Cadıkazanı sayı 45

Page 1

CADı SAYI:

45

KAZANı NİSAN-HAZİRAN 2017


İmtiyaz Sahibi Anadolu Speleoloji Grubu Derneği adına Ender Usuloğlu

Mağaraya dair....

Yazı İşlerinden Sorumlu

Nisan ayında Transtaşeli yaptık. Bu sefer bayağı bir kar vardı ama yine de mağara bulma şansımız oldu. Geçen sene bulduğumuz bir obruk’a iniş yaptık ve bitirdik. Kendimizi bayağı zorladık.

Ender Usuloğlu ve Mehmet Sait Taylan

Yönetim Yeri

Gürz Sokak Erler Apt 17/a Kavacık Beykoz İstanbul

Grafik Tasarım

Ender Usuloğlu

Katkıda bulunanlar

Eren Arpacık Cansel Muti Özge Kahraman Ender Usuloğlu

Ender Usuloğlu (Morca Kampı Taşeli)

Ön Kapak Fotoğrafı

Arka Kapak Fotoğrafı

Eren Aybars Arpacık (Bucalalan Obruğu)

© tüm hakları saklıdır. Yayın içeriği kaynak belirtmek koşuluyla ticari olmayan amaçlarla kullanılabilir

Nisan Haziran ayları yine dolu dolu geçti derneğimizde.

Mayıs ayında ise yine Dağlı’daydık. Bu sefer belgesel çekimi için. 4 mevsim Dağlı belgeseli’nin ilkbaharı’nı çekmekle kalmadık aynı zamanda MAD derneği ile ilk defa beraber bir etkinlikte olduk. Ve bunu sık tekrarlamız gereğini anladık. Haziran ayı ise Morca’ya hazırlıkla geçti. Planımız 447 m’ye kadar döşeyip herşeyi içerde bırakıp ağustos ayında tekrar gelip olabildiğince zorlamaktı. 447 m’ye kadar da döşedik. malzeme bakımı yaptık, saydık. Bu sayıda Eren arkadaşımız Bucakalan obruğundaki yaşadıklarını yalın ve tüm çıplaklığıyla bize anlatıyor. Özge arkadaşımız ise mağara sanatını inceleyen bir makale yazdı ve bizimle paylaştı. Ender arkadaşımız ise, birçok insanın mağaracılığa nasıl başladığına dair yazılar yazdırıp bülten’de yayınlıyordu, sanırım sıra kendisine gelmiş.

www.aspeg.org.tr Facebook / ASPEG sayfası ve grup sayfası Twitter /aspeg Vimeo / aspeg Instagram / aspeg_cave * Üye olmak isteyenler, websitemizden üyelik formuyla veya yonkur@aspeg.org.tr’ye başvurabilirler.

İyi okumalar!


e

ndekil i r İç -

i N

n a r i san -Haz

EMAK Sayfa 7

Hades’e İniş Sayfa 10

Mağara Sanatı Sayfa 15

Mağaracılığa Nasıl Başladım? Sayfa 20

7 1 20


EMAK (Ege Üniversitesi MağaraAraştırma Kulübü) Cansel Muti


(Muti’nin gözünden bir EMAK raporudur. Tamamiyle şahsi görüşler barındırmaktadır. Bilgilerin %100 doğru olduğu net değildir. Yazılanlar kulüp bütününde EMAK’ı bağlamaz, özel isimlerde yapılan üstten tırnaklı ayırmalarda, yazıda yumuşama olmaz) Normallerin kulübü hiç olmadı ve sanırım olacak gibi de durmuyo! EMAK, EMAK, EMAK... Anlatması zor ve birkaç sayfaya sığmayacak bir kulüptür EMAK. Kimisi zirve sever, kimisi hız tutkunudur, kimisi havalarda süzülür, ama EMAK hepsinin aksine karanlığı sever, o yüzdendir ki mağaralara girer, o yüzdendir ki her EMAK’lı LİMBO adında bir oyunu hepsi pür dikkat oynayabilir (aramızda hem hız, hem denizaltı, hem de mağara seven insanlar yok mudur?Vardır tabi ama ağır basan yanımız dibe giden yanımızdır) Siyah ve gri tondan başka bir renk yoktur oyunda ve adı üstünde LİMBO’da geçiyodur oyun, yani ARAF’ta. He depresif tipler değildir tabi ki EMAK profili ama geneli karanlığı sever ve illa ki bir oran vermek gerekirse yüzde 99’u normal değildir. Normal olmaya yüz tutan da zamanla kulüpte kendi kendini sindirir. O yüzden içinizdeki normal insan kısmı bizi pek alakadar etmez, biz anormal yanınızla daha ilgiliyiz. Mağarada, kamp ateşinde, sistem kurarken ve de toplarken yeni karanlık taraflarla karşılaşmak bizi daha mutlu eder. Bir ekleme daha : kesinlikle satanist felan da değiliz, ama bu karanlık tarafa da kapımız %100 kapalı değildir bence. Ve her bir EMAKlının da bambaşka bir karanlık yönü vardır. Bu kulüpte ne ikinci bir Halil, ne ikinci bir Hilal, ne timsah gülüşleriyle götümüzde çıbanlar çıkaran ikinci bir Semir (ama kendisi üçüzdür ve Sezent ile Servet adında üçüzleri vardır, o ayrı), ne ikinci bir Muti, Efe, Büşra, Elif Cürel,Sait, Elif Can (liste uzun)... yoktur yani. Her bir karakter nev-i şahsına münhasırdır (allahım ne güzel cümle yapıları bunlar). En ortak yanımız Dark Side’ı sevmemizdir. Star Wars’ta Darth Vader, Batman’de Joker, Usual Suspects’de Keyser’ciyizdir. Tabi başka ortak yönlerimiz de vardır. Hepimiz bir apartman dairesinde yaşamaktansa çadır hayatını tercih ederiz, evde yapılan makarna değil, kampta yapılan, belki aslında bi boka

da benzemeyen makarnadır tercihimiz. Hele öyle bulgur pilavları ve irmik helvaları yapanlarımız vardır ki kamp ateşinde öööööfffffff, wuuuuffffff.... - her EMAKlıya göre değişebilecek haz duyma tepkileri He bi de alkol var ki onu şimdi anlatsam da bitmez, içeriz yani hem de tüm paramızı alkole verecilecek kadar, fakirsek sebebi alkoldür ve genelde de fakirizdir. Ama töbe haşaaa, 22.00’dan sonra içmeyiz, içeni sevmeyiz. Fakir olduğumuzdan, elzem kereler odaya gelip iki yumurta ve de KENARETTİN isimli Ege Üniversitesi demirbaşının aldığı 2,5 litre kola ile günümüzü geçiririz (kolaya tapan iki Ege’liden birinin adının GENAR ötekinin de GAREN olması, tesadüf kisvesi altında açıklanamayacak bir doğa harikasıdır. GAREN = 2. harfi 4’e koy, 3’ü 5’e.... Neyse bunun formülünü rahatlıkla bulabilecek insanlarız hepimiz). Tabi yumurta olmaz her zaman, kamplardan arta kalan ne varsa bi şekilde tüp üzerindeki ateşte çeşnilendirerek harika lezzetler yaratırız. Her ne kadar ilerde bizlerden de kapitalizme kurban vereceğimiz isimler de olsa en azından EMAK yaşamımız boyunca komün bir hayat süreriz (komünistseniz de öyle her yerde söylemeyin, zira siviller Kazım Abi’nin odadan tak diye tepenize binebilirler, zira siviller her yerde(!)). Hayatta belki de en mutlu olduğumuz günler, içimizden bağzı EMAK’lı ve bağzı bisikletçi arkadaşlarla solüsyonları hazırlayıp, deniz gözlüklerini, buff’larımızı ve gizli kaynaklardan tahsis ettiğimiz gaz maskelerini kuşanıp eğlendiğimiz günlerdir. Ethem, Abdullah, Mehmet, Medeni, Ali İsmail, Ahmet.. Hepsi de katledilenlerin ülkesi Türkiye’nin yeni hedefleri olmuştur ve tüm eğlencemizin içine sıçmıştır maalesef, unutulmayacak ve unutturulmayacaklar listesine 6 isim daha eklenmiştir. Alkolden sonra yeni bağımlılığımız biber gazıdır. Komün yaşamaya bayılıyoruz? Israrla A.C.A.B.a diyoruz, biber gazını da 22.00’den sonra yasaklarlar mı? Aklımızda çok değişik soru işaretleri var. Bir de son zamanlar da vuku bulmuş olan EBİT meselesi var.Şöyle söylemek gerekir ki doğa sporu adı altında faaliyet gösteren hiçbir kulüple bir alıp veremediğimiz yoktur, olmaz da ama şu son zamanlarda bisikletçilerle bi tık daha içli dışlı olduk farkına varmadan. Hatta


söylentilere göre, bir ara yeraltından gizli bir bölme ile 2 kulüp odasının birleştirilmesi konuşulmuştur ücra köşelerde fakat yapıldı mı yapılmadı mı bunu sadece eğitmenler biliyo, belki onlar da bilmiyo. (Bu arada eski EBİT başkanı ve Ege Üni. Demirbaşı GENAR’ı iyi araştırın ve bunu söylemeye dilim varmıyo ama meme uçlarınıza dikkat edin! GENAR’ı kampüste ya da herhangi bir yerde görünce durun ve bi daha düşünün : Neden ben?) Doğaya taparız taparız. 258bin katlı apartman dairelerinde değil yeşilin tam da içinde yaşamaktır hayalimizdeki barınma tipi, ama artık bu basit düşümüze bile izin verilmemektir, her yer HES yer yer NAMISSIZ olmuştur (araştırın : ALAKIR vadisi ve nicesi). Gerekirse tek bir evde onlarca kişi bile konaklarız, böyle de acayip özelliklerimiz vardır ve hatta bazı arkadaşlarımızın odalarında 126 kişilik yataklar mevcuttur. (Kesinlikle doğru bilgidir ve şahitler vardır. Ya arkadaşım oda 126 kişilik değil sen o yatağı nasıl sığdırdın oraya. Way hamını...) Yani doğayı, yeraltını, adrenalini ve bıla bıla bılayı(?)(ingilizcemiz de süper yoksa) çok severiz. Yeraltı sevdamızdandır bukowski, Dante sülalesi, Galip Tekin hikayeleri okumamız. Sadece yeraltının kendisi değil edebiyatı olan yeraltı da bizi cezbeder. (Her ne kadar içimizden Demirkubuz’un yeraltısını çoğumuza zehir eden bir EMAK’lı çıksa bile. Aman yarabbim, yauw o ne kadar büyük bi çiledir. Bir EMAK’lı bir EMAK’lıya bunu yapar mı? Yaptı. Seni seviyoruz X şahsiyet) Her ne kadar daha gerçekleştirilmemiş bir tasarı olsa da, bir faaliyetimizde Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı bir kişi tarafından okunacak(seslice) ve kalanlar tarafından dinlenecektir. Mağaracılıktan hiç bahsetmedim, evet. O da bizimle olacak yeni karanlık ruhlara zamanla öğreteceğimiz bir yaşam tarzıdır. EMAK yaşanarak öğrenilen bir kulüp ve insanlar topluluğudur.. Bu yazdıklarımdan çok çok daha fazlasıdır ama okuyarak da öğrenemicek kadar çok şeydir EMAK, o yüzden hikayenin kalan kısmını merak ediyosan ve bilider ben de JOKERciyim diyosan; HADİ EMAKLI OL NOT: Bilahare her birimizin üzerinde

göreceğin EMAK tişörtleri bu seneki yeni üyeler için ilerleyen zamanlarda bastırıladabilir bastırılmayadabilir, ne bilek yahu tişört kulübü müyüz biz, sen bi gel hele, hallederiz tişört işini(Sırrı Süreyya şivesi) Erkeklerde gördüğün o gri şortların ise EMAK’la uzaktan yakından bir alakası yoktur, olay tamamen KİPA ilen alakalıdır. BİTTİ


Hades’e İniş

Eren Aybars Arpacık

başka bir seçenek yoktur. Tabi hayatınızda geri kalan son günlerinizi mağarada geçirmek istemiyorsanız. Bu fikirler içinde yatakta doğruldum ve obruğa girmeyi tercih edeceğim dedim kendi kendime. Ardından giyinip konağın mutfak ve antre bölümüne açılan odanın kapısından dışarı çıktım.

Uyandığımda nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Duvarları tanıdık olmayan eski bir köy evindeydim. Üstümde kalın bir yorgan beni evin soğuğundan korumuştu. Yavaş yavaş bulanık hatıralarım netleşmeye başladı. Burası obruğa girmek için geldiğimiz Akseki’nin Bucakalan köyünde kaldığımız eski köy konağının odalarından biriydi. Burası Aspeg’li (Anadolu Speleoloji Grubu) Akümak’lı (Akdeniz Üniversitesi Mağaracılık Kulübü) ve Emak’lı (Ege Üniversitesi Mağaracılık Kulübü) mağaracılara ev sahipliği yapıyordu. Bu uyandığım yer bugün benim için çok önemli bir olaya tanıklık edecekti. Tükiye’nin en derin tek inişli obruğunu keşfedecek ve belgeleyecektim. 305 metrelik bir boru gibi dümdüz inen bir obruk olduğunu söylemişlerdi. Öyleki bir taşın bile yere düşüşü 6 saniye sürüyormuş. Eğitimlerimi almıştım ama yeni bir mağaracı olarak bu inişe hazır mıydım emin değildim. İniş ilkel korkulara kapılmadığınız sürece tek başına sorun olmasa bile çıkış için yeterli kondisyona sahip miydim onu da görmüş olacaktım. Bir mağaraya girmek ya da girmemek tercih meselesidir. Yani ben istemiyorum girmeyeceğim diyebilirsiniz. Ama girdikten sonra çıkmaktan

Konakta bir hayli kalabalıktık. Mutfakta kahvaltı telaşı, antrede ise malzemelerin toplanmasının heyecanı vardı. Bahçeye çıkıp güneşi görmek için dış kapıya yöneldim. Bahçede ipler toplanıyor mağara çantalarına yerleştiriliyordu. Güneş yüzümü ısıtmaya başlamştı. Mağaraya gireceğimden midir nedir yüzümü güneşin ısıtan ışınlarıyla yıkamak her zamankinden daha çok hoşuma gidiyordu. Şimdi renkler daha bir güzel, çimler daha yeşil gökyüzü daha maviydi. Hızlı bir kahvaltının ardından bu heyecanlı curcunayı filme almaya karar verdim. Ama önce kahvaltı yapılmalıydı. Çünkü biz hobbitler kahvaltı etmeyi her zaman çok severiz. Gün ışığının altında hazırladığım kahvaltı tabağında sucuklu yumurta, peynir, zeytin, domates vardı ki oldukça mükellef bir sofra olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Bu sırada mağaracı arkadaşım Alper’le aşağıya çekim için indireceğimiz malzemelerin listesini yaptık. Kamera omzumda asılı inecektim ve bu süreçte kameranın üstüne takılı lens önemli bir ayrıntıydı; çünkü inişin tümünde aynı lensi kullanacaktım. Bu nedenle kendime uygun diyaframlı bir lens seçmeye karar verdim. 28mm 2.8 macro sigma lens bunun için uygundu.Önceliğim obruk içinde yeteri kadar ışık alabilen bir lens seçmekti. Çantaya ise 70-300 ve 24-105 lensler ile led aydınlatmalar, yaka ve shotgun mikrofonları


yerleştirdik. Yedek bataryalar ve hafıza kartlarını da kutuladık ve hepsini sarıp sert kanyon çantamızın içine yerleştirdik. Çantayı mağarada elim ayağım olan Alper indirecekti. Üstümüze mağara tulumlarımızı ve tit (tek ip tekniği) setlerimizi giydikten sonra obruğa doğru yola çıkmaya hazırdık. Ender, Oktay, Ümit, Elif, Ertuğrul, Alper ve benden oluşan ekip 7 kişiydi. Hepimiz için bu fizyolojik olduğu kadar psikolojik bir mücadele de olacaktı. Yarım saat süren ve makilik bir tepeye yapılan yürüyüşün ardından obruğa vardık. Obruğun girişini gördüğüm an aklıma “Alice’in Harikalar Diyarı”na indiği o mağara geldi. Ufacık bir delikten nasıl bu kadar derine iniyor diye düşündüm. “Demek ki bazen gerçeklerle masallar birbirine

dünya arasında sıkışıp kalmış gibi birinden diğerine geçmeyi bekliyordum. Ümit’ten ipin boş olduğu işareti geldikten sonra artık ipe girme sırası bana gelmişti.. Bu bekleyişin ardından karnımın zil çalmaya başladığını hissettim. Bu farklı bir açlık hissiydi ve durdurmak için çantama ekmek istedim. Açlıkla birlikte korku tüm vücudumu sarmıştı. Kendimi bir mağaracıdan ziyade kurbanlık koyun gibi hissediyordum. Buraya girmekten yana kullandığım tercihimin doğru olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım. Bu ilkel korkularımın üstüne geçen ise merak duygum ve aşağıyı belgeleme ayrıcalığına sahip olma tutkusuydu. Bu duygular içinde daracık delikten geçerek kendimi Alice’in harikalar diyarının

karışıyormuş böyle” dedim kendi kendime. Mağarada iniş için döşeme yapılacaktı, döşeme yapılırken biz de arkadan inecek çekim yapacaktık. Öncelikle Ümit ipi sağlam bir ağaca Elif’in yardımıyla bağladı. Ender ise oradan uzanan ipi mağaranın girişinde uygun yerlere çakılmış boltlara tutulu karabinlere düğümledi. Buradan önce 40 mt’lik bir inişle küçük bir balkona çıkılacak oradan ise 305 metreye iniş gerçekleşecekti.

kapısından içeri bıraktım. Biraz indikten sonra omzumdaki kamerayı elime aldım ve başımın birkaç metre üstünden son kez içeri sızan gün ışığına çevirdim kameramı. Işık içeri doğru fütursuzca dolmak isterken, obruğun derinliği ona izin vermemeye kararlıydı. Karanlıkla baş başa kalmadan evvel son kez gün ışığını selamladım ve inişe devam ettim.

Ender inişe geçtikten hemen sonra Oktay ve Ümit arkadan takip etti. Onların ardından sıra bana gelecekti. Böyle beklemeler stresimi arttırmaktaydı. Çünkü artık öyle bir noktadaydım ki ne mağaraya girebilmiştim ne de tam anlamıyla dışarıdaydım. Tam anlamıyla arafta hissediyordum kendimi. İki

Obruğun içine göz attığımda altımda karanlık uzanmakta, duvarda ise bir yarasa bana hoş geldin demekteydi. Daha ilk dakikalarda mağaraya ait tüm klişeleri görmüştüm ama sıra klişelerin ötesine gelmişti. Çünkü inmem gereken koca bir 305 m. vardı. Kendimi derinliklere bıraktım. 40 m’lik ilk inişten keyif almıştım. Mağara sanki beni hoş


karşılamıştı ya da ben öyle hissediyordum. Kendimi güvende ve sakin bir ortamda bulmuştum. İlk korkum geçmiş yerini keşfedecek olmanın verdiği tatlı heyecana bırakmıştı. Balkona indiğimde karşımda Ender’i buldum.Açıkçası bu beni rahatlatmıştı. “Sen döşeme yapmayacak mıydın?” diye sordum ona. O da Oktay ve Ümit’e sürpriz yaptığını söyledi. Döşemeyi onlara bıraktığını inişi peşi sıra yapacağımızı söyledi. Bana mağaracılığı öğreten adamla aşağı inecek olmam kesinlikle çok iyi haberdi. Bu haber Oktay ve Ümit için ne kadar iyiydi bilinmez ama ikisi de deneyimli mağaracılardı ve bu mağaranın döşemesini pekala yapabilirlerdi.

onun deneyimlerini aktardığı bu bölümü kayda aldım. “Mağaracılıkta en önemli şey ip kayaya sürtmeyecek. Çünkü en zayıf halka iptir” diyordu. Bir de bu obrukta taş düşürmenin diğer mağaralara kıyasla daha tehlikeli olduğundan bahsetti. “Çünkü yükseklik ve yerçekimi nedeniyle, zeytin çekirdeği büyüklüğünde bir taşın bile burada tehlike yaratabileceği gerçeğiyle karşı karşıyayız” dedi. Ardından “Hadi inelim baba, zaman kaybedip üşümeyelim” dedi. Seri hareketlerle kendini ipe bağladı ve ustaca kendini aşağı doğru bıraktı.

Ardımızdan Alper ve Ertuğrul’da geldi. Yukarıda sadece Elif kalmıştı. Ertuğrul mağaracılığa 7 sene ara verdiği için buradan itibaren inişe devam etmeyeceğini söyledi. Onun yerine kendimi koydum ve içinde bulunduğu psikolojik mücadeleyi anlamaya çalıştım. Eğer benim de inişte hissettiğim şey huzur olmasaydı ben de onunla aynı kararı verir dönüşü seçerdim. Buna rağmen mağara beni daha dibe çekiyordu. Gel diyordu sanki, sana gösterecek nice güzelliklerim var diye derinlerden sesleniyordu.

Enderin ardından Balkonun 305 metreye inen kısmının kıyısına geldim. Emniyet karabinim takılıydı. Desandörü ipe geçirdim, kilidini attım ve kendimi emniyet karabininden kurtardım. Bunları yaparken aşağıya bakmayı daha akıl edememiştim. Obruk derinlere doğru bir boru gibi inmekte ve çok uzaklarda Oktay ve Ümit’in ışıkları görünmekteydi. Manzara ışıksız bir gecede yıldızları izlemek gibiydi. Derinlerde güneşler devinmekte kendi yörüngelerini çizmekteydi. Mesafe çok fazla dedim kendi kendime. Bu yükseklikte etrafın karanlık olması beni daha rahat hissettirdi. Belki içerisi aydınlık olsaydı bu inişin boyutuna kalbim dayanamazdı; öyle ki 5 Boğaz köprüsü yüksekliğindeki mesafeyi insan hafızasında canlandırdığında bunun akla pek uygun bir hareket olmadığına kanaat getirir. Yavaş yavaş 100 metredeki istasyona kadar indim. Ender istasyonda beni bekliyordu. O yükseklikte biraz muhabbet edip biraz çekim yaptık. Acele etmiyorduk çünkü aşağıda döşeme devam ediyordu ve inebilmemiz için aşağıda boltların çakılmış olması gerekliydi. Beklerken ışıklı üzüm salkımlarını andırıyorduk. O bekleyişlerde ara ara stres seviyemin yükseldiğini hissediyordum. çünkü bulunduğum yer hakkında düşünmek için bolca zamanım oluyordu. İşte bunlar çok kritik anlardı. Eğer kendimi, beni tetikleyen bu stres dalgalarına bırakırsam paniğin beni ele geçireceğini biliyordum. Panik bu derinlikte ihtiyacım olan en son şeydi.

Ender’le obruğun balkonunda biraz mağaracılık üstüne muhabbet ettik ben de

Bu yüzden ipe sarıldım ve kafamı beni hayata bağlayan ipe dayadım. Titreşimlerini

Karnım hala zil çalıyordu. Çantamdan sandviç ekmeğimi çıkardım. Ender’le ayaküstü sandviçleri mideye indirdik. Ardından Ender “İlk inişte korktun di mi? diye sordu. Eliyle bir yandan da Yusuf yusuf hareketi yapıyordu. “Üç, üç buçuk, dört tüm sayıları attım” diye cevap verdim.


hissedebiliyordum. O an Dünya ve Yaşam bana her şeyden daha güzel gelmeye başladı. İyi ki de yaşıyorum, iyi ki de güneş var dedim kendi kendime. Bu hisler beni rahatlattı. Artık fiziksel durumuma konsantre olabiliyordum. Bacaklarımda uyuşma hissettim. Bacaklarıma kan gitsin diye el Jumarımı ipe taktım ve ayak üzengimin üstünde yükseldim. Sıkışma hissim geçmişti. Bu sırada istasyonun açıldığını ve inişe geçebileceğimizi söyledi Ender. Onun ip boş komutunun ardından ben de yeniden desandöre bıraktım kendimi. İpten aşağı usulca kayıyordum. Aşağıda Oktay ve Ümit’in ışığı daha da uzaktaydı. Bir tahminde bulunmam gerekirse 150 metre kadar daha derinde ufacık ışık noktaları olarak görünüyorlardı. Mağara duvarlarına basarken taş düşürmemeye çalışıyordum. Önce basacağım yerlere bakıyor ve dikkatle ilerliyordum. O mesafeden aşağı taş düşürüp kimsenin hayatını riske atmamam gerektiğinin bilincindeydim. Mağaracılığın belki de en değerli duygusu işte buydu: Kendi hayatına gösterdiğin özeni başkasının hayatına da aynı özenle göstermen ve bir bakıma hayatını mağaracı arkadaşlarına teslim etmen. Bu gerçekten eşsiz bir his ve sahip olduğun sorumluluk duygusu insana insan olduğunu hatırlatan adeta bir hediye. Bu gerçekler aklımdayken inişe devam ettim. Sonu gelmeyen bu çukur, derinliğe doymaz bir mekan. Oluşumu için milyonlarca yıl boyunca yeraltı suları ile zamanla aşınmış ve sonra aniden çökmüş bir delik. Burası küçücük girişinin altında devasa büyüklükte unutulmuş karanlık derinler barındıran Hades’in evi. Sonunda aşağıda ışıklara yaklaşığımı hissediyorum. Dibe yaklaştığım duygusu içimi gıcıklıyor. Biraz hızlanmak ve bir an önce dipte olmak istiyorum ama ip çamurlu ve şişmiş olduğundan hızlı inmeme izin vermiyor. Sabırla kendimi ipe bırakıyorum. Ayaklarımı yere bastığımda sanki çok uzun zamandır görmediğim bir dostuma kavuşmuşçasına mutlu oluyorum. Ender bana sarılıyor ve gerçek mağaracılığa hoş geldin diyor. Afallamış haldeyim ve yere alışmak zamanımı alıyor. Bir süre dinlenmem ve sakinleşmem gerek. bunun için mağaranın bir köşesine oturup nabzımın normale dönmesini bekliyorum. Bu sırada Alper’de

ardımdan inişini tamamlıyor. Çantayı güvenli bir yere bırakıyor ve kahveyle yanıma geliyor. kahveyi içtikten sonra kendime geliyorum. Malzemeleri çantadan çıkarıp led ışıklarla galeriyi ışıklandırıyoruz ve mağara tüm güzelliklerini sergilemeye başlıyor. Yüksek tavandan aşağı uzanan travertenler sanki devasa bir yıldız kümesini barındıran galaksiler gibi parıldıyor. Su damlalarının milyonlarca yılda yarattığı eşsiz dikitleri görüyorum. Her damla kuantum evreninde yeni bir öngörülemezlik yaratıyor. Galerinin zemini kusursuz bir çamurla kaplı. İnsan zemine basarken suçluluk duygusu hissediyor. Sanki çocukken yağan ilk kara basmaya kıyamayan bir çocuğun naifliği ile galeri de yürüyorum. Çamurların yarattığı mucize oluşumlara bakıyorum. Her biri farklı bir yapıda olan bu oluşumların kimi minyatür bir peri bacası şeklinde kimi bir piramit denizine dönüşmüş. Çamur bazı yerlerde Pamukkale travertenleri gibi galerinin zemininde berrak gölcükler yaratmış. Her yer çamurken suyun bu kadar berrak olması hayretler verici. Bu sırada Ender bana bir kavuk gösteriyor. Tek kişinin sığabileceği bu kavuğa girince harikalar diyarının bir bölgesi daha gözlerimin önüne seriliyor. Bu küçücük odanın içine bezeli minik sarkıtlar minyatür bir mağaraya girmişim gibi hissettiriyor bana. Sarkıtların ucundaki su damlaları sabırla orada bekliyor. Belki bir damlanın asılı olduğu sarkıttan damlaması saatleri buluyor.Bu eşsiz su saatlerinin arasında ben de zamanı unutuyorum. elimdeki ışığı kavuğun tüm köşelerinde gezdiriyorum. Her bir ayrıntıyı akılda tutmak istiyorum ve burada bulunan hiçbir detayı unutmamak için kendi kendime ant içiyorum. Kavuktan çıktığımda ekibi inişi tamamlamış ve galeriye rahat bir salonmuşçasına kurulmuş halde buluyorum. Kahve-kuş üzümü eşliğinde muhabbet ederlerken Ender “Hades’in evindeyiz işte; karanlıklar ülkesindeyiz” diyor. Ardından da ekliyor: “Tanrıya yaklaşmak için karanlıklara inmek şart hocam. yani tam bir ikilem içindeyiz.” deyip gülüyor. Ne kadar doğru bir tespit yaptığını düşünüyorum. Yukarıda ipte asılı beklerken


yaşama ve güneşe ne kadar ihtiyacım olduğu aklıma geliyor. Hayatı ne kadar sevdiğim ve küçük sıkıntılarla hayatı kendime zehir etmemem gerektiği gerçeği ile işte tam bu delikte yüz yüze geliyorum. Eğer Hades’e yaşamı kutlamak için inmişsem ve kutlayabiliyorsam; demek ki Tanrıya doğru, bir adım atmışım demektir. Artık çıkış vakti geliyor. Önce Oktay, ardından Elif, Ender ve Alper çıkıyor. Onların ardından ben de ipe giriyorum. Kondisyonumun ne kadar yeterli olacağı konusunda soru işaretlerim olsa dahi mağara da kalmak gibi bir niyetim yok. Bu yüzden jumarlamaya başlıyorum. İstasyonları birer birer geçiyorum. ipin en ucuna sarılı etikette 100 metre yazısını görmek beni sevindiriyor. Her istasyonda verdiğim su araları ise vücudumu canlandırıyor. Avuçlarım jumarlamaktan dolayı ateş gibi yanıyor. İp üzerinde Kendimi bir tırtıl gibi hissediyorum. Avuçlarının içi yanan bir tırtıl üç buçuk saatin ardından balkona ulaşıyor. Geriye sadece 40 metre kaldığını bilmek bitmiş pilimi biraz daha şarj etmemi sağlıyor. Yeniden suyumu içtikten sonra beni dışarı taşıyacak son ipe giriyorum. Yarım saatlik yavaş tempo bir çıkışın ardından 4 saatin sonunda karabinimi çıkış kulakçığına takıyorum. Kendimi mağaranın o küçük deliğinden dışarı atıyorum ve yere adeta kapaklanıyorum. Cenin pozisyonunda bir süre kalıyorum. Dışarıda güneş çoktan batmış gecenin bir yarısı olmuş. Yeniden doğmak için uygun zaman diyorum. Karabinim bir göbek bağı gibi hala kulakçığa takılı ve kendi başıma kordonumu çıkarıyorum. Kıçıma bir şaplak atsalar ağlayacak gibiyim. Ayağa kalktığımda ilerde köyün ışıklarını görüyorum. Bir gece yarısı çılgınlar gibi yürümeye başlıyorum bana yüreğini açan doğaya teşekkür ederek...


Mağara Sanatı Özge Kahraman


Bugüne kadar birçok bilim insanın kafasını kurcalayan ve araştırma konusu olan Mağara Sanatını kendi çabalarımla ve araştırarak, yapılan incelemeleri birleştirip, kısa bir bilgi kaynağı sunmak amacı ile bu metni yazmış bulunuyorum. Umarım beğenirsiniz mağaracılar

yaptılar. Böylelikle, üst paleolitik sanatı olarak bilinen dönem başladı ve günümüzden yaklaşık 10 bin yıl öncesine kadar sürdü. Magura Mağarası’ndaki bu çizimler günümüzden önce 8000 ila 4000 yıl öncesine tarihleniyor. Devasa mağarada, yarasa dışkısı ile duvarlara çizilmiş en az 700 resim var.

Hem bir sanat hem de içinde akıl almaz gizleri ve mitleri barındıran mağara resimleri 19. yy. keşfedilmiştir. Bir süreliğine kuşkuya Alt paleolitikten beri süregelen el baltası gibi neden olan mağara resimleri daha sonra aletler bir yandan devam ederken yeni aletler paleolitik avcı-toplayıcı yaşamın imgesel karşılığı olan bir sanat olarak kabul edilmiştir. Yani bu resimler bulunduktan çok daha sonra değerleri anlaşılmış. Art arda gelen keşiflerle mağara sanatının belli coğrafyalarda yoğunlaştığı gözle görülür bir hal alıyordu. Kuşkusuz bu, insan toplulukları arasındaki yaşam farklılıklarının ötesinde coğrafi şekillerinde etkili olduğu bir dağılımdı. ‘’Resim içeren mağaraların en yoğun olarak bulunduğu bölgeler son buzul çağının güney eteklerinde yer alan Orta ve Kuzey İspanya, Güney Magura Mağarası (Bulgaristan) Magura Mağarası’ndaki bu çizimler günümüzden önce 8000 ila 4000 yıl öncesine tarihleniyor. Devasa Fransa, Kuzey İtalya, Ural mağarada, yarasa dışkısı ile duvarlara çizilmiş en az 700 resim var. Dağları ve Doğu Avrupa’ya uzanıyor.’’ (Tanyol 2000: 131) ve endüstriler ortaya çıkar. Çoğu, ağaçtan çubuklara takılmaya uygun “uç” niteliği taşırlar. Würm buzul döneminde yaşayan Üst paleolitikte aletlerde ve aletlerin yapıldığı Neanderthaller soğuktan korunmak ve çeşitli malzemelerde büyük bir çeşitlilik göze çarpar. ayinler gerçekleştirmek amacı ile mağaraları Sadece taş değil, kemik, fildişi, boynuz ve yaşam alanları olarak seçmişlerdir. 1450 cc tahta gibi, kalem ve ince aletler yapmaya beyin hacmine ulaşmalarına rağmen simgesel uygun hammaddeler seçilir. Büyük taş düşünce ve sanat anlamında çağdaşları çekirdeklerinden, yumrular ve dilgiler çıkarılarak Kromanyonları (erken arkaik homo sapiens) yapılan aletlerde sayıca ve nitelik olarak artış yakalayamadılar. Yaşam alanı olarak seçtikleri gözlenir. Aletlerin boyutlarında küçülme ve mağaralara sanatı getirememişlerdir. Belki çeşitlenme vardır, yeni ve küçük aletler, büyük de onlar için sanattan daha önemli olan ve çok maksatlı aletlerin yerini almıştır. şeyler hayatta kalmak ve ısınmak idi. Artık alet çantası zenginleşmiş, alet yapan 25-30 bin yıllık üst paleolitik dönem aletler üretilmeye başlanmıştır. Bunun yanı boyunca Homo sapienslerin türdeşleri ve sıra balıkçılık ve tekstil işlerinde kullanılan ataları olarak kabul ettiğimiz kromanyonlar, aletler yapılmıştır. 35-40 bin yıl öncesinde mağara duvarlarına resimler yaptılar, (byö) başlayan Şatelperoniyen endüstrisini, giysilerini diktiler, boncuklardan ve hayvan Orinyasiyen (34-30 bin yıl önce), Perigordiyen dişlerinden kolye-bilezik ve gerdanlıklar (32-22 bin yıl önce), Gravetiyan (30-22 byö),


Solutriyen (22-18 byö) ve Magdalaniyen (18-11 byö) taş endüstrileri takip etmiştir. Özellikle Solutriyen tip endüstride iki yüzeyli yapraksı uçlar, iğneler gibi ince işçilik isteyen aletler göze çarpmaktadır. Magdalaniyen de ise, ok ve yay dışında zıpkın, harpon, olta ve kancalarda çeşitlilik gözlenmiştir. Mağara

yüzden geometrik çizimlerde kemik ve boynuz gibi maddeler tercih edilmiştir. Bazen de tam tersi sanatçı işleyeceği maddenin cinsine göre teknik arar. Duvar sanatında kayanın kalitesine göre farklı teknikler oluşmaktadır. Bazen duvarların yapısı bombelidir alçak kabartmaya uygundur. Bazen de bazı mağara duvarlarının ve kayalarının satıhları o kadar düz ve serttir ki alçak kabartmaya uygun değildir. Böyle bir zeminde ancak, kazıma resim ya da boyalı resim uygulanabilir durumdadır. Kazıma mağara duvarına yapılabileceği gibi, boynuz, kemik diş gibi objelerin üzerinde de yapılmaktadır. Burada esas olan renk değil biçimdir. Kazıma desenler, resmin yapılacağı hammaddeden daha sert bir kalem veya uç ile kazıma oyma ya da gagalama yoluyla gerçekleştirilir (Yalçınkaya, 1979:71).

Altamira Mağarası (İspanya) İspanya’nın kuzeyinde bulunan mağarada bulunan çizimler, ancak 19. yüzyılın sonlarında keşfedilebilmiş. Resimlerin oldukça yüksek kalitede ve iyi korunmuş olması tarihlendirmesini sorgulatmış olsa da daha sonra tarihlendirmesi kanıtlanmış.

duvarlarına resim yapma, Aurignaciyen endüstrisiyle birlikte başlamıştır. Mağara sanatının yapım tekniklerine göre başlıklar altında incelemek gerekmektedir. Buna göre; 1. Kazıma Resim, 2. Boyalı Resim, 3. Alçak Kabartma heykel ve 4. Yontuk tip heykel olarak dört başlık belirlenmiştir. Kazıma Resim Üst Paleolitik dönemin ilk aşaması olan Orinyasiyen kültürde, bedensel süslemeler ve kazıma/oyma sanatında patlama gözlenmiş, mağara duvar resimlerine rastlanılmamıştır. Bu sanatın ortaya çıkarılış tekniğinde, kullanılan maddenin cinsinin, kayaların doğal çıkıntılarının, hammaddenin sertliğinin, sanatçının görüş, yetenek ve tarzlarının katkısı çok belirleyicidir. Sanatçı genellikle uygulayacağı tekniğe göre maddeyi seçer. Örneğin geometrik motifler taş gibi çok sert maddeler üzerine işlenemez. Bu

Boyalı Resim

Boyalı resimlerden önce yaklaşık 30 bin yıl öncesine tarihlenen ilk resimler, mağaraların renkli kilden oluşan duvarları üzerine parmak bastırarak çizilmiş geometrik desenler ve hayvan siluetleri olarak karşımıza çıkar. Daha sonra ellerini mağara duvarlarına dayayıp, üzerine ortası boş bir kemik-ten boru gibi yararlanarak, ağzı ile is ya da renkli boya püskürtmek suretiyle duvar üzerinde ellerinin siluetini çıkarmayı öğrendiler. İspanya ve Fransa’daki yaklaşık 22 mağaranın en derin ve karanlık köşelerine, duvarlara, kireçtaşı perdelerin üzerine 100’lerce metrekarelik alanlara el izi bırakmışlardır. Bu izlerin, çoğunu el izi oluşturacak şekilde boya püskürtmek yoluyla elde etmişlerdir (Resim 7). Daha az kullanılan diğer bir yöntem ise, elin boyanmasından sonra duvarda iz çıkaracak biçimde bastırılması biçimindeki baskı yöntemiyle gerçekleştirmişlerdir. Siyah ve kırmızı rengi neden tercih ettikleri bilinmemekle


beraber, doğada daha kolay bulunabilir olmasından kaynaklandığı görüşü kuvvet kazanmıştır. El izlerinin bir kısmı beş parmaklı olmakla birlikte bazılarında parmakların noksan ya da hiç olmayışı hala gizemini korumaktadır (Clottes ve Courtin 1996). Alçak Kabartma Heykel Bu teknik, eserin kontörlerindeki derinlik bakımından değerlendirilmelidir. Kimi zaman kaya üzerindeki bir kabarıklıktan faydalanılırken kimi zaman da dış çerçeve oyularak, esas nesnenin kabarık olması sağlanacak biçimde etrafı kazınır. Yüksek kabartmalar bu gruba girerler. Bazı durumlarda kayaların üzerindeki kil yığınları şekillendirilerek alçak kabartma heykeller de yapılmıştır. Fransa Fourneaudu Diable’deki boğalar, Amerika Arkansas eyaletinde yer alan Blanchard mağarasındaki

Kuzey İspanya, Güney Fransa gibi coğrafyalarda mağara yoğunluğu artar.

dağ keçisi, Lascaux mağarasında bulunan Laussel venüsü ile kabartmalı boğa figürü ve Fransa Roc-aux Sorcier’deki eserler bu tarz heykellerin en güzel örnekleri arasındadır. Yontuk Tip Heykel Özellikle Avrupa’daki mağaralarda 10 binin üzerinde –taşınabilir sanat- diye adlandırılan süslemeli nesne ve heykeller ortaya çıkarılmıştır. Taşınabilir sanat eserleri daha yaygın olarak büyük topluluklarda tercih edilmekteydi. Bu eserler için kullanılan hammaddeler genellikle, hayvan dişleri, kemik,

geyik boynuzu, fildişi, deniz kabukları ve çeşitli taşlardan oluşturmaktadır. Taşınabilir sanat eserlerini, -süslenmede kullanılan boncuk, kolye ucu ve gerdanlık gibi kişisel eşyalar, -müzik aletleri, - Venüs ve hayvan heykelleri olarak 3 gruba ayırmak gereklidir. Orinyasiyen dönemde çok sayıda tipte boncuk karşımıza çıkmaktadır. Bu boncukların hammaddeleri topluluğun yaşadığı çevreden toplandığı gibi, 100’lerce kilometre uzaktan gelmiş, büyük olasılıkla değiş-tokuşla yoluyla elde edilen bu egzotik malzemelerin çoğu takı yapımında ve giysilerde kullanılmaktaydı. Bunun dışında özellikle tilki olmak üzere etçil hayvanların dişleri ve geyik gibi otçulların dişleri tercih edilmiştir. Randal White, güneybatı Fransa’da önemli orinyasiyen yerleşim yerlerinden çıkarılan boncuklar üzerinde çalışmış ve birbirinden farklı malzeme ve en az beş değişik yöntemle üretilmiş dokuz çeşit gerdanlık saptamıştır. (Lewin, 2000:182) Art arda gelen keşiflerle mağara sanatının belli coğrafyalarda yoğunlaştığı gözle görülür bir hal alıyordu. Kuşkusuz bu, insan toplulukları arasındaki yaşam farklılıklarının ötesinde coğrafi şekillerinde etkili olduğu bir dağılımdı. ‘’Resim içeren mağaraların en yoğun olarak bulunduğu bölgeler son buzul çağının güney eteklerinde yer alan Orta ve Kuzey İspanya, Güney Fransa, Kuzey İtalya, Ural Dağları ve Doğu Avrupa’ya uzanıyor.’’ (Tanyol 2000: 131) Karanlık mağara duvarlarına yapılan resimlerde genellikle yaşanılan dönem hayvanlarının son derece doğru anatomik detaylar gözetilerek çizilmiş oldukları belirlenmiştir. Dikkat çeken nokta, betimlemelerin çoğunda eti yenmeyen hayvanlara yer verilmiş olmasıdır. At, bizon, geyik, dağkeçisi, mamut, öküz gibi hayvanlar resmedilmiştir. Araştırmacılar bu hayvanların duvar resimlerinde yer almasını genellikle avın zenginleşmesi için yapılan törenler ile kimi araştırmacılar inisiasyon adı verilen geçiş törenlerindeki ritüeller ile kimileri de o grubun toplumsal örgütleniş biçimiyle ilişkili olduğunu savunurlar.


Lascaux insanı, tartışmasız, güçlü bir sanat duygusuna sahiptir; eserin yapılmasında göze çarpan yetenekleri, figürlerin sahneye konuşunda da kendini gösterir. Lascaux hayvanları, kompozisyonlarıyla klasiktirler; yokluğu şaşırtıcı olan mamut dışında, genelde mağara resimlerinde mevcut bütün hayvanlar burada da vardır. Hayvan resimleri içinde, sıklık oranı türlere göre değişir; atların ve boynuzlugillerin (bizonlar ve yaban sığırları) sayısı geyik, dağ keçisi, ren geyiği, ayı, yırtıcı hayvanlar ve gergedandan çok fazladır. Türler arasındaki bu hiyerarşi figüratif sahnelerin yerleştirilişinde de göz çarpar; burada da, bilinmeyen nedenlerle bizon-at çifti ana panolarda belirirken, yırtıcı hayvanlar ve gergedan dipteki galerilere yerleştirilmiştir. Her türlü yaratıcılığın dış dünyada bir karşılığı bulunur, bir bakıma. Resimler belki de belli bir alfabesi olan ve geçmiş hikâyelerin anlatıldığı gizli yazıtlardı. Tarih ve geçmiş belleği ‘’ilkel’’ sayılabilecek insanda bile bir çeşit ihtiyaçtır. Sessiz sanat eserlerinin sakladığı cevaplar hala gizemini korumaktadır. KAYNAKÇA Clottes, J. ve Courtin, J. (1996). The cave beneath the sea; paleolitic images at Cosquer. Harry N. Abrams, Inc. Publishers, New York. Lewin, R. (2000). Modern insanın Kökeni. Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara. Tanyol, T., 2000, Mağara Resimlerini Okumak, İstanbul, Sanat Dünyamız YAPI KREDİ YAYINLARI Yalçınkaya, I. (1979). Taş devri sanatında teknik ve stil. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 29(1), 4:67-82. Resim: Rüya ve Mağaralar-5, Yağlı Boya, Özge Kahraman


Mağaracılığa Nasıl Başladım? Ender A. Usuloğlu

Bir subay çocuğu olarak hayatım çoğunluğu ya askeri sitelerde ya da askeri kamplarda geçiyordu. 1984 yılında, İzmir’de ki İstihkam lojmanlarında otururken üniversite imtihanlarına hazırlanıyordum. Günlerden bir gün sitede oturan bir kız arkadaşımdan okuduğu Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kartpostalı geldi. “Hamlin Hall” diye adlandırılan 1.Erkek yurdu ile “sosyete kantin” diye sonradan adını öğrendiğim kantinin köşesinin bir fotoğrafı idi. Fotoğraf sarmaşıklarla bezenmiş bir bina köşesi ve pencerelerden oluşuyordu. Çok hoşuma gitmişti fotoğraf. Baktıkça içimden “hangi bölüm olursa olsun” mutlaka Boğaziçi’nde okumam lazım dedim kendi kendime. Aradan aylar geçmiş ve Boğaziçindeyim, okumaya başlamıştım. Bu okulun havası farklıydı. Bir kere rahat ve özgürdü. Hemen her üniversitede öğrenci olayları olurken burada yapılanlarla kıyaslandığında Boğaziçindeki öğrenci hareketleri devede kulak kalıyordu. Bende ortama yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım. Öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri 20-30’a yakın kulüp vardı ve her türlü değişik faaliyeti içeren kulüp mevcuttu. Ailecek tatillerimizde dolaşmasını severdik ve genelde de dolaşmanın sonu askeri kamplarda biterdi. Denize girmekten usanmıştım. Babamın bizi Erzurum’da dağlarda piknik yapmaya götürmesi, buz gibi akan derelerde serpme ile balık tutmaya çalışmasını unutamadığım için üniversite’de doğa sporları ile ilgili bir şeyler yapmak istiyordum. Bir gün, dersten çıktıktan sonra “Orta Kantin” dediğimiz kantine doğru inerken sağlı sollu kulüplerin ilan panoları vardır. Bir tanesi dikkatimi çekti. Kamp ateşi etrafında bir grup insan ve arkada çadırlar gözüküyordu. İlan BÜMAK’a (Boğaziçi Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü) aitti. İlanda, mağaralara gidildiğini beraberce kamp yapıldığından ve ekipçe hareket edildiğinden bahsediliyordu. Hoşuma gitti sanırım kamp ateşi beni cezbetti. Mağaralar

aklımın köşesinden bile geçmiyordu o anda. Orta Kantin’e girdim. İçerde Tunç Teber Torosdağlı ile karşılaştım. Tunç’u tanımam oldukça yeniydi. 1-2 gün önce spor festivalinde beraberce gizlice çünkü paramız yoktu, bahçeden sızıp katıldığımız parti öncesi tanışmıştık. “Kennedy Lodge” denen hocalarımızın yemek yediği eski ve manzarası muhteşem bina’da spor kulübü parti veriyordu. Tunç’la Finlandiya bayan basketbol ekibinin üyelerini dansa kaldırmış ve o gece çok eğlenmiştik. Meğer, Tunç’un babası da subaymış ve bizimkiler ailecek tanışıyorlarmış. Merhabalaştık ve yanına oturdum. “Tunç ben doğasporları ile ilgili bir şeyler yapmak istiyorum” dedim. Tunç hararetle mağaracılıktan bahsetti meğersem mağaracıymış. Şans dedikleri böyle bir şey herhalde. BÜMAK’ın ilanından ilham alıp meğersem bir mağaracı ile konuşuyormuşum. 5-10 dakika anlattı bana ne yaptıklarını. Sonra beni aldığı gibi gittik kulüp odasına. I Erkek yurdunun altında “Study” denilen çalışma salonunu çevreleyen odalardan bir tanesi idi, BÜMAK. Kapıda bir de BÜDAK (Dağcılık Kulübü) ismi de yer alıyordu. İçeriye girdiğimde tam devlet dairelerinde bulunan saçtan bir masa, kırık dökük sandalyeler ve bir sürü eskice sayılabilecek dolaplar. Hemen dikkatimi duvarda sulu boya bir resim çekti. Yarı deliye benzer, sakalları uzamış başında kask olan birisi betimlenmiş. Duvarda bir ilan panosu, yanında siyah beyaz adi kartona yapıştırılmış botta mağaracı fotoğrafları, altta camlı bir mini kütüphane. Kulüp odasını ne itici bulmuştum ne de “hah işte benim yerim “ demiştim. Nereden bileyim yıllar geçtikçe bu ufak odadan çıkmayacağımı. Dolaplar açıldı, bana malzemeleri gösterdi ve cırt… Elimde bir üyelik makbuzu. Galiba 5 TL ödemiştim. Bende artık bir mağaracıydım. Tunç’a “bende bırak mağaracılık malzemesi, kampçılık malzemesi bile yok” dediğimi hatırlıyorum onunda bana “önemli değil bir şekilde buluruz, hatta bavulla bile gelebilirsin” gibilerinden bir şeyler söylediğini anımsıyorum.


Yani kısacası sen dert etme hallederiz demişti. Bende sonraki yıllarda yeni üye avlama taktiğini aynen uygulamıştım. Yeni bir dünya’ya adım atmıştım. Adım atmıştım ama bir 6 ay derslere çalışmaktan gerisini getirememiştim. Arada bir BÜMAK odasına geliyor biraz vakit geçirdikten sonra gidiyordum. Daha aidiyet duygusu gelişmemişti. O sırada sonradan eşim olacak Canan Gürel ve İzmir’li kızlar grubu ile tanıştım. Şen şakrak eğlenceli oldukça mütevazi bir kızlar grubuydu. Hepimiz İzmir’liydik ve yatılı kalıyorduk. Okul, akşamları biz yatılılara kalıyordu ve son damlasına kadar okulumuzun güzelliklerini doya doya yaşıyorduk. Bir gün Canan’a mağaracılıktan söz ettim. O da bir yıllığına öğrenci olarak gittiği Amerika’da doğa kulubünde faaliyetlerde bulunmuş, “beraber” gidelim dedi. İLK MAĞARAM Bir haftasonu, Çatalça’da İkigöz ve Kocain mağarasına gidilecek diye ilan asmışlardı. Bizde yazıldık. Okuldan bir minibüs ayarlandı. O zamanlar şehir sınırları içinde veya Istanbul’a yakın yerlere okul’dan minibüs ayarlanabiliyordu, sonradan ne olduysa kalktı bu uygulama. Minibüs’e doluştuk. Başımızda Metin (Albukrek) diye bir arkadaş vardı tecrübeli olarak. Turuncu mağara çantaları, kasklar ve Polonya karpit (sonradan öğrendim Polonya malı olduğunu) lambalarıyla tanıştık. Çatalca’da, Kocain ve İkigöz mağarasına gitmeden yol üzerinde bir iki ufak mağaraya baktık. Yol kenarında hazırlanırken, halim komikti. Üzerimde t-şirt üzerine kazak, altımda blucin ve çin kesleri. Kafamda karpit gazının yanması için gelen monte bir borulu işçi kaskı ve karpit lambası. Metin arkadaşımız bize itinayla karpit lambalarının nasıl çalıştığını, suyu ve karpiti nereye, ne kadar koyacağımızı gösteriyor. Mağaraya gireceğiz diye heyecanlıyız ama kursağımızda kalıyor çünkü mağara fazla ilerlemiyordu. Atladık minibüse, ilkin İkigöz mağarasına gittik. Bu mağaradan su çıkmaktadır. Mağaranın ağzına bir dere yatağından ilerleyerek yeşilliklerin arasından geliyorsunuz. Mağaranın ağzı 3-4 metre genişliğinde sol taraftan su akıyor ve tavanı yaklaşık 1,2 m yani alçak. Hemen ağzında biraz ilerde göl var ve bizde ilk defa

hayatımızda Rus malı botumuzu şişereceğiz. 2 tane hava deliğinden başladık üflemeye, çok değil 2 dakika sonra başımız başladı dönmeye, kafamız kıyaklaştı. Neyse, mağaraya girmek için hazırdık. Osman Demirel, ben ve bir kişi daha bota bindik ve yavaş yavaş tavana tutuna tutuna ilerlemeye başladık. Halimiz komikti, 3 kişi ayaklarını bottan sarkıtmış, dip dipe ilerliyorduk. Tavanda çok ince sarkıtlar vardı. Kırmamaya özen gösteriyorduk. Mağara yaklaşık 200-250 m ilerledikten sonra tavanı çökmüş bir şekilde yeryüzüne açılıyor ama devamı vardı ve ilk defa sifon denen kapalı bir göl görecektik. Arada bir yarasalar geçiyordu ve ben açık açık çekiniyordum yarasalardan, eskiden kötü oldukları gibi bir imaj kalmıştı aklımda. Neyse tavan arada bir bayağı alçalıyordu hatta bir ara sürte sürte geçmek zorunda kaldık bir yerde ve nihayet açıklık yere geldik. Canan elinde fotoğraf makinesi ile bekliyordu. Burada bottan indik, sifona baktık. Sifon denen kapalı göl, suyun tavanı kapattığı duruma deniliyordu, geçmek için dalmak gerekiyordu ve bizde de öyle bir tecrübe yoktu. Tırmandık ve yolumuza yeryüzünden devam ettik. Daha sonra Kocain diye bir mağaraya gittik. Girişi yaklaşık 4 m’lik çöküntü ile başlayan, aşağıya doğru yaklaşık 50 derecelik bir inişle salona ve oradan da başka bir salona açılan, içinde birçok yarasanın yaşadığı bir mağaraydı. Çelik telli merdiven atıldı ve herkes aşağıya indi. Bir iki fotoğraf çekiminden sonra ilk inişin altından yavaş yavaş aşağıya doğru tek sıra halinde akıp tam karanlık bölgede olan diğer salona geçtik. Havada ağır bir sidik kokusu vardı. Tepemizde yarasalar yoğun kümeler halinde az duyulacak şekilde tiz sesler çıkartıyordu. Benim yarasalardan çekinmem sonucu Canan’ın elini tuttum ve farkında olmadan aramızda romantik bir ilişkiyi başlatmış oldum. Akşam üniversiteye dönerken, Canan’ın ateşi çıktı minibüste yarı uyuklar haldeydi ve ben hala elini ve başı öne düşmesin diye elimle tutuyordum. Mağaracılık hayatımla, hayat arkadaşlığımın başlangıcı hemen hemen aynı zamana denk geldi diyebilirim.


BİZDEN

Biz onu çok sevdik. Ece: Poi çeviren hafif hippi yaşam tarzını

Yarık ekibi...Çok güzel anılarımız oldu bu etkinlikte

benimseyen mağaracımız.

YERALTINDAN NOTLAR EKİBİ TOPLANTI HALİNDE

Morca öncesi malzeme bakımı. Bir kişi hariç bu resimdeki kimse morca etkinliğine katılmadı. Ekip Ruhu böyle bir şey mi?

EREN’in yaşgününü kutladık! Mutlu ve sağlıklı yıllar! KAYIP ARANIYORLAR !!! Biz Her Türlü Mağaraya Gireriz, Şortla Bile!

BİRİ HAKKARİ’DE BİRİ ISTANBUL’DA! KAYIPLAR AMA GÖNLÜMÜZDELER!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.