Türkiye’de genç ve sanatçı olmak Nihan Bora
Darbe koşullarında sanatla uğraşmak Erman Ata Uncu
Gelenekselden çağdaşa Elif Uras Naz Cuguoğlu
OHAL günlerinde sansür ve sanat Yeşim Burul
ELİF URAS, SULTAN SOFRASI, 2016, KETEN ÜZERİNE YAĞLIBOYA, GALERİST’İN İZNİYLE
Bilge Alkor 80 yaşında Sami Kısaoğlu
Bilge Alkor Yazı Sami Kısaoğlu
sahnesinden bir şeyler alıyordum ve o dünya sahnesine ben de bir şeyler vermeliydim. SK: Sanat yaşamınıza ayna tutan bir kitap kısa bir süre önce yayımlandı. Kitabın kapsamı ve bunun paralelinde gelişen sanat yolculuğunuz üzerine konuşabilir miyiz? BA: Kitapta ilk bölüm olarak İtalya ve Almanya dönemimi aldım, oysa onlardan da önce bir soyut dönemim var, tam olarak çıraklık dönemim de sayılmaz. Yalnız orada kalkış noktam doğru değildi. İnanıyorum ki her sanatçının bir çağdaşı var. Willem de Kooning ve Jackson Pollock benim çağdaşlarımdı. Akademik eğitime karşı soyut resimde büyük bir özgürlük alanı sezdim. Bana baş döndürücü bir özgürlük, bir şenlik, bir şölen gibi geldi. Çünkü renklerle oynuyorsunuz, biçimlerle oynuyorsunuz. Bütün bunlara yabancı kalmak çok zordu. Bu nedenle soyut resimde bazı sağlam eserler yapmış olsam bile onları kendi serüvenimde doğru bulmadım. İtalya bir anlamda kendi dilimi arama ve o dil ile ne anlatabilirim döneminin bir başlangıcıydı. (İtalya’daki sanatçı yaşamım 1969-1982 yılları arasını kapsıyor) Çok sevdiğim ressamlar, mü-
2
BİLGE ALKOR, FOTOĞRAF: BURCU ORHON
Hüsrev Gerede ile Maçka caddelerinin kesiştiği noktada yaşı bir asırdan gün alan bir apartman. İçinde sadece yaşanmışlıklar ve bilinmezlikler değil aynı zamanda iki ayrı sanat mekanı ve sanatçılar saklı. Apartmanın art nouveau stiline selam duran asansörü ile ikinci katta çıktığımız vakit ressam Bilge Alkor ile buluşuyoruz. Sanatçının 80. yaşı dolayısıyla yayımlanan özel kitabını konuşmak için bir araya geldiğimiz söyleşide kendisinin şiir tutkusundan müze evinin oluşumuna; hayatı ve sanatının satır başlarına dair kapsamlı bir söyleşi gerçekleştiriyoruz. Sami Kısaoğlu: Sanat eğitiminizin başlangıç noktaları üzerine konuşarak söze başlayabilir miyiz? Bilge Alkor: Resim öğrenimine İtalya’dan çok önce Münih’te başladım. Münih Akademisi’ndeki eğitim çok ilginçti. Akademinin bizden beklentisi herkesin kendi yolunu seçmesiydi. Yer aldığınız atölyenin profesö-
rü gitmek istediğiniz yolda size yardımcı olacaktı. Münih Akademisi’ne 1958 yılında girdiğim zaman, 1955’de Viktor Vasarely kinetik sanatın manifestosunu yayımlamıştı. Akademi’deki birçok öğrenci bu yönde bir eğilim gösterirken ben o sanata neden olan kalkış noktasını aradım. Hatta o sırada benimle aynı devrede okuyan Heinz Mack daha sonra Zero akımının kurucusu olmasının yanı sıra kinetik sanatın baş yapıtlarını üretti. Ben o yol yerine iki üç adım geri gidip Kandinksy’nin kuramlarını, Klee’nin Bauhaus derslerini incelemeyi yeğledim. Kendi kuramlarını yapan bu sanatçılar aynı zamanda bu düşüncelerden yola çıkarak sanat başyapıtları ürettiler. Eserlerinin büyük bir kısmı ise Münih’te Lenbach galerisindeydi. (Der Blau Reiter – Mavi Atlı Grubu’nun Müzesi) Bütün bunları okuyup bir yandan da Lenbach Galerisi’ne haftada bir gitmek, çok özeldi. Tüm bunlar 1958-60 yılları arasına denk düşüyor. Dünya
TAŞ KOLEKSİYONDAN PARÇALAR
zeler hepsi elimin altındaydı. Orada Masaccio, Piero della Francesca gibi erken Rönesans ustalarını gözlemlediğim gibi Tiziano, Tintoretto gibi büyük Rönesans ustalarını da gözlemleyebildim. SK: Görsel sanatlar dışındaki sanat dalları ile olan iletişiminiz, üretimlerinize önemli bir kaynak oluşturuyor. Öncelikle tiyatronun resimlerinize dahil olma serüvenini dinleyebilir miyiz? BA: Kendimi hiçbir zaman sadece ressam olarak görmedim. Bir oyuncu
olarak da duydum. Bir kişiliğe bürünmek, bir duruma kendimi akıtabilmek ve bir anlamda saydamlaşmak. Belki de maskelere olan tutkumun altında bu nedenler yatıyor. Maske aynı anda birden fazla kişi olma halini beraberinde getiriyor. Shakespeare insanları tanıtıyor bize, “Dünya bir sahnedir” diyor. Bende o sahneye girmek istiyorum. Shakespeare’in oyunlarını resimleme isteğim ise her zaman vardı. Ressam olmasaydım da yine onları başka bir dilde anlatmak isteyebilirdim. Müzisyen de olsaydım bir şekilde Shakespeare’in Fırtına’sını bestelemek isteyebilirdim. Öte yandan tiyatroya olan sevgim Notre Dame de Sion’dan geliyor. Orada Fransız tiyatrosundan Molière, Racine gibi yazarlar hep çevremizdeydi. Defalarca okuduk ve kendimiz de oynadık. Belli zamanlarda ders olarak verildi bize. Ve biz o kişiler olduk, sonra da her Avrupa’ya gidişimde tiyatro salonlarında ne var diye baktım. Bildiğim bir oyun ve yönetmenin oyununa gitmeye çalıştım. SK: Avrupa’da kaldığınız uzun yıllar boyunca birçok sanatsal dönüm noktasına tanıklık ettiniz. Biraz bu zamanlar üzerine konuşabilir miyiz? BA: Çok önemli dönüm noktalarında hep onların yaşandığı yerlerdeydim. Örneğin, 1958’de Brüksel’de düzenlenen Dünya Fuarı. Orada bir olay çok önemliydi: Le Corbusier’nin Philips Pavyonu. Xenakis’in mimari ile müziği birleştirmesi ve daha sonra da Edgard Varèse’in Poème électronique eserini onunla birleştirmesi. Bunun örnekleri daha eskide de Wagner’de biraz daha saklı bir biçimde var. Operasında tiyatro, müzik, şiir hepsi bir arada. Bayreuth’da Wagner’in torunları Wieland ve Wolfgang’ın dedelerinin operalarını sahneye koyuşları muhteşemdi. Gesamtkunstwerk kuramı beni çok etkilemişti. Ben hiçbir zaman sanat sadece müziktir, sadece resimdir diyemiyorum. Hepsi birbirinin içinde, hepsi iç içe, birbirini besliyor. SK: Kitabınız Gérard de Nerval’in şu sözü ile başlıyor: “Düş ikinci bir yaşamdır. Görünmez dünya ile bizi ayıran o fildişi ve boynuz kapılardan ürpermeksizin giremedim.” Birçok kez yolu Türkiye’ye düşen ve dünya tarihinin en önemli şairlerinden biri olan Gérard de Nerval’in bu sözünün kitabın başlangıcında yer almasının rastlantı olmadığı düşünüyorum. Biraz bu sözün kitabın başlangıcında bir epigraf olarak yer alması üzerine konuşabilir miyiz?
BA: Zannediyorum ki hayal dünyası, oyuncu olma ve başka türlü kişilere akma isteği taşıma nedenim. Hayalden bir sürü şey yaratabiliyoruz. Çocukluğumda hikayeler uydururdum. Ve herkese anlatırdım. O benim gerçeğimdi. Ailem gerçeğimi kabullenmediği için sonunda beni psikoloğa bile götürmüştü. Eğer 12 yaşına kadar geçmezse bu durumun patolojik olduğu söylendi. Patolojik olmadan bıraktım ama “sonunda ne oldum?” Herhalde ondan sonra sanatçı oldum. Bu nedenle önemli bir kapı. SK: Görsel sanatlar ile uğraşan bir sanatçı olarak sadece görsel kültürden değil sıklıkla diğer disiplinlerden beslendiniz. Müzik bunlardan biri. Müzik uzun sanat yolculuğunuzda sanatsal üretiminizde sizi hangi yönlerden, nasıl etkiledi? BA: Sanıyorum sanatım şu yönde gelişirdi: Sadece resmin elamanlarıyla, öğeleriyle meşgul olurdum. Derinlemesine anlatım eksik kalırdı. Schubert liedlerinden yola çıkarak çalıştığım Kış Yolculuğu serimden örnek vereyim. “Kış Yolculuğunu”nu ilk tanıdığımda 20 yaşlarındaydım. Özellikle ona bir cevap verme istediği doğdu içimde. O müzikten bir şeyler aldım ve ona bir karşılık vermem gerekiyordu. Hemen yola koyulsaydım henüz tam anlamıyla olgunlaşmamış bir yapıt üretebilirdim. Bu fikri çok uzun yıllar içimde taşıdım, bıraktım ve 60’lı yaşlarımda ona geri döndüm. Yıllar içinde Schubert’i çok daha iyi tanıdım, Schubert’in kişiliğini sevdim, yaşadığı yere gittim birkaç kez ve tüm yapıtlarını soludum. Bu projemi yaşlılığıma bıraktığım için şeytan ile bir anlaşma yapmıştım. “Eğer beni yaşatırsan senin de bir portreni yaparım. Böyle bir anlaşma olsun aramızda. Çünkü böyle kötü anlaşmalar ancak seninle olur, meleklerle olmaz.” O da bana uzun bir ömür verdi, o nedenle Kış Yolculuğu’ndan sonra Mozart’ın Sihirli Flüt’ünü de resimledikten sonra Meleklerin ve Şeytanların Aynası diye bir başka büyük seri çalıştım. 2011’de ödedim ona olan borcumu. SK: Etkileşimde bulunduğunuz kaynaklardan bir diğeri de şiir. Eşiniz Can Alkor’u da şair ve çevirmen kimliği ile tanıyoruz. Şiir ile olan iletişiminizi ve Can Bey ile tanışma hikayenizi anlatır mısınız? BA: Şiir ile olan ilişkim Notre Dame de Sion’da öğrenci olduğum sırada başladı. Orada Fransızların büyük gururu Villon, Ronsard, Rimbaud, Mallarmé, Valéry ve daha niceleriyle tanıştım. Hepsi benim büyük idollerim oldu. Onlarla büyüdüm. Sonrasında da bir şair ile evlendim. Zaten Can ile tanışmamız da şiir ve resim üzerinden oldu. Münih’te öğrenci olduğumuz dönemde, Türk öğrenciler bir birahanede toplanır ve uzun akşamlar yaşardık. Bu sohbetler sırasında Can’ın masanın bir ucundan yazıp arkadaşlar aracılığı ile bana gönderdiği şiirleri ben de resme dönüştürerek ona geri iletirdim
AFRİKA KABİLESİNDEN BİR ATMACA KUŞU
yine aynı yoldan. SK: Sanatınızın anahtar sözcüklerinden biri maskeler ise bir diğeri ise ikonalar. Her ikisi de farklı dönemlerde farklı şekillerde eserlerinizde yer aldı. Hem maskeler hem de ikonalara olan ilginizi, onlarla olan tanışıklığınızı ve sanatınızda nasıl form bulduklarını merak ediyorum. Biraz bu başlıklar üzerine konuşabilir miyiz? BA: Neden maskeler ile uğraştığım konusunda dair ben de kendimi sorguladım. İster o ikonaları yapan kişiler, ister Afrika maskelerini yapan kişiler olsun “ben sanatçıyım” diye işlerini üretmiyorlar. Ya bir inanç nedeniyle, ya büyü yapmak, ya sağlık sorunları nedeniyle, ya da eğitim nedeniyle yola çıkıyorlar. Batı sanatı bireysel bir sanat, bireye yönelmiş bir sanat. İlkel sanatlar ise içsel bir anlatımın ifadesi olarak biçimleniyor ve birey olmaya da çabalamıyor. Şimdi örneğin çağdaş sanatta çok sorgulanan o kimlik sorunu yine karşımıza çıkıyor. Onlar kimliksiz, o kimliksizlik beni çeken şey o sanatta. Aynı şey Uzakdoğu, Buda heykelleri, her biri birer yapıt ama kimlerin yaptığını bilmiyoruz. Sanatçı sanatını iyi icra etmek istedi. O kadar. Benim ilk resme geçiş alanım olan erken Rönesans’ta da böyle, onlar da inanç için yaptılar, sanat için değil. Maskelerle tanışıklığım 1970’lerde Brüksel Kongo Müzesi’nde oldu. Afrika sanatından çok etkilendiğimi ve oradan ağlamaklı çıktığımı anımsıyorum. SK: Yağlı boya geleneğinden gelen bir ressamsınız, fakat Roma Akademisi’nde gravür eğitimi aldınız. Grafitiye ve fotoğrafa yoğun ilginiz oldu. Sonrasında gravürün izleri de öbür ifade biçimleri ile kimi zaman birleşerek kimi zaman ise küçük sololar oluşturarak görünmeye başladı. Malzeme ve ifade biçimleri ile kurduğunuz ilişki nasıl gelişti ilk günden bu yana? BA: Gravür sanatı bana çok yardımcı oldu. Resimde katman katman çalışmamı bu teknik bilgiye borçluyum. Önce bir katman, sonra onun üzerine
bir katman, üçüncü bir katman daha, bunları gravürde karanlıkta düşünüyor gibisiniz, görmüyorsunuz fakat hayal ediyorsunuz. Bir sürü sürprizler de geliyor. Onları ya geri çevirebilirsiniz ya da kabul edebilirsiniz. Resimde ise sonradan gelecek ikinci katmanı, üstüne gelince ne olacağını görebiliyorum. Gravür çalışmasından daha aydınlık bir ortamda çalışıyorum. Örneğin Schubert liedlerindeki karga resimlerim gibi... Geçen yıl yaptığım Ariel’in Şarkısı ve Kırlangıç Sûresi de bu tür çalışmalarımdan sayılabilir. SK: Toplayan, biriktiren, koleksiyoner kimliğiniz şu anda içinde bulunduğumuz evin de çekirdeğini oluşturuyor. Koleksiyonerlik hikayenizin sizin tarafta nasıl başladığını, geliştiğini, böylesine engin bir yapıya nasıl dönüştüğünü merak ediyorum. BA: Resim dolu bir evde büyüdüm. Babam güzel sanatlarla çok ilgiliydi. Aliye Berger ve Bedri Rahmi ile dosttu. Ayrıca Aliye Berger babamın keman hocası Karl Berger’in eşiydi. Ben de ilk gravür aşkımı Aliye Berger’de buldum. Çok iyi dost olduk kendisi ile. Babam kiracılarından kira almak yerine yapıt almayı tercih etmişti. Bedri Rahmi’nin atölyesine geldiğim zaman “Babana çok resim borcum var” demişti. Gene örneğin yanımızda duran büst heykeltraş Mari Gerekmezyan’ın. Ondan da kira almak yerine büstünü yaptırmıştı. Toplama merakı babamdan mı yoksa sanatçı kişiliğimin bir gereksinmesi mi bilmiyorum. Beni coşturacak şeylerle yaşamak güzel. Örneğin, en son Agamemnon’un maskesine benzettiğim küçük bronz bir kafa aldım. Sergilerimden satışa çıkarmadığım eserlerim de bu müze evin çekirdeğini oluşturuyor. Bir anlamda kendi işlerimin koleksiyonunu da yaptım. Picasso’nun “Her sanatçı bir toplayıcıdır” gibi bir sözü var. Benim hikayem de biraz buna benziyor. SK: Son olarak içinde bulunduğumuz Narmanlı Apartmanı’nın hikayesi, kısa zaman önce hayat verdiğiniz
Bilge Alkor Müze Evi ve Ariel’in hikayesini anlatır mısınız? Burası için gelecekte neler hayal ediyorsunuz? BA: Müze evin oluşum hikayesi de iki yıl önceye gidiyor. Yıllar önce Narmanlı Han’daki sanatçı ortamının bir yansımasını burada yaratmak ve yaşatmaktı amacım. Yalnız kendi özel dünyam olmasın istedim, biraz da bugün çağdaş sanat alanında ne yapılıyor, onları da içine alabilecek, aktif olarak yaşayan bir yer istedim. Orası da Ariel oldu. Norgunk Yayınevi ile sanat görüşlerimiz ve ilkelerimiz benzerlikler taşıyordu. Bu nedenle onlarla birlikte Ariel’i kurduk. Burada, bir tema çerçevesinde 3-4 sanatçının katıldığı çağdaş sanat sergileri düzenleniyor, konferans, dinleti, performans vb. etkinlikler yapılıyor. Ariel ilk yılının sonunda sanatçılar ve izleyiciler için gerçek anlamda bir çekim merkezi oldu. Bu da beni çok mutlu ediyor.
Türkiye’de genç ve sanatçı olmak Yazı Nihan Bora Fotoğraflar Elif Kahveci
Türlü zorluklara ya da engellemelere rağmen Türkiye’de üretim yapmaya çalışan genç sanatçıları uzaktan izlemek yerine onlara söz hakkı vererek yaşadıklarını paylaşmalarını istedik. Kendilerini zaten sanatla ifade ediyor ama o noktaya kadar birçok sorunla boğuşuyorlar. Kimi malzemeye ulaşırken sıkıntı yaşıyor, kiminin bir atölyesi bile yok. Birçoğunun ortak noktası ise Türkiye’de yaşanan olumsuz olaylar ve maddi kazanç seviyelerinin çok az olması. Bu dosyada bazı sorunlara dikkat çekerken, alan açanların genç sanatçıları dinlemesini, anlamasını ve belki de henüz oluşamamış o bağın kurulmasını umut ediyoruz. “Genç sanatçılar” dosyası böyle ortaya çıktı ve beş sayı boyunca devam edecek. Her sayı beş genç sanatçıyı sizinle tanıştıracağız. İlk konuklarımız; Zeynep Birced, Şener Yılmaz Aslan, Tutku Bulutbeyaz, Ali Bilge Akkaya, Aslı Dinç ve Mustafa Kemal Yurttaş.
AslıeMk
4
Aslı Dinç ve Mustafa Kemal Yurttaş’tan oluşan AslieMk; performatif müdahale, performatif heykel, mekana özgü yerleştirme deneyimlerini içeren üretimler yapıyor. İkili İstanbul’da gerçekleştirdiği performanslarının video, fotoğraf, ses yerleştirmesi, performans malzemeleri gibi kalıntılarıyla Türkiye ve yurtdışında karma sergi, fuar ve festivallere katıldı. 1. Genel hatlarıyla performanslarda buluntu mekanları analiz edip onlara müdahalelerde bulunmak ve/veya mekandan bağımsız olarak birbirimize
ASLIEMK, TO FIND OUT FREESIDE, 2012, BELGRAD ORMANI
müdahalelerde bulunmak üzerine çalışıyoruz. Mk: İçinde bulunduğumuz dönemde siyasi durumu göz ardı etmek mümkün değil, ancak gündemin çalışmalarımızı etkilemesine çok da izin vermemeye çalışıyoruz. Sansür kaygımız oluyor ama otosansür henüz birebir uyguladığımız, kullandığımız bir araç değil. A: Çalışmalarımızda daha çok gelecek kavramı üzerine kafa yorduğumuz için güncel siyasal durumun bizi etki altına almasından kaçınıyoruz. 2. Performansların niteliğine göre malzemeler de değişiyor. Buluntu mekanlardaki atık malzemeleri kullanıyoruz; kablo, hortum ve tel gibi endüstriyel gereçler, projeksiyon, hoparlör, cep telefonu, tablet gibi elektronik araçlar, bazen de su ve kitap gibi temel bir öğe üzerinden performansları gerçekleştiriyoruz. Şimdiye kadar kendi imkanlarımızla malzemeleri edindik; arkadaşlarımızdan ödünç aldık; bu yüzden büyük bir sıkıntı yaşamadık. 3. Mk: Üretimlerimiz öncelikle kav-
ramsal ve karşılıklı tartışma, fikirlerimizi geliştirme üzerinden ilerliyor. Bu yüzden en başta birbirimize ve işimize konsantre olabildiğimiz herhangi bir ortam yeterli oluyor. Sonraki aşamalarda fotoğraf çekimi, prova vs. gibi konularda performans mekanının kendisini, ev ve atölyelerimizi kullanıyoruz. 4. Mk: Buluntu mekanlar dışındaki performanslarımız için mekan ve galerilere ulaşmakta sıkıntı yaşıyoruz. Örneğin son serimiz 8’in dosyasını 2015 Haziran’da tamamlamamıza ve görüşmelere başlamamıza rağmen, “8” in ilk performansı “Anı” için bir mekanla anlaşmamız 2016 Mayıs’ını buldu. A: Galeriler sergi takvimlerinde performanslar için ayrı bir zaman ayırmıyorlar. Bu durum da görüşmelerimizde hep bir belirsizlik ortaya çıkarıyor. Mesela sadece tek gün içerisinde gerçekleştirilebilecek performansları iki sergi arasında planlamak istiyorlar. Sonra da o dönemin sergi hazırlıklarından ötürü çok yoğun olacağı için vazgeçiyorlar. 5. Hayır. 6. A: Türkiyeki siyasal gündem
üretim sürecimizi sekteye uğratan ve demotive eden bir karabasan. Düşünce, yaşam ve çevre özgürlükleri bağlamında insanı sürekli umutsuz bir yöne çekiyor. Bu durumla mücadele ederek üretim sürecine devam etmek de ciddi bir motivasyon gerektiriyor. Mk: Burada; doğduğun, büyüdüğün yerde üretiyor olmak tek avantaj gibi. Bu düşünme biçimi insanın kendine yaptığı en büyük kötülük de olabilir aynı zamanda. Dezavantajlar çok daha fazla. Çoğu zaman yenilikçi, iyi işler görerek gelişmediğimi, gördüğüm işlerle, görüştüğüm insanlarla zihnimin açılmadığını, yerimde saydığımı düşünüyorum. Bunun değişebilmesi için yaptığımız başvurularda da Türkiye’nin ülke olarak “eligible (uygun, makul)” kabul edilmemesi ya da zaten ancak ciddi masraflar yaparak ülkenizin “eligible-dışı”lığını aşabiliyor olmanız… 7. Mk: İnsani şeyler; sevdiklerimle ve doğayla, yeryüzüyle ilgili çok iyi ve çok kötü şeyler. Beraber üretirken, adım adım bir fikrin şekillendiğini, dönüştüğünü görmek ve bu deneyimin kendisini paylaşmak çok iyi hissettirebiliyor. Çok kötü hissettirense; savaşlara şahit olmak, barışın imkansız gibi gösteriliyor olması. A: Gündelik hayatın içinde düşündürücü ve zamansız kesitler açabilmek, bunları diğer insanlarla paylaşmak ve hayal kurmaya teşvik etmek iyi hissettiriyor. Gezegen için mücadele etmek, tüketime karşı sürdürülebilirliği hayatın içine katmaya çalışmak iyi hissettiriyor. Sanat piyasaları denen şey, tüketim çılgınlığı ve iklim değişikliğinin göz ardı edilmesi çok kötü hissettiriyor.
SORULAR 1. Hangi konular üzerinde çalışıyorsunuz? Eserlerinizi üretirken Türkiye’nin siyasi durumunu göz önünde bulunduruyor musunuz? Sansür kaygınız ya da otosansür kaygınız var mı? 2. Hangi malzemeleri kullanıyorsunuz? Bu malzemelere ulaşma / satın alma sürecinizde yaşadıklarınızdan bahseder misiniz? 3. Üretimlerinizi nerede, nasıl bir ortamda yapabiliyor ya da yapmayı tercih ediyorsunuz? Bir atölyeye ihtiyaç duyuyor ama kiralamak gibi konularda sıkıntı yaşıyor musunuz? 4. Bir mekanda / galeride işlerinizi sergileme veya onlara ulaşmak konusunda yaşadığınız zorluklar neler? 5. Sadece üretim yaparak hayatta kalabiliyor musunuz? 6. Türkiye’de sanatçı olabilmek sizin için ne gibi dezavantaj / avantajlara sahip? Gündem, üretim sürecinizi nasıl etkiliyor? 7. Size sanatçı olarak çok iyi ve çok kötü hissettiren şeyler neler?
Tutku Bulutbeyaz 1986 doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde okudu. İşlerini post-pop diye tanımlayabiliriz. Şu sıralar daha çok kolajlara yoğunlaşmış durumda. Birçok karma sergiye katıldı ve iki kişisel sergisi oldu. Son olarak Galeri Zilberman’ın GYF 7 seçkisinde yer aldı. 1. Aslında işlerimin spesifik bir konusu yok. Genel olarak gündelik hayattan ve güncel durumlardan besleniyorlar. Haliyle de içinde yaşadığımız ülke olan Türkiye’nin siyasi hareketliliğine dokunan işlerim var. İşlerimde sansür yok ama ‘temkin’ var. 2. İşte en büyük dertlerimden birisi malzemeye erişim ve onu satın alma durumu. Plastik sanatlarla
TUTKU BULUTBEYAZ, LUDWIG DEUTSCH RESMİNİN İŞGALİ, DİJİTAL KOLAJ, 2016
uğraşan bir sanatçı için yaşadığı şehirde neyin, nerede, nasıl ve kaça satıldığını bilmek büyük bir avantaj sağlıyor. Ankara’dayken bu avantajım vardı ama İstanbul’a cidden hakim değilim. Bir de tabii işin en can alıcı noktası, malzemeye bütçe ayırma kısmı var. Benim gibi çoğu ay eline asgari ücret altında para geçen kişiler için büyük bir probleme dönüşüyor bu. Ben de malzeme alışverişimi epeydir öteliyorum, bu
sebeple de biraz dijital işlere yöneldim. 3. İstanbul’a geldiğimden beri atölyem yok ve evin muhtelif yerlerinde işleri parça parça yapıyorum; eskizi salonda çıkarıyor, balkonda spreyi ve diğer boya işlemlerini yapıyorum. Elime geçen para ancak kendi masraflarımı karşıladığı için şu an atölye sahibi olmak, uzak bir hayal olarak aklımın bir köşesinde duruyor. 4. Henüz sergilik bir ‘set’ iş hazırladıktan sonra sergileyecek yer bulamama sıkıntısı yaşamadım ama galerilerin satıştan aldığı yüzde 50 gerçekten genç sanatçıların belini büküyor. Zaten üç beş parça iş mütevazı rakamlara satılıyor; onun da yarısını alınca sanatçıya döner ekmek parası kalıyor. İskenderin tadını unuttuk. 5. Sadece üretim yaparak ‘sadece’ hayatta kalıyorum. 6. Türkiye çok sert bir ülke bence. Bu sertlik seviyesi kişi yetişirken bir avantaj ama yıldırabiliyor belli bir yerden sonra. En son Ankara’da geçen Mart ayında olan kişisel sergim, o Türkiye genelindeki patlamaların olduğu ve insanların akşamları evlerine çekildikleri döneme denk geldi. Geçen sezon çok koşturmacalı ve dolu geçince bu yaz biraz dinlenip bir yandan da evden üretime devam ederim diye düşünürken darbe girişimi oldu. Böyle bir gündem si-
zin kendinizle baş başa kalmanızı epey bir etkiliyor haliyle. Kendisine çekiyor ve ister istemez üretiminiz bu yöne doğru kayıyor. 7. ‘Sanatçı olarak’ ayrıca cevaplayamayacağım bu soruyu; zaten kişi bütünleşiyor bir zaman sonra bu sanatçı olma haliyle. Çünkü akşam eve gelip kravatınızı çıkarttığınızda biten bir iş değil, uyumaya çalışırken bile devam eden bir süreç bu. Bu yüzden Tutku olarak beni çok iyi hissettiren şeylerin başında iyi bir yemek, piyasaya yeni çıkmış iyi bir video oyunu ve güzel bir film geliyor. Kötü hissettiren şeylerin başında da, hala ödeyemediğim öğrenim kredisi borcum.
Ali Bilge Akkaya
6
ulaşabildiğim her yeri kullandığımı söyleyebilirim. Fakat özellikle Türkiye’de her ortamı rahat bir şekilde fotoğraflayabildiğimi söyleyemem. Gittiğim yerlere uygun kıyafetler giyerek ve bulunduğum ortama uygun davranarak çekim yaptığım yerlerde kabul görmeye çalışıyorum. Bu kabul edilme gerçekleşmez ise insanları doğal bir şekilde kadraja almak pek mümkün olmuyor. 4. Bu konuda biraz şanslı olduğumu söyleyebilirim. Katıldığım sergiler karşı tarafın bana ulaşması sonucunda gerçekleşti. Aynı zamanda bu galeriler benim de ortaklaşa çalışmak istediğim galerilerdi. Çok çalışarak yeni şeyler
üretmeye ve bu sürecin devamlılığını korumaya gayret ediyorum. 5. Kalabiliyorum ama sadece galeri üzerinden yaptığım fotoğraf çalışmalarım ile değil. Sergilerdeki işlerimle beraber daha ticari sanat çalışmaları da yapmaktayım. Göztepe oto sanayindeki atölyemde büyük ebatlı heykel ve resim işleri de üretiyorum. 6. Türkiye enteresan bir yer. Sanatçıya inanılmaz imkanlar ve malzemeler sunabiliyor. Tabii bu duruma ek olarak çok büyük zorlukları da beraberinde getiriyor. Gündemi olabildiğince kendi yararıma çevirmeye çalışıyorum. Yeni bir gündem yeni bir düzen, bu da fotoğraflamak için yeni
1988 doğumlu. Yeditepe Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nün ardından Central Saint Martins‘de ürün tasarımı yüksek lisansı yaptı. Son dönemde fotoğraf çalışmalarına ağırlık verdi, aynı zamanda heykel ve ürün tasarımı yapıyor. Yedi karma ve bir kişisel sergi deneyimi var. 1. Çalışmalarım belli bir konudan ziyade temel bir felsefe arayışı üzerine kurulu. İzleyiciye, hem görsel hem anlamsal bağlamda çok katmanlı ve serbest bir sorgulamaya yönlendiren kareler sunmaya çalışıyorum. İnsanların beğenileri ve estetik algıları üzerine odaklanarak ‘inkar edilemez’ olanı arıyorum. Fotoğraflarımda özellikle din temasını işlediğimi gözlemlemek mümkün, Türkiye’nin siyasi durumunu düşündüğümüzde bu durum beni daha titiz olmaya yönlendiriyor. 2. Türkiye’de fotoğrafçılık adına teknik olarak pek çok malzemeye ulaşmak benim ihtiyaçlarım adına kolay diyebilirim. Bunun haricinde internetten de gerek duyduğum farklı materyellere ulaşabiliyorum. İstanbul’da bulunan baskı atölyelerini kaliteli buluyorum. İçerik olarak gündelik yaşamımızda karşımıza çıkan farklı kesimlerdeki insanları inceleyerek bana hikayeler sunmalarını bekliyorum ve bunları fotoğraflayarak ölümsüzleştirmeye çalışıyorum. Yaptığım bu yaklaşım insanlar ile zoraki bir iletişime geçmeme sebebiyet veriyor çünkü fotoğraflarımdaki temel malzeme, bireyler. Bu beni çok farklı durumlara götürüyor; bazen gerginlikler yaşıyorum, şikayetler alıyorum, çoğu zaman da güvenlik mensupları tarafından uyarıldığım oluyor. Ancak bu gibi olaylar benim arayışım doğrultusunda bir şeyleri zorladığımı ve doğru bir yolda olduğumu hatırlatıyor, güçlü bir motivasyon sağlıyor. 3. Fotoğraf çalışmalarım üzerinden yola çıkarsak, atölye olarak ALİ BİLGE AKKAYA, 1E, 2014, FINE ART BASKI, ED 5+1, 60X45 CM
hikayeler demek. 7. Beni sanatçı olarak çok iyi hissettiren şey, kendi arayışımı sorgulattıran deneyimler. Bazen bir söz ya da gözlemlediğim bir olay olabilir. Bu durum kendi felsefemi yargılamaya ve yeniden şekillendirmeye sebebiyet veriyorsa kendimi daha ileri bir noktaya taşıdığımı düşünürüm ve kendime yeni sorular sormamaya başlarım. Kötü hissettiren şeylerin başında ise kendimi ifade edememek gelir, özellikle sözlü olarak kurduğum iletişimlerde bazen yanlış anlaşılabiliyorum. Zaten bu da fotoğraf çekmemin temel sebeplerinden biri.
Şener Yılmaz Aslan
olur ve pek de iyi niyet taşımaz. Tabii bir de üretim aşamasında ve üretim sonrası sunum aşamasında ne kadar özgür olabildiğimiz gerçeği var. Tam o noktada Türkiye’de olmak dezavantaja dönüşür. Bir eserin bir düşünce olarak var olmasından bir sanat eserine dönüşüp sunulduğu ana kadar olan süreçte her açıdan özgür olduğunuz bir ülkede avantajlısınız demektir. 7. İleride bir gün dünyayı değiştirme umuduyla yola çıkıp bunu tek başınıza yapamayacağınızın farkına varmak kötü hissettiriyor. Yine de yapabilecek bir şeylerinizin olduğunu bilmek, yalnızca birkaç kişi bile olsa hayatlarına dokunabilecek bir şeyler üretebildiğinizi bilmekse iyi hissettiriyor.
ŞENER YILMAZ ASLAN, KOBANİ PROTESTOLARI, 2014
1986 Malatya doğumlu, 2007’den beri rada bu cesareti göze alamayanları da İstanbul’da. Marmara Üniversitesi kimse suçlayamaz, suçlu her zaman bu Endüstriyel Tasarım Bölümü’nde okurken sansür ortamını yaratanlardır. Fotoğrafçılık bölümünde çift anadal yaptı. 2. Benim malzemelerim fotoğraf Sokaklarda yalnız olmayı ve yalnız makinesi, hafıza kartları, tripot, obçalışmayı seviyor. Şimdiye kadar beş jektifler ve bilgisayar. Bunlara her karma sergide yer aldı. yerde ulaşabilirsiniz ancak satın alma1. İlk zamanlar daha çok metropol ya gelince inanılmaz vergiler yüzünhayatı üzerineydi işlerim. Bu konu üze- den iş bayağı zorlaşıyor. Türkiye’de rine düşünmeye devam ediyorum an-cak dışarıdan gelen elektronik cihazlar, farklı açılardan bakmaya çalışıyo-rum. uygulanan KDV ve ÖTV ile birlikHerkesin farkında olduğu şeyleri tekrar te inanılmaz fiyatlara ulaşıyor ve tekrar anlatmaya gerek yok. Türkiye’nin dolar endeksli fiyatlandırıldığını da anlık değişen siyasi duru-munu bir düşünürsek fotoğrafçılık aşırı pahalı fotoğrafçı olarak görmezden gelmem bir meslek haline dönüşüyor. mümkün olamaz. Bu bağlam-da daha çok 3. Ben fotoğraf stüdyosunda üretim belgesel işler üretiyorum. Zaman zaman yapmadığım için bir atölyeye pek ihtibu, sanatsal imgel-ere de dönüşebiliyor. yacım olmuyor. Çekim sonrası bilgisaBen sansür ile otosansürü birbirinden çok yar düzenlemelerini de evde yapmayı ayırmıyo-rum. Sansür kaygınız varsa; tercih ediyorum. Aslında ev ile çalışma toplum-sal, siyasi bir baskı altıdındaysanız ortamının bazen farklı olması verimbu direkt olarak otosansüre dönüşüyor lilik açısından daha iyi olabiliyor ama zaten. Buradaki ince nokta, bir şeyleri bu ekstra bir masraf olduğundan tercih göze alabilmekten geçiyor. Tabii ki buetmiyorum. 4. Henüz o yönde bir çabam olmadı açıkçası, belki bu biraz da özgüven
ŞENER YILMAZ ASLAN, GİDENLER, 2013
eksikliği ve reddedilme endişesinden kaynaklanıyordur. Özellikle genç sanatçılar ve galeriler arasında da soğuk bir boşluk var, o boşluk huzursuz ediyor. Ulaşması güç büyük bir yapı gibi duruyor karşımızda. 5. Eminim böyle bir şey mümkün olsaydı daha üretken olabilirdim. Her ne kadar şu an geçim sağlamak için yaptığım iş, keyif alarak yaptığım rahat bir iş olsa da bunu yapmaya mecbur olmak üretimi tabii ki etkiliyor. Özellikle son dönemde insanlar meyve sebze bile satmakta zorlanırken fotoğraf satarak geçinmeyi düşünmek, malesef biraz hayal oluyor. Yine de bunun bir gün olabileceğine, olması gerektiğine inanıyorum. 6. Gündem, sanatçı için bir üretim kaynağıdır -muhalif sanatçı tabirini kullanmak istemiyorum çünkü sanatçı zaten muhalif olandır- dolayısı ile Türkiye, gündemi yoğun bir ülke olduğu için bu anlamda sanatçıyı daha üretken kılar. Ancak bunu bir avantaj olarak görürsek bu bir fırsatçılık
8
ZEYNEP BİRCED
1988 doğumlu. Londra Central Saint Martins’de güzel sanatlar okudu. Nesneler ve kavramların birbirleriyle etkileşimini irdeliyor. Topluyor, biriktiriyor, üretirken de bunları kullanıyor. Bir solo sergisi oldu ve karma sergilere katıldı. Ekim ayında Space Debris ve Empire Project’in proje alanı olan Poligon The Shooting Galeri’de eşzamanlı gercekleşecek bir kişisel sergi hazırlığında. 1. Açıkçası politik bir insan değil(d) im, jenerasyonumdaki birçok başka insan gibi. Ama bu ülkede yaşayıp politize olmamak sanırım imkansız bir şey haline geldi. Üretim aşamasında hiçbir toplumsal kaygım olmuyor genellikle ama sanat dediğimiz şeyi gerçekleştiren önemli bir etken sosyal interaksiyon, üretilenin izleyiciyle buluşması ve sonrasındaki süreç. Tartışma yaratacak işler yapmamak kesinlikle bir otosansür değil, sadece bir tercih. Ruhen böyle bir kaygım olmadı. Ekimde yapacağım solo sergide ilk kez dolaylı olarak da olsa sanırım hafif politik tandanslı birkaç iş olacak gibi görünüyor. Türkiye’nin şartlarından etkilenmeden bir şey üretebilen bir sanatçı olduğunu sanmıyorum. 2. Benim gibi işler yapan biri için çok güzel bir soru. Çünkü en çok zorlandığım alanlardan biri bu. Objeler ve nesnelerle acayip ilgiliyim ve bunları işlerimde kullanmayı çok seviyorum. Hayatım gezerek ve pazarlık yaparak geçiyor. Üretim sürecim çok pahalıya mal olabiliyor zaman zaman. Malzeme çeşitliliğim azami, mezuradan metronoma, ağaçtan metale, videodan kolaja, büyük bir varyasyonda malzeme kullanıyorum. 3. Bir atölyem vardı, oldukça ucuzdu ama mutenalaşma esnasında pahalılaştı ve orayı bırakmak zorunda kaldım. Bir süredir atölyem yok ve şu an bir sergi hazırlığındayım, şimdiye kadar bir sıkıntı çekmedim ama atölye
ZEYNEP BİRCED, POSSIBILITIES, 2015, ALÜMİNYUM DİPOND
büyük rahatlık. İstediğim gibi bir yer bulmak da ya çok zor, ya çok pahalı. 4. Bu gerçekten çetrefilli bir durum. Galerilere ulaşmak konusunda büyük bir uğraşım olmadı. Bireysel sanatçıları destekleyen işler yapan insanlara yöneldim şimdiye kadar. Mesela Apel’in sahibi Nuran Terzioğlu, her zaman genç sanatçıları destekleyen ve çok olgun bir galerici. Ben herhangi bir iş yaparken, onu yaptığım kişiyi bireysel olarak sevmek ve saygı duymak isterim. Bu şartlar olmazsa iş yapmayı pek tercih etmem. 5. Sadece üretim yaparak hayatta kalamıyorum henüz; birçok mikro iş
yapıyorum; yurtdışındaki sanat okulları ve masterlarına hazırlanan öğrencilere portfolyo dersleri verdiğim bir atölye var. Bir arkadaşımla ‘multi-sensorial eating experience’ isimli bir platform yarattık. Bu alanda projeler üretiyoruz. Yaptığım her şeyden keyif alıyorum. Sanırım hayatın zorluklarına karşı edinebileceğim en önemli kalkan bu mutluluk ve keyif. 6. Türkiye’de sanatçı olabilmek; herkes, her şeyi çok iyi bildiğini düşündüğü için bir dezavantaj. Çünkü bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan çok büyük bir kesim var. Bir de, 40 yaşına gelene kadar genç sanatçısınız,
sanata birçok yerdekinden daha az değer verildiği için yavaş ilerleyen bir süreç ama tam olarak aynı nedenden de olasılıklara gebe. 7. İyi hissettiren en önemli şey özgürlük ve bağımsızlık; bazen yalnızlık, birçok zaman dostlarım. Bir sanatçı ve birey olmak benim için ayrı şeyler değil. Doğru iletişim kurabilmek de, beni hem sanatsal hem bireysel açıdan mutlu eden bir şey. Kendimi kötü hissettiren şeylerse; zaman zaman yaşamak istediğim bu ülkeye ait olmadığım hissi, istediklerimi burada yapamayacağımı düşündüğüm karamsar anlar.
Gelenekselden çağdaşa uzanan yolculuk Yazı Naz Cuguoğlu Her kişisel sergisi yıllar süren bir üretim sürecinin ardından gerçekleşen Elif Uras’la bir araya gelerek Galerist’te gerçekleşecek Hayal Meyal sergisinde yer alan çalışmaları üzerinden, Batı-Doğu arasındaki karmaşık ilişki ve kadınların toplumdaki rolüne dair sohbet ettik. Hayal Meyal 23 Eylül - 6 Kasım tarihleri arasında Galerist’te ziyaret edilebilir. Naz Cuguoğlu: Yeni serginizde, kadınların genelde evlerinde ve ev dışında üstlendiği roller üzerinden üretici ve tüketici etkinlik hallerine odaklanıyorsun. Bu kavramsal çerçeve nasıl ortaya çıktı? Elif Uras: Kadının görsel kimliği ve etrafındaki materyal kültür üzerinde düşünüyordum. Bize özgü kültürel sembolleri, mesela geleneksel seramik
kiye’sinde yaşayan kadın bir sanatçı olarak kadınların kamusal alandaki varlıklarını nasıl değerlendiriyorsun? EU: Eğitim politikalarının yetersizliği ve kadına yönelik şiddetin artışı endişe verici. Kadını öncelikle anne olarak tanımlayan politikalar da onun kamusal alandaki varlığını sınırlıyor. Evde küçük çocukları olan bir kadının evin dışına çıkıp çalışma hayatında varlık gösterebilmesinin ne kadar zor olduğunu kadınlar iyi bilir. Diğer yandan yıllar boyunca bir kesim giyimlerinden ve örtünmelerinden dolayı bazı kamusal alanlardan uzak tutulmuş. Bir de kadını erkekleri kışkırtan bir unsur olarak gören tehlikeli bir anlayış var. NC: Çalışmalarındaki Batı modernizmi ve Doğu kültürünün geleneksel özellikleri arasındaki karmaşık ilişki bu yeni seride de varlığını sürdürmeye devam ediyor. New York ve İstanbul
kargaşası, karşılıklı önyargılar, sanat tarihinin ve sanat dünyasının Batı-merkezciliği gibi konular uzun zamandır gündemimizde olan temalar. Ben New York’ta Columbia Üniversitesi’nde sanat yüksek lisansıma başladığım hafta ikiz kuleler yıkıldı. Sanatçılar ve hocalarımız “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedi. NC: Bu Doğu-Batı ilişkisi, kullandığın teknikte de kendini gösteriyor. Resim ve seramik arasında, çağdaş başürtüsü tasarımlarını, geleneksel seramik işçiliği ve graffiti benzeri desenlerle kaynaştıran, farklı bir görsel dil sunuyorsun. Tekniğindeki bu kaynaşma hali senin için ne ifade ediyor? EU: Seramik işleri, hep resmin yanında ve resimle ilişkilendirerek düşünmüştüm. Seramiği daha çok üç boyutlu resim gibi kullarak başladım, sonra kadını anlatan formlarla figüra-
arasında yaşayan bir sanatçı olarak bu ilişkiyi günlük hayatından ilham alarak konu edindiğin söylenebilir mi? EU: Amerikalı sanatçı David Hammons, sanatı sembollerden ibaret bulduğunu ve sembollerle yapboz yapınca ortaya sihirli şeyler çıkabileceğini söyler. Zaten bu sembollerin hemen hepsi günlük hayattan geliyor. Sanatçı olarak yaptığım seyin epey büyük bir kısmı da gözlem. Amerika’da uzun zaman yaşamama rağmen hala biraz yabancı hissediyorum, aynı şekilde burada da sürekli bulunmamak, her geri geldiğimde etrafa yeni gözlerle bakmama fırsat veriyor. Doğu ve Batı arasındaki kimlik
tif heykeller ortaya çıktı. Geleneksel seramik işlerini doğadan soyutlanan motifleriyle ve kıvrak formlarıyla zaten çok feminen buluyorum. Amacım bu geleneksel desenlerden yola çıkıp daha çağdaş bir görsel dile ulaşmak. Kadınların kullandığı malzemeler, giyimleri, eşarplar, ayakkabılar benim için önemli kaynaklar ve işaretler. NC: Aynı zamanda eserlerinde bir hikaye anlatıcılığı geleneği de seziliyor. Anlatı-odaklı tuvallerinde, sürrealist görüntüler, ekspresyonist renkler ve arabesk motifler oluşturdukları sentezle bir karede bir hikaye anlatmaya soyunuyorlar. Bu hikaye-anlatıcılığının
10
ELİF URAS, FOTOĞRAF: GİZEM KARAKAŞ
desenlerinden, örtünme ve giyinme modasına kadar farklı verileri, malzeme olarak kullanmak istedim. Doğu ile Batı arasındaki kimlik çatışmasında kadının toplumdaki rolü, cinselliği, giyinmesi ve evin dışında bir rol arayışı çok önemli bir boyut teşkil ediyor. Diğer yandan kadını daha çok bir anne olarak tanımlayan ve ev içindeki rollerine öncelik veren politikalarda da bir artış var. NC: Yeni işlerinde yer alan karakterler, iç veya dış mekânlarda üstlendiği farklı roller üzerinden özel ile kamusal alan arasındaki sınırı sürekli yeniden tanımlıyorlar. Özellikle günümüz Tür-
sanatsal pratiğindeki yeri ve önemi nedir? EU: Sosyal-gerçeküstücülük gibi bir yerdeler. Anlatısal resim beni kendisine en çok baktıran resim olmuştur, Hieronymus Bosch’dan Florine Stettheimer ve Karen Kilimnik’e kadar en favori ressamlarım hep anlatısal resimler yapan sanatçılar. Ben de kendi resmimde hem hikaye hem de renk ve desen senteziyle yeni bir mekân anlıyışı ve ruh hali yaratmak istedim. NC: Serginin mekânsal yerleşimi de kadın bedenine ve üretkenliğine referansta bulunuyor. İzleyici galerinin girişinden itibaren kendini bir sarmalın içinde bularak resimler, seramik vazolar, tabaklar ve heykellerle dolu odalardan geçerek yolun sonunda göbek şeklinde seramik bir çeşme ve bir çini duvar yerleştirmesiyle buluşacak. Bu mekânsal yerleştirme fikrini geliştirme süreci nasıl oldu? EU: Mekânın çok özel mimarisine bir yanıt oldu bu yerleştirme. Passage du Petit-Champs 200 senelik bir bina. Duvarlarda eski freskolar var, zaten pasajın diğer adı Fresko Pasajı. Mekânın iç içe geçmiş odalardan oluşması sarmal bir hareket yaratma imkanı verdi. Zaten işlerimde de sarmal ve helezonlu formlar var. Resimlerin ve seramik heykellerin yanı sıra vazolar ve tabaklar da olacak. Bunlar daha domestik objeler. Mekânı ve odaların bazılarını niş, çeşme ve duvar resmi gibi daha mimari detaylarla dönüştürerek evi andıran bir estetik yakalamaya çalışacağım. NC: Yüzyıllar önce Osmanlı İmparatorluğu’nun en meşhur çini ve seramiklerinin üretildiği İznik’teki (Nicaea) İznik Vakfı’nda çalışmayı tercih ediyorsun. Bunun doğal bir sonucu olarak da çalışmaların İznik’in geometrik ve natüralist görsel dağarcığını yansıtıyor. Diğer yandan, geleneği alt üst eden özgün desenler kendini gösteriyor. Bu ikilik üretme sürecini etkiliyor mu? EU: İznik’in tarihi benim için çok önemli, 16. yüzyılda böyle muhteşem eserler yaratılmış ama sonra tarihte donup kalmış, şimdi de kopyalanmaktan kanıksanmış. Bu bir endişe tabi. O nedenle gelenekselden esinlenirken bunu kişisel ve çağdaş bir dile dönüştürebilmek çok önemli. Öte yandan gündemde neo-Osmanlı eğilimleri var, mimaride ve güzel sanatlarda eskinin pastişleri olarak nitelendirilebilecek örnekler yaratılıyor. İşlerimde hem form hem de içerik olarak geleneksel sanatlara yabancı olan kadın figürünü merkeze almak bu tip çağrışımları yıkmak adına bir girişim oldu. NC: İznik çinileri aynı zamanda tarihsel olarak geleneksel toplumun ataerkil şartlarını temsil ettiği için de senin
için önem kazanıyor, tarihi bir anlamda tersine çevirerek İznik’te günümüzdeki çini ve seramik üretiminde kadınların oynadığı önemli role dikkat çekiyorsun, bu dönüşümün ne şekilde gelişti? EU: Geleneksel desenleri kadınsı bulmamın arkasındaki tezat da bunların 16. yüzyılda erkek sanatçılar tarafından tasarlanıp uygulanması. Bugün tarihi İznik çinisi denilince Topkapı Sarayı’ndaki ve Mimar Sinan’ın muhteşem camilerindeki çiniler öne çıkıyor ve bunlar da ataerkil bir gücü ve kutsallığı çağrıştırıyor. Mesela çininin en harika örnekleri Topkapı’da Sünnet Odası’nda, Sultan Ahmet Camii’nde, Rüstem Paşa Camii’nde, hepsi erkeklere mahsus mekânlar. Bugün ise İznik’teki atölyelerde çoğunluk kadın. Hem kullandığım formlarla, hem de içerik olarak cinsiyet rollerindeki bu dönüşümü vurgulamak istedim. NC: Geçtiğimiz sene The Aldrich Contemporary Art Museum’da gerçekleşen Nicaea başlıklı sergin de benzer şekilde, Batı sanat tarihine yaptığın referansları İznik geleneğinden esinlenen motiflerle birleştiriyordu. Sergide Metropolitan Sanat Müzesi’nden ödünç alınmış, 16. yüzyıl başından kalma bir İznik tabağı senin çalışmalarınla diyalog halinde sergilenmesi senin için ne ifade ediyordu? EU: Aldrich’teki sergide işleri tarihi eserlerle aynı boylamda göstermek gibi küratöryal bir fikir vardı. Benim de aklıma ilk gelen koleksiyonu araştırırken gözüme kestirdiğim mavi-beyaz bir tabak oldu. O tabaktaki danteli andıran sarmal-helezon motiften esinlenen bir desen benim sergi icin ürettiğim hamile formlu vazonun üstünü sarıyordu. Bu şekilde yüzyıllar arasında bir diyalog kurabilmek benim için özel bir deneyim oldu.
7 soruda Esra İlbeyli 1. Resim yapmaya nasıl başladınız? Üniversitenin birinci ve ikinci yıllarında daha renkli işlerle birlikte sokak sanatını çok sevdiğim için stencil tekniğini kullanarak işler üretiyordum. 2013 yılında Doğu’ya gittim ve hayatımın dönüm noktası oldu. Diyarbakır’da bir süre kaldım. Orada 5 numaralı ceza evini gezdim. O zaman halka açık bir yerdi, toplu mezarlar bulunduktan sonra halkın ziyaretine kapattılar. Daha sonra cezaevinin belgeselini izledim. Ziyaretim sırasında birkaç kişi ile tanıştım, konuştum, araştırdım merak ettim. İnsan hayat-
İSİMSİZ, KOLAJ, ESRA İLBEYLİ’NİN İZNİYLE
larını bu denli etkileyen bir coğrafyada duyarsız kalmanız imkansız. İstanbul’a döndüğümde işlerimin konusu tamamen değişti. Önceki temam boşluk üzerineydi. Biraz daha bireysel konudan toplumsal konuya geçiş yaptım. Eğitimimin, son iki yılında gözetleme, göç, savaş ve haritalar üzerinde yoğunlaştım. Üniversiteden sonra da bu konular üzerinden devam ettim. 2. Plastik Sanatlar eğitiminizin haricinde Sanat Yönetimi bölümü size ne kazandırdı? Biraz daha işlerin altını teorik anlamda doldurmayı öğrendim. Bu piyasadayız ama nasıl ilerlediğini pek bilmiyoruz. Galeri, müze tarihi sanat tarihini detaylı öğrenmek istedim. Bu bölümde aldığım derslerden birinde Cabinet of Curiosities (Merak Odaları) konusu ilgimi çekmişti. Aslında kutularımı yaparken de merak odalarından etkilendim. Objeler toplamaya başladım, malzeme kullanmaya başladım. 3. Mamut Art Project’ten önce hangi projelerde yer aldınız? 2015 yılında Onur Haftası etkinlikleri kapsamında bir sergiye katıldım. Sergi, Maumau ve Blok Artspace’de gerçekleşti. Onur haftası sergisinden önce Halka Sanat Projesi’nin başladığı göç temalı olan Bizim insanlarımızdan hikayeler sergisi yapıldı. Bu serginin özelliği farklı alanlardan insanları birleştirdi. Sadece sanatçılar yoktu. Mutfak sanatları okuyan öğrencilerde vardı. Mesela onlar mübadele döneminde Balkanlardan Osmanlı’ya yanında yolluk olarak götürülen yemekleri yapmışlar daha sonrada fotoğraflarını sergilemişlerdi. Performanslar yapıldı. Ben de göçün hissettirdiğini resim olarak üretmiştim. Bu proje üç farklı mekanda gerçekleşmişti. Bir ayda olmuş bir sergileme değildi aylara yayılmış bir projeydi. Bu serginin başka bir ayağı Sirkeci Tren Garı VE TMMOB’ de oldu. Konuyu göç eden insanların tren
istasyonundaki yolculuklardan yola çıkarak işledim. Göç eden insanlarda bir belirsizlik var. Nereye ait oldukları belli değil. Ailenin bir kısmı göç ediyor bir kısmı kalıyor. Bir hüzün var ortada. İnsanlar, aileler arasında bir kopukluk oluşuyor. İşin adını da: Bağlantısızlık - kopukluk. 4. Mamut Art Project’teki işlerin neyi anlatıyor? Yine günümüzle ilgili politik süreçlerden bahsediyorum. Yeni Türkiye denildi ve sonuçta bizim geldiğimiz nokta savaş oldu. Her gün ölüm haberleri geliyor bomba patlıyor. Son günlerde karışıklık daha da arttı. İnsanların bunu en azından düşünmesi lazım. Bir işimde gözetleme ile ilgiliydi. Gözetleme Kulesi serisinden bir iş yer alıyordu. Farklı medyumlar kullanarak iş üretiyorum. Her birine örnek işler koyarak en iyi şekilde yansıtılmasını istiyorduk. Aslında her işi koymak değil, seni en iyi temsil edebilecek, izleyiciye senin işlerini iyi şekilde anlatabilecek işleri koymak. İş seçerken bu yolu izledik. 5. Gündemin bu kadar kalabalık olması senin üretim sürecini nasıl etkiliyor? İlla gündemden besleniyorum diye oradan bir cümle alıp iş yapmak aslında kalabalık bir üretmedir. Cinayete değinirsin, tecavüze değinirsin, değinmek istersen bir sürü şey var. Ama gerçekten beni etkileyen şeylere ben değinmek istiyorum. Bazen bunların zaten bilinen şeyler olduğuna dair yorumlar alıyorum. Siz farkında olabilirsiniz ama başkası olmayabilir. Zaten ben olan bir şeyi tekrar göstermek istiyorum. Tekrar insanlara onu hatırlatmak istiyorum. Yoksa olmayan bir şeyi göstermiyorum. Gazeteci haberi yapar ve o gün geçer fakat ben bunu beş yıl sonra da tekrar işleyebilirim. 6. İşlerinle ilgili izleyiciden nasıl tepki alıyorsun? Dijital ortamda gördükleri zaman
pek anlaşılmıyor. Siyah bir resim gibi geliyor insanlara. Canlı görmek daha farklı oluyor. Mamut Art Project’le görüşme sürecimde böyle gelişti. İşler dijital ortamda çok farklı görünüyordu o yüzden atölye davet edip birebir göstermek istedim. Ben işlerimde direk anlatımdansa biraz daha üstü kapalı anlatmayı seviyorum. Savaş diye öldürülen insanlar, kan, bayrak, tank tüfek gibi imgelerle anlatmaktan kaçınıyorum. Göç temalı işlerimi yaparken de bavul, çuval, eşya ve insan kullanmayı istememiştim. 7. Mamut Art Project’ten sonra katıldığınız sergi var mı? Mamuttan sonra Special Politic sergisi var. Orada işim göç ile ilgiliydi. Sur’da yaşanan göçten bahsettim. Direk Sur’da sokak arasında olan bir evin birebir aynısını yapmaya çalıştım. İnsan ve eşya kullanmadan anlatmaya çalıştım. Maketlerin bir tanesi siyah, tıpkı çamura batmış gibi bir hissi var. Oradaki o hissedilenleri, yaşananları anlatmaya çalıştım. Yanında da tam tersi o kadar karışık bir savaş durumu varken sade boş dağ manzarası gibi görüntü yapmayı tercih ettim. Tabi biz Batı’dan baktığımız için orada yaşamadığımız için biraz uzak kalıyoruz. Siyah yapmamın ve loş ışık kullanmamın da nedeni vardı. Biz uzaktan olaylara bakıyoruz ortada bir durum var ama tam ne olduğunu bilmiyoruz. Günde kaç insan ölüyor? Ne oluyor? Çoğu zaman bize eksik ve ya yanlış aktarılmış olabiliyor. O yüzden benim işimde de çok uzaktan bakıldığında bir karartı var ama insanlar ancak yaklaştıkça orada yıkık bir ev olduğu ve o dağın nasıl boşlukta olduğunu fark edebiliyorlar.
03-06 November
12
Lütfi Kırdar ICEC Rumeli Hall Istanbul Congress Center ICC contemporaryistanbul.com
Main Sponsor
Associate Sponsor
Sponsors
Co-Sponsor
Official Carrier
THIS FAIR IS ORGANIZED WITH THE PERMISSION OF TOBB (THE UNION OF CHAMBERS AND COMMODITY EXCHANGES OF TURKEY) IN ACCORDANCE WITH THE LAW NO.5174
Darbe koşullarında sanat Yazı Erman Ata Uncu
Etki ve tepki… Belki farklı coğrafyalarda başka türlü bir manzara söz konusu olabilir. Ama tek doğrultuda işleyen etki tepki ilişkisi, Türkiye’de darbelerin sanattaki yansımalarını açıklamak için yeterli bir çıkış noktası sağlayabilir mi? Sanat üretimi ile siyaset arasındaki ilişkinin çetrefil yapısı düşünülünce bu soruya olumlu cevap vermenin de pek mümkünatı yok. Zira sanat, tüm Cumhuriyet sürecinde kamusal alanla, tarihle ihtilaflı bir ilişkinin sahibi. Hangi tarihin referans noktası olarak ele alınması gerektiği, (Osmanlı harici Anadolu medeniyetleri mi, yoksa Osmanlı’nın ta kendisi mi?) kamusal alanda temsil edilecek öznelerin niteliği, (ayrıntılı bir analiz için Vasıf Kortun’un ‘10’da Nazmi Ziya’nın Taksim Meydanı resmini değerlendirmesine bakılabilir) ve ulusal kimlik halihazırda Türkiye sanat tarihinin temel meseleleri. Dolayısıyla 15 Temmuz 2016’daki teşebbüsle yeni bir halka eklenen Türkiye darbe tarihinin sanatla ilişkisi de bir o kadar karmaşık. Çünkü kamusal alanı yeni baştan düzenleme, kendi tarih kurgusunu dayatma amaçlı darbeler sırasında sanatçılar, bu kritik meseleleri daha da derinleştiriyor, halihazırda kaygan olan zemini iyice didikliyor. Türkiye’nin modernleşme serüveninin Batı tipi modernleşmeden farkları üzerine bir külliyatın sahibi Orhan Pamuk, darbe ve sanat konusunda da imdadımıza yetişecek bir karaktere evsahipliği yapıyor: Yazarın 1979’da yayımlanan romanı ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki Ahmet… Ahmet, romanda 1905’ten itibaren hikayesi anlatılan Nişantaşılı bir ailenin ressam oğlu. Bizim için ilgi çekici olan ise onun Paris’teki resim eğitiminin ardından 12 Mart 1971’den hemen önce ülkeye dönmüş olması ve devrimci ideallerini tuvale nasıl yansıtacağı konusunda sonu gelmez kafa karışıklığı. Ahmet, devrimci ideallerini sanatına yansıtabilmek için bazen bir Osmanlı zengini olan dedesinin portresini yapmayı bazen de futbol maçı izleyen kitlelelerin resmini yapmayı düşünür. Konu seçimlerinde de, tarzında da kararsızdır. Kendisi gibi ‘devrimci’ olan arkadaşının, resimlerini “sen bunları ciddi mi yapıyorsun, yoksa bunlarla alay mı ediyorsun, anlamıyorum!” diye yorumlayışı sonrasında yaşadığı sevinç ise Türkiye’de öncü sanatın muğlaklığını göstermesi açısından ayrıca önemli: “Yaşa yahu! Goya’ya da bunu söylerlermiş biliyor musun? O aristokratlarla dalga mı geçiyor, yoksa onlara hayran mı merak ederlermiş!” Ahmet karakterinde örneği verilen, kendi konumunu sürekli sorgulama alışkanlığı, kuşkusuz darbelerle daha da katmerlenecek bir anlayışa işaret ediyor. 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle başlayan Türkiye darbe tarihinin, moder-
nizmin Batı harici ülkelerdeki macerasıyla kesiştiği noktalar düşünüldüğünde daha da karmaşık bir manzara ortaya çıkıyor. Örneğin, 10 yıllık bir Demokrat Parti iktidarının ardından ordunun yönetime el koyduğu 27 Mayıs darbesi, aynı zamanda dünyada da modernlik ülkülerinin tartışılmaya açıldığı, en büyük ivmesi 1968’de dünyanın farklı bölgelerinde eşzamanlı yaşanan öğrenci ayaklanmalarıyla yaşanmış bir sürece denk geliyor. İktidar kavramının kendisinin sorgulandığı, sınıf mücadelesinin farklı boyutlar kazandığı ve kimlik siyasetinin konuşulmaya başladığı bu dönemde, Batı harici ülkelerin payına da masaya yatırılacak ulusal kimlikler düşüyor. Türkiye’de ise bir taraftan 1961 anayasasından hareketle kültürel politikalar oluşturmak adına güzel sanatlarda nasıl bir örgütlenmeye gidileceği gibi konular tartışmaya açılıyor, sanat tartışmaları kamuoyuna yansıyor. Diğer taraftan ise devlet sanat ilişkisinde kilit bir öneme sahip Güzel Sanatlar Akademisi, dünyadaki öğrenci hareketlerine koşut bir anlayış değişikliğine sahne oluyor. 1969 yılında Akademi’den mezun olan Gülsün Karamustafa, ‘Düşkün İkona’da akademideki bu dönüşümü şöyle aktarır: “Akademi, adındaki ‘devlet’ kelimesiyle bütünleşmiş bir eğitim kurumuydu. Kendini, her yıl açılan ‘Devlet Resim Heykel Sergileri’ ile tanımlıyordu. İstisnai hocaların da yer aldığı bir öğretim kadrosu ile, geleneksel yapılarıyla bilinen dünyadaki emsallerinin tersine, çağdaş olanla geçmişe ait olanı birlikte barındırıyordu. Öğrenciliğimin en önemli deneyimlerinden biri, bu ikilemin bir yol ayrımına doğru gidişine şahit olmaktı. Soyut sanat tartışmasını biraz gecikmiş olsak da yakalamıştık. Öte yandan hâlâ Dada’nın başkaldıran, çılgın çocuklarıydık, avangard’dık. Aynı zamanda Amerikan Pop Art’ından, happeningler’den haberdar olmayı başarıyorduk. (...) 1960’ların sonu, sanat alanında Türkiye’de belki de ilk defa resmi olanla, onun dışında kalanın ciddi biçimde yüzleştiği bir dönem oldu. Öte yandan bu yıllar, dünyadaki 68 öğrenci hareketlerinin bir uzantısı olarak başlayıp Türkiye’ye mahsus bir yol izleyen ve çok uzun bir zamana yayılarak ağır bir bedel ödeten politik bir dönemin de başlangıcıydı.” Bir sonraki darbeden, 12 Mart 1971’de ordunun yönetime el koymasından sonra yaşanan politik bedel sadece - Karamustafa’nın da dahil olduğu- tutuklamalarla ödenmedi. Sendikal örgütlenmeler, basın ve sanat alanında baskıların yaşandığı bu dönemde kültür, önceki onyıllardan çok daha çetin bir mücadele alanına dönüştü, evrensellik, millilik gibi kavramlar üzerinden değerlendirilmeye çalışıldı. Güler Bek Arat, ‘1970-1980 Yılları Arasında Türkiye’de Kültürel ve Sanatsal Ortam’ başlıklı doktora tezinde söz konusu mücadelenin temeline Ziya Gökalp’in uygarlık ve kültür ayrımını koyuyor. Gökalp’ın bir toplumun maddiyata dair boyutunu uygarlık, manevi boyutunu kültür olarak tanımlaması, ilerleyen yüzyılda berikinin (kültürün) toplumsal ve ekonomik temellerini
gözardı eden bir anlayışın ve kavramsallaştırmanın ortaya çıkışının temel sebeplerinden. Ya da başka bir deyişle, millilik, ulusallık gibi kavramlarla kültüre sınır çizmenin altında, onu tüm toplumsal bağlantılarından arındırarak idealize etmek arzusu saklı. 12 Mart 1971 muhtırası sonucu teknokrat hükümetinin yönetime geçişiyle başlayan ve sonrasında koalisyonlarla devam eden 1970’li yıllarda da kültürü millilik üzerinden tanımlama çabası özellikle göze çarpacak boyutta. Ancak asıl ilgi çekici olan, sokakların iyice politize olduğu bu dönemde millilik, ulusallık, evrensellik gibi kavramların da günlük politikayla içli dışlı hale gelmeleri. Yine Arat’ın tezine başvuralım: ““Türkçede ‘ulusal’ sözcüğünün karşılığı ‘milli’dir ve 70’lere gelinceye kadar da ‘ulusal/milli’ sözcükleri aynı anlama karşılık gelecek biçimde birbirinin yerine kullanılmıştır. (...) 70’lerde ise ‘ulusal/milli kültür’ kavramlarının farklı siyasetlere karşılık gelecek biçimde anlam değiştirmesi söz konusudur. Milliyetçi-sağ kesimler ‘milli kültür’ü, demokrat-sol kesimler ‘ulusal kültür’ü kullanmayı yeğlemişler, sözcüğün içeriğini kendi tarih, dil, kültür ve siyaset anlayışlarına göre biçimlendirmişlerdir.” MHP’nin, “Batı etkisindeki” Güzel Sanatlar Akademisi’ne alternatif olarak öne sürdüğü Türk Sanatları Akademisi teklifi, ‘milli görüşün’ temsilcisi yayınlarda Yüksel Arslan gibi ressamların eserlerindeki sol içeriğe, milli olmadıkları iddiasıyla yapılan eleştiriler, dönemin basınında sanatta köklere dönüşün yoğun bir şekilde tartışılması bu dönemin milli sanat/ulusal sanat odaklı gelişmelerine birkaç örnek. Ancak bu resimde milliyetçilik ve sosyalizm arasındaki karşıtlıktan başka noktalar da mevcut. 1970’lere gelindiğinde petrol krizi ve on yılın sonundaki İran Devrimi gibi vakalarla modernizmin, Batı ve Üçüncü Dünya tanımlarının iyice krize girmeye başladığını söylemek mümkün. Yani söz konusu dönemde kültüre ilişkin millilik, evrensellik tartışmalarında yoğun bir kimlik krizinin izlerini görmek olası. Türkiye sanatının, özeleştiriye dayalı, tek doğrultuda ilerleyen Batılı avangart anlayıştan farklılaşmaya başladığı noktalar bu kimlik krizinin kanıtı sayılabilir mi? 1970’ler Türkiye’sinde ‘öncü sanatın’ nasıl adlandırılacağı yönündeki tartışmalar, belki bu yönüyle de okunabilir. Akademi’de Adnan Çoker atölyesinden öğrencilerin, ihtilalden iki ay sonra 1971 Mayıs’ında kurduğu İstanbul Deneysel Grubu’nun adı, topluluktan Yusuf Taktak’a göre “Öğrenci sergisi demek yerine biraz daha yüksek bir isim koyma amacının göstergesi”. Grubun 1974 Mayıs’ta Beyoğlu Şehir Galerisi’nde açtığı serginin Yeni Ortam gazetesinde çıkan haberinde ise Adnan Çoker, topluluğu “Türkiye’de boyana çizile yıpranmış, eskimiş ve alışılagelmiş götrüntüler yerine, yeni araştırmalara yönelmeleri, bu genç sanatçıların ortak yönleri görünüyor bizlere” sözleriyle yorumluyor. DİSK’in sanatçıların “en büyük işvereni” olarak sayıldığı bu dönemdeki
yeni arayışlar ise kültürün siyasi mücadeleyle yakın ilişkisine dikkatleri çekiyor. Örgütlenme çalışmalarının ve işçi hakları mücadelesinde birebir yer alma arzusunun yanı sıra yeni estetik arayışlar, artık devletin güzel sanatlarda tek belirleyici olmadığı bir manzaranın sonucu olarak öne çıkıyor. Gülsün Karamustafa’nın ilk olarak 2013te SALT’ta ‘Vadedilmiş Bir Sergi’de görülebilen hapishane resimleri, göç kaynaklı arabesk unsurlara gösterdiği ilgi, Mehmet Güleryüz’ün bozguna uğratılmış kentli figürleri, dönemin yayınlarında Marksist estetiğin nasıl olması gerektiğine yönelik tartışmalar, Türkiye sanatının kimlikle ilişkisinde yeni bir döneme işaret ediyor. Siyasette, gündelik hayatta ve kamusal alanda yol açtığı etkileri bugünü de şekillendiren 12 Eylül 1980 darbesinin sanatın çehresini nasıl dönüştürdüğü tartışmalarını da tek bir boyutta ele almak imkansız. İlk olarak örgütlü siyasi hayata yapılan müdahelenin sanat alanındaki yansımalarından, Görsel Sanatçılar Derneği gibi kurumların kapısına vurulan kilitten söz etmeli. Yine bu baskıcı atmosferden kaynaklı otosansür mekanizması ile dönemin akademisindeki soyut ve figüratif tartışmalarının yoğunluğu arasında bir bağlantı olması da kuvvetle muhtemel. Ancak 1980’lerde sıklıkla rastlandığı üzere kamusal alana yapılan bu sert müdahelenin öngörülemeyen etkileri, sanat alanında da farklı mücadele odaklarının yeşermesinde kendini gösteriyor. Devlet ve sanat ilişkisinde kilit konumdaki Güzel Sanatlar Akademisi’nin 1980’de çıkartılan YÖK Kanunu’yla Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştürülüp merkezi bir sisteme entegre edilişi, bu kurumun sanatta tek referans olmaktan iyice çıkmasına vesile oluyor. Bu dönemde her ne kadar neoliberal ekonomi politikaların etkisiyle özel galerilerin etkinliğinde ve ‘soyut’ resimde bir artış olsa da işkence, basın özgürlüğü gibi temalar da sanatın ilgi odağında. Ne var ki Türkiye sanatında 1980’ler sadece tematik meselelerle geçiştirilemeyecek zengin bir alana işaret etmekte. İlki 1984’te İstanbul Festivali’nde açılan ‘Öncü Türk Sanatından Bir Kesit’ sergilerine dair tartışmalardan ve sanat yayınlarına yönelik ilginin artışından da görülebileceği üzere bu dönemde Türkiye, kendi avangardı üzerine düşünüyor. Bu arayışta gündelik hayatta ve sansür mekanizmasında etkisini tüm gücüyle sürdürse de devletin referans olmaktan çıkışı ise 1980’leri ayrıcalıklı kılan belki de en önemli unsur. Bu da onyılın sonlarına doğru meyveleri verilmeye başlayan sivil hareketlerin, çeşitlenen kimlik siyasetinin kültürden ayrı düşünülemeyeceğinin kanıtlarından biri. Daha sonra 28 Şubat 1997’deki ‘postmodern’ darbeyle devam eden bu tarihi çizgiden çıkan ise belki de beklenmedik bir sonuç: Türkiye sanatı fildişi bir kuleye hapsolmak yerine darbelerin yarattığı sarsıntıları kendi krizlerine daha da derinlemesine dalmak için kullanıyor. Kimlik krizi her seferinde daha da perçinlenerek büyüyor.
İyileşmek için: Sanat
14
Yazı Nihan Bora
Yaşadığımız ağır günleri atlatmak için bununla baş etme sorunları olan kişisevdiğimiz şeylerden destek almayı dü- lerde sanat psikoterapisi kullanılabilir. şündüğümde, itiraf etmeliyim ki sanat “Kişinin farkındalığını artırmak terapisinin bu kadar etkili olabileceği- için kullanıyoruz” ni tahmin etmemiştim. Kısaca tanımKlinik psikolog ve dışavurumcu salamak gerekirse sanat terapisi, sanatın nat terapisti olan Suzi Amado, bu süreci farklı dallarını –resim, müzik, yazı, “Sanat terapisinde kişiye kendisi olması drama- kullanarak kişinin kendini ta- için alan açıyoruz ve sanatı kişiye desnımasını ve sorunlarını çözmesini sağ- tek olmak için kullanıyoruz. Bu; farlayan bir terapi türü diyebiliriz. kındalığı artırmak, deneyimi derinleşSanat terapisinin başlangıcı oldukça tirmek, dönüşüme destek olmak ya da eskiye dayanıyor. Hastaların yaptığı birçok zaman sadece o deneyimde kişisanat ürünleri üzerine ilk klinik ince- nin yanında olmak olabilir. Bizim yaplemeler 1870’li yıllarda gerçekleşmiş. tığımız iyileşmede yol arkadaşı olmak. II. Dünya Savaşı’nda da sanat terapisi Bunu yaparken de biz sanat terapistleri tekniğinin kullanılmasının ardından sanatı kullanıyoruz” diye anlatıyor. Sigmund Freud, Carl Gustav Jung gibi Sanat terapisine gitmek için herhangi isimler de sanat terapisine farklı yo- bir yeteneğe sahip olmanız gerekmiyor. rumlar getirmişler. Hatta bir sanat dalında çok yetenekliySanat terapisinin Türkiye’deki ge- seniz mükemmelliyetçiliğinizin tetiklişimine baktığımızda ilk sanat ile te- lenme olasılığına karşı genelde o alan rapi çalışmaları Prof. Dr. Kazım Dağyolu tarafından başlatılıp ressam psikiyatr Prof. Dr. Süleyman Velioğlu tarafından 1957’lerden beri yönetilen Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı’nda gerçekleşmiş. Şimdiki zamana geldiğimizde ise sanat psikoterapi çalışmaları İstanbul Tıp Fakültesi Anabilim Dalı’nda Nurhan Eren tarafından yürütülüyor. 1995’ten bu yana bireysel ve grup sanat psikoterapi sanat çalışmalarının resim yoluyla değerlendirilmesi şeklinde uzun süreli bir psikoterapi yöntemi olarak kullanılıyor. Sözel olarak ifade İLLÜSTRASYON: CANER YILMAZ edemediğinizde; sanat terapisi terapi sürecinde kullanılmıyor. Çünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bir ressam güzel bir resim yapmak istiPsikiyatri Anabilim Dalı Sanat Psiko- yor. ‘Güzel’ ise sanat terapisinin yasak terapisi ve Rehabilitasyon Programı so- kelimesi. ‘Tüm amaç içinizdekini dırumlusu, Sanat Psikoterapileri Derneği şarı çıkarmak’ diyen Amado’ya travma kurucusu ve başkanı Doç. Dr. Nurhan sonrası sanat terapisinin etkisini soruEren’i görüyoruz. Eren’e sanat terapisi- yorum, şöyle yanıtlıyor: “Sanat bazen nin hangi durumlarda tercih edileceği- kişinin sözle anlatamadıklarını yalın ni sorduğumuzda şöyle yanıtlıyor: bir şekilde anlatıyor ve terapistle yapıİnsanlar sanat psikoterapisini her lan sanat, kişiye görülmüşlük anlaşılzaman tercih edebilir, ancak en çok mışlık hissini deneyimletiyor.” kendilerini sözel olarak ifade edemeTerapilerinde hangi sanat dalını sediklerinde veya kısıtlı kaldıklarında çeceğine nasıl karar verdiğini ise şöyle duyumsal, duygusal, bedensel, algısal anlatıyor: “Biraz içgüdüsel, biraz da kibirçok açıdan sıkışmışlık oluştuğunda, şinin neye açık olduğuyla alakalı. Ben psikososyal izolasyon, iletişim sorun- sanatsal bir şey yapmak istiyorum diları, toplumdan kopma ve kendi içine yorsa, her zaman ‘Yaşadığın deneyimi çekilerek kronik bir gidişe engel olmak bir mandalanın içine çizmek ister miiçin şizofreni ve diğer psikotik durum- sin?’ diyebiliriz. Sonra da onun üzerine larda, depresyon, stres ve anksiyete ile konuşmak gerekiyor. Bazen de kişi kenbaşa çıkamama gibi somatik ve duygu- dini çok tutuyor, biraz açılması gerekisal sorunlar yaşadıklarında ve daha bir- yor diyorsunuz ve drama tekniklerinin çok sorunda, çocuklar, gençler, erişkin işleyebileceğine karar veriyorsunuz.” ve yaşlılarda, fiziksel hastalığı olan ve Terapi, insanın kendisiyle yüzleşme-
sini içerir ve bu zor bir süreçtir. Sanat terapisinde yüzleşme, terapistin kurduğu cümlelerden çok, sanat süreçlerinde yumuşak bir şekilde gerçekleşir. Amado, bu süreçte sanatla kurulan empatinin çok değerli olduğunu söylüyor. “Hareket, bedenin anadili” Beden ve zihin arasındaki bağı resim yaparken keşfettiğini söyleyen, hareket temelli dışavurumcu sanat terapisti Bihter Yasemin Kaya, hareketi bedenin anadili olarak tanımlıyor. Dans yerine hareket demelerinin sebebi ise, bunun bir stilize edilmiş, kuralları olan bir şey olmamasından kaynaklanıyor. Kaya hareket temelli terapi sürecini ise şöyle anlatıyor: “Terapist danışanı, bedenine ve hayal gücünü harekete geçirecek, yaratıcılığını körükleyecek ısınma ve alıştırma çalışmalarıyla bir eşikten geçirerek seansın kalbi ya da
merkezi denilebilecek sanat alanına davet eder. Terapist, danışanın o günkü tema ve anlatımındaki ipuçlarından yararlanarak, o gün yararlanabileceği dışavurumcu sanatlar (resim, dans/ hareket, yaratıcı yazı, şiir vb.) aktivitesine çeşitli alternatifler sunarak yönlendirir. Sanat terapisi seansının bu aşamasında, danışanın gerçek hayatın sorunsallarını geride kapıda bırakması ve farkındalığını hayal gücüne, şiirsel ve estetik olana yöneltmesi desteklenir. Ortaya çıkan ürünü anlamlandırma süreci kimi zaman sanat eseri üzerine konuşarak, kimi zaman ise onu anlamını veya mesajını yine yaratıcılıkla açığa çıkartan başka bir sanatsal ifade üreterek başlatılabilir. Seansın çıkış kapısına yönelirken de sanatsal ifade ve yaratıcı süreçler değerlendirilir, danışanın dışarıdaki hayatı ve sanat terapisi sürecinde paralellik gösteren durumları ele almasıyla seans sonlandırılır.” “Sadece anlatmak, karmaşık yazmak
da iyi geliyor” Yaratıcı yazarlık eğitimlerinin verildiği Yazıevi’nin kurucusu ve 15 senedir yazıyı terapi olarak kullanan Yeşim Cimcoz, kişinin kendini ifade etme aracı olarak yazıyı seçmiş olması gerektiğinden sonra yaptığı işi şöyle anlatıyor: Kağıt ve kalem sizin elinizde, onları akıtabilir ya da durdurabilirsiniz. Bu anlamda gücü size bırakan bir yöntem. Herhangi bir şekilde yazmaktan ziyade belli yöntemleri kullanarak yazmayı içeriyor. Metafor çok kullanıyorum, hikaye anlatımı ve duyguları ortaya çıkartacak birçok çalışma yapıyorum. Bunların dışında sadece anlatmak, zihni boşaltmak, konudan konuya atlayarak karmaşık yazmak da iyi geliyor. İyi gelmek önce rahatlamak anlamında, sonra da yaşananlara bir anlam çerçevesi oluşturmak anlamında. İnsanların fark ı nda l ık ları nı n artması, yaşadıklarını ifade edebilme fırsatı vermesi ve kendi dünyalarında yaşadıkları bölünmüşlükleri toparlama imkanı sağlaması açısından yazı bir terapi olabilir.” Piyanist, besteci, soprano ve müzikterapist olan Renan Koen müzikle terapinin gücünü şöyle ifade ediyor: “Kendimize olan inancımızı ve özgüvenimizi içimizdeki ritmin gücünden alır ve yine ifade etme gücümüz içimizdeki ritmi duymaya devam ettiğimiz müddetçe tamdır.” Anadolu’da da uzun yıllar hastalıkları tedavi etmek için kullanılan müzik, birçoğumuz için şimdi de zor zamanlarda en iyi gelen iyileşme aracı olsa gerek. Sevdiğimiz, rahatlatan bir şarkı açtığımızda tüm sıkıntılardan uzaklaşabildiğimiz bir gerçek. Kişisel ya da toplumsal travmaların ardından konuşmakta zorlanıyorsanız, sanat terapisi tam da bunun için var. Nefes almak, iyileşmek, eskiye dönmek, atlatmak, kendinle tanışmak için sanat terapisinin iyileştirici gücü keşfedilmeyi bekliyor.
‘FRONT OFFICE’, 2015 STONEPASTE, BLACK PAINT UNDER TRANSPARENT GLAZE, 46 X 31 X 3.5 CM
GALERIST MEŞRUTİYET CAD. NO 67/1 TEPEBAŞI BEYOĞLU 34430 İSTANBUL TÜRKİYE T. + 90 212 252 1896 info@galerist.com.tr www.galerist.com.tr Salı – Cumartesi Tuesday – Saturday 11:00 – 19:00
Lanetli ve alçakgönüllü cihazlar Yazı Merve Akar Akgün
Günümüz dijital kültüründe toplumsal cinsiyet ve emek konularına odaklanan sanatçı Katherine Behar’ın Pera Müzesi’nde gerçekleşecek olan Veri Girişi sergisinin öncesinde serginin küratörleri Ulya Soley ve Fatma Çolakoğlu ile teknoloji, sanat ve Pera Müzesi hakkında konuştuk. Merve Akar Akgün: Fatma’nın Emerson College’de Film Yönetmenliği ve Sinema Tarihi okuyup yüksek lisansını Goldsmiths College’da Tiyatro Yönetmenliği üzerine yaptığını ve ardından İstanbul Modern’de sinema programını baş-
projesini beraber gerçekleştirmiştik. Bu projelerin yanı sıra Maybe Art Projects ile her yıl BYOB (Bring Your Own Beamer) başlıklı tek gecelik pop-up video sergisinin küratörlüğünü yapıyoruz. Bu projelerin dışında üzerinde çalıştığımız farklı ilgi alanlarımız da var. MAA: Bu sergi için Katherine Behar’ı seçerken neleri göz önünde bulundurdunuz? Özellikle teknoloji üzerine çalışan biriyle mi sergi yapmak istediniz? FÇ & US: Katherine Behar’ın geçtiğimiz yıl Boston Cyber Arts’ta sergilenen E-Waste (E-Atık) başlıklı yerleş-
zamanını doldurmuş olduğu distopik bir ortam yaratmak için canlı ve cansız veya analog ve dijital bir araya gelir. MAA: Sergide, sanatçının Suna ve İnan Kıraç Vakfı Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndan aldığı ilhamla ürettiği yeni eserler de bulunuyor. Sanatçıyla işbirliği süreci nasıl gelişti? FÇ & US: Behar’ın aynı zamanda güçlü bir akademik kimliği de var. City University of New York, Baruch College’da öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Veri, enformasyon ve ölçüm alanları özellikle ilgilendiği ve üzerine çalıştığı
tirmesi çok ilgimizi çekmişti. Sıradan USB parçaları ve ömrü tükenmiş elektronik atıkları bir araya getirerek inşa edilen bir dizi heykelden oluşan bu yerleştirmeyi hem görsel olarak çok etkileyici bulduk, hem de teknoloji ve sürdürülebilirlik gibi güncel konuların altını çizmek istedik. Bu heykellerin merkezinde yer aldığı bilimkurgu senaryosunda, onlara hizmet için tasarlanan insanların yok olmalarından çok sonra çalışmaya devam etmekle lanetlenmiş alçakgönüllü bu cihazların hikayesi anlatılıyor. Bu cihazlar mutasyon geçirmiş fosillere dönüşürler, üstleri taşlarla kaplanmıştır, ışıkları sonsuza dek yanıp söner, hoparlörlerinden cıvıldama sesleri gelir, havalandırma pervaneleri dönüp durur. E-Atık zaman ötesi bir distopya; sahip olduğu bilim kurgu dekoru, kullanıcıları ortadan kalktığında dahi çalışmaya devam etmeye mahkum, hem el yapımı hem de makine ürünü elektronik parçalarla doludur. Her şeyin
konular. Sergi fikri şekillenirken sanatçı Suna ve İnan Kıraç Vakfı Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndan çok etkilendi ve bu koleksiyondan yola çıkarak yeni üç eser üretti. Bunlardan ilki, Veri Bulutu (Data Cloud) klavye tuşlarıyla kaplı yumuşak, doldurulmuş bir heykel formundan oluşuyor. Sergiye adını veren ve sergi boyunca belirli zamanlarda tekrarlanacak olan Veri Girişi başlıklı performans ise yine klavye tuşlarından oluşan bir heykel formu ile etkileşime girerek veri ve beden ilişkisine odaklanıyor. 3D animasyonlardan oluşan Bulut Profilleri: Ağırlıksız Ölçüler (Cloud Profiles: Weightless Measures) başlıklı animasyonlar ise veri bedenleşmesini ele alıyor. Bu animasyonlar Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri koleksiyon sergisinde yer alan videolara müdahale ederek Pera Müzesi’nin güncel ve koleksiyon sergileri arasında bir diyalog kuruyor. Bu süreç boyunca sanatçı ile yakın bir diyalog içinde ça-
16
ULYA&FATMA, FOTOĞRAF: ELİF KAHVECİ
lattığını biliyoruz. Ulya’nın ise McGill Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve Psikoloji okuduktan sonra sanat alanda çalışmaya başaldığını, yakın zamanda Proto5533’ün genç küratörler programı kapsamında StereoGerçeklik sergisinin küratörlüğünü yaptığını ve Istanbul Art News gazetesine düzenli olarak katkıda bulunduğunu biliyoruz. Bugün ikiniz de Pera Müzesi’nde çalışmaktasınız ve aynı zamanda Maybe Art Projects inisiyatifinin kurucularısınız. Veri Girişi sergisi ilk küratörlük deneyiminiz midir? Fatma Çolakoğlu & Ulya Soley: Bu sergi Pera Müzesi’nde küratör olarak yer aldığımız ilk sergi ancak bundan önce Bu Bir Aşk Şarkısı Değil: Video Sanatı ve Pop Müzik İlişkisi sergi projesini ve müzenin onuncu yılı için Kanadalı sanatçı ikilisi Caitlind Brown ve Wayne Garrett’ın müze cephesine özel olarak ürettikleri Gör/Bak/Deniz
lıştık ve bu projeleri beraber şekillendirdik. Ayrıca sergi kataloğuna katkıda bulunan yazarlardan Daniel Rosenberg de bu koleksiyondan yola çıkarak “Veri Sahneye Çıktığında” başlıklı bir makale yazdı. MAA: Dünyamızı ve kişisel yaşamımızı yüksek teknolojik imkanlarla paylaşmak ne anlama geliyor? Sergiden çıkan biri konuyla ilgili nasıl bir düşünsel değişiklik yaşayacak? FÇ & US: Dünyamızı gelişmiş teknolojilerle paylaşmak, giderek daha farklı, daha hızlı ve daha çekici makine veya yazılımlara adapte olmak anlamına geliyor. Bu durumun insan-teknoloji ilişkisi üzerindeki yansımaları gün geçtikçe daha çok tartışılıyor. 19 ve 20. yüzyıllardaki değişim hızına kıyasla 21. yüzyılda yaşadığımız değişim hızı farklı boyutlara ulaştı. 1960’larda interaktif teknolojiler henüz gelişmemişken, farklı medya türlerinin kolektif bilincimiz üzerindeki etkilerini ilk inceleyenlerden biri Marshall McLuhan; “küresel köy”ün, yani elektronik yollarla arabağlantılanmış dünyanın, ne kadar nahoş ve klostrofobik bir yer olabileceğine işaret etmişti. Bu dijital saplantılar artarken sanatçı Katherine Behar, yaratıcı pratiğini günümüzdeki teknolojik ve dijital gidişatı tasvir etmek, sorgulamak ve yeniden tanımlamak için kullanıyor. İster kamusal ister özel hayatta olsun, sürekli yoğun bir sanal etkileşim halindeyiz ve biz iç ve dış dünyamızın kodlarını çözmeye çalışaduralım, bu sırada her şey daha da hızlanıyor. Katherine Behar’ın hızlanarak koşmaktansa yavaşlamayı destekleyen önerisi, ziyaretçileri de tüketim alışkanlıkları, teknoloji kullanımı ve hızlanmayı şart koşan kapitalizm gibi konular üzerine düşünmeyi teşvik edeceğini düşünüyoruz. MAA: Behar’ın Türkiye’deki ilk sergisi midir? Sergiyle ilgili özellikle vurgulamak istediğiniz bir detay var mıdır? FÇ & US: Veri Girişi, Behar’ın Türkiye’deki ilk sergisi. Behar’ın öne sürdüğü “Yavaşlamacı estetik” kavramı özellikle ilginç. Bu, sanatçının hızlanmacılık (accelerationism) kavramına karşı önerdiği bir duruş. Bugün deneyimlediğimiz teknolojik ve dijital gelişmelerin giderek artan hızıyla birlikte sanal etkileşim de her geçen gün artıyor. Temellerini kapitalizmin yabancılaştırıcı eğilimlerini hızlandırarak kapitalizmi uç noktalara itmekten, makinelerin gücünden ve modern hayatın istikrarsızlığından alan hızlanmacı duruşa karşıt, Katherine Behar bu gidişatı sorgulayan ve yeniden tasvir eden eserler üretiyor. Örneğin bir 3D yazıcı içeren yerleştirme 3D-&& (2014), günde yalnızca bir nesne basabiliyor ve bu sayede kendi
KATHERINE BEHAR, E- ATIK
türünün daha yeni ve daha hızlı örneklerine başkaldırıyor. 3D-&& teknolojinin bugünkü hızına yetişmeye çalışmıyor bile, neredeyse zaten yenik başlıyor. Yavaşlamacı estetiğin bir başka örneği ise, Behar’ın Autoresponder.exe (Otomatikcevapverici.exe, 2012) başlıklı videosu. Darmadağın bir ofis ortamı fotoğrafının piksel piksel açıldığı bu videoda sanatçı bir görselin alışkın olduğumuz açılma hızını aşırı derecede yavaşlatarak farklı bir deneyim yaratıyor. Katherine Behar’ın bu önerisi, gerici değil ilerici bir öneri–çok daha yavaş ve daha titiz düşünülmüş bir ritimle hayatın ayaklarını yere bastırma isteği. MAA: Pera Müzesi’nin dinamikleşmesi ve atılımlarını beğeniyle izliyoruz. Spotify’daki müzik listeleriniz, müze etkinlikleri, newsletter’larınız... Hatta en son müzede Pokémon bile avlayabiliyorduk! Zannediyorum ki bunlar müzeye sizin ekibinizle beraber entegre oluyor. Müze ile ilgili gelecek vizyonunuzu nasıl anlatırsınız? FÇ & US: Bu olumlu gözleminiz için çok teşekkürler! Son yıllarda hem sergiler kapsamında gerçekleştirdiğimiz etkinlikler, film gösterimleri, konserler ve dijital alanlardaki aktif varlığımızla olabildiğince güncel ve dinamik bir yaklaşım benimsemeye çalışıyoruz. Ekip olarak önümüzdeki projelere de bu çizgide yaratıcı bir yaklaşım ile devam etmeyi umuyoruz. Katherine Behar 2005 yılından beri Marianne M. Kim ile teknolojikleşmiş çalışma, çöp kültür ve tüketimciliğin
KATHERINE BEHAR, OTOMATİK CEVAP VERİCİ
ırk ve toplumsal cinsiyeti nasıl etkilediğini sorgulayan “Disorientalism” (Dezoryantalizm) adlı bir performans ikilisi olarak çalışmalarını sürdürüyor. Editörlüğünü Emmy Mikelson ile beraber yaptığı And Another Thing: Nonanthropocentrism and Art (Ve Başka Bir şey: İnsanmerkezsizcilik ve Sanat) ve Bigger than You: Big Data and Obesity (Senden Büyük: Büyük Veri ve Obezite) kitapları 2016 yılında punctum books tarafından yayımlandı. 2016 yılında University of Minnesota Press tarafından yayımlanacak olan Object-Oriented Feminism (Nesne Yönelimli Feminizm) kitabının editörlüğünü yaptı. Behar’ın Veri Girişi sergisi 8 Eylül – 16 Ekim tarihleri arasında Pera Müzesi’nde görülebilir.
SAYI:3 UNLIMITED’ın ekidir. Para ile satılmaz. Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz. Yayın sahibi: Galerist Sanat Galerisi A.Ş. Meşrutiyet Cad. 67/1 34420 Tepebaşı, Beyoğlu, İstanbul Yayın direktörleri: Merve Akar Akgün, Oktay Tutuş Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Merve Akar Akgün Tasarım: Vahit Tuna Reklam ve Proje Direktörü: Hülya Kızılırmak hulyakizilirmak@unlimitedrag.com Fotoğraf Editörü: Elif Kahveci Ofis Asistanı: İdil Bayram Katkıda bulunanlar: İlker Cihan Biner, Nihan Bora, İkra Nur Burgucu, Yeşim Burul, Naz Cuguoğlu, Ege Işık, Esra İlbeyli, Sami Kısaoğlu, Aslı Kutluay, Burcu Orhon, Huo Rf, Erman Ata Uncu, Nilgün Yüksel İletişim Adres: Refik Saydam Caddesi Haliç Ap. 23/7 Şişhane, Beyoğlu, İstanbul Ofis: +90( 212) 243 24 90 / 91 info@unlimitedrag.com Instagram: unlimited_rag Web: www.issuu.com/artunlimited_tr Baskı: A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Oto Sanayi Sit. Yeşilce Mh. Donanma Sk. No:16 Seyrantepe 34418 Kağıthane - İst. Tel: 0212 281 64 48 Sertifika No: 12168
Melting Point sergisi ve yola çıkış Yazı Aslı Kutluay
ASLI KUTLUAY, FOTOĞRAF: ALTAN ALKAN
18
ODTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümü’nden mezun olup Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde ise yüksek lisansımı tamamlayan Aslı Kutluay bir dönem sadece ‘tasarım’ üretmiş olsa da hikâyesi olan kişiye özel tek parça ürünlere eğilim göstermiş ve ürettiklerimde hep sanatsal bir tat aramış. Uzun yolculuklarının dönüşlerinde gezi notları ve okuduklarından etkilenip atölyesine kapanıp resimler ve heykeller üretmiş. Çalışmalarında oldukça çeşitli ve değişik malzemeler kullanan Kutluay ürünleriyle dünya barışına, arınmaya ve insanın içsel yolculuğuna, hayalperest olmaya; insan, hayvan ve doğa sevgisine göndermeler yapıyor. Tasarımcı Venedik Mimarlık Bienali hikâyesini kendi kaleminden yazıya döktü.
6 Nisan - 20 Mayıs 2016 tarihleri arasında Magazzino Galeri’de 15. Venedik Mimarlık Bienali ön izleme projesi olarak başlayan Vittorio Urbani küratörlüğünde Melting Point (Erime Noktası) Projesi yoğun ilgiden dolayı Nef sponsorluğunda 22 Haziran 2016 tarihine kadar uzatılarak Venedik Mimarlık Bienali açılışında Grand Canal’da Rönesans’ın önemli binalarından biri olan Palazzo Contarini Polignac’ta yer alan Magazzino Gallery’de sergilendi. Sergi daha sonra 9 – 28 Ağustos tarihleri arasında Güney İtalya Puglia bölgesinde Altamura’da Masseria Jesce adlı tarihi binada yine Vittorio Urbani küratörlüğünde, sanat tarihçisi Alessandro Fiorentino ve arkeolog Emma
Capurso yardımcı küratörlüğünde, Altamura Kültür Ajansı ve Puglia Tanıtım Ofisi himayesinde sergilenmeye devam etti. Erime Noktası üçüncü durağında İstanbul Tasarım Bienali paralel etkinlikleri kapsamında 20 Ekim – 4 Aralık 2016 tarihleri arasında Elgiz Müzesi’nde optimist ve yeni versiyonuyla izleyicilerle bulaşacak. Sanat tarihini incelediğimizde tasarım ve mimarlığın sanat ile birlikte dönemsel paralellikler gösterdiğini fark ederiz. Sanat her zaman çekirdekteki yoğun enerji gibi tasarım ve mimariyi arkasından çeken bir güç olmuştur. Konu mimarlık olunca ben de Venedik etkinliğini sanat ve tasarımın kesiştiği noktada fikirler üretebileceğim bir disiplinler arası fikir paylaşım ve iletişim ortamı olarak düşündüm ve konuya bu şekilde yaklaştım. Dünyadaki güncel sorunları – örneğin küresel ısınma, savaş, göç, mülteciler - yerel, bölgesel ve küresel boyutlarda tartışıldığı yeni fikirlerin - mimarlık veya mimarlık ötesi kavramları paylaşıldığı bir buluşma ortamı olarak ele aldım. Ürünlerimi de bu çerçeveye uygun olarak öykülendirip ortaya çıkardım. Bu projede mekân ve sanat işleri arasında ilişki kurmayı hedeflediğim “işlevsiz” mobilyalardan oluşan mekâna ve izleyicilerine duyarlılık gösteren, tutarlılığı hedefleyen ve bütünsel yeni seri işler ürettim. “Küresel Isınma” olgusunun yansımaları olan “erime” ve “çatlama” etkilerinin “mobilya” üzerindeki yorumlarını soyut izlerle aktarmaya çalıştım. “En sonunda” kendimizi bulacağımız rahatsız edici senaryolu sübtil formlardan oluşan işlevsiz mobilya, enstalasyon ve video çalışmamla sunmaya çalıştım. Bu ürün tasarımları aynı zamanda doğanın ekolojik dengesine verdiğimiz zararın
ötesinde; insan ilişkilerinde ve toplumlararası diyaloglarda kaybettiğimiz kaliteye de dikkat çekerken doğamızdan ve bilincimizden yitirdiklerimizi telafi etme konusunda bir bakış açısı sunuyorlar ve bir çeşit bir arınma süreci öneriyorlar. Örneğin Wirenets (Tel örgüler) yani sınırların sembolleri… Bu işler “Gerçekten sınırlara ihtiyacımız var mıdır?” ve “Ne zaman sınırlara ihtiyacımız olmaz?” sorularını bizlere soruyor. Binlerce sene önce kaybettiğimiz etik değerlerimizi; saygı, güven ve öz tatmin konularını yeniden keşfedip ve tanımlamamızın gerekliliğinin altını çiziyor. Sıcaktan ve kirlenmeden yıpranmış iki adet Viktoryan stilinde sandalye ve orta masadan oluşan Aftermath.. (Sonrasında..) yerleştirmesi ise bu çürümeye sebep olan insanlar ve toplumlar arasındaki “güçler” savaşını eleştiriyor. Mekâna kırmızı rengi sağlayan kablo ve elektrikle kuşanmış sarkıt ve dikit formundaki Sarkıt ve dikitler ile doğa sahneye giriyor ve “ego” nun etkisini izleyicilere tüm sergi boyunca hatırlatıyor. Aynı refaransı tıpkı “Ying Yang” gibi iki özdeş parçaya verevine bölünmüş Crack (Çatlak) masada da buluyoruz. Aradaki boşluk her ilişkide ihtiyacımız olan düzeyli mesafeyi simgelerken; ısı ve ego arasındaki ilişkinin altını çizerek bir yerde kademeli olarak içimizdeki basamakları indirmemiz gerektiğini öğütlüyor. Our Blue Planet (Bizim Mavi Gezegenimiz) video Aralık 2015’te -yani kışın ortasında- Dubai’de çektim. Suyla dolu havuzun ters yansıyan mavi kompozisyonda suyun dalgalarıyla kıpırdayan bir modern mimari silueti, dev palmiye ağaçlarının yaprakları, düzenli mavi mozaikler ve filtre kapağı yani insan eliyle icat edilmiş bir kaç elemandan öte; yakın gelecekteki en değerli öğe olacak suyu bize yapay da olsa biriktirme çabasının anlatımını sunmaya çalıştım. İçinde bulunduğumuz bu çok sıcak dönem sadece gezegenimizin ekolojik dengesinin değil toplumlar arasındaki dengelerin de sarsılıp çatladığı artık savaşların patlak verdiği bir dönem. Bir tasarımcı olarak insanlar ve toplumlar arasındaki ilişkileri gözlemliyorum. Her varlığın sınırları vardır, sınırlara ihtiyacı vardır. Bireylerin de kendi aralarında görünmez sınırlara ihtiyacı vardır. Bir komşu düşünün. Yan yana evleriniz olsun. Kapınız birbirinize hep açıktır. Ne zaman kapı çalmak gerektiğini ne zaman ayrılmak gerektiğini çok iyi biliriz. Bireyler olarak bunu başarabiliyoruz. Toplumlar olarak başaramı-
yoruz. Hele konu milletler olunca arada sınırlara, tel örgülere ve vizelere ihtiyaç duyuyoruz. Ülkeler de yetmiyor. Kendi topraklarıyla yetinemiyorlar da başka zayıf bir toplumun yaşadığı topraklara gözlerini dikip sömürmeyi kendilerinde hak görüyorlar. Etki tepkiyi doğuruyor. Ve savaşlar çıkıyor. Bu kısırdöngünün en başına dönmek lazım. Savaşmak isteyen bir insan önce kendi cehaletiyle savaşmalı. Önce kendini değiştirmeli. İnsanların tümü değil ancak dünyayı yöneten güçlerin açgözlülükten çıldırdığını ve onlara sorgusuz sualsiz boyun eğen kitlelerin dünyayı büyük bir yıkıma uğrattığını gözlemleyebiliriz. Acilen bir değişime, bilinç uyanmasına ve barışa ihtiyaç var. Barış, bilgelik ve birlik artık gelmeli. İnsanlar körü körüne inanan ve ezbere yaşayan sadece tüketen ve asla doymayan düşünmeyen varlıklara dönüştüler. Yetinmek ve paylaşmak acilen yeniden keşfedilmeli. İnsanın bir iradesi vardır ve bu iradeye sahip olmak bir sorumluluktur. Her birey sadeleşmesi, değişmesi ve dönüşmesi gerektiğinin farkına varmalı. Egonun bireyselliği sona ermeden bütün olunamaz. Ve tekrar altını çiziyorum: Barış, bilgelik ve birlik artık gelmeli.
OHAL günlerinde sansür ve sanat Yazı Yeşim Burul
Bu yazı aslında başka bir yazı olacaktı. Ve
bir parçası olmasında emeği geçen herkese
örgütleri, sektör temsilcileri, fon veren kuru-
aslında o yazı da yazıldı. Ancak 15 Temmuz
ve aslında ülkenin gençlerine ve çocuklarına
luşlar sayılabilir.
gecesi gerçekleşen kalkışma ve sonrasında
yapılıyor. Öte yandan tüm bu müdahaleler ve
Bu listenin en zihin açıcı yanlarından biri,
İstanbul Film Festivali’nde, festival programı
ilan edilen OHAL sürecinde yaşanagelenler-
kırılma noktalarını oluşturan vakalar, ülke-
kültür sermayesinin kontrol ettiği finansal güç
açıklanıp festival başladıktan sonra Kültür
le kadük kaldı, zemini kaydı, anlamı eksildi.
mizin modernite ve modernizmle olan çetrefil
ile sansürün faili konumuna gelebileceğini de
Bakanlığı yetkililerinin Bakur filminin göster-
Türkiye’de kültür-sanat alanında son yıllar-
ilişkisi ile liberal demokrasilerde kültür ve san-
bizlere hatırlatması. Elbette ki her kurum ken-
iminden hemen önce eser işletme belgesi zo-
da artarak farklı biçimlerde karşımıza çıkan
atın oynadığı önemli rolün altını daha kuvve-
di genel vizyon ve misyonları çerçevesinde ne
runluluğunu festival yönetimine hatırlatması
sansür meselesi üzerine daha yapısal bir ana-
tle çiziyor.
Antalya’dan yaklaşık altı ay sonra bu sefer
tür sanatsal işlere destek olacağına karar verme
ve belge olmadan gösterimi gerçekleştirme-
Sermayenin sanatla imtihanı
hakkına sahiptir. Ancak aldığı kararlardan,
meleri gerektiği uyarısı, ‘devlet sansürü’nün
kılıklarda vücut bulan olayların arasındaki
Türkiye’de çağdaş sanatın geldiği noktada,
daha sonra çeşitli baskılar ya da başka faali-
işleyişine bir örnek teşkil ediyor. Festivallerde
temel bağlantıların izini sürerek teşhisten
ülkenin kültür-sanat alanında önde gelen ku-
yet alanlarındaki çıkarlarını korumak adına
gösterilen yabancı filmlerden talep edilmeyen
çözüme giden sürece dair naçizane öneriler,
rumlarının ve faaliyetlerinin sermayedarlığını
vazgeçtiğinde sansürün bulanık sularına girm-
ama yerli yapımlardan istenen bu belge, esasen
temenniler ve uyarılarımı kaleme aldığım bir
yapan büyük burjuva ailelerinin katkısı çok
eye başlar. Siyah Bant’ın Temmuz 2016’da
vizyona girecek filmlerin edinmesi gereken
yazı idi o. Mamafih 15 Temmuz öncesinde
büyük. Cumhuriyetin kurulmasından sonra
yayımladığı ve bağımsız küratör Özge Ersoy
bir belge. Pek çok festival de yıllar boyunca
kültür-sanat alanında üretim, dağıtım ve
devlet eliyle kurulan ve geliştirilen kültür-san-
tarafından kaleme alınan Türkiye’de Sanatsal
yerli filmlerden bu belgeyi istememişken, si-
gösterim koşullarında bazen kurumsal ya da
at yapılarının (tiyatro, opera, bale, konserva-
İfade Özgürlüğü Bağlamında Sanatçı, Küratör
yasi konjonktüre göre festival programlarını
idari, bazen finansal, bazense siyasi müdahalel-
tuarlar ve benzeri) oynadıkları önemli roll-
ve Kurum İlişkileri raporu bu konuyu etraflıca
denetleme ve yönetme amaçlı olarak kullanıl-
erle ortaya çıkan sansür durumlarını mümkün
erin ötesinde, modern anlamda burjuvazinin
ele alıyor. Ancak bu konuya tekrar dönmeden
ması bağımsız sinema yapmanın zaten çok zor
kılan koşullar ortadan kalkmadığı gibi OHAL
kültür-sanat alanının esas hamisi/sponsoru
önce kültür-sanat alanında sinemadan güncel
olduğu Türkiye koşullarında, bin bir zorlukla
yasasının getirdiği olağanüstü başka koşullarla
olarak ortaya çıkması çok önemli bir gelişmey-
sanata uzanan yelpazede son birkaç sene içinde
çekilen pek çok filmin seyircilerle buluşama-
yeni sansür vakalarının da önü açılmış oldu.
di. Avrupa’daki örneklerle karşılaştırıldığında
yaşanan farklı örnekleri kullanarak münferit
ması riskini doğuruyor. Bu bağlamda festivali
lizi hedeflediğim, değişik sektörlerde değişik
20
sanatçının eserine de sansür uygulamış oluyor.
Her gün yeni bir haber düşüyor önümüze so-
oldukça gecikmeli olsa da özellikle son yirmi
gibi gözüken uygulamalar arasında örülen ağı
düzenleyen İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın
syal medyada; görevden uzaklaştırılan tiyatro
yılda yaptıkları yatırımlar, kurdukları vakı-
göstermek ve ortaya çıkan yapısal sorunlara
(İKSV) biraz da gayri-resmi olarak iletilen bu
oyuncuları, sahnelenmesi durdurulan tiyatro
flar, müzeler ve kültür merkezleri ile Türki-
bakmak istiyorum.
talebi göz ardı edememesinde hükümet baskısı
oyunları, iptal olan konserler ya da festivaller,
yeli sanatçılar için de benzersiz bir platform
yapımı ya da vizyona girmesi ertelenen filmler… Bunların bir kısmında – özellikle etrafın-
Sansürün nahoş diyarlarında bir gezinti
kadar organize ettiği diğer festivalleri de göz
yarattılar. Ancak ülkemizde her daim varlığını
2014 yılında Antalya Altın Portakal Film
önünde bulundurarak kurumsal sponsorlarını
değişik biçimlerde sürdürmüş sansür ol-
Festivali’nde belgesel yarışmasında yer alan
kaybetme riskini göze alamamasının bir payı
da ciddi kamuoyu baskısı örgütlenenler – geri
gusunun, hem finansal hem de yapısal olarak
Reyan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya
mutlaka vardır. Bu da benim ‘sermaye sansürü’
adım atılıyor, bir kısmında ise bir değişiklik
yeniden şekillenen kültür-sanat ortamında
Dek filminin sansürlenmesine giden süreçte
olarak adlandırdığım kategoriye giren bir du-
yok. Sosyal medyada yankılanan itirazlar çoğu
karşımıza hangi biçimlerde çıktığını yakından
ön jürinin seçtiği belgesel yarışma filmlerini
rum oluyor. Öte yandan İstanbul’un hemen
zaman sinek vızıltısı muamelesi görüp hâlâ en
incelemeden bu darboğazdan çıkmamız da
bir avukata izleterek suç unsuru aratan ‘kral-
ardından genel Ankara Film Festivali’nin
yaygın bilgilenme ve eğlence aracı olan televi-
mümkün görünmüyor. Bu konuda Siyah Bant
dan çok kralcı’ festival yöneticileri sansür zih-
festivale başvuran tüm yerli filmlere peşinen
zyonlarda, ana akım medyada yer bulamıyor.
girişiminin çalışmaları hem sansürün boyut-
niyetinin mevcut yüzlerinden sadece birini
eser işletme belgesi zorunluluğu getirmesinin
Onlar her gece, kurbanlar ve itirafçılar arasına
larını hem de aldığı biçimleri anlamak açısın-
oluşturuyor. Yerel yönetimlere bağlı ve devlet
altında, ana sponsorunun bir kamu bankası
gerdikleri çamaşır iplerinde kirli çamaşırları
dan çok kıymetli. Siyah Bant, kendi ifadeleri-
fonlarını ziyadesiyle kullanan, dolayısıyla şu
olması ve başlıca diğer kurumsal destekçileri-
sergilemekle meşgul, sansür-kültür-sanat üçge-
yle “Türkiye’de sanatta sansürün aktörlerini
anki sistem altında bağımsız olması müm-
nin de Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sinema
ni teferruat gibi görülüyor, bazen bir cümle ile
ve yöntemlerini araştırmak, İnternet sitesi ve
kün olmayan festivallerde genel eğilim aslın-
Genel Müdürlüğü olması yatar. İstanbul’daki
geçiştiriliyor.
yayın aracılığıyla belgelemek ve sanatsal ifade
da festival katılımcılarının – seyirciler ve
özel kurumsal sponsorluk ağının bir anlam-
Hâlbuki binlerce insanın görevden alın-
özgürlüğü hakkını savunmak amacıyla 2011
sinemacılar – haklarını mümkün olduğunca
da dışında kalan Ankara festivalleri ayakta
masına, soruşturulmasına, gözaltına alınıp
yılında bir grup kültür sanat emekçisi tarafın-
korumak olması gerekirken, bu örnekte de
kalabilmek için en çok kamu fonlarına bel
bir kısmının da tutuklanmasına yok açan
dan kurulan bir girişimdir.” Sansürün failleri-
gördüğümüz üzere ‘kendi sansürümü kendi
bağlamış durumdalar. Bu da ortaya ‘devlet
bu meşum girişimin gölgesinde işinden olan
ni listelerken de son derece kapsamlı bir yak-
yapayım’ anlayışı sadece ifade özgürlüğünün
sansürü’ ile ‘sermaye sansürü’nün karışımı bir
sanatçılara ve yasaklanan kültür-sanat etkin-
laşımları var:
sınırlarını daraltmaya yarıyor. Burada söz
çeşit ‘hibrid sansür’ biçimini çıkarıyor. Ayrı-
liklerine teferruat muamelesi yapmaya kim-
Sansürü uygulayanlar arasında devlet ku-
konusu olan Türkiye medyasından da çok aşi-
ca Kültür Bakanlığı’nın sinema destek fon-
senin hakkı yok. Üstelik bu haksızlık sadece
rumları, politik gruplar, partiler, devletin
na olduğumuz bir ‘oto-sansür’ mekanizması
larını dağıtış biçimi ve bu süreçteki opaklık
sanatçılara ve de kültür-sanat faaliyetlerine
çıkarını gözeten bireyler, mahalle örgütlenmel-
oluyor. Burada ‘oto-sansür’ü festival yönetimi
da ‘devlet sansürü’ne bir başka örnek olarak
yapılmıyor, Türkiye’nin modern dünyanın
eri, kültür-sanat kurumları, küratörler, meslek
kendi programına uygularken, dolaylı olarak
değerlendirilebilir. Fonların dağıtımı için net
kriterlerin olmaması ve sonrasında denetlene-
bir katkıda bulunabiliriz aslında, özellikle
yapması uzun vadede kurumların repütasyonu
atçılar arasında yer almayacağını söylemesi
meyen bir süreç olması itibariyle, fona başvu-
grafiti sanatçılarının eserlerinin başına gelen-
ve sanatçılarla kurdukları ilişkilerin sağlığı
sonrasında iki konserinin belediye tarafından
ran sinemacıları da ‘oto-sansür’e teşvik ettiği
leri düşündükçe – mecraya ev sahipliği yapan
açısından önemli rol oynuyor. Bu açıdan
iptal edilmesinin kabul edilebilir bir yanı yok.
düşünülebilir.
otelin sorumluluğunu ve yükümlülüğünü göz
yaşanan krizlerde Antalya Film Festivali
İnsanları bu şekilde hedef göstermenin, sosyal
ardı etmemek, gerekli itirazları yapıp yap-
yönetiminin hemen defansif bir pozisyon al-
medyada ciddi saldırılara yol açmasının öte-
madığını takip etmek de anlamlı olacaktır.
Bir de Kaan Müjdeci, Evrim Kaya, Şenay Aydemir ve Fırat Yücel’in birlikte hazır-
ması ve sektörün önde gelen isimleriyle kapalı
sinde, sanal değil reel tehlikeler oluşturduğunu
ladıkları Kapalı Gişe: Türkiye’de Tekelleşen
Öte yandan YAMA’nın bir mecra olarak
kapılar ardında görüşmesi ile İstanbul Film
da yıllar içinde çok acı bir şekilde öğrenmiştik.
Film Dağıtımı’nın parmak bastığı tekelleşme
mevcudiyetini kaybetmesinin öneminin de
Festivali yönetiminin herkese açık bir basın
Sanata ve yasaklara dair engelleri aşmak
eğilimi yetkili kurumlar tarafından denetlenip
yeterince
düşünüyorum.
toplantısı düzenleyerek sorunları festivalden
adına her zamankinden daha çok iletişime
engellenmeyen dağıtım sisteminin ve spesifik
Kamusal alan ve sanat ilişkisini yeniden sorgu-
filmlerini çeken sinemacılarla ve görevlerin-
ve şeffaflığa ihtiyacımız var. Sorunları ele
olarak bir şirketin tekelleşmesinin özellikle
latması gereken bir durumla karşı karşıyayız.
den çekilen jüri üyeleri ile birlikte ele almasını
alırken özellikle kurumların yaklaşımları ve
bağımsız filmlerin seyircilerle buluşmasını
Genel kamusal alanlardaki sanatsal işler-
karşılaştırdığımızda, festival yöneticileri için
kullandıkları dil de ayrı bir önem kazanıyor.
engellemesi veya kısıtlaması durumu var. ‘Pi-
in – heykeller, yerleştirmeler ve benzerleri-
iyi kriz yönetimi becerilerinin ne kadar hayati
OHAL koşullarının daha önce de var olan
yasa sansürü’ olarak adlandırabileceğimiz bu
nin – ülkenin dört bir yanında sürekli olarak
olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
sansür mekanizmalarına katalizörlük yapıp
sansür biçimi de piyasanın doğru denetlenme-
Vandalizm kurbanı olduğunu biliyoruz. Ba-
mesi ve rekabet kurallarına uyulmamasının
zen siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin bizzat
yarattığı, nihayetinde de hem bazı ana akım
talimatlarıyla, bazen ise kamu malına zarar
Geçtiğimiz bir yıl boyunca ülkemizin dört
ile krizleri aşmamızın, toplumsal yaralarımızı
filmlerin hem de sanat filmlerinin dağıtımıyla
mevhumuna sahip olmayıp yaşadığı çevreyi
bir yanında gerçekleştirilen terör eylemleri,
sarmamızın ve bunu çoksesli bir biçimde yapa-
ilgili kararın neredeyse tek bir kişinin tasarru-
toplumsal mutabakata uymadan kendi keyfine
kültür-sanat sektörünün de belini fena halde
bilmemizin önünün açılması gerekiyor.
funa bırakılması gibi çarpık bir duruma işaret
göre şekillendirme hakkı olduğunu düşünen
büktü. İptal olan konserler, festivaller, yabancı
‘Ülkemiz ve demokrasimiz tehdit al-
ediyor.
kişiler tarafından yok edildiklerini ya da
konuklara hasret kalan etkinlikler derken,
tındayken sanat yapılır mı? Bu koşullarda
Kamusal alan ve sansür
tahrip edildiklerini biliyoruz. YAMA ise yer-
Joan Baez’in yaptığı türde Türkiye’nin kons-
kültür-sanat gibi konularda düşünmek, talepte
Siyah Bant’ın Türkiye’de Sanatsal İfade
leştirildiği yer itibariyle eline çekici ya da baly-
er vermek için güvenli bir yer olmadığı mesa-
bulunmak bencillik değil mi?’ gibi sorulara da
Özgürlüğü
Bağlamında
Sanatçı,
kavranmadığını
Olağanüstü koşullarda sanat - yapmak ve yönetmek
baskı ve engellemeleri arttırmaması gerek, tam tersine kültürün ve sanatın iyileştirici gücü
Küratör
ozu alıp gidemeyeceği bir yerde olduğu için
jları da haklı olarak çok büyük tepki topladı.
çok net bir cevabım var. Bilakis kültür ve san-
ve Kurum İlişkileri raporuna dönecek olur-
şikâyetin zabıta eliyle ifa edildiğine tanık oluy-
Ancak sanatçılar, yöneticiler ve eleştirmen-
ata en çok ihtiyacımız olan dönemlerden geçi-
sak, geçtiğimiz yıl içinde en çok konuşulan
oruz. Bu formülle, zabıtanın uygulamasının
ler olarak tüm dünyaya Türkiye’nin aslın-
yoruz. Aklıma insanlığa dair tüm inancımızı
sansür vakalarından biri olan Akbank San-
eline çekici alıp yolunun üstündeki heykele
da güvenli bir yer olduğu mesajını vermeye
zorlayacak acılara tanıklık eden Saraybos-
at’ın küratörlük yarışması ile seçip sonra son
saldıran kişiden pek bir farkı kalmıyor.’ Bir
çalıştığımız şu dönemde, Genco Erkal yöneti-
na’nın iç savaş döneminde abluka altındaki hali
anda iptal ettiği Post-Peace (Barış Sonrası)
sanat eserinin ‘çevre kirliliği’ yarattığına han-
mindeki Dostlar Tiyatrosu’nın Kadıköy Lise-
geliyor. Keskin nişancı korkusu ile insanların
sergisi etrafında dönen tartışmalardan yola
gi belediye komisyonu karar verir? Böyle bir
si’nde sahnelediği Nazım ile Brecht oyununun
sokağa çıkmaya korktukları, en temel ihtiyaç
çıkarak ‘sermaye sansürü’nün kültür-sanat al-
karar için komisyon kuruluyor mu, bu komi-
15 Temmuz kalkışmasının ardından alınan
malzemelerinin tedarik edilemediği günlerde
anındaki farklı paydaşlar tarafından nasıl yo-
syonda kaç tane sanatçı ve sanat tarihçisi var?’
‘güvenlik tedbirleri’ gerekçesiyle iptal edilm-
düzenlenen konserleri, sahnelenen oyunları ve
rumlandığını inceliyor. Ancak bu senenin en
gibi çok sayıda soru sorabiliriz. Ancak şeffaflık
iş olması esas meselenin güvenlik olmadığına
gösterilen filmleri hatırlamamız yeterli aslında.
ilgi çekici sansür uygulamalarından biri The
ve hesap verebilirliğin olmadığı bir sistemde bu
dair kaygılar doğurdu. Bu yasağın ardından
Her yıl Ağustos ayında düzenlenen Saraybosna
Marmara Pera otelinin tepesindeki YAMA al-
soruların adreslerine varması da çok zor oluy-
oluşan kamuoyu tepkisiyle iptal kararı da geri
Film Festivali’nin de 1992-95 yılları arasında
anına yerleştirilen Işıl Eğrikavuk’un Yeni bir
or.
alındı ama tüm kriz dönemlerinde ilk olarak
kuşatma altında olan Saraybosna’daki sivil
şarkısöylemek lazım isimli video işinin açıldık-
Yaşanan tüm sansür türleriyle ilgili olarak
kültür-sanat etkinliklerinin iptal edilmesi ya da
toplumun yeniden yapılandırılması amacı ile
tan üç gün sonra zabıta tarafından durdurul-
konuştuğum sanatçılar, küratörler, yönet-
iptal edilmesi beklentisi oluşturulması da ciddi
Obala Art Centar tarafından ilk olarak Ekim
masıdır. Gerekçesi konusunda sanatçısının da
menler ve kültür-sanat yöneticileri, yaşanan
olarak ele almamız gereken bir mesele olarak
1995’te, hâlâ kuşatma altındaki şehirde düzen-
küratörü Övül Durmuşoğlu’nun da İstanbul
süreçlerde iletişim kanallarının açık olmasının
tekrar ortaya çıktı. Her yıl Edremit’te yapılan
lendiğini unutmayalım. Toplumsal barışın
Büyükşehir Belediyesi Zabıta Müdürlüğü’nden
önemine dikkat çekiyorlar. İletişim kanal-
Zeytinli Rock Festivali’nin bu sene OHAL
gelişmesi için daha çok kültüre ve sanata ihti-
sağlıklı bilgi alabilmek için kendilerini Kaf-
larının açıklığının yanı sıra, iletişimde kul-
kaldırılıncaya kadar yasaklanması kararı da,
yacımız var – sansürsüz.
kaesk durumlar ve diyaloglar içinde bulduk-
lanılan dil ile üslup da bazı sorunların krizlere
ana muhalefet partisi milletvekillerinin İçişleri
ları bu süreç, nihayetinde ‘çevre kirliliği’ gibi
dönüşmeden çözülmesine yardımcı olabiliyor.
Bakanlığı nezdinde yaptığı itirazlar sonucun-
bir mazeretin kucaklarına bırakılmasıyla son
Ya da sorunlar mutlaka çözülemese bile, ku-
da kaldırıldı. Ancak şarkıcı Sıla’nın darbelere
bulacak gibi duruyor. Bu tarz bir sansür du-
rumların şeffaf bir biçimde sorunları konuş-
karşı olduğunu açıklamasının ardından şov
rumunda – literatüre ‘belediye sansürü’ diye
maya açık olması ve bunu kamuoyu önünde
yapar gibi demokrasi mitinglerine katılan san-
kıvrım İlker Cihan Biner
22
Görüntünün düşünceliliği 0.Labirent-kentin gölgesinde hafıza Hafıza kentin pek çok yerinde de ortaya çıkabilir. Hafızayla birlikte kentin sokaklarında başkalarıyla yürürken yolculuktadır insan. Yürüyüş esnasında bedenler gökkuşağı misali dalgalanır. O bedenlerin gövdelerinde sonsuz anlamlar yüklüdür. O anlamları çözmeye çalışarak labirent-kentten çıkış yolları mümkün olabilir. Labirent-kentin sınırlarına rengarenk boyaları dökerek kimlikleri, sınıfları, göstergeleri kırmaya çalışmak adeta devrim tadındadır. Oysa tersinden işleyen belirsizliğe gömülmüş bir labirent-kent var karşımızda. Beden kentin kaosundan hiçliğe varır. Kaosun ortasında birbiriyle itişip kalkışır bedenler. Her mekân daralmaya yol alır. Labirent-kent hiçlikte tükendikçe hafıza kendini kaybeder. 1. Düşünen görüntü Bir görüntünün düşünmesi ne anlama gelir? Soruyu biraz daha açalım: Görüntü düşünür mü? Çağlar boyunca düşünmek insana atfedilmiştir. Düşünen her zaman insandır. Düşünme edimi insanın nesnesidir. Dolayısıyla düşünmeye edilgenlik atfedilmiştir. İçi dolu olan düşünce ancak bireylerde vuku bulur. Düşünen görüntü dediğimizde ise girift bir meseleye işaret ederiz. Sonuçta genel kanıya göre görüntüler düşünmez. Böyle bir genel kanıyı ya da yargıyı ters-yüz edebilmek adına ‘düşünen görüntü’ kavramını ortaya atmakta hiçbir sakınca yok. Düşünen bir görüntü, düşünülmemiş düşünceyi barındıran bir görüntüdür. Bu görüntü kişilerin yargılarıyla ölçülemeyecek ya da niyetleriyle ilişkilendirilemeyecek ölçüde etki bırakan bir görüntüdür. Bir şeyin kopyası olarak anılan genel görüntü mefhumundan ayrı sanatsal bir işlem olarak algılanır. Sanatsal bir işlem olması düşünen görüntüyü eylemli bir hale çevirir. Anlatı ile ifade düşünen görüntüde birleşir. Artık karşımızda kendini ifade eden mikro-olaylar silsilesi vardır ve bir anlatı örgüsü inşa edilir. 2. Düşünen görüntüler: Aynanın Hafızası Aynanın Hafızası adlı verilen çalışmaları Can Akgümüş 2013 yılında üretmiş. Çalışmalarda Akgümüş labirent-kentin hafızayı sildiğini ve hiçlik duygusunu çoğalttığını vurgulamaya çalışmış. Bir şehrin hiçlik kompozisyonuna işaret edilse de hafızayı bölük pörçük yakalayan eserlerin varlığından da söz edebiliriz. Can Akgümüş Ay-
nanın Hafızası serisinin üretimine başlamadan önce estetik rejimlerde vuku bulan ayna fenomenini daha etkin kullanabilmek adına yardımcı bir medyum olarak yanında taşıdığı bir nesne tasarlamış. Bu nesneyi, ince sunta üzerine, kırdığı ayna parçalarını yeniden silikonla yapıştırarak oluşturmuş. Akgümüş’ün nesneye yardımcı medyum adını vermesinin sebebi aynanın gösterirken, dönüştüren sıfatına çok hızlı bir şekilde geçiş yapıyor olması. Oluşturulan çalışmaları labirent-kentin içinde dolaştırdığımızda hiçlik duygusundan uzaklaşarak hafızanın ürettiği parlak imgelerin belirdiğini görürüz. Böylece çalışmalar yansımalardan çok düşünen görüntülere dönüşür. Parçalanmış, heterojen düşünen bir görüntüler ağı. Ağ demek gerekiyor çünkü her düşünen görüntü bütünlükten uzak. Demek ki görüntünün düşünceliliği bir eylemliliğin kapısını değil onlarca eylemliliğin kapısını açar. Aynanın Hafızası labirent-kentin hiçliğini vurguluyor ama düşünce için de başka kapıları aralıyor. 3. Değiş-tokuş Aynanın Hafızası adlı çalışmalardan yansıyan labirent-kentin sınırlarının aşılmasıdır. Böylece fotoğraf, bellek ve şiir güçlerini birleştirerek keskin bir alete dönüşür. Sıradan olanın bu dönüşümü duyumsanabilir olanı yeniden canlandırarak düşüncede yeni imkânlar yaratabiliyor. Düşünen görüntüler ağı olan Aynanın Hafızasına tekrar bakmanın zamanıdır.
Füsun Aydoğan için sanat ne demek? Yazı İkra Nur Burgucu Ne hissettiğin, nasıl hissettiğin, nasıl yansıttığın mıdır acaba sanat? Sonsuzluktan gelen lütufla, açığa çıkan mıdır yoksa? Bazen fırçalardan tuvallere, çamurlardan şekillere, mermerlerden heykellere, sütunlara, bazen şık mimari projelere, çiçek düzenleme sanatına veya herhangi bir ad ile sonsuz şekillerde mi açığa çıkar sanatsal dokunuşlar? Yoksa hayatın her anı bir sanatsal dokunuş da, biz mi farkında değiliz? Netice olarak, benim sanatı tanımlayışım, kişilerin o anki duygu, düşüncelerini ve(ya) birikimlerini, bir şekilde dışarı aktardığı ve bunu insanlarla paylaşmak için beş duyuya hitap edebilecek her şekilde sunum yaptığı çalışmalardır. Ben de bu dokunuşları hissedebildiğim için kendimi çok şanslı görüyorum. İnsan her an değişime uğrayan ve gelişen mucizevi bir yapı, dolayısıyla duygu ve
CAN AKGÜMÜŞ, AYNANIN HAFIZASI, 2015, ARŞİVSEL PİGMENT BASKI, 70X100 CM
düşünceleri, gözlemleri ve buna dayalı çıkarımları da öyle. Belki de sanat, sonsuz bir okyanus ve sınırsız bir sevginin yansımasıdır. Benzer düşüncelerle yola çıkarak F Sanat Galerisi’ni kuran Füsun Aydoğan ile sanat üzerine konuştuk. İkra Nur Burgucu: Aslında bambaşka bir meslek dalında, başarılı bir çalışma hayatındayken sizi bu alana yönelten ne oldu? Füsun Aydoğan: Hâlâ devam etmekte olan mesleğim diş hekimliğini tercih etmemdeki amacın bile nedeni görmek istediğim dünyaya dokunmak, değer katmak, iyileştirmek ve güzelleştirmekti. Kendimi bildim bileli dünyaya bakışım bu kadrajdandır. Baktığım her kareyi böyle değerlendiririm. İNB: Peki, bu dokunuşlar hangi alanlarda somutlaştı? FA: Yaklaşık 30 yıla yakın bir süre önce resim çalışmalarına başladım, daha sonra buna porselen dahil oldu. Diş hekimliğinde çok daha minimal alanda çalıştığım için, bu sanat dallarında elimin melekeleri bana yardımcı oldu elbette. Yıllardır süren çalışmalarım sonucu biriktirdiğim eserlerle katıldığım pek çok karma ve kişisel, resim ve porselen süsleme sergilerim oldu. Son resim ve porselen sergimi de, yıllardır hayalim olan kendi galerimde sanatseverlerle paylaştım. İNB: Valikonağı caddesinde açılışını yaptığınız F Sanat Galerisi’ni anlatır mısınız? Sizi bölgedeki pek çok galeriden farklı kılacağını düşündüğünüz bir hedefiniz var mı? FA: Sanatsal çalışmalar içinde eserler üreten, sevgi ile harmanladığı güzelliklerini insanlarla paylaşmak isteyen herkesi F Sanat Galerisi’nde görmekten, eserlerini meraklılarıyla buluşturmaktan ve hayalindeki alternatif projeleri birlikte planlamaktan mutluluk duyacağız. Bir diğer heyecan
verici hayalim ise henüz proje aşamasında olmasına rağmen, mekanın müsait olması dolayısıyla aynı zamanda çalışma atölyeleri oluşturmayı düşünüyorum. Porselen çalışmaları ve yağlıboya resim dallarında, işinin uzmanları eğitmenliğinde, haftanın belli günleri atölye çalışmaları yapmayı planlıyorum. Bu bizim bölgedeki diğer galerilerden en büyük farklılığımız olabilir. Güzel bakan, güzel görmek isteyen ve bu çalışmalara hayalindeki
güzellikleri aktarmak isteyen tüm sanatseverleri, F Sanat Galeri’yi ziyarete ve keyifli bir sohbete bekliyorum.
Bitmeyecek öykü
“Çünkü hiçbir göz mutlak bir hiçliğe bakmaya dayanamaz.”
Yazı Nilgün Yüksel Bugün sanat pazarı denildiğinde bir liste seriliverir önümüze: Galeri, sanatçı, kurum, koleksiyoncu, yayımcı, küratör, yazar ve elbette ki bunlara eklenecek halkla ilişkiler ve reklam. Dolaşıma giren eserler, etkili olanlar, etkin olanlar, belirleyiciler… Günlük işleyiş her zaman bir tartışma konusudur ve kuşkusuz koleksiyoncu bu devinimin baş aktörlerinden biridir. Ekonomi, prestij, reklam, aşk, tutku… Koleksiyon yapmanın gerekçesi ne olursa olsun çoğu zaman bu, ilk anından itibaren bitmeyecek bir öykünün başlangıcıdır. Bir dağ doruğuna ulaşmak uğruna hayatlarını tehlikeye atan insanlar vardır. Nedendir; hiç kimse, kendileri bile açıklayamaz. Kimisi, onun adını bile duymak istemeyen birinin gönlünü fethetmek için kendini harap eder. Bir başkası, damak zevklerine ya da şişeninkine karşı duramadığı için kendini mahveder. Bazısı, şans oyunlarında kazanmak uğruna bütün varını yoğunu verir ya da her şeyini asla gerçek olmayacak bir saplantıya feda eder. Kimisi, ancak olduğundan başka türlü olursa mutlu olabileceğine inanır ve hayatı boyunca dünyayı dolaşır. Bazısı da güç sahibi olmadan huzur bulamaz. Kısacası, ne kadar değişik insan varsa, o kadar da değişik tutku vardır. Dr. Mehmet Baz İzmir Ekol Hastaneleri’nin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı. 2013 yılında hastane ile aynı adı taşıyan Ekol Sanat Galerisi’ni hayata geçiren Baz, aynı zamanda bir koleksiyoncu. Söyleşiye giderken aklımdan söyleşinin başlığını ve alıntıları ödünç aldığım Michael Ende’nin aynı adlı ünlü çocuk kitabı geçiyordu. Başka birçok işte olduğu gibi koleksiyonculuk da Bitmeyecek Öykü ile özdeş anlamlar içeriyordu çünkü benim için. Yıllar boyunca birçok koleksiyonun galerilerden müzelere geçiş serüvenine tanık olmuştum. Söyleşiye de kaçınılmaz olarak koleksiyon ile başladık. Nilgün Yüksel: Görüştüğüm birçok koleksiyoncu galericiliği tutku ile açıklar. Sizin motivasyonunuz nedir? Mehmet Baz: İlgi ve merak. Benim çok eskiden resim sanatına ilgim vardı. Bu konuda okuyordum. Sanatçıları takip ediyordum. Yaklaşık on yıl önce de resim almaya başladım. Öte yandan tutku doğru kelime. Bu sadece koleksiyonerlik değil her iş için geçerli. Bir iş üzerinde ne kadar yoğunlaşır, ne kadar emek verip peşinden giderseniz önünüzde o kadar kapı açılıyor. Bazen hayal bile edemeyeceğiniz yerlere geliyorsunuz. NY: Koleksiyonunuzu oluştururken bir danışmanla çalıştınız mı? MB: Hayır çalışmadım. Tabii başlangıçta birçok hata ve yanlış alımlar yaptım. Sonra yavaş yavaş sanatçıları tanıdıkça koleksiyonumu yeniden şekillendirmeye başladım. NY: Bir galeri açma fikri nasıl oluştu? MB: Çıkış noktalarımdan biri hastaneye gelen insanlardı. Onların sanatla zaman geçirecekleri, rahatlamalarını sağlayacak bir alan oluşturmak istedim. Bununla birlikte İzmir gibi büyük bir kentte, insanların sergi gezeceği, sanatçıları tanıyabileceği yerler
—Michael Ende
15 West
yok denecek kadar az. Türk sanat tarihi içinde yer edinmiş sanatçıların İzmirli izleyiciyle buluşmaları gerektiğini düşündüm. Üç yıl önce Devrim Erbil sergisiyle hastanenin yanındaki yönetim binasının alt katında galeriyi hayata geçirdik. Bugüne kadar Bedri Baykam, Özdemir Altan, Ahmet Yeşil, Bubi, Mustafa Ata gibi sanatçıların sergisini yaptık. Önümüzdeki dönem Ali Atmaca, Ergin İnan gibi sanatçılarla devam edeceğiz. NY: Hastanede de orijinal sanat eserleri var. Gerçi biraz önce de sözünü ettiniz ama bir galeri mekânı dışında yapıtla karşılaşmak kuşkusuz hastalar üzerinde olumlu bir etki yapıyor. MB: Elbette ki. Hastanenin hem girişinde hem de odalarda sanat eserlerine yer verdik. Sonuçta insanlar buraya bir sorunla geliyorlar ve morale ihtiyaçları var. Benim en çok hoşuma giden de hastaneye gelenlerin o eserler önünde zaman geçirmeleri. Bazen dakikalarca izlediklerine tanık oluyorum. NY: Hastaneye gelenler dışında İzmirli izleyicinin ilgisi nasıl? MB: Düşündüğümden daha iyi. Üç yıl gibi bir sürede insanlar burayı tanıdı. İzmirlilerin böylesi oluşumlara ihtiyacı var. Özellikle okullardan gelip gezdiklerine tanık oluyoruz. Bu da güzel şeyler yaptığımızı hatırlatıp bize güç veriyor. NY: Sanatçının genci yaşlısı olmaz diye düşünenlerdenim ama bunu kaçınılmaz olarak kullanıyoruz. Genç sanatçılara da yer veriyor musunuz? MB: Şimdiye kadar sergilerimizi genellikle ustalarla açtık ama elbette ki genç sanatçılara da yer vermek istiyorum. Bu konuda daha çok sanatçı tanımam gerek. Eylül’de Ali Atmaca ile birlikte Ayşen Karakaya da yer alacak galeride. Şubat ayında da Bahar Oganer sergisi olacak. NY: Resim ve heykel dışında yerleştirme, video gibi alanlarda da sergi yapmayı düşünüyor musunuz? MB: Şimdilik resim dışında iki heykel sergisi yaptık. Malik Bulut ve Ozan Ünlü. Hastanenin dışında yer alan heykel de Ozan Ünlü’ye ait. Bunun dışında fotoğraf sergisi açmak istiyoruz ama şimdilik güncel sanat çalışmalarına yer vermek bizim için zor görünüyor. Bizim izleyicimiz henüz soyut sanatla bile yeterince ilişki kuramadı. Bunun için biraz daha zamana ihtiyacımız var. NY: Sanata ilişkin bundan sonraki projeleriniz neler? MB: Bir modern sanat müzesi kurmak. Hazırlığına da başladık. Karşıyaka’da 12 dönüm arazi satın aldım bunun için. Mimarlarla görüşmelerimiz devam ediyor. Bir binayı ya da alanı müzeye dönüştürmek yerine bir müze binası inşa etmenin daha doğru olacağını düşündüm. Bahçesinde heykellerin olduğu Çağdaş Türk Sanatının iyi örneklerini yansıtacak bir müze hayal ediyorum. Bunun için de beş altı yıllık bir zamana ihtiyacımız var.
15WEST, adını Begüm Cemiloğlu ve Ekin Varon’un Rhode Island School of Design’da birlikte yaşadığı binanın adresinden alan, İstanbul merkezli bir tasarım ofisi. Begüm ve Ekin günlük hayatımızda en çok vakit geçirdiğimiz alanlarımızı, bir nevi kendi habitatımız olarak değerlendirebileceğimiz evlerimizi, iş yerlerimizi ve sosyal alanlarımızı yaratırken, küratörlüğünü kendimizin yaptığı bir sergi tasarladığımız fikrini benimseyerek yola çıkıyorlar. 15WEST, satın aldığınız mobilya ve objelerle de bir sanat eseriyle kurulan bağa benzer bir ilişki oluşturulması fikrini savunuyor. Hem kişiye özel hem de adetli üretime uygun tasarım yapan 15WEST’in ürünlerinin el yapımı olması tüketimin yoğun olduğu bu zamanda geleneksel işçiliğin önemine de ithafta bulunuyor. www.15weststudio.com
Beloved/ Azizem
KMM: London Design Festival V&A Tabanlıoğlu Mimarlık, Londra Tasarım Festivali (LDF) kapsamında, festival ana mekanı olan Victoria & Albert Müzesi’nde işleri sergilenecek sekiz tasarım grubundan biri olarak, “Kürk Mantolu Madonna” için farklı bir okuma olacak
bir enstalasyon tasarladı. Sabahattin Ali’nin ilk kez 1943 yılında yayımlanan, günümüzde de hala en çok okunanlardan biri olan romanı “Kürk Mantolu Madonna”nın 73 yıl sonra ilk kez geçtiğimiz Mayıs ayında Penguin Yayınevi’nin Modern Klasikler serisi kapsamında, Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından İngilizce’ye çevrilmiş olması vesilesi ile Tabanlıoğlu Mimarlık, 17-25 Eylül tarihleri arasında düzenlenen Londra Tasarım Festivali kapsamında bu büyük aşk hikayesine odaklanıyor. Duyuları harekete geçiren tasarım “Beloved/Azizem” ismi ile romanın anlatımına odaklanmaktan ziyade alelade bir insanın şaşırtıcı derinlikte, parlak iç dünyasını, aşkın aracı olduğu aydınlan-
masını, yok/var oluşunu nesneleştiriyor. Raif beyin gizli defterini, yani içini okuyabilmek için üzerinde yer alan yırtıklardan içeri bakmak üzere enstalasyonun yansıtıcı yüzeyine yaklaştığınızda, bir “başka”nın içinden önce, kendi suretinizle de yüz yüze geliyorsunuz. Her ziyaretçinin arzusuna ve boyuna uygun bir aralıktan bakabileceği, 13 metre uzunluğundaki, siyah kutu Victoria & Albert Müzesi, Medieval & Renaissance galerisindeki köprünün üzerinde yer alıyor. Köprünün altından da farkedilen bir obje olan “Beloved”dan sızan ışıltı, uzaktan da merak uyandırıyor. Romanın duygusunun yanısıra (anti) kahramanın ve sevgilinin yaşadığı dönem, coğrafyalar ve hallerden esinelenen iç kurguya, Serdar Ateşer’in ses enstalasyonu eşlik ediyor. Tasarım ve küratörlüğünü Melkan Gürsel ve Murat Tabanlıoğlu’nun üstlendiği, TA_Atelier yürütücülüğünde, İhsan Bilgin ve Necmi Zeka’nın danışmanlığında, Melisa Mızraklı ve geçen yıl yine Murat Tabanlıoğlu’nun küratörü oluğu Anvers, Belçika’da, MAS Müzesinde gerçekleşen “Port City Talks / İstanbul - Antwerp” sergisinde de yer alan PATTU ve Emre Dörter işleriyle gerçekleşiyor. Murat Tabanlıoğlu, “Enstalasyon, okuyanların, kitaptan sahneleri hayal edebilecekleri fiziksel bir deneyim ve birden fazla duyuyu harekete geçiren bir yeniden canlandırma. Bu, mimar olarak bizler için, edebiyat, tutku ve insanın durumunu kutlayan çok samimi bir deneyim” derken; Melkan Gürsel “Romanın ilk cümlesi ‘Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır’ dediği kişinin, herkesin- tabiri caizse- sümsük bir adam olarak gördüğü Raif Efendinin ta kendisi olması, bizim iç ve dış ilişkisini kurgulamakta, ilk tasarım adımımız oldu” sözleriyle onu tamamlıyor. Londra’da on gün boyunca izlenebilecek enstalasyona ayrıca Filiz Ali, Fatih Özgüven, Olaf Bartels, Ali Cengizkan, İhsan Bilgin’in ve Sabahattin Ali’ye, romana, döneme, Berlin ve Ankara kentlerine dair yazıları ile küratör/tasarımcı Murat Tabanlıoğlu ve Melkan Gürsel ve ekipte yer alanlarla yapılan röportajların yer aldığı bir kitap eşlik edecek. Yapı Kredi Yayınları’nın desteğiyle basılacak olan kitap sergiyle aynı anda Londra’da olacak.
harika bir blog okuması için… Akbank Caz Blog isimli yepyeni bir blog geçtiğimiz Ağustos ayında açılmıştı. Eğer haberiniz olmadıysa Akbank Caz Festivali’nin bloguna muhakkak bir göz atın. Caz müziğine gönül veren sıkı takipçilerin yanı sıra bu türe ilk kez kulak vereyecek olan dinleyeciler için de önemli bir boşluğu dolduran blog ülkemizde bir ilk olma özelliği taşıyor. Türkçe okumak isteyenlerin www.akbankcazblog.com
24
İngilizce olarak takip etmek isteyen cazseverlerin ise www.akbankjazzblog.com adresinden ulaşabilecekleri blog, disiplinlerarası bir bakış açısı ile hazırlanmış. Sadece caz müziğe dair değil, cazın iletişimde olduğu diğer sanat türleri ile olan etkileşiminden de örneklerin yer aldığı blogda festival sanatçılarıyla özel röportajlar, müzik listeleri, videolar ve çok daha fazlası yer alıyor. Festivalciler için kapsamlı bir caz rehberi oluşturan blogda; caz kentleri ve mekanlarına dair yazılar, caz tarihini değiştiren albümlere ışık tutan notlar, cazın gelişiminde önemli katkısı olmuş bilinmeyen portrelere odaklanan makaleler, sürprizlerle dolu bir caz sözlüğü var. Geride kalan çeyrek asırlık zaman diliminde Şehrin Caz Hali sloganı ile yüzlerce caz efsanesini İstanbul’da ağırlayan Akbank Caz Festivali, bu yıl 12 – 23 Ekim tarihleri arasında 26. kez gerçekleşiyor. 26. Akbank Caz Festivali süresince de güncellenmeye devam edecek ve keyifli bir kaynak oluşturacak olan Festivalin resmi blogu, Bant Mag. ekibinden yazar ve çizerler tarafından hazırlandı. Blogda yer alan görsellerin tamamı illüstrasyon sanatçısı Sadi Güran imzasını taşıyor.
Ayvalık’ın sesine kulak verin 1998’de Prof. Filiz Ali tarafından kurulan Uluslararası Ayvalık Müzik Akademisi (AIMA), genç müzisyenler-
AYVALIK ULUSLARARASI MÜZİK AKADEMİSİ
in ufkunu genişletmeyi ve müzik eğitiminde yeni kapılar açmayı hedefleyen amaçları doğrultusunda düzenlediği etkinliklerle, dünyanın önde gelen müzisyenlerini ve müzik pedagoglarını Ayvalık’ta misafir etmeye devam ediyor. AIMA, Eylül ayında gerçekleştirilecek iki masterclass ve bir atölye çalışmasıyla, yaz dönemi etkinliklerini tamamlayacak. 9 Eylül’e dek devam edecek dünyaca ünlü piyanist İdil Biret’in yönetiminde gerçekleştirilecek Piyano Masterclass’ı, İdil Biret ve öğrencilerinin 8 Eylül akşamı Cunda Alibey Kültür Merkezi’ndeki konseriyle son bulacak. 19-25 Eylül 2016 tarihleri arasındaki Viyolonsel Masterclass’ı, Avrupa’nın seçkin solist ve oda müzikçilerinden biri olan Christoph Henkel tarafından yönetilecek. Viyolonsel Masterclass’ı süresince ayrıca, Selma Gökçen tarafından müzisyenin alışkanlıklarını, tepkilerini ve hareketlerini sorgulamasını sağlayan, çalgısıyla arasındaki ilişkiyi geliştirmesine yardımcı olan Alexander Tekniği Atölyesi de gerçekleştirilecek. 24 Eylül akşamı Cunda Alibey Kültür Merkezi’nde yapılacak Viyolonsel Masterclass Konseri’yle, AIMA’nın 2016 yaz programı sona erecek. AIMA’nın etkinlikleriyle ilgili ayrıntılı bilgiyi ayvalikmusic.com adresinden edinmek mümkün.
Eskişehir’in olmazsa olmazı: terracota
Eskişehir, unutulmaya yüz tutmuşken ayağa kaldırılan bir değerini gözönüne taşımaya çalışıyor yıllardır: pişmiş toprak… Yani terracota. Şehir, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak, önemli bir sanayi koluna ev sahipliği yapmış, tuğla ve kiremit sektöründe önemli markalar yaratmıştır. Özellikle bu işletmelerin kent merkezindeki Tepebaşı bölgesinde olması, bu kimliğin daha çok bu bölgenin kimliği olduğuna işaret etmekte. Neredeyse, Eskişehir’de üç veya dört aileden birinde mutlaka tuğla kiremit işinde çalışmış birilerini bulmak mümkün. Kent insanının geçimini sağlamada
etkili olmuş bir durumdan bahsediyoruz. Eskişehir’de, merkezde bulunan Tepebaşı Belediyesi, Dr. Ahmet Ataç’ın başkanlık dönemlerinde düzenlediği bir sempozyumla, bu kent ‘değerini’ öne çıkararak ve kente kalıcı şeyler bırakarak bir faaliyet yürütmekte. Bu yıl 17 Eylül-2 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek 10. Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu işte bu faaliyetlerin en önemlisi. Pişmiş toprak, bu sempozyumda; sanatsal, sektörel ve bilimsel olarak ele alınacak. Sempozyum dahilinde pişmiş toprağın sanatsal olarak ele alınması sempozyuma katılan sanatçıların yapacakları heykeller ile olacak. Bilimsel tarafta ise bilim insanlarının pişmiş toprak- seramik üzerine ve bunların kullanımları, değerlendirilmeleri üzerine bilimsel sunumları görülecek. Sanatsal ve bilimsel olarak ele alınmasında, Anadolu Üniversitesi’ndeki hocaların,
ESKİŞEHİR PİŞMİŞ TOPRAK SEMPOZYUMU
özellikle de isim vermek gerekirse Prof. Bilgehan Uzuner’in adının anılması gerekiyor. Bu sempozyuma emek veren kişilerden birisi de, yakın bir tarihte kaybettiğimiz, Anadolu Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Taciser Sivas (7. Sempozyum, onun anısına yapılmıştır) Konunun sektörel olarak da ele alınması da şöyle olacak. Eskişehir’de üretimde bulunan tuğla- kiremit sektörünün ürünlerini tanıtmasına, kendisini ifade etmesine ortam hazırlanacak. Burada da Başak Kiremit’ten söz etmeli özellikle. Eskişehir’in önemli kent kimliklerinden biri olan pişmiş toprağın sanatsal boyutuyla değerlendirmesi nasıl oluyor? Ülkemizden ve yurt dışından gelen sanatçılar, on beş gün boyunca tasarladıkları heykelleri yapmaya koyuluyor. Sonra bu eserler fırınlarda pişiriliyor. Sempozyumun tamamlanacağı son birkaç günde, belirlenen yerlere dikiliyor. Yani bu çalışmalar, bir bakıma kent halkına birer armağan oluyor. Eserlerin büyük bölümü Tepebaşı bölgesinde başta “Toprak Dede Hayrettin Karaca Parkı ve Heykel Park olmak üzere, yeşil alanlara yerleştirilerek, kenti adeta pişmiş toprak eserleri müzesine dönüştürüyor. Anadolu Üniversitesi Yunus Emre yerleşkesinin hemen karşısında bulunan bir parka (Heykel Park) 2000’li yılların başında (2001-02 ve 03 tarihlerinde) düzenlenen ilk üç sempozyumda ortaya çıkan eserler yerleştirilmiş. Bu zamana kadar yapılan sempozyumlarda ise 105 eser çıkmış ortaya. Bu yıl sempozyuma katılacak sanatçılar şöyle: Burcu Karabey, Hüseyin Özçelik, Serdar Tekebaşoğlu(Türkiye),
ReinhardKeitel (Almanya), PetraLindenbauer(Avusturya), WangShengli (Çin), Ariane A. Coissieux (Fransa), NatoEristavi (Gürcistan), SayumpornKasornsuwan(Tayland). Sempozyumla ilgili detaylı bilgi için: www.tepebasi.bel.tr
Yaş 35 TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile düzenlenen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, otuz beşinci yaşını 12-20 Kasım 2016 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Büyükçekmece’de kutlayacak. Kitap Fuarları Danışma Kurulu tarafından alınan kararla filozof-akademisyen Sayın Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı “Onur Yazarı” olarak belirlendi. 4 Ekim 1936’da, İstanbul’da bir Rum ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Kuçuradi, ilköğrenimini İstanbul Merkez Rum Ortaokulu’nda, ortaöğrenimini ise Zapyon Rum Kız Lisesi’nde tamamladı. 1954’te girdiği İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden 1959 yılında mezun oldu. Aynı yıl Takiyettin Mengüşoğlu’nun asistanı olarak bu bölümde göreve başladı ancak bir yıl sonra görevden ayrıldı. İonna Kuçuradi, 1970’li yılların ortalarından itibaren ve özellikle de 1980’lerden sonra felsefenin ne işe yaradığını gösterebilmek için önemli faaliyetlere girişti. 1973 yılında Varna’da gerçekleştirilen XVI. Dünya Felsefe Kongresi’ne katıldığında edindiği izlenimle, Türkiye’nin de bu kongrelerde temsil edilebilmesi için mesleki bir örgütün gerekliliğine inandı. 1974 yılı başlarında Ankara’da “Felsefe Kurumu” adıyla kurulan derneğe öncülük etti. Kurumun adı 1979’da Bakanlar Kurulu kararıyla “Türkiye Felsefe Kurumu” olarak değiştirildi. Bu değişiklik, aynı yıl içinde kurumun Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’na (FISP) üye olmasını sağladı. Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1980 yılına kadar genel sekreterliğini üstlenen Kuçuradi, 1980 yılında kurumun başkanı oldu. 1982’de Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun yönetim kurulu üyeliğine seçilerek 1988’de genel sekreter oldu. 1998’de ise Boston’da yapılan bir toplantı sonucu Uluslararası Felsefe Federasyonları Başkanlığı’na seçildi. Kuçuradi, bu göreve seçilen ilk Türk ve ilk kadındır. 2003 yılında düzenlenen 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin Türkiye’de yapılmasına öncülük etmesi ve bu alanda yaptığı bilimsel çalışmaları nedeniyle, UNESCO Ioanna Kuçuradi’nin, 2003 Felsefe Ödülü’ne layık görüldüğünü bildirdi. Fuar süresince Kuçuradi’nin yaşamı ve eserleri üzerine, kendisinin de katılımıyla çeşitli paneller ve etkinlikler düzenlenecek. Fuarın teması ise ‘Felsefe ve İnsan’ olarak kararlaştırıldı.
Our relationship with paper k e e p i n g a l i v e fo r t h i r t y o n e y e a r s without big words elaborating on small details.
Kağıtla olan ilişkimizi büyük laf lar etmeden k ü ç ü k d e t ay l a r ı ö n e m s e y e r e k otuzbir yıldır canlı tutuyoruz.
İzlemek, dinlemek Yazı Hervé Chandès Bernie Krause uzun yıllar Los Angeles’taki bir stüdyoda müzisyen ve ses mühendisi olarak çalıştıktan sonra, 1980’li yılların başlarında doğanın “yabanıl” seslerine tutku derecesinde ilgi duymaya başladı. Hayvanların çoksesliliğinin muhteşem şaşırtıcılığı ve tuhaflığına hayran kalan Krause, müzik bilgisi ve doğuştan gelen bilimsel merakını rehber alarak, olağanüstü bir maceraya atıldı. Müziğin insan olmayan orijinlerini araştırmak üzere dünyayı dolaşarak, hayvanların çıkardığı seslerin gizli ve karmaşık düzenlemelerini kaydetti ve üzerlerinde çalıştı. Büyük Hayvan Orkestrası sergisi Bernie Krause’nin çalışmalarından il-
26
BERNIE KRAUSE
ham alıyor; serginin ismi ise yaklaşımını açıkladığı, keşiflerini sunduğu ve bizi ‘kişinin tüm varlığıyla aktif dinleme sanatına’ başlattığı bir kitabında(1) geçiyor. Yaklaşık elli yıldır hem bir sanatçı hem de ses mühendisi olan Bernie Krause hayatını ‘biyofoniler’ adını verdiği, hayvanların ses-peyzajının çeşitliliği, karmaşıklığı ve olağanüstü güzelliğini anlamaya ve anlatmaya adamış. Çalışmaları bize her bir hayvan türünün kendi akustik imzasının bulunduğunu, ve tıpkı bir orkestradaki enstrümanlar gibi, içinde yaşadığı ekosistemin ses-peyzajının nota partisyonlarında kendisini hem hassas hem de ustalıklı bir biçimde konumlandırdığını gösteriyor. Bernie Krause’den yola çıkan bu sergi ziyaretçilerine yoğun ve unutulmaz bir deneyim yaşatmayı amaçlıyor: insanlar insan kaynaklı olmayan müziğin inanılmaz dünyasını keşfedebilir ve okyanuslarda kaynayan görünmez hayatı hayranlıkla izleyebilirler (tıpkı Bernie Krause gibi estetik sevgisi ile bilimsel titizliği birleştiren araştırma gemisi Tara’nın üzerinde çalıştığı planktonlar). Her iki çalışmada da en son dijital teknolojiler (mikrofonlar ve mikroskoplar) kullanılarak, daha önceleri sadece bu hayvanları görebilen ve duyabilen yerel halkların erişebildiği ve anlayabildiği seslerin ve hayvan dünyalarının zenginliğini daha net bir şekilde görmemiz sağlanıyor. Öte yandan, bu ses-peyzajları ve ölçülemeyecek kadar küçük su altı manzaraları gezegenimizin biyolojik çeşitliliğinin amansız bir şekilde yok olduğu-
nu da gözler önüne seriyor. Büyük hayvan orkestrasının çok sesliliği giderek susturuluyor: insan faaliyetlerinin ve gelişiminin çıkardığı gürültü dünyanın ve okyanusların en ücra köşelerine kadar uzanarak buralardaki benzersiz ses peyzajlarını bastırıyor. Estetik güzelliğin yanı sıra, hayvanların ve ekosistemlerin geri döndürülemez yok oluşu hakkında sanatçı ve araştırmacılar tarafından gündeme getirilen farkındalık, bu serginin ve sergi katalogunun ana fikrini oluşturan başlıklardan biri. Bu yaklaşım Foundation Cartier’de yer alan ve estetik ile gerçek dünyayı ya da estetikle doğayı bir araya getiren önceki sergileri hatırlatıyor. Amazon’daki bir Kızılderili kabilesinin şaman inanışlarını araştıran Yanomami, Ormanın Ruhu (2) ve göç, iklim krizi ve unutulmaya yüz tutmuş dilleri gündeme getiren Ana Yurt, Boşaltmayı Durdur (3) sergileri bu yaklaşımın diğer örnekleri. Son olarak, bu serginin çıkış noktası ve ağırlık merkezi ses ise, sergi de hayvan seslerinin büyük çok sesli orkestrası ile hayvan dünyasının çoklu temsillerinden oluşan görsel bir orkestra arasında bir söyleşi ve dolayısıyla, izleyicilerin kendi meraklarının temposuyla, gözlerini ve kulaklarını takip ederek gezebilecekleri iç içe geçmiş bir çifte orkestra olarak okunabilir. Sessiz ya da gizemli, çarpıcı ya da beklenmedik, sanatçıların işleri hayvanların hem hayal dünyamızda hem de toplumdaki ikircikli konumunu dile getiriyor. Ancak bunun da ötesinde ve pek de umulmadık bir şekilde bazı eserlerin, hayvan sanatının bazı formlarında görülen güçlü güzelliği tasvir edişleriyle –örneğin cennet kuşunun güzelliği- bizim insan merkezli estetik anlayışımıza tam anlamıyla meydan okudukları söylenebilir. Bütünsel olarak serginin esasını oluşturan –aynı zamanda hem işitsel hem görsel, hem insan hem insan olmayan- çoksesli orkestra, ziyaretçide daha büyük bir farkındalık ve anlayış geliştiriyor. Bu Büyük Hayvan Orkestrası’nı sergileme fikri, Bernie Krause’nin çalışmalarını keşfeden ve projenin her aşamasında bize yardımcı olan Bruce Albert sayesinde ortaya çıktı. Başlangıçtaki fikrimiz, sanatçılar, bilim insanları, düşünürler, müzisyenler ve mimarlarla yaptığımız görüşme ve sohbetler sırasında gelişip dönüştü. Katılımlarından dolayı onlara teşekkür ediyoruz. Tabii ki bu maceranın kendi belirsizlik ve keşif anları da oldu. Burada teşekkür etmek istediğimiz çok sayı-
MANABU MIYAZAKI, A BLACK BEAR PLAYS WITH A CAMERA, 2006
da kurumun bu projeye gösterdiği ilgi bizi duygulandırdı: Musée National d’Histoire Naturelle (Ulusal Doğal Tarih Müzesi) ve Paris’teki Tara Oceans ekibi, ABD’deki Cornell Üniversitesi ve Japonya’daki Kyotographie Uluslararası Fotoğraf Festivali. Böyle bir sergi ayrıca, araştırdığı önemli ve hassas konuların altını çizen çok özel ilişkiler de geliştiriyor. Bu yüzden Interpol’e ve Çevre Suçları Bölümü’nden Ioana Botzeau’ya, Institut des Humanités de Paris’de (Paris İnsanlık Enstitüsü) Centre d’Études du Vivant (Canlı İnceleme Merkezi) direktörü, Comité Consultatif National d’Éthique (Ulusal Etik Danışma Komitesi) başkanı ve biyolojik çeşitliliğin korunmasında önde gelen isimlerden biri olan Claude Ameisen’e teşekkür ederim. * Hervé Chandès, Fondation Cartier pour l’Art Contemporain Genel Direktörü; Büyük Hayvan Orkestrası sergisi küratörü 1.Bernie Krause, The Great Animal Orchestra (Büyük Hayvan Orkestrası) (Londra: Pro le Books, 2012). 2.Yanomami, Spirit of the Forest (Yanomami, Ormanın Ruhu), Fondation Cartier pour l’art contemporain, Paris, 2003. 3 Native Land, Stop Eject (Ana Yurt, Boşaltmayı Durdur) Raymond Depardon ve Paul Virilio’nun düzenlediği sergi, Fondation Cartier pour l’art contemporain, Paris, 2008.
Acil durumlarda kapıyı kırınız Hafızamızın, kapısı kilitli odalarından birini gün gelir açarız. İçeriden gelen sesler, kokular, görüntüler bize geçmişimizi anımsatır. Anneannemin lavanta kolonyası kokuyor, annemin saçları ne kadar da uzun, babam hayatta, salon hatırladığımdan daha küçük. 1990 yazında en büyük sorunumuz sabah kahvaltısında incir mi yoksa kayısı reçeli mi yiyeceğimiz. Anlar anı olur, hafızamız bizi çoğu defa yanıltır ve ne zaman yanımıza şemsiye almayı unutsak yağmur yağar. Belleğin anlık dönüşümlerine, hafızamızın kodlamalarına ve anlara odaklanan Yumuşak Bir İnişi Takiben Dik Bir Uçurum adlı sergi 8 Eylül – 22 Ekim tarihleri arasında GAIA Galeri ve REM Art Space’de. Uzun bir yaz oldu. 2016 yazını; konserlerin, festivallerin, sinema ve tiyatro gösterimlerinin ileri bir tarihe alındığı, tatil planlarının ertelendiği, son dakika haberlerinin sürekli alt banttan geçtiği bir mevsim olarak hatırlayacağız. Toplumsal belleğimizde AKM’ye asılan pankartlar, atılan sloganlar ve 2016 yazının en çok kullanılan kelimeleri kalın bir tortu olarak izini bırakacak. Derdest, kalkışma, OHAL, kıta sahanlığı, it dalaşı, yakın mesafeden alçak uçuş, sonar ses, sızıntı gibi kelime ve terimler hayatımıza birden bire girdi ve hafızamızı işgal altına aldı bile. Kelimelere yüklediğimiz anlamlar görsel hafıza kodlarımızı da belirler hale geldi. Öğrenilmiş kodlar sayesinde türdeşlerimizi anlamaya çalışmaya başladık; üniforma gördüğümüz zaman şüpheleniyor, hiç tanımadığımız biri ile beş saniyeden fazla göz göze gelirsek yolumuzu değiştiriyoruz. Oysa başlangıçta insanlara güveniyorduk. Kelime ve davranış kodlamalarımız 2016 yaz gündemine göre değişti, yapılandırıldı ve yenilendi. Süreç içinde normalleşecek ve biz farkında olmadan kiİLLÜSTRASYON: ÜMİT YANILMAZ şiliğimizin birer parçası vam etmelidir. Feminist bakış açısıyla haline gelecek. yazılan bu öncü tiyatro oyunu metni, Henrik Ibsen, Nora: Bir Bebek Evi toplumun kadına karşı bakış açısını ve adlı oyununu yazıp bitirdiğinde, oyukadının uyandırdığı kodlamayı tamanun finalinin izleyici tarafından bu kamen değiştirmektedir. Seyirci değişidar tepki alacağını tahmin eder miydi me hazır değildir. Nora gibi bir kadın, bilinmez ama oyunun ana karakteri bir kadın, bunu nasıl yapar? Yapamaz! Nora’nın finali belirleyen yönelişini, Oyun yazarı seyircinin istediğini onaldığı bu tepki yüzünden iki kez yazlara verir. Kocası Torvald’a göre “her mak zorunda kalmış. İlk defa 21 Aralık şeyden önce eş ve anne” olan Nora “Ben 1879 yılında Danimarka Kraliyet Tiartık buna inanmıyorum. Bence her yatrosu’nda oynanan Nora: Bir Bebek şeyden önce insanım (tıpkı senin gibi) Evi, bir kadının kendi kararıyla kocaen azından bundan böyle insan olmaya sını ve çocuklarını bırakıp evi terk etçalışacağım” demek istese bile replikmesiyle sonlanır, ışıklar karır ve perde! leri değiştirilir. Çocukluğunda ve genç Oyuncular selama durduklarında sakızlığında babasının gözünde nasıl bir londan çıt çıkmaz. Bir kadın evini nasıl “oyuncak bebekse” kocasının gözünde terk eder? Seyirciye göre Nora kurabide öyle olmaya devam eder. Yüzyıllar ye pişirmeye, kocasına ve çocuklarına içinde insanın algılama ve görme bisadık bir şekilde normal hayatına de-
çimleri değişir. Günümüzde oyun, ilk yazıldığı halde sahnelenmektedir. Tam da bu konuyu -hafıza, algı ve kodlama- eksenine alan bir sergi yeni sezondaki yerini alıyor. İstiklal Caddesi ve Çukurcuma’da yer alan iki sanat galerisi güçlerini birleştirip iş birliğine giriyor ve Yumuşak Bir İnişi Takiben Dik Bir Uçurum adını verdikleri sergiyi 8 Eylül – 22 Ekim tarihleri arasında izleyici ile buluşuyor. İki sergi mekanı da belleğin, anların ve anıların çok katmanlı bir şekilde yollarının kesiştiği noktalarda bulunmakta. Bu anlamda İstiklal Caddesi ve Çukurcuma’daki sergi mekanları başlı başına belliğin kendisini temsil ediyor. Sergide bireyin kişisel ve toplumsal yöndeki ani değişimler karşısında verdiği refleksleri
inceleyen video, yerleştirme, resim, fotoğraf çalışmaları izleyici karşısına çıkıyor. Sergide on dört sanatçının; Burçak Konukman, Elif Süsler, Gül Ilgaz, Ferhat Özgür, Vahit Tuna, Ani Setyan, Emre Zeytinoğlu, Çınar Eslek, Gözde İlkin, Yıldız Çintay, Yasemin Özcan, Serda Camlı, Ali Miharbi, Erdam Ergaz işleri yer alıyor. Yumuşak Bir İnişi Takiben Dik Bir Uçurum, “başka bir kodlama biçimi yaratılabilir mi, yaşanılan şoklar belleğimizde bir başka anının canlanmasını sağlayarak yeni bir dil oluşturabilir mi, bu dil nasıl bir yaşamsal alan oluşturur, üretilen sanat yapıtının bellek ile ilişkisi yeni bir dil açığa çıkarır mı” gibi sorulara cevap arıyor. Kim bilir, belki de cevaplardan bir kaçı hafızanızın derinliklerinde bir yerlerdedir.
SERGİLERDEN DOĞANIN RENKLERİ ARMAGGAN Art & Design Gallery’nin yeni dönem sergisi doğal boyalardan yapılmış resimleri içeriyor. Doğanın Renkleri resim sergisi için hiçbir kimyasal içermeyen doğal boyaları ARMAGGAN Art & Design Gallery sanatçılarının eserleri için üretilidi. 8 Eylül’de açılacak sergide sanatçıların her biri bir adet doğal boyalı ve bir adet de var olan boyalardan eserler hazırladı. ARMAGGAN bünyesinde yer alan DATU-Kültürel Miras ve Doğal Boya Laboratuvarı, doğal boya kaynakları bakımından dünyanın en zengin koleksiyonuna sahiptir. Bu koleksiyonda boya bitkileri, boya böceklileri, de-
ALİ ALIŞIR, KOZMOS 02, 2016, MONO C-PRINT, 100X177 CM
28
niz kabukluları ve doğal organik lake pigmentler yer alıyor. Bütün dünyada kullanılan boya bitkilerinin sayısı 300 ile 400 arasında olduğu varsayılırken Türkiye’de boya bitki sayısının yaklaşık 250 civarında olduğu biliniyor. Boyama için kullanılan deniz kabukluları Marmara Denizi, Ege Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’de bulunuyor. Doğanın renklerinden elde edilecek resimlerin yer alacağı Doğanın Renkleri adlı sergide; Sıla Gür, Nilüfer Tokay, Aysun Bozuklu, Nilgün Sabar, Betül Cankara, Şevket Arık, Sinem Kaya, Güneş Özmen, Neşe Çoğal, Hüseyin Rüstemoğlu, Doruk Pireci, İrem Çamlıca ve Desen Halıçınarlı gibi 13 sanatçı eserleriyle yer alıyor. Daha fazla bilgi için: armaggangallery.com HORASAN’IN ‘YÜZ’Ü Art On İstanbul yeni sezonda Horasan’ın Yüz Her Şeydir isimli sergisine yer veriyor. Horasan’ın kâğıt yüzeyler ve tuval üzerine çalışmalarının bir arada görülebileceği sergide, sanatçı insan duygularının gözlemlenebildiği yüze dair ifadelerin temsilinden hareket ederek bir tema oluşturuyor. Bu bağlamda sanatçının bir araya getirdiği kâğıt işler ve tuval çalışmaları, yüz ifadelerinin merkezde olduğu bir biçimde ‘anlatılar’ oluşturuyor. 8 Ekim’de açılacak Yüz Her Şeydir sergisi 19 Kasım Cumartesi gününe kadar Art On İstanbul’da görülebilecek. Daha fazla bilgi için: artonistanbul.com ALİ ALIŞIR’DAN KOZMOSA BAKIŞ Bozlu Art Project yeni sezonu son dönemin dikkat çeken çağdaş sanatçılarından Ali Alışır ile açıyor. Sanatçının gerçeklik ve sanallık kavramla-
rını sorguladığı Sanal Bedenler, Sanal Mekânlar, Sanal Savaşlar ve Sanal Manzaralar isimli sergilerinden sonra, evrenin deviniminin modern insanın hayatıyla ilişkisine odaklandığı Kozmos isimli serginin küratörlüğünü Oğuz Erten üstleniyor. Ali Alışır, yeni sergisinde insana, evrene ve mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki ilişkiye odaklanan bir izlek sunuyor. Alışır, Kozmos’u anlamanın yolunun insanı anlamaktan geçtiğini, aynı şekilde bunun tam tersinin de pekâlâ mümkün olduğunu belirtiyor. Sanatçının bu iki yapı arasındaki benzeşliğe ve bütünlüğe vurgu yapan çalışmaları, evrenin aslında kendini oluşturan öğelerin en küçüğünden en büyüğüne kadar, bölünemez bir bütün olduğuna ve bu bütünün bir parçası olan insanın evrene dair her şeyi içerisinde taşıdığına vurgu yapıyor. Sanatçı evreni ve boşluğu ifade eden siyah zeminli resimlerinde kendi çektiği fotoğraflardaki kent görünümleri ve insan imgelerine evrendeki devinimi ifade edecek şekilde yer veriyor. Sony Türkiye’nin teknoloji sponsorluğunda gerçekleşen sergi, 6 Eylül - 20 Ekim 2016 tarihleri arasında Bozlu Art Project Nişantaşı’nda görülebilir. Daha fazla bilgi için: bozluartproject.com POLİTİK VE SOSYOLOJİK ASİMETRİK DİNAMİKLERİN SANATÇI PRATIKLERI VE IŞBIRLIKLERI ÜZERINDEKI ETKISI Creative Çukurcuma (İstanbul) ve COOP Curatorial Collective (Nashville), Michael Dickins, Kristi Hargrove, Jana Harper, Erdal İnci, Jonathan Rattner, Ayşe Gül Süter ve Bahar Yürükoğlu’nun çalışmalarını bir araya getiren, küratörlüğünü Paul Collins, Naz Cuguoğlu, Mine Kaplangı ve Jonathan Rattner’ın üstlendiği Asimetrik Bağ sergisini 6 Eylül tarihinde açıyor. Asimetrik Bağ, Nashville ve İstanbul’dan sanatçıları, altı aylık işbirliği üzerine kurulu bir ilişki içinde eşleştirerek, politik ve sosyolojik ‘asimetrik’ dinamiklerin sanatçı pratikleri ve işbirlikleri üzerindeki etkisini araştırıyor. 10 Eylül’e dek açık olacak sergiyle beraber Skype sohbetleri de yapılacak. Detaylı bilgi için: creativecukurcuma. com IN MEDIAS RES 29 Eylül – 18 Kasım tarihleri arasında Midilli Belediyesi Sanat Galerisi, Halim Bey Konağı’nda yapılacak Geçiş Çizgileri (in medias res) sergisi Elgiz Daimi Koleksiyonu’ndan seçilen yapıtlar üzerinden birbirinden ayrı yaklaşımlar içeren, farklı yoğunluktaki anlatılar, anılar ve ifadeler arasındaki bağlantı çeşitliliğini göstermeyi amaçlıyor. 1980 yılından bu yana Sevda ve Can Elgiz tarafından geliştirilen, sanat ve yaşamda ‘çağdaş’ olana odaklanan bu koleksiyon, 2001 yılında İstanbul’da kurulan Elgiz Müzesi’yle
birlikte kamunun erişimine açık hale getirildi. Geçiş Çizgileri (in medias res) sergisinin güzergahındaki ilk durak Yunan adası Midilli’deki Mytilene Belediye Sanat Galerisi olacak. Adadaki Osmanlı mimarisinin örneklerinden biri olan bu bina Halim Bey Konağı olarak biliniyor. Can Elgiz’in büyük dedesi Halim Bey bu konakta doğmuş ve yaşamış. Sergi, konağın hikayesinde bulunan ve barınan anlatılara yeni geçiş çizgileri ve yollar eklemeyi amaçlıyor. Konağın tamamına yayılan sergi, alanında ilerigelen sanatçılardan resimden heykele, enstalasyondan objeye, fotoğraftan film ve video’ya kadar çeşitli mecralardaki yapıtları sunuyor. Sanatçıların arasında Pınar Yolaçan, Oleg Dou, Cindy Sherman, Azade Köker, Bedri Baykam, Bengü Karaduman, Ferhat Özgür, Gilbert & George, Hale Tenger, Tracey Emin, Louise Bourgeois, Mateo Mate, Burak Delier, Gülsün Karamustafa, İhsan Oturmak, Kendell Geers, Komet, Nan Goldin, Nilbar Güreş, Özlem Günyol, Rebecca Horn, Tomur Atagök, Veljko Zejak, Hera Büyüktaşçıyan ve Benji Boyadgian var. Sergiyle ilgili detaylı bilgi için: elgizmuseumistanbul.org ÖKTEM&AYKUT GÜMÜŞLÜK AKADEMISI’NDE Bu yıldan başlayarak Öktem&Aykut sanatçıları Gümüşlük Akademisi’nde olacak. 19 Temmuz salıdan beri devam eden sergi 17 Ekim’de son bulacak. Gümüşlük Akademisi, doğal hayata usulca yerleşen mimari yapısının içinde dörtgen ve yuvarlak yapılı iki ayrı galeri mekanı barındırıyor. Mimar Hüsmen Ersöz’ün hem coğrafyayı hem de gün ışığını zerafetle kucaklayan mekan tasarımına ait dörtgen bölümde Sinan Logie ile Emel Kurhan’ın; yuvarlak alanda ise Francesco Albano ile Mehmet Tekin’in eserleri bir arada görülecek. Şehri içeriden ve organik bir hareketle gören soyutlamaları ile tanınan Logie’nin, Ersöz’ün çizgilerine kusursuzca uyumlu dili; Kurhan’a ait işlemelerdeki kurt ve baykuşların Akademi’nin doğal hayatın ses ve ışığını iç mekana davet eden yapısında yeniden hayat buluşlarına şahitlik ediyor. Albano’nun, bütün Akdeniz sahillerine unutulmaz ve kahredici izler bırakan güncel kitlesel göçe işaret eden heykelleri ise, Tekin’in insanlığın boşlukta ebedi salınışını görselleştiren tuvalleri ile birlikte sergileniyor. Eylül ayında ilk edisyonu olacak misafir sanatçı programının ilk konuğu Toygun Özdemir. Detaylı bilgi için: gumuslukakademisi.org … ÇÜNKÜ BIZ OLMADIĞIMIZ YERDEYIZ… KASA GALERİ 7 Eylül ve 22 Kasım tarihleri arasında, Minerva Han’da bulunan yerinde Hera Büyüktaşçıyan ve TUNCA’nın sergisine ev sahipliği yapacak.
Kent ve mimari olgularını, sosyo-kültürel hafızanın ve bireysel deneyimlerin ortak donanımları olarak başkalaştırma yoluyla araştıran, bu olguların nesneler, eylemler ve imgelerle arasındaki bağların ifadeleri üzerine düşünen Hera Büyüktaşçıyan ve TUNCA, bu sergi için sehrin içinde kaybolma, sınırlarını keşfetme, fiziksel-zihinsel mekanlar arasında gezinme ve anlam bulma oyununa giriştiler. İstanbul’un eski sınırlarında, kentin duvarları olan surlarında, burçlarında, kapılarında aylak gezintilere çıkmış. Bu ilişkisel kent deneyimi sonucunda, kentin yarattığı görselliği ya da nostaljiyi değil, onun yarattığı aura ile birlikte işleyen, kentle kurulan bireysel ilişkilerinin çoğulluğu ve ortaklıklarını açığa çıkaran, çağrışımsal ve duyumsal üretimlerine katkı sağlayan bir motivasyon olarak galeri mekanında paralaks bir etki yaratmışlar. Detaylı bilgi için: kasagaleri. sabanciuniv.edu/tr/ DILEK MAKINESI Bu yıl ilk defa düzenlenecek Londra Tasarım Bienali, Türkiye’nin de aralarında olduğu 30’un üzerinde ülkeden projeyi 7-27 Eylül tarihleri arasında Somerset House’da bir araya getiriyor. Bienalde, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın koordinasyonunu üstlendiği Türkiye sergisinde, çok disiplinli tasarım stüdyosu Autoban tarafından hazırlanan Dilek Makinesi adlı proje yer alıyor. Londra Tasarım Bienali’nin ilkinde, Sir Thomas More’un klasik eseri Ütopya’nın (1516) yayımlanışının 500. yıldönümü dolayısıyla Utopia by Design (Tasarımla Ütopya) teması altında 30’un üzerinde ülkeden projeler sergileniyor. Türkiye sergisi, Turkishceramics sponsorluğunda ve TEKNO/BARRISOL’un prodüksiyon desteğiyle Somerset House’un Batı kanadında yer alıyor. Kökleri Neolitik çağlara kadar uzanan Dilek Makinesi, Anadolu inanışında derin bir yere sahip, Yunan, Kabala ve Pers inançlarında da rastlanabilen kadim bir kültürel gelenekten, dilek ağacından ilham alıyor. Yansımalı bir mekânda, nefes alıp verir gibi hava basıncıyla çalışan pnömatik bir sistem görünümündeki sergide ziyaretçiler, şeffaf tüplerden yapılmış altıgen bir tünelin içinden geçmeye davet ediliyor. Ziyaretçiler, umutlarını, geleceklerini, ütopyalarını ve dileklerini yazdıkları kâğıtları tünelin sonunda bulunan kapaktan Dilek Makinesi’ne yerleştirecekler. Bu notlar da tüpler aracılığıyla, ziyaretçilerin görüş alanının dışında bir yere doğru yolculuğa çıkacak. Detaylı bilgi için: londondesignbiennale. com RECLAMATION Mixer sezon açılışını Berkay Buğdanoğlu’nun son dönem çalışmalarını içeren kişisel sergisi Reclamation ile
yapıyor. Buğdanoğlu’nun önceki serilerinden alışık olduğumuz çelik üzerine çalıştığı işlerin yanı sıra sanatçının ilk heykel çalışmalarını da bu sergide görmek mümkün. Buğdanoğlu, Mixer’deki üçüncü kişisel sergisinde kendi tekniğine sadık kalmakla beraber kullandığı malzemeleri dönüştürerek ve bütünleştirerek pratiğini bir adım öteye taşıyor. Buğdanoğlu, “bir şeyin geçici olması onu daha önemli kılıyor bence” diyerek işlerinde yarattığı koşullu varoluş halini açıklıyor, “zaten her şey geçici ise kalıcı olan sadece ‘an’ ve ondan ne yaptığımızdır.” Yıkım olgusunu estetize eden bir anlayıştan ziyade, hali hazırda yıkılanın / yok olanın varoluşun esas parçası olduğu fikrini yücelten bir yaklaşım içerisinde bulunan, yıkım ve dönüşüm temasını hem malzemelerin dönüştürülme hallerinde hem de gezerken kendimizde bulabileceğimiz sergi 24 Eylül-22 Ekim tarihleri arasında Mixer’de görülebilir. Detaylı bilgi için: mixerarts.com
törü olduğu gibi kültür sanat ortamını da olumsuz etkiliyor. Yaşanılan olaylardan ötürü hergün bir kültür sanat etlinliğinin iptal edildiğini, ertelendiğini üzülerek duyuyoruz. Böyle bir konjonktörde sergimizin uzatılmış olması çok kıymetli. Bu, Alman sanatçı Heinz Mack’ın müzemize ve ülkemize inandığının çok önemli bir göstergesi. Sanat her zaman toplumlara umut vermiştir. Karanlıkları bertaraf etmenin yollarından biridir sanat. Biz de Sakıp Sabancı Müzesi olarak herkesi, Heinz Mack sergisini görmeye davet ediyoruz. İnanın size çok iyi gelecek” dedi. Detaylı bilgi için: sakipsabancimuzesi. org SALT EYLÜL SERGILERI SALT yeni sanat sezonuna iki sergi ile başlıyor. İlkinde sanatçılar Emre Hüner ve Joanna Rajkowska’nın birbiriyle diyaloğa giren işleri SALT Ulus’ta bir araya geliyor. Bu, her iki sanatçının da Ankara’daki ilk sergisi olacak. 22 Eylül’de açılacak sergi 12 Kasım’a dek izlenebilecek. Salt Galata’da yer alacak ikinci sergi Tek ve Çok ise eşyanın üretimi ve dolaşımına yönelik, araştırma temelli bir sergi. Türkiye’de 1955-95 dönemini, adım adım gerçekleştirilen sanayileşme ve uzantısındaki tasfiyenin meydana getirdiği nesneler aracı-
YENI GERÇEKLIKLER Alt Sanat Mekanı, “Moving Image - Çevreleyen (Immersive) Medya”ya ev sahipliği yapıyor. Yeni Gerçeklikler sergisi, sanal gerçeklik (Virtual Reality, VR) ve artırılmış gerçeklik (Augmented Reality, AR) üzerine dünyanın dört bir yanından sanatçıların yaptığı bizi çevreleyen dünyayı algılama biçimimiz ve bir insanın kendi gerçekliğini seçmesinin anlamını inceleyen çalışmaları içerir. Yeni Gerçeklikler, Alt Sanat Mekanı ve bomontiada avlusunun coğrafi konumuna özel ta- DİLEK MAKİNESİ, OTOBAN, LONDRA TASARIM BİENALİ sarlanmış (geo-located) artırıllığıyla ele alıyor. Endüstri ürünlerinin mış gerçeklik çalışmalarından, izleyiciilk kez geniş bir alıcı kitlesiyle buluşlerin vücut hareketlerine duyarlı sanal tuğu 80’li yıllarda dolaşımda olan nesgerçeklik çalışmalarına kadar geniş bir nelerden derlenen bu seçki, dönemin yelpazeyi barındırır. üretim ortamını bağımsız hikâyelerle New York merkezli “Moving Imainceliyor. 6 Eylül’de açılacak ve 13 Kage - Çevreleyen (Immersive) Medya”, sım’da son bulacak. Her iki sergi ile ilMoving Image Sanat Fuarı’nın yeni bir gili detaylı bilgi için: saltonline.org koludur. 2011’de Murat Orozobekov ve Edward Winkleman’ın ortaklığınSUNI CINSIYET DÜNYALARINda kurulan Moving Image Sanat Fuarı, DAN ÇIKIŞ YOLLARI hareketli görüntü çalışmalarının anlaSinan Tuncay’ın İstanbul’daki ilk şılması ve takdir edilmesini sağlarken, kişisel sergisi «Sentetik», sanatçının canlı ve heyecanlı bir atmosferde göson üç yıl içinde hazırladığı fotoğraf ve rüntüleme deneyimi sunmak için tavideo çalışmalarını bir araya getiriyor. sarlandı. 23-25 Eylül tarihlerinde görüÇekilen ve bulunan imajlarla oluşturulebilecek sergiyle ilgili detaylı bilgi için: lan detaylı kolajlar, ataerkil yapının şemoving-image.info killendirdiği toplumsal cinsiyete, melankolik bir Türk nostaljisi üzerinden GÖRMEDIYSENIZ BIRAZ DAHA yaklaşıyor. Video enstalasyon projesi ZAMANINIZ VAR Annem Evde Yok, 90’ların özel televizTahincioğlu ana sponsorluğunda yon kanallarıyla birlikte yarı-mahrem S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nin ev sahipbir boyut kazanan Yeşilçam melodliği yaptığı MACK. Sadece Işık ve Renk ramlarındaki konformist kadın temsergisi, 18 Eylül 2016’ya kadar uzatıldı. sillerine odaklanıyor. Bilindik kadın Müzenin müdürü Dr. Nazan Ölçer komizasenleri, merdivenli lm setlerinin nuyla ilgili yaptığı açıklamada; maketlerinde yeniden canlandırılıyor. “Maalesef Türkiye şu anda dünEv sahnelerinin kadın tiplemelerini koyada uzak durulması gereken bir ülke numlandırdığı pasif iç yaşamın döngügörüntüsü veriyor. Bu durum her sek-
selliği gibi, hiç durmadan tekrar eden jester de hafızanın yinelenen yapısına işaret ediyor. Sergide yer alan bir diğer video projesi Kanka, bu kez enstitüleşen erkek temsilini, özellikle okul atmosferinde deneyimlenen ergenlik ritüelleri üzerinden ele alıyor. Ergen narsisiziminin şekillendirildiği tutkulu dostluk, adeta erkekliğin sınandığı homoerotik bir rekabet aracına dönüşüyor. Sanatçının en son fotoğraf projesi Devrik ise, hırpalanmış iktidar mekanları üzerinden, cinsiyetleşen ve artık işlevini yitirmeye yüz tutmuş enstitülerin geometrik okumasını sunuyor. Devrik mekanlarda, aldıkları tüm darbelere rağmen ayakta kalmakta direnen merdivenler, hayatta kalma umudunu taşımaya devam ediyor. Sergi, yapay saçların titizlikle muhafaza edildiği Sentetik Harem’in cinsiyet koleksiyonuyla açılıyor; sanatçının, kadın ve erkek temsili arasında duram eklektik bir arzu nesnesini kendi suretine uyarladığı otoportresiyle sona eriyor. «Sentetik», minyatür sanatından esinlenerek tek kaçışlı perspektife ters duran, iki ve üç boyut arasında seyreden, fotografik hiyerarşi dünyaları sunuyor. Gerçeği, minyatüre; kamuyu, özele dahil eden imajlar, seyirciyi, cinsiyetin modernite ve muhafazakarlık çelişkilerini deneyimlemeye davet ediyor. «Sentetik», Türkiye’nin bekaret ve ataerkil erkek imajı etrafında fantazileşen heteronormatif yapısına dikkat çekiyor; suni cinsiyet dünyalarından bir çıkış yolu arıyor. Sinan Tuncay’ın C.A.M. Galeri’deki ilk kişisel sergisi 29 Eylül - 29 Ekim tarihleri arasında galerinin yeni mekanında görülebilir. Camgaleri.com VAHAP AVŞAR’IN KUŞU SERGISI Vahap Avşar Rampa’daki grup sergisinin yanında MARSistanbul’da bir solo sergi gerçekleştiriyor. Pınar Öğrenci yakından takip ettigi ve işlerini iki ayrı yazıyla degerlendirdiği Vahap Avşar’ı MARSistanbul’da ortak bir proje yapmaya davet etti. Rampa Galeri’nin teknik desteğiyle gerçekleşecek olan Kuşu sergisi 30 Eylül-26 Kasım arasında görülebilir. Kuşu, Vahap Avşar’ın anne ve babasının doğduğu, 1500’lü yıllarda kurulmuş, Vahap Avşar’ın da çocukken yazlarını geçirdiği köyün ismi. Avşar, dört yıl önce, köydeki iki kuzen ve birkaç akrabasının hayatta kalma mücadelesini kaydetmeye başlamış. Vahap Avşar MARSistanbul’daki 3 kanallı video yerleştirmede akrabası olan iki karakteri takip edip, günlük hayatlarından ve köyden kesitler sunuyor. Detaylı bilgi için: mars-istanbul.com ERKUT TERLIKSIZ’IN BEŞINCI KIŞISEL SERGISI Terliksiz’in x-ist’te gerçekleşecek yeni sergisi The Transience of Life, se-
HERA, EĞRİ KAPI I, II, EŞİK, 2016
yirciyi hem kusurlarından yararlandığı deneysel malzeme kullanımı, hem de içgüdüsel resimselliği üzerinden birbirinin içine karışmış formlar arasında gerçeküstü olanı aramaya teşvik ediyor. Erkut Terliksiz’in resimlerinde ilk bakışta sevimli bir anlatımla karşı karşıya olduğunuzu düşündüren amorf insan ve hayvan formları, inceledikçe farklı his ve dürtüleri harekete geçiren, daha vahşi ve korkutucu bir dünyanın kapılarını açıyor. Sanatçı, buluntu malzemeler ve onların alternatif yüzeyleri üzerinde rastlantısal sonuçlara izin verdiği çalışma süreciyle de aslında izleyiciyi farklı şeyler görebilmek ve yer yer mantığın ötesine gidebilmek adına çıktığı hikayenin bir parçası yapıyor. Geçmiş dönem işlerine göre sadeleşmenin dikkat çektiği resimlerinde, arka plan ve figürler arasındaki kontrast ilk bakışta hissediliyor. Sergi 22 Eylül – 22 Ekim tarihleri arasında görülebilir. Detaylı bilgi için: artxist.com İSTANBUL VE BERLIN’DE ZILBERMAN GALLERY SERGILERI Zilberman Gallery İstanbul’daki mekanında sanatçı Azade Köker’in kişisel sergisini 30 Eylül tarihinde açıyor. Bu sergi 12 Kasım’a dek görülebilecek. 2016 yılında Berlin’deki yeni galerisini açmış ve bu kapsamda bir de sanatçı atölyesi girişimi başlatmış olan Zilberman Gallery, Charlottenburg semtinde 1900’lü yılların başında inşa edilmiş bir binada yer alıyor. Yüz yıldan fazla bir süre önce ilk modern sanat galerilerine ev sahipliği yapmış olan bu bölge, bugün Berlin’in heyecan verici çağdaş sanat galerilerini bünyesinde bulunduruyor. Burada ise küratörlüğünü A.S. Bruckstein Çoruh’un yaptığı The Red Gaze isimli karma sergiyi açacak galeri. Sergiye katılan sanatçılar ise şöyle: Ahmet Elhan, Aisha Khalid, Ali Kaaf, Arnold Schoenberg (çizim), Erdem Gündüz, Erkan Özgen, Eşref Yıldırım, Imran Qureshi, Memed Erdener a.k.a. Extramücadele, Navid Kermani (metin), Pablo Picasso (şiir), Rebecca Raue, Sarkis, Şükran Moral. Daha detaylı bilgi için: galerizilberman.com
HUO SORUYOR
İçerisinde bulunduğumuz bugünün Türkiye’sinde güncel sanat alanına dair bir çok araştırma, eleştiri ve okumayla karşılaşıyoruz. Alanı gözlemlediğinizde sizde olan müzik yansıması youtube’da nasıl karşılık buluyor?
Aykan Safoğlu Sanatçı NINA SIMONE, FEELINGS
Eda Derala Pi Artworks İstanbul direktörü BÜLENT ORTAÇGİL, NORMAL
Nicole O’Rourke Küratör ve sanat yazarı STEALERS WHEEL, STUCK IN THE MIDDLE WITH YOU
Elif Bayoğlu Erdem Türk ve Orta Doğu çağdaş sanat uzmanı ve Sotheby’s Türkiye danışmanı VIVALDI, THE FOUR SEASONS
Amira Arzık Pilot Galeri yardımcı direktörü 30
NANCY SINATRA, BANG BANG
KE M ER ALT I CADDESI NO : 1 0 3 4 4 2 5 K AR AKÖ Y, I STA NB UL, 0090 212 703 33 33 M OR GA NSHO T EL G R O UP.CO M
MÜZAYEDE sezonu başlıyor...
Elinizdeki eserlerin değerini biliyor musunuz?
ANTİK PALACE: SÜLEYMAN SEBA CD. TALİMYERİ SK. MAÇKA 34357 İSTANBUL Tel: (0212) 236 24 60 www.antikas.com