Cadı Kazanı sayı 29

Page 1

Sayı 29 MARTMAYIS

Mağaraya dair

2013 Yıl: 5


Yayın Kurulu Bülent Demir

İşlerin dernekte giderek yoğunlaşmasından ve yayın kurulu ekibininde zamanının olmaması sebebiyle, e bültenimizi bundan böyle 3 ayda bir çıkartmaya karar verdik.

İlker Gürbüz Mesut Şen Ender Usuloğlu

29.sayımızda Mart-Mayıs aylarında yaptığımız gezilerden kesitler var. Özellikle Trans-Taşeli gezimiz ve mayıs ayı kuruluş kutlamaları dikkate değer etkinliklerdi.

Katkıda Bulunanlar

Aramıza yeni trogloditler katıldı: MİRA ve ECE. Anne ve babalarını tebrik ediyoruz ve bir an önce ele avuca geldiklerinde hemen mağaraya sokmalarını telkin ediyoruz. Şaka bir yana, Allah analı babalı büyütsün, memlekete hayırlı mağaracı olmalarını dileriz.

Hakan Eğilmez Özlem Gençler

Mağara resimleri ve mistik güçler. Bu makale, Özlem Gençler tarafından yazılmıştır. Mağaralarda çizilen resimlerin sadece resim olarak algılanamayacağını, bu resimlerin mistik güçler taşıması amaçlıda çizildiği görüşünü savunmaktadır. Speleoarkeoloji üzerine güzel, değişik bir makale.

İlker Gürbüz Uğur Mumcu Selin Tezcan Ender Usuloğlu

Yavaş yavaş yaz geliyor ve herkes bütün hızıyla büyük etkinliklere hazırlanıyor. Bizde Çukurpınar’a 20 yıldan sonra tekrar gidiyoruz, giderken mutlaka sağlık durumumuza dikkat etmeliyiz. Genel kültür mahiyetinde Bülent Demir arkadaşımız “hipotermi” kavramını anlatıyor. Bilmeyenlere ve tekrardan hatırlamak isteyenler için!.

Elif Aytekin Uzel

Fotoğraflar

Ön Kapak: Manasır Düdeni, İlker Gürbüz

Arka Kapak: Ender Usuloğlu

2

Mağaraya Dair...

Çukurpınar Yaylası,

İyi okumalar!


Mart-Mayıs İçindekiler

Bir Daha Manasır Sayfa: 4

Mağara Resimleri ve Mistik Gücü Sayfa:10

Hipotermi Sayfa: 12

İntibah Sayfa: 20

Kuruluş Kutlamaları ASPEG Ve BÜMAK Sayfa: 22

Fotoğraf: Ender Usuloğlu

Trans-Taşeli Sayfa: 14

3


Bir Daha Manasır, Bize Kapak Oldu*... Yazı ve Fotoğraflar: Uğur Mumcu (AKÜMAK), Elif Aytekin Uzel & İlker Gürbüz

BÖYLE BAŞLADI! Cuma günü trafiğe takılmadan 15:00 gibi Istanbul’dan yola çıktık. Ben ve Orkun, Ender abinin meşhur, yılların eskitemediği Land Rover’ı ile keyifli bir yolculuğun sonunda Eskişehir’e vardık. Cem, Ebru ve Oktay çoktan Eskişehir’e varıp gezme vakti bulmuşlardı bile. 4

Ortak faaliyet yapacağımız Kuzgun Mağara Keşif Grubu ile saat 23:00 gibi Eskişehir’de buluştuk. Mağaranın yerini sadece Mesut hatırlıyordu, dağ yollarında, orman içlerinde gecenin bir yarısı mağarayı bulmaya çalışıyorduk. Mesut Mağaranın ağzının çok geniş olduğunu, kolayca farkedebileceğimizi ve çok

yaklaştığımızı söylüyordu, bense sabırsız ve uykulu bir şekilde bulabildiğimiz uygun bir yere kamp kurmayı ve yarın sabah gündüz gözüyle araştırmaya devam edebileceğimiz konusunda ısrar ediyordum. Ender abi, Cem, Mesut ve Oktay ellerinde ki teknoloji sayesinde haritalardan mağaranın yerini tahmin ettikleri bölgede karanlık bir noktayı


hedeflediler. O karanlık nokta işte bizim mağaramızın ağzı olabilirdi. Nihayet saat sabah 05:00 gibi o karartının bulunduğu noktayı bulabildik, haklı çıkmışlardı. Mağarayı bulmuştuk. O yorgunluktan çadırımızı nasıl kurduğumu ve ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum.

gelen hareketli müzik eşliğinde uyandım, sadece 3-4 saat uyumama rağmen kendimi çok dinç hissediyordum. Sanki tüm gece Land Roverın içinde zıplaya zıplaya karanlıkta, dağ yollarında bir bu yana bir o yana giden ben değildim. İşte temiz havanın vücuda etkisi...

Sabah Ender abinin arabasından

Cumhur abinin bize hazırladığı

o harika kahvaltı sonrasında döşeme yapacak ekip mağaraya indi. -130 metreye kadar mağarayı döşemişlerdi. Normalde 2 saat sonra ikinci grubun girmesi planlanmıştı. Ama planlar istenildiği gibi olmadı. Bu mağarada çok fazla taş düşüyordu ve kaçacak hiç bir yer yoktu. Mağaranın dibine kadar nerde olursan ol o taş seni bulabilirdi ve 5


6


kaya yapısından dolayı ip çoğu yerde duvara sürtüyordu. İlk inen Mesut olmuştu, elinden geldiği kadar taşları temizlemeye çalışsada kaya üzerinde toprak altında bile gizli taşlar vardı. Mesut’un arkasından inen arkadaşlar ne kadar çok dikkat etsede ipin kendisi taş düşürdü ve ip üzerinde ki bir arkadaşımızın dizine denk geldi. Şans eseri dizinde pek birşey yoktu ama yine de acısı vardı. Bu olay doğa aktivitelerinde bir doktorun varlığının ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha kanıtladı, özellikle de manevi yönden. Cem iyi ki varsın! O gün -130 metrede aktiviteyi sonlandırma kararı aldık. Daha fazla ilerlemek daha kötü sonuçlar doğurabilirdi. Belki rotayı tekrar daha güvenli bir yerden açabilirdik fakat o kadar vaktimizin kalmadığını anladık. Mağaradan gece saat 22:00 gibi döşemeleri bırakarak çıkmıştık. Ertesi sabah döşemeleri sökmek için mağaraya yeni bir ekiple tekrar girildi. Ben de bu ekibin arasındaydım. Aslında güzel bir mağaraydı, alttan yukarı bakıldığında muhteşem bir manzara seni büyülüyordu. Karanlıktan gokyüzüne açılan iki dairesel kapı...Burun deliklerine benziyordu ama hem yeşili hem de mavinin o büyüleyici gücünü ispatlarcasına karanlıktan kapılarını açıyordu sanki. Kısa sürede ekip kazasız bir şekilde mağaradan çıktı. Ama arkalarında bir ip dolusu çanta bırakarak. En son çıkan arkadaşımızın taşıdığı çantalardan biri karabinden kutulup mağaranın en dibine – 364 metreye inmeyi başardı. Biz en dibe indiğini tahmin ediyoruz çünkü mağara zaten -130 metre ve -234 metreden oluşan iki direk inişli bir mağara. Aramızdan tek -364 metreye inmeyi başaran çantamız ordan hala çıkarılmayı bekliyor. Elif Aytekin Uzel

BÖYLE DEVAM EDİYOR! ASPEG, HÜMAK VE AKÜMAK birleşiminden oluşan Eskişehir Manasır Düdeni maceram, Ender Usuloğlu’nun bizi daveti ile başladı. Devrim YETKİN ile Antalya’dan Eskişehir’e geçip, oradan ilçeye ve otostop ile de Sorkun Köyüne... Ender abi bizi arazi aracıyla köyden aldı. Derelerden, taşlı yollardan derken yolda bitti ama biz devam ettik.Kamp alanına vardık ve hemen Ender abi bizi mağaranın girişine götürdü.Tarifi zor bir güzelliğin üzerinde durmuş karanlık dibe doğru bakıyordum... Çok heyecanlıydım.Döşemede Hakan EĞİLMEZ vardı.

gelmemesi ve ağın gerilmemesi işin yarıda kalmasına sebep oldu. Kesinlikle bu mağaranın dibine inip o çantayı alacağız ama önce ağı germek ve taşları iyice temizlemek gerekiyor. Onu da yapacağız.... * Manasır düdeninin ağzı o kadar muhteşem ki, bizim dergiye iki defa kapak oldu, olmaya da devam edecek. Ayrıca 2.nci defa inememiz de bize kapak oldu. Artık son gezide muradımıza ereceğiz.

Devrim’le çadırımızı kurduk ve Selin TEZ’in ellerinden çıkmız nefis patates yemeğinden yiyip uyuduk. Akşama doğru Ankara’dan gelen Cem ve Anıl ALKAN gece döşemeye devam ettiler.Sabah uyanıp kahvaltıdan sonra Devrim ile 100m’lik ipi 130m aşağıdaki istasyona indirdik. Mağara güzel olduğu kadar tehlikeliyiydi... Bastığımız yeri her defasında kontrol ederek indik. İpi bırakıp dikkatli bir şekilde geri çıktık ve döşemeye devam edecek Ender, Hakan ve İlker GÜRBÜZ mağaraya indi ve aşırı kaya birikiminden doğan kaya yuvarlanmasına karşı döşemeyi durdurdu. Akşam üstü Devrim, Cem ve Anıl ile döşemeyi toplamak için tekrar girdik.Akşam yemekten sonra Ender abiden seçme müziklerle gece yarısına kadar eğlendik. Sabah kahvaltıdan sonra kampı toplayıp toplu bir fotoğraftan sonra şehir merkezine inip, gezinin tadını çıkardık. Uğur Mumcu (AKÜMAK) BÖYLE DEVAM EDECEK! 240 m’den yaklaşık 20 m sarktık, yeni dübelleri çaktık. Taşları temizlememize rağmen taş düşme tehlikesi derin bir uçurumdan hızlanarak düşmesiyle riski kat be kat artırıyordu. KMG ekibinin

7


J. Wright Derby “Grotto Gulf” İngiliz Yağlı Boya

8


Ender Usuloğlu Çukurpınar Düdeni 2013

9


Mağara Resimleri ve Mistik Gücü Yazı: Özlem Gençler

İnsanoğlu, yazmadan önce çizmeye ve boyamaya başlamıştır. Mağaralarda ve dıştaki kaya yüzeyleri üzerinde bulunan boyalı resimler ve çizgiler, insanın binlerce yıl önce fikirlerini nasıl ifade ettiğini bize oldukça iyi gösteriyor ama nasıl konuştuğu hakkında bilgi vermiyor. Bilinen bir şey varsa, Tarihöncesi resimlerin, bugünkü anlamda -yalnız kendi resimsel gerçeklerini anlatan- resimler olmadıklarıdır. Bu resimler mağara duvarlarını süslemekten öte amaçlara yönelmişlerdir. Hayatın doğaya ve doğadaki yaratıklara karşı çetin bir savaş anlamını taşıdığı çağlarda bu resimler o savaşın bir parçası ve insana olağanüstü büyüsel güç sağladığına inanılan birer araçtılar. Bunlar doğaya ve hayvanlara egemen olmanın birer sembolü, avın şanslı geçmesini sağlayan birer tılsımdırlar (dipnot 1) Tabii olanakları sayesinde korunup günümüze gelebilmiş olmaları, bunları yapan sanatçıların hiç de böyle bir istek taşıdıklarını belirlemez. Çünkü bu sanatçılar, güçlü bir gözlem ve doğa duyarlılığının sonucu olan bu eserleri ancak belli bir büyüsel fonksiyon süreci için yapıyorlar. Sonra birinin üzerine bir başkasını daha yapıveriyorlardı.(dipnot 2) Örnek olarak Kont’un bulmuş olduğu Trois Freres Mağarasını, ünlü hayvan resimlerinin ve hakkında geniş incelemeler yapılmış olan maskeli 10

“Büyücü”nün bulunduğu mağarayı ele alalım. Bu karanlık mağaradaki yaban sığırlarının büyük bir ustalıkla çizildiğini, sığırların üstünde geyik biçimine girerek oturan büyücünün çok çarpıcı bir görünüşü olduğunu kimse yadsıyamaz. Ama keskin bir hayvan gözlemciliğine dayanan bu resimlerin yanı sıra öyle değersiz mağara resimleri de vardır ki, ne eskilikleri ne de her ilkel şeyi beğenme eğilimi, bunların başarısızlığını gizleyemez. Bu noktayı belirtmek zorundayız. Çünkü bir takım tarihçiler bütün ilkel topluluklarda insan-üstü bir “dehâ”, uygar insanın yitirmiş olduğunu ileri sürdükleri bir “dehâ” olduğuna inanıyorlar. Gerçek şu ki, orta taş çağı insanları çok üstün yapıtların yanı sıra, sıradan bir takım örnekler de vermişlerdir. Üstün bir gözlemci olan Leo Frobenius şöyle diyor: “Kont Bégouen, N. Casteret ile birlikte HauteGaronne’a, Montespan’a yakın bir mağara buldu. Bu mağaradaki geçitlerden birinin ortasında kilden yapılmış bir hayvan figürü gördü. Kabaca yapılmış, ayrıntılara dikkat edilmemiş bir figürdü bu, ama ön ayaklarını gererek çömelmiş bir hayvan olduğu belliydi. Bu hayvanın bir özelliği de kafasının kopuk oluşuydu. Tümüyle çocukların yaptıkları kardan adam gibi kaba bir işti. Ana işin kaba oluşu kafanın neden kopmuş olduğunu açıklamıyordu... Figür bütün genel çizgileri, bacak yapısı,

yuvarlak, güçlü butlarıyla bir ayıyı andırıyordu. Gerçekten de, hayvanın ön ayakları arasında bir ayının kafatası bulundu.” Hayvan derisinin gerildiği bu kil parçalar insanlık tarihinin ilk plastik örnekleri olmalı. Bunların bugün sanat dediğimiz şeyle pek az ilintisi vardır; Hayvanları yatıştırmaktan başka bir amacı yoktu bunları yapmanın. Yani bir imgenin yardımıyla gerçeklik üzerinde bir üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Ama insan böyle bir amaçla hayvanların benzerlerini yapmaya başladı mı, her üretim gibi bu da bir inceleme sürecinden geçip gelişecekti. Büyücülüğün gereği olarak hayvanla onu yansıtan örnek arasında elden geldiğince bir benzerlik, bir özdeşlik sağlamak çok önemliydi... Bu özdeşlik önce av hayvanlarının derileriyle sağlanıyordu, ama hayvanların benzerleri asıl hayvanın derisi ve başı kullanılmadan yapılmaya başlanınca, elde edilebilecek en büyük benzerlik büyünün gereklerinden biri oldu. Hayvanın derisinin ve başının yerini kanının aldığını ileri sürebiliriz. İlkel insan kendi büyü anlayışına göre, bütün yerine bir parça yasasını, yani hayvanın bir parçasını elde etmekle o hayvan üzerinde üstünlük kuracağı düşüncesini benimsemekle kalmıyor, kanı ayrıca hayatın gerçek özü sayıyordu. Kan ve benzerlik yüzünden, resimlerle yansıttıkları canlı örnek arasında bir özdeşlik


sağlanmış oluyordu; ayrıca av hayvanının neresinden vurulacağını belirten bir mızrak resmi de yapıldı mı, hayvanın kurtulamayacağına ve avın başarılı olacağına gerçekten inanılıyordu. Resimlerle hayvanlar arasındaki benzerlik büyüsel bir zorunluluktu. Taş çağı avcısı, avını büyük bir dikkatle gözlemlediği için benzerlik derecesini ölçebilirdi. Hayvanla resim arasında benzerlik ne kadar çok ise resmin o ölçüde etkin olacağına inanırdı. Bu bakımdan, araçların yapılında olduğu gibi birtakım örnek kalıpların ortaya çıktığını düşünebiliriz; mağarada çalışan sanatçı üstelik tam bir özgürlük içinde çalışmıyor, kendisinden en işe yarayacak biçimleri kullanması, yani hayvana en çok benzeyen resimleri yapması bekleniyordu. Üslûp dediğimiz şey de, eninde sonunda, benimsenmiş, alışılmış kalıpların kullanılmasından başka bir şey değildi.(dipnot 3)

3. FİSCHER, Ernst, BÜYÜLÜ MAĞARA, SANATIN GEREKLİLİĞİ, (Çeviren: ÇAPAN Cevat), Payel Yayınevi, İstanbul, Haziran-1995. 4. GOMBRİCH, E. H., YABANSI BAŞLANGIÇLAR, SANATIN ÖYKÜSÜ, (Çeviren : ERDURAN Erol - ERDURAN Ömer),, Remzi Kitapevi, İstanbul-1997. Resimler, internettendir.

Bütün bunların sanatla pek az ilgisi olduğu söylenebilir ama gerçekte, sanatı çeşitli biçimlerde etkileyen bu inanışlardır. Birçok sanat yapıtının amacı bu garip törenlerin bir parçası olmaktır ve bu durumda önemli olan ey, söz konusu heykel yada resmin bizim standartlarımıza göre güzelliği değil, “yarattığı etki” yani istenen büyüsel etkiyi sağlayıp sağlamadığıdır. Sanatçılar ayrıca, bu yapıtları, her biçimin, her rengin ne anlama geldiğini bilen kendi kabile halkı için yaparlar. Sanatçılardan beklenen şey bunları değiştirmeleri değil, sadece tüm bilgi ve becerilerini çalışmalarına uygulamalarıdır. (dipnot 4) Dipnotlar 1. TANSUĞ, Sezer, TARİH ÖNCESİNDE VE İLKELLERDE RESİM, RESİM SANATININ TARİHİ, Remzi Kitapevi, İstanbul, Ağustos-1995. 2. TANSUĞ, Sezer, RESİM SANATI ÜSTÜNE, SANATIN GÖRSEL DİLİ, Urart Sanat Galerisi, İstanbul-1982. 11


HİPOTERMİ Yazı: Bülent Demir Fotoğraf: Hakan Eğilmez

Halk arasında donma olarak bilinir. Vücut ısısındaki ( ortalama 37°C ‘dir ) genel düşmeler sonucu meydana gelir. Bunun sebebi çoğunlukla vücuttaki ısı üretiminin ısı kaybından daha az olmasıdır. Bir insanın vücut ısısı 35 °C nin altına düştüğünde hipotermiye girmiş kabul edilir. Bunu çok değişik sebepleri olabilir. Ama en belirgini soğuğa maruz kalmadır. İkiye ayrılır: 12

I. Hafif hipotermi II. Ciddi hipotermi

görülür. Akıl karışır, saçmalar, kayıtsızlık başlar.

I. HAFİF HİPOTERMİ 37°C - 35°C Üşüme hissi, tende hissizlik, fiziksel performansta hafif bir düşüş, ellerle yapılan karmaşık işleri becerememe. Titreme başlar. Böbreklere giden kan artar ve idrar artar. 35°C - 34°C Kendini güçsüz hisseder, yavaş yürümeye başlar. Belirgin koordinasyon eksikliği

34°C - 32°C Koordinasyon iyice azalır, tek başına yürüyemez, ayakta durmakta güçlük çeker, sürekli tökezler , düşer. Ellerini kullanmakta zorlanır, düşünmesi ve konuşması yavaşlar, hafıza kaybı başlar. Hastanın üşüyen elleri ve ayakları acır fakat birşeylerin ters gittiğini reddeder.


II. ŞİDDETLİ HİPOTERMİ 32°C - 30°C Titreme iyice azalır, durur, yürüyemez, ayakta duramaz, tutarsızdır; soğuğa karşı korunmaya ihtiyaç görmez. 30°C - 28°C Kasları sertleşmeye başlar, yarı bilinçlidir. Kalp atışları ve solunum belirsizleşir, gözbebekleri genişler. 28°C altı Hasta bilincini tamimiyle yitirir, 20°C ’de kalbin durmasıyla ölüm meydana gelir. Fizyolojik açıdan bakılacak olduğunda, eğer vücuttan genel bir ısı kaybı meydana geliyorsa vücut yüzeyindeki sinirler yüzeydeki damarları bloke ederek kanı hayati olan iç organlara çeker. Genel olarak ısı -10 derecenin altına düştüğünde soğuktan dolayı bu sefer sinirler işlevini yitirir ve yüzeye giden kana izin verirler. Bu aşamada kişi kendini ısınmış zanneder ve titreme kaybolur. Yüzeye gelen kan kılcal damarlar yoluyla havayla daha fazla temas edeceğinden aslında ısı kaybı daha fazla artmaktadır. Yüzeyde soğuyan kan iç organlara döndüğünde onların da ısısını çalar bu döngü bir yerde engellenmezse kişi komaya girip ölünceye kadar devam eder. Hipotermia gelişimi sırasında kalp önce hızlı atar fakat zamanla yavaşlar. Zamanla kalp vücuda yeteri kadar kan pompalayamamaya başlar. Böbrekler ise idrar oranını arttırır. Sebepleri böbreğe daha fazla kan gelmesi veya doğrudan soğuğa maruz kalmasıdır. Merkezi sinir sistemi de etkilenir. Yürürken tökezleme, düzgün konuşamama gibi örnekleri vardır. NASIL ÖNLENİR? Gereksiz giyimden kaçınılmalıdır. Bu fazla terlemeye dolayısıyla ısı kaybına yol açacaktır. Doğada kat kat giyinilir. Böylece kişi terlemeden yürüyebileceği katmanı kolayca belirlemiş olur. Giysiler kan dolaşımını engelleyecek şekilde olmamalıdır. Çok bol olmaları durumunda ısınızı dışarıya sızdırır ve ısınızın size dönmesi için gerekenden fazla hacim oluşturur. Yürüyüşe üşünerek başlanmalıdır. Yürüyüş sırasında sizi terleteceğinden şüphelendiğiniz parçaları çıkartın.

Kampta ise iyi giyinin. Molalarda terinizi soğutmamak için hemen üzerinize bir şeyler giyin. Her çıkıştan önce ıslanacak giysiler yerine kuru yedeklerini çantanıza koyun. Kartopu oynamayın, kara oturmayın. VÜCUT ISISININ %70 ’İ BAŞ VE BOYUNDAN, %10 ‘U İSE BİLEKLERDEN KAYBELİR. O halde buraları mümkün olduğunca korumakta fayda vardır. İyi yemek yiyin. Bol bol sıcak sıvı için. Çıkışlarda yanınıza en az 1.5 litre sıcak ve toplam 2.5 lt sıvı alın. Yatmadan önce mutlaka tuvalet ihtiyacınızı giderin. Yürüyüşe çıkmadan önce en az 1 litre sıcak sıvı için. Soğuk su kesinlikle içmeyin. Gece çok kalın örtünmeyin. HİPOTERMİ HER MEVSİM MEYDANA GELEBİLİR. HAZIRLIKLI OLUN

Normal vücut sıcaklığına sahip bir kişi aynı tuluma girerek ısı transferi sağlayabilir. Çadır yoksa rüzgâr almayan bir yere yerleşilmelidir. Işımayı en aza indirgemek için hasta alüminyumlu battaniye ile sarılabilir. Herkes şüpheli bir durum gördüğünde kendi nabzını almalıdır. Hipotermi vakalarında da sık sık nefes, vücut sıcaklığı ve nabız kontrol edilmelidir. Nabzı hissetmek zor olabilir. Sabırla beklenmelidir. Vücut sıcaklığı koltuk altından alınmalıdır. Bu kanın yüzeye gelip daha da soğuyarak iç organlara dönmesine yol açar. Karın, göğüs ve derinin ince olduğu boyun, koltuk altları ve kasıklar ısıtılmaya çalışılmalıdır. Kendinizi de ihmal etmeyin.

İLKYARDIM Her şahıs kendisinden olduğu kadar ekip arkadaşlarından da sorumludur. Bu tür durumlara karşı uyanık olmak, bana bir şey olmaz dememek çok önemlidir. Eğer üşüyorsanız ve üşümenizi durduramıyorsanız arkadaşınıza mutlaka haber verin. Eğer yine de bir çözüm bulamadıysanız ekip başkanını veya eğitmeninizi uyarın. Hipotermi geçirmekte olan bir hastaya ilk olarak ek giysiler giydirilir. Üzerine bir şeyler örtün. Islak giysileri çıkartılıp vücudu kurutun, oluşan ısı kaybı engellenmelidir. Uzuvlarına bakılarak frozbit olup olmadığını tespit edin. Bilinç yerindeyse bol bol sıcak sıvı içirilir. Sıvı ne çok sıcak ne de çok soğuk olmalıdır. Azar azar fakat sık kalorisi yüksek yemek verilir. Durumu çok ağır değilse hareket ettirilerek vücut ısısını arttırması sağlanabilir. Mümkünse çadıra ve daha önceden ısıtılmış tuluma konulur. 13


TRANS-TAŞELİ

Yazan: Ender Usuloğlu Fotoğraflar: Hakan eğilmez, Ender Usuloğlu

14


Yıl? Hatırlamıyorum.. Çukurpınar’a gidip geldiğimize göre 1990’ların başı. BÜMAK odasındayım. Bir fikir atıyorum ortaya, baharda Taşeli’ne gidelim karlar erirken Çukurpınar’ı görelim, fotoğraflayalım. Çukurpınar’ı araştırırken köylüler diyor ki “çadır attığınız çimenlik tamamen karla kaplı oluyor ve karlar eridiğinde kamp yeri tamamen göl oluyormuş ve bir zaman geliyor toprak düden bir anda suları hüüüp yutuyormuş”. Bende bir merak başladı tabii bunu duyunca. Önüme gelene diyorum ki “Anamur Sugözü köyüne geliriz oradan sırtımızda çantalar çıkarız”. Herkesten tabii ki hayır, olmaz, aman acayip kar vardır donarız v.b. bilumum niçin gitmememiz gerektiğine dair bir sürü çekinceler. Bende ne yapayım kimse yok benlen gelen, bende gidemedim.

organizasyonu ile meşgulüz. Yirmi küsür yıldan sonra Çukurpınar’a gideceğiz çünkü çizilmeyen, araştırılmayan yan kollar var. Deli gibi organizasyonla uğraşırken, Nisan ayında birden aklıma önkeşif yapmak geldi. Yani bahar’da Çukurpınar’ı ve Taşeli’ni görmek. İşte ben bu yüzden ASPEG’i ve benim gibi deli insanlarını seviyorum. Fikri açtım hemen 5 kişi olduk. Tarihi koyduk ve Gazipaşa’ya uçtuk. Müthiş güzel bir hareket, şipşak ve biz Gazipaşa’dan Taşeli’ne aşağıdan bakıyoruz.

Hemen çantaları hafifletmek ve gereksiz eşyaları yanımıza almamak için organizasyon yaptık. Yaptık ama içinde yemek olan bir fazladan mağara çantası var, n’apalım alacağız çare yok. Çantam ağır olmuştu ama olsun... Başladık yürümeye ve kısa sürede Kaş pazarı’na geldik. Taşeli’nin biraz daha güneyin kuzey tarafına baktığımız için karlar daha fazlaydı. Bu karda yürürken çok dikkat etmek lazım çünkü çok rahatlıkla kalçaya kadar gömülüp ayağımız burkar veya kırardık. Daha evvelden böyle yürümeye

Aradan yıllar geçti... ASPEG adı altında mağaracılığa devam ediyorum, bahar’da Taşeli’ni görmek istediğimde yaşım 25’lerdeydi, tekrar istediğimde 47 yaşımdaydım artık ama bendeki heves aynıydı. 2011 kasım ayında Taşeli’nin kuzeybatısına yaptığımız geziden büyük zevk almıştım, bu doğayı özlediğimi hissettim. Hele bir an vardı ki onu anlatmadam geçemeyeceğim. Ebee-1 düdeni’ni araştırması bittikten sonra mağaradan çıkıyoruz. Ebee ismin biz koymuştuk, Taşeli’nde dümdüz ova gibi bir yerde, delikten çıkıyorsunuz, km’lerce uzakta bizi çepeçevreleyen dağlar var. Taşeli’nin devamı. Tam güneş batarken çıktık, inanılmaz bir günbatımı kızıllığı ve koyu lacivert içine çıkmıştık. BÜMAK zamanında da Çukurpınar’dan çıkarken, -550 m kampından geliyordum ve 24 saattir mağaradaydım, tam çıkarken sabah saat beş-beşbuçuk gün ışımaya başlamıştı aynı kızıllık ve koyu lacivert. Bir günbatımı bir gündoğumu, sanırım bu görüntüler ve manzara beni aşık etti memleketin bu yöresine. Geldik 2013’e ve Taşeli projemizin üçüncü büyük gezisinin

Sağolsun Selim Erdoğan sayesinde, bölgeden Faruk abi Orman’ın arabasıyla geldi bizi havalimanından aldı ve kısa bir alışverişten sonra sanırım 1990’ların başında açılan kıvrımlı orman yolundan Kaş pazarı’na doğru yola koyulduk. Nefis bir hava, heryerden sular akıyor, önünde fotoğraflar çektiriyoruz. Faruk abi biraz endişeli Kaş pazarına kadar çıkabilir miyiz diye? ama kimin umurunda... Rakım: 1400...1500...1600..1700.. çıkıyoruz hafif hafif yolun kenarında kar birikimleri kendini gösterdi...1750...Yola yuvarlanan taşları topluyoruz kenara çekiyoruz, kar birikintileri büyümeye başladı...1800...1850 m ve 1900 m civarında durmak zorunda kaldık. Yaklaşık bir km’den az kalmıştı Kaş pazarına ama yol tamamen (dönüşlerde) bir bir buçuk m kar altında kalmıştı.

alışkın olmayan ekibimiz biraz mırın kırın etse de, çare yok deyip konsantrasyonu yürümeye verdi. Cep telefonumun GPS’ini açtım ve Çamurlu mevkii’ne kesek atmaya karar verdik. Yol uzatıyordu ve zamanımız pek yoktu çünkü saatler öğleden sonra üç-üç buçuk gibiydi. Sanki dün gibiydi, buralarda n eşyalarımız, deve ve eşek sırtında geçmişti şimdi cep telefonu ile yol buluyordum. Sanırım teknoloji iyi ama arada birde bazı şeylerin değişmemesini de istiyorum, tabii bunu şu anda yazarken diyorum, orada yürürken değil. Allahım o ne güzellikti; bir yandan kar, taşlar, doğa bizi zorlarken öbür taraftan da manzarayı her durduğumuzda hayran hayran seyredip fotoğraf çekiyorduk. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştık ki, acaba Çamurlu’yu pas geçip biraz daha güneyde karda mı çadır atsak filan derken uzaktan bir dam gördük ve 15


hemen tabii ki fikrimiz dama ulaşmak yönünde aniden değişti. Uzaktan dediğimde yakın olduğu anlaşılmasın, dama ulaşmamız yaklaşık bir bir buçuk saat almıştı. Dam dediğimiz keçi ağılı çıktı, hemen yandaki başka bir dama baktık ama kilitliydi. Bir kere artık çanta sırttan inmişti, dönüşü yok zemini çamur damda konaklayacağız. Şüphelerimiz isteksizliğimiz hemen yok oldu, güneşin batmasıyla çıkan ve deli gibi esen rüzgar bizi hemen ikna etmişti. Çadır atıldı, yanımızda getirdiğimiz ocak yakıldı, birşeyler yendi ve Hakan, Turgay ve Oktay hemen çadırın içine kaçtılar. Bu arada damın kapısı yok. Bende bivak var ama aklıma koydum sadece uyku tulumu matla yatacağım. Çadırın hemen önüne boylu boyunca bende uzandım, ekstra polarları giyip yattım. Sanırım bir iki saatte bir uyandım..bir yandan yamuk zemin, ağrıyan eklemlerim (ne de olsa yaşlanıyorum artık) bir yandan deli gibi rüzgarın damın etrafında yalanırken çıkardığı ses, bir taraftan damın üstünden sarkan saçın çıkardığı takıt tukur sesler, sabahı zor ettim. Tam sabaha doğru artık bitmiş ve uykuya dalmışken, uyandık. Sabah sekiz gibi kalkıp kahvaltı filan derken on’da yola çıktık. Hava sıcak, yönümüz güneye döndü. Neşemiz yerinde ve ilk işaretlediğimiz yere doğru gidiyoruz. Bu bölgeyi BÜMAK zamamında muhtar’la taramıştım iki tane yer göstermişti bana ama hiç bir zaman fırsat olupta inceleyememiştik. Bende hayal meyal yerlerini bildiğim için tahminen işaretlediğim yerlere mutlaka bakmamız lazımdı. Çok güzel bir vadi içine geldik, solumuzda Düğünalanı mevkii, biz yaklaşık 50 m yukardaki vadideyiz ve sağımızda gene yaklaşık 30-50 m yukarda vadi devam ediyordu. Her taraftan kar suları akıyor, akan sular çağlayan yapıyor ve çağlayan suların seslerini dinliyoruz. Müthiş güzel bir ortam. Oktay ve Turgay dinleniyor ve bize yemek hazırlarken, Hakan’la 16

ben, kanı kaynamaya devam eden ikili hemen noktalara bakıyoruz ve birinci nokta tam yerinden isabet, bingo! düden. O kar suları ne güzel iniyor aşağıya. Düdenin ağzının birazında kar var ama sular yaklaşık 40 m’le aşağıya çağlayarak, derinliklerde kayboluyor. Yeni mağara keşfetmenin o tatlı tadı sarıyor beni, heyecanım artıyor hemen öbür işarete gidiyoruz ve bingo! elde var 2.düden. Daha doğrusu obruk gibi ama içine kar suları giriyor. Daha birsürü yere baktıktan bizim vadide yerlere bakmaya başlıyoruz. Hakan bir tane daha buldu, ben bu vadinin kısmen suyunu toplayan toprak düdenin hemen yanıbaşında “mini Çukurpınar” gibi girişi olan (tahmini 40 m) bir obruk buluyorum...Yemeğimizi yemek ve dinlenmek üzere geçici kamp yerine geliyoruz. Bir şeyler yedikten sonra, başlıyoruz yürümeye, Düğünalanı’ndan geçiyoruz, toprak düdene batan suyun derinliği rahat 1-1,5 m var ve bizde üzerinde buzda duruyoruz. Fotoğraflarımızı çekiyoruz, yola devam ediyoruz. Akşam üzeri, Deliktaş mevkii’ndeki teyze’nin eive geliyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam “Ayşe Teyze” idi. Evin içine girmek için kapıları zorlarken, arada düşünmedim değil acaba yaşıyor mu diye? Sanırım yazın geldiğimizde anlayacağız. Ev kilitli bizde arkasında çadır attık. Ben gene uyku tulumu+mat yapıyorum. İlk günki moral ile bu akşamki moralimiz arasında fersah fersah fark var. Ateşimizi de yakabildik. Geceleri dolunay bize eşlik ediyor ve ilk defa bu akşam doya doya seyredeceğiz..Yemekler yendi, muhabbetler edildi, fotoğraflar çekildi ama uyku tutmuyor. Dolunay, ortalığı gün gibi aydınlatınca biraz yürüdük yolda sanki bütün gün yürüdüğümüz yetmezmiş gibi ama olsun dolunay ve iki yanımızda yükselen duvar gibi tepeler, o manzara içinde yürümek herşeye değdi. Sabah gene klasikleşmeye başladı saat on gibi yola koyulduk. Tam Deliktaş mevkiinden Çukurpınar’a dönen vadinin tabanında bingo!

bir tane daha düden bulduk. Gözlerime inanamadım. Buradan (aslında biraz daha yukardan) belki onlarca defa geçtik ama kimse görmemişti ve biz eriyen kar sularını takip ederek bulduk. İki girişi vardı ve darda olsa (tıpkı Peynirlikönü gibi) devam ediyordu. Yola devam! her yeri (vadi tabanında) kontrol ederek devam ediyoruz. Önden ben ve Hakan gittiğimiz için Çukurpınar yaylasını tepeden ilk biz gördük. Hemen Çukurpınar’ı görmeye gittik. Ekipte bir tek ben bildiğim için mağarayı, görmelerini çok istiyordum. Dere yatağı deli gibi kar suyu ile dolmuş şaldır şaldır akıyordu. Mağaraya girmeden evvel elbiseleri giydiğimiz, hazırlandığımız yer 1,5-2 m kar altındaydı. Görmeye değerdi, altından su, bizim Çukur’a ilk iniş yaptığımız yerde çağlayan şeklinde akıyor ve daha mağaranın derinliklerinde kaybolmadan serpinti haline geliyordu. Manzarayı özlemişim kesinlikle, Şeytan dedi in ama uymadım. Yaylayı ilk defa bu kadar yeşil gördüm. Yeşil, beyaz ve gri tonları herhalde bu kadar güzel bir renk ahengi yaratabilir. Arada oraya buraya atılmış gibi açan ufak ve renkli çiçekler, her yerden akan sular ve sesleri, hangi cennetten çıkma bir yerdi burası. Ağustos’ta nasıl bir yerle karşılaşacağımı bildiğim için bu güzel manzarayı derin derin içime çektim oksijen gibi. Gene bir keçi ağılını kendimize yurt edindik, yerleştik. Oktay ve Turgay kampta kaldılar, ben Hakan’la gene yollara düştük. Gerçekten...Bu sefer hedefimiz Peynirlikönü’nün güneyine düşen vadilerde işaretlediğimiz noktalara bakmaya karar verdik. Düşmekten beter olduk, inanılmaz zor bir arazi. Allah’tan baştan patika gibi bir yol vardı fena başlamadık ama sonra işkenceye dönüşte. Bir sürü obruk bulduk ağzı (5-15 m sonrası) karla kaplı, yaza kısmet deyip işaretledik ve arkamızda bıraktık. Geri döndüğümüzde bayağı yorulmuştuk. Güneye indikçe karlar azalmıştı. Çukur’un


17


18


çayırında bizi 3 tane de sürpriz bekliyordu. At, eşek ve katır. Bir aile aramıza katılmıştı. Akşam güzel yemeğimizi yedikten sonra teknolojiyi kullanarak, dolunay altında Turgay hocamla müzik dinledik. Sabah aynı rutinden sonra, bu sefer Çukurpınar’ın arkasındaki vadilere bakmaya gittik. İlk vadide inanılmaz obruklar ve tahminim Çukurpınar’daki “Kurnalı galeri” bu vadinin dibine kadar geldiğidir. Vadi aralarında ilerlememiz maalesef çok olamadı, işaretlediğimiz yerlere bakamadık bile, hakkaten zor bir arazi. İçimden buradan daha kaç tane Çukur ve Peynirlik çıkar diye kaç defa geçti! Bir gün bulacağız ama o gün olamadı, kısa bir yemek duruşundan sonra direk tepeye tırmanıp arka tarafından dönüş yaptık. Anladık ki, arazi çok ama çok zor ve Ağustos’ta bizi sıcak ve susuzluk inanılmaz zorlayacak. Yapacak bir şey yok, dirayetliyiz, o düdenleri, mağaraları, obrukları bulacağız. Döndükten sonra, eriyik kar suyunda yıkandıktan sonra bayağı rahatlamıştım. Çukur’da ikinci gecemizdi ve bu sefer uyku ağır bastı, gözlerim erkenden kapandı. Ertesi gün, toparlanıp Anamur Sugözü köyüne ineceğiz. 1900 m’lerden 700 m’ye kadar ineceğiz. Peynirlikönü düdenin önünden geçip arkasındaki tepeyi aştınız mı, müthiş bir manzara sanki bir anda zoom’lanmış gibi ayaklarınızın altına gelir. İnmeye başladık. 1900....1800...1700...1600... Su molası burada çektiğim dia fotoğrafı hatırladım. Buralardan terlikle çıkmıştım 20 küsür yıl evvel, Terliksi lakabı da oradan kalma. Hiç unutmuyorum “Akdeniz Surf”, bayağı da sağlam çıkmıştı terlikler. Devam...1500... Ağaç sınırına geldik, o çam kokusu her şeye değiyor, buram buram her yer orman ve çam kokuyor, Allahım ciğerlerim bayram ediyor..İnmeye devam 1200 m’de ilk erken yaylaya çıkan köylü aile ile tanıştık ve kendimizi gölgeye attık. Yurdum insanı inanılmaz misafirperver. Üşenmediler

çaylar, yemekler önümüze kondu. Bir bir buçuk saat kaldıktan sonra bende misafirperverliğin karşılığında solar şarjımı hediye ettim. İnmeye devam ediyoruz..in...in...in...Orman içinde ilerliyoruz ve nihayet Sugözü’ne yakın bir yerden çıkıp, Faruk abi bizi araba ile alıyor. Sugözü köyünde köylülerinden birinin evine misafir oluyoruz. Tam oturduğumda karşımda oturan köylüyü (ev sahibi) ben seni tanıyorum diyorum. “sen bize odun getirmiştin eşekle” diyorum, evet diyor. Gayet net hatırlıyorum çünkü o kokulu ardıç ağaçlarını hızarla keserken kampta fotoğraflarını çekmiştim. hal hatır sorduktan sonra sağolsunlar bizi yemeğe davet ettiler. Yemek ve çay faslından sonra, yukarıda bir su çıkan mağara olduğunu da öğrenip “inşallah ağustos’ta görüşmek üzere” deyip ayrılıyoruz. Mağaracılık hayatıma yaptığımı en güzel gezilerden biri daha oldu. Bende yıllar içinde “yapılamaz, gidilemez, olmaz” denilene karşı yapma güdüsü oluştu. Şimdiye kadar da hiç yanıltmadı beni. Burada, bana inanıp gelen Hakan Eğilmez, Oktay Pöhrenk, Turgay Gönülalan ve Gökmen Ozut’a (son dakika işi çıktığı için gelemedi) çok teşekkürler. Sayenizde çok güzel bir gezi oldu, 20 yıllık hayalim gerçek oldu. Ekiple kararlaştırdık, Taşeli’nde daha çok arazi taraması yapılması lazım o yüzden her yıl nisanmayıs gibi TRANS-TAŞELİ gezisi yapmaya karar verdik. İkincisini de sabırsızlıkla bekliyorum.

19


İNTİBAH (Sarıkaya Ve Belen Kokurdanı) Yazan: Selin Tezcan

İlk deneyimi bedenimde ve zihnimde tarif edilemez hazlar yaşatan bu iki mağara benim için çok şey ifade eder; bazılarına sadece kamp ortamında yapılan sohbetler ve tamamlanması gereken görevler olarak görünse bile. 13/04/2012 tarihinde bu mağaralara yaptığımız gezi belleğimde yeryüzünün, suyun ve derinliğin tam hissi olarak yer buluyor. Belen kokurdanı döşeme eğitimleri için gittiğimiz 45 metrelik dikey inişi olan küçük ama çok güzel bir mağaradır. Sarıkaya ise sarmaşıkların ağzından sarktığı muazzam bir fantastikliğe sahip, muazzam bir genişlikle başlayan ve gitgide daralıp bir yerinden sonra sifon geçerek ilerlediğimiz bir mağaradır. O geçiş, güzel olana ulaşmak için atlanması gereken bir engel olarak doğanın insanoğluna (Sarıkaya mağarasına gelip de sifonu geçen ender insanlar) sunduğu insanın iyiye ve güzele ulaşmak için verdiği mücadelenin simgesel bir similasyonudur sanki. 20

Daha öncesinde derneğimizin kendine has üyelerinden sevgili Cem Yürek’in 3. düzey mağaracı seviyesine terfi ettiği Belen Kokurdanı’nda bu sefer ben vardım döşeme eğitimi için. Aynı durum içerisinde farklı yerdeydim bu sefer ve aynı durum içerisinde benim yerimde olan sevgili Gökmen Özüt arkadaşımız da benim daha önceki yerimdeydi; ileride benim yerimde olma potansiyeliyle birlikte aynı şekilde. Kafamda durumun enteresanlığı bir yana ki bu ilk iki boltu çakıp ipin üstündeyken düşündüğüm bir şeydi… Döşeme eğitimi alıyordum. Bu en güzel bir şeydi benim için. Hobi ya da ego tatminlikleri dışında keşif için mağaracılık yapan her mağaracının ki bu mağaracıların en temel arayışıdır; bilmesi ve hızlı ya da yavaş ekip arkadaşının yorulduğu yerde devreye girebilmesi için hazırda bulundurması gereken bir deneyim olarak

gördüğüm döşeme pratiğinin ilk aşamasındaydım. Döşeme eğitimim sırasında yaşadığım detayları bana has bırakarak bu iki mağaranın sahip olduğu güzelliği konu edinmek istiyorum. Bir önceki gidişimde Belen Kokurdanı’nın ağzındaki yosunlu kayalar ve yaşayan popülasyonların, insan elinin toprağa olan anlayışsız ve hoyrat dokunuşlarıyla yok olması, dünyayı tüketmenin bir başka şekli niteliğinde olan, taş ocaklarının mağaranın ağzına kadar gelen cerehatı üzerinden yürüdük içeri doğru. Hatırladım ve dile getirdim böceklerle olan ilişkimin pek de iyi olmamasına rağmen önceki gidişimizde mağaradan çıkarken elime aldığım üstü mor, koca siyah böceğin elimde eldiven olmasına rağmen hissettiğim adımlarını… Şimdiyse iyi ilişkilerimizin olmadığı halde o böcekle karşılaştığımız yerde taş ocağının kestiği mermerlerin tozlu akıntıları vardı ve yosunların


yerini bu çamur almıştı; yani o bir önceki gezimizdeki ekosistem yoktu o ortamda artık. Diğerlerinin girdiği bir hat ve benim eğitim aldığım bir hat olarak iki hat vardı Belen Kokurdanı’nın dikey yolunun bittiği. Yaptığım döşemeyi yarıda bırakıp diğer hattan aşağıya inerek ipten çıktım. Benim dışımdaki herkes oradaydı ve sıra sıra başlandı yukarı çıkılmaya. Üçüncü botlumu çakmak için mermer üzerinde oyuk açmaya çalışırken yukarı çıkıp diğer hatta geçmem gerekti; çünkü üşüyen insanlar vardı ve ben de diğer hatta geçerken suyun altına girdiğim için aşağıda herkesin gitmesini beklerken sıcaklığımı korumak adına hareket ediyordum. Hareket ederken bir yandan mağaraya düşmüş olan bir semenderle olan başbaşalığımız sürecinde onunla sohbet ediyordum. Mağaranın havasına ayak uyduramayan fizyolojisi onun yavaş, normale göre çok yavaş hareket etmesine sebep oluyordu. Tahminimce vücut sıcaklığımız onu bizim adımlarımıza çekiyordu; çünkü ayak bastığımız yerlere geliyordu. Belki de zifiri karanlıkta hiçbir şey göremediği için ışığımızdan yararlanarak mağaradan çıkma isteği güdüyordu. En son adam Ender de ipe girip “İp boş” dedikten sonra; kısa olmasına rağmen bir o kadar da anlamlı olan(karanlığın içindeki) çift kişilik soyut bir monoloğun vedasını yaptım. Ben de ipe girdim ve döşemeyi toplayarak aydınlığa sürülen her bir cumarla sevgili semenderi arkamda ve aklımın bir köşesini de onunla bırakarak ilerledim. Döşemeyi her istasyonda çantaya istifleyerek ilerlemek daha manalı geldiği için her istasyonda ipi toplayarak yükseldim. Aynı zamanda Engin Selamsız da benim yaptığım döşemeyi topluyordu; çünkü ıslanmıştım ve Sarıkaya’ya girecek olduğumuz için de döşemeye devam edemezdim. Kuru giysilerimizi giyip bir şeyler yedik ve Sarıkaya Mağarasına doğru araçlarla

yol almaya başladık. Mağara ağzına geldiğimizde tekrar tulumlarımızı giydik ve muhteşem Sarıkaya Mağarasına adımlarla yaklaşmaya başladık. Daha önce hissettiğim duygular daha yürümeye başladığımızda bile içimde heyecan uyandırıyordu. Muazzam güzellikte bir mağaraya gidiyorduk; içinde kendimizi kaybedip sonra dünyaya yeniden doğduğumuz… adımlarımız sarmaşıkların altından geçerek devasa traverten oluşumların üzerinde birleşti. Burada bir babadan perlonla doğal bağlantı kurarak 15-20 metrelik bir ipin üzerine ayak basmak için aralıklı düğümler atılmış halde ipi aşağı saldık ve birer kişi ardı ardına komando usulü indik. Gerisi sifona kadar hagada hugada ile kayaların üzerinden, altından, içerisinden inişli çıkışlı ilerleyerek derinleşmektir. Adımlar suların içindedir. Mağara kafa lambasının ışığı ile genişliğini anlayamayacağın kadar büyüktür başta. Bastığın yer düz değil, engebeli bir arazinin tuzaklı şeklidir sanki ve nerede nasıl bir tuzak olabileceğini her adımında değerlendirmen gereklidir. Su gibi olur akıp gitmeye başlarsın bir an toprakla bir olacağın noktaya varma çabası içerisinde. Oturursun, yatarsın, kayarsın kayaların üzerinde içinden geçersin kimi yerde… Sular durağanlaşır sifonda ve verdiğin çaba sonucunda tüm bedenin suya karışır, ağırlığını kaybeder bir anlığına. Gerçekten suya dönüşürsün o an ve sonrasında mağaranın ilerleyen kısmında çoğunlukla sürüngen tipte bir canlıya. Yatıp yuvarlanırsın toprağın üzerinde ilkin sürünerek geçersin daralları ve bir odaya çıkarsın oradan iki kola ayrılan.

sarkıtların arasında buluyoruz kendimizi. 3-4 metre var yok, geldiğimiz yere bağlanıyor. Hiç gitmek istemiyor insan bu güzelliğin içerisinden; fakat su olmadığımızı ve toprağa karışıp bitkilerin parçacıklarımızı emerek fotosentezle ekosisteme salması için henüz erken olduğunu görüyor, dönüşe geçiyoruz. Devasa travertenlere geldiğimizde ekipteki herkes yardımlaşmada ve destekte üstün performans gösteriyor. Onlar sırayla yukarı çıkarken kafa lambamın ışığının, karanlığında kaybolduğu büyük boşluğunda üzerime gelen partikülleri izliyorum. Havayı izleyebiliyorsun. Büyük kayaların üzerinde dururken arınmışsın artık ve mağaranın sakin havasını içine çekip onun gibi zamanın ve hayatın ilerleyişini içinde hissediyorsun; her bir temasıyla ilerleyerek tek bir sen oluşturabilmek için.

Kolun birinden girdik biz gene sürünerek geçebileceğimiz ve iki kişinin sığmadığı bir daral sonrasında yükselirken kayaların renginin bazı yerlerde yeşil olduğunu görüyoruz. Sol taraftaki traverten oluşumun üzerindeki kristal dokunun pırıltıları göz kamaştırıyor. Soda tüpleri tavanlarda… Gidilebilen yere kadar gidiyoruz. Sağ üstte bir pasaj var ve çıktığımızda muhteşem kristal dokuların ve 21


22


KURULUŞ KUTLAMALARI ASPEG Ve BÜMAK 4 mayıs tarihinde 3.olağan genel kurulumuzu yaptıktan sonra, ASPEG’in 5. kuruluş yılını kutlamak üzere Bostancı Türk Balıkadamları Kulübünde bir araya geldik. Sağolsun ilker Gürbüz arkadaşımız yerimizi ayırtmıştı. Güzel bir tesadüf, terasta yer ayırtmış, önümüzde deniz arkamızda havuza nazır yemeğimizi yeme şansına sahip olduk. ASPEG’in yavaş yavaş sadece bir dernek veya gruptan mütevellit olmadığını giderek güzel ve kalıcı dostlukların yaşandığı bir organizasyon olduğunu hissetmeye başladım. Hava durumunun azizliğine (inanılmaz bir sis çöktü, İstanbul’a) rağmen insanların bir araya gelmesi ve birbirleriyle hoşça vakit geçirmesi çok güzeldi. Aklımda kalan kareler: En küçük trogloditimiz (mağara canlısı) Mira’nın aramıza resmen gelmesi ve sertifikalanması, Hakan’ın akşam serinliğinde üstüne giyecek bir şey bulamayıp, sarı bir yağmurluğu giymesi, Selin’in zıp zıp ortalıkta dolanması ve herkese “bu adamlar ne yapıyor” dedirtecek pozlarda Hakan, Turgay ve Metin’in fotoğraflarını çekmesi, sevgili eşimin Cananımın

beni yalnız bırakmayıp saatlerce trafikte sürünüp, yine de Avrupa yakasında Bostancıya siste gelmesi kaldı aklımda. Ha, birde yemekten sonra bir Cafe’de oturup tatlı tatlı sohbet etmemiz.

yaşında üniversite kulübü varlığını tüm canlılığı ile devam ettiriyor. Bunu da ilk başkanımız Nüzhet Dalfez’in dediği gibi Boğaziçi Üniversitesinin özgür ortamına borçlu BÜMAK.

Evet, ASPEG’te önce iş sonra eğlence mantığıyla hareket ediyoruz ve birçok değişik insanı bünyemizde barındırıyor ve herkes bir şekilde, Türkiye’deki bütün grup davranış normlarının aksine, birbirine tahammül ederek, dostluğumuz pekişiyor. Bizde hemen hemen herkesin (dernek ve kulüplerin) geçtiği zorluklardan geçtik ama yolumuzu bulduk. Daha özgür bir ortamı oluşturabildik.

Hatırlıyorum, benim zamanımda 15. yılı organize etmiştik, üniversite içinde kutlamıştık. 15.yıldan aklımda kalan bir fotoğraf; Temuçin Aygen, Ayda, Metin v.b. üyeler. 20.yıla kuzey kampüste girmiştik, gene kalabalıktı. hiç unutmuyorum, o zaman Bedri Osmanoğlu başkanımız idi, onunla fotoğraf sergisi için büyük ağır panoları bir taşıta atıp kuzey’e taşımıştık. 25, 30, 35 ve derken 40.yılı mühendisliğin terasında kutladık. Yıllar çabuk geçiyor ama dostluklar eskimiyor. BÜMAK’ı BÜMAK yapan sanırım bu; Bir sevgi kulübü..BÜMAK’ta da bir çok arkadaşımızla fikir ayrılıklarımız olmuştu(r) ama şu ya da bu şekilde bunları yılda bir kez de olsa kenara koyarak, biraraya gelip eğlenmesini becerebiliyoruz, bu da güzel ve medeni bir davranış.

ASPEG’in 10.yılını daha kalabalık, dostlukların daha bir pekiştiği, yorulmadan ve nefesi kesilmeden keşfe devam edecek şekilde kutlamayı arzuluyoruz. Mayıs ayı kutlamalarla geçti. 25 Mayıs’ta bu sefer BÜMAK’ın 40.yılını kutladık. Gündelik yaşamımızda farkında olamayabiliriz ama bir üniversite kulübünün 40. kuruluş yılını kutlaması, her devirden ve dönemden 100 küsürden fazla üyesinin (aktif, pasif, yeni, eski, çok eski) bir araya gelip bunu kutlaması müthiş bir olay. Düşünsenize cumhuriyetin neredeyse yarı

Tüm bu kutlamalarda emeği geçen herkese teşekkürler, daha nice 5’li yıllara!. Ender Usuloğlu

23


24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.