Cadı kazanı sayı 31

Page 1

Sayı 31 EKİMARALIK

Mağaraya dair

2013 Yıl: 5


Yayın Kurulu Bülent Demir

Mağaraya Dair... 2013 yılının son aylarında bu sayımızda yine ilk mağara tecrübelerimiz ve nasıl mağaracı olduğumuzun hikayeleri var. Birisini henüz bebek trogloditimiz olan Mira Gürbüz anlatırken diğer hikayeyi ise yaşlı trogloditimiz Ender Usuloğlu’ndan okuyacağız.

Mesut Şen Ender Usuloğlu

Katkıda Bulunanlar Ali Doğay İlker Gürbüz John Hutchings Gülşen Küçükali

ASPEG üyeleri bu aylarda oldukça hareketli ve dünyanın çok ama çok değişik yerlerinde mağaraları görme fırsatını buldular. Bir taraftan Küba’da mağaraya dalarken , Alaska’da buz mağaraları içinde o soğuk ama bir o kadar güzel ortamları İlker Gürbüz ve Gülşen Küçükali anlatacak.

Selin Tezcan

Fotoğraflar

Ön Kapak: Cinlikuyu Kampı Mira Gürbüz, İlker Gürbüz

Arka Kapak: Ender Usuloğlu

2

Parsık Mağarası,

Selin’in ilk mağarada döşeme yapma deneyimini şiirsel anlatımıyla okurken, Doğay bizi Parsık ve cinli’yi kendine göre anlatacak. İyi okumalar!


Ekim-Aralık İçindekiler

Parsık Ve Cinli (gene!) Sayfa:8

İlk Mağaram Sayfa: 4

Küba Vinelas Sayfa: 12

Alaska-Buz Mağaraları Sayfa: 14

Dünyanın En Büyük Yarasa Popülasyonu Sayfa: 16

İntibah Sayfa: 20

Kuruluş Kutlamaları ASPEG Ve BÜMAK Sayfa: 23

Fotoğraf: İlker Gürbüz

Nasıl Mağaracı Oldum? Sayfa: 18

3


İlk Mağaram Yazı ve Fotoğraflar: Mira Gürbüz, İlker Gürbüz

4


ASPEG’in bana birkaç ay önce layık gördüğü en küçük Troglobit sertifikamı kullanmamın zamanı gelmişti. Bu yüzden de birçok yeni mağaracı adayı gibi yatay bir mağaraya girmek için İzmit taraflarına geldik. Parsık, İzmit’in güneyinde, Samanlı Dağları’ndaki Parsık kanyonunda bulunan, Yuvacık Barajı’na 14 km uzaklıkta tamamen doğal bir mağara. Yeni başlayan şu hayatımdaki her

Herkes beni biraz sevdikten sonra mağaraya girme zamanımız geldi. Tulum zaten benim en sık kullandığım kıyafet olduğu için hazırlanmam fazla vakit almadı. Kafama kaskımı da taktıktan sonra diğerlerini beklemeye başladım. Beklerken traktördeki köylülerin beni görüp “bu da mı mağaraya girecek” diyerek gülmelerine şaşırdım. Herhalde yanımda tulum giymiş koskoca

sütunlar, cadı kazanları… Bazı yerler altın tozu saçılmış gibi parlıyor. Masallarda bile bu kadarını anlatmamışlardı. Harikalar diyarında gibiyim. Babamın kafa lambasının aydınlattığı her yer birbirinden farklı ve güzel. Gerçekten hala dünyada mıyız?

şey gibi, bugün yaşayacaklarım da benim için yeni bir deneyim olacak. Fakat Speleoloji kelimesini uzun yıllar telaffuz edebileceğimi sanmıyorum.

adamların daha komik olduklarını fark etmemişlerdi.

ışıl ışıl parlıyor. Duvara asılı şeyleri de ilk defa görünüyorum. Minik ayaklarıyla duvara tutunmuş uyuyan bu şeylerin adı yarasaymış. Uyanmasınlar diye yanlarından geçerken ışığımızı onlardan uzak tuttuk ve sessiz olduk. Yollar daralmaya başlayınca babam ve diğerleri yola devam etmek için benim her zaman yaptığım gibi emeklemeye başladılar. İşte şimdi diğer büyüklerle eşit şartlara geldik.

Uğultulu şehri ve trafikte birbiri arkasında sıralanmış ilerlemeye çalışan yüzlerce arabayı geride bırakıp İzmit’in Yuvacık Barajı dedikleri büyük su birikintisine geldiğimde güzel şeyler olacağını hissetmiştim. Barajdan uzaklaştıkça yeşilin şu ana kadar hiç karşılaşmadığım onlarca tonuyla karşılaştım. Köye gelince toprağın temiz kokusu, derelerden akan şeker gibi su, altında oturduğum ağaçtan yere saçılmış kırmızı elmalar. Doğa bu kadar zengin ve bonkörken yaşamasına neden izin vermiyorlar ki acaba… Küçük olmamdan dolayı her gittiğim yerde dikkatleri çekiyorum. Fakat bu ilgiden de rahatsız olduğum söylenemez.

Yemyeşil bir yol ve şirin birkaç köy evinin arasından yokuş aşağı yürüdükten sonra kayaların arasında karanlık ve büyük bir deliğin başında durduk. Ender, Ali, Sait, Burcu ve annem başta olmak üzere babamın sırtında ben ve arkada Süha ile beraber mağaraya adım attık. Babam, Süha, Ender ve Sait gibi deneyimli kişilerin olduğu bir ekipte ilk mağara girişimi yapmamın benim için güzel bir başlangıç olduğunu söyledi. Keşke diğerleri de olsaydı dedi diğer biri. Karanlığa doğru ilerlemeye başladık, burası nemli ve karanlık. Çevreden su sesleri geliyor. Zaman zaman özlediğim o dingin anne karnına geri dönmüş gibiyim. Fakat doğduktan sonra böyle bir ortamla hiç karşılaşmamıştım. Doğa annenin karnı da burası olsa gerek. Sarkıtlar, dikitler,

Mağarada bizden başkaları da var. Çekirgeler mesela, gözleri

Bu mağaracılık işini sevdim. Fakat daha da daralan yolda devam etmek için sürünmek gerekince bana dönüş yolu göründü. Aslında babam beni kucağından indirse, ben o daralan yoldan herkesten daha rahat ve çabuk geçerdim. Dönüş yolunda veda ediyorum çekirgelere, diğer küçük böceklere, uyuyan yarasalara. Ve gün ışığına çıkıyorum gözlerimi kamaştırarak. Tekrar doğmuş gibiyim. İçeride ne kadar süre 5


kaldık hatırlamıyorum. Benim için içeride boyut değişti, zaman durdu. Sanırım sadece benim için değil, herkes için öyle oldu. Hayatımdaki ilk mağara saatlerim bir hayal gibi geçti. Ne kadar büyüsem de bu tulum denen kıyafeti hiçbir zaman terk edemeyeceğim sanırım. Beni ilerideki yıllarda uzun mağara saatleri, yeni keşifler ve maceralar bekliyor. Kendimi şanslı hissediyorum. Mira Gürbüz

6


Fotoğraf: Ender Usuloğlu 7


Aday aday üyemizden son derece ciddi bir rapor: Parsık ve Cinli (gene!) Yazan: Doğay Ali Yılmaz Fotoğraflar: Ender Usuloğlu

8


Tarih: 2.11.2013 – 3.11.2013 Katılanlar: Dr. Mehmet Sait Taylan, İlker Gürbüz, Mira Gürbüz, Gülhun Güçyetmez Gürbüz, Süha Yararbaş, Ender Usuloğlu, Ayşe Burcu Müsellim, Doğay Ali Yılmaz Sorumluluklar: Gezi sorumlusu: Ender Usuloğlu, sayman: Ayşe Burcu Müsellim, raportör: Doğay Ali Yılmaz Koşullar: Hava sıcaklığı 21/23˚C, açık ve güneşli hava Gezi Amacı: Dernek üyeliğine aday arkadaşlara yatay mağara ile bir giriş yaptırmak, döşeme yapmak ve eğitim almak için Parsık’daydık. 1. Gün: Saat 19:30’da İstanbul Kozyatağı’ndan yola çıkıp saat 21.30’da Yuvacık barajı yakınlarındaki Aksığın Köyüne ulaştık. Köy içerisinde uygun bir yere iki çadırdan oluşan kampımızı kurduk ve uyumadan önce kamp ateşi yakıp, dışarıda kalmanın tadını çıkarttık. 2. Gün: Sabah kalkıp, kahvaltı yaptık. Ekibin kalan kısmı geldiğinde hazırlanmaya başlamıştık ve mağaraya girişimiz yaklaşık 12:00 civarında gerçekleşti. Önceleri iki ekip olarak mağaraya giriş yapılması düşünülüyordu: “L” şeklindeki mağaraya bir grup dikey giriş yapacak, diğer grup

yatay giriş yapacak ve ekipler büyük salonda buluştuktan sonra geldikleri yoldan geri dönecekler diye planlanıyordu. Ancak dikey iniş yapması beklenen mağaracıların bir kısmının gelememesinden dolayı sabah herkesin yataydan girmesine karar verildi. Mağaranın en dar kısmına kadar Mira Gürbüz, babası İlker Gürbüz ile birlikte ilerledi. Mira’nın bir yaşında olması, sanıyorum onu en genç mağaracı yapıyor ve bu açıdan bu etkinlikte bir ilk gerçekleşti. Yatay olarak mağaranın sonuna varmamız yaklaşık bir buçuk saat aldı. Bu benim ilk mağara deneyimim olduğu için herşey çok farklı ve ilginç geldi. Ayrıca, yolcuğumuz sırasında mağaralar hakkında Türkiye’nin tek mağara biyologu Dr. Taylan bize kısa kısa bilgilendirmelerde bulunarak, geziyi fiziksel bir deneme dışında eğitici bir geziye dönüştürdü. Bunun yanında, Ender Bey ve deneyimli diğer mağarıcılar da yeni olan bizlerin durumlarımızı sürekli sorarak her konuda yardımcı olmaya çalıştı. Mağara oluşumları ve mağara canlıları hakkında bilgi almanın dışında, insanları bu karanlık delik ve çatlaklara iten güdüyü biraz da kendi içimde tatmak ilginçti. Şelaleden akan sulardan içtikten sonra geri dönüş yolunda kısa bir yemek molası da verdik. Doğa manzaralı böyle bir yemeği yemem için 34 yıl beklemem gerekiyormuş ama değdi. Dönüş

yolumuzda herhangi bir sorunla karşılaşmadan geçti, mağara çıkış saatimiz 15:10 civarı idi. Kampta kısa bir moladan sonra, Gürbüz Ailesi kamptan ayrıldı. Sonrasında, Ender ve Mehmet Bey Parsık mağarasına dikey girmek üzere donanımlı olarak, geri kalan ekipte onlara mağara girişine kadar eşlik etmek amacıyla, mağaranın girişine doğru yola çıktık. Ancak mağaranın girişinin olması gereken yere geldiğimizde, girişin suni olarak kapatıldığının farkına varıldı. Doğayı ve mağaraları korumayı ilke edinen Aspeg grubu deneyimli üyeleri canla başla çalışarak dolguyu kaldırarak mağara girişini açmayı başardı. Fakat bu gayret sırasında çok vakit kaybedilmesi, ekibin yorulması ve havanın kararıcak olması nedeniyle iniş gerçekleştirilemedi. Bunun yerine, daha kısa bir iniş olan Cinlikuyu mağarasında döşeme yapıldı. 3. Gün Bugün bir yeniler için bir mağara daha yapılması ve ardından geri dönüş yapılması planlanmıştı. Sabah kahvaltıdan sonra Süha Bey de İstanbul’a dönmüş geriye dört kişi kalmıştı. Ender Bey bizi Cinli kuyu mağarısına götürüp biz kısa bir ekspedisyon yaparken dışarıda beklemeyi kabul etti. Cirbinali mağarasına giriş saatimiz yaklaşık 11:00 civarıdır. Fosil mağara oluşu ve geçişe daha müsait olması ile Cirbinali, Parsık’tan sonra, çok farklı bir

9


mağara deneyimi yaşattı. Dr. Taylan yine yapısal oluşumlar ve canlı popülasyonları ile ilgili bilgi verirken içimizdeki sanatçıyı çıkarmayı da bildi: Banyoda bile şarkı söylemezken mağarada şarkı söylemiş oldum. Bu açıdan bu etkinlikte de bir ilk gerçekleşti. Ekipmansız tırmanışın tehlikeli olacağı 15 metrelik doğal bir duvardan geri dönüş yaptık. Ve böylece, mağarada yaklaşık bir saat yirmi

10

dakika geçirmiş olduk. Mağara çıkış saatimiz 12:20 civarı idi. Mağaraya çok yakın bir tesiste, dağ manzarası eşliğinde yediğimiz yemekten sonra İstanbul’a dönüşe geçtik. Bu gezi sırasında, Parsık ve Cirbinali güzellikleri ile ekip de sıcakkanlı tutumu ile beni büyüledi.


Fotoğraf: Ender Usuloğlu 11


Küba Vinelas (ASPEG Küba’da) Yazan: İlker Gürbüz

Fotoğraf : http://photorator.com/ photos/scuba diving in greece 12


Küba, o günlerde hazırlık yapamadan giriş yaptığımız ilginç ve gizemli ülkelerden biriydi. Öyle ki, turistik olmayan yolun dışında kalan bölgelere ulaşmak neredeyse bugün bile cok zor. Toplu ulaşımın küçük yerlerde bazen bir kamyonun damperinde kimi zaman at arabaları ile gerçekleştiği, insanların bir yerden bir yere gitmek için saatlerce beklediği, kimi zaman ise kilometrelerce yürüdüğü bu ülkede hedeflerimize ancak kiralama araç ile ulaşabilirdik. Tabi ki gps’in yasak olduğunu ve iç yollarda reflektör ve şerit çizgisi olmadığını, geceleri karşıdan gelen arabaların ve yayaların kendilerini belli etmek için yanan bir fener kullandığını düşünecek olursak kilometreler gerçekten bitmiyordu. Bunun yanında tabi ki dil problemi gerçekten büyük bir problem olup yol tarifleri için doğal navigasyon kullanmak daha iyi sonuçlar veriyordu. 15 günlük Küba gezimizde kara yolu yolculuğumuz, hiç görmeden ve özelliklerini bilmeden ödememizden sonra 3 gün bekleyerek sahip olduğumuz kiralik arabamız ile başladı. Anahtar teslim sırasında 40 yaşlarındaki görevli bizi araca götürürken hala aklımda yakın bir zamana kadar taksim - beşiktaş arası çalışan 56 Chevrolet tipli 6 silindirli bir araca binecegimiz kuşkusu vardı! Neyse ki Çin malı küçük sınıf bir binek otomobili görünce, şehir merkezinde çokça görmeye alıştığımız kaputu açık başında sahibinin tamir için çırpındığı arabalar korkulu rüyasından da sıyrılmış olduk. Başkent Havana’nin mistik yapısını bir kenara bırakıp esas macera dolu yolculuğumuza gelirsek, 3 günümüzü geçirdiğimiz bu fantastik başkentten tekrar dönmek üzere ayrılma vaktimiz gelmişti bile. Batıdan doğuya doğru uzanan, şekil olarak bizim Karadeniz bölgesi kadar yüzölçümlü Küba ülkesinde, ilk önce batı en uca yapacağımız yolculuk yeni bilinmeyenlerle dolu olarak karşımızdaydı. İlk durak 60’inci kilometreden sağa doğru sapıp oldukça dar dağ yollarından

kuzeye doğru 20 km dağların arasına yükseldiğimiz orkide bahçeleri ile ünlü Soroa’ydı. Sıradağlar arasından kuzeyden güneye uzanan ve dar geçitlerde inanılmaz bir tropik cennet sunan bu botanik orkide bahçeleri, 20 metrelik bir şelale düşümüyle güneydeki düzlüklere bir set çekiyordu. Mağara nerede derseniz, aslında coğrafya o kadar uygundu ki, yoğun bitki örtüsü altında bizce her yerdeydi! Konu Güney Amerika’nin en büyük 3. mağarası olunca zaten turislerinde en çok uğradığı Vinales vadisi bölgesine yöneldik. 100 km sonra, düz ve nemli kırmızı topraklardan yukarı doğru fırlamış kireç taşı kayaların mükemmel görüntü verdiği tütün üretimi ile ünlü Vinales’deydik. Vinales, tütünlerin depolandığı ve dünyaca ünlü puroların ekonomiye kazandırıldığı, belki de Küba’nın en önemli bölgelerinden biriydi. Bu kadar önemli olan bu küçük kasabada, cadde boyunca sıralanmış tek tip ve tek katlı birbirinin devamı ahşap evleri birbirinden ayıran, sadece yumuşaklığıyla mükkemmel bir yelpaze oluşturan renkleriydi. Bu evlerin belirgin diğer bir özelliği camsız pencere kepenkleri ve 7 metrelik ön cephelerine yerleşmiş verendalarındaki en az iki adet sallanan sandalyeleriydi. Geceyi geçirdiğimiz Vinales’ten sabah, iki tarafında muz yaprakları ile kaplı tütün depolarını arasından geçerek yalaşık 3 km kuzeydeki iki adet turistik mağaraya doğru yola çıktık. Botla bir ucundan girilip öteki ucundan çıkılan, çok uzun olmayan güzel organize edilmiş tünel tipi nehirin akışı ile oluşumuna devam eden mağara gezimiz sonrası, sıra St. Thomas’a gelmişti. Hedefimize, kuzey batı yönünde oldukça dar, şeritsiz ve reflektörsüz ama asfaltı problemsiz bir yoldan ormanın derinliklerinde kıvrılarak 15 km sonra ulaştık. İlk bakışta, 100 metre kadar yükseklikte bir tepenin güney yönünde yeşillikler arasında kaybolmuş seyrek evlerin arasında köy merkezine benzer bir yerleşkede arabamızdan inip çevreyi gözlemlediğimizde terk

edilmiş izlenimi veren sessiz bir ortam bizi karşılamıştı. St Thomas gezisi bir tur olup öncesi, Vinales’ten aldığımız biletlerle yetkili kişi veya kişilerin gelmesini beklemeye başladık. Zaman geçirmek için raflarında en fazla 15 çeşit ürünün bulunduğu köy bakkalını dolaşmamız sadece 30 saniyemizi alıp bize uygun hiç bir şey bulamadık ve nedendir bilmiyorum yapacak iş ararken tavuk ve horozları besleyerek köye katkıda bulunmaya karar verdik. Yaklaşık yarım saat sonra bizim gibi gezmeye araba ile gelen bir kaç kişinin daha ilavesi ile bekleyenler sayımız 7-8 kişiyi bulmuştu. Çok geçmeden turdan dönen yerel kılavuz, bizlere birer Petzl marka kask dağıtıp, kısa ingilizce bir brifing sonrası 100 metre kadar kuzeyimizde kalan dikçe yükseltiye doğru yönlendirdi. Oldukça yüksek ve vahşi yeşillik içinde 35-40 metre yükselip mağaranın girişine ulaştık. İlk girişte tüneller gibi ilerleyen ve yer yer pencereler oluşturan heybetli olmayan girişten sonra karanlık bölgeye doğru bir kaç galeri sonrası ulaştık. 10-15 dk karanlık alanda geçirdiğimiz süreç sonrası dağı dikey keser pozisyonda tamamen fosil oluşumlar içinde 100 -150 metre kadar ilerlememiz devam etti. Hemen hemen hiç bir darala maruz kalmadan çok güvenli bir rotada yaptığımız yolculuk sonunda yukarıdan süzen ışığa kavuştuk. 10-15 metrelik tırmanışla nispeten mağarayı sonlandırdığımız, aşağı yukarı 60 metrelik bir çöküntü çanağının iç ucuna ulaştık. Bu devasal çöküntü, yanlarda yükselen kemerler ile bir kaç kapı oluşturuyordu. Mükemmel ve heybetli kaya oluşumları ve dışarıdan içeri girmeye uzanan yeşile maruz kalmıştık. Küba’nın en büyük, Güney Amerika’nın 3. büyük mağarası St Thomas 0-90 metre yükseklik aralığında 45 km uzunluktaydı. 8 ayrı kattan oluşan bu mağara 50 farklı salon içerip, kısmen fosilleşmişti. Turistik olmayan bölümlerindeki kristal oluşumlar ile kıtanın en zengin ve güzel örneklerini içermekteydi. 13


Turumuzu giriş yaptığımız yere tekrar dönerek sonlandırdık. Kasklarımızı teslim edip, teşekkürlerimiz sonrası kuzeyde denize ulaşmanın gayreti ile kaldığımız yerden yola devam ettik. Gerçi yine yol umduğumuz gibi çıkmayıp kilometreler büyümüş, mesafeler uzamıştı. Fakat, St. Thomas’a uğramak hem benim için hem de Gülhun için inanılmaz bir keyif olmuştu… Sonrası ne mi oldu? Hızımızı alamayıp mağara dalışları bile yaptık bu güzel ülkede.

ALASKA-BUZ MAĞARALARI (ASPEG Alaska’da) Yazan: Gülşen Küçükali Fotoğraflar: John Hutchins

14


Alaska’ da Bir Küçük Buz Mağarası “Neden Alaska’ya gitmek istiyorsun? ” sorusuna vereceğim en mantıklı cevabımdı gerçek bir buzul mağarası görmek. İnsanlar yaz aylarında kuzey kutbuna gitmeyi pek tercih etmiyor Ee onlar mağaraya da gitmezler zaten. Yazları güney ve kumsallara inen mevsimlik kuşların aksine topluyorum polarımı atkımı Alaska’nın başkenti Juneau’ya yola çıkıyorum. Temmuz ayına göre hava soğuk 10 /15 derece arası gündüz gece zaten burada pek olmuyor. Saat 23 gibi hava kararıyor sonra sabaha karşı üçe doğru yeniden aydınlanıyor. Kararıyor dediysem öyle kapkarada olmuyor. Burada sabah horoz sesi duymak mümkün değil ama kartal sesleri ile uyanabilirsiniz. Dikkat ayı çıkar tabelası yerine “Ayı saldırısının en son görüldüğü yer” tabelaları görmek mümkün. Birde ayı çıktığında ne yapacağınızı anlatan bilgilendirme yazıları var. “Paniğe kapılmayın” ilk madde ama nasıl paniğe kapılmayacağımızı söylemiyor. Alaska uzun ve başka bir yazının konusu olabilir ben bu yazıda sadece buzul mağarasından bahsedeceğim. Bu arada buzul mağarası diye bir şey yok buz mağarası var bu kelimeyi ben yakıştırdım da söyledim. Ama içinde buzlar olan bir mağara değil binlerce yıllık buzullar altında oluşan bir mağara bu. Bu sebepten yakıştırdım buzul mağarası adını.

Bu mağara Juneau ya yaklaşık 15 km mesafedeki Mendellhall buzulların içinde. Buzullar uzaktan göle akıyor gibi görünen dev bir krema tabakası gibi. Buzulun Kalbi Yaklaşık 3 metreden fazla genişliği ve 2 metre yüksekliği olan bir ağızdan içeri giriyoruz. İçerisi hayret verici mavi ve duvarların içinden suların aktığını görebiliyorsunuz. Sular akıyor ama üzerimize gelmiyor ama milyonlarca tonluk kütle üzerinizde erimeye devam ederken dokunduğum duvarların binlerce yıl öncesinde oluşan su molekülleri olduğunu bilmek çok heyecan verici… Tavandan sular akıyor akmaya devam ediyor. İçerde sanki sağanak yağmur var. Masmavi kocaman bir camın ortasında olma duygusu içeride daha çok durma isteği uyandırıyor. Mağaranın bir eskizini çizmeye çalışıyorum ama Alaska’da yaşayan ve birçok defa buraya gelmiş arkadaşıma göre boşuna zahmet etmeyeymişim nasıl olsa eriyecekmiş! Nasıl yani bu mağara giderek yok mu olacaktı!! Küresel ısınma etkisi midir? mevsimlerin değişim ya da buzul çağı sonu etkisi mi ? Bilinmez mağara ağzı geçen seneden bu seneye en az dört ya da beş metre gerilemiş. Dışarıda mağaranın eski sınırlarını görmek mümkün. İçim rahat etmedi bir şeyler çizdim ama bence de o kadar hızlı eriyor ki seneye küçük bir kovuk kalacağa benziyor. Mağaradan çıktıktan sonra buzullardan ayrılmak istemiyorum. Ne bileyim buzullar

eriyip gidiyorlar işte, buzul bu! Kar gibi seneye yine yağar diyemiyorsun ki kaç bin yıl almış! Oluşması muhteşem bir güzellik ve bu güzelliğin kalbi bu mağara bence ama buzulun kalbi giderek küçülüyor ya bir gün gerçekten yok olursa?

Dünyanın En Büyük Yarasa Koleksiyonu Washington Doğa Tarihi Smithsonian Ulusal Müzesi koleksiyonlarında bulunuyor bu koleksiyon tam 140.000 yarasay ev sahipliği yapıyor. Washington Doğa Tarihi Smithsonian Ulusal Müzesi ne ilk girdiğinizde kocaman bir file merhaba dersiniz. Kocaman hayvanı nasıl dondurup koyduklarını çok kafaya takmadan ilerlerseniz solda doğru genişleyen yapıda memeliler bolumü var. Burası deta Nuh un gemisinin içi boşaltılıp dondurulmuşu gibi yüzlerce değişik tür memeli. Fakat tabiki içlerinden bir tür beni çok daha fazla cezbeder. Gökyüzünün efendileri yarasalar. Onlarca d eğişik tür ve ebatlardaki yarasayı donmuş ifadeleriyle asılı dururken onlara bu kadar yakından bakmak ve incelemek heyecan verici . Daha sonra öğreniyorum ki Ulusal müzenin kolleksiyonunda 15


Dünya’nın En Büyük Yarasa Koleksiyonu (ASPEG Amerika’da) Derleyen: Gülşen Küçükali Fotoğraflar: Gülşen Küçükali

16


Dünyanın En Büyük Yarasa Koleksiyonu Washington Doğa Tarihi Smithsonian Ulusal Müzesi koleksiyonlarında bulunuyor bu koleksiyon tam 140.000 yarasay ev sahipliği yapıyor. Washington Doğa Tarihi Smithsonian Ulusal Müzesi ne ilk girdiğinizde kocaman bir file merhaba dersiniz. Kocaman hayvanı nasıl dondurup koyduklarını çok kafaya takmadan ilerlerseniz solda doğru genişleyen yapıda memeliler bolumü var. Burası deta Nuh un gemisinin içi boşaltılıp dondurulmuşu gibi yüzlerce değişik tür memeli. Fakat tabiki içlerinden bir tür beni çok daha fazla cezbeder. Gökyüzünün efendileri yarasalar. Onlarca d eğişik tür ve ebatlardaki yarasayı donmuş ifadeleriyle asılı dururken onlara bu kadar yakından bakmak ve incelemek heyecan verici . Daha sonra öğreniyorum ki Ulusal müzenin koleksiyonunda tam

140.000 yarasa bir asırdan fazla bir zamandır toplanıp korunuyor . Burada ki canlı örnekleri üzerinde araştımalar halen devam ederken iki yıl önce eski çekmeceler arasından yeni bir yarasa türü çıkıyor .

1856 dan beri çekmecedeydi meğer yeni bir türmüş... Fransızlara sorsan yarasa dediğin kel fare (chauve-souris) ama biliminsanları Yarasanın 200 cins ve 17 familya içinde 900 – 1000 türü bulunduğunu söylüyor. ve benim şimdi bahsedeceğim yarasa “uçan tilki yarasa” türüne ait.

1856 yılında UpoluSamoa adasından Doğa Tarihi Smithsonian Ulusal Müzesi koleksiyonlarına yarasa önekleri gidiyor. ve bu sırada hepsi etiketleniyor. 2009 yılında Araştırmacıların

kolleksiyonu tekrar gözden geçirmesi sırasında ilginç bir gerçek ortaya çıkıyor. Benzer bir türle karıştırılan yarasa yanlış etiketlenip alkol içerisinde çekmecelerden birinde bir asırdan fazla suredir duruyor. Ama keşfedilen yeni türün ne yazı ki nesli tükenmiş ve yni bir bilimsel adı , Pteropus allenorum olarak türünün sayılı örneklerinden biri olarak kayıtlara geçiyor. 150 yılı aşkın bir süredir biliminsanlarının burunun dibinde duran nesli tukenmiş canlının keşfini yapmak nasıl bir duygu acaba? Mağaralarda herzaman keşfedecek birşeyler vardır ya mağara canlıları da öyle. Mağara mağara gezmektense müzeye giderim. Şimdi müzenin elinde bulundurduğu kolleksiyonun büyüklüğü düşündüğümde sergi salonundaki örneklerin sayısı az geliyor (25 / 30 değişik tür yarasa ).Ama her birini bu kadar yakından görmek için gezmem gereken mağaralar hesaba katılırsa Avrupadan başlayıp Güney Amerikaya kadar bütün dünyayı gezmem gerekebilirdi. Bu anlamda eğer yarasaları siz de benim gibi seviyor ve aranızda memeli olmak dışında daha güçlü bağlar hissediyorsanız Washington’a yolunuz düşerse Washington Doğa Tarihi Smithsonian Ulusal Müzesine mutlaka gidin. 17


Bir subay çocuğu olarak hayatım çoğunluğu ya askeri sitelerde ya da askeri kamplarda geçiyordu. 1984 yılında, İzmir’de ki İstihkam lojmanlarında otururken üniversite imtihanlarına hazırlanıyordum. Günlerden bir gün sitede oturan bir kız arkadaşımdan okuduğu Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kartpostalı geldi. “Hamlin Hall” diye adlandırılan 1.Erkek yurdu ile “sosyete kantin” diye sonradan adını öğrendiğim kantinin köşesinin bir fotoğrafı idi. Fotoğraf sarmaşıklarla bezenmiş bir bina köşesi ve pencerelerden oluşuyordu. Çok hoşuma gitmişti fotoğraf. Baktıkça içimden “hangi bölüm olursa olsun” mutlaka Boğaziçi’nde okumam lazım dedim kendi kendime. Aradan aylar geçmiş ve Boğaziçindeyim, okumaya başlamıştım. Bu okulun havası farklıydı. Bir kere rahat ve özgürdü. Hemen her üniversitede öğrenci olayları olurken burada yapılanlarla kıyaslandığında Boğaziçindeki öğrenci hareketleri devede kulak kalıyordu. Bende ortama yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım. Öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri 20-30’a yakın kulüp vardı ve her türlü değişik faaliyeti içeren kulüp mevcuttu. Ailecek tatillerimizde dolaşmasını severdik ve genelde de dolaşmanın sonu askeri kamplarda biterdi. Denize girmekten usanmıştım. Babamın bizi Erzurum’da dağlarda piknik yapmaya götürmesi, buz gibi akan derelerde serpme ile balık tutmaya çalışmasını unutamadığım için üniversite’de doğa sporları ile ilgili bir şeyler yapmak istiyordum. Bir gün, dersten çıktıktan sonra “Orta Kantin” dediğimiz kantine doğru inerken sağlı sollu kulüplerin ilan panoları vardır. Bir tanesi dikkatimi çekti. Kamp ateşi etrafında bir grup insan ve arkada çadırlar gözüküyordu. İlan BÜMAK’a (Boğaziçi Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü) aitti. İlanda, mağaralara gidildiğini beraberce kamp yapıldığından ve ekipçe hareket edildiğinden bahsediliyordu. Hoşuma gitti 18

sanırım kamp ateşi beni cezbetti. Mağaralar aklımın köşesinden bile geçmiyordu o anda. Orta Kantin’e girdim. İçerde Tunç Teber Torosdağlı ile karşılaştım. Tunç’u tanımam oldukça yeniydi. 1-2 gün önce spor festivalinde beraberce gizlice çünkü paramız yoktu, bahçeden sızıp katıldığımız parti öncesi tanışmıştık. “Kennedy Lodge” denen hocalarımızın yemek yediği eski ve manzarası muhteşem bina’da spor kulübü parti veriyordu. Tunç’la Finlandiya bayan basketbol ekibinin üyelerini dansa kaldırmış ve o gece çok eğlenmiştik. Meğer, Tunç’un babası da subaymış ve bizimkiler ailecek tanışıyorlarmış. Merhabalaştık ve yanına oturdum. “Tunç ben doğasporları ile ilgili bir şeyler yapmak istiyorum” dedim. Tunç hararetle mağaracılıktan bahsetti meğersem mağaracıymış. Şans dedikleri böyle bir şey herhalde. BÜMAK’ın ilanından ilham alıp meğersem bir mağaracı ile konuşuyormuşum. 5-10 dakika anlattı bana ne yaptıklarını. Sonra beni aldığı gibi gittik kulüp odasına. I Erkek yurdunun altında “Study” denilen çalışma salonunu çevreleyen odalardan bir tanesi idi, BÜMAK. Kapıda bir de BÜDAK (Dağcılık Kulübü) ismi de yer alıyordu. İçeriye girdiğimde tam devlet dairelerinde bulunan saçtan bir masa, kırık dökük sandalyeler ve bir sürü eskice sayılabilecek dolaplar. Hemen dikkatimi duvarda sulu boya bir resim çekti. Yarı deliye benzer, sakalları uzamış başında kask olan birisi betimlenmiş. Duvarda bir ilan panosu, yanında siyah beyaz adi kartona yapıştırılmış botta mağaracı fotoğrafları, altta camlı bir mini kütüphane. Kulüp odasını ne itici bulmuştum ne de “hah işte benim yerim “ demiştim. Nereden bileyim yıllar geçtikçe bu ufak odadan çıkmayacağımı. Dolaplar açıldı, bana malzemeleri gösterdi ve cırt… Elimde bir üyelik makbuzu. Galiba 5 TL ödemiştim. Bende artık bir mağaracıydım. Tunç’a “bende bırak mağaracılık malzemesi, kampçılık malzemesi bile yok” dediğimi hatırlıyorum onunda bana “önemli değil bir

şekilde buluruz, hatta bavulla bile gelebilirsin” gibilerinden bir şeyler söylediğini anımsıyorum. Yani kısacası sen dert etme hallederiz demişti. Bende sonraki yıllarda yeni üye avlama taktiğini aynen uygulamıştım. Yeni bir dünya’ya adım atmıştım. Adım atmıştım ama bir 6 ay derslere çalışmaktan gerisini getirememiştim. Arada bir BÜMAK odasına geliyor biraz vakit geçirdikten sonra gidiyordum. Daha aidiyet duygusu gelişmemişti. O sırada sonradan eşim olacak Canan Gürel ve İzmir’li kızlar grubu ile tanıştım. Şen şakrak eğlenceli oldukça mütevazi bir kızlar grubuydu. Hepimiz İzmir’liydik ve yatılı kalıyorduk. Okul, akşamları biz yatılılara kalıyordu ve son damlasına kadar okulumuzun güzelliklerini doya doya yaşıyorduk. Bir gün Canan’a mağaracılıktan söz ettim. O da bir yıllığına öğrenci olarak gittiği Amerika’da doğa kulubünde faaliyetlerde bulunmuş, “beraber” gidelim dedi. İLK MAĞARAM Bir haftasonu, Çatalca’da İkigöz ve Kocain mağarasına gidilecek diye ilan asmışlardı. Bizde yazıldık. Okuldan bir minibüs ayarlandı. O zamanlar şehir sınırları içinde veya Istanbul’a yakın yerlere okul’dan minibüs ayarlanabiliyordu, sonradan ne olduysa kalktı bu uygulama. Minibüs’e doluştuk. Başımızda Metin (Albukrek) diye bir arkadaş vardı tecrübeli olarak. Turuncu turuncu mağara çantaları, kasklar ve Polonya karpit (sonradan öğrendim Polonya malı olduğunu) lambalarıyla tanıştık. Çatalca’da, Kocain ve İkigöz mağarasına gitmeden yol üzerinde bir iki ufak mağaraya baktık. Yol kenarında hazırlanırken, halim komikti. Üzerimde t-şirt üzerine kazak, altımda blucin ve çin kesleri. Kafamda karpit gazının yanması için gelen monte bir borulu işçi kaskı ve karpit lambası. Metin arkadaşımız bize itinayla karpit lambalarının nasıl çalıştığını, suyu ve karpiti


nereye, ne kadar koyacağımızı gösteriyor. Mağaraya gireceğiz diye heyecanlıyız ama kursağımızda kalıyor çünkü mağara fazla ilerlemiyordu. Atladık minibüse, ilkin İkigöz mağarasına gittik. Bu mağaradan su çıkmaktadır. Mağaranın ağzına bir dere yatağından ilerleyerek yeşilliklerin arasından geliyorsunuz. Mağaranın ağzı 3-4 metre genişliğinde sol taraftan su akıyor ve tavanı yaklaşık 1,2 m yani alçak. Hemen ağzında biraz ilerde göl var ve bizde ilk defa hayatımızda Rus malı botumuzu şişereceğiz. 2 tane hava deliğinden başladık üflemeye, çok değil 2 dakika sonra başımız başladı dönmeye, kafamız kıyaklaştı. Neyse, mağaraya girmek için hazırdık. Osman Demirel, ben ve bir kişi daha bota bindik ve yavaş yavaş tavana tutuna tutuna ilerlemeye başladık. Halimiz komikti, 3 kişi ayaklarını bottan sarkıtmış, dip dipe ilerliyorduk. Tavanda çok ince sarkıtlar vardı. Kırmamaya özen gösteriyorduk. Mağara yaklaşık 200-250 m ilerledikten sonra tavanı çökmüş bir şekilde yeryüzüne açılıyor ama devamı vardı ve ilk defa sifon denen kapalı bir göl görecektik. Arada bir yarasalar geçiyordu ve ben açık açık çekiniyordum yarasalardan, eskiden kötü oldukları gibi bir imaj kalmıştı aklımda. Neyse tavan arada bir bayağı alçalıyordu hatta bir ara sürte sürte geçmek zorunda kaldık bir yerde ve nihayet açıklık yere geldik. Canan elinde fotoğraf makinesi ile bekliyordu. Burada bottan indik, sifona baktık. Sifon denen kapalı göl, suyun tavanı kapattığı duruma deniliyordu, geçmek için dalmak gerekiyordu ve bizde de öyle bir tecrübe yoktu. Tırmandık ve yolumuza yeryüzünden devam ettik.

akıp tam karanlık bölgede olan diğer salona geçtik. Havada ağır bir sidik kokusu vardı. Tepemizde yarasalar yoğun kümeler halinde az duyulacak şekilde tiz sesler çıkartıyordu. Benim yarasalardan çekinmem sonucu Canan’ın elini tuttum ve farkında olmadan aramızda romantik bir ilişkiyi başlatmış oldum. Akşam üniversiteye dönerken, Canan’ın ateşi çıktı minibüste yarı uyuklar haldeydi ve ben hala elini ve başı öne düşmesin diye elimle tutuyordum.

NASIL MAĞARACI OLDUM? Yazan: Ender Usuloğlu Fotoğraf: Ender Usuloğlu

Mağaracılık hayatımla, hayat arkadaşlığımın başlangıcı hemen hemen aynı zamana denk geldi diyebilirim.

Daha sonra Kocain diye bir mağaraya gittik. Girişi yaklaşık 4 m’lik çöküntü ile başlayan, aşağıya doğru yaklaşık 50 derecelik bir inişle salona ve oradan da başka bir salona açılan, içinde birçok yarasanın yaşadığı bir mağaraydı. Çelik telli merdiven atıldı ve herkes aşağıya indi. Bir iki fotoğraf çekiminden sonra ilk inişin altından yavaş yavaş aşağıya doğru tek sıra halinde 19


İlk Döşeme Deneyimi “İntibah” Selin Tezcan Fotoğraflar: Ender Usuloğlu

20


İlk deneyimi bedenimde ve zihnimde tarif edilemez hazlar yaşatan bu iki mağara benim için çok şey ifade eder; bazılarına sadece kamp ortamında yapılan sohbetler ve tamamlanması gereken görevler olarak görünse bile. 13/04/2012 tarihinde bu mağaralara yaptığımız gezi belleğimde yeryüzünün, suyun ve derinliğin tam hissi olarak yer buluyor. Belen kokurdanı döşeme eğitimleri için gittiğimiz 45 metrelik dikey inişi olan küçük ama çok güzel bir mağaradır. Sarıkaya ise sarmaşıkların ağzından sarktığı muazzam bir fantastikliğe sahip, muazzam bir genişlikle başlayan ve gitgide daralıp bir yerinden sonra sifon geçerek ilerlediğimiz bir mağaradır. O geçiş, güzel olana ulaşmak için atlanması gereken bir engel olarak doğanın insanoğluna (Sarıkaya mağarasına gelip de sifonu geçen ender insanlar) sunduğu insanın iyiye ve güzele ulaşmak için verdiği mücadelenin simgesel bir similasyonudur sanki. Daha öncesinde derneğimizin kendine has üyelerinden sevgili Cem Yürek’in 3. düzey mağaracı seviyesine terfi ettiği Belen Kokurdanı’nda bu sefer ben vardım döşeme eğitimi için. Aynı durum içerisinde farklı yerdeydim bu sefer ve aynı durum içerisinde benim yerimde olan sevgili Gökmen Özüt arkadaşımız da benim daha önceki yerimdeydi; ileride benim yerimde olma potansiyeliyle birlikte aynı şekilde. Kafamda durumun enteresanlığı bir yana ki bu ilk iki boltu çakıp ipin üstündeyken düşündüğüm bir şeydi… Döşeme eğitimi alıyordum. Bu en güzel bir şeydi benim için. Hobi ya da ego tatminlikleri dışında keşif için mağaracılık yapan her mağaracının ki bu mağaracıların en temel arayışıdır; bilmesi ve hızlı ya da yavaş ekip arkadaşının yorulduğu yerde devreye girebilmesi için hazırda bulundurması gereken bir deneyim olarak gördüğüm döşeme pratiğinin ilk aşamasındaydım. Döşeme eğitimim sırasında

yaşadığım detayları bana has bırakarak bu iki mağaranın sahip olduğu güzelliği konu edinmek istiyorum. Bir önceki gidişimde Belen Kokurdanı’nın ağzındaki yosunlu kayalar ve yaşayan popülasyonların, insan elinin toprağa olan anlayışsız ve hoyrat dokunuşlarıyla yok olması, dünyayı tüketmenin bir başka şekli niteliğinde olan, taş ocaklarının mağaranın ağzına kadar gelen cerehatı üzerinden yürüdük içeri doğru. Hatırladım ve dile getirdim böceklerle olan ilişkimin pek de iyi olmamasına rağmen önceki gidişimizde mağaradan çıkarken elime aldığım üstü mor, koca siyah böceğin elimde eldiven olmasına rağmen hissettiğim adımlarını… Şimdiyse iyi ilişkilerimizin olmadığı halde o böcekle karşılaştığımız yerde taş ocağının kestiği mermerlerin tozlu akıntıları vardı ve yosunların yerini bu çamur almıştı; yani o bir önceki gezimizdeki ekosistem yoktu o ortamda artık. Diğerlerinin girdiği bir hat ve benim eğitim aldığım bir hat olarak iki hat vardı Belen Kokurdanı’nın dikey yolunun bittiği. Yaptığım döşemeyi yarıda bırakıp diğer hattan aşağıya inerek ipten çıktım. Benim dışımdaki herkes oradaydı ve sıra sıra başlandı yukarı çıkılmaya. Üçüncü boltumu çakmak için mermer üzerinde oyuk açmaya çalışırken yukarı çıkıp diğer hatta geçmem gerekti; çünkü üşüyen insanlar vardı ve ben de diğer hatta geçerken suyun altına girdiğim için aşağıda herkesin gitmesini beklerken sıcaklığımı korumak adına hareket ediyordum. Hareket ederken bir yandan mağaraya düşmüş olan bir semenderle olan başbaşalığımız sürecinde onunla sohbet ediyordum. Mağaranın havasına ayak uyduramayan fizyolojisi onun yavaş, normale göre çok yavaş hareket etmesine sebep oluyordu. Tahminimce vücut sıcaklığımız onu bizim adımlarımıza çekiyordu; çünkü ayak bastığımız yerlere geliyordu. Belki de zifiri karanlıkta hiçbir şey göremediği için ışığımızdan yararlanarak mağaradan çıkma isteği güdüyordu. En son adam

Ender de ipe girip “İp boş” dedikten sonra; kısa olmasına rağmen bir o kadar da anlamlı olan(karanlığın içindeki) çift kişilik soyut bir monoloğun vedasını yaptım. Ben de ipe girdim ve döşemeyi toplayarak aydınlığa sürülen her bir cumarla sevgili semenderi arkamda ve aklımın bir köşesini de onunla bırakarak ilerledim. Döşemeyi her istasyonda çantaya istifleyerek ilerlemek daha manalı geldiği için her istasyonda ipi toplayarak yükseldim. Aynı zamanda Engin Selamsız da benim yaptığım döşemeyi topluyordu; çünkü ıslanmıştım ve Sarıkaya’ya girecek olduğumuz için de döşemeye devam edemezdim. Kuru giysilerimizi giyip bir şeyler yedik ve Sarıkaya Mağarasına doğru araçlarla yol almaya başladık. Mağara ağzına geldiğimizde tekrar tulumlarımızı giydik ve muhteşem Sarıkaya mağarasına adımlarla yaklaşmaya başladık. Daha önce hissettiğim duygular daha yürümeye başladığımızda bile içimde heyecan uyandırıyordu. Muazzam güzellikte bir mağaraya gidiyorduk; içinde kendimizi kaybedip sonra dünyaya yeniden doğduğumuz… Adımlarımız sarmaşıkların altından geçerek devasa traverten oluşumların üzerinde birleşti. Burada bir babadan perlonla doğal bağlantı kurarak 15-20 metrelik bir ipin üzerine ayak basmak için aralıklı düğümler atılmış halde ipi aşağı saldık ve birer kişi ardı ardına komando usulü indik. Gerisi sifona kadar hagada hugada ile kayaların üzerinden, altından, içerisinden inişli çıkışlı ilerleyerek derinleşmektir. Adımlar suların içindedir. Mağara kafa lambasının ışığı ile genişliğini anlayamayacağın kadar büyüktür başta. Bastığın yer düz değil, engebeli bir arazinin tuzaklı şeklidir sanki ve nerede nasıl bir tuzak olabileceğini her adımında değerlendirmen gereklidir. Su gibi olur akıp gitmeye başlarsın bir an toprakla bir olacağın noktaya varma çabası içerisinde. Oturursun, yatarsın, kayarsın kayaların üzerinde içinden 21


geçersin kimi yerde… Sular durağanlaşır sifonda ve verdiğin çaba sonucunda tüm bedenin suya karışır, ağırlığını kaybeder bir anlığına. Gerçekten suya dönüşürsün o an ve sonrasında mağaranın ilerleyen kısmında çoğunlukla sürüngen tipte bir canlıya. Yatıp yuvarlanırsın toprağın üzerinde ilkin sürünerek geçersin daralları ve bir odaya çıkarsın oradan iki kola ayrılan. Kolun birinden girdik biz gene sürünerek geçebileceğimiz ve iki kişinin sığmadığı bir daral sonrasında yükselirken kayaların renginin bazı yerlerde yeşil olduğunu görüyoruz. Sol taraftaki traverten oluşumun üzerindeki kristal dokunun pırıltıları göz kamaştırıyor. Soda tüpleri tavanlarda… Gidilebilen yere kadar gidiyoruz. Sağ üstte bir pasaj var ve çıktığımızda muhteşem kristal dokuların ve sarkıtların arasında buluyoruz kendimizi. 3-4 metre var yok, geldiğimiz yere bağlanıyor. Hiç gitmek istemiyor insan bu güzelliğin içerisinden; fakat su olmadığımızı ve toprağa karışıp bitkilerin parçacıklarımızı emerek fotosentezle ekosisteme salması için henüz erken olduğunu görüyor, dönüşe geçiyoruz. Devasa travertenlere geldiğimizde ekipteki herkes yardımlaşmada ve destekte üstün performans gösteriyor. Onlar sırayla yukarı çıkarken kafa lambamın ışığının, karanlığında kaybolduğu büyük boşluğunda üzerime gelen partikülleri izliyorum. Havayı izleyebiliyorsun. Büyük kayaların üzerinde dururken arınmışsın artık ve mağaranın sakin havasını içine çekip onun gibi zamanın ve hayatın ilerleyişini içinde hissediyorsun; her bir temasıyla ilerleyerek tek bir sen oluşturabilmek için.

22


KURULUŞ KUTLAMALARI ASPEG Ve BÜMAK 4 mayıs tarihinde 3.olağan genel kurulumuzu yaptıktan sonra, ASPEG’in 5. kuruluş yılını kutlamak üzere Bostancı Türk Balıkadamları Kulübünde bir araya geldik. Sağolsun ilker Gürbüz arkadaşımız yerimizi ayırtmıştı. Güzel bir tesadüf, terasta yer ayırtmış, önümüzde deniz arkamızda havuza nazır yemeğimizi yeme şansına sahip olduk. ASPEG’in yavaş yavaş sadece bir dernek veya gruptan mütevellit olmadığını giderek güzel ve kalıcı dostlukların yaşandığı bir organizasyon olduğunu hissetmeye başladım. Hava durumunun azizliğine (inanılmaz bir sis çöktü, İstanbul’a) rağmen insanların bir araya gelmesi ve birbirleriyle hoşça vakit geçirmesi çok güzeldi. Aklımda kalan kareler: En küçük trogloditimiz (mağara canlısı) Mira’nın aramıza resmen gelmesi ve sertifikalanması, Hakan’ın akşam serinliğinde üstüne giyecek bir şey bulamayıp, sarı bir yağmurluğu giymesi, Selin’in zıp zıp ortalıkta dolanması ve herkese “bu adamlar ne yapıyor” dedirtecek pozlarda Hakan, Turgay ve Metin’in fotoğraflarını çekmesi, sevgili eşimin Cananımın beni yalnız bırakmayıp saatlerce trafikte sürünüp, yine de Avrupa yakasında Bostancıya siste gelmesi kaldı aklımda. Ha, birde yemekten sonra bir Cafe’de oturup tatlı tatlı sohbet etmemiz. Evet, ASPEG’te önce iş sonra eğlence mantığıyla hareket ediyoruz ve birçok değişik insanı bünyemizde barındırıyor ve herkes bir şekilde, Türkiye’deki bütün grup davranış normlarının aksine, birbirine tahammül ederek, dostluğumuz pekişiyor. Bizde hemen hemen herkesin (dernek ve kulüplerin) geçtiği zorluklardan geçtik ama yolumuzu bulduk. Daha özgür bir ortamı oluşturabildik.

keşfe devam edecek şekilde kutlamayı arzuluyoruz. Mayıs ayı kutlamalarla geçti. 25 Mayıs’ta bu sefer BÜMAK’ın 40.yılını kutladık. Gündelik yaşamımızda farkında olamayabiliriz ama bir üniversite kulübünün 40. kuruluş yılını kutlaması, her devirden ve dönemden 100 küsürden fazla üyesinin (aktif, pasif, yeni, eski, çok eski) bir araya gelip bunu kutlaması müthiş bir olay. Düşünsenize cumhuriyetin neredeyse yarı yaşında üniversite kulübü varlığını tüm canlılığı ile devam ettiriyor. Bunu da ilk başkanımız Nüzhet Dalfez’in dediği gibi Boğaziçi Üniversitesinin özgür ortamına borçlu BÜMAK. Hatırlıyorum, benim zamanımda 15. yılı organize etmiştik, üniversite içinde kutlamıştık. 15.yıldan aklımda kalan bir fotoğraf; Temuçin Aygen, Ayda, Metin v.b. üyeler. 20.yıla kuzey kampüste girmiştik, gene kalabalıktı. hiç unutmuyorum, o zaman Bedri Osmanoğlu başkanımız idi, onunla fotoğraf sergisi için büyük ağır panoları bir taşıta atıp kuzey’e taşımıştık. 25, 30, 35 ve derken 40.yılı mühendisliğin terasında kutladık. Yıllar çabuk geçiyor ama dostluklar eskimiyor. BÜMAK’ı BÜMAK yapan sanırım bu; Bir sevgi kulübü..BÜMAK’ta da bir çok arkadaşımızla fikir ayrılıklarımız olmuştu(r) ama şu ya da bu şekilde bunları yılda bir kez de olsa kenara koyarak, biraraya gelip eğlenmesini becerebiliyoruz, bu da güzel ve medeni bir davranış. Tüm bu kutlamalarda emeği geçen herkese teşekkürler, daha nice 5’li yıllara!. Ender Usuloğlu

ASPEG’in 10.yılını daha kalabalık, dostlukların daha bir pekiştiği, yorulmadan ve nefesi kesilmeden 23


24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.