Karanlığı Fotoğraflamak III Chris Howes 2 Küre Dağları’nda HES Tehditi Ali Yamaç 5 Karst ve Mağara Fotoğraf Yarışması ! 6 Marmara Adası’nda Mağaracılık Emre Kuruçayırlı 7 Mağaracılıkta Eklektik Akımı Ender Usuloğlu 9 Peynirçiçeği Hatıratı Çağan Çankırılı 10 Şikayetname Fatih Büyüktopçu 13 Dikmen Obruğu’nun İki Tıpası Ceyhun Uludağ 14 Abstracts 17
Bülten Ekibinden... Yaa, kardeşim başımız döndü diye mırıldanmaya başladığınızı çok iyi hayal edebiliyoruz. Evet, bültenimizin kapağı nihayet birçok kişinin geribildirimi ile son şeklini aldı. Fikir veren herkese çok teşekkür ediyoruz. Bülten ekibi olarak, bu sayıdan itibaren belli aralıklarla fotoğraf yarışması düzenlemeyi amaçladık. Amacımız, gezip gördüğümüz karstik bölgeleri ve mağaraları en güzel yanları ile belgelemek ve fotoğraf çekmeye teşvik etmektir. Haydi ! fotoğraf çeken amatör, profesyonel herkesi fotoğraflarını yollamaya davet ediyoruz. Bu sayıdan itibaren ufak bir değişiklik daha yaptık. Amaç, daha çok mağara ve karstik bölgeleri korumak ve kamuoyunu bilinçlendirmek üzere yazılar yazmak. İlk yazımızı Ali Yamaç yazdı. Ali Yamaç’ın parmak bastığı baraj konusu ise gerçekten korkutucu boyutlara ulaşmakta. Yazının içinde bir bağlantı var, gidin tıklayın ve protesto edin.
Bu Sayıda... Gezi ve Etkinliklerden kısa kısa...1 Speleokültür-Karanlığı Fotoğraflamak III.....2
Küre Dağları’nda HES Tehditi.....5 KARST VE FOTOĞRAF YARIŞMASI!.....6 Marmara Adası’nda Mağaracılık.....7 Mağaracılıkta Eklektik Akımı....9
Peynirçiçeği Hatıratı....10 Biliyor muydunuz?....12
Speleosanat....13 Dikmen Obruğu’nun İki Tıpası....14
Yaşadıklarımız....16 Abstracts....17
Peynirçiçeği mağarası’nın 20 yıllık hikayesi de oldukça ilginç bir yazı. Herkese iyi okumalar dileriz.
Bülten Ekibi
Katkıda Bulunanlar
Gülşen Küçükali (Gezi ve Etkinliklerden kısa kısa) Sinan Poyraz (Biliyor muydunuz?) Ender Usuloğlu (Speleosanat, Speleokültür, yayına hazırlama)
Ön Kapak Fotoğraf: Çağan Çankırılı Arka Kapak Fotoğraf: Ali Aytan, Ludmilla Buyum Yazılar: Fatih Büyüktopçu, Çağan Çankırılı, Emre Kuruçayırlı, Ceyhun Uludağ, Ender Usuloğlu, Ali Yamaç Son Okuma: Fatma Çiftçibaşı Kapak Mizanpaj: Çağan Çankırılı
ASPEG Anadolu Speleoloji Grubu www.aspeg-tr.org info@aspeg-tr.org © Tüm hakları saklıdır. Bülten içeriği kaynak belirtmek şartıyla ticari olmayan amaçlarla kullanılabilir.
Gezi ve Etkinliklerden kısa kısa ...
ASPEG Akseki Gezisi 28 Ekim - 1 Kasım tarihlerini kapsayan Akseki gezisi; Sinan, Ender, Ceyhun ve Gökhan’ın katılımlarıyla gerçekleştirildi. Ekibimiz 5 adet obruğa inip, harita çalışması yapmıştır.
ASPEG Dupnisa Mağarası Gezisi 11-12 Ekim tarihlerinde eğitim ve fotoğraf girişi düzenledi.
ASPEG Bartın Gezisi 28 Ekim-1 Kasım tarihlerinde ayrıca Bartın’a bir ekip gidip daha evvelden araştırılmamış mağaraları araştırdılar.
İTÜMAK Tanışma Etkinliği: 7-8 Ekim’de İTÜ’de tanışma etkinliği düzenlenmiş ve 100’ün üzerinde öğrenci mağaracı olmak üzere ilgi göstermiştir.
BUMAD 27-30 ekim tarihlerinde Tahtalı Dağı’nda yüzey araştırma gezisi düzenledi. BÜMAK- Dupnisa mağarasına 24-25 Ekim’de eğitim gezisi düzenledi.
HÜMAK Tanışma Etkinliği: 9 Ekim’de Hacettepe Üniversitesi’nde yapılmıştır.
BÜMAK Tanışma Etkinliği: 6 Ekim’de üniversite’de tanışma toplantısı düzenlenmiştir. BUMAD İzmit Porsuk Mağarası gezisi 3-4 Ekim’de yapılmıştır.
İTÜMAK- Yenesu Mağara Gezisi: 24-25 Ekim’de eğitim gezisi düzenledi.
ASPEG tanıtım etkinlikleri Ekim ayı içerisinde hem İstanbul hem de Ankara’da tanıtım etkinlikleri düzenlenmiştir.
ASPEG İzmit Kayaüstü Düdeni Gezisi 29 Ekim’de gerçekleştirildi.
ASPEG Kuşkayası Bölgesi’ne 19-22 Eylül’de proje kapsamında gezi düzenlemiştir.
ASPEG Topkapı Sarayı Çalışmaları Aspeg, Topkapı Sarayı’ndaki 3. çalışmasını tamamladı. 3. Avlu’da Kutsal Emanetler önündeki sarnıca Engün Aygün ve ekibi tarafından dalış yapıldı, su altı kamerası ile çekim yapıldı.
BÜMAK-BUMAD-İTÜMAK Seydişehir Gezisi 19-22 Eylül tarihlerinde Kocabucak düdeni ve civarında araştırma yapmışlardır. http://www.bumad.org/ site/images/stories/pdf/kozbucagi.pdf
ASPEG Nallıhan Gezisi 11 - 12 Ekim tarihlerinde Ankara yakınlarındaki bir bölgede geçmişin izlerini sürüyorduk. İnsanın var olmak için mağaralara ihtiyaç duyduğu dönemlerde yaptığı yerleşkeleri görmeye gittik.
BUMAD Tanışma Toplantısı 3 Eylül’de İstanbul’da yapıldı.
ASPEG Soğucak mağarası gezisi 11 Ekim’de gerçekleştirildi. Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
1
Speleokültür
KARANLIĞI FOTOĞRAFLAMAK (YERALTI VE IŞIKLI FOTOĞRAF ÇEKMENİN TARİHÇESİ III) Chris HOWES MAGNEZYUM: BİR DÖNEMİN BAŞLANGICI Beklendiği gibi, Nadar’ın “yay ışığı” ve yer altı fotoğraf çalışmaları uzun yıllar hiç kimse tarafından tekrarlanamadı. Fotoğrafçının kamerasını, üç ayağını, cam levhalarını, bütün kimyasallarını taşıması, ıslak plakaların hazırlanması ve üstüne üstelik “yay ışığı” için gerekli olan lambalar, ağır ve işlevselliği düşük Bunsen pillerinin ulaşımı nispeten kolay kanalizasyon da veya yer altı mezarların da bile fotoğrafçıyı zorlaması düşünüldüğünde, bir mağara galerisi söz konusu bile olamazdı. Tek kişi ile halledebilecek, ucuz ve işlevselliği kolay bir ışık kaynağı olmadan yeraltının “tam karanlığı” fethedilemezdi. Buna yanıt yine portre fotoğrafçılığından geldi. Bu yanıt fotoğrafa da tamamen yabancı ve yeni bir kimyasaldı. Çevresinde gelişen koşullardan dolayı, İngiliz fotoğrafçısı Alfred Brothers kendisini rafine edilmiş magnezyum metalini kullanır buldu.
1826 yılı Ocak ayında Kent şehrinde doğmuş olan Alfred Brothers, kimyager bir babanın oğlu olup 10 çocuklu bir aileye mensuptur. İyi bir öğrenim görmeyen Alfred, babasının evde eğitimi ile özellikle astronomi, elektrik ve çizime, ki çizim daha sonra fotoğrafa dönüşmüştür, karşı müthiş bir merak duymuştur. Halley kuyruklu yıldızını beraber seyrettikleri 1835 yılında babası, Alfred’in eğitimini tamamlayamadan ölmüştür. Memur olarak çalışırken fotoğrafa olan merakı ile kendini geliştirmeye başlamıştır. İngiltere’de Fox Talbot’un kullandığı kalotip çok bilinmiyordu, Degaurre tipi ise oldukça pahalı idi. Bundan dolayı “fotogram” olarak adlandırılan hassas kağıt üzerine yapılan bir çeşit fotoğraf çalışması ile ilgilendi. Sigara kartonlarından kendine fotoğraf makinası yaptı ve deneysel çalışmalarda bulundu. 1835 yılında Anchor sigorta şirketinin Manchester şubesinde çalışırken, hem yeni evliliği hem yeni bir şehirde bulunması ile fotoğraf konusuna tekrar merak saldı. Sıcak bir günde güneşin altında Lach MacLachlan, profesyonel ve esnaf bir fotoğrafçının dükkanı önünde çekilmiş fotoğrafa bakıyordu. Dikkatlice incelerken, acaba kendisi de böyle bir kaliteli fotoğraf çekebilecek mi diye düşünüyordu? Bir mercek satan dükkan’dan 8*6 inch plakalı bir fotoğraf makinası satın aldı. Bu çalışmaları yaparken, çalıştığı sigorta şirketi battı. 1856 yılının
2
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
baharında McLachlan’ın yanında yardımcı olarak çalışmaya başladı. Aynı yıl içinde artık yaşlanmış olan Mclachlan, Brothers’ın dükkanı satın almasına izin verdi ve ayrıldı. Brothers ıslak plaka ve fotogram yöntemleri ile portre çalışmalarından para kazanmaya başlamış ve Manchester Fotoğraf derneği’ne üye olmuştu. Dernek, ülkede ki ilk derneklerden olup, 1855 yılında kurulmuştu. Birçok etkili ve akademi insanları üyeydi. Brothers, eksik eğitiminden de olacak, bu kişilerle beraber olmaktan kendini hiçbir zaman rahat hissetmemişti ama yine de onlara saygı duyuyordu. James Nasmyth, endüstriyel buluşlarla ilgileniyordu, John Benjamin Dancer, stereo kamerayı bulmuştu. Fotoğraf, stereo bakış aleti ile 3 boyutlu bir derinlik kazanıyordu. Thornton ve Pickard da derneğin üyeleri idi ve fotoğraf kamerası üretmek için beraberce çalışmaya karar vermişlerdi. Mudd, Sidebotham ve diğer üyeler Brothers’ı etkilemiş ve dernek belli bir süre de olsa dünya’da fotoğraf ile ilgili icatların merkezi olmuştu. Profesör Bunsen, 1858 yılında Heidelberg Almanya’da elektroliz yöntemi ile ufak miktarlarda magnezyum üretmeyi başarmıştı. Takip eden yılda, Owen’s koleji’nden Henry Roscoe ile magnezyumun fotokimyasal özellikleri üzerine işbirliği yaptı. Yaptıkları deneyler bittikten sonra çalışmalarını 1859 yılında Londra Kraliyet derneği’ne sundular. Parlaklığı ve yüksek aktinik özelliklerinden dolayı, magnezyumun fotoğrafta kullanılabileceğine inanıyorlardı. Metal çok rahatlıkla bir kibrit veya mum’la yakılabiliyordu.
biri büyük bir parça magnezyumu gördüğünde, bayağı heyecanlandı ve “şişelenmiş güneş”, “taşınabilir günışığı” diye şakımıştı. Sonstadt her ne kadar baştan magnezyumun ziynet eşyalarında gümüşü ikame edeceğini düşünse de görünüşe göre zenginliğe giden doğru yoldaydı. Patentle ilgili birtakım zorluklar ve suçlamalarla karşılaşmasına rağmen fotoğraf dünyası tarafından magnezyumun ticari olarak kullanılmasını kolaylaştırdığı için saygı gördü. Üretimi üç bölümdü. İlkin, maden asit içinde eritilip, buharlaştırıp ve sonradan yıkanarak magnezyum klorür elde ediliyor. Daha sonra elde edilen madde, tuz ile karıştırılıp kurutulur, sodyum’la beraber indirgenmek üzere ısıtılır. Son aşamada iyi kötü sıkıştırılarak tutarlı bir kütle geride kalan işe yaramaz malzeme (çamur) yıkanarak elde edilir. Damıtarak (hidrojenli ortamda ısıtarak) ham metal saflaştırılır. Topak halinde magnezyum kullanışlı değildi, kontrolsüz ve eşit yanmıyordu. İnce şerit gerekiyordu. Boş demir bloklarından geçirilen aynen kıyma gibi uzun şeritler halinde çıkmaya başladı. Sonstadt’ın patentlerini kullanarak, bay Mellor yeni kurulan magnezyum metali şirket müdürü olarak üretime başladı. Yavaş yavaş stok yapmaya başlamıştı ve tabii olarak ilk pazar fotoğrafçılıktı. Işığın gücünü karşılaştırmak normaldi ve en çok mum kullanıldığı için o yıllarda, magnezyum ışığı 74 mum ışığına eşitti. Işığın gücü ve kalitesinden dolayı, Sonstadt ve Mellor bu üründen iyi para kazanmayı bekliyorlardı.
Londra merkezli “Photographic News” dergisi yazı işleri müdürü William Crookes yapılan çalışmaları duymuş ve karanlık oda da ufak miktarda magnezyumla kendisi deneyecek kadar hayran olmuştu. Eser miktarda magnezyumdan dolayı başarılı olamadı ama yine de Ekim 1859 yılında dergide konuyla ilgili makale yayımladı.
Ürünün satılabilmesi için şirketin iki problemi vardı. Ürünün satılabilmesi ve reklam. Şubat 1864’te reklam yaparak pazara ilk satış Johnson, Matthey Şti tarafından yapılan satış olmuştur. Roscoe, başından beri magnezyumda ki gelişmeleri, kendisi önerdiği için magnezyumu dikkatle izliyordu.
Araştırma sonuçları Edward Sonstadt tarafından da duyulmuştu. Ticari boyutta satabilecek miktarda magnezyum üretebilir miydi acaba? diye düşünüyordu eğer Crookes bunun faydalı olacağını düşündüyse, para kazanabilir bir fikir olabilirdi. 1862 yılının başlarında önce Nottingham’da sonra Loughborough’da magnezyum cevheri ile çalışmalara başladı. Sonunda, iğne kafası büyüklüğünden yumurta büyüklüğüne değişik boylarda magnezyum üretmeyi başardı. Aynı yılın kasım ayında “magnezyum üretiminde iyileştirmeler” başlığında patent aldı. Geçen aylarda, üretimi iyice rafine edip, bir kalıp magnezyumu Kraliyet enstitüsü’nden Profesör Michael Faraday’a sundu. “Bu gerçekten bir başarıdır” diye açıkladı Faraday. 1864 yılında, daha büyük bir parça magnezyum verildiğinde ikinci yorumu “Bir anda ateş almayacağını umuyorum” oldu. Aslında magnezyumu gerçek gücü çabuk ateş almasından geliyordu. Yaşlı profesörlerden
Brothers dahil birçok üye, Manchester Fotoğraf Derneği’ni bir anlaşmazlıktan dolayı terk etmiş ve Manchester Edebiyat ve Felsefe Derneği altında fotoğraf bölümünü kurmuşlardı. 9 Şubat 1864’de, toplantılardan birinde Roscoe magnezyumu yakmış ve herkes çok beğenmişti. Brothers bir parça Roscoe’dan temin etmiş ve deneylere başlamıştı. Yumru halinde aldığı magnezyumu, Brothers çekiçle döverek düz kağıt haline getirmiş daha sonra bunu makasla şerit halinde kesmiş ve fotoğraf çekmeye başlamıştı. Daha sonra dernekte ki arkadaşlarına;
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
“50 saniyelik magnezyum ışığı ile iyi bir negatif kopya aldığını belirtti- Kopya karanlık oda da yapılmıştı.” Magnezyum telin yanabilmesi için, Magnezyum Metal şirketinin iki çalışanı William Mather ve Mr.Platt magnezyum lambasını icat ettiler.
2009
3
Brothers, 22 Şubat 1864’de portre fotoğraf çekimlerinde magnezyumu kullanan ilk kişi oldu. Bu başarı ile Sonstadt’ın aldığı riskler nihayet meyvesini vermeye başlamıştı. Brothers şerit halindeki magnezyumun tel halindeki magnezyumdan daha iyi yandığını gördü ve magnezyum şirketine başvurdu. William Mather üretim makinalarının dizaynını değiştirerek artık şerit halinde de magnezyum üretmeye başlamıştı. Magnezyum’la olan denemeleri devam eden Brothers, Paris’te ki Nadar gibi en iyi ışık açılarını ve en iyi yansıtıcıları bulmak için uğraşı veriyordu. Tıpkı Nadar gibi Brothers’da rakiplerine ticari üstünlük sağlayacaktı eğer portreleri günışığından bağımsız bir şekilde çekebilseydi. Büyük ihtimalle sadece bu üstünlüğü elde etmek için değil doğal merakı sonucunda da denemelerine devam etti. Brothers aynı zamanda astrolojiye de meraklı bir insandı ve İskoç kraliyet derneğinden astrolog Profesör Charles Piazzi Smyth ile tanıştı. 1864 yılında, Smyth Mısır’a bir keşif gezisi düzenlemeye çalışıyordu. Ne yazık ki bilim çevrelerinden ve genel kamuoyundan çok fazla bir destek gelmemişti. Hatta birçok bilim çevrelerinde teorilerini açıklarken gülünmüştü bile kendisine. Moralini bozmayan Smyth, kendi parası ile gitmeye ve teorilerini destekleyecek bulguları bulurken fotoğraf çekmeyi de düşündü. Mısır’a daha evvelden gitmemiş olsa bile Mısır hakkında bilgi sahibiydi. Mısır, 19.yüzyılda bilinen popüler bir ülkeydi ve Mısır krallarının rölyefleri özellikle fotoğrafçılar tarafından kullanılmış ve bazıları bu işten çok para kazanmıştı. Bunlardan birisi de Francis Frith idi. Frith ıslak plaka yöntemini sıcak ve kuru ortamlarda kullanışlı bulmuyordu. Karanlık çadırı cehennem sıcağı ile fırın gibi oluyor, sinekler ıslak plakalara yapışıyor ve zaman zaman kimyasallar yüksek ısıda akıyordu. Smyth tüm problemlerle yüzleşecekti. Dikkatli bir planlama ile hem kullanacağı kamerayı hem de kullanacağı emülsiyonu düşünmesi gerekiyordu. Daha sonra “Fakir bir adam’ın fotoğrafı” diye adlandıracağı çalışma da karşısına çıkacağını düşündüğü problemleri bertaraf etmek için birkaç adet yeniliğe imzasını attı. Derleyen, tercüme eden: Ender Usuloğlu Kaynakça: ―The Photograph Darkness: The History of Underground and Flash Photography Chris Howes, 324 sayfa, 1989, Yayımcı Alan Sutton Publishing, Gloucester, İngiltere Fotoğraflar: Ender Usuloğlu
4
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
Küre Dağları’nda Doğal Yaşama HES Tehditi Ali YAMAÇ (ASPEG)
Yurdumuzda akan her nehire, dereye, çaya potansiyel enerji kaynağı olarak bakan DSİ uzun bir zamandır Kastamonu, Devrekani Çayı’nı da gözüne kestirmiş durumda. Kastamonu il sınırlarında planlanan 38 baraj ve hidroelektrik santrallarından dört tanesi Devrekani Çayı üzerinde. Cide, Tor, Ilıca ve Cürümören’de planlanan bu dört HES’in iki tanesi; Tor ve Ilıca’nın hikâyeleri çok ilginç. Tor Mahallesi, Valla Kanyonu’nun tam ağzında. Buraya inşa edilecek bir baraj kanyona doğru akan Devrekani Çayı’nın önünü keserek tüm Ilıca ve civarını sular altında bırakacak. Evet, Milli Park’a dokunmuyor ama Milli Park’tan başka her şeye ve her yere dokunmakta. Ilıca HES diye sunulan projenin ise daha ilginç bir hikayesi var: Bu santralın Horma Kanyonu önüne yapılması düşünülürken, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın onayı olmayınca “ O zaman suyu borularla Pınarbaşı yakınına çekelim, regülatörü de oraya koyarız” haline döndürüldü. Alternatif projeye göre tüm bölge kazılarak 4 km boru döşenecek. Yani, “ne olursa olsun yapacağız” durumu. Geçenlerde Kurucaşile yakınlarında, Kapısuyu’nda idik. Kalker kayalarla bezeli, yemyeşil, ve içinde, Karadeniz’de pek rastlanmayan sandal ağaçları bulunan 2 km lik bir vadi ufacık ve ne işe yarayacağı belli olmayan bir baraj için yok ediliyordu. Şimdiden Kapısuyu Vadi’si mıcır ocağı haline getirilmiş, ağaçlar kesilmiş bile. “Ataç İnşaat yapıyor” dediler. Kurucaşile ve Kapısuyu halkı tepkisiz. HES’in Hortumu Bir musluğa takılı hortumla bahçenizi suluyorsunuz. Hortum o kadar eski ve delik deşik ki musluğu ne kadar açarsanız açın hortumun ucundan parmak kadar bir su zar zor akıyor. Ne yaparsınız? Sizi bilmem ama Şu anki hükümet bu soruna musluğu daha fazla açarak çare bulacağını zannediyor.
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
Türkiye’de şu anda kurulu ve aktif durumda 172 hidroelektrik santrali var. Küçüklü büyüklü bu 172 santralin toplam kurulu gücü Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yarısını karşılamakta. Peki sorun ne? Sorun bahçe hortumu! Ana istasyonlardan elektrik taşıyan kablolar o denli eski ve yıpranmış durumdaki üretilen elektriğin %30-35’i, yani toplamda 50 – 60 barajın enerjisi bu kablolar üzerinde kayboluyor. İşin en komik yanı ise, eskimiş bu yüksek gerilim kablolarını yenilemenin maliyetinin ancak büyük bir barajın maliyeti kadar olması. Ne Yapmalı? Bu toprakların bireysel çıkarlar uğruna yağmalanmasına veya plansız, ucuz politikalardoğrultusunda heba edilmesine hep birlikte tepki göstermek zorundayız. Artık biraz daha duyarlı olun, konuşun, yazın, küfredin, kınayın; www.kastamonu.org.tr adresine imza verin. Yoksa günün birinde, bu ülke elimizden, avucumuzdan kayıp giderken hiçbir şey yapmamış olmanızın vicdani sorumluluğu sırtınızda taşınması ağır bir yük olacaktır. Fotoğraflar: Ender Usuloğlu
2009
5
KARST VE MAĞARA FOTOĞRAF YARIŞMASI
KINGSTON VE CADIKAZANI BÜLTENİ İŞBİRLİĞİ İLE DÜZENLENECEK FOTOĞRAF YARIŞMASINDA BİRBİRİNDEN GÜZEL HEDİYELER SİZLERİ BEKLEMEKTEDİR Katılım koşulları -Kingston sponsorluğunda düzenlenen yarışmaya profesyonel/ amatör herkes katılabilir. -Daha önce herhangi bir yarışmada ödül kazanmış fotoğraflar yarışmaya katılamaz. -Yarışmaya Karst ve Mağara konularında toplam en fazla iki fotoğraf ile katılabilirsiniz. -Yarışmaya katılacak fotoğrafları yarisma@aspeg-tr.org’a yollayabilirsiniz. -E postanın konu bölümüne “Kingston Fotoğraf Yarışması” yazılıp, e posta içerisine ad-soyad, doğum tarihi, fotoğrafların nerede çekildiği, telefon numarası ve adres yazılması gerekmektedir. -Gönderilecek fotoğraflar JPEG formatında, her bir fotoğrafın dosya boyutu en az 1 MB, en fazla 4 MB arasında olmalıdır. -Başarı ödülü ve sergileme alan fotoğraflar Cadı Kazanı bülten’in www.cavephotos-turkey.com sayfası ve Kingston’un websitesinde yarışma duyuru amaçlı kullanılacaktır. -Bu fotoğraflar için verilen ödüller dışında ayrı bir telif ücreti ödenmeyecektir. ASPEG, fotoğrafları her türlü yayınında katılımcı ismi belirterek kullanma hakkına sahiptir. -Başarı ödülü ve sergileme kazanan fotoğrafçılar e posta ile haberdar edilecektir.
-Ödül kazananların hediyeleri yarışma sonuçlandıktan sonra en geç bir ay içerisinde gönderilecektir. - Posta sunucularında ki ve internet hatlarında ki gecikme ve kayıplardan Kingston Technology Company Inc ve Cadı Kazanı bülten ekibi sorumlu olmayacaktır. -Gönderilen fotoğrafların tamamı yarışçı tarafından çekilmiş olmalıdır. Başkasına ait görüntülerin olduğu gibi veya kısmen kullanılması durumunda ortaya çıkabilecek telif hakkı ihlallerinin tüm hukuki sorumluluğu katılımcıya aittir. -Yarışmaya e posta göndererek katılan herkes yukarıdaki kuralları kabul etmiş sayılacaktır. Son Katılım Tarihi: 1 Ocak 2010 Sonuç Bildirim Tarihi: 15 Ocak 2010, Cadı Kazanı bülteni ve www.cavephotos-turkey.com adresinde duyurulacaktır. Ödüller: 1. Dereceye 2. Dereceye 3. Dereceye
Kingston 16 GB USB Bellek Kingston 8 GB USB Bellek Kingston 4 GB USB Bellek
ve daha sürpriz ödüller... Ayrıca sergilenmeye layık ek 7
fotoğraf, kazananlarla beraber websitesinde yayınlanacaktır. Jüri: Metin Albukrek (BUMAD, ASPEG), Burak Barmanbek (BUMAD), Ali Ethem Keskin (Atlas Dergisi Fotoğrafçısı) Organizasyon: Cadı Kazanı bülten ekibi ve Andaç Çetinkaya
6
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
Yazdan bir esinti ! Marmara Adası’nda Mağaracılık Emre KURUÇAYIRLI
Marmara Adası’na sık gidip gelen arkadaşımız Gülşen Küçükali 2008 yazında, aldığı ihbarı değerlendirerek, adanın kuzey kesimindeki bir tepede üç dikey mağara tespit etmişti. Mağaraların araştırması için Ali Aytan ve Ender’in 14 Şubat’da goncagüllerini yedi tepeli şehirde bırakarak gittikleri ekspedisyon ise kar ve tipi (goncagüllerin gazabı) tarafından baltalanınca bu iş 2009 yazına, yani bizim gezimize kaldı. 10 Temmuz: Feribotumuz Marmara Adası’na kuzeyden yaklaşırken Gülşen bize Saraylar Beldesi’nin ve çevresindeki mermer ocaklarının üzerinde yükselen dağları işaret etti: “Şu tümülüse benzeyen tepe var ya, mağaralar işte onun üzerinde, hatta bir tanesi bunun zirvesinde.” Marmara Adası’nın en yüksek noktalarından biri olan ve araştıracağımız mağaraların üzerinde bulunduğu Sivritepe gerçekten devasa bir tümülüse benziyor. 11 Temmuz: Sabahın erken saatinde arabayla dağlara tırmanıyoruz. Yolun büyük bölümünü kontrolsüz ve umarsızca açılmaları özellikle son hükümet döneminde ivme kazanan mermer ocaklarının çirkin görüntüleri içinde gidiyoruz. Arabayı gidebildiği yerde yani mağaraların bulunduğu Sivritepe’nin eteğinde bırakıyoruz. Yanımıza sadece bir büyük şişe su almışız. Arabada bulduğumuz ve bir önceki günden kalma kimi yarım kimi çeyrek dolu iki üç küçük şişeyi de eklersek, yanımızdaki su üç kişiye ancak bir iki saat yeter. Oysa biz bu susuz dağ başında bütün gün çalışmayı planlıyoruz. Bu kadarla da kalsa iyi. Birimiz Ender’in eşi Canan’ın elcağzıyla hazırladığı sandviçlerimizi çantasına atmıştı. Ama çantaya yeni bir şey tıkmak için bunları geçici olarak çıkarmış ve bir şekilde geri koymayı unutmuştu. Yine bir önceki günden arabada kalan yarısından fazlası tüketilmiş bir paket bisküvi buluyoruz. Bütün gün onunla idare etmek durumundayız. Bir diğerimiz ise tepeyi tırmandıktan ve mağara ağzında srt setine kadar kuşandıktan sonra kaskını yanına almadığını fark ediyor. Hatta, dağın eteğindeki arabaya, kaskı almaya inerken bayır aşağı bakışta ‘kestirme’ gördüğü rotayı izlerken saplandığı maki cangılından kurtulması baya bir zaman ve debelenmeye maloluyor. Şapşallık mağaracı olmanın önşartı mı acaba? Önşart konusunda iddiamızı ispatladıktan sonra uygulamaya, yani mağaracılığa geçiyoruz. İlk mağaramız olan Ermeniköy-1 Obruğu’na babadan kalma yöntemle bir taş atıp saniye sayıyoruz: Tahmini 30-35 metrelik ilk inişle başlayan bir obruk sözkonusu. Fena değil. 2001’den beri yaptığım tek dikey mağara etkinliği ABD’nin güneydoğusunda 2006’da girdiğim bir mağarada yaptığım 15 metrelik iniş ve çıkış. Şimdi bu obruk son sekiz yılda girdiğim en ciddi mağara olacak. Mağaracılığa dönüşümü defineci çukurlarının sinir bozucu Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
görüntüleriyle dolu kuru ve yatay bir mağarada yapmaktan daha heyecanlı. Önden inen Ender inişin ortasında bolt çakıyor. Neredeyse bitirmişken hayretle haykırıyor: “Ha.. tir, burada dübel var!” “Nassı yani, ne dübeli” şeklinde gösterdiğim tepkinin akabinde ben de elimi dayadığım kayada elimin birkaç karış ötesindeki üç paslanmış dübeli farkediyorum. Döşememize başlarken nasıl fark edememişiz hala anlayabilmiş değilim. Mağaracılığın önşartından olsa gerek. Mağaraya iniyoruz. İpimizin indiği noktadan biraz ötede mağara dar bir çatlaktan devam ediyor. Bu çatlağın geçit verdiği birkaç küçük ve alçak odacıkla mağara bitiyor. Mermer kayaç içerisinde oluşmuş bu mağara oluşumlar bakımından bir obruk için zengin. Bol bol resim çekip, ölçüm yapıp çıkıyoruz. Genelde çamursuz olmalarının yanı sıra obrukları şunun için de severim: Kolay döşenir ve kolay ölçülürler. Daha sonra obruğun derinliği 40 m. olarak tespit edildi. Dağın yamacındaki karst arazisinde yapılan kısa bir yürüyüşle ikinci mağaraya varıyoruz. Baca inişi ve kısa bir atlayışla kolayca inebildiğimiz bir çatlak. İner inmez etrafımızdan kalkan sinek bulutu her tarafımızı kaplıyor ve bunun hatırı sayılır bir miktarını yutuyoruz. Giriş odasının sonunda galeri yüksek eğimle inen bir daral halini alıyor. Gülşen ve ben sırayla zorlayıp daha fazla zorlamamaya karar veriyoruz. Kısa bir mağara ölçümünü takiben yapılan yine yamaç boyu bir yürüyüş ve işte üçüncü mağara. Birinci mağaramıza nazaran gösterişi az olan bir obruk. Daha dar ve derinliği onun yarısı kadar (daha sonra 18 m. olarak belirlendi). Ama en azından bakir; çünkü bu sefer sağda solda eski dübeller görünmüyor. Ermeniköy 3 olarak adlandırdığımız obruğu döşeyip, ölçüp, topladıktan sonra öngörülen işi bitirmenin verdiği kıvançla malzememizi sırtlayıp bayır aşağı vuruyoruz. Yüksek bir tepeye sırtımızda malzemeyle tırmanıp inmiş, iki dikey mağara döşeyip, ölçüp, toplamıştık. Yani yorgunduk. Ayrıca kahvaltıdan beri, yani son dokuz saattir yediklerimiz ikişer bisküvi ve ikinci mağaraya girerken yuttuğumuz sineklerden ibaretti. Ama herkes yorgunluk ve açlıktan değil de susuzluktan şikayetçiydi. Mağaralarda harcadığımız efor ve mağara dışında maruz kaldığımız kavurucu temmuz sıcağına karşın son 6-7 saattir bir damla bile su içememiş olmak dilimizi damağımıza yapıştırmıştı. Ama ağlamıyorduk çünkü bizi yarım saat içinde medeniyete yani yemek ve suya ulaştıracak olan arabamıza yaklaşmaktaydık. Arabaya ulaştığımızda ise geliş yolunda fark etmeden patlattığımız bir lastiğin yere yapışmış olduğunu gördük. Lastik değişimi açlık ve susuzluğumuza, kör talihimize saydırdığımız küfürlerle geçen, bir 25 dakika daha ekledi.
2009
7
Dönüş yolunda mermer ocaklarının döküntülerinin oluşturduğu labirentlerde attığımız gereksiz bir iki tur zaman kaybını ve eziyeti biraz daha arttırdı. Son viteste medeniyete ulaştık ve Ender ancak ilk bakkalı gördüğümüzde frene dokundu. Kendimi arabanın dışına atıp bakkalın kapısından uzun atlayışla girdiğimde araba zaten daha durmamıştı. Gezi tarihi: 11-12 Temmuz 2009 Geziye katılanlar: Emre Kuruçayırlı, Gülşen Küçükali, Ender Usuloğlu
Fotoğraflar: Gülşen Küçükali
8
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
Mağaracılıkta Eklektik Akımı Ender USULOĞLU (ASPEG)
Eklektik mağaracılık: ASPEG sanırım buna iyi bir örnek oluşturuyor. Bir kişinin veya grubun eklektik olup olmadığına karar vermek için değişik açılardan bakmakta fayda var. Ben burada grup olarak üyelerimizin çeşitliliği, grubun işleyişi ve geliştirdiği politikalara baktığımızda eklektik yorumunu yapabiliyorum. İlk önce, üyelerimiz: Herhalde Türkiye’de bu kadar çeşitli insanların bir araya geldiği bir grup yoktur. Öğrencilerden tutun, subayımızdan özel sektörde çalışanlara (ATM makinaları tamir edenden, otel çalışanına, firma sahiplerine) ve oldukça kendine münhasır insanlar. Düşünceler ve fikirlerde çok seslilik. Kendi tanıtım sistemi içinde belli bir şekilde seçilmiş insanlar, birbirlerini bulmuşlar. En son Kıbrıslı bir arkadaşımız katıldı aramıza; Andaç. Bir hotelde bilgi işlemde çalışan, her türlü kamp malzemesi olan ve son derece kafa çıkan yani bize uyan bir arkadaşımız. Üye olurken seçmemiz şu şekilde oldu? Düdenyayla’ya gel ama kamp malzemen olması lazım var mı? “hepsi var abi!”. O zaman tamam dedik tabii arada şevkle iletilen Kıbrıs’la ilgili mağara bilgileri de hızlandırıcı faktör oldu hep. Grubun işleyişi bir garip yani ihtiyaçlara göre seçerek gidiyoruz. Grubuz ama dernek değiliz. Dernek değiliz ama dernek gibi hareket ediyoruz; tüzüğümüz, yön-kur’umuz denetleme kurulumuz bile var. Yön-kur toplantıları 5 kişi arasında geçmiyor. Genişletilmiş yön-kur gibi bir kavramı birazda eski BÜMAK mantığı ile hareket ederek birçok üye konular konusunda görüş bildiriyor ama işimize gelmeyince de sürümceme de kalan konuları da sadece yönkur üyeleri ile hallediyoruz, karar alma mekanizmasını hızlandırmak adına. Arada bir de gmail grubunda üye olmayan diğer 40 kişiye de fikir beyan etmesi için zaman zaman danışıyoruz özellikle yapılan anketlerle nabız yokluyoruz. Kurullar aracılığı ve gönüllülük esasına göre işler paylaşılmıştır bu da (herkes bu fikre katılmasa da) birçok üye aktif olarak çalışmaktadır.
bahsediyorum ama eklektik ne demek? Sözlüğe göre İngilizceden devşirme eklektik: a). Çeşitli sistem ve kaynaklardan derlenmiş; seçme şeylerden ibaret; seçen, derleyen; b). Felsefe ve sanatta belirli bir inancı olmayıp çeşitli fikirler ve üsluplar içinden kendine uygun gelenleri seçen kimse, değişik sistem ve fikirleri birleştiren kimse. eclectically c).seçip toplayarak, derleyerek. eclecticism d). seçip toplamak eğilimi. Sanırım ASPEG’i kuvvetli yapan her yaptığı işte eklektik davranmasıdır. Bu yapı içinde özellikle üyelerinin eklektik olması zaman zaman grubu yorsa da, farkında olmadan ASPEG’i güçlü yapan en büyük etkendir.
Fotoğraflar: İlker Gürbüz, Ender Usuloğlu
Gelelim grubun politikalarına. Oluşturduğumuz politikalar Türkiye’de var olan genel akımla birebir, aynısı olmayan ve belli yerlerde örtüşmeyen politikalardır. Mesela biz yabancı mağaracılara karşıyızdır ama sadece tek başlarına gelirlerse ve Türk mağaracılığı bir şekilde bundan nemalanmazsa. Dünyadaki mağaracılık alanındaki işbirliğinin özellikle bilimsel olarak, farkında olan biz, bize veya Türkiye’de mağaracılığa katkıda bulunacak işbirliğine açığızdır. Diğer politikaları burada tek tek saymayacağım hepsini websitesinde bulabilirsiniz ama politikalarımız ana akımdan tepki görmektedir bu da ASPEG’in farklı bakış açısını göstermektedir. Tabii burada ASPEG’in eklektik olmasından Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
9
Peynirçiçeği Mağarası 1979-2009 Hatıratı Çağan ÇANKIRILI (ASPEG)
Peynirçiçeği Mağarası pek çok konuda ilk ve nasıl olduysa da aynı şekilde son mağaradır. Peynirçiçeği Mağarası, Bodrum’da kız peşinde koşmaktan yorulan mağaracıların nefes alabilecekleri, küçük, sevimli ve başı dertten kurtulmayan hoş bir mağaradır. Gündoğan Kasabası’nın köy çıkışından hemen sonra Türkbükü’ne doğru giderken Han Ferforjeyi geçince sağa doğru giren tali yolda 50 m gittikten sonra sağınızda göreceğiniz hoş bir mekandır. İsmi kulağına tanıdık gelenleri biraz sonra bu dertten kurtaracağım. Mağaraya modern insanın ilk girişi 1979 yılında olmuş (modern insandan kastım defineci olmayan). Bu kişi şu anda da mağaranın korunmasında aktif rol alan Cüneyt Karaoğlu. Bu yüzyılda diğer girenlerde meraktan girip, içeriye soktuklarını bırakıp, sarkıt dikit ne varsa alabildikleri toplayıp dışarı çıkmışlar. TAY’daki araştırma tarihçesine göre: “İlk incelemeler 1992’de Bodrum Sualtı Müzesi arkeologlarından H. Özdaş, B. Berkaya ve fotoğrafçı O. Hamza ile başlamış. Sonra 1993 – 1994 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nden I. Yalçınkaya, A. Ozten ve B. Alpagut tarafından devam ettirilmiş”. Bu araştırmaların sonucunda bulunan bulgulara göre sevimli Peynirçiçeği Mağaramız Bodrum’un en eski yerleşim yeri ve laf aramızda tarih olarak Kalkolitik Çağ ve İlk Tunç Çağı’na kadar gidiyor. Yani ben diyim üç sen de beş bin yıl önceye uzanan bir yerleşimi var. İçeride bulunan balta başı Bodrum Müzesi’ne yollanmış. İçeride hala çanak çömlek parçaları var. Hani amatör bir gözle söylüyorum, gidip sistemli bir şekilde kazılsa, taş toprağın altından bir şeyler daha çıkar gibi geliyor bana. Diğer mağaralarda gördüğüm arkeolojik çalışmayı burada göremedim. Varsa da öyle bir örtmüşler ki üzerini, sanki hiç ellenmemiş gibi olmuş. Buraya kadar anlattıklarıma dikkat ederseniz, daha mağaranın haritası maritası yok. Sene oluyor
2004. EMAK’lı arkadaşlarımız geliyorlar ve en sonunda mağaranın haritası çıkarılıyor. Sevgili müze yetkilileri uzunca bir süre gerek duymamış olsa gerek, mağaranın haritası 12 yıl sonra bir üniversite kulübü tarafından hazırlanarak ilk defa coğrafi olarak tanınıyor. Buradan giden ekibe kendimce teşekkür ediyorum. İş müzeye kalsa zaten oho oooo... Sene oluyor 2007. Türkiye’de kurulan ilk mağara ve çevre koruma sivil insiyatifi sayabileceğimiz Peynirçiçeği Gündoğan Gönüllüleri bir araya geliyor. Başlarında Sema Höçek. Ekipte Cüneyt Bey’de var. TMB’yi arıyorlar. Diyorlar ki: “Peynirçiçeği’ni temizliyeceğiz, çevre halkına önemini anlatacağız, şenlik düzenleyeceğiz...”. Bu gönüllüler bölgeyi çok seven bir grup insan. Peynirçiçeğini kendilerine sembol olarak almış, ilk önce mağarayı temizleyip uyandırdıkları farkındalık ile Gündoğan’ı çevre bilincine kavuşturmayı hedefleyen bir grup. Çoğu emeklilerden oluşuyor, aralarında gençler de var. Sonra ki yıllarda, denize akan foseptiklere de, kıyıdaki kaçak yapılara da savaş açıyorlar. Ama altını çizerek vurguluyorum, ilk defa bir mağarayı temizlemek için sivil insiyatif devreye giriyor. İlk defa çevre halkını bu konuda bilinçlendirmek için mağaracı olmayan bir grup insan kolları sıvıyor. İlk defa, bir mağara için şenlik düzenleniyor. Üstelik belediye de işin içinde. İnsan devamlı gelen mağara tahribatı haberlerinden sonra mutlu oluyor. TMB toplanıyor, olay yerine intikal ediyor. Gönüllüler bizi ağırlıyor, kalacak yer buluyor, yemekleri ayarlıyor. Mutluluktan uçmamak elde değil. O zaman ki TMB başkanı Ali Yamaç bir iki gün önce gelip son ayarlamaları yapıyor. Kemal ile bendeniz de olay yerindeyiz. İş tahmin edildiğinden de büyükmüş meğer. Şenlik var, şölen var, basın var, devlet yetkilileri var, sanatçılar gelecek... İçeri girip durumu ufak bir ekip ile yokluyoruz. Vandalizm’in boyutları büyük, her yerde çöp var. Ama bir sorun daha var, söylentide olan asıl çöpleri bulamıyoruz. Söylentiye göre, mağaranın üzerinde olan evlerin önündeki küçük deliklerden içeriye çöpler atılıyormuş. Ara ara, bahsi geçen çöp yığını yok. Hoş içeride zaten bulmuş olduğumuz çöpler bir yığın ama içeride daha önce görüldüğü söylenen televizyon kasası yok. Hayırdır inşallah? Dışarı çıkıyoruz, söylenenleri doğruluyoruz, EMAK ile araştırmaya gelen Arda’yı (Peksev) arıyoruz ama bulamıyoruz bahsi geçen çöpleri. Sonra karar veriyoruz, ertesi gün tekrar gireceğiz. Çöpleri bulacağız, TMB’nin asıl ekibini karşılayacağız, hep beraber çöpleri toplayıp basının önüne yığacağız! Ertesi gün olur ve biz yine mağaraya gideriz. Belediye biz gelmeden önce mağaranın korunmasına hazırlık olarak girişe demir parmaklık yaptırmış. Anahtarı gelince içeri girip bu sefer tüm daralları turladık. Mağaranın sonuna doğru duvarın ortasında ki deliğin içine, şimdi hatırlamıyorum bir şey deliği diyorduk, tırmanıp sürünmeye başladım. 50 cm kadar. Sonra bir anda daral genişledi ve
10
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
ufak bir odacık oluştu. Bir iniş, bir çıkış, AHA! Ufak bir çöp yığını! Hayda... Televizyon gene yok. Ama içeride balıkçı ağı var, hem de ufak dubaları ile beraber. Yuh! Bu nasıl bir zihniyet? Ağı biri mağaraya salmış resmen...
Ortalığı arayıp taradıktan sonra ufak bir grup yarasa bulup televizyonu yine bulamadan dışarı çıktık. Çıktık dediğim girişe kadar çünkü müze bakanlığı arıyor: “İçeriye yetkisiz adamlar giriyor” diyor, bakanlık: “Girişi engelleyin” diyor, müze de bizim mağaraya girmemizi engellemek için kapıyı kilitliyor; DIŞARIDAN! Bu durumda Gündoğan Gönüllüleri dışarıda, mağaracılar içeride birbirimize bakıp duruyoruz. Onlar bize dışarıdan su, kola falan verip bizi besliyorlar, biz de mağaraya hapsolmuş bir şekilde gönüllülerin bakanlığı ikna etmesini ve dışarı çıkmayı bekliyoruz. İşin içindeki ironi şahane. 1993’de başlat kazıyı. Oldukça mantıklı bulduğum söylentiye göre bir de girişi kepçeyle genişlet (çünkü mağaranın ağzının içine kadar stabilize yol var), sonra 14 yıl sürme elini, elalem girsin içeri çöp döksün, içsin, definecilik oynasın, üstüne de içeriyi temizlemeye çalışanların üzerine kapıyı kapat. Buyrun buradan yakın. Bu olaylardan sonra bakanlık ikna edilince, müzenin yetkili haşmetmeapları bizi serbest bıraktı. Sonra ekipleri beklemek ve mağaranın kayıp kolu hakkında bilgi edinmeye başladık (Tabii bu arada gönüllüler ile son durum değerlendirmesi, dansçı bir kız için yarasa kostümü tasarımı önerisi, deniz, kum, bira, pizza, kızlar falan...
önceden hazırlamış olduğu bira rezervi açıldı. Demir kapının dışında gönüllüler bizlere iaşeyi verirken, kilidi açık olsa da içeride kalmayı seçen mağaracılar höpürdetmeye ve luplatmaya başladı. Bunun fotoğrafı birinde varsa lütfen o anı bana yollasın da gelecek sayıda yayımlayalım: Dışarıda şortlu teyzeler, amcalar bize demir parmaklıkların arasından yiyecekleri uzatıyorlar, içeride üstleri çıplak, altlarında tulum ve çizmeli mağaracılar tıkınıyorlar. Öğleden sonra temizliğe devam edildi. Yukarıdan mağaraya girişi olan delikler tespit edildi. ANÜMAB’lılar sığabildiklerinden iplerle indi. Darallar araştırılmaya devam edildi. En sonunda EMAK’ın bahsettiği kol bulundu. Tabii yeni bir sorun ile beraber. Çöplerin döküldüğü yere giden kol çok darmış ve o yüzden çöpleri çıkaramıyorlarmış. Yapacak bir şey yokmuş ne yazık ki. Televizyon bulunmuş sonunda. Tam mağaradan çıkarken, bir anda gözümüzde flaşlar patlamaya, kamera ışıkları gözümüzü yakmaya başladı. Geçici körlük içerisinde Ali Yamaç gazetecilere durum değerlendirmesi yapmaya çalışırken, biz de bastığımız yeri görmeye çalışıyorduk. Bu arada arkadaki ışıktan güzel bir kadın silüeti geldiğini gördüm. Bikiniliydi ve fransızca konuşuyordu. Akşam olurken, çalışmalar ertesi güne bırakıldı. Muhtarın yerinde rakı balık yapıldı. Bodrum gece lerine akıldı. Plajda içildi, Körfez de eğlenildi. Hatta Özge barmene Kemal ile beni satmaya bile kalkıştı. Gece güzeldi ama biz yine de gündüze, Peynirçiçeği’nin ibret verici hikayesine dönelim. ARKASI YARIN...
Ertesi gün temizlik günüydü. Sonraki gün basın, yetkililer, halk falan gelecek, sonra şenlik falan, kaosu bilirsiniz. TMB’den gelen ekipler ile temizlik başladı. ANÜMAB’li bir grup mağaracı da EMAK’ın zaman yetersizliğinden çizemeden çıkmak zorunda kaldığı kolu aramaya girdi. İçeriden çıkan çöplerin haddi ve hesabı yoktu. Sigara kutu ve izmaritleri, plastik ve cam şişeler, balık ağı, çeşitli çap ve ebatta konserveler, üzerinde numarası ile beraber diklemesine ikiye kırılmış mavi bir ev kapısı, klozet kapağı gibi bilimum insan eseri çöp poşetleri ile dışarı taşındı. Dışarıda da halka sergilenmek için kenara konuldu. Bu arada heykeltraş olduğu iddia edilen bir şey türedi ve çöp yığınlarından sanat eseri yapmak istediğini söyledi. Öğlen olmuş, mağaracılar acıkmıştı. Gönüllüler bizlere karışık pide ve ayran ikram ederken, mağaracıların Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
11
Biliyor muydunuz?
Dünya’nın en yaşlı mağara ekosistemi nerededir? Romanya’da bir bölgede yapılması planlanan nükleer santral inşaatından önce yüzey araştırması için çağrılan jeologlar tarafından bulunan Movile Mağarası’nda 5.5 milyon yıldır yeryüzünden izole olmuş inanılmaz bir ekosistem olduğunu biliyor muydunuz?
5.5 milyon yıl önce buzulların erimesiyle mağaranın içine hapsolmuş 33’ü endemik olan bu 48 tür milyonlarca yıldır yeryüzünden hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Otokton denen bu ekosistemdeki canlılar çok uzun süredir dış dünyadan izole halde yaşadıkları için çok az değişikliğe uğrayarak günümüze kadar yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Derleyen. Sinan Poyraz
12
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
Speleosanat
ŞİKAYETNAME Koyduk bu yola baş iki dost seneler evveli Asla çevirmedik bizlere açılan elleri Biz böyle öğrendik zamanında tüm bu işleri Gel gör ki sen camızların bitti artık işleri İlim dediler öğrettik öğüt dediler verdik Boynuz kulağı geçer diye asla dövünmedik Yaptıklarımızla biz hiçbir zaman övünmedik Gayemiz faideli olacak şeyler bırakmaktı İlim fikri istediler çıkardık biz verdik , Eğer ister isen yardımda ederiz biz dedik Gel gör ki sen camızların bitti işleri artık Gayemiz faideli olmak bir şeyler bırakmaktı Ey dübrü koca yaylacı kulak ver şu fakire İspat yapmaya kalkarsan alamazsın mertebe Bunun vardır ahlakı şer düşünme küçük beyninle Boş iş yapma doğruyu yakala sen kendi ehlinle Ey armud-u ham ,susuz zerdalilerle bu iş olmaz Kimsenin yaptığı kimsenin yanına kar kalmaz Gel sende gir bizlerle şu hak yola baş koymuşlarla Emin ol arsız oğlan ağzın şarabsızda kalmaz Baş olmuşsun suyu çekilmiş zerdaliye hıyara Erliğinden şüphe ederim alırım seni dalgaya Burada bu kadar er yürekli has adam varken Açamazsın sen onlarla asla uzaklara yelken Sanma bilmem kaç metreye indin oldun fatih-i cihan Çalış çabala da sen ol önce faideli bir insan Bu ilmin ahlakı var şer düşünme küçük beyninle Ey sergüzeşt hergele! doğruyu yakala ilminle Adem oğluyuz bizde ettik hata bazı zamanlar Nedendir aslı , halin nedir diye sormadılar Yılmadık üşenmedik kırkına gelirken bu yolda Gayemiz faideli olmak bir şeyler bırakmaktı Doğruyu söyledik dokundurduk mağara ehline Art niyetimiz yoktur kesinlikle böyle biline Her şey dün gibi zırtapoz! işte geldik gidiyoruz Dilin kemiği yok ki, arada bir saydırıyoruz Kızmak yok öyle haa ! camız olmak kötü değil O miskin camızların bile kaymağı ucuz değil Ehl-i mağaracı ! kadir kıymeti bilelim Doldurdum şarabı kadehe haydi gelin içelim Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
Üç beş mağaraya girdin mi sanma oldun mağaracı Girdiğimin adedini ben unuttum biçare yaylacı Hüner iyilik yapmak değildir bu böyle biline Hüner kötülükle savaşmaktır sen sahip ol kendine Aydınlık görünenin altında karanlığı bildim Hakikat değil imiş aslı karanlıkmış gördüm Sıktık dişimizi katlandık biraz Dev sandıklarım birer bit imiş ezdim Fatih Büyüktopçu (Dokuz Eylül Üniversitesi Deprem Araştırmaları Enstitüsü Mağara Araştırma Bölümü) (2006) Fotoğraf: Çağan Çankırılı
2009
13
DİKMEN OBRUĞU’NUN İKİ TIPASI: İkiz Kardeşler Ceyhun ve Sinan’ın Hikayesi Ceyhun ULUDAĞ (ASPEG)
Sinan’la birlikte Akseki Dikmen Köyü çobanının arkasına takılarak 100 baş keçi, 1 çoban, 1 mağaracı ve 1 keçisakallı mağaracı olmak üzere toplam 103 mevcutla Dikmen Obruğunun yolunu tuttuk. Söylentilere göre bu delik, 110 metrelik, içi hazinelerle dolu bir kuyu idi. Hatta çoban bile, dağın başında sesini keçilerden bile sakınıp, fısıldayarak, “oğruğun içinden gömü neyin çıharsa sadece bana söyleyin! Telefon numaramı vereyim…” şeklinde bize baskı yaparak sözde gömüyü sahiplenmeye çalışmıştı. Obruğun başına gelip, çobanı da savuşturduktan sonra delikten aşağıya baktık. Köylüler deliğin içine hayvan düşmesin diye obruğun ağzını büyük kayalarla kapatmaya çalışmışlar, sadece çelimsiz bir insanın geçebileceği küçük bir delik bırakmışlardı geriye. Sağlam kayalardan doğal bağlantı yaparak ipimizi aşağıya sarkıttık. Bir akşam önce Güzelsu köyü muhtarının şerefimize hazırladığı Halil İbrahim sofrasının yan etkisini boşalttıktan sonra obruğa giriş için hazırlandık. Delikten önce Sinan girecekti. İlk istasyona uzun göbek bağını bağlayıp aşağıya sarkmaya çalıştı ama bel hizasında deliğe sıkıştı. Ayakları boşlukta çırpınırken tekerlekli yürütece oturan bir bebek kadar sevimli görünüyordu. Bu şekilde giremeyeceğini anlayınca döşeme için üzerinde takılı olan malzemeler ve iniş için gerekli olmayan tüm teçhizatı çıkartarak yukarıda bıraktı. Daha sonra tekrar aşağıya süzülmeye çalıştı ve kollarını yukarıya kaldırınca yüzey sürtünmesi azalarak yerçekimi yasaları geçerli olmaya başladı. Sonunda deliğin içine girebilmişti (Neyse ki girebildi, yoksa ayağımla kafasına bastırmak zorunda kalacaktım). Çıkardığı tüm malzemeleri ve iki çantayı Sinan’a verdikten sonra sıra bana gelmişti. Deliğe yaklaştım. Bu arada Sinan bir bolt çakmış ve diğer ipe geçmişti. “İp Boşşşşş!!!” böğürtüsüyle birlikte uzun göbek bağımı istasyona geçirdim, deliğin ağzına oturdum, kollarımı yukarıya kaldırarak kendimi delikten aşağıya bırakıverdim. Ekstra malzeme çıkarmadan vücudumu biraz sağa sola bükerek delikten geçtim. Delik gerçekten çok dardı. Desandörümü açarak delikten geçmeme rağmen, ipi geçirmek için baktığımda nizami olarak kapanmış olduğunu gördüm. Sinan’ın ikinci böğürtüsünden dibe ulaştığını anladım, desandöre geçtim ve aşağıya doğru kaymaya başladım. 46 metre kaydıktan sonra dibe indiğimde Sinan, dağ keçisi boynuzlarını inceliyordu. Dağ keçilerinin arazide yetenekli hayvanlar oldukları biliyordum, “bu deliğe düşmüş olamazlar” diye düşündüm. Daha sonradan öğrendik ki avcılar, jandarmaya yakalanmamak için, kaçak avladıkları dağ keçilerinin başlarını kesip obruğun içine atıyorlarmış. Böy-
lece boynuz haricinde post ya da kemik kalıntısı göremeyişimizin nedenini de anlamış olduk. En az 4-5 çift boynuz görüp fotoğrafladık. Ölçüm yaptık ve önde ben olmak üzere çıkışa geçtik. Bendeki çantayı çıkışın yanında gördüğüm bir balkona yerleştirdim. Çıkışta işime yaramayacak tüm malzemeleri çıkartarak çantanın içine koydum. Bu kadar dar bir delikten çıkışın zor olacağını tahmin etmek zor değildi çünkü… Deliğe yaklaştım, öncelikle istasyona uzun göbek bağını taktım, sonra el ve göğüs cumarlarımdan kurtuldum. El cumarımı emniyet için doğal bağlantı yaptığımız üst ipe geçirerek üzengisini kullanmak istedim. Üzengiye bastım biraz yükseldim. Bu sefer de omuzlarım delikten geçmedi. Pozisyonumu değiştirdim tekrar denedim. Yine olmadı. Kaskım sürekli çıkıştaki kayalara takılıyordu. Yaklaşık 10 dakikalık bir uğraştan sonra kask başımdayken o delikten çıkamayacağımı anladım ve çıkartarak kayışını üzengime geçirdim. Tekrar denemeye koyuldum, bu sefer başım geçti ancak omuzlar yine takılıyordu. Sol kolumu yukarıya uzattım, önce kolum, sonra başım delikten çıkmıştı. Çok sevindim hemen çıkayım dedim ama sağ kolumu dışarıya çıkartacak bir boşluk bulamadım. Sağ-sol yaptım, yine çıkartamadım. Tek kolumla kendimi yukarıya çekmek için uğraştım ama vücudumun göğüs hizasından aşağısı deliğin içinde kaldığı için başaramadım. Çaresiz, el cumarımı çıkartarak, kendimi saldım ve tamamen deliğin içine tekrar girdim. Başladığım yerdeydim. Yorgun, terli ve sinirliydim. Biraz dinlendim. Uzun uzun nefes alıp verdim ve tekrar denemek için el cumarımı üst ipe takarak üzengiye bastım. Artık kollarım ve bacaklarım yorgunluktan titremeye başlamıştı. Bu sefer iki kolumu da yukarı kaldırıp önce kollarımı sonra da başımı çıkartmayı deneyecektim. Kollarım geçti, başımı da yan çevirerek çıkarttım. Biraz yüzüm gülmeye başlamıştı sonunda. Bu arada, yaptıklarımı Sinan’a bağırarak iletmeye çalışıyordum. Üzengide yükselebileceğim son noktaya kadar yükseldim ancak, kollarımdan güç alabileceğim bir seviyeye çıkamamıştım henüz. Ayrıca el cumarım delik yüzeyinin altında takılı kalmıştı ve kollarım deliğin yukarısında olduğundan elimi aşağıya indirip el cumarımı çıkartamıyordum. El cumarım yukarıya çıkmama engel oluyordu. Sağa dönmeye çalıştım olmadı, sol yine olmadı, yukarıya zaten çıkamıyordum. Orada öylece tıpa olmuştum. İki hareket tarzım vardı. İlki, bir şekilde aşağıya süzülüp sıfırdan başlamak; ikincisi ise “Sinaaaannnnn!!! Tıpa oldum gel, yardım ett!!!” diye bağırmaktı. Çabuk karar vermem gerekiyordu çünkü kollarım yukarıda kaldığı için kan gitmemeye ve uyuşmaya başlamıştı. İkinci hareket tarzını seçtim. Üst ipe el cumarımla ve istasyona da uzun göbek bağımla bağlı olduğum bilgisini de Sinan’a vererek yardıma çağırdım. 46 metrelik bir kuyunun ağzında ayaklarım boşlukta, tıpa vaziyetinde gelmesini bekledim… Sinan geldiğinde öncelikle beni el cumarımdan kurtarmasını istedim. Daha sonra ayağımın altına
14
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
Sinan’ın dizini destek yaparak kendimi yukarıya doğru itmeye çalıştım. Plan işe yaramıştı. Santim santim yukarıya çekebiliyordum kendimi. Kollarımla kendimi çekebileceğim bir seviyeye çıktıktan sonra artık kendi imkânlarımla yükselmeye başladım ve sonunda delikten çıkmayı başardım (Tabii bu çıkışın izlerini omuzlarımda ve sırtımda hala görebiliyorum. Kaya çizdiği için kanamış ve kabuk bağlamış.). Ben çıktıktan sonra Sinan önce çantaları bana uzattı. Sonra üzerindeki fazla malzeme ve teçhizatı verdi. Sonra da kaskını… O da benim gibi önce kollarını çıkarmadan çıkmaya çalıştı, olmadı. Tek kolunu çıkardı, olmadı. Sonunda benim gibi öncelikle iki kolunu, daha sonra da başını delikten çıkartarak benim tıpa olduğum seviyeye kadar yükseldi. Çıkan son adam olması nedeniyle ayağını üzengiye ya da loop’a yerleştirecek biri yoktu. Bu seviyeden sonra yükselebilmek için ya aşağıdan bir desteğe ihtiyacı vardı, ya da dışarıdan birinin onu çekmesine… Çektim gelmedi. Pozisyon değiştirdi, yine çektim kıpırdamadı. Tam bir tıpa olmuştu. Kolları yukarıda kaldığı için karıncalanmaya ve sızlamaya başlamıştı. Kendisini salarak tekrar delikten içeri süzüldü. El cumarını çıkararak bana verdi ve üzengisini karabine geçirerek istasyona bağladı. Tekrar çıkmayı denedi yine olmadı. Bu sefer de üzengi uzun gelmişti. Tekrar aşağıya süzüldü. Üzengiyi kısalttı ve ayağından çıkmaması için perlonla ayak bileğine bağladı. Bu sefer ilk tıpa olduğu yere kadar tekrar çıkmayı başardı. Fakat yine de bir şeyler takılıyordu. Takılan göğüs cumarı ve D-Karabiniydi ama Sinan ısrarla “göğüs kaslarım sıkışıyor. Çok kas yaptığım için burada sıkışıyorum” deyip duruyordu. Sonunda yere yatarak bir boşluk bulup kolumu içeriye soktum. Amacım Sinan’ın boşta kalan kısa göbek bağını yakalayıp yukarı çekerek sıkışan göğüs cumarının ve D-Karabininin pozisyonunu değiştirmekti. Bir şekilde bunu başardık. Kısa göbek bağı ile birlikte göğüs cumarı da sıkıştığı yerden yukarıya çıkmıştı. Bir yandan kendisi üzengide yükselerek, bir yandan da ben kısa göbek bağından çekerek yavaş yavaş Sinan’ı yukarıya çekmeyi başardık… Sinan’ın tabiriyle mağara bizi doğurmuştu. Ağrılı ve uzun bir doğum oldu ama sonunda sağlıklı, nur topu gibi ikizleri olmuştu mağaranın… Neyse ki ben yarım saat önce doğmuştum ve Sinan’ın abisiydim… Sinan doğmakta aceleci olduğundan beni tekmeleyerek dışarı çıkarmıştı. Ben de doğduktan sonra, göbek bağından çekerek, Sinan’ın doğmasına yardımcı olmuştum… Yani hem abisi hem de ebesi olmuştum Sinan’ın… Yalnız, Sinan doğduğunda keçisakalı vardı. Acaba keçilerle fazla haşır-neşir olduğumuzdan olabilir miydi bu durum??!! Umarım hikâyemiz kulağınıza TIPA olmuştur… Sevgiyle kalın, tutkuyla yaşayın…
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
15
Yaşadıklarımız
The Ekip ! :)
Güçlü olan hayatta kalır
Aklıma bir anım geldi onu anlatayım size...yine !
Arı vız vız, arı vız vız...
Defterleri yıkarsak daha iyi görürüz !
Horon tepmeye az kaldı..:)
Gülşen ! mağara bitti bitti, gel artık. Yorumsuz Fotoğraflar: Ender Usuloğlu, Sebahat Bahadır
16
Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2 0 0 9
Abstracts Speleoculture (page 2-4) In this section, We are presenting a brief summary of Chris Owen’s book “Photographing Darkness”. This book can be considered the first comprehensive attenpt to write the history of flash photography. This section covers the history of “magnesium era”.
Küre Mountains Are Under The Threat Of Dams (page 5) As ASPEG we are currently working in the national park called “Küre Mountains” situated in Kastamonu, Central North of Turkey. The place is heaven of caves. Due to political and economical pressures in Turkey, government is promoting to build more hydrological dams thoughout Turkey. The author brings to our attention the adverse effects of dams to the ecology of the park, over and underneath it. If you want to protest the government, pls follow the link in the page and fill out your name and do your part as citizen of the world.
Karst and Cave Photography Contest (page 6) As Anatolian Speleology Group, we decided to organize photography contest periodically with the aim of promoting to capture the beauties of karstic areas and caves of course. Deadline for submission is 1 of Jan 2010. Send an e mail to yarisma@ aspeg-tr.org with name, last name, address and two original picture (1-4 Mb) taken by you and who knows may be you will win ! Come on action time !
Caving In Marmara Island (page 7-8) A small team of ASPEG has decided to finish the caves that has been discovered in north of Marmara island. We finished and mapped 3 vertical caves. Marmara island has been a source of marble from East Roman Empire times. Due to mining activities, a good portion has been excavated and cut, leaving a strange scenery.
traditional practices or a style and look for the best that it fits to itself, author expresses some of these characters to explain the eclectic practices.
Peynirçiçeği Cave Chronicle (19792009) (page 10-11) Peynirçiçeği cave situated in Bodrum, a well known touristic destination of Turkey have been a visit to many including cavers. Author details the history of exploration and mainly concentrates on the efforts of cleaning up thrashes that is been deposited by locals. İt is interesting article and since it has a long history, we have the first half of the article in this section.
Did You Know ? (page 12) This part of the bulletin is a fixed section that brings out interesting facts and figures about caving in general. This bulletin explains the oldest ecological caving system in the world, Movile Cave in Romania.
Speleoart (page 13) In this section we have a satirical poetry by a caver. In his poem, he is stressing the difficulties of caving and caving environment in general.
Stuck In Dikmen Doline, Birth Of Twins (page 14-15) This is a fun and educative article that is about two caver friends going into a doline, -46 m in depth and while entering and exiting, he talks about how they stuck at the narrow entrance twice. Although exhausted and irritated, there are some useful tips to overcome the obstacles. They consider themselves as “reborn and twins”. Their friendship extended to brotherhood.
Our Life (page 16) This section covers our funny side of caving and our friendship. Enjoy the pictures !.
Eclecticism In Caving:ASPEG (page 9) According to the author, ASPEG, due to some traits, tendencies and politics that it shows and does, has an eclectic character. Not following the Cadı Kazanı
Eylül-Ekim
2009
17