the shortcomings that museums suffer from at this point in history. Recently I read a statistics about the number of museums. Every day one new museum is opened on the earth (UNESCO data indicates that there are approximately 55,000 museums all around the world today). That is to say, our cities are trying to deal with a multiplicity of everything. Still, museums and the culture industry keep attracting tourists and boosting the charm of cities. Pompidou, as Baudrillard calls it “Beaubourg (A culture Machine)”, is still a major attraction in Paris. The Broad in Los Angeles hosts millions of visitors. The Whitney in New York, situated at the High Line, is a must see destination now in New York. It is not only about being a member of a global Guggenhiem, or building a massive museum. How does Fjord de Luxe, a museum composed of only three huts, become successful in Norway? Or how does The Museum of Innocence, a small building in Çukurcuma manage to receive the European Museum of the Year award? There questions are worth giving a thought or two. No ready-made formula exists for this, yet integrity and uniqueness are key concepts for museums at a time when multiplicities dominate our understanding. All successful cases, regardless of their size, present interrelated and intertwined elements of scope and integrity, atmosphere and story, as well as its own architecture. Whether a museum can blend into the city, its location, the close vicinity, and accessibility matter as much as the museum’s scope and vision. LM: I come from the generation of Pompidou. Centre Pompidou changed the traditional museum as you described just now. If you take the museum as an active monument of the city, the museum turns out to be a laboratory. It creates places people can live 24 hour a day. Each space taking place in the museum allow people to have a different experience. The museum is not only a museum any more. It is a center of experience. The museum have been an active fragment of the city dealing with visitor as a citizen. To me, the museum of today is a square, public space, school, a restaurant, a place to exchange cultural experience, a place where you bring your own story and share with the others. The museum is not physical anymore, the museum follows you. AD: Luca’s concept of laboratory inspires me as well. The way we do certain things are so ordinary that there is not any point left doing them. Museums, unless they contribute to the literature and the practice, lose all their meaning. All around the world you have museums and cultural cent-
res. I strongly believe that experimentalism is the key to fulfil one’s objective and focus. One of the most inspiring museums I have ever seen was Joan Soane’ s house in London. It does not fulfil any requirements of a museum. There is no order, no chronology, no information inside but you never forget this experience. As the performance is perceived as an object of art, we see new and outstanding examples such as Banksy’s Bemusment Park. Is it a park, street or a museum? DÖ: Looking at today’s museum as a laboratory, then it is a place where there is no fear because it an experimental area, you are not afraid to fail. LM: Absolutely. The city is not anymore a place for only one community and one language. Metropolitan landscape with more than 20 millions of people cannot be expressed with one single façade. We are dealing with changing communities and changing desires in every moment. Museums are flexible enough to express different kind of desires and experiences. The idea of the museum in the 19. and 20. century has changed completely. The museum is becoming a place creating other forms of experiences. AD: It is also museums’ responsibility to look around and try to understand. They should be following exhibitions and productions under similar themes, draw a larger framework with this cultural accumulation and further it – that should be the greatest contribution to the wider culture. No wonder that ever-changing and ever-evolving museums are our most beloved. Certain museums in Istanbul are quite successful in this. I have been following Salt’s digital archive project, and I love it. Exhibitions of Istanbul Modern never lose contact with today. Pera Museum presents very specific exhibitions – small in size yet great in significance. Exhibitions of Sabancı Museum are always elaborate and well-prepared. I follow them all. Or the dynamic event series in Borusan Contemporary, and the exhibitions defining the digital world as the new art space… These spaces provide novel opportunities to learn, spend time, raise awareness, and re-define ourselves. DÖ: In this point I would like to open the relationship between the architecture and the content. We can interrogate the power of the content shaping architecture of the museum. LM: A museum without content is just an empty box. Museum is also as an active fragment of the city, it is not separated form life, it is a part of everyday life. Content is very important but content changes a lot. People do not go to museums now once a year. They go more frequently as they want to see something new. You have temporary and also the permanent collections start to change in time. Content is a part of the urban landscape that changes the landscape as well. Architecture gives us the strategies about urban environment but it provides an experience that also changes in time. AD: The harmony between the knowledge and the content, space and time, integrity and choreography is of utmost importance. When you force people into using a new technology, and when you try to include a new content into a museum space, issues of all kinds emerge. One does not need to think about where to look while in a dream or a movie session; in the same vein, the choreography of museums and exhibition halls should
be just as natural. Maybe the best definition of the museum is having the choreography of time and space. To establish a dialogue between certain things within this information overflow, one needs to re-contextualize phenomena. A museum, as an architectural archetype, is already a conflictual structure in my point of view. Maybe this is the very source of its attraction. Museum, as a public structure, should be open to outside, the city in which it stands. On the other hand, it is a structure that should be able to let visitors concentrate when they are inside. That is to say, it should remain closed to the outside world to be able to concentrate on what is displayed inside. Those architectural structures which can deal with this delicate balance of openness and closeness achieve higher significance. DÖ: I think that is very important to mention changing dynamics of the museum both architectural and curatorial. What do you think of the museum of the 21th century will change the traditional behaviour of the audience? LM: The audience is changing because the society is radically changing. We are dealing with a completely different society in relation to 20 years ago. We are living in the social media age. The digitalisation of knowledge is changing and we are not looking at the museum as we used to look. Today, you enter the museum, you take picture, make comments, download things. AD: At this exact point museums should provide you a hideaway to pause, breath, and feel the weight of reality. A space where one can experience scents, sounds, crowds, and solitude without erasing any details, with all aspects… Only then the impact of a museum and a structure can go beyond a digital image, or a superficial “Here I am” tweet. Such space can disrupt the uniformity in digital platforms among all these multiplicities, and pave the way for novel works. Our greatest issue today is having little time to pause and think – being transformed into hamsters running in a wheel. The rush replaces the life itself. And institutions are part of this transformation with their dull social media management, without any real content. You have sentences, but meaning eludes them. Institutions need to create real and inspiring content. In a similar vein, museums should not only consume the physical world, but turn into institutions creating valuable and unique contents. I am pretty much inspired by “US. Tales of communities, ideas, products and lands of Reggio Emilia” exhibition curated by Luca. In the contemporary world of museums and exhibitions, it is very easy to get into super digital content and blur the the reality. I would like to have an idea about the main drive behind the curatorial scenario of this exhibition. LM: We moved from the territory to communities, from place to experiences. The main idea is based on this situation. For this exhibition, we used everyday life objects of the region; voices, story of people to be able to represent a wider context. People living in Reggio Emilia territory felt as a part of this exhibition. In a few moths 60.000 visitors visited the exhibition. Using everyday life objects creates a very powerful impact. This way you become a part of it, you are not separated from the main story. Everybody entered the museum and tried to understand their “place”. It was a huge success.
Katmanlar, altyapı, mülkiyet ve coğrafya, Levent Layers, infrastructure, ownership and geography, Levent Area
“The city is not anymore a place for only one community and one language. Metropolitan landscape with more than 20 millions of people cannot be expressed with one single façade.”
İstanbul’un yeni tasarım mahallesi Tomtom Mahallesi, bu sene 11-14 Mayıs tarihleri arasında ikinci kez gerçekleştirilecek olan Tasarım Tomtom Sokakta etkinliğine ev sahipliği yapıyor. Çeviri Translation - Çağdaş Acar
38
The new design quarter of Istanbul Tomtom Mahallesi (Tomtom Quarter) hosts the second Tasarım Tomtom Sokakta (Design at Tomtom Street) on May 11-14
Tomtom mahallesi, son yıllarda Tomtom Gardens projesi ile kent içerisinde yeniden farkına vardığımız ve daha çok uğramaya başladığımız bir lokasyon oldu. Yerleşim geçmişi 1200’lere kadar dayanan mahalle; Bizans, Ceneviz uygarlıkları ve Osmanlı’nın izlerini biriktirmiş bir açık hava müzesi niteliğinde. Tarihten bugüne diplomatik ilişkilerin yer aldığı bir mekan olan Tomtom mahallesi, ismini Çukurcuma’da yer alan ve 1592 yılında inşa edilen camiden alıyor. Camiyi yaptıran Tomtom Mehmet Kaptan isimli bir Osmanlı denizcisi. Tomtom Garden ise bugün, Tomtom Kaptan Sokak’ta, gizli bahçelerin, avluların etrafında, orijinal mimariye sadık kalınarak yenilenen yapılar etrafında kurgulanan bir yaşam alanı projesi. Üretime açık bir tasarım mahallesi olmak adına başlatılan Tomtom Gardens projesinin mimarları Hakan Kodal, Moda Tasarımcısı Bahar Korçan, Key Danışmanlık firmasının kurucusu Serra Arıkök ve Manner İstanbul Tasarım ve Pazarlama Yönetimi marka kurucusu Ayşegül Temel. Tasarım Tomtom Sokakta etkinliği bu ekibin liderliğinde, bu sene 11-14 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşiyor olacak. Etkinlikte moda, mücevher, aksesuar, mobilya, seramik, grafik, kumaş, kağıt, yeme-içme ve aydınlatma gibi sektörlerden 100 marka ve tasarımcı yer alacak ve sergi, enstelasyon, sohbet, atölye, canlı performans gibi etkinlikleri içerecek. Geçtiğimiz yıl 15 bin ziyaretçiyi ağırlayan Tomtom Kaptan Mahallesi’nin önemli yapıları da etkinliğin enstalasyon ve sanat projelerine ev sahipliği yapacak. Bu seneki etkinlik mekanları arasında ise Tomtom Garaj, İtalyan Lisesi, Tomtom Gardens Avlusu, Tomton Kaptan Sokak, Boğazkesen pop-up mağazalar ve Tomtom Mahallesi katılımcı mağazaları yer alıyor. www.tasarimtomtomsokakta.org
Tomtom Mahallesi (Tomtom Quarter) hosts the second “Tasarım Tomtom Sokakta” (Design at Tomtom Street) on May 11-14 The quarter recently gained popularity with the project Tomtom Gardens and turned into an urban sight. Habited since 1200s, the quarter has been home to the Byzantines, the Genoese, and the Ottomans. With traces of such history, the quarter qualifies as an open-air museum. A historical centre for diplomatic relations, Tomtom Mahallesi is named after the mosque built in 1592 in Çukurcuma. The benefactor of the mosque is an Ottoman seaman: Tomtom Mehmet Kaptan (Captain Tomtom Mehmet). Tomtom Gardens is today a life space project surrounded by secret gardens and backyards. The renovated buildings preserve the original architecture. Tomtom Gardens project has been initiated as a productive design quarter. The creators of this project are Hakan Kodal, Bahar Korçan (fashion designer), Serra Arıkök (founder of Key Hospitality Consulting) and Ayşegül Temel (founder of the home and lifestyle brand Manner). Coordinated by this team, “Design at Tomtom Street” takes place this year on May 11-14. 100 brands and designers working in the fields of fashion, accessory, jewellery, furniture, ceramics, graphics, paper and food&beverage will exhibit during the event. Visitors will enjoy exhibitions, installations, open discussions, workshops, and live performances. While “Design at Tomtom Street” attracted 15 thousand visitors last year, major buildings of the quarter kindly host installations and art projects of the event. Among the exhibition spaces of the event are Tomtom Garaj, İtalyan Lisesi (Italian Highschool), Tomtom Gardens backyard, Tomton Kaptan street, pop-up stores in Boğazkesen, and the participating stores from Tomtom Mahallesi. www.tasarimtomtomsokakta.org
2
Tasarim ne zaman koleksiyon dege¸ ri tasir? ~
When does design become a collectible item? Hazırlayan By Dilek Öztürk
Tasarım, kollekte edilecek bir mecra olarak, farklı coğrafyalarda farklı şekillerde algılanıyor, değer buluyor, bazen de değerini yitiriyor. Tasarım objesi müzeye ya da galeriye girdiği anda, günlük hayatımızdaki temsil biçimi değişiyor.
Sanat dünyasına kıyasla çok yeni bir alan yaratan tasarım koleksiyonerliği ve geleceği ile ilgili, Paris, İstanbul, Londra, Milano ve Beyrut’tan galerici ve koleksiyonerlerin görüşlerini aldık.
Design is conceived in different ways in different geographies as a collectible item. It may gain value and lose its value as well. When you put design in a gallery or a museum, the way how the object represents itself
in the daily life completely changes. We got opinions from gallerists and collectors from Paris, Istanbul, Milan, Beirut and London about collecting design as a new and emerging area comparing to art world.
Clémence Krzentowski Galeri Kreo Kurucu Ortağı ve Direktörü, Paris Co-founder, Director of Galerie Kreo, Paris
Fotoğraf Photo - Jeremy Liebman
40
Çeviri Translation - Büşra Gündoğdu Galeri Kreo’yu kurmadan önce Didier ile sanat koleksiyoneriydik ve sonra tasarım koleksiyonerliğine giriştik. Didier her zaman bir koleksiyonerdi. 7 yaşındayken anahtarlık topluyordu, ardından saatlere merak saldı ve sonra çağdaş sanata yöneldi. Yaklaşık 30 yıldır da aydınlatma ürünleri topluyor. Beğendiğimiz tasarımcılarla çalıştığımız bir ajans kurarak başladık bu işe. Firmaları temsil ettiğimiz tasarımcılarla işbirliği yapmaya ikna etmeye çalışıyorduk. Galeriyi açtığımızda ise, böyle bir şeyin olmadığını anlamakta gecikmedik. Belki de tasarımcılara, sanattan uzaklaşmadan deney yapma, başka yöntemler peşinde koşma ve bir şeyler yaratma fırsatını ilk verenler bizlerdik. Aslında bunu yaparken bir yandan kendi koleksiyonumuzu oluşturmak için parçalar da arıyorduk. Başlangıçta bazı tasarımcıların eserlerine aşık olduk. Onlarla iletişime geçtik ve bazılarıyla da zaten arkadaştık. 20 yıl önce Bouroullec kardeşler ile çalışmaya başladık ve 2001'de ilk sergilerini açtık. Birbirimizde karar kıldık çünkü yaptıkları işi seviyoruz, güzel bir dostluğumuz var. Başlangıçta epey zorluydu çünkü temsil ettiğimiz tasarımcıların birçoğu şu anki başarılarına sahip değildi. Tasarımcılar deney yapmaktan keyif alırlar. Bu deney bir hikayeden farklı değildir. Sergilerinde 6 veya 12 parça üzerinden bir hikaye anlatırlar. Tam olarak sergilemeyi sevdiğimiz şey de bu hikaye. En önemlisi, tasarımcıya kendisi için bir şeyler söyleyebilme imkanının verilmesi. Resmi olması, toplumsal ya da siyasi olması hiç fark etmez; eğer beğendiysek onu geliştirir, sergiler ve satarız. Koleksiyonerseniz, en iyi parçalara sahip olmak istersiniz. 'En iyi parça' ise, müzelerin ve koleksiyoncuların
tanınırlığı ile yakından ilişkilidir. Bir eser, dünyanın dört bir yanındaki müze koleksiyonlarında yer buluyorsa, elbette en iyi özel koleksiyonlardan çıkmıştır. İşin kilit noktası burası. Basının tanıyıp tanımaması değil mesele. Eğer eserleriniz bir müze ya da özel bir koleksiyoner tarafından toplanıyorsa, bu bir tasarımcı için iki anlama gelir: Yaptığınız iş yalnızca güzel şekil vermekten ibaret değil ve bu alanda söyleyecek sözünüz var. Herkes güzel bir şekil verebilir, ancak bir eseri zamanla geliştirmek farklı bir şey. Bu, koleksiyon değeri taşıyan tasarım kavramı açısından hayati değere sahip. Bana göre sanat ile tasarım arasında çok büyük bir fark var. Sanat eseri yalnızca bir sanat eseridir. Tasarım objesi de bir sanat eseri olarak düşünülebilir fakat aynı zamanda kullanabileceğiniz bir nesne olabilir. Nesnenin kullanışlılığı çok önemli. Ancak bazı istisnalar yok değil. Eğer bir tasarım objesi insanları düşünmeye sevk ediyorsa, işte o zaman mükemmel bir tasarım olabilir. Bu durumun bir istisna olarak kalması gerektiğine kesinlikle inanıyorum. Son zamanlarda tasarımın koleksiyonerlik boyutu ile ilgili ciddi bir yanlış anlaşılma var. Kullanışlılığı göz ardı eden ve “Ben sanat icra ediyorum” diyen tasarımcılar var. Bir nevi heykel yapıyorlar. Çoğu zaman da güzel heykeller olduklarını düşünmüyorum. Deney yapamayacağınız ve hayal gücünüzü kullanamayacağınız için yalnızca endüstriyel tasarım yapmak zorlu olabilir. Bir yandan da sadece galeriler için çalışan tasarımcıları tercih etmiyoruz. Bu onların gerçek yaşam ve tasarım bakış açısına sahip olmadığı anlamına gelir. İşte bunu dengelemek önemli. Galeride çalıştığımız tüm tasarımcılar, her iki mecrada da tasarım yapıyor. Örneğin Alessandro Mendini, Swatch ve Alessi gibi pek çok şir-
ketle çalışıyor. Marc Newson da aynı şekilde Apple'a çalışıyor. Bouroullec kardeşlerden söz edersek, onlar da Samsung, Vitra, Hay ve daha niceleri ile işbirlikleri yapıyor. Endüstriye yönelik iş yaptıklarında şirket önce briefi, pazarlama ve bütçe sınırlamalarını, malzemeleri ve üretimi sağlıyor; sonra tasarımcı kendi çözümünü sunuyor. Galeride ise bu sınırlamaların hiçbiri yok. Tasarım dünyası küçük bir dünya. Hep bir şekilde yeni tasarımcılarla tanışıyoruz ya da onlar bizi buluyor. Genç tasarımcılardan bazıları bize proje önerisiyle geliyor veya bazen biz onları grup sergilerimize dahil ediyoruz. Bence genç bir tasarımcının bireysel sergi açması oldukça güç. Hatta tehlikeli dahi olabilir. Genç bir tasarımcının Jasper Morrison kadar etkili olması zor. Kariyer hedefleri de hep aynı kalmayabilir. Bu noktada galerici ve tasarımcı olarak birbirinize inanmalı ve güvenmelisiniz. Önümüzdeki yıllarda tasarım sahnesini temsil edecek potansiyel taşıyan genç isimlerle çalışıyoruz. Mesela yakın zamanda İzlandalı tasarımcı Brynjar Sigurðarson ile bir sergi düzenledik. Jean Baptiste Faster da sergilediklerimiz arasında. Kendisi Bouroullec kardeşlerle çalışmış. Bir zamanlar Pierre Charpin'le birlikte çalışan genç tasarımcı Julie Richoz'u da seviyoruz. Bir sonraki sergiye hazırlanmak en büyük zorluğumuz çünkü sergi tamamen farklı bir olay. Galeride iki tür etkinliğimiz oluyor: Hem çağdaş tasarımcıları sergiliyoruz hem eski objeleri. Eşim eski obje alanında harika bir uzman olduğu için çok şanslıyım. Burada kilit nokta en iyi objeyi almak. Her şeyi bilmek, parçaları edinmek ve onları doğru şekilde sunmak zorundasınız. Bu da bir başka zorluk. Galericilikte yaptığın işi tanıtmak, neden ve nasılını açıklamak çok önemli.
Hieronymus Marble by Konstantin Grcic Fotoğraf Photo - Sylvie Chan Liat Courtesy of Galerie Kreo izniyle
“En önemli şey, tasarımcılara kendileri için bir şeyler söyleyebilme imkanının verilmesi.”
We were art collectors and then we sstarted to be engaged in design collecting. Didier has always been a collector himself. When he was seven, he was collecting key chains, then he collected watches and then he started to collect contemporary art. Didier has also been collecting lighting products for almost 30 years. We started with an agency working with designers we liked, trying to convince industrial companies to work with them and then we opened the gallery. When we opened the gallery, we quickly understood that this wasn't the perfect strategy. We were maybe the first ones to leave the designers to experiment, find other ways, create something in dialogue with art. Basically, we were also searching for pieces for our own collection. We were falling in love with certain designs; either we were contacting their designers, or they were already our friends. We started working with Bouroullec Brothers 20 years ago and we did their first exhibition in 2001. We chose each other because we love their work and we have a nice relationship. At the beginning, it was difficult because many of the designers we represent didn't have the success they have now. Designers like to experiment things and this experimentation is almost like a story. They tell a story through 6 or 12 pieces in a show. That is what we love to show. The most important thing is to let the designer say something for himself/herself. It doesn't matter whether it is something formal, sociological, or political; if we like it, then we develop exhibit and sell them. When you are a collector you want to have the best pieces. ‘The best piece’ is strongly related to the recognition by museums and collectors. If a work belongs to most of the best museum collections around the world, then of course, it also belongs to the best private collections. That is a key thing. It is not a question of only press recognition. If you are being collected by a museum or a private collector, it means you have something to say and you are not only producing a nice shape. Producing a nice shape is one thing, developing it over the course of time is something other. This is very important in terms of collectible design. To me, there is a very big difference between art and design. A work of art is a work of art itself and a design piece can be considered as a work of art but it is still something you can use. The usage
is very important. There are some exceptions as well. Some of the design pieces are not usable but they can still be a great design if they make people think. I strongly believe that this situation should stay as an exception. At the moment there is a grave misrepresentation of collectible design. There are designers saying “I am doing art”, denying any responsibility for usage. They are making kind of sculptures and in my opinion they are bad sculptures most of the time. It may be complicated to only practice industrial design because then you are not be able to experiment and dream. In another hand, I would not prefer designers only working for a gallery. It would mean they don’t have any real life experience and a sound understanding of design. It is really important to balance that. All the designers we work in the gallery are practicing both activities. For example, Alessandro Mendini is working for so many companies including Swatch, and Alessi. Marc Newson is also working for Apple, for example. Then take the Bouroullec brothers, they are working for Samsung, Vitra, Hay and so on… When they work for industry, the company is providing a specification, marketing and budget limitations, materials, and the means for production and then the designer is bringing his/her solution to the problem. In the gallery, there are no such restrictions.
The design world is small. Either we meet new people, or they come and find us. Some of the young designers propose a project or sometimes we include them to our group shows. I think it is quite complicated for a young designer to do a solo show. It may be very dangerous. It is hard for a young designer to be as strong as Jasper Morrison. A young designer’s career path can also change. You need to rely and trust each other. We represent emerging designers with a potential to be the next big name in design scene. Recently we did an exhibition with Icelandic designer Brynjar Sigurðarson. We also presented Jean Baptiste Faster who worked with the Bouroullec brothers. We also like Julie Richoz, a very young designer who used to work with Pierre Charpin, a big name in today’s design scene. Our main challenge is always the next exhibition. It is a challenge in itself because each exhibition is completely different. We have two activities in the gallery. We represent contemporary designers and we also have the vintage activity. I am very happy that my husband is a wonderful expert in the vintage field. The key thing is to buy the best object. You have to know everything, get the pieces and show them in the right way. This is another challenge. It is really important for a gallery to promote a work and explain why&how.
“The most important thing is to let designers say something for themselves.”
Julien Lombrail
Kurucu Ortak, Carpenters Workshop Gallery, Paris, Londra, New York Co-Founder, Carpenters Workshop Gallery, Paris, London, New York
42
Çeviri Translation - Gökberk Tektek Bir objenin altında yatan fikir, işlevini aştığında heykel gibi olur. Tıpkı Marcel Duchamp’ın hazır nesneleri gibi. Bu nesneler gündelik hayat nesneleri gibi görünen fakat altlarında farklı anlamlar barındıran sanat eserleri. Seri üretim ile koleksiyon değeri taşıyan tasarım arasındaki ayrımı yapmak da çok önemli. Çok değerli bir malzemeden bir nesne üretebilirsiniz fakat bu, asla koleksiyonerliği yapılacak bir nesne olacağı anlamına gelmez. Koleksiyonerlerin bunu anlamalarını ve tasarımla tutarlı bir bağlantı kurmalarını sağlamak gerekiyor. Tasarım alanına yoğunlaşmış galeriler bu yüzden varlar. Galeride sattığımız eserlerin değerleri yüksek olduğu için koleksiyonerler bizden bazı tavsiyeler ve yönlendirmeler bekliyorlar. Onlara ne kadar iyi tavsiyelerde bulunursanız geri gelme olasılıkları o kadar yüksek olur. Aramızda çok sıkı bir ilişki var. Çok güçlü, bir grup tasarım koleksiyonerimiz var. Ne zaman galeride sergilenmek üzere özel bir
parça gelse, onları arayıp ön gösterimde bulunuyoruz. Bu grubun her ay genişlediğini görmekten mutluluk duyuyoruz. Koleksiyonerler daha fazla tasarıma daha gelişmiş bir zevk ile erişiyorlar. On yıl önce başladığımızda tasarım, mobilyadan başka bir şey değildi. Bir kahve masasına ihtiyacın varsa gider bir kahve masası alırdın. Günümüzde insanlar hâlâ kahve masasına ihtiyaç duyuyor ama bir yandan istikrarlı bir koleksiyon oluşturmaya çalışıyorlar çünkü yapması çok da zor değil. Çağdaş sanat dünyasına kıyasla, tasarım camiası daha küçük kalıyor. Neredeyse yüz bin sanatçıya karşılık dünyada koleksiyonerliği yapılabilir ürünler üreten tasarımcı sayısı belki de iki yüz. Beş bin çağdaş sanat galerisi varken, yalnızca on beş çağdaş tasarım galerisi bulunmakta. Uluslararası fuarlara, müzayedelere ve müzelere katılan galerilerin sayısı ise 10’u geçmiyor. Çağdaş tasarımda Philips gibi iyi müzayede evleri var. Sotheby’s ise Art Deco eserlerinde oldukça iyi. On yıl öncesinde
böyle şeyler yoktu. Tüm pazar büyüyor ve bu yüzden büyük oyuncular da var. Müzayede evleri çağdaş tasarımda zayıflar. İkinci el pazarıyla uğraşıyorlar fakat eserler ikinci ele çabuk düşmüyor. Bir müzayededen iki ayda birçok değerli mobilyalar alıyorsam burada bir problem var demektir. Müzayedelerde sunulan ürününlerimizin sayısının çok az olmasından gurur duyuyoruz. Bu, koleksiyonerin onları kendine sakladığı anlamına geliyor. Bir açık arttırmada çok fazla çağdaş eser olmasını bir zayıflık olarak görüyorum. Bu, satıcıların eserleri kendileri satamayacakları için açık arttırma ile satmaya çalıştığı anlamına geliyor. Koleksiyonerliği yapılabilir tasarım karmaşık bir konu. Sanatın erdemine, tarihsel ve entelektüel ilgisine sahipken, aynı zamanda işlevsel olması durumunu içinde barındırıyor. Bu büyük bir problem. Ron Arad'u örnek alalım. 20. yüzyılın sonlarında en önemli tasarımcılardan biriydi. Fiyatları çok yüksekti ama şu
an fiyatları çok düşük. Spekülasyonlar yüzünden çok fazla tasarımı açık arttırmalara düştü. Bir şeyi speküle etmeye başlarsan, onu öldürürsün. Eğer Jeff Koons’un eserlerini günlük hayatımızda kullanabiliyor olsaydık, Koons bugün olduğu noktaya gelemezdi. Bu durum, dünyada neden sınırlı sayıda tasarım galerisi olduğunu açıklar nitelikte. Galerimiz için tasarımcı seçtiğimizde, tarzını değil yaratıcılığını önemsiyoruz. Şu an Kore’den Wonmin Park, Lübnan’dan David & Nicolas ve Brezilya’dan Hugo França gibi çağdaş tasarım sahnesini temsil ettiğini düşündüğümüz tasarımcıları öne çıkarıyoruz. Örneğin, Hugo'nun eserlerinde tutarlılığı görebiliriz. Yaklaşık 60 yaşında ve hayatı boyunca daima çok tutarlı, heybetli ve güçlü yaşamış. Bu isimlerin yanı sıra, Nacho Carbonell, Vincent Dubourg, Ingrid Donat, Mathieu Lehanneur ve Giacomo Ravagli gibi yeni yeteneklere odaklanıyoruz.
“Eğer Jeff Koons’un eserlerini günlük hayatımızda kullanabiliyor olsaydık, Koons bugün olduğu noktaya gelemezdi. Bu durum, dünyada neden sınırlı sayıda tasarım galerisi olduğunu açıklar nitelikte.” When the idea behind an object transcends its function, it becomes like a sculpture. It is exactly like Marcel Duchamp’s ready-made objects. They look like everyday objects but in real life, they are art pieces because there is a meaning behind it. It is also very important to make a distinction between mass production and collectible design. You can produce an object with precious material but that is not necessarily not collectible. This is why galleries are specialising on design to raise an awareness in collectors and help them establish the right connection with design. The pieces we are selling at the gallery are expensive and therefore collectors expect some advice from us. The more you give them good advices, the more they will come back. There is a very confident relationship between us. We have a very strong group of design collectors. We call every time we have something very specific to show in the gallery and give a preview. We are happy to
Suspended Disbelief by Wendell Castle
Courtesy of Carpenters Workshop Gallery izniyle
see that this group is growing every month. Collectors get more design with a better taste. When we started ten years ago, design was just furniture. You need a coffee table and you buy a coffee table. Today, people still need coffee tables but they are trying to built a consistent collection because it is quite easy to do so. Design world is very small comparing to contemporary art scene. There are almost 100.000 artists in the world and perhaps 200 designers who are able to do collectible items. We have 5.000 galleries in contemporary art, and just 15 galleries in contemporary design. When I say 15, it is a big number. In terms of participating to international fairs, auctions and museums, there are less than 10 design galleries. There are auction houses like Philips which is good in contemporary design. Sotheby's is very good on Art Deco pieces. This was not really existing 10 years ago. The whole market is bigger, that is why you have some big
“If we had to use Jeff Koons' sculptures in our daily life, he wouldn't come to this point. This situation explains why there are just few design galleries in the world.”
players. Just because they are auction houses, they are poor in contemporary design. They deal with secondary market but pieces don't go too quickly on secondary market. If I have a very valuable furniture every two months in an auction house, it is a problem. We are very proud that we have very few productions we represent in auctions. This means that collectors really keep them. I think receiving too much contemporary object in an auction is a weakness. it means that the dealers try to sell in the auctions because they are not able to sell themselves. Collectible design is a complicated matter. You have yo have the virtuous of arts, historical, intellectual interest and at the same time it has to be functional. This is a major problem. Take Ron Arad as an example. He was one of the most important designer figure at the end of the 20th century. He went super high and now his prices are very low. Too many
pieces of his designs are in the auctions because of speculations. If you start to speculate it, you kill it. If we had to use Jeff Koons' sculptures, he wouldn't come to this point. This situation explains why there are just few design galleries in the world. When we choose designers for our gallery, we don't care about style, we care about creativity. Now we are really pushing younger designers like Korean designer Wonmin Park, David&Nicolas from Lebanon and Brazilian designer Hugo França. We think that they are the best contemporary designers of today. For example if you take Hugo’s works; we can see the consistency. He is almost 60 years old and he has been doing very consistent all his life, something very sculptural and strong. Apart from these names, we are focusing on new talents as Nacho Carbonell, Vincent Dubourg, Ingrid Donat, Mathieu Lehanneur and Giacomo Ravagli.
Nilufar Gallery Kurucusu, Milano Founder of Nilufar Gallery, Milan
Nina Yashar
Fotoğraf Photo - Mattia Iotti
Bir tasarım koleksiyonu, bana göre, kuvvetli tutku ve doğal davranıştan beslenir. Tutkunuzu nihayetinde bir işe dönüştürmek için ise çok çalışmalı. Titiz bir araştırma ve yeteri dozda cesaretle, bu tutku ve tutumu birleştirmeniz gerek. Bunu başardığım için ayrıcalıklı hissediyorum. Galerinin yolculuğu, sadece antik kilimle uğraştığım zamanlarda, 1980'de başladı. Galerinin dönüm noktası ise 1998 yılında açtığımız "Tappeti Svedesi e mobili scandinavi" sergisi oldu. Sergide Alvar Aalto, Hans Wegner ve Arne Jacobsen'in 1930-1960 yılları arasında yaptıkları mobilya ve iç dekorasyon tasarımları yer alıyordu. Sergi, Nilufar sergilerinin kilit unsurlarından olan mobilya ve kilimlerin iç içe olduğu yeni bir tema sundu. Nilufar bugün eklektik bir tarza sahip. Hem büyük ustalarla hem de gelişmekte olan tasarımcılarla çalışarak projelere, derlemelere, mekâna özgü sergilere ve yayımlara hayat veriyor. Çağdaş tasarımı kuvvetle destekliyorum ve
bu alana giderek daha çok yatırım yapıyorum. Yıllar boyunca dünyanın dört bir yanından güvenilir bağlantılar edindim. Daima yeni yetenekler keşfederim, bunu yaparken de daima kendi sezgilerimin peşinden giderim. Eklektik olmak benim işimin anahtarı; kişisel ilham ve özgünlük ise izlediğim yegane iki kural. Galeride temsil edilen her parçanın kendi karakteri ve özgünlüğü var. Seçimlerim çok içgüdüsel. Yıllar geçtikçe, kendi keşfettiğim ve tanıttığım, sınırlı sayıda eserler üzerinde birlikte çalıştığım genç tasarımcılar ile güçlü ve ilham veren işbirlikleri geliştirdim. Milano, Nilufar'ın doğduğu yer ve galerinin kökleri her zaman burada kalacak. Milano’da Lancetti’de yer alan galerinin ana mekanında bir harmoni ve uyum ile karşılaşırsınız. Bu uyum planlanacak bir şey değil, öylece oluverir. Bu meseleyi karşılıklı konuşma gibi görüyorum; içindeki farklı öğeleri birleştirerek kendi dilimi oluşturmaya çalışmaktan hoşlanıyorum ve nihai sonuç her zaman eşsiz oluyor.
Fotoğraf Photo - Nilufar Gallery, Lancetti Depot
44
Çeviri Translation - Büşra Gündoğdu
In my opinion design collecting has its roots in a strong passion and a natural attitude. You then have to work hard to combine these elements with careful research and a good dose of audacity, to finally turn your passion into a job. I am privileged to have achieved this. The journey of Nilufar Gallery began in 1980, when I was only dealing with antique rugs. The turning point for Nilufar Gallery was the 1998 exhibition “Tappeti Svedesi e mobili scandinavi”. This exhibition showcased furniture and interior decorations by the masters of design from the last century such as Alvar Aalto, Hans Wegner and Arne Jacobsen. It was a selection from 1930s to 1960s. The exhibition launched a new theme, which was matching furniture and rugs, one of the key elements of Nilufar exhibitions. Today Nilufar is an eclectic space. It gives life to projects, editions, site-specific shows and publications, working with both great masters and emerging talents.
I strongly support contemporary design, and I'm investing more and more in it. Through the years I developed some trustworthy contacts all over the world both for vintage pieces and emerging design pieces. I am always scouting new talents, and I am always guided by intuitions. Eclecticism is the key of my work; personal inspiration and originality are the only rules I follow. Each and every piece exhibited in the gallery has its own character and uniqueness. My choices are very instinctive. Over the years, I have developed strong and stimulating collaborations with young designers that I have personally discovered and promoted, and with whom I work on limited edition pieces. Milan is Nilufar's birthplace, and the gallery's roots will always be there. At Nilufar’s Depot in Lancetti, you can see a harmony and this harmony is not planned, it just happens. I like combining different elements in the same conversation, trying to create my own language, and the final result is always unique.
Nilufar'ın dönüm noktası 1988'de, Alvar Aalto, Hans Wegner ve Arne Jacobsen'in mobilya ve iç mekan tasarımlarının sergilendiği 'Tappeti Svedesi e Mobile Scandinavi' sergisiydi.
Nilufar's turning point was 'Tappeti Svedesi e Mobile Scandinavia' exhibition in 1998 with furniture and interior decorations by Alvar Aalto, Hans Wegner and Arne Jacobsen.
Nicolas BellavanceLecompte Carwan Gallery Kurucu Ortağı ve Direktörü, Beyrut Nomad Monaco Kurucu Ortağı
46
Çeviri Translation Büşra Gündoğdu
Co-Founder and Director, Carwan Gallery, Beirut Co-Founder, Nomad, Monaco
2000'li yılların ortalarında koleksiyon değeri taşıyan tasarım dünyasını keşfettiğimde çok heyecanlanmıştım. Tasarım, mimari ve çağdaş sanatı birbirine bağlayan bir köprü olduğu düşüncesindeydim. Ortağım Pascale Wakim'le birlikte Beyrut'ta Carwan Gallery'i kurduk. Orta Doğu'daki ilk çağdaş tasarım galerisi bizdik. İlk başlarda, yeni ve gelişen tasarımcılar seçerek bu kişileri tasarım sergileri ve fuarlarda tanıtmaya, böylece pop-up bir konsept yaratmaya karar verdik. İlk olarak 2011'de, Milano Tasarım Haftası'nda gerçekleşen "Milan does Beirut" isimli gezici serginin küratörlüğünü yaptık. Bizim için çok büyük bir başarıydı; küresel boyutta basında yer bulduk ve ilgi gördük. Tasarım koleksiyonu, kendi içinde uyumlu bir koleksiyon yaratmakla alakalı aslında. Çağdaş tasarım çoğunlukla, günümüzün yeni tasarımcıları tarafından icra ediliyor ve koleksiyon oluşturma açısından hâlâ yeni bir alan. Ancak yeni de olsa, çağdaş sanat dünyasındaki diğer sanatçılarla kıyaslanabilecek belirli bir fiyat aralığında satış yapan tasarımcılar var. Koleksiyon değeri taşıyan tasarım, bir kimliğin ve kişiliğin koleksiyoner olarak sergilendiği yaşam ortamı yaratma fikriyle alakalı aynı zamanda. Koleksiyondaki obje seçimleri, doğrudan estetik fikrin ve kültürel arkaplanın tercümesidir. Tasarım koleksiyonerliği çok yeni bir olgu; bence koleksiyonerlerin araştırması ve düşünmesi gereken şey, kendi evrenlerinin bir parçası olan objelerde neyin ilgi çekici olabileceği. Tasarım koleksiyonu dünyasında, eşsiz parçalara veya yaşam biçiminizi değiştirecek eşsiæz obje edisyonlarına yönelirsiniz. Duvarlarında muhteşem sanat eserlerinin asılı olduğu bir yerde yaşayabilirsiniz ancak masa, lamba, sandalye ve hatta kilim gibi her gün kullanıp
dokunamazsınız. Sanırım, duyu ve deneyimlerden oluşan bir bağlamda gelişmek önemli. Ortağım Giorgio Pace ile oluşturduğum en yeni projem, gezici tasarım koleksiyonu sergimiz NOMAD MONACO. Karl Lagerfeld'in Monaco'daki eski villasında 27-30 Nisan 2017 tarihleri arasında gerçekleşecek. NOMAD fikri, galeri ve koleksiyonerler için yeni bir format ve deneyim yaratma odaklı. Tasarım koleksiyonerliği ile ilgilenen tanıdığım insanların çoğu, birbirinin aynısı fuarlardan sıkılmış durumda. Otel bulmanın imkansız olduğu aynı şehirlere git, yüzlerce galerili uçsuz bucaksız fuaye alanlarındaki salonlarda kaybol... NOMAD ile, daha kişiselleştirilmiş bir şeyler yapmak için bu formattan çıkmak istedik; yeni mimarilerdeki eserleri keşfettiğiniz bir kulüpteymişsiniz gibi. Tüm konsept samimi bir deneyim yaratmaya dayanıyor. İnsanlarla tanışmak, tasarımcılarla, galericilerle, koleksiyonerlerle tartışmak, ilginç toplantılar düzenlemek burada mümkün. Bize göre yeni bir topluluk yaratmanın anahtarı bu. NOMAD belirli bir zaman aralığında, bir şehir veya bir yere bağlı değil. Seyahat edebilen bir formata sahip. Herhangi bir şehre veya formata bağlı değiliz. Bir sonraki edisyonlarımızı ilginç olabileceğini düşündüğümüz başka yerlerde yapabiliriz. Bir şehir ve mimariyi -yeniden- keşfetmek asıl mesele. Bu nedenle bu özel formatın küratörlüğünü yapmaya, seyahat etme ve yeni bir mimari keşfetme fikrini birleştirmeye, sıradışı insanlarla tanışmak ve tasarım koleksiyonu yapmak için farklı bir yol izlemeye odaklandık. Benzersiz bir etkinlik yaratmak istiyoruz. Bunun için serginin katılımcıları, galeri programlarına ve son yıllar-
daki araştırmalarına dayanarak seçildi. Önceliğimiz, tasarım dünyasında hatırı sayılır bir geçmişi ve içerik çeşitliliği olan galerileri dahil etmek. Ancak genç ve gelişmekte olan galerilerin de bu benzersiz etkinlikte yer almasını istedik. Çağdaş tasarımı temsil eden yeni ve yerleşik galerilerin yanı sıra, tasarım objeleri ile birlikte sanat ve mimariyi sergileyecek özel konukları biraraya getirdik. Yeni yeteneklerle çalışmak entelektüel bir zorluk. Yerleşik tasarımcılarla çalışmak daha kolay çünkü zaten gittiğiniz yolu biliyorsunuzdur ve ekonomik getiri genellikle daha hızlıdır. Ancak genç bir tasarımcıya yol göstermenin ve onu bulunduğu noktadan ileriye taşımanın zorluğunu seviyorum. Örneğin, geçen sonbaharda keşfettiğim Norveçli genç tasarımcı Sigve Knutson'ı tanıtacağız. Bence harika bir potansiyele sahip. Daha önce hiç galeri sergisi yapmamış. Bu yıl Milano Tasarım Haftası'ndaki eserleri ile kişisel sergisini açacağız, sergileyeceğimiz parçaları da Monaco'ya taşıyacağız. Ardından Beyrut'ta da kişisel bir sergi düzenleyeceğiz. Galerinin yeni yetenekler için bir tanıtım platformu olması çok güzel, tıpkı geçmişte Carlo Massoud ve Taher AsadBakhtiari'yi tanıttığımız gibi. Bir galerici olunca söz sahibi oluyor, geleceği şekillendirme gücüne kavuşuyorsunuz. Geniş bir vizyon sahibi olmak, tasarımcılara gelişimleri ve kendi kimliklerini bulmaları konusunda büyük yarar sağlıyor. Yeni yeteneklerle çalışırken, güvenle sıkı sıkıya bağlantılı, çok uzun vadeli bir ilişki de yaratmış olursunuz. Yeni bir yeteneğe ilk inanan ve eserinin kıymetli olduğuna ilk karar veren kişi olmak çok özel. Bazen tasarımcıların tam olarak ne yapmaları gerektiğini ve ne yöne gittiklerini bilmeleri zordur. İşte bu yüzden
bir galerinin en temel rolü, tasarımcılara neleri keşfetmeleri gerektiği konusunda tavsiyede bulunmak ve onları desteklemektir. Tasarımın kesinlikle bir yatırım aracı olduğunu düşünüyorum. Eğer keşfetme yetiniz varsa ve biraz da yürekliyseniz, gelişmekte olan tasarımcılar ile çalışmak şüphesiz en iyi yatırım olacaktır. Carwan Gallery'de tanıttığım hemen her tasarımcı daha da değerlendi. Çoğu, yaptıkları işin değerini iki veya üç katına çıkardı. Bence tasarım sadece bunun için bile güzel bir yatırım. Ne tür bir koleksiyoner olduğunuza da bağlı elbette. Örneğin Carwan Gallery, 2014 yılında özel projelerini sunarak değerinin yükselmesine katkıda bulunduğumuz Vincenzo De Cotiis'i sergiliyor. Cotiis daha sonra diğer galeriler tarafından sergilendi, eserleri dünya çapında yüksek talep gördü ve ürettiği objelerin fiyatları inanılmaz şekilde yükseldi. Bu, kendisinin nasıl iyi bir yatırım haline geldiğinin muhteşem bir örneği. Şu anda tasarım piyasasında eksik olan şey ikincil bir pazar değeri oluşturmak. Koleksiyonlarındaki eserleri yeniden satabilen tasarımcı sayısı çok az. Yeni bir pazar olduğu için bunu anlamak güç değil. Bence çok yeni olduğu için tasarım piyasasına yatırım yapmanın tam vakti. Özellikle yirminci yüzyıl ve ortalarını konu edinen tasarım koleksiyonerlerinin işi iyice zorlaştı çünkü döneme ait başka obje kalmadı. Yirminci yüzyılın ortalarındaki mobilya tasarımlarıyla ilgilenen birçok galeri şu an çağdaş tasarıma yöneliyor çünkü satacak stok bulmakta zorlanıyorlar. Satır aralarını okuyarak çağdaş sanatın nasıl yükseldiğini düşünürseniz, çağdaş tasarım piyasasının önümüzdeki yıllarda değerleneceğini anlamak hiç zor olmayacaktır.
When i discovered the area of collectible design on the mid 2000s, I was really excited. I thought that this was really the bridge between design, architecture and contemporary art at the same time. I started Carwan Gallery in Beirut together with my partner Pascale Wakim. We were the first contemporary design gallery in the Middle East. First we decided to create a pop-up concept, choosing new and emerging designers to be showcased in series of design exhibitions and fairs. We first curated "Milan does Beirut”, a traveling exhibition between Milan Design Week and Beirut in 2011. It was a huge success for us in terms of press coverage and attention at a global scale. Collecting design is about the idea of creating a collection that makes sense in terms of coherence. Contemporary design is mostly composed of today’s emerging designers. It is still new scene in terms of collecting. But there are already established designers who are really selling to a certain price level that is comparable to other artists in the contemporary art world. Collectible design is also about the idea of creating a living environment showcasing an identity and personality as a collector. The choices and the selection of objects translate directly the idea of aesthetics and cultural background. Collecting design is a quite new phenomenon and I think collectors need to research and think about what can be interesting in terms of objects being part of their universe. In collectible design world, you are going towards unique pieces or editions of objects that are truly unique and become something that changes completely the way you live. Design is palpable, you can live in an environment with fantastic art art hanging on the walls but it is not something that you use and touch everyday such as a table, lighting, seating and even the rugs. I think it is important to evolve in a unique context made of sensations and experiences. My newest project that I created with my partner Giorgio Pace is NOMAD MONACO, a new traveling showcase for collectable design which will take place in Monaco, in the former villa of Karl Lagerfeld, between 2730 April 2017. The idea of NOMAD is about creating a new format and experience for galleries and collectors. Most of the people I know interested in collecting design are bored of the same format of fairs, going to usual cities where there it is impossible to find an hotel, where you get lost in never ending exhibition halls with hundreds of galleries. With NOMAD, we wanted to get out of this format to do something more personal, almost like a club where you discover works in new architectures. The whole concept is based on creating an intimate experience in a venue where you can take time to meet people, discuss with designers, gallerists, collectors and do some other interesting new meetings. For us this is the key to create a new community. NOMAD is not linked to one city or a location in a particular timeframe. It is a format that can travel as well. We are not linked to any city or format, we can do the next editions somewhere else in the world we feel could be interesting. It is about (re)discovering a city and an architecture. This is why we are really focused on the idea of curating this special format, merging the idea of traveling, discovering a new architecture, a new way of meeting interesting peopler and collecting design. Since we want to create a unique venue, the exhibitors are selected based on the gallery curriculums and
the research they have done over the past years. It is our priority to involve galleries with a certain history in the design world and diverse content. But we also wanted young emerging galleries to be involved in this unique event. We brought together a mix of new and established galleries presenting contemporary design, as well as special guests who will show art and architecture alongside design pieces. It is an intellectual challenge to work with new talents. Working with established designers is easier because you know already towards what you go and the economical return is usually quicker. But I like the challenge of coaching a younger designer and taking her/him into another level. For example we will launch Sigve Knutson, a young Norwegian designer I just discovered last fall. I think he has a great potential. He has never done any gallery exhibition before. We will have a solo exhibition with his works at Milan Design Week this year and we will take his pieces to Monaco as well. Then we will have a solo show of his work in Beirut. I really like the fact that the gallery is a launch platform for new talents, just like we did in the past with Carlo Massoud and Taher Asad-Bakhtiari for example. As a gallerist, you really have a voice, trending the future in a way for what is coming. Having a broad vision helps designers for their development and finding their own identity. When working with new talents, you also create a very long term relationship that is linked to trust. It is a very special act to decide be the first one to believe in a new talent and decide that this specific work has a value. It is sometimes hard for designers to know their exact mission and where they go this is why the role of a gallery if fundamental to promote and advise on directions the designers should explore. I definitely think that design is an investment tool. Working with emerging designers is obviously the best investment if you have the eye and dare. Almost every designer I launched at Carwan Gallery has raised in terms of value. Most of them doubled or tripled the value of their work. I think design is a good investment in a way just for this. It obviously depends on what kind of a collector you are. For example Carwan Gallery represents Vincenzo De Cotiis, we contributed to the raise of his value when we presented special projects from him in 2014. He got then signed by other galleries and his work is in high demand globally and prices have raised in an incredible manner. It is a great example of how he became really good investment. What is missing in the moment in design market is establishing a secondary market value. There is not so much people who are reselling what they have in their collection. This is understandable because it is a new market. I think it is a good moment to invest in design market since it is very new. Especially collecting design from the midcentury and 20th century became very difficult because there are no more pieces available. Many galleries dealing with mid century furniture are now slowly turning to contemporary design because they have a hard time to find stock to sell. If you read between the lines and think how contemporary art raised, you can easily understand that the market contemporary design is destined to increase in the upcoming years.
“Genç bir tasarımcıya yol göstermenin ve onu bulunduğu noktadan ileriye taşımanın zorluğunu seviyorum.”
“I like the challenge of coaching young designers and taking them into another level. ”
Sigve Knutson'un tasarladığı alçıya alınmış alüminyum tabure Casted aluminum stool designed by Sigve Knutson Courtesy of Carwan izniyle
TA_ Ortak, Mimar, İstanbul
Melkan Gürsel
Fotoğraf Photo - Thomas Mayer
TA_ Partner, Architect, Istanbul
48
Çeviri Translation - Çağdaş Acat Tasarım objesi toplamak yeni bir şey değil aslında. Dekoratif sanat öğeleri yüzyıllar boyunca mimaride de yer almış. Bugün tasarımcıların galeri sistemi içinde, sınırlı sayıda parçalar üreterek var olmaları ise son 1520 yılın tecrübesi. Son dönemde zanaat ve malzemenin kendisine, cazibesine odaklı üretime bir geri dönüş var. Karbon fiber gibi yeni malzemelerle üretilen tasarım objelerinin yanı sıra doğadaki ham halleriyle işlenen, gerçek değerlere sahip, ahşap, mermer ve bronz gibi nesneler için artan bir ilgi olduğunu gözlemliyorum. Biricik olmak, doğal malzemenin kendi özgün, tekrarlanamaz olma niteliğinden de kaynaklanıyor. Çağdaş sanat pazarından faklı olarak bu objeler farklı şekillerde kullanılabilirler. Örneğin eşyalar, gümüş çatal-bıçak takımı, mermer havan gibi, severek gündelik hayatımıza dahil ettiğimiz parçalardır. Galerist olarak, özellikle sanat eseri niteliğinde objeler koleksiyonlarımızda yer alıyor. Ancak Galerist için tasarım objelerini bu amaçla topladığımız söylenemez. Kişisel olarak merakım çizgisinde sahip olduğum
objeler genellikle gerçekten kullanabileceğim şeyler. Yani "spekülatif çılgınlık" denilebilecek işlevi tartışmalı olan tasarımlardan ziyade, belki "geleneksel lüks" denilebilecek, araç niteliğinde tasarımları tercih ediyorum. Örneğin bir Sony Walkman -ya da iPhone’nun piyasaya sunduğu ilk telefon, dünyayı değiştirmiş olsa dahi- iz bırakmış bir tasarım ve işlevsel olarak gençliğimizin en önemli cihazlarından biri olmasına rağmen saklayacağım bir obje değil. Ancak, 1932'de bir otomobil tasarımcısı olan George Carwardine tarafından tasarlanan, Angelpoise lamba -mimar ışığı veya görev lambası olarak da bilinir- masa başında çalışanlar arasında önemli bir değerdir. Bu ayarlanabilir ışık kaynağının temel unsurları, yani ayarlanabilen kollarıyla, birçok tasarıma da esin kaynağı olmuştur. Ya da Massimo Vignelli'nin 1964 tasarımı kompakt masa servisi, sınırlı saklama alanı için düşünceli bir çözüm oluşturduğu için, bugünün yer ve zamandan kazanma prensiplerine hala çok uygundur. Bauhaus'dan çıkan tasarımlar arasında Marcel Breuer tasarımı Wasilly koltuk maksimum konfor
sağlamanın yanı sıra ihtiyaç duyulandan fazla tek bir malzeme kullanılmadığı için özellikle dönemin düşünce, tasarım ve üretim biçimine de ışık tutar. Tam da bu nedenlerle bugün hala evlerimizde kullandığımız bir tasarım, daha doğrusu bir eşya. Ya da Mies van der Rohe ve Lily Reich‘ın 1929 yılında tasarladıkları öncü Barcelona Chair ve tabii ki Eames Lounge Chair... Daha yakın dönemde Post-it’ten (1968) -kazara da olsa- bir yarışmayı kazanarak üretilen JanSport sırt çantasına (1967) çok farklı alanlarda yenilikçi tasarımlara tanık olan 60’lar, 70’ler bugün hala vintage olarak adlandırılan takipçileri ile bugüne geliştirilerek taşınan tasarımlar. Tasarım balonlarından bir türlü emin olamadım. Sanatsal üretim; finansal kriz, hatta darbeler ve savaş gibi zorlu dönemlerde dahi varlığını -hatta güçlenerek- sürdürse de, tasarım dünyası bu kadar bağımsız olamadı. Örneğin Design Miami, sanatsever ve koleksiyonerlerin bir araya geldiği Art Basel'in enerjisini, galerilerin organik olarak değerlendirmesiyle filizlendi.
“Tasarım balonlarından bir türlü emin olamadım. Sanatsal üretim; finansal kriz, hatta darbeler ve savaş gibi zorlu dönemlerde dahi varlığını -hatta güçlenerek- sürdürse de, tasarım dünyası bu kadar bağımsız olamadı.”
Eames uzanma koltuğu Eames lounge chair
Collecting design objects is not new. Decorative arts have always been a part of architecture. Designers producing limited edition series for galleries, however, only date back to 15 or 20 years ago. Recently craft and material have been revalorized. My observation is that design objects made of new materials such as carbon fibre, as well as those natural objects with real values such as wood, marble, and bronze are gaining increasing popularity. Their uniqueness is directly related to the authenticity of a natural material and its oneness. In contrast to the market of contemporary art, these objects are in everyday use serving different purposes such as silver cutlery and marble mortar. As an art gallery, we have collectible design objects within out collection. Galerist does not aim to form any such collection, though. Out of my personal curiosity, I collect practical objects. Instead of collecting objects of which practical use is dubious (out of a “speculative madness”), I prefer tools and devices which can be called a “traditional luxury”. Although it was one of the key devices in my youth with a lasting effect, the Sony Walkman – or the first iPhone, which re-defined the course of humanity- is not an object that I will keep and preserve. Designed in 1932 by an automotive engineer George Carwardine, Angelpoise lamp (also known as the architect’s lamp or an office lamp)
is a real value for those sitting at their desks. The main features of this adjustable lighting solution, that is to say its adjustable arms, of course inspired many other designs. Massimo Vignelli's 1964 design, the compact stacking dinnerware is yet another valid solution for limited storing spaces as it is on the same line with today’s principles of time and space saving. Among the designs produced at Bauhaus, Marcel Breuer’s Wasilly chair reflects the general understanding, as well as the design and production tendencies of the 1920s: providing the maximum comfort, using no redundant material. This is the exact reason why it is still an oft-used design, or a common object today at hour homes. Or the pioneering “Barcelona Chair” (1929) by Mies van der Rohe and Lily Reich… One can think of many other design, be it Post-it or the award-winning (in 1968, albeit coincidentally) JanSport backpacks. 60s and 70s witnessed many designs which keep attracting followers of vintage today. I am never sure about design balloons. Although artistic productions have always survived and even flourished in times of financial crises, military coups and wars, the design world has never acquired full autonomy. For example, Design Miami emerged with art-lovers’ initiative to revive the energy of collectors’ Art Basel with a natural synergy among galleries.
“I am never sure about design balloons. Although artistic productions have always survived and even flourished in times of financial crises, military coups and wars, the design world has never acquired full autonomy.”
Patrick Seguin Galeri Patrick Seguin kurucusu, Paris Founder of Galerie Patrick Seguin, Paris
50
Çeviri Translation - Nilüfer Ersöz Çağdaş sanat koleksiyoneri olarak günümüz eserleriyle fazlasıyla ilgiliyim, fakat tasarım söz konusu olduğunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bazı tasarımcıların sanat ve tasarım tarihinde yer edinmeleri için olağanüstü çaba sarf ettim. Bugün baktığımızda, o kişiler dünya çapında en iyi tasarımcılar olarak kabul ediliyorlar. Özellikle de Jean Prouvé …Çalışmalarının, uluslararası koleksiyonlar arasında olmasını ve en prestijli müzelerde sergilenmesini sağladık. Galeride, 20. yüzyıl tasarım anlayışını Fransız modernizminin beş usta ismiyle temsil ediyoruz: Jean Prouvé, Charlotte Perriand, Pierre Jeanneret, Le Corbusier ve Jean Royère. Günümüzde bu sanatçıların tasarımları yüksek talep gören tasarım objeleri olarak görülüyor. Jean Prouvé’nin seksenlerdeki çalışmalarını ilk gördüğümde nutkum tutulmuştu, tabii o zamanlarda çok kişi tanımıyordu kendisini. İlk satın aldığımız Jean Prouvé tasarımları Compas masa ve yine ona ait olan Standart isimli sandalyelerdi. Böylece koleksiyoner oldum ve sonra bu tutkumu işe dönüştürmeye karar verdim. Galeriyi açtığımızdan bu yana Jean Prouvé’nin mobilya ve mimarisine, Le Corbusier’in Çhandigarh projesine ve tasarımcı Jean Royère’nin işlerine yönelik bir dizi yayın da çıkardık. Jean Prouvé’nin çalışmaları; kullandığı nesnelerin şekilleri, yenilikçi teknolojisi ve içinde bulunduğu zamanı dengeli bir şekilde yansıtmasıyla ön plana çıkıyor. Yalnızca güzel olanın peşinde değil, aksine işlevsellik ve sadeliği ön plana çıkararak estetik açıdan son derece tatmin edici işler ortaya koyuyor. Bence tasarım objesinin tanımı tam olarak bu. Mimari açıdan, Prouvé’nin tasarımlarındaki o muazzam gelişim potansiyelini hemen fark ettim. 1990 yılında Jean Prouvé tasarımı ilk evimizi aldık; Fransa’nın doğusunda II. Dünya savaşı
mağdurları için yapılmış 6x6 boyutlarında demonte bir kulübeydi. Tasarladığı evler sadece birkaç gün içinde çok az kişinin yardımıyla kurulabilir ve doğaya hiçbir şekilde zarar vermez. Dünyanın her yerinde kolayca kullanılabilir, zahmetsiz bir şekilde taşınabilirler. Sahip olduğumuz 22 ev ile en büyük Jean Prouvé tasarımı yapılar koleksiyonu bize ait. Sergilediğimiz ürünlerin yarısı Jean Prouvé’ye ait, yaptığı işler biçim ve işlevselliğin olağanüstü birleşimini yansıtıyor bize göre. Tümüyle yenilikçi tarzı ve son zerresine kadar arınmış teknikleriyle en mükemmel mobilyayı yaratma çabası içindeydi hep. İşte bu şekilde en göz alıcı nihai ürünü ortaya çıkarırdı. Prouvé’nin tasarımlarındaki ihtişamı fark edebilmek için mimar ya da mühendis olmanıza gerek yok, herkes takdir ediyor onu. Yakın arkadaşım Jean Nouvel dışında çağdaş tasarımcılarla çalışmıyoruz. 2014 yılında “Jean Nouvel Triptik” adlı sergi için Londra’daki Gagosian Gallery ile birlikte çalıştık ve Nouvel’in sınırlı sayıda üretilen renkli aynalarını sergiledik. 2011 yılında ise bu kez Paris’teki Gagosian Gallery’de “Jean Nouvel Mobilyaları” adı altında sanatçının “Table au KM, 2011” ve “Boite à Outils”, 2011 adlı tasarımlarını sergiledik. Galeri olarak hala, Jean Prouvé tasarımlarını uyarlamak için çağdaş mimarlarla çalışıyoruz. Çok yakın bir tarihte, Ateliers Jean Nouvel ile HW Architecture tarafından Ekim 2016’da FIAC için uyarlanan 1949 yapımı Jean Prouvé Bouqueval School sergisini açtık. Bu iki mimarlık firması Bouqueval Okulu’nun Prouvé tarzını bozmadan restore etti. Aynı şekilde 2015 yılında, Rogers Stirk Harbour + Partners ile bir proje yürüterek, 1944 yapımı Prouvé 6x6 Demonte Evi’ne harici bir mutfak ve banyo bölmesi inşa ettik. Tamamen otonom bir bina. İçinde sıcak su hattı ve
güneş enerjisinden üretilen elektriğin kullanılmasını sağlayan sistemler var. Jean Nouvel’in dediği gibi, “Ya bu mimari yapılar yok olacak ya da kullanım alanları değişip yeni bir işlev, yeni bir oluş kazanacaklar.” Son yirmi beş yıl boyunca 20. yüzyıl Fransız modernizm piyasası katlanarak büyüdü. Elbette bu büyüme bir günde meydana gelmedi aksine önemli Fransız tasarımcıların yeniden keşfedilmesi sonucu çok yavaş ilerleyen bir süreç sonucunda oluştu. Bu tasarım parçaların sayısı azaldıkça daha da değerlenecekleri su götürmez bir gerçek. Mobilya piyasasının sürekli gelişimi Jean Prove’nin mimari tasarımlarının piyasada patlama yaşamasıyla örtüşüyor. Bence bu piyasa da aynı şekilde genişlemeye devam edecek. Müşterilerimizi ve çok sayıda uluslararası koleksiyoneri, çağdaş mimarlarla çalışmak ve tarihi Prouvé yapılarının en iyi şekilde değerlendirilmesini sağlamak amacıyla kendi uyarlamalarını yapmaları konusunda çok destekledik. Patrick Mckillen'in, örneğin, güney Fransa Château La Coste’da sanat, mimarlık ve tasarım kütüphanesi olarak kullandığı iki adet Prouvé evi var. Richard Prince’in New York yakınlarında bir tane, Azzedine’nın ise Paris’teki eviyle birleştirdiği bir adet Prouvé evi var. Birkaç Koreli koleksiyonerlerimiz de Seul’de Prouvé evini uyarlayarak bir çay evine dönüştürdüler. Koleksiyonerlerim bu parçaları sadece yatırım olarak görmüyor. Aksine, Jean Prouvé, Charlotte Perriand, Pierre Jeanneret, Le Corbusier ve Jean Royère’nin tasarımlarındaki doğal güzellik ile kalıcılığın yanı sıra, çağdaş sanatla olan içsel birlikteliğin son derece farkındalar. Hem mobilya, hem de mimari yapıların yüksek fiyatları, bu tarzın günümüzde hâlâ kabul gördüğünün, tasarım ile yapı kalitesinin mükemmelliğinin ve sahip oldukları modern çizgileri her daim koruyacaklarının birer göstergesi.
“80'lerde Jean Prouvé'nin çalışmalarını ilk keşfettiğimde, çarpılmıştım. İlk alımımız Jean Prouvé'nin Compas masası ve Standart sandalyeleriydi.” “When I first discovered the work of Jean Prouvé in the eighties, I was struck by it. Our first purchases were a Jean Prouvé Compas table and Standard chairs.” As a collector of contemporary art I am very engaged in the present, but in the design world I look to the past. I’ve worked tremendously to help establish their places in the history of art and design, and today that they are regarded worldwide as some of the best creators. Especially for Jean Prouvé, we’ve ensured that his work is in the largest international private collections and most prestigious museums. We present 20th century design by five masters of French modernism: Jean Prouvé, Charlotte Perriand, Pierre Jeanneret, Le Corbusier and Jean Royère. Today, their works are recognised as collectible items in high demand. When I first discovered the work of Jean Prouvé in the eighties, I was struck by it, though not many people were familiar with it at the time. Our first purchases were a Jean Prouvé Compas table and Standard chairs. I became a collector, and then I decided to make a profession out of my passion. Since founding the gallery, we’ve also developed a series of publications dedicated to Jean Prouvé’s furniture and architecture, the Chandigarh project by Le Corbusier and Pierre Jeanneret, and the work of designer Jean Royère. Jean Prouvé’s work is particularly sought after because of the balance between the accuracy of the object’s shape, its innovative technology, and its reflection of its time. He never sought out to make works that were purely beautiful, but by nature of their functionality and simplicity, they are extremely aesthetically pleasing. This to me is the definition of collectible design. With regard to architecture, I immediately recognised the enormous potential to develop this aspect of Prouvé’s work, and in 1990 we bought our first Jean Prouvé house: A 6x6 metersDemountable House created in 1944 for the victims of World War II in Eastern
Jean Prouvé Présidence Desk n. 201, ca. 1955
Courtesy of Galerie Patrick Seguin izniyle
France. His houses could be assembled in a matter of days by just a few people and left no trace on the environment. They can be used anywhere in the world and can be easily transported. With 22 houses, we currently possess the largest collection of Jean Prouvé structures. Fifty percent of our inventory is by Jean Prouvé, whose oeuvre illustrates the perfect marriage of form and function. He was truly avant-garde, and was constantly refining and reworking his techniques to create the best possible pieces of furniture. This inevitably leads to an exquisite final product. Today, you do not need to be an architect or an engineer to understand this. Everyone can appreciate the brilliance of Prouvé’s designs. Aside from Jean Nouvel, who is a longtime friend, we do not work with contemporary designers. In 2014 we collaborated with Gagosian Gallery in London for the exhibition “Jean Nouvel Triptyques”, where we showed his limited edition colored mirrors. We also exhibited his Table au KM, 2011, and his “Boite à Outils”, 2011 at “Jean Nouvel Furniture”, at the Gagosian Gallery in Paris in 2011. However, we do work with contemporary architects to adapt different Jean Prouvé pieces of architecture. Most recently we exhibited the Jean Prouvé Bouqueval School, 1949, that had been adapted by Ateliers Jean Nouvel/HW Architecture, in the Tuileries Garden for the FIAC in October 2016. These two architecture firms worked to restore the Bouqueval School’s demountable quality while preserving the integrity of the Prouvé structure. Similarly, in 2015 we completed a project with Rogers Stirk Harbour and Partners to add external kitchen and bathroom pods to Prouvé 6x6 meter Demountable House from 1944. The house is completely autonomous, equipped with service
trolleys to provide hot water and solar powered electricity. As Jean Nouvel stated, “Either these pieces of architecture die, or their use changes and they are granted a new function, a new life.” Over the past twenty-five years, the market for 20th century French modernism has grown exponentially. This growth did not occur overnight, but it is rather the result of a slow rediscovery of some of the most important French creators. There is no doubt that as these pieces become more rare, they will become more and more valuable. The continual growth of the furniture market overlaps with the rise in momentum in the market for Jean Prouvé’s pieces of architecture. I am confident that this market will continue to expand as well. We encourage our clients, a wide range of international collectors, to work with contemporary architects and to pursue their own adaptations, allowing for optimized use of the historic Prouvé structures. Patrick McKillen has two in the South of France that he uses as art, architecture and design libraries at the Château La Coste, and Richard Prince has one in upstate New York. Azzedine Alaia made a bedroom out of a Prouvé house in his apartment in Paris, and some of our Korean collectors adapted one into a teahouse in Seoul. My collectors don’t acquire these pieces solely as investments. They recognize the long-term durability and the inner beauty of the work by Jean Prouvé, Charlotte Perriand, Pierre Jeanneret, Le Corbusier and Jean Royère, in addition to their inherent synergy with contemporary art. The high prices for both the furniture and the architecture are representative of the continued relevance of this style today, the high quality design and construction, and the fact that they remain timelessly modern.
François Leblanc Di Cicilia Galerie S.Bensimon Direktörü, Paris Director of Galerie Bensimon, Paris Fotoğraf Photo - Dilek Öztürk
52
Çeviri Translation - Çağdaş Acar
Öğrenimim pazarlama üzerine. Mezun olur olmaz Kültür Bakanlığı’nda çalışmaya başladım. MBA derecesi edinmek, yapmak istediklerimi gerçekleştireceğim alanlar için önemliydi, yani kültür ve organizasyon. Beş yıllığına İtalya’ya gittim, Paris’e döndüğümde Les Art Decoratifs ve Galerie Lafayette’te çalıştım. Müze için satışa yönelik organizasyonlar ve ürünler geliştirmeye başladık. Müzede çalışmak için tasarım hakkında ileri seviyede bilgi sahibi olmak gerekiyor. Müzenin o dönemki direktörü Beatrice Salmon bana bu konuda büyük destek verdi. Sonrasında bu şirketi kapatmaya karar verdik ve Bay Benimson’la çalışmaya başladım, Galerie Bensimon açıldı. Les Art Decoratifs’te çalıştığım dönemde ‘koleksiyon değeri taşıyan tasarım’ı terim olarak asla kullanmadık. Bunun yerine 'yaratıcı tasarım' terimini kullanmayı tercih ettik. Yüksek derecede bilgi, birikim ve yaratıcılık barındıran tüm tasarım disiplinlerini kapsayan, çok daha geniş bir terim yaratıcı tasarım. Yaratıcı bir nesne yeni kapılar, yeni pencereler açmalı, farklı gruplar ve stiller arasında bağ kurmalı. Bu nesnede tarih malzeme ve bilgi-birikim ikilisi görülmeli. Bilgi ve birikim; kilit sözcükler. Galerie Bensimon’da yeni yeteneklere odaklanıyoruz. Geçmişin bilincinde olmak, elbette olmazsa olmazlarımız arasında. Bir yandan da; gençler bugün yalnızca internete göz atıp oradaki büyüye kapılarak akıllarına gelen ilk şeyin en iyi fikir olduğunu zannediyorlar fakat düşündükleri şey çoktan hayata geçirilmiş. Malzeme konusunda yeni eğilimleri var. Genç arkadaşlar zannediyorlar ki malzemeyi değiştirirlerse
tasarımları yepyeni görünür fakat hiç de öyle değil. Genç tasarımcılarla çalışmak için geçmişi çok iyi bilmek gerekiyor. Her şeyi bilmek mümkün değil, ancak geçmişle ilgili temel birikime sahip olabilmelisiniz. Karşımızda duran yeni mi, değil mi karar vermek için geçmişe hakim olmak çok önemli. Yeni eğilimler doğrultusunda çalışıyoruz çünkü galeri olarak satış yapmamız gerekiyor. Bunun önemini ne kadar vurgulasam az. Tasarımcılara her zaman “Ürünün satılmak ve kullanılmak zorunda” dememiz gerekiyor. Bugünün esas eğilimi, zanaatkârlığa dönüş şeklinde. Özellikle Lübnan tasarımlarında bunu sıklıkla görüyoruz. Amerikan tasarımları her zaman el işçiliğine dönüktü. İngiltere’de de bu eğilimin yirmi yıl önce yeniden doğduğunu söylemek mümkün. Sonrasında da büyük başarı elde etti. Bugünün “mesele”si işte bu. Zanaatkâr-tasarımcı ile satış yapılacak yer arasındaki bağı kurmamız gerekiyor. Genç tasarımcılar ile işbirliklerimizde şu şekilde ilerliyoruz: Ya genel olarak çalışmalarını beğeniyoruz ya da umut vaat ettiklerini düşünüyoruz ve onlarla iletişime geçiyoruz. Kimisi de projeleriyle bize geliyor. Biz doğrudan tasarımcılarla veya menajerleriyle çalışıyoruz. Bensimon Group için galerinin kendisi bir yatırım. Bu yatırımın dönüşü şu âna kadar gayet iyi çünkü hem farklı tasarımcılarla tanışıyor, hem farklı mağazalara toptan ve perakende satış yapıyoruz. Tüm yaratımların merkezinde duranın insan olduğuna inanıyorum. Tasarımcılar ile bu tasarımcıların yaratımlarını satın alan insanlar tartışmanın merkezinde bulunmalı. Tasarımcıyı tanıyorsak, bizim için
bir iş hazırlamasını isteyebiliriz. Bir tarafta galerimiz, diğer tarafta ev dekorasyonu için bir mağazamız bulunuyor. Koleksiyonluk parça olarak sınırlı sayıda ürettiğimiz serilerde veya tek bir parçaya özel olarak genç tasarımcıların yaratıcılığına başvurabiliyoruz. Sonra bir başka tasarımı daha fazla sayıda üretip diğer mağazalarda da sergiliyoruz. Çok sayıda insanla çalışıyor, kendi koleksiyonumuza parçalar ekliyoruz. Beş ila on yıl içerisinde isim yapması muhtemelen genç yeteneklere ait çalışmalardan oluşan güzel bir koleksiyon kuruyoruz. Fiyat anlamında Kreo veya Carpenters galerileriyle aynı çıtada değiliz. Fuarlara büyük yatırımlar yapmıyoruz çünkü satmak istediğimiz ürünlerin fiyatının katlanmasını istemiyoruz. Temsil ettiğimiz ürünün bir koleksiyona girmesi en büyük hedefimiz. Bugünün tasarım dünyasını temsil edecek birden fazla güçlü aday bulunuyor. Michael Anastassiades’i Fransa’da ilk keşfeden biz olduk. Sınırlı sayıdaki ilk koleksiyonumuzu kendisiyle hazırladık. Bana göre bugünün en iyi tasarımcılarından biri genç bir Hollandalı olan Sabine Marcelis. Şu anda dünyaca bilinen kişi ve kurumlarla çalışıyor. Yaratıcı kişiliğe mükemmel bir örnek. Pozitif enerjiye sahip, güler yüzlü. Gayet bilgili, eğitimi gayet sağlam. Çevresini iyi dinliyor ve ahenk içinde hareket ediyor. Şimdi kendisiyle bir proje üzerinde çalışıyoruz. Yeni nesil tasarımcıların en iyilerinden biri bana göre.
I studied marketing and I worked for the Ministry of Culture immediately after I graduated. I thought having a commercial MBA is always nice to do what I wanted to do: culture and events. I went to Italy for five years and when I came back to Paris, I started to work for Les Art Decoratifs and Galerie Lafayette. We started to make all the commercial events and products for the museum. If you work for a museum you have to know a lot about design. I got a lot of help form the director of the museum at that time: Beatrice Salmon. Then we decided to close this company. I started working with Mr. Bensimon and we opened Galerie Bensimon. We never use collectible design as a term at Les Art Decoratifs. We use the term ‘creative design’. Creative design is a much more wide word to define all design disciples that implicate high level of know-how and creativity. A creative item should open doors to the universe and create a link between different population and know how. We should see history, material, and know-how again. I think know-how is the keyword for design. At Galerie Bensimon, we are specialised in new talents. It obviously means that you have to know what is there in the past. Today, most of the young people are just looking at the internet, see the magic and think this could be a good idea. But that idea has already been used. There are new trends in material, and if they change the material it seems to be new but it is not. You really have to know your history to work with young designers. We don't know everything of course but at least we should have a core information about our past. It is really important for us to know the past to be able to judge what is new or not. We also work with trends because we have to sell. This is really important. We always have to say to a designer that “Your product has to be sold and used”. The big trend we have seen emerged is going back to craft. We can see this in Lebanese design a lot. American design was always been related to craft. Maybe this trend has been re-born again in England almost 20 years ago and they succeed it very well. This is ‘the big thing’ today. We should be able to connect the the craftsman, the designer, and the place to sell. We select young designers either because we like what they do in general, we see a potential or they come to us with a project. We work directly with designers or their agents. For Bensimon Group, the gallery itself is an investment tool. This is a good investment so far because it allow us to know a lot of different designers that we can work with and retail and sell to different stores. I believe that human being is really in the centre of all creations. The designers and the people who buy from these designers, need to be in the centre of discussion. When we know the designers, we can ask them to produce something for us. We have the gallery on one side and we also have the store for home decoration. We usually use their creativity to create limited series that can be collectible in a way or can be done in one piece. Then we do another edition in a bigger number and production for the other stores. We work with many people now and we have some pieces in our own collection. We try to build a nice collection of young talents who may be the next big name in 5 or 10 years. We don't work at the same level with Kreo or Carpenters in terms of prices. We don't spend so much money in the fairs because we don't want to multiply the price of the piece we want to sell. The idea is to have a piece included into a collection. We have different strong names as the new talents in today’s design scene. We were the first in France to discover Michael Anastassiades. We did the first limited collection with him. One of my favourite designer of the moment is a young Dutch: Sabine Marcelis. She already works with big names. She is exactly what a creative should be today. She has a very positive energy, she is always smiling. She knows a lot and she is well trained. She really listens to the environment and responds it in a very good way. Now, we have a project with her. I think she is one of the best next designer.
“Karşımızda duran yeni mi, değil mi karar vermek için geçmişe hakim olmak çok önemli.”
Tino Seubert'in tasarladığı Azul Bahia kahve masası
“It is really important for us to know the past to be able to judge what is new or not.”
Azul Bahia coffee table designed by Tino Seubert
Courtesy of Courtesy of Galerie Bensimon izniyle
Gökhan Karakuş Tasarımcı, yazar, Adorno Tasarım Küratörü Designer, writer and Design Curator of Adorno
54
Çeviri Translation - Nilüfer Ersöz Tasarım objesi 1990’larda başlayan yeni bir olgu. Önceleri antika mobilya veya uygulamalı sanat tasarımları daha çok müzayedelerde veya aracı kişilere satılırdı. Özellikle Londra, New York ve Paris gibi yerlerdeki müzayedelerde tarihi üsluplarını yansıtan tasarımlardan, Art Nouveau, Art Deco ve modern dönem yenilikçi hareketin modernist üsluplarını barındıran pek çok antika mobilya satılırdı. Yine özellikle ABD’de ve Londra, Paris gibi bazı Avrupa şehirlerinde sadece mobilya ve dekoratif obje satan galeri ve sanat tüccarları vardı. Tasarımlarını sadece onlara gereken değeri verebilecek iyi tasarlanmış ve iyi üretilmiş objelerin değerinden anlayan az sayıda koleksiyonerlere, örneğin mimarlara, satıyorlardı. Tüm bunlar 1990’larda sanat piyasasında görülen patlama ile değişti. Sanat koleksiyonerliğinin spekülatif bir yatırım aracı olmaya başlamasıyla tasarımcılar da buna dahil olmak, bu hızla büyüyen piyasanın içinde bulunmak istediler. Çoğunlukla piyasada çalışan veya sipariş üzerine iş yapan tasarımcılar bile sanatçıların “tasarım sanatı” dalgasını başlatması gibi kendi obje ve eserlerini yaratmaya başladılar. 2000'lerin ortasında başlayan Design Miami ve Design Miami Basel gibi fuarlar, bu tasarımları ve koleksiyonerleri, spekülatif bir yatırım pazarında biraraya getirdi ve bu pazar, 2010 yılında Marc Newson’un alüminyum “Lockheed Lounge” sandalyesinin bir açık arttırmada 1.4 milyon sterlin’e satılmasıyla doruk noktasına ulaştı. 2010’lu yılların başında meydana gelen finansal çöküş, tasarım objelerinin çağdaş örneklerini barındıran bu piyasayı da durgunlaştırdı. Günümüzde Jean Prouvé, Gio Ponti, Carlo Scarpa, Eileen Gray, Frank Lloyd Wright ve Charlotte Perriand gibi 20. yüzyıl modern tasarımcıların tasarım objeleri halen önemini koruyup galeri, fuar ve müzayedelerde ilgi görse de, çağdaş tasarım objeleri piyasası krizden önceki haline dönmüş değil. Çağdaş tasarım objelerinin şu anki fiyatları
2000’lerdeki kadar yüksek olmasa da Ron Arad ve Ross Lovegrove gibi isimlerin deneysel çalışmaları ve Campana Brothers, Max Lamp ve Formafantasma gibi tasarımcılar, yeni teknikleri, malzeme çalışmaları ve üretim teknikleri ile ortaya koydukları işlerin düşünsel öneminin yanı sıra, nesnel kaliteleriyle de sektörde liderliği elden bırakmıyorlar. Bugün Türkiye’de tasarım objesi satın almak imkansız. İnternet üzerinden tasarım objesi işi yapan Danimarka merkezli Adorno'da tasarım küratörü olarak bir proje üzerinde çalışıyorum. Adorno ile birlikte Türkiye’den tasarım objeleri satacağız. Belki bu proje, tasarımın bu önemli alanının Türkiye’de ve daha birçok yerde daha geniş bir kitleye hitap etmesini ve koleksiyoner sayısının artmasını sağlayacak. Ayrıca artık İstanbul’da 10 yıl önce bulamayacağınız tasarım sergileri açılıyor. İstanbul Tasarım Bineali ve Nişantaşı’ndaki ECPN Galeri bunlara örnek. Tasarımda deneyimsel işlere imza attığımız 2016 yılında gerçekleşen Monolit ve 2015’deki Atölye Maslak gibi birçok sergiyi kendim düzenledim. En nihayetinde tasarım objeleri günlük hayatımıza yeni malzeme, şekil ve teknikler getirdiği için oldukça önemli. Yatırım aracı olarak düşünüldüğünde ise, bu tasarım objelerinin yaratıcılığı, özgünlüğü, nadir bulunmaları ve tarihsel değerleri, el işçiliğinin kalitesi ile birlikte kilit unsurlar olarak öne çıkıyor. Seramik, mermer ve bronz gibi Türkiye’de çokça bulunan malzemeler tasarım objeleri için oldukça önemli. Fakat tasarım objeleri ile ilgilenebilmek için insanların Türkiye’de olmayan, tasarımın önemine ilişkin kültürel ve tarihsel farkındalığa sahip olmaları gerekiyor. İşte bu yüzden, bence uzun süreli bir önerme bu. Günümüzde Sedad Hakkı Eldem, Danyel Çiper, Turgut Cansever, Abdurrahman Hancı, İlhan Koman ve Sadi Diren gibi usta Türk tasarımcılara ait eserlerle ilgilenen Türk tasarım koleksiyonerleri yoksa tasarım objeleri için bir piyasanın oluşacağını düşünmeye gerek bile yok.
Çalıştığım tasarımcıların çoğu yaptığım araştırmaların ve Türkiye ile Doğunun, özellikle batı-dışı bağlamda modernizmin gelişimi ile ilgili teorilerin sonucu ortaya çıkan ürünler yapıyor. Hal böyle olunca soyut geometri ve desenler, tasarım dili olarak kabul edildi ve çalıştığım tasarımcıların üretim teknikleri ile zanaat arayışları odak noktası haline geldi. Tasarım portfolyoma dahil ettiğim birçok tasarım objesi İstanbul’da çalışan zanaatkarlarca üretildi; bu yüzden şehrin üretici odaklı kültürünü yansıtıyorlar. Aynı zamanda Türkiye’nin tasarım kültürüne katkıda bulunan fakat başarıları henüz dünya çapında bilinmeyen tasarımcıların objelerini de portfolyama dahil etmeye çalıştım; Adnan Serbest, Ela Cindoruk, Özlem Yalım ve yakın zamanlarda Sema Topaloğlu bu tasarımcılara örnek. Bu sıralar Türkiye’de genç tasarımcılardan sadece Fields Studio’dan Eren ile Mevce Çıracı, Laboratuvar Studio’dan Fatih ile Ceren Başgöze ile çalışıyorum. Kariyerinin ortalarında veya zirvelerindeki tasarımcılarla nasıl çalışıyorsam, bu genç yeteneklerle de aynı şekilde bir tasarım menajeri ve danışman olarak çalışıyorum. Her bir edisyon için özgün objeler yaratma sürecinde karar vermelerine yardımcı oluyorum. 20-30 sene sonra geriye dönüp baktığımızda nelerin değerli tasarım örnekleri olabileceğini tahmin etmeye çalışıyorum hep. Şimdilerde Türkiye’de birlikte çalıştığım Fields ve Laboratuvar dışında Day Studio ve Tamer Nakışçı’nın çalışmalarını beğeniyorum. Şu durum gerçekten ironik; yıllardır bu piyasada muazzam işler yapan tecrübeli ve daha eski tasarımcılar var fakat daha detaylı ve üst düzey işler yapabilmeleri için gerekli bütçe ve komisyonu alamıyorlar ne yazık ki. Aziz Sarıyer ve Adnan Serbest gibi usta tasarımcılar geliyor aklıma ya da maalesef birkaç yıl önce kaybettiğimiz Yıldırım Kocacıklıoğlu. Kendi klasik tasarımlarını yeniden sergilemeye hazırlanıyordu. Bu sıralar oğlu Cem Kocacıklıoğlu ile onun başladığı işi tamamlamak üzere çalışıyoruz.
“Tasarım portfolyoma dahil ettiğim bir çok tasarım objesi İstanbul’da çalışan zanaatkarlarca üretildi. Bu yüzden şehrin üretici odaklı kültürünü yansıtıyorlar.” “Most of the design objects included in my portfolio of designers are produced by craftsmen working in Istanbul, and as such, they represent the maker-oriented culture of the city.”
Nilüfer Kozikoğlu'nun tasarladığı “BEK Con_Sole” sehpa “BEK Con_Sole” side table by Nilüfer Kozikoğlu
Collectible design is a new phenomenon that started in the 1990s. Before that design as antique furniture or applied art was sold primarily through auction houses or private dealers. These auction houses primarily in places like London, New York and Paris would sell antique furniture in various historical styles up to the modernist styles of Art Nouveau, Art Deco and the modern movement. There were also some galleries and dealers again mostly in the U.S. and European cities such as London and Paris selling primarily furniture and decorative objects to a limited group of collectors such as architects appreciating the value of well designed and well made objects. This all changed in the 1990s as a part of the boom in the art market. As art collecting started to become a speculative investment activity, designers also wanted to get into the act and participate in this booming art market. Designers who normally worked for industry or through commissions started to create their own objects and editions like artists starting a wave of “design art”. Fairs such as Design Miami and Design Miami Basel that started in the mid 2000s that brought these designs and collectors together in a speculative investment market in design peaked at the end of the 2000s in the famous sale of designer Marc Newson’s aluminum Lockheed Lounge chair for £1.4m at an auction in 2010. However the financial crash of the early 2010s deflated this market for these contemporary versions of collectible design. Today while the collectible design of 20th century modernist designers are still important with masters such as Jean Prouvé, Gio Ponti, Carlo Scarpa, Eileen Gray, Frank Lloyd Wright and Charlotte Perriand selling well in galleries, fairs and auctions, contemporary collectible design has not fully recovered compared to the pre-crisis period. In terms of contemporary collectible design while current prices are not as high as in the 2000s new experimental works by Ron Arad and Ross Lovegrove, and the names such as the
Campana Brothers, Max Lamb and Formafantasma are leading the way with new techniques, material studies and fabrication techniques creating works with intellectual importance as well as new objective qualities. Today in Turkey there is no way to buy collectible design. I am working on a project as Design Curator for Istanbul for Adorno, an online collectible design company from Denmark, where we will start to sell some collectible design from Turkey. Perhaps this will open this area of important design from Turkey to a larger audience and collectors based in Turkey and elsewhere. There are also now exhibitions on design in Istanbul that did not exist 10 years ago such as the Istanbul Design Biennial or the ECNP Gallery in Nisantasi. I have myself have curated a number of exhibitions such as Atolye Maslak in 2015 and Monolit in 2016 where we created new experimental works in design. Ultimately collectible design is important as it brings in new materials, forms and techniques into our daily life. As investments, the creativity found in these design objects, their originality, rarity and history are key factors alongside the quality of their craft and materiality. Materials such as ceramics, marble and bronze we have in Turkey are important as collectible design. But in order to pursue collectible design one has to have a cultural and historical awareness about the importance of design that does not exist in Turkey. That is why I think that this is a very long term proposition. Today if we don’t have any collectors of Turkish designs by the likes of Turkish masters such as Sedad Hakki Eldem, Danyel Çiper, Turgut Cansever, Abdurrahman Hancı, İlhan Koman and Sadi Diren there is no reason to think that there will ever be a market for collectible design. Most of the designers I work with produce what is quite parallel to the findings of my research and the theories with
regard to the design in Turkey and the East, especially the development of modernism in non-western contexts. As such, there is a focus on abstract geometry and patterns as a design language, and an exploration of craft and materiality in production techniques in the designers I work with. Most of the design objects included in my portfolio of designers are produced by craftsmen working in Istanbul, and as such, they represent the producer-oriented culture of the city. I have also tried to integrate objects from designers that have contributed to the design culture of Turkey through product design, but have not yet been recognized for their achievements internationally, such as Adnan Serbest, Ela Cindoruk, Özlem Yalım and, soon, Sema Topaloğlu. My work with young designers in Turkey currently is limited to Fields Studio, Eren and Mevce Cirarci and Laboratuvar Studio, Fatih and Ceren Basgoze. As in my work with the middle career designers and established designers, I work as a design manager and advisor with these young talents helping determine a process for creating unique objects from one edition to another. I try to foresee what would stand as valuable examples of design when we look back in 20-30 years. Apart from Fields and Laboratuvar with whom I'm already working, i like the work of Day Studio and Tamer Nakisci. The irony here is that there are many older, experienced designers that have been doing great work for years but have not been able to get commissions and enough budget for more detailed and advanced work. I am thinking of designers such as Aziz Sariyer and Adnan Serbest. Or even a figure such as Yildirim Kocaciklioglu who was a master designer but unfortunately passed away a few years ago before re-exhibit some of his classic designs. I am working with his son Cem Kocaciklioglu to possibly do this now.
Fotoğraf Photo - Dilek Öztürk
Dominique
&Sylvain Lévy
DSL Collection, Paris DSL Collection, Paris
56
Çeviri Translation - Çağdaş Acar Ron Arad’ın dediği gibi: “Sandalyemi alıp bir mobilya mağazasına götürün, sandalye olarak kalır; sonra alıp galeriye yerleştirin, tasarım mobilyası veya sanat eseri olur.” Eğer sanatçı size bir objenin sanat eseri olduğunu söylüyorsa, bizim için de mobilya o zaman sanata dönüşür. Yirmi sene önce Bouroullec kardeşler ile birlikte tasarım mobilyalar toplamaya başladık. Bouroullec masamızı gören arkadaşlarımız “Mutfak masası bu, 1940’ların mobilyasının arasına nasıl konulur?” dediler. Bize göre heykelden farkı yok; hiç kullanmayacağımız bir tasarım mobilyasıyla yaşamakta herhangi bir sakınca görmüyoruz. Sonuçta bu bir sanat eseri. Bu daireye yerleşirken tasarım objeleri toplamaya başladık. Aynı dönemde Galerie Kreo’dan Didier ve Clemence’la tanışma fırsatı bulduk. O vakitler Galeri Kreo da yeni açılmıştı. Mobilyaları dekorasyon nesnesi olarak değil, tasarım objesi olarak görmeye başlamak muhteşemdi. Hemen ardından Galerie Kreo’yla birlikte daha fazla obje toplamaya başladık. Başlangıçta avangard tasarımlar toplarken antik parçalar ile Ron Arad, Marc Newson ve Bouroullecs gibi çağdaş isimleri biraraya getirmekte zorlanmıştık. 40’lardan 90’lara geçmek hayli zor. Malzemenin kendisi ve sizin onunla nasıl iletişim kurduğunuz çok önemli. Mesela evinizde sıcak bir hava esmesini istiyorsunuz. Çağdaş sanatta tercih edilen malzeme ise soğuk. Eğer evinizde yalnızca çağdaş tasarımlar bulunuyorsa içinde yaşaması zor bir hâl alıyor. Sottsass’ı Newson’la veya Newson’ı Gehry’yle birleştir-
diğinizdeyse her bir obje değer kazanıyor. Tasarımın kuramsal yanı bizim için önemli, uzun süredir bu konuya eğiliyoruz. 2005 senesinde tasarım objesi toplamaktan bir nebze sıkıldık. Sanat, başlı başına macera fakat tasarım dünyasının sınırları ne yazık ki dar. Hepi topu 10 galeri, 20-30 tane de iyi sanatçı var. Sıkılmamak elde değil. Bu sebeple de çağdaş Çin sanatı ve tasarımı ile ilgilenmeye başladık. 2005’te Çin’e gittik ve şok geçirdik. Orası bambaşka bir gezegen. İnanılmaz deneyimlere, değişimlere gebe. Sanatın, toplumun aynalarından biri olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden Çin’e ait sanat ve tasarım objeleri toplamaya başladık. Sonrasında müze tarzı bir koleksiyonu biraz farklı biçimde geliştirmeye karar verdik. Aklımızdaki müze fikrinde koleksiyon, kamuya açık olacaktı. Karar sürecindeki en kritik nokta bu oldu. Çok sayıda insana ulaşmak için bir web sayfası açtık. Şimdi elimizdeki koleksiyon için sanal bir müze oluşturuyoruz. Geçen sene LARRY’S LIST Koleksiyoner Ödülleri tarafından En İyi Dijital koleksiyon ödülüne layık görüldük. Bir yandan da müze açan kişilere saygı duyuyoruz çünkü bu, cömertlik işi. Bizim senaryomuzdaysa fizikî mekân pek kolay değil. Uzun vadede müzenin fizikî varlığının ekonomik olarak sürdürülebileceğine inanmıyoruz. Mesele müze açmak değil, ekonomik olarak ayakta kalmayı başarmak. Müze açtığınızda ziyaretçi çekmek için diğer müzelerle yarışa giriyorsunuz, alakasız sergiler açmaya başlıyorsunuz. İş tam olarak ticarete dökülüyor. Kurumsallaştığınız an, istediğiniz objeyi koleksiyonu-
nuza katma özgürlüğünüz azalıyor. Kurum olarak obje toplamaya başlıyorsunuz. Kurumsallaştığınız an, kurum gibi davranıyorsunuz. Tamamen başka bir oyun. Oysa dijital mecralar müzeleri takip edebilmek için en etkin yöntemlerden biri. Örneğin MET’i ziyaret eden kişi sayısı altı milyon, fakat müzenin web sayfasını tıklayan 24 milyon kişi var, Facebook’taki takipçi sayısı ise 90 milyon. Demek ki dijital mecralar bir müzeyi takip etmenin en meşru yollarından biri. Her yere seyahat imkânı olmayan gelecek nesiller daha fazla müze görmek isteyecek. Dijital dünya da insanlara herhangi bir ülkedeki müzeyi görme imkânı tanıyor. Piyasadaki en büyük problemlerden biri dergiler, küratörler ve galerilerin, Kreo’daki 30.000 avroluk Bouroullec marka lambanın, 1.000 avroluk muadillerinden ne farkı olduğunu doğru sözcüklerle anlatamaması. Henüz altı yıldır mobilya üreten, genç bir Çinli tasarımcının ürettiği mobilya, 700.000 avroya bir müzeye satıldı. Müze, eserin 21. yüzyıl çağdaş Çin tasarımınının başlangıcını temsil ettiğini ifade etti. Bu fiyata eser satın alacak bütçeler genellikle müzelerde bulunmaz. Muhtemelen Çinli birisi eseri satın alarak müzeye bağışladı. Örneğin Centre Pompidou’nun yıllık bütçesi 1.800,000 avro; bu bütçeyle tek bir esere bir milyon ödemeleri mümkün değil. Önemli bir tasarım objesinin, gelecekte yüksek fiyatı olacağını düşünüyoruz. Marc Newson, bir gün Elian Grey’in fiyatına yükselebilir. Marc Newson’ın geleceğin Elian Grey’i olmasının önünde hiçbir engel yok.
Ron Arad once said: “Put my chair in a furniture store and my piece will stay as a chair, put it in a gallery then this piece will become a design furniture or an art work”. This is how we think a design furniture starts to be art, if the artist lets you know that it is a piece of art. At the beginning, we started collecting design 20 years ago with Bouroullecs. For our Bouroullec table, our friends said that “It is for the kitchen, how it is possible to put it with 1940s furniture?” It is like a sculpture for us. It is not a problem to live with a design furniture that we won't use. It is a piece of art. When we moved to this apartment, we started to collect design and we also had the chance to meet Didier and Clemence from Galerie Kreo. At that time, it was the beginning of Kreo. We decided that it was great to look at furnitures not as an object of decoration but something as a collectible item. When we start to collect avantgarde design at the beginning, it was hard to mix the antiques with Ron Arad, Marc Newson and Bouroullecs. It was hard to move form 1940s to 90s. The materials and the way you connect with the material is very important. You may want a warm atmosphere at home. Materials used in contemporary design scene are very cold; more plastic, steel and so on. If you have only contemporary design, your home would be difficult to live in. When you mix Sottsass with Newson or Newson with Gehry, then every object becomes interesting.
The theoretical part of design is important for us and we’ve been there for a long time. At 2005, we got a little bit of bored of collecting design. Art is an adventure but unfortunately design world is quite limited. There are perhaps 10 galleries, 20 or 30 good artist and at the end of the story you get bored. This is how we got engaged in contemporary Chinese art and design scene. In 2005, we went to China and we had a shock. China is another planet. You can feel incredible experiences and changes. We wanted to find and collect Chinese contemporary art and design. Then we decided to open a public museum, but in a different way. We opened a website in order to reach a lot of people. This was the most important part of our decision. Now we are working on a virtual museum for our collection. Last year we were awarded as the Best Digital Collection of The Year by LARRY’S LIST Collectors Awards. On the other hand, we have a lot of respect for people who open museums because it is a proof of generosity. We really think that it is not convenient for our story. We don't believe in the financial sustainability of a physical museum on the long term. The main problem is not to open a museum but to last financially. You compete with other museums to attract people and yend up organizing exhibitions out of your immediate scope. It definitely becomes a business. When you institutionalise yourself, you are less free to collect as you want. You start to col-
lect as an institution. Once you become an institution, you act like an institution. On the other hand, the digital approach is also a way to follow a museum. For example, 6 million people visit the MET but 24 million people visit the website of the museum and 90 million people follow the museum on Facebook. For the new generations who cannot travel everywhere and want to see more exhibitions, the digital world offers the possibility to see any exhibition in any country. One of the biggest problems in this market is that the magazines, people, galleries behind this scene are not able to find the right words to explain what makes the difference between a 30.000 Euro worth lamp of Bouroullecs at Kreo a quite similar version one you can find for 1.000 Euros. A very young Chinese designer, only making furniture for 6 years, made a design furniture and it was sold for 700.00 Euros to a museum. The museum said it represents the beginning of design furniture in China in the 21st century. Museums usually don't have a budget to buy one piece at that price. Probably a Chinese bought this piece and loaned to the museum. For example Centre Pompidou has 1.800.000 Euro budget per year and they just cannot spend 1 million for one object. We think that one day Marc Newson may have the price of Elian Grey. There is no reason why Marc Newson should not become the Elian Grey of the future.
“Kurumsallaştığınız an, istediğiniz objeyi koleksiyonunuza katma özgürlüğünüz azalıyor.”
Fotoğraf Photo - Dilek Öztürk
“When you institutionalise yourself, you are less free to collect as you want.”
Yönetici Ortak Darius Capital Partners, Paris Managing Partner Darius Capital Partners, Paris
Reza Ghodsi
58
Çeviri Translation - Nilüfer Ersöz
Babam bir sanatçı ve mimardı bu yüzden sanatla iç içe büyüdüm. Daha çok sanat ve mimari arasında gidip gelen soyut bir tarzı vardı. Bence mimari, güzel sanatlar ve tasarım aynı çizgideler. Alelade bir bina veya içindeki bir mobilya beni birdenbire cezbedebilir, tıpkı usta bir sanat eserinin nefesimi kesebileceği gibi. Bunların hepsi birbiriyle öyle bağlantılı ki. Tabii tasarımın işlevsel yanı da yadsınamaz. Sandalye alırsanız üzerine oturabilir veya bir yemek masasını her gün kullanabilirsiniz. Tasarımcıların da sanatçı oldukları düşüncesindeyim, yaptıkları şey silbaştan yaratım. Lakin bu alanda sanat diyebileceğimiz sayılı eser var. Günümüzde sanat bir kültür endüstrisine dönüştü. Tüm yenilikleri takip etmek gerçekten zor. Fiyatlar arttıkça hoşuna giden her şeyi satın almak zorlaşıyor. Bence tasarım piyasası, sanatın diğer dallarına göre daha yavaş gelişiyor. Tasarım bile olsa pahalı parçalarla nadiren karşılaşıyoruz, 100.000 Euro ederinde bir masa örneğin. Öte yandan, çağdaş sanat tablolarını düşününce, emsalsiz bir esere sahip olmak için binler değil milyonlar harcamanız gerekiyor. Sanat kişisel bir beğenidir. İnsanlar bir sanatçıyı şu veya bu sebeple beğenebilir ya da beğenmez.
Aslında duygu dediğimiz başlı başına kişisel bir şey. Tasarım; mobilya, sanat ve işlevselliğin mükemmel bir biçimde iç içe geçmesidir. Tamamen kişisel ve zevk meselesi. Carpenters Workshop Gallery’deki bazı sanatçıların eserlerini gördüğümde, bunların gerçek birer sanat eseri olduğu kanaatine varıyorum. Bu yüzden masa satın almakla, bir fotoğraf almak arasında fark yok benim için. Tasarım ve sanat arasındaki açığın kapatılması gerektiğini düşünüyor kimileri; fakat benim için bunlar finansal bir araç değil, bir çeşit bağımlılık. Sanat fuarlarına gittiğimde elim boş çıkmak çok zor oluyor. Bence sanat duygulardan ibaret. Tablo, masa, abajur veya bir fotoğraf gördüğümde bende bir duygu uyandırması yeterli. Carpenters Workshop Gallery’deki pek çok parçayı da işte bu yüzden seviyorum. Sanatı ve tasarımı bir yatırım aracı olarak görmüyorum. Sanat gerçek bir endüstriye dönüştü, duygulardan daha az bahsediliyor. Bazı kimseler yatırım olarak görüyor tabii ve sanat çerçevesinde konuşurken bile finansal tabirler kullanıyorlar. Geçtiğimiz 5-10 senedir birçok kişiye göre sanat güvenilir bir yatırım aracı. Benzer ifadeleri duydukça bir hayli şaşırıyorum. Artık piyasa internet üzerinden işliyor,
bu sayede dünyanın her yerinden insanlar internet üzerinden müzayedelere katılıp sanat eserleri satın alabiliyor. Sanat müzayedelerinin yaklaşık %50’si internet üzerinden yapılıyor. Örneğin Malezya’daki bir koleksiyoner, San Paulo’daki müzayedeye internetten katılıp benimle aynı şeyleri satın alabiliyor. Bu sebeple likit bir piyasa olduğunu söyleyemeyeceğim. İran’lıyım ve son birkaç yıldır İran’ı ziyaret ediyorum. İran sanatsal ve kültürel öğelerle dolu bir ülke. Halkın genetiğinde olan bir şey bu. İran’da çok sayıda galeri var ve bu galerilerin çok azında sanat dışı şeylere rastlıyorsunuz. Her yer tablolar, halılar ve biraz da olsa tasarım objesi ile dolu. Sanatçı ruhlu insanların galerileri nasıl geliştirdiklerini gözlemlemeye çalışıyorum. Gerçi tasarım açısından fazla örnek gördüğüm söylenemez. Piyasa daha çok resim, halı ve heykelden oluşuyor. Sergi açacak kadar geniş bir koleksiyonum yok. Muazzam koleksiyona sahip arkadaşlarıma baktığımda bu işin, sahip olunan alana bağlı olduğunu anlıyorum. Sadece mobilya koymak için kaç ev satın alabilirsiniz ki? Gördüğünüz gibi benim tablolarımın hepsi yerde duruyor. Sanat bir bağımlılıktır, dikkat etmekte fayda var.
Fragile Future by Studio Drift
“Bence mimari, sanat ve tasarım aynı çizgide. Birbirlerine güçlü bir şekilde bağlılar.” My father was an artist and architect and this is the reason I grew up in the art scene. He was much more an abstract person going between art and architecture. I think architecture, art and design are on the same line. I can be shocked by an emotion about a building then a furniture which is in the building and the art piece in the building. They are so well connected. The functional side of design is also important. If you buy a chair you can sit on it, if you buy a table you can use it on a daily basis. Nowadays art became an industry. It is very difficult to follow all the trends. The prices are on the rise and you cannot afford everything you like. Design furniture market has been growing slowly compared to art. Even in design, you can find few expensive pieces; like a table for 100.000 Euro but to have something special, you have to spend millions in the contemporary art scene. Art is very personal and it is about emotions. A design furniture is a blend of art and functionality. We can obviously rely on our personal tastes. There are only few pieces in design field we can consider as art. When I see some of the artists’ work in the Carpenters Workshop Gallery, I consider all of them as art. To me, buying a table is the same with buying photography. Some people think that the gap between design and
art should be bridged but it is not a financial instrument. It is a kind of addiction for me. When I go to art fairs, it is hard to leave withous a purchase. I think art is about emotion. When I see a painting, table, floor lamp or photograph and if it provokes in me an emotion, this is enough. This is the reason I love most of the pieces of Carpenters Workshop Gallery. I don't see art and design as an investment. Many collectors and speculators may see it so. Art has become a real industry. People are talking emotions less and less. Some of them are talking about investment and actually using financial terms within the art scene. Although this surprises me pretty much, it has become a safe investment for many people for the last ten years. Today, the market is expending through the internet. Now people around the globe can buy pieces online from auction houses. You can see that 50% of the art auctions are organised over the internet. A collector in Malaysia can buy the same thing as I do, from an auction held in São Paulo. It is obviously not a liquid market. I am from Iran and I am visiting Iran for the last two years. I try to see and observe the artistic scene and creative people being promoted in the galleries in Iran. Iran obviously has thousands of artistic and cultural items. It is in the DNA of all Iranians. When you visit Iran, you see so many galleries mostly
with paintings, carpets and few designer objects as well. There is not enough improvement for the design scene. The market is growing around mostly on the paintings, carpets and sculptures. My collection is not big enough to open an exhibition. I have few friends who are huge collectors. It is definitely an issue of space. How many houses can you buy to put furniture in it? You see here in my office all these paintings on the ground, everywhere. I think art is an addiction and one needs to be careful about it.
“For me architecture, art and design are on the same line. They are so well connected.”
Fotoğraf Photography Marcel De Buck Who Owns The Street? Sergi görünümü, Van Abbemuseum, Eindhoven, 2016 Who Owns The Street? Exhibition view, Van Abbemuseum, Eindhoven, 2016
Portfolyo/ A s l ı & Portfolio Çeviri Translation - Nilüfer Ersöz
60
Aslı ve Can Altay, tasarım pratiğinin geleneğinde olan tanımlama ve çözüm bulma kavramlarından çıkıp, daha çok soru üreterek; sergi, yayın ve etknlik mecralarında çalışmalarını sürdürüyorlar. Aslı ve Can ile ortak müellifliğe dayanan tasarım süreçleri ve projelerini konuştuk.
Aslı and Can Altay are mainly working on exhibition, publication and event mediums, standing apart from the definitions and solutions expected in the general discourse of design and asking more questions. Together with Aslı and Can, we talked about their design process and works based on collective authorship.
Van Abbemuseum’da geçtiğimiz sene açılan ve bu sene Eylül ayına kadar devam edecek olan "Who Owns The Street?" sergisinin tasarımını yaptınız. Şimdi de müzenin koleksiyon sergisi tasarımını üstleniyorsunuz. Öncelikle "Who Owns The Street?" sürecinden bahsedelim. Aslı Altay: Van Abbemuseum’dan davet alma sürecimizden başlayalım. 2012'de SALT'ta "Yerelde Modernler" isimli bir araştırma sergisi ile başladı bu süreç. Can Altay: "Yerelde Modernler" sergisinin içeriği Sovyet modernizmi üzerineydi; Sovyetlerin çeper devletlerindeki mimarlık deneyleri ve denemelerini konu alıyordu. Sovyet mimarlığı üzerine şimdiye kadar yüzeye çıkmamış, inanılmaz bir dokümantasyona sahip bir araştırmaydı. Aslı’nın daha grafik tasarım odaklı, zaman zaman sergilere uzanan ama daha çok yayınlar üzerinden giden bir tasarım ekseni vardı. Benim de daha mekansal boyutta olan, kendi projelerim, sanatçı olarak ve zaman zaman küratör ve tasarımcı olarak konumlandığım bir çalışma biçimim var. 2012 yılında Salt Beyoğlu’nda gerçekleşen bu sergi, bizim de ortak müellif olarak “Bu işi beraber yapıyoruz,” dediğimiz ilk projeydi. AA: Rol ayrımından uzaklaştığımız bir sergi çalışması oldu. Disiplinlere dair rolleri bir rafa kaldırıp beraber çalışmaya başladık. Konudan yola çıkıp neredeyse tamamı dijital olan bir malzemeyi nasıl fiziksel yönü kuvvetli bir sergiye çeviririz sorusuyla başladık. Bunun sonunda içeriğin sergilenmesi için gaz beton tuğlalar kullanarak mobilyamsı adalar yaptık. Malzeme odaklı, prefabrik yapılaşmaya göndermeler yapan katmanlı ve fiziksel yönü çok kuvvetli bir sergi oldu, üçüncü boyuta taşmayı başardı. Sergi SALT'ta gösterildikten sonra, Sao Paulo Bienali sırasında sergiyi CCSP'de (Centro Cultural Sao Paulo) tekrar kurduk. CA: Sao Paulo'da kurduğumuz sergiyi Van Abbe müzesinin küratörleri ziyaret etti ve ilgilendi. Sonrasında "Who Owns The Street?" sergisinde beraber çalışmak için bir davet aldık. Başından beri tanımlı bir problem üzerinden
bir çözüm üretmekten ziyade, sergiyi bir süreç olarak ele aldık. Bu süreci de editöryel ve neredeyse zaman zaman küratöryel kararları birlikte yazabileceğimiz bir diyalog olarak yürütmek taraftarıydık. Biraz da bu sebeple davet edilmiştik zaten. Üzerinde durduğumuz nokta, sorun çözmek değil, daha çok soru üreterek başka türlü düşünmek ve sergiye, mekana özgü bir yaklaşım kurmaktı. Belki bu anlamda tasarımın genel söyleminden biraz ayrılarak, süreç ve diyaloga verdiğimiz önemle baştan tayin edilmemiş sonuçları kovalıyoruz diyebilirim genelde. Müze içerisinde ne gibi dinamiklerle karşılaştınız, projeleri mekanda birbirleriyle nasıl ilişkilendirdiniz? Sergi dört katlı bir kulede yer alıyor. Yalnız içerisinde sergi holü olabilecek bir mekan yok. Birbirinden kopuk merdivenler, koridorlar ve yapının ortasında da geniş dev bir boşluk var. Mekan, sergi yapmak için çok zor. Bizim için bu zorluk ve ortada yer alan boşluk, serginin şekillenmesindeki ana faktör oldu. Sergide dört mimari araştırma grubunun çalışmaları yer alıyor. Bu çalışmaları birbiriyle ilişkilendirmek, sonra çarpıştırmaya başlamak ve neler olduğunu gözlemlemek üzerine bir kurgu yakaladık. Kulenin kendi içerisinden dolaşım yok. Müzeye geri dönüp, her kattaki mekan parçasına ayrı ayrı erişim sağlayabiliyorsunuz. Ortadaki boşluğun büyük bir başrol oynaması gerekiyordu ki izleyici mekana tekrar girdiğinde "Yine aynı sergideyim ve bu sergi devam ediyor" deneyimini yaşayabilsin. Sergide yer alan dört projenin de kamusal mekana, sokağa ait birbirinden farklı yorumları olması çok önemli bir noktaydı. Bir proje Las Vegas’ta kullanıma açık kentsel alanları; biri protesto alanı olarak sokağı; bir diğeri mülteci kamplarını çalışıyor örneğin. Dolayısıyla, zaman içerisinde, onları birbiriyle ilişkilendirmek, çatıştırmak gibi bir misyon da edindik. Bahsettiğiniz gibi birbirinden çok farklı bağlamlara oturan çalışmalar var. Bu çalışmaları nasıl birbiriyle çatıştırıp, yan yana düşürdünüz? AA: Mülteci kamplarına dair bir takım sayısal veriler; yapının ortasında bulunan boşlukta dolaşan; bizim “yılan” (ya da kaydırak) dediğimiz kumaş üzerinde yer aldı. Yılanın diğer yüzünde ise, bu verilerle ilgili çizimler vardı.
Bu projeyi boşluktan sarkıtmaya ve döndürmeye başlayınca, dört katla da temaslar kurmaya, bu katlara sızmaya başladı. Dolayısıyla mesela mülteci kampının geçici mekanları Las Vegas ile yan yana geliverdi, iki projeyi de aynı cümlede gördük. Bu noktada direk sormayacağınız şeyleri sormaya, beklenmedik karşılaştırmalar yapmaya başlıyorsunuz. Bu sergi ikinizin de pratiğinin bir süzgeçten geçmiş hali gibi. Büyük resime geri dönecek olursak; Aslı, senin grafik ve yayın arasında bir pratiğin var. Can'ın ise mimari, sanat ve akademik bir altyapısı var. Birlikte gerçekleştirdiğiniz projelerde bu farklı altyapıların, spontane karşılaşmaların nasıl etkileri oldu? AA: Aslında herşey kitapla başladı. Ben Londra'da yüksek lisans yaparken yayın çalıştım. Bitirme projesi olarak üç kitaptan oluşan Future Anecdotes adında bir yayın yaptım. Kitap birbirine bağlı üç farklı bölümden oluşuyor. Kitap; herhangi bir yerindeyken evirip çevirip ortasında olduğun ve baktığın ve bir ipucu bulduğun, biraz maceraperest bir tavır sunuyor, o sıralar daha küçük edisyonlarda yapıt olarak kitaba dair bir takım denemeler yapıyor, yazıyordum. Future Anecdotes ismi uğurlu geldi diyelim, bu şekilde yayın odaklı pratiğim başlamış oldu. Daha sonra Can ile "We're Papermen, he said" ("Kağıtçıyız" dedi) isimli projesi için birlikte bir kitap yaptık. İlk işbirliğimiz bu oldu. CA: Aslında onun öncesinde 2007 yılında Ahali ile başladı. Ben o sırada Bristol’de bir misafir sanatçı programındaydım. Ahali isimli dergimizi ilk orada yayımlamaya başladık. Ahali'nin tasarımını Aslı yaptı. AA: Ahali göçebe bir yayın ve yayınlanması bir yerde sergilenmesi anlamına geliyor, her sayısı bir sergi oluyor dolayısıyla. Ahali'de her makale, yazı ayrı ayrı sergileniyor. Bir kapak var, okuyucu gelip hangi edineceği içeriğe karar veriyor ve biz de o sırada onları ciltliyoruz. Burada İngilizce’deki "issue" kavramı, hem mesele, hem de derginin sayısı, hikayesi olmaya başlıyor. Herkes kendi meselesinden kendi sayısını yapıyor. CA: Okuyucu böylece bir yandan editöryel anlamda sürece dahil oluyor. Çünkü biz bütün makaleleri broşür/
&Can Altay
Fotoğraf Photography Marcel De Buck Who Owns The Street? Sergi görünümü, Van Abbemuseum, Eindhoven, 2016 Who Owns The Street? Exhibition view, Van Abbemuseum, Eindhoven, 2016
You designed the exhibition "Who Owns The Street?" which opened last year at Van Abbemuseum and is open until September this year. Now you also designed the collection exhibition of the same museum. Let’s first talk about "Who Owns The Street?" Aslı Altay: Let us go back to our initial contact, when we received an invitation from Van Abbemuseum. It all started back in 2012 with an exhibition named "Trespassing Modernities" at SALT. Can Altay: "Trespassing Modernities" was based on Soviet Modernity and the architectural experiments in Soviet states. It was an incredible research that introduced an enormous amount of data on previously unrevealed aspects of Soviet architecture. Aslı’s focus is on graphic design, her approach manifests itself mostly in the publications, and sometimes in exhibitions she designs. I personally tend to position myself in to spaces as an artist, and partly as a curator and designer. Displayed in 2012 at Salt Galata, "Trespassing Modernities" was the first project where we were co-authors. AA: We ignored clear-cut roles on that project. Abolishing all definitions, we started to work together. We started with this question: How can we turn a complete digital material into a physically strong exhibition? After that, we designed furniture-like islands made of aerated concrete and polycarbonate for the exhibition. The focus was on the material, at times it referred to prefabricated structures; as a multi-layered and physically strong exhibition, it was a three dimensional success. After SALT, we set the exhibition again at CCSP (Centro Cultural Sao Paulo) during Sao Paolo Biennial. CA: The curators of Van Abbemuseum visited our
exhibition at Sao Paolo Biennial, that was followed by an invitation to work together on the exhibition "Who Owns The Street?" Rather than offering solutions to pre-defined problems, we let ourselves to explore within a process for this exhibition. It had to be a dialogue where we can contribute to editorial and even curatorial decisions. Perhaps this was the reason we were invited. Our main focus was not to solve problems but to think in a different way by further generating questions and thus setting up a site-specific approach. In general, I can say that we stand apart from the general discourse of design and chase results that are not pre-defined, since the process itself and the dialogue are what matter to us. Could you tell us about the dynamics within this process and the interactions between the projects and the spaces? The exhibition is taking place in a four-story tower, but there is no space to be used as an exhibition hall. Balconies and corridors of each floor are detached from each other, and there is a giant void in the center. Quite a challenging place for such purpose… This challenge, however, determined the whole structure of the exhibition here. Four architectural research groups exhibited their own works. We took this as an opportunity to have them encounter and interact with each other so that we can observe the result. Within the tower, one cannot move between floors. You first need to go back to the museum and reach the spaces existing on each floor. The void at the center needs to play a key role so that visitors should be able to think “Okay, this is the same exhibition, and the exhibition continues”. Having four projects with different approaches towards the public space and the street made it even more
Ahali Sergi görünümü, Tenderpixel, Londra, 2016 Ahali Exhibition view, Tenderpixel, London, 2016
62
“Bir proje veya bir çalışma kendi topluluğunu üretebilir, kendi ahalisini oluşturabilir mi? Ahali, daha belli bir anda, belli bir yerde olma haline denk geliyor ve değişebilir de. Ahali stabil kalan bir şey değil. ”
pamplet olarak basıp sunduğumuz için, okuyucu da iki veya üç tanesini seçip kendi sayısını yapabiliyor. Böylece hiçbir sayı birbirinin aynısı olmuyor. Ahali’de okuyucunun da bu sürece dahil olması çok önemli bir nokta. Bu süreci detaylandırabilir misiniz? AA: Can ile bir William Morris hayranlığımız var. Pamplet formatı da biraz ona gönderme yapıyor. Normalde kitapların nerede başladığını ve bittiğini bilirsiniz. Senin için sayfa sayfa dizilmiştir ve okursun. Bu durumu kırmak ve kişiyi kitapla başka türlü bir ilişkiye sokmak istedik. CA: Büyüyen bir birikimden bahsedebiliriz. Şu ana kadar yaklaşık 55 adet katkı oldu ve gittikçe büyüyor. Her seferinde sergileme durumu da çok önemli çünkü her sunuşta farklı bir sergileme kurguluyoruz. Geçtiğimiz sene İtalya, İngiltere, Hollanda ve İskoçya'da sergilendi. Ahali sergileme, editöryel kurgu ve yayın anlamında ‘çoklu bir işbirliği ürünü olmak’ üzerine oturuyor. CA: Ahali’nin adından da anlaşılacağı gibi topluluk oluşturma boyutu var. Çok yazarlılık durumunda da benzer bir arayış var. Bir proje veya bir yapıt kendi topluluğunu üretebilir, kendi ahalisini oluşturabilir mi? Burada kavram olarak ahali; belli bir anda, belli bir yerde olma haline denk geliyor ve değişebilir de. Ahali stabil kalan ve baskı unsuru olabilen bir topluluk biçimi değil. Bu olasılık beni heyecanlandırıyordu. Broşürleri ciltleme meselesi Aslı'nın tasarımıydı. Çok kolay üretebileceğin, A4 kağıtlara basıp katlayarak çoğalttığın bir döngü. Her sergilendiğinde yeniden kolayca çıktılar alınıyor, katlanıyor, zımbalanıyor ve sonrasında yine katlamayla çözülen cilt içerisine yerleştiriliyor. Bu çok kolay üretilebilir ve dolayısı ile çok rahat genişleyebilen, çoğalabilen veya küçülebilen bir yapı. Aslında nesnel olarak da bir ahali gibi davranıyor. Süreli yayıncılığın zamanla arasında çok kuvvetli bir bağ var. "Şimdi"ye dair olması gerekiyor. O şimdiliği de kaydıran bir şey var Ahali’de; 2007'den de, 2016 yılından da makale var. Üzerlerinde yıl ve tarih yok. Dolayısıyla süreli yayının zaman odaklı algısını bozuyor. Ahali’deki deneyiminiz şu andaki çalışmalarınızı nasıl etkiledi? AA: Yayının sergiyle karıştığı, yaymak, sergilemek gibi ilgilendiğimiz eylemlerin birbiri içine geçtiği mütevazı bir yayın Ahali. Can ile sergi tasarımı altında yapmaya başladığımız şey ise daha karmaşık, işin içinde müze, sanat eserleri, tarih, hatta tarih yazımı gibi meseleler ve bunların uzun süredir güncellenmemiş kalıpları var. Müzedeki tek eylem dolaşmak ve müze içinde yer alan eserleri incelemek midir? Aynı anda hem iyi bir ev sahibi hem de provokatör olunabilir mi? Biz bu sorular üzerinden misafirleri dürten bir takım mekansal senaryolar ile yeni eylemleri tetikleyici müdahaleler tasarlayarak başladık, şimdi Can proje ekibiyle bu sürece devam ediyor. CA: Aslında şöyle de diyebiliriz. Van Abbemuseum koleksiyon sergisinin müzenin protokollerini değiştirmek, dönüştürmek gibi bir misyonu var. Şu anda müzeyi de zorlayan bir sergi kurgusu üzerine çalışıyoruz. Hem olumlu, hem de olumsuz çok farklı tepkiler alacak bunu hissedebiliyorum. Yer yer radikal müdahaleler yapıyoruz. Yan yana düşünemeyeceğiniz işler bazen birbirine o kadar yaklaşıyor ki, bir şeyler değişmeye başlıyor. Ne kadar büyüklükte bir koleksiyondan bahsediyoruz? CA: Avrupa'nın en iyi güncel sanat koleksiyonlarından birine sahip. Binlerce yapıt var depoda. Nitelik daha önemli tabii, her üç yılda bir koleksiyondan seçki yapıyorlar ve o seçkiyi sergiliyorlar. Can’ın, “The Church Street Partners’ Gazette” projesinde de ‘ahali’yi içine katan bir yayın ve sergi kurgusu vardı. AA: Bu projede birlikte çalışmıştık. Serginin sonunda çıkarmak üzere bir gazete yapıyorduk.
Dolayısıyla galeri mekanında sergi yoktu, bir ofisti orası, ancak halka açık bir ofis. İlk atölye çalışmasının teması da manşetlerdi. Church Street ahalisi gelip bir takım konuları manşete taşıdılar. Biz de bu manşetleri mekana taşıdık, ziyaretçilere önümüzdeki günlerde bu konuları konuşacağız demek adına. Ondan sonra içerik oluşmaya başladı. CA: Aslında bu atölye çalışması ilginçti. Guardian gazetesinden bir editör çağırdık. Manşet çoğu zaman gazetecilerin sevmediği bir şey, konuyu başka bir yere çekebiliyor. Bir yandan çok kısa bir şiir gibi, kelime sayısı az da olsa çok fazla yere işaret edebiliyor. O manşetler bütün tartışmaları çerçevelese dedik. Mekanda da birçok çerçeve vardı. Daha sonra bu gazetenin kendisindeki grafik uygulamaya dönüştü. Neden bir kitap ya da dergi değil de bir gazete? AA: Kitap ve dergide okuma biçimi çizgisel, başı sonu belli. Gazete ise manşetlerin biraraya geldiği ve birbiriyle yarıştığı, sıçramalara izin veren bir mecra. Fevkalade günlük, hele bugün içindeki haberler daha baskıdayken eskimiş oluyor. Bu geçicilik bizim için iyi bir kamuflajdı. Bizim gazete senede bir kere yayınlanıyor, bir sayıya iki ay uğraşıyoruz... Bir de gazete tasarlaması çok zevkli tabii! Kitap gibi oturaklı, baş sonu belli değil. Bir sayfada bir manşet dikkatini çekiyor bir anda 15. sayfaya geçiyorsun. Onu okurken başka bir şeye rastlıyorsun. Web sitesi kullanmak gibi. AA: Manşetler, mekanda çok güçlü mevcudiyet gösterdi. Konuşmaları tetiklemeleri, onlara çerçeve oluşturmaları gibi. Bir de şiirsel başlıkların fiziksel güçleri olduğunu farkettik. Yayın da bazen en güçlü etkinlik/sergi olabiliyor. Mesela Aslı’nın Galeri Mana için yaptığı Alexander Wagner kitabı, sergiye paralel ve tüm sürece hakim bir kitaptı. Kitabın sergi olma durumu belki… AA: O kadar büyük bir iddası yoktu tabii ama tatlı bir kitap oldu. Biraz kitap teknolojisi tarihine gönderme yapıyor. Renkli görseller ayrı bir kağıda basılır ve daha sonra kitaba yapıştırılır, Wagner kitabında künyeler bu kağıtların altına basılmıştı mesela. Biraz yine okuyucuyla fiziksel bir ilişkiye girme hevesi, sadece sayfaları çevirerek okuma, arada da kaldırarak oku, gibi... CA:Böylesi çalışmalarda ortak müelliflik durumu gerçekten var. Aslı bir projeye girdiği zaman kendisi de yazarlardan biri ya da editörlerden oluyor. Yani kitabı dünyaya getiren ailenin mensuplarından biri. "Bir sipariş aldım bunu yapıyorum" demekten ziyade, “Bunu beraber yapıyoruz” tutumu sonucu etkiliyor. AA: Hiçbir tasarım sürecine içerik bittikten sonra dahil olmadım. Bazen de bir kitap yapmayalım, bu bir web sayfası olsun diyoruz. Benim tasarım yaklaşımım baştan tanımlı bir servis olmadı hiçbir zaman. Yine büyük resme geri dönecek olursak; bu araştırma, deneme, belgeleme, sergileme ve öğrenilmiş şeylere “parazit oluşturma” durumunun başlangıcı ‘Minibar’ mı sizce? CA: İşte o soru... Evet macera Ankara sokaklarında başladı ama Minibar'daki kendiliğindenlikten ziyade bugün bahsettiğimiz projeler daha tasarlanmış durumlar içeriyor. Motivasyon ya da yönelim açısından benzerlik olduğu söylenebilir. Minibar ve Kağıtçılar'dan başlayan, oradaki gözlemlerden öğrenilenlerin biçim değiştirip çok farklı mecra ve ortamlara yansımasından bahsetmek mümkün. AA: Minibar'vın artık mümkün olmadığı, kağıtçıların tamamen sistem dışı bırakıldığı günlerden geçiyoruz. Soru ve gözlemlerin iç mekanlara kayması biraz da bu yüzden belki. Yine de kendine çatlaklar bulup yeni alternatifler üretecektir sokaklar, bu yüzden bir gözümüz hep orada. Daha öğrenecek çok şey var.
"We're Papermen, He said" Book Design: Future Anecdotes Istanbul, 2009
We're Papermen, He said Kitap Tasarımı: Future Anecdotes Istanbul, 2009
valuable. One project included open-use public spaces in Las Vegas, the other one was examining street as a place of protest, while another one was focusing on refugee camps. Gradually our focus shifted towards having them clash and contrast with each other. Each project deals with another aspect of the same concept as you just said. How did you correlate these works? AA: The data from refugee camps was displayed in the centre of the building which we call “the snake” (or slide) and drawings based on this data appeared on the other end of the snake. The project started to interact with 4 floors when we started to hang down and rotate the snake through the empty hall. Thereby, the temporary spaces of refugee camps appeared together with, say, the Las Vegas Project. You saw these two projects at the same sentence. At that point you start to question the things you wouldn't and make unexpected comparisons. In this exhibition your styles seem to have merged in a refined and harmonious fashion. Looking back now Aslı, graphic and publications are central to your works. Can’s background, on the other hand, is in architecture, art, and academy. These different backgrounds and spontaneous encounters… How do they affect your joint projects? AA: It all started with a book. I studied publications during my MA in London. For my thesis I prepared a three-volume publication titled Future Anecdotes. The book had three interrelated sections. One can jump into another section any time, find a new clue, and dive into an adventure. At that time, I was writing and experimenting with books in limited editions. Lets say ‘Future Anecdotes’ title did bring good luck and this is how I started my practice based on publishing. Later on, we worked together with Can designing a book for his project, "We're Papermen, he said". That was our first collaboration. CA: Actually, before that we started working on “Ahali” in 2007. At that time I was in a residence programme in Bristol, and we started publishing Ahali there for the fist time. Ahali is designed by Aslı. AA: Ahali is a nomadic, sporadic publication. This means that it will be exhibited when it is published, each launch becomes an exhibition. Each article or piece of writing is exhibited individually in Ahali. There is one single cover, and the reader makes a unique selection from various contents. Once they decide, we bind them together. Strikingly, the word “issue” is quite meaningful for this occasion since it refers to matters of concern, and also a periodical nature of publication. That means everyone has a chance to make their own copy out of their personal matters. CA: Thus, the reader is involved in an editorial process, albeit partially. We present all articles as pamphlets, and the readers are able to select two or three of them and make
their own issue. This way no single copy is the same. In Ahali, the reader’s involvement in the process is very important. Could you elaborate on the process? AA: Can and I are William Morris fans. The pamphlet refers to his practice of publishing. Normally you can estimate where the book starts and ends, pages are ordered and you just read it. We intended to mess it up and bring a whole different affiliation between the reader and the publication. CA: This is an accumulating and evolving process. We have roughly 55 contributions so far, and it’s expanding in time. Display is an important issue, each launch has its own form of display. Last year we had launch/exhibitions in Italy, England, the Netherlands and Scotland. Ahali is based on the idea of ‘being a product of collaboration’ as an exhibition and editorial content. CA: The title Ahali refers to the making of a community that is not bound by kinship, place or religion. The same objective appears in collective writing and authorship, as well. Can a project or a work, one might ask, create its own community, its own ahali? Ahali refers to being at a specific place at a specific time, and it can easily change. It is not a fixed, stable community. This was what urged me into this project. The design of binding the pamphlets belongs to Aslı. Super easy to prepare: print, fold and it grows. At every display, you print new brochures, fold and staple them, and then place it into the covers. The whole thing is quite easy to prepare, reproduce, and expand. In practice it acts quite like a material equivalent of ahali. Periodical publishing and time are closely connected. It has to be relevant to a 'now'. But the concept of the present is also shifting. We have a wide range of articles dating from 2007 to 2016. Yet, no dates are indicated, so it disrupts the feeling of the present, the necessity of the new, within a periodical publishing. How did your experience in Ahali affect your current works? AA: Ahali is a humble publication where publication and exhibition terms are joined, the acts of publishing and exhibiting are intertwined. Together with Can, we started seeing exhibition design in a more complicated way. There are issues of museum, art piece, history and even writing about history and their patterns which are not updated for a long time. Is walking around in a museum and looking at works in it the only action in the museum? Can one be a host and a provocateur at the same time? Based on these questions, we started preparing spatial scenarios to stimulate visitors and interventions to trigger new behaviours. Now, Can continues this process with the project team. CA: It is fair to say that the collection exhibition in Van Abbemuseum aims to change and transform what can be called museum protocols. Now we are working on an exhibition idea that also challenges the museum. I can feel that
Can a project or a work, one might ask, create its own community, its own ahali? Ahali refers to being at a specific place at a specific time, and it can easily change. It is not a fixed, stable community. Alexander Wagner Kitap Tasarımı: Future Anecdotes Istanbul, 2013 Alexander Wagner Book Design: Future Anecdotes Istanbul, 2013
Fotoğraf Photography Daniel Brooke "The Church Street Partners' Gazette" Sergi görünümü, The Showroom, Londra, 2010 "The Church Street Partners' Gazette" Exhibition view, The Showroom, London, 2010
"The Church Street Partners' Gazette" Yayın Tasarımı: Future Anecdotes Istanbul, 2010-13
64
"The Church Street Partners' Gazette" Publication design: Future Anecdotes Istanbul, 2010-13
this will trigger both positive and negative reactions since we present radical interventions and juxtapositions. Somethings start to change when you bring unlikely works together. How big is the collection that we are talking about? CA: The museum possesses one of the finest contemporary art collections in Europe, There are many works in the storage. But quality is what matters rather than quantity, every three years they make a selection from the collection and exhibit. Can was inviting ahali to the exhibition space again in his project “The Church Street Partners’ Gazette”. AA: We were working on that project together to prepare a newspaper to be published right after the exhibition. Therefore there was no exhibition but the space was dedicated to content generation, which everyone could visit. The theme of our first workshop was headlines. Church Street community brought with them certain headlines, and we moved these headlines to the gallery to be able to tell the audience that we will be discussing these issues. The content started to take shapes afterwards. CA: That workshop was quite interesting. We invited an editor from the Guardian. The headline is something journalists often do not like, as it can distract the main point. Quite like short poems: few words, many connections. We wanted those headlines to frame pretty much every conversation that took place in the gallery, as they were located in a frame structure. Then the newspaper itself turned into a graphic adaptation of this structure.
“Müzede tek yapılacak olan şey dolaşıp, müze içinde yer alan eserleri incelemek midir? Başka eylemler olabilir mi ve bu eylemleri kullanabilir miyiz? Biz bunları tetikleyici mekansal senaryolar, müdahaleler hazırlıyoruz.” Why a newspaper, rather than a book or a magazine? AA: Books and magazines have fixed beginnings and ends. Newspapers, however, are where headlines come together, compete and you can make leaps during reading. It is definitely daily, especially today’s news age before the day is done. We used this temporariness as a camouflage. Our newspaper is published once a year and we work on one issue for almost two months. And of course we very much enjoy designing newspapers! It is not stable like a book. A headline on a page can take you to fifteenth page and then you are surprised by something else. It is like surfing on a website. AA: Headlines dominated the whole space. They stimulated conversation and provided frameworks for them. We also realized the physical power of poetic headlines. Sometimes a publication can be the strongest event or exhibition. Remember Aslı’s Alexander Wagner book for Galeri Mana, parallel to the exhibition and summarising the whole event. Maybe a book being an exhibition in itself… AA: That book didn't have such an ambition but in the end, the result was good. The book gives reference to the history of book technology, like printing a monochromatic book then pasting coloured content (plates) on them. On the Wagner book, bibliographical information were printed under those glossy plates. This also refers to triggering a physical relation between the reader
and the book by turning over pages as well as lifting them up. CA: Collective authorship is always the key in such projects. When Aslı starts a new project for instance, she becomes one of the writers or editors, like a member of the family producing this book. Rather than seeing it as a commission, she says “We are in this together”. AA: I have never been involved in a book after the content is fully set. Sometimes I would question the necessity of a book, and we end up doing a website or a set of postcards instead. If you look back now, is the project “Minibar” the beginning of creating “parasitic” phenomenon that co-exists with exploration, documentation, exhibition, and learned behaviour? CA: That question… Yes, the journey started in Ankara streets but the projects we undertake nowadays are slightly more pre-figured and designed, comparing to Minibar’s natural spontaneity. The motivation and orientation are quite similar. What first emerged during Minibar and Papermen, what we have observed, might have transformed into different mediums and settings. AA: We are living in a moment now that the minibar is no longer possible and the papermen are pushed outside of the system. Maybe this is why the questions and observations are shifting to interior space. However streets will always find a crack to generate new alternatives. This is why we always keep an eye on the street. There are still many things to learn from.
3
Ögrenci projeleri Student projects Hazırlayan By Hazal Alıcıgüzel
Bir Alttan Bir Üstten One from bottom, one from above Hüsna Budak İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Mezuniyet Projeleri Stüdyosu kapsamında tasarım öğrencisi Hüsna Budak’ın Sapanca’dan sepet örme ustalarıyla ortak yürüttüğü “Bir Alttan Bir Üstten” projesi, hem üretim teknolojilerini, hem de tasarımcı girdisini düşünmek adına önemli bir deneme sunuyor. En eski ve esnek üretim metotlarından biri olan sepet örücülüğü ile en yeni ve esnek üretim metotlarından biri olan üç boyutlu yazıcıları biraraya getirerek iki farklı malzemenin, iki farklı pratiğin iş birliğinden ortaya çıkan melez ürünlere yol açıyor. Tasarımcının ürettiği somut ve fiziksel parçalarla geliştirdiği bu müdahale, hem zanaatkarın örme eylemine yardımda bulunan bir araç, hem sepet örmenin üretebileceği form ve geometrileri çeşitlendiren bir girdi, hem de sonunda objenin bir parçası haline dönüşen elemanlardan oluşuyor. Tasarımcı ve zanaatkar, tasarım ve zanaat, aynı sepet örmenin doğasında olan karşılıklı kuvvetler gibi bir alttan bir üstten birbirlerini ayakta tutuyorlar. Bu yeni çalışma biçimi ve tasarımcının üretime katkılarının da somutlaştığı yöntemde, tasarım ve üretim arasındaki ‘öncül-ardıl’ ve ‘ast-üst’ ilişkileri sarsılıyor, böyle bir sıralamadan ziyade, olumlu bir gerilim ve diyalog üzerinden yeni ürünler ve üretme biçimlerine imkan sağlanıyor.
66
Hüsna Budak’s project titled One from bottom, one from above, realised in collaboration with wattling artists in Sapanca, represents an important experimentation both for production technologies and designer’s input as a part of Istanbul Bilgi University Faculty of Architecture Department of Industrial Design Graduation Projects Studio. By bringing together wattling, one of the oldest and flexible production methods, and 3D printers, the latest flexible production method, hybrid products are produced by merging these two different materials and practices. This intervention generated by designer with using tangible materials, is acting as a tool helping the artisan weaving, as an input diversifying forms and geometries produced with weaving and also acting as a component becoming a part of the product in the end of the procedure. Designer and craftsman, as well as design and craft, are keeping themselves on the ground just like the mutual forces used in the nature of weaving: supporting each other from bottom and above. This new methodology makes designer’s contribution to production more tangible and obvious as well as shifting the hierarchic relations between design and production. Apart form this hierarchy, this new methodology provides new products and production techniques through a positive tension and dialogue.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Istanbul Bilgi University Faculty of Architecture Department of Industrial Design Stüdyo Yürütücüleri Studio tutors Doç. Dr. Can Altay Gizem Öz
Hug Dilruba Güneysu
Anadolu Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi EndüstriyelTasarımı Bölümü Anadolu University Faculty of Architecture and Design Department of Industrial Design
Dağcılık kazalarında hipotermi (vücut sıcaklığının 35C°nin altına düşmesi) sıklıkla görülür. Sadece hipotermi ya da herhangi başka bir kazaya hipoterminin eşlik etmesi hayati tehlikeye yol açar. Arama ve kurtarma ekiplerinin kaza yerine varması 6 - 24 saat sürer. Hava şartları gibi etmenler ile bu süre artabilir. Hipotermi durumu acil müdahale gerektirir ve kazazede birkaç saat içinde hastaneye götürülebilecekse müdahale edilmemelidir. Ancak hipotermi durumundaki kazazede hastaneye götürülemeyecek durumda ise, fiziksel bir sorunu oluştuysa, boyun kırığı riski varsa ya da kurtarma ekipleri kaza yerine ulaşamayacaksa kazazedeye arazide aktif ısıtma yapılmalı. HUG, bu durumdaki kazazedeleri ısıtmak için kullanılması öngörülerek dağcılık sporu ile uğraşan kişiler için tasarlanmış bir önlem ekipmanı. Dağcılık sporu minimum ekipman ile maksimum fayda gerektirdiği için ürün kompakt ve hafif bir şekide tasarlandı. Ürün, egzotermik (ısı açığa çıkartan) bir tepkime sayesinde ortaya çıkan sıcak havanın depolanması ve kazazedenin dış ortamdan yalıtımının sağlanması ile kazazedenin vücut sıcaklığının normale dönmesine yardımcı oluyor. Hug uyku tulumlarının içine yerleştirilerek kullanılıyor ve kazazede HUG’ın içine yatırılıyor. Ürünün iç yüzeyinde bulunan alüminyum kumaş ve uyku tulumlarının yalıtım özelliği sayesinde kazazedenin dış ortam ile teması minimum düzeye geliyor. Egzotermik tepkimenin gerçekleşeceği tek kullanımlık batarya; HUG’ın aktarma borusuna takılıyor. Bu işlemden sonra batarya kırılıyor ve içerisindeki su ve kimyasal madde birbirine karışarak tepkime başlıyor. 1,5 dakika sonra HUG’ın şişme bölmelerine sıcak hava dolmaya başlıyor. Şişme bölmeler kazazedenin ısıtılması gereken bölgelerine denk gelecek şekilde tasarlandı ve bu bölmelerde hava ve su geçirmeyen neopren kumaş kullanıldı.
Hypothermia or any other accident with hypothermia can cause life-threatening situations. It may take 6 to 24 hours for search and rescue teams to arrive to the site of accident. This time period might even extend with the weather conditions. Hypothermia situation requires immediate treatment and the victim should not be treated if she or he is likely to be in hospital in couple of hours. If the victim is not taken to the hospital under the hypothermia condition and the rescue team cannot reach to the site of accident, the victim should be actively heated due to physical problems and risks. HUG is an equipment of precaution designed to be used under these circumstances for people interested in the mountain climbing sports. The product is light and compact because mountain climbing requires maximum benefit with minimum equipment. The product helps the victim to isolate form the outdoors, providing hot air with an exothermic reaction and thus increasing the body temperature back to normal. HUG is placed into sleeping bags and the victim is lying on it. Victim’s contact with the outer environment is being minimised thanks to the aluminium cloth inside the product and insulation of sleeping bag. Disposable battery used to realise the exothermic reaction is placed in HUG’s transfer tube. After the placement the battery is broken, water and chemical material inside the battery start to react. After 1,5 minutes, HUG is filled with hot air. The inflation parts of the product is designed corresponding to the necessary parts of the body needs to be heated by using neoprene a water and air proof cloth.
GreenBee
GreenBee İTÜ Ayazağa Kampüsü’nde zaman geçiren öğrencilerin kampüs içerisindeki kısa mesafeli seyahatlerini temiz enerji kullanarak gerçekleştirmesini sağlayan, üç tekerlekli, tek kişilik, elektrik motorundan güç alan, kapalı bir alan sunan, binek otomobil ve motorsiklet arasında form yakalamış bir araç olarak tasarlandı. Ürün, İTÜ Ayazağa Kampüsü’nün yağışlı hava şartlarından korunmak için sunduğu kapalı alan ile binek bir otomobili andırırken, kullanım prensibi olarak bir motorsiklete benzemesi, kısa mesafeli seyahatler için ideal, basit ve kolay bir kullanım sunuyor. Elektrik motoru ve batarya ile çalışan sistem, park edildiği istasyonlara yerleştirilmiş solar panellerden enerjisini alıyor. Bu istasyonlar kampüs içerisinde en fazla ihtiyaç duyulan noktalara konumlandırılmış olup, öğrencilerin araç beklerken gerek duydukları alanı tanımlayarak kullanıcıların araçla tanışmasını, kullanımı hakkında bilgi edinmelerini, ayrıca öğrenci kartıyla araç temin etmelerini ve aracı bir sonraki istasyona bırakarak seyahat etmelerini sağlıyor. GreenBee’nin dış kabuğu alüminyum levhalardan kesilerek press metoduyla üretiliyor. Bu sayede atölye şartlarında az sayıda üretilebilirken, fabrikasyon üretim ile çok sayıda daha ucuza mal edilmesi mümkün. Tek kişilik taşıma çözümleri üreten GreenBee, öğrencilerin bavul, proje maketleri, alışveriş poşetleri gibi taşımakta zorlandığı yükleri sağlanılan bagaj alanı ile taşımasını kolaylaştırıyor. İç tasarımında ise, öğrencilerin çantalarını koyabileceği bölmeler ayrılarak ihtiyaç duyulan saklama alanı sağlanıyor. GreenBee, kısa mesafeli yolculuklar için öğrenci ihtiyaçlarını maksimumda karşılayan, maliyet ve üretim açısından kaynakları minimumda kullanan çevre dostu, güvenli ve kolay kullanılabilen bir araç tasarımı.
Hümanur Ulupınar
68
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
GreenBee is a vehicle that creates a form between car and motorcycle to fulfill the transportation needs of ITU Ayazaga Campus’ students. The vehicle aims to provide short travel inside the campus by consuming sustainable energy. It is 3 wheeled as a motorcycle, closed as a car, electric engine powered, one person transportation unit. To create protection from ITU Ayazaga’s heavy weather conditions, GreenBee provides a closed area that reminds a car, yet not having pedals and controlling with a steering wheel reminds a motorcycle by creating simple and easy usage and makes it ideal for the short distance travels. System works with electric engine and battery which is charged from stations. These stations contains solar panels and also defines an area for users
to meet the vehicle, get informed about its usage, getting a vehicle with student ID card and leaving it to another station to charge. Outer shell of the product can be produced by cutting and pressing aluminum, because of that it can be produced small amounts in workshop conditions, also can be produced in production line for greater numbers.Vehicle fulfills the transportation needs of students by creating an baggage area for their luggage, project models and shopping bags. Greenbee is a a vehicle that maximizes the response to the needs of students and minimizes the resources that is used by production and cost. It is a vehicle design that is environmentally friendly, safe and easy to use.
Vector*
Beeble*
Ayşegül Erdoğan By ELİTNİSA ŞÖLENAY
Zeynep Maşalcı
FINE ARTS AND DESIGN FACULTY INDUSTRIAL DESIGN DEPARTMENT 2015-2016 FALL / ID 303 - PRODUCT DESIGN
V-travel*Elitnisa Şölenay
By ELİTNİSA ŞÖLENAY
FINE ARTS AND DESIGN FACULTY INDUSTRIAL DESIGN DEPARTMENT 2015-2016 FALL / ID 303 - PRODUCT DESIGN
ANATION
uct which is needed city. mification elements with
you can explore elp of this wearable of experiences unless bout the city, then as a ficult.
nformation pool , which ose a color.Each color about the city, choosing !
e obtain from the related an always use the main nother city the only need ers. tional covers and make
ts.The compass part is in and made out from ace which has a digital
electronic components Led lights,sd card,pcb aterial thought as a very nted.
fferent categories. Each that portal.
n point, all of the infors’ of the city are already
ollow from touch screen
PROJECT EXPLANATION V-travel is a wearable product which is needed during travel to not skip the city. This product combines gamification elements with tourism industry. The main understanding is; you can explore unknown places with the help of this wearable tech..Travelling is always full of experiences unless you don’t have any idea about the city, then as a tourist things are getting difficult. This little product act as an information pool , which is activated when you choose a color.Each color shows different interactions about the city, choosing the interaction is up to you !
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi, Endüstriyel Tasarım Bölümü, 2015-2016 öğretim yılı 3. sınıflar ürün tasarımı stüdyosu kapsamında “Vestel” firması ile üniversite-sanayi işbirliği ile giyilebilir teknolojiler için tasarımlar üzerine çalıştılar. Bu eğitim projesinin amacı akıllı telefon, bilgisayar ya da tablet gibi elektronik ürünler ile eşleşerek çalışacak, kullanıcı ve çevresiyle dijital veya fiziksel olarak etkileşimde olacak, yepyeni bir kullanıcı deneyimi sağlayacak yaratıcı ve buluşçu bir yaklaşım biçimi ile giyilebilir teknolojiye sahip ürünler tasarlanması. Bu ürünlerin ortak özelliği kullanıcının vücuduna giyebilmesi, adapte edilebilmesi veya kolayca taşınabilmesi. Öne çıkan örnekler, tasarımcılara yeni bir skeç ve çizim deneyimi sunan Vektor, evde doğru egzersiz yapmayı sağlayan Beeble ve yolculuk hatıralarının paylaşıldığı V-travel oldu. Vector, mevcut çizim araçlarını kullanılarak, fiziksel bir çizim yönetimi ile çizimlerin dijital, 3-boyutlu bir şekilde aktarılmasına ve kolaylıkla üzerinde değişiklik yapılmasına imkan sağlayan, boyna asılarak taşınan yenilikçi bir çizim seti. Beeble ise etkili ve en önemlisi doğru egzersiz yapmayı teşvik eden bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. Ürün, evde herhangi bir boş duvara yansıtılarak kullanılan hareket algılayıcı projeksiyon ve vücuda takılan elektronik pedlerden oluşuyor. Uygulaması sayesinde kişiye özel hazırlanan egzersiz hareketlerinin ne derece doğru yapıldığını algılayıp, görsel/duysal olarak kullanıcıyı uyarıp yönlendiriyor. V-travel ise standart bir seyahat deneyimine oyunu/oyunlaştırmayı ekliyor. Kullanıcı ve mekan arasında etkileşim oluşturan ve turizmin sürdürülebilirliği açısından önem taşıyan bu giyilebilir ürün, kişinin anılarını her yerde dilediğince taşıyabilmesine ve paylaşabilmesine olanak sağlıyor. Vestel ile yapılan bu işbirliğindeki niyet, üniversitenin tasarım ve üretim endüstrisi alanındaki pratiğini arttırmak. Aslında Endüstriyel Tasarım Bölümü için, Vestel bu bağlamda bir ilk değil; daha önceki senelerde de Teka, Tofaş, Fiat gibi farklı sektörlerde önde gelen markalar ile farklı ölçek ve kapsamlarda birçok stüdyo projeleri yapıldı. Projeler sonucunda, uygulamaya giren ve geliştirilen tasarımların sayısı da oldukça fazla. Bu pratik aynı zamanda, öğrencilerin fabrikadaki işleyişi ve endüstrinin yapısını deneyimlemeleri için büyük bir fırsat. Tasarımın, geniş bir üretim ağı içerisindeki rolünü görmek, buna katkıda bulunmak bu projenin öğrenciler için belki de en büyük çıktısı haline geliyor.
Third-year students in the Industrial Design Department in the Faculty of Fine Arts and Design at Izmir University of Economics, developed designs for wearable technologies in collaboration with Vestel, ain their product design studio within 2015-2016. The aim of this education project is to design products with wearable technologies that syncs and pairs with electronic devices such as smart phones, laptops and tablets, interacts digitally or physically with their users and environments, introduces brand new user experiences along with a creative and innovative approach. The common design principle for these designs is to be worn or attached to a body, or to be carried aside easily. The most interesting examples from the project results are products called Vectorthat presents a new sketching and drawing experience to designers, Beeble which provides right exercising for home-users, and V-travel where the travel experiences are exchanged among various users. Vector is an innovative drawing tool set worn as a necklace that makes drawings which are created with conventional physical drawing methods later to be transferred and digitized in the 3D medium and to be edited easily. Another wearable Beeble comes as a product design that encourages efficient and more importantly right exercising while being decorative in the house. The product consists of a motion-censoring projector that is reflected to any empty wall in the house and electronic pads placed on the body. With its special application, the product senses user motions in order to direct them visually and tactually to properly follow their customized exercisers. Moreover, V-travel adds gaming to a standard travel and turns a travel itself into a game. This wearable product creating interaction between user and its environment and promoting sustainable tourism, allows users to carry their memories to everywhere and share them anytime. The objective of this collaboration with Vestel is to iencourage practical experience in design and manufacturing industry within the university. For the Department of Industrial Design, a studio project with Vestel is not the first in this context; throughout the previous years there has been many design projects conducted in different scales with many leading brands such as Teka, Tofaş, Fiat from different sectors. Following these projects, a considerable number of designs have been later. Such practice has always been a great opportunity for students to observe the production processes in factories and organizational structures in the industry. that very process should be the greatest output of a university-industry collaboration for students.
‘V’ İs affordable and can be obtain from the related city,once you have it you can always use the main body.When you travel to another city the only need changing the editional covers. Tip: You can collect the editional covers and make them memorable... ‘V’ has two telescoped parts.The compass part is in the inside of the main body and made out from light,matte grey acrylic surface which has a digital compass in it.
The second part carrys the electronic components the important ones are the Led lights,sd card,pcb and the battery. Also, it’s material thought as a very well finished metal and painted. Every Led light is a sign of different categories. Each light shines when you reach that portal. Portals act as an information point, all of the information about ‘special parts’ of the city are already updated before the usage.
The informations could be follow from touch screen and the digital compass.
İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Endüstriyel Tasarım Bölümü İzmir University of Economics Department of Industrial Design Faculty of Fine Arts and Design Stüdyo yürütücüleri Studio tutors Doç. Dr. Onur Mengi Yrd. Doç. Dr. Deniz Deniz Şebnem Demirkan Özgür Deniz Çetin Metin Text - Onur Mengi
*Bir Üniversite - Sanayi işbirliği olarak giyilebilir teknolojiler tasarım projesi * Wearable technologies design project as university-industry collaboration
Mono* ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü ODTU Department of Industrial Design Öğrenci Ekibi Students Hazal Merve Akan Erdem Çankaya Sezen Yüksel Uğur Genç
70
ID401 Industrial Design V studio tutors Yürütücüleri Prof. Dr. Gülay Hasdoğan Doç. Dr. Naz A. G. Z. Börekçi Yrd. Doç. Dr. Pınar Kaygan Sezgin Akan Mine Hoşgün Soylu Ece Yalım Dilruba Oğur M. Erdi Özgürlük İ. Yavuz Paksoy
2016-17 Güz döneminde ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nde Anadolu Isuzu işbirliğiyle “Anadolu Isuzu için ODTÜ Yerleşkesi Otonom Servis Aracı” başlıklı dördüncü sınıf stüdyo projesi yürütüldü. Bu projede öğrenci ekipleri, çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapan işlek ODTÜ yerleşkesinde toplu taşımayı sağlayacak bir otonom servis aracı geliştirmeye yönelik tasarım önerileri üzerinde çalıştılar. Bu kullanım bağlamını hedefleyen Mono, zaman ve enerjiden maksimum düzeyde tasarruf sağlamayı amaçlayan ve bağlantılı rotalarda kullanıma uygun bir araç. Kullanıcılarına konforlu ve huzurlu bir yerleşke deneyimi sunmayı önemser. Otonom araç, toplu taşımada yolculara tanıdık olmayan yeni bir yaklaşım olduğu için Mono, seyahat esnasında hem yolcular hem de trafikteki diğer araçlar için güvenlik konusuna odaklanır. Çevredeki araçlara sürekli geri bildirim verirken, yayaların karşıdan karşıya geçmeye ihtiyacı olduğunda yola yaya geçidi çizgilerini yansıtır. Yolcular kendilerine sunulan mobil uygulamayı kullanarak rota ve araç zaman çizelgesi bilgilerine erişebilirler.
“Autonomous METU Campus Shuttle for Anadolu Isuzu” is a fourth year studio project that was carried out collaboratively with Anadolu Isuzu in 2016-17 fall semester at the METU Department of Industrial Design. In the project student teams worked on the development of design proposals for an autonomous shuttle that will operate within the METUcampus, a highly occupied and lively site for various educational, social, residential and business activities. Addressing this use context, Mono intends to maximize the efficiency in terms of time and energy and can be suitable for connected routes. It prioritizes to offer a comfortable and peaceful campus experience to its users. Since autonomous vehicle is a recent approach to public transportation with which passengers are not familiar yet, Mono focuses on the issue of safety during travel, for both the passengers and other vehicles in the traffic. It gives regular feedback to the vehicles around, and projects pedestrian crossing lines onto the road when pedestrians need to cross the road. Passengers can get access to information regarding shuttle routes and schedules through the mobile app available.
*Anadolu Isuzu için ODTÜ Yerleşkesi Otonom Servis Aracı * Autonomous METU Campus Shuttle for Anadolu Isuzu
www.tepta.com
Neverending Glory - Jan Plechác & Henry Wielgus
Nispetiye Mah. Aytar Cad. No: 24 Kat: 1-2-3 1.Levent - İstanbul / 0212 279 29 03