Karanlığı Fotoğraflamak VI Chris Howes 2 Cıngırdaklı Bir Hikâye Ali Yamaç 5 Movile Mağarası’ndaki Tecrübem Oana Chachula 7 Mağarası Gelmek Sendromu Gülşen Küçükali 8 Pseudokarst Ceyhun Uludağ 9 MTA
10
Sarıkaya ve Aksu Mağaraları Eğitim Gezisi Ebru Caymaz 11 Evren Günay Düdeni 1998 Ekspedisyonunun Hikâyesidir Arpat Özgül 15 Temuçin Aygen Ender Usuloğlu 19 Topkapı Sarayı Sarnıç Sistemleri Çalışması Hakan Eğilmez 20 Sözler
Gülşen Küçükali
21
Abstracts 23
Bülten Ekibinden... 2010’un ilk Cadıkazanı bülteninde yine ilginç yazılar ve anılar mevcut. Arpat Özgül’den Peynirlikönü (Evren Günay-1998) Düdeni hakkında çok güzel bir anı yazısı var. Koray Törk sağ olsun MTA’nın faaliyetleri hakkında bizlere aydınlatıcı bir bilgi sunuyor. “Mağaram geldi sendromu”, “özlü sözler” bu sefer biraz daha değişik biraz daha farklı ve Cıngırdaklı Mağarası’nda “mühendiz” döşemecinin neler yaptığını anlatan yazılar, dudaklarımıza bir gülümseme koyuyor. ASPEG olarak, ocak ve şubat aylarını oldukça faal geçirdik. Birçok yeni üyemizi eğitimlere aldık. Akdeniz Üniversitesi Biyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Sait Taylan hocamız bizlere çok bilgilendirici bir mağara biyoloji semineri verdi. Marmara Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü’nü kurmak için harekete geçen Gürcan’a ve Arif Engin Gürses hocamıza çam sakızı çoban armağanı olabildiğince destek verdik ve vermeye de devam edeceğiz. Hayırlısı ise, Türkiye bir kulüp ve daha çok mağaracılıkla uğraşan insanlar kazanacak.
Bu Sayıda... Gezi ve Etkinliklerden kısa kısa...1 Speleokültür-Karanlığı Fotoğraflamak VI.....2
Cıngırdaklı Bir Hikâye.....5 Movile Mağarası’ndaki Tecrübem....7
Mağarası Gelmek Sendromu....8 Pseudokarst....9
MTA....10
Sarıkaya ve Aksu Mağaraları Eğitim Gezisi...11 Speleosanat....13
Biliyor muydunuz?....14
Evren Günay Düdeni 1998 Ekspedisyonunun Hikâyesidir...15 Temuçin Aygen...19 Topkapı Sarayı Sarnıç Sistemleri Çalışması...20 Sözler...21 Yaşadıklarımız..22 Abstracts....23
Temuçin Aygen’in aramızdan ayrılışının 7. yılını doldurduk, kendisini rahmetle anıyoruz.
Bülten Ekibi
Katkıda Bulunanlar
Gülşen Küçükali (Gezi ve Etkinliklerden kısa kısa) Sinan Poyraz (Biliyor muydunuz?) Ender Usuloğlu (Speleosanat, Speleokültür, yayına hazırlama)
Ön Kapak Fotoğrafı: Karlık Kuylucu, Bartın Hakan Eğilmez Arka Kapak Fotoğrafı: Cumayanı Mağarası, Zonguldak, Ender Usuloğlu Yazılar: Fatih Büyüktopçu, Ebru Caymaz, Oana Chachula, Hakan Eğilmez, Gülşen Küçükali, Arpat Özgül, Ceyhun Uludağ, Ender Usuloğlu, Ali Yamaç Son Okuma: Ludmilla Büyüm
ASPEG Anadolu Speleoloji Grubu www.aspeg-tr.org info@aspeg-tr.org © Tüm hakları saklıdır. Bülten içeriği kaynak belirtmek şartıyla ticari olmayan amaçlarla kullanılabilir.
Gezi ve Etkinliklerden kısa kısa ...
Ayvaini Ölçüm Çalışmaları 40. Yılında 1970’den beri değişik dernek ve mağaracılar tarafından ölçülen fakat halihazırda detaylı bir haritası bulunmayan Türkiye’nin en uzun 3. 4. veya 5. mağarası olan Ayvaini’ni ASPEG olarak ölçmeye başladık. 10 Şubat 2010’dan itibaren MAD, dernek evinde mağaracılık eğitimleri düzenlemeye başladı. 13-14 Şubat 2010’da Türkiye Mağaracılar Federasyonu’nun ilk toplantısı oldu. Karlık Düdeni Kar-Kış Gezisi ASPEG 04-07 Şubat tarihleri arasında 9 kişilik bir ekip olarak kış şartlarının en iyi hissedildiği Karabük/ Ovacuma’da Uluyayla Havzası’nın 2 km. güneyinde yer alan Çakman Yayla’sındaki Karlık Düden’indeydi. 3 Şubat 2010 İz Tv’de, MAD’ın mağaracılık belgeseli yayınlandı.
Yığılca Gezisi Sekiz yeni mağaracı arkadaşımıza deneyim kazandırmak amacıyla Yığılca ve Aksu Mağaralarına gezi düzenledi. Kış şartlarında yapılan gezi yeni mağaracılar için eğitici olmasının yanında zorlayıcı olsa da ekibin, doğa şartlarına uyumu ve motivasyonun yüksekliği umut vericiydi. ITÜMAK 2-4 Ocak 2010 tarihlerinde Çokrağan Mağarasına gezi düzenledi. Kurtgirmez’de Yılbaşı Geçen yıl 1 Ocak’ta toplanıp SRT yapan ekibimiz bu yılbaşına önceden hazırlıklı idi. 31 Aralık günü 16 ASPEG’li Pınarbaşı Paşakonağı’na yerleştik. Yemekler ve hatta mezeler önceden hazırlanmıştı. Küre Projesİ 2. Ön Rapor Küre Dağları Milli Parkı’nda bulunan mağaralar ve bu mağaralardaki biyo-çeşitlilik ile ilgili projenin ikinci raporu da Çevre ve Orman Bakanlığı’na teslim edildi.
Ayasofya ve Topkapı Projelerinin Sunumu Ayasofya Müzesi ve Topkapı Sarayı’ndaki galeri, tünel ve sarnıçlarında yürüttüğümüz araştırmalarda gelinen nokta ve elde edilen sonuçlar, “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Etkinlikleri” çerçevesinde düzenlenen “Saray Sohbetleri” programında 23 Şubat 2010’da bir sunumla gösterildi. 29 Ocak-1Şubat 2010 tarihlerinde EGEMAK ve EMAK Marmaris Bozburun’da mağara araştırma ve eğitim gezisi düzenlediler. 23-26 Ocak 2010 tarihleri arasında İTÜMAK ve BÜMAK, Antalya Tabak mağaralarına gezi düzenlediler.
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
1
Speleokültür KARANLIĞI FOTOĞRAFLAMAK (YERALTI VE IŞIKLI FOTOĞRAF ÇEKMENİN TARİHÇESİ VI) Chris HOWES MAĞARA FOTOĞRAFLARI 1800’LERDEN 1900’LARIN ORTASINA KADAR
Büyük Rahatlık Salonu, Mammoth Mağarası’nda, yemek yerken. Stereo kartlarının arkasında, rehberlerden bir tanesi arkadaşlarına, Kentucky’nin en iyi içkisi Burbon viski dağıtırken diye yazıyor. Uzun keşiflerde, genelde yemekler mağaranın içinde yeniyordu. Yıl:1866
Şeytanın evin salonuna bakarken, Jenolan Mağarası. Bu Fotoğraf Caney& Co.Mount Victoria stüdyoları tarafından Mayıs 1884’te çekilmiştir.
2
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Amerika’daki mağaralar genelde pazar toplantı günleri için kullanılır, yazın sıcaklığı, mağaranın serinliği ile değiştirilirdi. Bu fotoğraf, N.A.Forsyth tarafından Morrison Mağarası’nda 1900’ların başında çekilmiştir.
Martel’in Padirac Mağarası’nda çektiği bu fotoğraf, kamera arkası tek ışık kaynaklı ve düşük kontrast veren tipik bir fotoğraftır.
Swildon’s Hole Mağarası’ndaki Old Grotto (eski mağara) Savory tarafından 13 Ağustos 1921’de çekilmiştir.
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
3
1952 yılında, Carlsbad Mağaralarında Büyük Çekim için kameralarını hazırlayan Tex Helm. Yarasa Mağarası (Bat Cave) Büyük Salon’da Davis tarafından çekilmiştir.
1952 yılında Carlsbad Mağarası’nda yapılan çekimde kullanılan bol miktarda Sylvania flaşları.
Büyük Salon’da Helm’in çektiği fotoğraflardan biri.
4
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Cıngırdaklı Bir Hikâye Ali YAMAÇ (ASPEG)
Keşke manzara biraz daha iyi olsa, etrafta seyretmeye değecek birşeyler bulunsa idi. Yaklaşık yarım saattir bu çıkıntıda oturuyor ve karşılarındaki dümdüz, bomboş kalker duvarı seyrediyorlardı. Dimdik bir mağaranın 20. metresindeki ufacık bir kaya çıkıntısına yerleşmiş, ayaklarını da aşağıdaki simsiyah boşluğa sallandırmış, sohbet etmekte, şuradan, buradan, havadan, sudan konuşmalarla zaman geçirmekte idiler. Bulundukları durumun saçmalığının farkında idiler tabi. Bu daracık ve aptal yerde oturup karşılarındaki dümdüz kayayı seyredeceklerine aşağı inebilir, ya da yukarı çıkabilirlerdi. Aslına bakarsanız bu iki faaliyet de şu anda yaptıklarından çok daha akıllıca olurdu, çünkü yavaş yavaş üşümeye başlamışlardı. Aşağı inecekleri ya da yukarı, dışarı çıkacakları ip iki metre yanlarında duruyordu. Uzanıp biraz da debelenseler ipe ulaşacaklardı aslında. Ama bu anlamsız bir çaba olurdu çünkü bu ipten aşağı inen üçüncü vatandaş ipin alt ucunu 20 metre aşağıda bir yere bağlamıştı. Hani, mağaracılıkta kuraldır ya, “Aşağıya attığınız ipin ucuna mutlaka bir düğüm atın” derler, aşağıya inen mağaracı ipin ucuna düğüm atmakla kalmamış, ucu bir yere bağlamıştı. İpin alt ucunu neden bağladığını bilmiyorlardı, bildikleri yanlarındaki ipin hem üstü, hem de altı bağlı iken bu kaya çıkıntısında oturup beklemekten ve havadan sudan sohbet etmekten başka çareleri olmadığı idi. Döşenen bu ipten ilk inen “Dalgıç”, “Burada duracak yer var, gelin” demiş, diğeri de gelmişti. “Dalgıç”ın duracak yer dediği bir arabanın ön koltuğundan ufaktı. Neyse, yer yerdi, oturmuş beklemeye başlamışlardı. Sonra üçüncü vatandaş gelmiş, oturan bu iki garibi geçmiş ve inmeye devam etmişti. Şimdi aşağıda, başka bir çıkıntıya tünemiş üçüncü vatandaşın hali en az yukarıdakiler kadar berbattı. İndiği ip burada bitmişti. Aşağıda uzanan karanlığa yeni bir ip atacaktı. Atacağı ipi başka bir yere tutturmadan önce yukarıdan gelen ipe bağlamak, yani en azından iki noktadan emniyet almaya çalışıyordu. Ona “Mühendiz” diyorlardı. Eh, “mühendiz” olduğu için herkesten farklı, yepyeni ve yaratıcı bir yöntem bulacaktı. Yeni ipi farklı iki noktadan bağlamak yerine kendince sağlam bir yöntem bulmuştu: Yukarıdan gelen ip bir bolta bağlanır, yeni ip de başka bir bolta bağlandıktan sonra “backup” olarak da bu ipe bağlanırsa mesele kalmayacaktı. Yukarıda titreşenler biraz daha bekleyiversinlerdi, ne olacak yani?
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
Operasyon başarı ile gerçekleşti. Başarı diyorsak yanlış bir şey anlamayın lütfen; bu işlem yarım saat kadar sürmüştü. Neyse, sonunda tüm bağlantılar tamamlandı, herşey garantiye alındı ve 50 metrelik yeni ip aşağıdaki karanlığa fırlatıldı. Beklenen HIIRRŞŞŞ sesinin yerine LANNNGGG gibi garip bir ses duydu. Hay Allah, ipin ucu yumak olmuş ve düğümlenmişti. “Neyse, inerken açarım” diye düşündü “Mühendiz”. Bu arada, yukarıdaki “Locada” karşılarındaki kalker duvarı seyredenlerin sohbet konusu kadın – erkek ilişkilerine dönmüştü. Aslında, bu ortamda ve iki farklı cinsten olan kişiler için oldukça nazik bir konu idi konuşulan. Çünkü, birisinin sevgilisi aşağıdaki ip yumağını çözmeye çalışıyordu ve mağaranın o ürpertici soğuğu ilerleyen zamanda locadaki bu iki insana donmamak için birbirlerine sarılmaktan başka bir seçenek bırakmıyordu. Locadaki sohbet erkeğin eski ilişkisini bitirirken çektiği sıkıntılara dönmüşken aşağıda, düğümlenmiş ip yumağının ucundaki “Mühendiz” in bambaşka dertleri vardı: Boşluğa inen ama aslında inemeyen bir ipin ucunda sallanarak düğümü açmaya çalışıyor ve beceremiyordu! İpin diğer, yani yukarıda bağlanmış ucundan başlayarak açılması gerekiyordu, bu uç arapsaçı olmuştu ve açılmayacaktı. Küfrederek gerisin geriye yukarı çıkmaya başladı. Loca müdavimlerinin aşağıdan duydukları yegane ses ise “Siktir ….siktir….siktir” idi. Kendi aralarındaki sohbeti mağaracılık tarihine çevirdiler; kimler gelmiş, kimler geçmişti, ne olacaktı bu mağara dalgıçlarının hali, önümüzdeki yıl Maraş’ta neler yapılması gerekiyordu vs. vs. vs. “Siktir ….siktir ….siktir” lerin sahibi “Mühendiz” ise 20 dakika önce konuşlandığı yere geri dönmüş, çözemediği yumağı yanına çekmekte idi. Düğümlenmiş 50 metrelik 10,5 milimlik Edeldrid’i o ufacık yere alıp yavaşça tamamen çözdü. Çözerken yukarıdan gelen ipe bağlı olan ucunun sorun yarattığını farketti ve o ucu da çözdü. Sonunda yumak tamamen açılmıştı. Gerçekten açılmış mı idi acaba? Aşağıya atmadan anlamak zordu. Attı. Evet, açılmıştı ip, uçurumdan aşağıya indi. Ama bu defa çok farklı bir sesle, PAATTT diye indi. Çünkü “Mühendiz” düğümü çözebilmek için ipin yukarı bağlı olan ucunu da çözmüş ve üstünün çözülmüş olduğunu unutup ipi komple aşağıya atmıştı. Yani, buraya inerken kullandığı ipin hem üstünü, hem de dibini bağlamış ama, diğer ipin hiçbir tarafını bağlamadan tümüyle aşağıya atmayı becermişti. Sahne şu: 50 metrelik inişin ortalarında bir yerde bulunan ufacık bir kaya çıkıntısına oturmuş iki insan ne yukarı, ne de aşağı gidemedikleri için yaklaşık yarım saattir
2010
5
titreşerek kadın – erkek ilişkilerinden, havadan sudan ve mağara dalgıçlığından sohbet ediyorlar. Daha aşağıda döşeme yapan ya da yapmaya çalışan “Mühendiz” ise, elinde kalan son ipi tümü ile aşağıya fırlatmış, boş gözlerle uçuruma bakıp ne halt ettiğini düşünüyor. “Sikt..…. sikt.…. sikt…..”
6
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Movile Mağarası’ndaki Tecrübem
Oana CHACHULA (FOCUL VIU) Google’da “Movile Mağarası” diye yazarsanız birçok bilgi gelecektir; bilimsel yazılar, doktora tezleri ve projeler… Her ne kadar bu mağarada araştırma yapmadıysam da, yaşadığım kısa tecrübeyi bir mağaracı ve biyolog olarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Mağaralara girmeden evvel, mağara hakkında çok fazla birşey duymamıştım… 1999 yılının baharında, mağaracılığa kitapları okuyarak başladım ve Romanya’daki güzel mağaralar hakkında da bilgiler edindim. En önemli mağaralar Vantului, Altarului, Sura Mare ve Movile mağaralarıdır.
mağara bir mağaracı olarak benim için çok özeldi. Biyolog olarak da böyle bir ekosisteme şahit olmak ve bakterilerin kimyasal sentezlemedeki rollerini görmek muhteşemdi. Hem mağaracı hem de biyolog olarak, doğru zamanda doğru kişiydim. Hâlâ birgün orada araştırma yapmayı düşlüyorum. Kaynakça: Traian Constantinescu, 1999 “The Cave at Movile: An All Time First in Speleology”, in Nature, Ecology, Human Habitat, vol III, Bucharest Fotoğraflar: Oana Chachula Tercüme eden: Ender Usuloğlu
Movile Mağarası’nda bir mağaracıyı heyecandıracak pek birşey yoktur… Deniz kenarında, sarkıtsız, çamurlu, kısa bir galeri. Çok meşhur olmuştur çünkü NASA burayı çalışmaya gelmiştir. Neden? 1986 yılında mağara Cristian Lascu tarafından bulunmuştur. Cristian, şimdi National Geographic Romanya’nın redaktörü, çok tecrübeli mağaracı, jeolog, çok iyi mağara fotoğrafçısı ve mağara dalgıcıdır. Bölgede büyük bir bina yapılmadan önce, toprak analizleri için jeolojik kazı yapılırken bulunmuştur. 18 metrelik bir kazıdan sonra mağaranın bir galerisine ulaşmışlardır. O sırada, bu mağara Dünya’da tekti. Bu mağaranın milyonlarca yıldır tamamen kapalı bir ekosistemi vardır. Yaşam, genelde güneş enerjisine (fotosentez) dayalıyken buradaki sistemde kimyasal senteze dayalıdır. Dış etkenlere milyonlarca yıl kapalı bir ekosistem. Tamamen kapalı demek yanlış olur çünkü mağaranın dibinde sülfür kaynakları, ufak göller ve sifonlar oluşturmuştur. Dünya’da şimdilerde benzer kapalı ekosistemler bulunmuştur; Italya’daki Frassasi, Meksika’daki Villa Luz ve belki de Türkiye’de ? Bu mağarada küçücük bir mekânda 30 yeni tür bulunmuştur. Bu özelliği mağarayı tek ve özellikli kılmaktadır. Bu mağara başka bir özelliği sebebiyle diğer Romen mağaralarından farklıdır. Sıcaklık 20 derecedir ve içerdeki faunayı keşfetmek için sifonlara dalmak gerekir. Oksijen miktarı az, yaklaşık % 17’dir ve 2 saatten sonra insanda baş ağrısı yaratır. Mağaraya girebilmek için 3 geçitten geçmek, dışardan içeriye birşey taşımamak ve mağara ortamını bozmamak için, 2. geçitten sonra bütün ekipmanlarınızı temizleri ile değiştirmeniz gerekir.Mağara sadece uzmanlara açıktır ve mağarayı açmaya yalnızca 3 kişi yetkilidir. Bu nedenle, Bükreş’den GESS (sualtı ve mağarabilim araştırmaları grubu) deniz kenarında, Mangalia’da bir bina yapmışlardır. Bina sülfür kaynaklarına yakındır ve binanın altında araştırmalar yapmak için mağaradaki ortam yaratılmıştır. Az sayıda mağaracı/araştırmacının girebildiği bu Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
7
“Mağarası Gelmek” Sendromu ve Hastalığın Hassas Mağaracı Bünyesindeki Etkileri
Gülşen KÜÇÜKALİ (ASPEG) Ey karanlık bakışlı yar Gözünde binlerce mağara var En az gözlerin kadar Mağaraları özledim
Varlıkları İsviçre laboratuarlarında test edilip onaylanmış olan Homo Speleolog türünün bir hastalığından bahsedeceğim. Psikanalistler birliğince “ Mağarası Gelmek” sendromu olarak adlandırılan bu ruhsal patoloji her yıl yüzlerce mağaracıyı pençesine almaktadır. Bu sendromun temellerinde mağaracıların doğa deneyimlerinin sonsuz güzelliği ve heyecanına karşı şehirdeki hayatın renksiz ve monoton gidişatı arasındaki büyük çelişki ve karmaşanın hassas mağaracı bünyesindeki balans ayarlarını bozmasıdır. Mağaracı, insanlarla ortak harekete, kamptaki düzensizliğe, mağarada her an hayatının risk altında olmasına, heyecana keşfetmeye bir noktadan sonra o derece bağımlı hale gelir ki şehirdeki en huzurlu ortam bile bir zaman sonra tedirgin, huzursuz bir yaşantı haline gelir. Şehirde hayatı dışarıdan seyrederken, içinizde aslından bu hayatın içinde değilmişsiniz hissini veren bir boşluk olduğunu fark edip bunun sebebini aramaya başladığınızda karşınıza çıkabilecek ilk sebep mutlak karanlıkta hızlı hızlı yürürken yosun tutmuş duvarlara dokunmayı özlemektir. Bazen gözü yaşlı mağarada içilen su özlenir. Heyecanları özlenir bir de kesif nem kokusu… Tadı rengi özlenir. Mağaracı dostlarının uzanan eli, sohbeti, yüzyıllardır berabermiş gibi yaşanan ateş başı muhabbeti özlenir. Tırmanmak, sallanmak, sürünmek gerekli midir hayatta? Bilinmez ama özlenir. Hafif bir karpit kokusunda gözleri boncuk boncuk doldurmaya yeten bir duygu selidir. Hayatın sıkıcı monoton olduğu dönmelerde daha şiddetli özlenir. Bütün sıkıntılar ancak bir mağaranın omzuna yaslanıldığında geçecek gibi gelir. Bir mağarada en dibe inip keşif yapmak çıktığında kapısı hiç kapanmayan sıcak insanlarınla dolu kampa varmak. Dünya üzerinde pek az insana nasip olan yerlere ayak basıp güzelliği garipliğinde olan farklı deneyimler yaşamak… Bunların tadına bir kere varıldı mı kolay kolay unutulmaz, zaten unutulmak da istenmez. Bambaşka duygulardır. Ayrılığınız ne kadar uzun olursa olsun bu aşk kendini unutturmaz. Bu hastalığa yakalanan mağaracı toplum içindeyken, insanların hareketlerini yorumlarken çarpıtmalar yapmaya, hayatın akışına anlam verememeye başlar; kafayı yemek üzere olduğunu hisseder “duvarlar hiç kafamı karıştırmıyor” der. Evdeki duvarlara reverans vermeye başlar. Kanalizasyon deliklerine gözleri kayar. Çamaşır ipine asılmaya çalışır. Yangın merdivenlerine
sonsuz sempati besler. Bazı durumlarda sevgili diye uyku tulumuna sarılıp yatmak, çizmede kalan çamuru ya da karpit koklamak iyi gelir. Ama içindeki boşluğu dolduramaz. Semptomlar bazen aşırı suskunluk ve çevreye karşı duyarsızlık olarak görülür. Mağaracının beyni bu sırada “mağaraya gidebilirsem aklımdaki tüm soruların yanıtı almış olacağımı bildiğim için bir şeyler söyleme gereği duymuyorum” diye çalışır. Hastalığın ilerleyen aşamalarında farklı agresyonlar gösterebilen mağaracılar, zihinsel karmaşa içine girer normal yaşamsal bilincin kesintiye uğramasıyla akıl ve mantığın gerektirdiği yaşamsal değerler anlamını kaybeder. Ona göre şehirdeki her yer herhangi bir yerdir. Ve insanlar kirletilmiştir. İçine kötü ruhlar doluşup yuvalanmış gibi olur. İnsanlarla kavga etmekten çekinmez, hayatını devam etmek için yapmak zorunda olduğu işleri aksatır, sürekli bağırma çığlık atma ve isyan halindedir. “Mağarası gelmek” sendromuna yakalanan bir insanın hastalığını ilk fark eden yine bir mağaracı olur. Bu durumda yapılması gererken ilk şey mağaracıya sonsuz şefkat ve anlayışla yaklaşıp onu en yakın mağara kampına götürmek ve orada sağaltım sağlanan kadar tutmaktır. Bu hastalığa yakalanmamak için alınacak en iyi önlem ise periyodik zamanlarla mağaralara gitmek olacaktır.
Mağarası gelmiş mağaracı şehirdeki her türlü kanalizasyon ve çukura girme eğilimi taşır
8
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Pseudokarst
Ceyhun ULUDAĞ (ASPEG) Pseudokarst, karstla benzer formda ya da görünüşte olan ancak farklı mekanizmalar etkisiyle oluşan yapılara verilen isimdir. Diğer bir deyişle Pseudokarst, genellikle kimyasal olarak çözülemeyen topografik yapıların, kimyasal olarak çözülebilen kayaçlar ve çökeller gibi özellik göstererek (fiziksel) değişime uğramış çeşitleridir. Pseudokarst örnekleri arasında lav tüpleri, granit tepeleri veya paleo-çöküntüler sayılabilir. Pseudokarst terimi, 1906 yılında ilk kez W. Knebel tarafından kullanılmıştır. Orta Avrupa’nın bazı ülkelerinde (Ör. Slovakya, Çek Cumhuriyeti) çok yaygın olarak kullanılmakla beraber, oldukça fazla miktardaki bilim adamı tarafından (Ör. Polonyalı bilim adamları), tanımı üzerinde tam uzlaşıya varılamadığı ve daha önce kumtaşı ve granit gibi karstik olduğu kabul edilmeyen kayaçların hava olaylarının etkisine maruz kalarak formasyon değiştirmesinde, karstlaşmanın da önemli ölçüde etken olduğu düşünceleriyle, pseudokarst teriminin kullanılması kabul edilmemektedir. Bu argümanın ilk bölümü (pseudokarst teriminin, kavrama değişik anlamlar yüklendiği halde, birçok insan tarafından kullanılıyor olduğu) doğrudur. Geniş bir jeoloji, coğrafya ve speleoloji bilim adamı kitlesi ya bu terimi çeşitli yollarla tanımlamaya çalışmış ya da basitçe kullanımını reddetmişlerdir. Argümanın ikinci bölümündeki, karstik özellik göstermeyen kayaçlarla ilgili olarak; karstlaşma sürecinin sadece çözünme yoluyla olmadığını ve ana kütleden kopan küçük parçaların çözelti içinde taşınmasının da yeraltında mağara oluşumu için yeterli derecede kaya deformasyonuna neden olarak, bu süreçte kritik rol oynadığını vurgulamak yanlış olmaz. Kumtaşı ve granitlerin durumunda ise hava olaylarının etkisine maruz kalan materyal koparak taşındığı için (pseudokarstlaşma) bu durumda ancak mikro-karstlaşmadan bahsedilebilir. Bu nedenle, yeterince açık olmamasına rağmen ‘pseudokarst’ teriminin kullanılması, karst benzeri ancak karstlaşma görülmeyen mağaralar, obruklar, toprak parçaları ve diğer mezoformlar gibi oluşumları genellemek için çok uygundur. Ayrıca Pseudokarst kavramı, ilki 1982 yılında düzenlenen ‘Pseudokarst Sempozyumları’nda konuşulmaya ve tartışılmaya devam etmektedir.
pseudokarstla ilgili diğer gündemi, toplantıları takip ve organize etmektir. Komisyon iki yılda bir çalışmalarına ilişkin haber bülteni yayınlamaktadır. Komisyonun çalışmalarına web sitelerinden ( http://www.pseudokarst.de.vu ) ulaşılabilmektedir. Kaynakça: 1. http://bulletin.geoscienceworld.org/cgi/content/ abstract/87/7/1021 (05.01.2010-Çevrimiçi) 2. http://wapedia.mobi/en/Karst_topography#5 (05.01.2010-Çevrimiçi) 3. http://wwwpub.zih.tu-dresden.de/~simmert/ pkarst/02_discussions/discussions.htm (05.01.2010-Çevrimiçi) 4. http://web.utanet.at/speleoaustria/ pseudokarst.htm (05.01.2010-Çevrimiçi)
Uluslararası Speleoloji Birliği (UIS) de pseudokarst konusunda çalışmalar yapmaktadır. Örneğin, bu konuda çalışmalarda bulunan Pseudokarst Komisyonu (Commission du Pseudokarst), UIS’in bir komisyonudur ve Ağustos 1997’de İsviçre’de düzenlenen Uluslararası Speleoloji Kongresinde kurulmuştur. Pseudokarst Komisyonunun asıl hedefi, Pseudokarst Sempozyumlarını düzenlemek ve pseudokarstik özellik gösteren (karstik olmayan) mağaraların keşiflerini ve bilimsel çalışmalarını teşvik etmek, ödüllendirmek ve Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
9
Maden Tetkik Ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA)
Karst Ve Mağara Araştırmaları Birimi Yüzölçümündeki dağılımına bakıldığında Türkiye’nin 1/3’lük bölümünün karstlaşmaya uygun kayaçlarla kaplı olduğu görülebilir. Bu kayaçların büyük bölümünü de karbonatlar oluşurturmaktadır. Günümüzde antropojenik etkilere bağlı olarak iklimdeki olumsuz yöndeki değişimler beraberinde yaşamın sürdürülebilir olmasındaki kaynakların da hızla tükenmesine neden olmaktadır. Dış süreçlerden en hızlı şekilde etkilenen karstik alanlar için bu tehlikenin boyutu daha da büyüktür. Türkiye özelinde bakıldığında da, yeraltı suyu rezervleri açısından karstik bölgelerin önemi daha da artmaktadır.
Dağ Kampı, Aladağlar, Kayseri
Gerçek anlamda karst yeraltı suyu rezervlerinin ortaya konulması; karst sisteminin dinamiğinin güncel verilerin yanısıra, sistemin geçmiş jeolojik dönemlerdeki davranışının da belirlenmesiyle mümkün olabilmektedir. Bütün olarak düşünüldüğünde ise bu, sistemin karst evriminin modellenmesi anlamına gelmektedir. Tüm bu çalışmaların yapılmasında MTA’nın kurumsal olarak en büyük artısı, yüzey araştırmalarını yürütecek alt yapının mevcut olmasının yanısra, çalışmaların en önemli yöntemlerinden mağara araştırmalarına yönelik birikimdir. MTA Genel Müdürlüğü bünyesinde 1979 yılında kurulan, bölgesel ve yerel ölçekte Türkiye’nin birçok yerinde mağara ve karst araştırmalarında bulunan Jeoloji Etütleri Dairesi’ne bağlı Karst ve Mağara Araştırmaları Birimi, uzun süreli tecrübesi ve teknik alt yapısı ile, küresel anlamda yeryüzünde konuyla ilgili oluşabilen fiziksel değişikliklere bağlı yeni süreçlerin araştırılmasına yönelik altyapıya sahiptir. Karst ve Mağara Araştırmaları Birimi araştırmalarıda; çalışılan bölgenin özelliklerine bağlı olarak yerbilimlerinin farklı disiplinleri için, örneğin Türkiye’nin öncelikli doğal afet kaynağı olan depremlere ait eski kayıtların (paleosismoloji) yeni bir yöntem olan karst paleosismoloji yöntemleri ile araştırılması ve veri üretilmesi çalışmalarını da yürütmektedir.
Paleoiklim amaçlı dikit örneklemesi NOT: MTA’nın yaptığı çalışmalar hakkında verdiği bilgiler için Koray Törk’e teşekkür ederiz.
Bu yukarıda belirtilen proje araştırmalara ek olarak mağaraların başta turizm olmak üzere, depolamacılık, kültür mantarcılığı ve askeri amaçlı kullanım alanlarına yönelik gözlem ve değerlendirmeler de yapılmaktadır. Tüm bu çalışmalar ışığında aslında “yaşayan bir organizma” olan karst sistemlerinin dinamiğinin ortaya konulacağı gibi, dış süreçlerden hzlı etkilenen bu yapıların koruma alanlarının belirlenmesi ve bu doğrultuda metadoloji geliştirilmesine yönelik çalışmalar sürdürülmektedir.
10
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Sarıkaya ve Aksu mağaraları eğitim gezisi Ebru CAYMAZ (AKUT İSTANBUL) “audere est facere” “cesaret etmek yapmaktır” Gruba gelen bir mail, maili takip eden yazışmalar ve bilgilendirme toplantısı… Böyle başladı mağara maceramız… Heyecan, şaşkınlık, merak hepsi birbirine karışmış bir şekilde aynı amaç uğruna bir avuç insan koyulduk yola... Bölüm 1 Sarıkaya Mağarası Macerası 22 ocak gecesi eğlenceli ve konforlu bir yolculuğun ardından kamp alanına vardık, kampı attık ve dinlenmeye çekildik. Ertesi gün mağaraya girecektik. Ne olumsuz hava şartları nede gece çadırların etrafında sabaha kadar tur atan envai çeşit hayvan engelleyemedi bizi. Psikolojik olarak hazırdık mağara için, uyarıları dikkate almış, bütün hafta psikolojik olarak üşüyerek, zaman zaman üşüyor muyuz diye birbirimizi kontrol ederek kendimizi üşümeye alıştırmıştık. Ruh istekliydi peki ya beden? Kırmızı mağara tulumlarını giyene kadar inanamadım kendime. Birçok doğa sporunun tadına bakmış ve dağcılıkta karar kılmış bir insan olarak mağaracılık çok farklı gelmişti bana ve bir o kadar da uzak... Farklı gelmişti çünkü gerçek anlamda bambaşka bir ortamdı; yaşadığımız, alışkın olduğumuz yerden çok farklıydı, karanlıktı bir kere! Uzak gelmişti çünkü mitolojik çağlardan beri atalarımız yer altını Hades’ e atfetmiş, orası yasak bölge olmuş, giden geri dönememiş ve sonraki yüzyıllarda da bilinmeyen olarak kalmıştı hep… İşte böyle bir ortama gidiyorduk biz, heyecan ve merak doruktaydı. Lapa lapa yağan karın altında öğlen saat on iki itibarı ile sekizi yeni on kişilik bir ekip olarak takıldık Ender eğitmenimizin peşine. Dışarıdaki dondurucu soğuğun aksine gayet misafirperver bir şekilde karşıladı Sarıkaya mağarası, o devasa girişinden içeri buyur etti bizi, bizde kırmadık kendisini, içimizde yeni doğan bir bebeğin keşfetme merakıyla daldık içeri. Ev sahibimizin bize cömertçe sunduğu görsel şölenlere hayran kalarak, ağızlar bir karış açık, sakar adımlarla, yürümeyi yeni öğrenen çocuklar gibi ilerledik. Gerçek anlamda bir mağaraya ilk defa giriyordum ama Sarıkaya o kadar misafirperverdi ki beşinci dakikadan sonra sanki ebedi ikametgahım orasıymış gibi rahat, huzurlu ve mutlu devam ettim. Mağaramızın, nedense beşinci dakikadan sonra sahiplendim hemen, öyle ağır ve etkileyici bir havası vardı ki tüm korkularımı hemen girişte bırakıverdim. Böylesine rahat olmamda sadece mağaramızın değil eğitmenlerimizin de kuşkusuz büyük payı Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
vardı! Bizi komut yağmuruna tutarak mağaraya yabancılaştırmak yerine, çok daha profesyonel bir yaklaşımla yeri geldiğinde eğitmen, yeri geldiğinde yardım için elini uzatan gruptan herhangi biri olarak mağaraya adapte olmamıza çok yardımcı oldular. Ve biz bu şekilde zaman kavramından soyutlanarak ilerledik, ıslandık, sudan kaçtık, sudan kaçarken daha beter ıslandık, hazır ıslanmışken bide pislendik, ışıklarımızı söndürüp mutlak karanlığın tadına baktık, kayalarda türlü cambazlık yaptık, tüm bunları yaparken deli gibi eğlendik, farkına bile varmadan dört saati devirdik ve mağaramızın sonuna kadar geldik. Bitti mi? Tabi ki hayır! Geri dönüş de bir o kadar keyifliydi! Sarıkaya her anlamda bir eğitim alanıydı bizim için, ilerlerken arada bir geri dönüp bakmanın ne kadar önemli olduğunu da öğretti bize. Yine aynı şekilde, bu sefer olaya biraz daha hakim, adımlar biraz daha düzgün, geldiğimiz yolları bulmaya çalışarak, kimi zaman kaybolarak ya da kaybolmak demeyelim de mağarayı tamamen keşfederek çıkışa vardık.4 saatlik inişin aksine çıkış 1.5 saat sürdü ve ilk mağaramızı tamamlamış olduk. Ekibin yüzünde ilk mağarayı tamamlamanın vermiş olduğu haklı gurur… “possunt quia posse videntur” “yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar” Bölüm 2 Aksu Mağarası Macerası Öncelikle belirtmeliyim ki Aksu’ya giriş çok daha zordu. Araca doğru yaptığımız minik trekkingde zaten ıslak olan tulumlarımız soğuk ve yoğun kar yağışlı havanın da etkisiyle üzerimizde dondu. Hava muhalefeti yüzünden ve biraz da ısınmak için merkeze inip yemek yedik. Sıcak çorbayemek-çay ve sobayla kendimize geldik, sıcağın ne büyük bir nimet olduğunu anladık. Sonuçta hepimiz insandık, üşümüş ve yorulmuştuk fakat bu bizim isteğimizi engelleyemedi. Yemekten sonra kamp alanına döndük, bu sefer üç yeni iki eskiden oluşan daha küçük bir ekip olarak donmuş tulumları tekrar giyip kar yağışı eşliğinde mağaraya doğru yola koyulduk. 21.40’ta Aksu’nun girişindeydik. Aksu mağarası Sarıkaya kadar misafirperver değildi, girişteki minik gölet ve 55 derecelik eğimde 7 metrelik tırmanış “beni keşfetmek o kadar kolay değil, uğraştırırım” mesajını etkili bir biçimde verdi. Çizmelerime dolan suyu boşaltmakla uğraşırken Ender ağabeyin “boşuna uğraşma, birazdan komple ıslanacaksın ve öyle devam edeceksin” uyarısıyla vazgeçtim. Orda kısa bir sorgulama yaptım aslında, benim burada ne işim var diye sormaktan kendini alamıyor insan fakat ilerledikçe niye bu kadar geç başladım ki pişmanlığına dönüştü bu his. Aksu’da ki yolculuğumuz ekibin
2010
11
de küçük olması nedeniyle daha hızlı ve eğlenceli oldu. Kimi zaman Aksu’nun akustiğini sınayarak kimi zaman sudan kaçarak kimi zaman stil yüzme şekilleriyle cadı kazanlarını geçerek(burada Alper ve Ahmet arkadaşların isimlerini anmadan geçemeyeceğim) ilerledik. Küçük bir döşeme bile yaptık, baca geçişi, kendini sıkıştırarak tırmanma gibi mağaradaki doğru hareket stillerini öğrendik, geçiş yollarında uyuyan tecrübesiz minik yarasalara dikkat ettik ve mağara daha uzun olmasına rağmen daha kısa sürede sonuna geldik. Buz gibi soğuk bir havada boğazına kadar soğuk suya girmek de keyifli olabilirmiş, Aksu’daki daha farklı ve ilginç oluşumları izlerken soğuğu ya da ıslaklığı düşünmedik bile. Mağara sonundaki çarşağı tırmanıp, en yüksek noktaya çıkarak ağzımız bir karış açık mağarayı, o güzellikleri izlemek, orda ki huzuru tatmak tüm yorgunluğa değerdi. Dönüş yolunda söylediğimiz kasap havası ortama pek uyum sağlamasa da özellikle soğukla mücadelede pek etkili oldu. Son dakikaya kadar suyunu eksik etmeyen Aksu sürekli ıslak kalmamızı sağladı. Bu keyifli yolculuğu gece yarısı 02.00’de tamamladık. İlk defa mağaraya girenler için bir günde Sarıkaya ve Aksu gibi iki mağaraya girmek kolay değildi fakat kısa sürede kaynaşan ve mutlak paylaşımı sergileyen bir ekip olarak o kadar eğlendik ki ne yorgunluk ne soğuk
ne de başka bir olumsuzluk bu mağaraları keşfetme isteğimizi engelleyemedi. Yorgun fakat mutlu ve huzurlu biçimde çadırlara döndük, o kadar kar yağmıştı ki çadırım tamamen kar altında kalmıştı. Ekipten bir arkadaşımızın “mağara sevdası için senenin en soğuk ve yağışlı hafta sonunu seçmek zorunda mıydık” söylemini hatırlayarak güldüm ve huzurlu bir uykuya daldım. Pazar sabahı çok eğlenceli, menüsü ve sohbeti bol kahvaltının ardından dönüşe geçtik ve İstanbul’a vardık. Pazartesi günü herkeste aynı heyecan devam ediyordu. Mağaraya girmekle kalmamış alışmıştık da, “arayı açmadan yine gideriz değil mi”, “ne güzeldi değil mi” ortak sözleri oldu ekibin. Bununla kalmayıp ortak bir söylem bile geliştirdik, işte bizim mağaracılık için yaptığımız naçizane tarif: mutlak güzellik+mutlak karanlık+mutlak sessizlik+mutlak huzur+mutlak paylaşım= mutlaka mağara!
12
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Speleosanat KİTAB-I ÖLÇME II “Üstadımız reis-i piri kendisi usta bir hartacı Biz ancak oluruz onun yanında bir çorbacı Okumak lazım , bilmek lazım ömür kısa Oku maarifetnameyi al kendine hisse-i kıssa”
Mikyas Malzemesi Mağaralarda ölçüm yapmak için gerekli malzemeyi anlatır Üç beş magaraya girdin mi sanma oldun mağaracı Girdiğimin adedini ben unuttum be hey biçare yaylacı Hüner iyilik yapmak değildir bu böyle biline Hüner kötülükle savaşmaktır sen sahip ol diline Pişman olmadık bu yola girdik, endamına gideriz Ol bazı zaman kendimizi keriz zannederiz Bak şimdi aç kulağını dinle beni, yatay dikey anlamam Mağaraların hepsi aynıdır, eğer gerçek mağaracıysan Mikyas etmen lazım girdiğin her bir mağarayı Hepsi ayrıdır, sen hiç gördünmü iki kardeşte aynı ırayı Hepsi farklıdır, ayrı ehemmiyet arz eder Şimdi mikyas için söyleyelim neler lazım teker teker Pusula derler onun adına üçyüz altmışa bölmüşler Arada bir haritacılar onu dörtyüz de etmişler Çinliler bulmuş bundan onu çok evvel seneler Bir ucu nedense hep şimali gösterirmiş derler Oklusu vardır oksuzu vardır döner durur Mıknatıs onu önce şaşırtır ,köpek gibi kudurtur Olmalı senin elinde otuz iki arşın bir mikyas Çelik olmamalı sonra tutar kısa bir zamanda pas Onla ölçersin içeride tüm poligonları İyi ölçmek gerekir tespit edilen noktaları Derler bir alet vardır pusulaya benzer Ama onu nedense şakuli doksana bölerler Vardır elbet bunun bir sebeb-i hikmeti Klino derler adına ölçersin yerin eğimini Kaldırır yukarıya bakarsan görürsün artıyı İndirir aşağıya bakarsan görürsün eksiyi Hal bu olanda ya derece görürüsün ya da yüzdeyi Lazımdır unutma sana bir de defter Kaydedeceksin aldığın ölçüleri birer birer Sakın unutma olmalı bu defter kareli Emin ol bu sana olacak içeride gerekli
Cadı Kazanı
Ocak-Şubatk
İhtiyacı vardır yar gibi bu üç eşyanın muhabbete ilgiye Sev onları temizle, kaldır ara sıra dinlensinler diye Unutma sana onları kimse etmedi hediyye Kadir kıymet vermek lazım emeğe sevgiye Fatih BÜYÜKTOPÇU Dokuz Eylül Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi Karst Araştırmaları Grubu
Fotoğraf: Ali Aytan
2010
13
Biliyor muydunuz?
Başımızda Dönen Tepkime: Karpitten Asetilen Eldesi Benim için tepkimeler içinde en sevimlileri suyla olanları. Kalsiyum Karbür’ün (Karpit) suyla birlikte yaptığı tepkime ise hepsinden özel. Sürekli yanı başımızda cereyan eden bu tepkimenin aktörü CaC2 (Karpit). Babası CaO (bildiğimiz kireç) ve annesi kok kömürünün 3000 santigrat derecelik bir sıcaklıkta oksijensiz ortamda ısıtılmasıyla CaC2 (Karpit) dünyaya gelir. Evet bildiğimiz karpit zaten doğada bolca bulunan ve bize hiç yabancı olmayan kireç ve kömürden imal edilir. CaO
+ 3C ---> CaC2
(Merhaba ben karpit) + CO (ben yan ürünüm boş verin beni)
Şimdi aşağıdaki tepkimenin güzelliğine bakın! bu tepkime sonucunda açığa çıkan gaz mağarada yolumuzu aydınlatan, bizi ısıtan, koruyan, kollayan asetilendir. CaC2(Yaşasın çok susamıştım) + 2H2O(hoş bir tepkimeye ne dersin?) ---> C2H2 (aydınlatmak için doğdum) + Ca(OH) 2 Tepkimenin güzelliği CaC2 ‘ ün bir damla sudan gelen mucizeyle bir anda asetilen gibi yanıcı patlayıcı yerinde duramayan bir gaza dönüşmesi ve asetilen gazının yanmasıyla elde edilen güven verici, güçlü, inatçı ışığı. Bana göre; Yüzbin led bile olsa asetilen ışığının sıcaklığı ve huzuru hiçbir ışık kaynağında yoktur. Gülşen KÜÇÜKALİ Fotoğraflar: Sami Ayhan, Ender Usuloğlu
14
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Evren Günay Düdeni 98 Ekspedisyonunun Hikâyesidir Arpat ÖZGÜL (BÜMAK) Toroslarda bir küçük delik… deliğin arkasında gizlenmiş bir dünya… delikten geçerek bu gizli dünyanın keşfinde kendini arayan küçük umutlar… _______________________________________ Alacakaranlıkta mağaradan çıktığımızda Mehmet de, ben de oldukça yorgunduk. -280 m’deki göle inen 40 m’lik inişi de döşeyip, çıkışa geçmemizin üzerinden 2 saat geçmişti. Planladığımız süreyi biraz aşmıştık, kamptakileri daha fazla merakta bırakmamak için biraz soluklanıp 1.5 km uzaklıktaki kampa doğru yola çıktık. Karpit lambalarımızı söndüren rüzgârlı bir gecede, mağarayla kampın bulunduğu yaylaları birbirinden ayıran sırtı son bir çabayla tırmandık. Birkaç saat önce batmış olan günün son ışıkları yıldızlı gökyüzüyle batıdaki sıradağların arasında açık mavi bir ufuk çizgisi oluşturmuştu. Sırtı aştığımızda kamptakiler ışığımızı artık görebiliyordu. Bir süre ikimiz de durduk. Saatlerdir karpit lambasının sıcak sarı ışığına ve mağara duvarlarının yakınlığına alıştıktan sonra bu uçsuz bucaksız manzaranın karşısında donakalmıştık. _______________________________________ “Abi… yaşadığımı hissediyorum… ama çok yoğun!” “...bu işi işte bu yüzden yapıyoruz...” _______________________________________ Anamur, Çukurpınar Yaylası’na geleli 4 gün olmuştu. İstanbul’da geçirdiğimiz yoğun bir hazırlık döneminden sonra randevumuza sadık kalmış ve 4 senedir üzerinde çalıştığımız Evren Günay Düdeni’ne tekrar gelmiştik. Bir trafik kazasında kaybettiğimiz arkadaşımızın anısına isimlendirdiğimiz düdende, BÜMAK 97 Yaz Ekspedisyonu sırasında -1377 m derinliğe ulaşarak Türkiye derinlik rekorunu kırdık. Bu seneki hedefimiz ise daha derinlere, Dünya rekoruna doğru ilerlemekti. Çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu 9 kişilik bir ön-ekibin 11 Ağustos’ta yaylaya varmasıyla BÜMAK 98 Yaz Ekspedisyonu başladı. Ağustos ayını seçmemizin nedeni mağara içerisindeki su seviyesinin ve dolayısıyla sel tehlikesinin düşük olması… Üç hafta sürmesi planlanan ekspedisyona ekibin geri kalanı 2. haftadan itibaren katılacaktı. Öğrenci olanlar ekspedisyonun tümünde yer alırken, çalışan eski mağaracılar yalnızca 1-2 haftalık iş izinlerini ayırabildikleri için, 31 Ağustos’u kesin dönüş tarihi olarak belirledik. İlk hafta içerisinde önekip kampı kuracak ve mağaranın ilk 400 m’sinin hat döşemesini yaparak ilk istasyon kampı olan “Çiçek Bahçesi”ne ulaşacaktı. Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
İlk 4 gün içerisinde kamp kurulmuş ve mağara -280 m’ye kadar döşenmişti. İki yörük ailesiyle paylaştığımız Çukurpınar Yaylası’nın bize kalan güney düzlüğüne kurduğumuz kamp, kişisel çadırların yanı sıra bir malzeme tentesi, mağara dışındakileri gün boyunca güneşten koruyacak dev bir tente ve mutfak olarak kullandığımız, taşla örülmüş keçi ağıllarından ibaretti. Kamp hayatı sabah 8:00’de hareketleniyordu. Yaylayı çevreleyen dağların ardından doğan güneş bir süre sonra çadırları içinde durulmayacak kadar ısıtıyordu. Mağaraya girecekler hızlı bir kahvaltının ardından malzemelerini toparlamaya başlıyor, girmeyenler ise tente altına çekiliyordu. Geçen senelerde civar yaylalara yürüyüşler yapılırken, bu sene artan terörist söylentileri yüzünden kamptan ayrılmaya cesaret edemiyorduk. Hatta bir iki gecemiz çarşaktan gelen sesler yüzünden uykusuz geçmişti. Kampta ihtiyacımız olan suyu, 200 m uzaklıktaki pınardan, mutfakların yanına kadar hortumla getiriyorduk. Günlük ekmeğimizi ise yayladaki komşumuz Kiraz Teyze’yle beraber yapıyorduk. Mağara ekibi hazır olunca, tente altından kendilerine mağara ağzına kadar eşyalarını taşıyacak şerpalar bulmaya çalışıyordu. “Haydi şerpa!” “Gelemem, entelektüel faaliyetlerim var.” “Başlarım entelektüeline!” Kamptan 1.5 km uzaklıkta bulunan mağara ağzı, Çukurpınar’ın güneydoğusundaki Peynirlikönü Yaylası’nda yer alıyor. Eski Türkiye derinlik rekoru olan Çukurpınar Düdeni’nin heybetli ağzıyla karşılaştırıldığında, Evren Günay Düdeni’nin girişi kayalar arasında küçük bir delik! Çukurpınar’ın birbirini takip eden dev inişlerinin aksine, Evren Günay Düdeni 20 dakikalık bir sürünmeyle başlıyor. 1 metreyi geçmeyen yükseklikteki dar koridorlarda, cadıkazanları üzerinden cambazlık yaparak ilerleniyor. Daha aşağılarda olacak bir kaza veya sel ihtimaline karşı bizi en çok endişelendiren bu dar pasajlar. Sürünmenin sonunda 25 m’lik bir inişle mağara dikeyleşiyor ve çatlaklar boyunca küçük inişlerle menderesler yaparak ilerliyor. Genelde genişliği 1.5-2 m’yi ender aşan mağaranın tavanı ilk inişten sonra gözden kayboluyor. Mağaranın içinde ilerlediği dar çatlağın kestiği büyük şaftlarda, mağaranın genelinden farklı olarak, karstik oluşumlar açısından daha zengin geniş odalar ve göller yer alıyor. Ön-ekibin daha az deneyimli olmasına karşın, planlı bir çalışma ve kişilerin özverisiyle önceden belirlediğimiz programı takip ediyorduk. Tek bir döşeme ekibi başı olması işleri yavaşlatıyorsa da, memurvari bir sistemle (9:00 giriş, 18:00 çıkış) her gün biraz daha ilerledik. Küçük
2010
15
aksaklıklar sadece gece sohbetlerinin konusu oluyordu; Mehmet Ü.’nün çoraplarını unuttuğunu mağara ağzında fark etmesi ve M’Ali’nin koşarak 1.5 km uzaklıktaki kamptan çorap şerpalığı yapması… Mağara haritasında görünmeyen döşemelerle karşılaşınca sınırında tuttuğumuz ip miktarının yetmemesi ve mağaranın geri kalanına planladığımızın aksine yap-boz oynarcasına devam etmemiz… Sabah saat 8:00’da girmeyi planlayan hevesli gençlerin, Oktar’ın kahvaltı için pişirdiği leziz Pişi’yi (pofuduk ibişin şipşak işi) bekleyip 11:00’de girmeleri… Hüseyin’in reaksiyon hızına yetişememizden kaynaklanan küçük aksaklıklar… “Abi buraya 27’yi veya 29’u gönder!” demeye kalmadan tepeden Hüseyin’in attığı 27 m’lik ip balyası uçarak geçer ve gümbürtüyle aşağıdaki göle düşer… “29’u gönder, sakin!”. 19 Ağustos, 19:00 sularında yine Mehmet’le beraber mağaradan çıkıyorduk. Tam bir hafta dolmuştu ve biz mağarayı -500m’ye kadar döşemiştik. İki gündür mağaradaydık ve sürekli, çıktığımızda karşılaşacağımız kalabalık kamp manzarasını konuşuyorduk. Ekibin geri kalanı bugün geliyordu ve bir haftalık yorucu çalışmanın üstüne kendimizi kampın tatlı curcunasına bırakacaktık. Gene yorgun ama hevesle mağarada ilerlerken, yukarıdan gelen sesler duyduk. Yeni gelenler dayanamamış ve hemen üstümüze bir bindirme ekip göndermişlerdi. Gelen Sencer’in sesiydi, şarkı söyleye söyleye aşağıya iniyordu. -75 m’deki takıl-geçlerde karşılaştık, arkadan da 2 çantayla Hüseyin geldi. Bağıra çağıra, kaskları tokuştura tokuştura, mağaracı usulü bir karşılaşma oldu. “Heyoo, n’aber, kaç kişi geldiniz? Yahu sen hakkaten evleniyor musun? Abi yeni tulumuma bak, kim tutar sizi be, ...” şeklinde cereyan eden yoğun ve kısa bir sohbetten sonra, aşağıda bıraktığımız malzeme ve döşeme hakkında bilgi verdik ve vedalaştık. Adamlar bomba bir giriş yapıyorlardı, -500 m’den, ikinci istasyon kampının (Bir Başka Hayat) bulunduğu -700 m’ye kadar döşemeye gireceklerdi. Hüseyin ilk defa bu kadar zorlu bir giriş yapıyordu. “Çinli uşak (Hüseyin) endişeli gözlerle beyaz efendiyi takip etti… Beyaz efendi (Sencer) savaş naraları atarak ilerlerken, Çinli uşak iki bavulla kan ter içinde ona yetişmeye çalışıyordu.” Kampa vardığımızda coşkulu bir kalabalık bizi bekliyordu. Mağara içerisinde sessiz ve yalnız geçirdiğimiz iki günden sonra, kendimizi bir anda bu dost kalabalığın ortasında buluverdik. Mehmet’in sözlerini hatırladım, “…bu işi işte bu yüzden yapıyoruz…”. Bizim içeride olduğumuz sırada, yeni gelen grup bir toplantı yapmıştı. Kampta 22 kişiydik ve önümüzde 11 gün vardı. Mağara içerisinde -400 m ile, geçen sene ulaştığımız en son nokta olan -1377 m arasında bütün ipler hazır bekliyordu. 97 ekspedisyonunda mağara bitmeyince bu sene de girileceği göze alınarak, ipler düzgün bir şekilde balyalanmış ve su yolundan yüksek
yerlere bırakılmıştı. -400 m’den sonra döşeme yapmaya girecek kişiler ayrıca ip taşımayacaklar ve her inişin başında ipleri hazır bulacaklardı. Bu yüzden mağarada çok daha hızlı ilerleyebilecektik. Önümüzdeki 11 günün 6’sını dibe doğru ilerlemeye ayırmıştık. Mağaranın dar yapısı -700 m’den aşağıda da devam ettiğinden, Bir Başka Hayat kampından sonra yeni bir istasyon kampı kurmaya elverişli bir düzlük bulunamamıştı. Bu işimizi zorlaştırmıştı, çünkü -1300 m’ye çalışmaya inecek bir ekip Bir Başka Hayat kampından yola çıkıyor, 3 saatte dibe varıyor, 5-6 saatlik bir döşemeden sonra tekrar 600 m yukarıdaki kampa ancak 5 saatte çıkabiliyordu. 15 saatlik bir girişten sadece 6 saatlik bir verim alınabiliyordu. Bu sene ise yeni bir teknik denemeye karar verdik. -1000 m’den aşağıda çalışan ekiplerin yanlarında taşıyabilecekleri 2 hamak, 2 tulum, ocak ve yiyecekten oluşan mobil bir hamak kampı… Böylece, ikişer kişiden oluşacak ekipler düzenli şiftlerle, oldukça hızlı bir şekilde ilerleyebilecek. Bu sırada -700 m kampında bekleyen bir ekip belirli aralıklarla aşağıdaki mobil kampa karpit, yiyecek ve döşeme malzemesi indirecek. Bu sırada dışarıdan başka bir ekip döşemenin üçüncü gününde mağaraya yedek malzeme ve karpitle girecek. Dipte çalışanlar arasından bir ekip, yeni gelen bu ekiple yer değiştirecek. Böylece mağaradan çıkanlar, dışarıda bekleyen meraklı kalabalığa en son haberleri ulaştırabilecek. Planlanan bu programa uyulduğu takdirde, aşağıda çalışan iki ekip, günde ortalama 150-200 m ilerleyerek, 4-5 gün içerisinde mağaranın doğal sınırına ulaşabilecekti. Mağaranın toplanması için ise en az 5 gün gerekiyordu. Bir dağcı için tırmanışının en zor kısmı zirveye ulaştığında sona ererken, bir mağaracı için en yorucu anlar dibe vardığında başlar. Mağaranın döşemesinde kullanılan teknik malzemeler (ip, karabin, hanger, vb.), kamp malzemeleri ve çöpler yukarı çıkartılmalıdır. Toplama vakti geldiğinde bütün kamp seferber olur ve mağaraya girer. Islandığı için ağırlaşan yüzlerce metre ip, kilolarca karpit çöpü ve diğer malzemeler 20’şer kiloluk çantalar halinde, kimi yerlerde makara sistemleriyle kolaylaştırılmış bir şekilde, kimi yerlerde ise babadan kalma yöntemlerle yavaş yavaş yukarı çıkartılır. Dibe ulaşmak için gereken fiziksel güç ve dayanıklılıktan kat kat fazlası mağaranın toplanma sürecinde gereklidir. Zirveden dönen yorgun dağcıların çöp ve gereksiz malzemeleri yolda bırakma eğilimlerine benzer ve hatta daha üst düzeyde bir eğilim bir mağaracıda görülebilir. Mağara içerisinde bırakılacak organik veya inorganik artıklar, mağaranın ekosistemini bozacaktır. Bu yüzden bir mağaracılık ekspedisyonu bu şartlar dikkate alınarak planlanmalıdır ve mağara içerisinde herhangi bir artık bırakmayacak şekilde, yeterli işgücü mağaranın toplanmasına ayrılmalıdır. Bir derin mağaracılık ekspedisyonunun kalitesini ulaşılan derinliğin yanı sıra, mağaranın ne derece temiz bırakıldığı da belirler.
16
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
________________________________________ “…ayak izinden başka bir şey bırakmadan, fotoğraftan başka birşey almadan, zamandan başka bir şey öldürmeden …” ________________________________________ Böylece ilk 6 gün boyunca dibe doğru ilerlemeye ve sonra, ne olursa olsun toplamaya geçmeye karar verildi. Yeni gelenler son derece hevesliydiler ve mağaraya girmek için can atıyorlardı. Biz çıkarken giren Sencer ve Hüseyin’in ardından ikinci gün Arkadaş ve Oktar, yanlarında hamak kampının malzemeleri ve yiyecekle beraber mağaraya girdiler. Onların 5-6 saat arkasından ise Bülent ve Korcan giriş yapacaklardı. Mağara içerisinde görev alan herkes son derece özverili davranıyordu. Bir senedir derin mağaracılık yapmamış insanlar ağır çantalar paketliyor, zor girişler hedefliyordu. Bütün bir sene boyunca bu ekspedisyonu hayal etmiştik ve şimdi herkes elinden gelen bütün çabayı gösteriyordu. Ancak, mağaracılık da bir doğa sporudur ve kişisel hazırlık ve çabanın dışında başarıyı etkileyen bir başka faktör daha vardır; mağara! Bir derin mağara ekspedisyonunda bir anda -700 m dibe inmek ve hemen çalışmaya başlamak kolay değildir… Kaslar, eklemler ve en önemlisi kafalar mağaranın soğuk, karanlık ve nemli ortamına yavaş yavaş ısınır… Bu yüzden en zor girişler hep ilk girişlerdir. Birçoğumuz bu ekspedisyon için hazırlanmış, spor yapmıştık. Ama bir Fransız mağaracının da dediği gibi “mağaranın en iyi antrenmanı mağaradır!” Hevesimiz ve motivasyonumuzla, bu ısınma sürecini göz ardı etmiştik. İlk giren Sencer ve Hüseyin, direkt -700 m kampına ulaşamamışlardı. Yol üstünde bulmayı umdukları, geçen seneden bırakılan ipler sel sularıyla sürüklenmiş ve kullanılamayacak bir hale gelmişti. -400 m kampına dönüp, orada uyuduktan sonra ertesi gün yedek iplerle -700 m kampına ulaşabildiler. Ellerinde daha fazla malzeme kalmadığından, arkadan gelecek olan ekibi beklemeye başladılar. Yanlarında yeterli yiyecek, karpit ve kampta bir salgın haline dönüşen 500 sayfalık “Yüzüklerin Efendisi” kitabından 2 adet vardı. Onların arkalarından 3 çantayla gelen Arkadaş ve Oktar ise -400 m kampında bir gece dinlenerek, ertesi gün -700 m kampına vardılar. Daha aşağıya döşeme yapabilmek için gereken malzemeyi ise hemen arkalarından gelen ekip getirecekti. İkinci ekipten 6 saat sonra Bülent ve Korcan giriş yaptı. Bu giriş sırasında Korcan mağara içerisinde rahatsızlandı ve aldıkları yerinde bir kararla yukarı çıktılar. Bülent birkaç saat dinlendikten sonra, daha az deneyimli olan Sinan’la beraber tekrar mağaraya girdi. İniş sırasında Sinan’ın kolu incinmişti ve ağır çantaların taşınmasında yeteri kadar yardımcı olamadı. 300 m’ye kadar indirebildikleri çantalardan bir kaçını arkadan gelecek ekibe bırakmak zorunda kaldılar. Büyük bir şanssızlık sonucu, mağaraya girecek olan iki arkadaşımız peşpeşe rahatsızlanmış ve aşağıdaki iş uzun bir aksamaya uğramıştı. Bu Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
noktadan sonra ekspedisyonun nasıl devam edeceğini yukarıdan belirlemek imkânsızdı. Yukarıda meraklı ve çaresiz bir bekleyiş başladı. Mağaradan çıkacak ilk habere göre hareket edecektik. 22 Ağustos gecesi, yukarı çıkan Sinan ve Hüseyin bize üzücü haberi getirdi. Aşağıdaki ekip yukarıdan döşeme malzemesinin gelmesini 36 saatten uzun bir süre beklemişti. Mağara kampındaki bu uzun bekleyiş sonunda, moral ve motivasyon bozukluğu yaşayan ekip, son gelen ekiple de yeterli döşeme malzemesinin gelmemiş olduğunu görünce, çok fazla zaman kaybedildiği ve ekspedisyonun devam edemeyeceği kararını almışlardı. Ertesi sabah erkenden mağarayı toplayarak yukarı çıkmaya başlayacaklardı. Haberi aldığımızda herkes şok olmuştu. Aşağıda bu kararın alınmasına neden olan şartları anlıyorduk, ama bu kadar erken bitmesini ve bu kadar kolay vazgeçmeyi kabullenemiyorduk. Hemen acil bir toplantı yapıldı. Bir ekibin, sabah saat 4:00’de mağaraya girmesine ve yolda bırakılan döşeme malzemelerini de alarak, aşağıdaki ekibi, çıkışa geçmeden -700 kampında yakalamasına karar verildi. Korcan ve ben, kısa bir uykudan sonra 4:30’da mağara ağzındaydık ve girmeye hazırlanıyorduk. İkimiz de oldukça gergindik. Zor bir giriş yapacaktık ve aşağıya vardığımızda neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. “Abi nasıl ikna ederiz adamları? Zaten kampa vardığımızda pestilimiz çıkmış olacak! Soluk soluğa adamlara nasıl ‘devam’ deriz?” “Kampa gelmeden önce durur biraz dinleniriz… sonra da bağıra çağıra şarkı söyleyerek kampa gireriz! Bunu da yutmazlarsa biz de adamlarla döneriz artık, n’apalım…” “ Kimin morali, kimin moralini döverse artık! Aşağı vardığımızda bizde de ne moral kalır ya! Hadi bakalım…” Eğer aşağıdaki ekibe, toplamaya başlamadan yetişemezsek veya yetiştiğimizde onları ekspedisyona devam etmeye ikna edemezsek, yapacak bir şey yoktu. Girişimiz boşa gidecekti ve yorgun bir şekilde, biz de toplamaya katılacaktık. Tam karpit lambalarımızın suyunu koymuştuk ki, mağara ağzından Oktar çıka geldi. Sabahın köründe bizle karşılaşmayı hiç beklemiyordu ki, bizi görünce küçük bir çığlık attı… dayanamadık güldük. Adamlar 36 saatlik bekleyişten sonra dayanamamış, “sevgili, anne, yuva, dost” özlemiyle hemen döşemeyi toplayarak çıkışa geçmişlerdi. Bir sonraki sene için gerekli malzemeleri aşağıda bırakıp, mağarayı -400 m kampına kadar toplamışlardı. Artık yapacak bir şey yoktu… Garip bir şekilde Korcan da, ben de rahatlamıştık, üzerimizden büyük bir yük kalkmıştı. Mağaradan çıkanların hepsi aynı tepkiyi veriyorlardı. “Ulan Oktar, bastın gittin önden… Haydaa siz ne arıyosunuz burada!”. Herkeste bir keder ve durumu kabullenmişlik hali
2010
17
vardı. İşte o zaman anladım ki, adamlar çıkmadan aşağıya varmış da olsak bir işe yaramayacaktı. Belki, bir önceki gece planladığımız gibi sıkı bir çalışmayla, teorik olarak ekspedisyonu sürdürmek mümkündü; 9 gün, 600 m ip, 200 karabin, 150 hanger, 80 m perlon, 3 ekip çalışır ve 4 günde dibe varırız, sonra da toplarız! Ama en önemli faktörü hesaplamamıştık; bu çalışma için gerekli olan motivasyon! Bu ne yazık ki tükenmişti ve yapacak hiçbir şeyimiz yoktu. Hep beraber kampa doğru yürümeye başladık… Aşağıda olanları konuşuyorduk, ama hiç kimse başarısızlığa bir günah keçisi aramıyordu. Aşağıya malzeme gelmeyince kampı teröristlerin bastığını bile sanmışlar…
NOT: Bülten Ekibi olarak, Arpat Özgül’e yayınlama izni verdiği için çok teşekkür ederiz. Bu yazı, ASPEG üyelerinin, derin mağara tecrübesi olan mağaracıların yaşadıklarından ilham alıp Keşdağı Düdeni’ne iyi hazırlanmaları için bir örnek oluştursun diye bültende yer almıştır.
Kampa vardığımızda saat 6:00 olmuştu. Sesimizi duyanlar çadırlarından çıkıp yanımıza geldiler, bir süre sonra bütün kamp toplanmıştı. Mağaradan çıkanlarla konuşan herkes yavaş yavaş durumu kabullenmeye başlıyordu. Kahvaltı yaptıktan sonra bir toplantı yaptık ve aşağıda olanları konuştuk. Gecikme sebepleri ve aşağıda alınan toplama kararı tartışıldı. Devam edebilir miydik? Süre ve işgücümüz yeter miydi? Sonuçta, aşağıda 36 saatlik uzun bir bekleme olmuştu ve her ne kadar somut bir sebep olarak saymasak da motivasyonun tükenmiş olması ekspedisyona noktayı koymuştu. Şanssızlıklar ve yapılan hatalar belliydi… Ama toplamaya geçiş kararı bir hata değildi! Kamptaki herkes, en yeni mağaracısından, en tecrübelisine kadar, aşağıda alınan bu kararda üzerine düşen payı kabullenmiş ve belki de daha fazlasını sorguluyordu. Baştaki motivasyonumuz ve heyecanımız kaldırabileceğimizden daha ağır görevler almamıza neden olmuştu. Dönüş kararı almamış ve mağaraya devam etmiş olsaydık çok daha fazla şey kaybedebilirdik. Aşırı yorgunluk konsantrasyonu bozabilir ve bir kazaya sebep olabilirdi. Gezi boyunca yaşadığımız tek kaza ise Sinan’ın, 4 m ile başlayıp kampın sonuna doğru Oktar’ın abartmasıyla 9 m’yi bulan bir yükseklikten Oktar’ın tepesine çanta düşürmesiydi (Sinan’ın tabiriyle zımbalaması). İlerleyen günlerde Oktar’ın beli bir güzel ovuldu ve kazazede hakkettiğince şımartıldı… Buraya gelirken, dibi hedefliyorduk. Yeterli malzememiz ve işgücümüz vardı. Çukurpınar Yaylası’na geldiğimiz 9 sene boyunca kazandığımız tecrübenin de yeterli olduğunu düşünüyorduk. Ama mağaranın bize verecekleri henüz bitmemişti, eğitimimiz devam ediyordu. Doğal sınırlarına ulaşmak için çabaladığımız mağara, bize nazikçe kendi doğal sınırlarımızı gösterdi. Bebekliklerinden beri tanıdığımız yayla çocukları Ayşe ve Akif’e “Seneye gene görüşürüz!” derken, herkesin içini ertelenmiş bir vedanın sevinci kaplamıştı. Çukurpınar Yaylası’na veda etmeye henüz hazır değildik!
18
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
TEMUÇİN AYGEN
Ender USULOĞLU (ASPEG)
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ikinci yılımda, doğa sporları yapmak için “mağara araştırma” kulübüne girmiştim. Boğaziçi Üniversitesi’nin güzelliklerinden biri de buydu. 20-30’a yakın, istediğiniz dalda veya ilgi alanında kulüp vardı. Ben de bir arkadaşımın kamp ateşi muhabbeti ile doğa sporu yapmak için yazıldım. Zaman ilerledikçe ve ben yavaş yavaş mağaracılık neymiş, o tecrübeyi yaşarken, kimin söylediğini hatırlamadığım birisi, “Temuçin Aygen geliyor, o bizim babamızdır, mağaracılığı Türkiye’ye tanıtan kişidir” dedi. İşte adını ilk o zaman duymuştum. BÜMAK’ın (Boğaziçi Üniversite Mağara Araştırma Kulubü) 15. kuruluş yılını kutlamak için harıl harıl ekip halinde çalışıyorduk. Bende bu isim karışık duygular uyandırdı. Biraz hayranlık, biraz ürkeklik... Acaba misafirperverliğimiz yetecek miydi? 16 Aralık 1988 tarihinde, BÜMAK’ın 15 yılını kutlamak için hiç üşenmeden Antalya’dan kalkıp gelmişti. Kısa boylu, şişman ve kel bir adam. Herkes etrafını sardı. Konuşulanları hatırlamıyorum ama bilgi almak için herkes ağzının içine bakıyordu. Metin Albükrek arkadaşımızın nefis dia gösterisinden sonra sanırım kafasında iyice BÜMAK nedir, ne değildir yer etmişti. Bunu ikinci karşılaşmamızda gösterecekti. Ertesi yıl, Temuçin Aygen tekrar geldi. Mütevazi kulüp odamızda kendisini misafir ettikten sonra konuşmaya başladık. Bir önceki karşılaşmamızda çok fazla dikkatimi verememiş, akşamın iyi geçmesi için organizasyona odaklanmıştım ama şimdi bütün duyularımla onu dinliyordum. Bize gazetelerde çıkan kendi haber küpürlerinden, posterler falan getirmişti. Konu Konya obruklarının nasıl oluştuğundan devam ediyordu. Konuştukça, o yuvarlak yüzündeki iki gözün nasıl ışıldadığını hâlâ unutmuyorum. Büyük bir heyecanla anlatıyor, anlatıyordu. Ortam çok samimi bir hava içindeyken esas haberi patlattı. Anamur’da bir gazeteci arkadaşının ona verdiği ihbarı bize getirmişti. Yüzü bir parça ciddileştikten sonra, “böyle bir mağarayı Türkiye’de yapsa yapsa ancak BÜMAK yapar. Siz arkadaşların yeterli tecrübeniz ve malzemeniz var, o yüzden size getirdim ihbarı” dedi. Sanırım herkesi hafif bir gurur dalgası sardı.
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
İlk etkinliğe kendisi de katılacaktı. Bir ayağında çelik protez olan, hafif ağır aksak yürüyen birisini düşünün, 2000 metre Toroslara gidecek. O zamanlar yanılmıyorsam 68-69 yaşındaydı. Ağustos 1989 yılında, katırın tepesinde, 3035 derece sıcaklıkta, bizimle 2000 metrede Toroslar’ın tepesinde, Çukurpınar Mağarası’na gelmişti. Mağaraya girmemişti ama manevi olarak yanıbaşımızda bize destek veriyor ve coğrafyayı jeolojik açıdan inceliyordu. Bu ihbar ile yaklaşık 20 yıldır (1989 yılına göre) kırılmayan derinlik rekorunun büyük bir farkla kırılmasına yol açmış (Düdencik -330 metre iken, Çukurpınar -1190 metre olmuştur) ve önce BÜMAK sonra Türkiye’de ki mağaracılık, bu ihbar ile eşik atlamıştır. Bunda Temuçin Aygen’in payı yadsınamaz. Yıllar geçtikçe, kendisini kah sempozyumlarda kah Antalya’da ki evinde görme fırsatım oldu ve bir farkını daha keşfettim Temuçin Aygen’in, o yazıyordu. Yazma kültürü kıt olan bir toplumda, Temuçin Aygen, geride oldukça fazla miktarda, kitap ve makale bırakmıştı. Gerçekten böyle bir insanın mağaracılık yapması bizim için bir şanstı. Ölmeden önce en son Çin’deki dünya mağaracılık kongresine, dairesini satarak katılmıştı. İşte böylesine sevmişti, mağaracılığı. Mesleki olarak başlayan ilgi, git gide bir tutkuya dönüşmüş ve bu tutku sayesinde mağaracılık yapan bizlerin önünü açmıştı. En son onu, Teşvikiye cami’de gördüm. 25 Ocak 2003 tarihinde aramızdan ayrıldı ve tam 7 yıl oldu ama o hala bizimle ve ilham vermeye devam ediyor.
2010
19
Topkapı Sarayı Sarnıç Sistemleri Çalışması Hakan Eğilmez (ASPEG)
2009 yazı boyunca her salı günü çalışılan, Topkapı saray bölgesindeki sarnıçları ve tahliye kanallarının envanterinin çıkarılmasını amaçlayan bu çalışma, Çiğdem Özkan Aygün başkanlığında ve Aspeg üyelerinin katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın genel sunumu Topkapı sarayında 23 Şubat 2010 tarihinde Ali Yamaç ve Çiğdem Özkan Aygün tarafından sunulmuştur. Bizim burada ele almak istediğimiz konu, çalışmalarda uygulanan, sualtı mağaracılık tekniklerinin nasıl planlandığı, genel çalışmaya nasıl katkı sağladığı üzerine olacaktır. Çalışılması zor koşulları içeren, sarnıç ve bağlantı kanallar sistemlerini 2 ana kategori altında incelemek gerekir: a) Kötü görüş, dar alanlar b) Uygun malzeme kullanımı ve konfigürasyon teknikleri Sarnıçların tam olarak ne büyüklükte ve derinlikte olduğu kestirilemediğinden, birebir aletli dalış ile envanter çıkarılması yoluna gidilmiştir. Envanter edinimi esnasında, robot kameralar(remote operating vehicles, rov), fotograf ve video kullanılmıştır. Kanallara yapılan penetrasyon(sızma) bazen su içinden, bazen su üstünden gerçekleşmiştir. Kanalların ve sarnıcın durumunu göre tüplü ya da serbest dalış teknikleri kullanılmıştır. Kanal yollarının birbirin bağlantılı olması, referans ipi kullanımını gerek bırakmıştır. Sonuçta SİT alanı üstünde bir araştırma olduğundan, herhangi bir kısma bir şey çakmak ve takmak, tarihi dokuya zarar vereceğinden zeminlere minimum temas hedeflenmiştir. A)
Kötü görüş, dar alanlar:
Yaklaşık 1,30 m yükseklik ve 60 cm eninde inşa edilmiş kanallar, hareket etme güçlüğünün yanı sıra, üstümüzde taşıdığımız dalış ekipmanları, envanter malzemeleri (video, ışık fotograf) taşınmasını zorlaştırmıştır. Bu sebeble bazen su üstünden ölçüm alınıp serbest dalış teknikleri kullanılmıştır. Kötü görüşün yol açtığı (50 cm) derinlik ve yön kavramı üstünde ciddi baskı oluşturmuştur. Görüşün bozulmasındaki ana etmen, zeminde bulunun sist tabakası ile suyu girilirken yan cenahtan suya karışan toz toprak, moloz birikintileri ya da kontrolsüz yapılan palet vuruşları hem görüntü almayı hem de hareket etmeyi sıkıntıya sokmuştur. Bazı çalışmalar (dalışlar) suyun içindeki partiküllerin zemine çökmesi sonrasında (min. 3 hafta) yapılabilmiştir. Çekim esnasında oluşan kötü görüş ve karanlık içinde en iyi referans, kullanılan ışık sistemleri olmuştur. Yaklaşık 50 wat enerji üreten led fenerler, hem uzun süre ışık kaynağı sağlamış hem
de gerekli aydınlanmayı sağlamıştır. Özellikle dar alanlarda hareket ederken , sarnıç içindeki metal ilişkenler (demir çubuk kazık, paslanmış borular) ciddi sıkıntı yaratmıştır. Şöyle ki 50 cm zor gördüğünüz bir su içinde, hareket etme zorluğu yaşarken, önünüze ya da arkanıza ya da kafanıza doğru uzanan metal parçalara karşı çok dikkatli olmak gerekmiştir. Sarnıç içinde refaranslıktan inilen 8 m sadece dalış bilgisayarının metraj bölümünden anlaşılmıştır. Bzı sarnıçlarda görüş ve suyun temiz olması, hareket etme kolaylığı sağlamıştır. Burada sarnıcın giriş noktasının çok dar olması (60cm en), ekipmanı önce aşağı sarkıtıp suda giyilmesi ihtiyacını doğurmuştur. B) Uygun malzeme kullanımı ve konfigürasyon teknikleri Bu tür ortamlar için düşünülen standart dalış ekipmanı, hareket etme kısmında zorluk çıkarmıştır. Özellikle sarnıca merdivenle inilen ilk 10 metrede. Bu tarz dar alanlarda daha ufak hacimli tüpler, 4 litre gibi, daha kullanışlı olacaktır. Özellikle dar alanlara girip çıkarken ekipmanın sırta değil de göğse alınması, regulatör bağlantılarının buna göre dizayn edilmesi, olası sürtünmelerin önüne gececektir. Kullanılan ışık sistemlerini de aynı mantıkta ekipman üstünde, kanasterli (hortumlu) fenerler ile yapılması, ışık kaynağını yönlendirmede ve kullanmada kolaylık sağlamıştır. Sonuçta ekip olarak çalışıldığından, her zaman yüzey destek ekibinin olması çalışmaları kolaylaştırmıştır. Suyun çok soğuk olmaması, temiz olması, ıslak elbise kullanımına imkân tanıdığından, üşüme katsayısı minimum olmuştur. Bu tip dar alanlarda, klasik palet vurma yerine, “frog” tarzı dediğimiz, ayakların içden dize doğru çekilerek yapılan hareket, hem suyun bulanmasına engel olup, hem de uygun yüzerliliğin sağlanmasında etkili olmuştır. Özellikle dar alanda, yüzerliğinizi kontrol ederken, video ile kayıt almak bu anlamda önemlidir. 2010 senesinde çalışmaların devam edeceğine dair bilgi bizleri memnun etmiştir. Yeni sezonda yapılacak çalışmalarda, bir önceki senenin tecrübeleri, daha verimli çalışmalar yapabileceğimizi göstermektedir.
20
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Sözler
‘
Uzun bir süre evimdeydim uçsuz bucaksız revakların içinde, Gemici güneşin renklendirdiği milyonlarca ateşlerle, Dikey, muhteşem ve soğuk en görkemli sütunları, Onları aynı hale getiren, bu akşam, mağaralar gibi bazalt sivri kuleler.
‘Rahimde hepimiz kör mağara balıklarıyız.’’
Charles Baudelaire-Kötülük Çiçekleri
Dağ mağaralarından esen rüzgarlara benzeyin. O kendi şarkısına göre dans etmek ister: denizler titrer ayakları altında onun.
Jim Morrison
“Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki, bu zamanda, senin yanı başında ve önündedir. Mağara da, dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var!” Hz.Mevlânâ-Mesnevi Derleyen: Gülşen Küçükali
Friedrich Nietzsche -Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt
Ambarlar sintineler, bodrumlar miğdemi bulandırırdı. Gazetelerin birinci sayfasını kaplamak yüzsüzlüğünü gösteren mağara incelemecilerine özel bir kinim vardı; yaptıkları yüzünden içime fenalık çökerdi. Başını, dar kayalık bir boğazda (ki o şaşkınlar buna sifon adını takmışlar) sıkıştırmak pahasına da olsa yerin 800 metre altına inmeye teşebbüs etmek olsa olsa sapıtmış ya da keçileri kaçırmış insanların yapabileceği bir işti bana göre. Bu cinayet gibi bir şeydi. Albert Camus- Düşüş
“Dipsiz bir uçurumun insanda uyandırdığı çekicilikten daha güçlü bir şey yoktur” Jules Verne-Dünyanın Merkezine Seyahat Mişima’nın kısa romanındaki kahramanları, aşkı adanın tepesindeki kimsesiz bir mağarada tadarlar. Mağarada her şey aşkın unutulmaz anısı için vardır sanki. Dışarıda yağmur yağmakta, damlalar mağaranın ağzını yükseltisinden düşen bir dere gibi örtmektedir. Kızın saçlarına benzer bu. İlk aşkı, ilk sevişmeyi anlatan bu idealize sahne, insan duygularıyla ilgili evrensel bir uç verir. Yukio Mişima- Dalgaların Sesi
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
21
Yaşadıklarımız
Kankalar, kahve içerken....
Kankalar, mağaraya girerken....
Kankalar, hamamda...
Kankalar, ipten indikten sonra...biri hariç :)
Kankalar, mağaradan dönerken...
Kankalar, eğitimler sonrası...
Kankaların (Nam-ı diğer ayılar) Karlık Zirvesi Kankalar, geyik yaparken...
22
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
Abstracts Speleoculture (page 2-4)
Did You Know? (page 14)
Cıngırdaklı Cave (page 5-6)
1998 Expedition Of Evren Günay (peynirlikönü) Sinkhole (page 15-18)
In this section, we will give you a parade of cave photos taken from mid-1800’s to mid 1900’s until electric flash photography. This is a funny story that takes place during rigging of Cıngırdaklı Cave. 3 cavers starts rigging the cave where two of them ends up on a very narrow balcony up high where the third one with engineering background continues rigging below. The dazzled cavers leave the rope so cannot reach it anymore and had nothing but talking to each other. The engineer, on the other hand rigs one shaft and throws the rope but the rope tangles in between. He thinks that he can manage it on the rope but cannot so he had to climb back to the beginning of the shaft and in order to tackle the rope, he unties it. After he manages the rope and forgetting the tide the rope back to station, he throws the rope back to shaft...Swooshhh!..there goes all the rope. With no rope left, our dazzled cavers had to ascend back to enterance.
My Movile Experience (page 7)
Oana Chachula, our Romanian member, also a member of Focul Viu caving association writes about the short experience in Movile Cave, Romania. Movile Cave is by no means an impressive cave in sportive terms. Movile Cave became famous because of NASA research in the cave. Due to lot of siphons, inside the cave, one can find the oldest cave fauna environment in the world. As biologist and a caver, Oana explains what it means to her to get into this cave.
Yearning For Caving (page 8)
In this article, the author explains why as cavers we yearn for caving so often with humor. During caving and camping, we got use to adrenalin, irregular and behaviours with total freedom. When we go back to city life and do what we need to do to live, everything that we do or work for becomes meaningless and pointless so to come back to our senses, we need to go back to caving. And only a caver understand the symptoms of another caver when exposed to much to city life.
In this section, we are explaining how we get asetilen gas and chemical reactions with humor.
This article is an old article dating back to 1998 expedition where BÜMAK members attempted to break the Turkish Depth Record in this sinkhole. It is a memoir of a caver, Arpat Özgül, that was in the team. This cave is now at -1429 m.
Temuçin Aygen (page 19)
Temuçin Aygen has been the laying foundation of Turkish Caving, he has been a father to us. It is 7 years now that he passed away. We celebrate him thru a caver’s memoir that gives his first encounter with Temuçin Aygen.
Diving under Topkapı Palace (page 20)
Our Team explored the underworld realms of Topkapı Palace and Hagia Sophia Church during 2009. The results has been published with National Geographic Turkey march 2010 edition. Author, being a diver, gives a different angel of these studies; diving side of it.
Words (page 21)
We got tired of some of the well known words, phrases or sayings about caving like “take nothing but....” so with a little research and interest in the subject, author lays some different ones here.
Our Life (page 22)
This section covers our funny side of caving and friendship. Enjoy the pictures !.
Pseudokarst (page 9)
This is a short article explains the meaning of pseudokarst. Pseudokarst is karstic like formations that happens without chemical reactions, so to say. Well, it also gives details about the debates on the term as well. But if you want more information, there is some useful links at the end of the article that you can visit.
MTA (page 10)
Maden Tetkik Arama Mağara ve Karst Araştırma Birimi is the 3rd oldest organization after MAD and BÜMAK in Turkey deals with explicitly caves and karstic researches. This organization is a branch of MTA, state department of Mine and Metallurgy of Turkey. This article explains in details what they do
Sarıkaya and Aksu Caves, Training Camp (page 11-12)
This article is written by a new beginner about how she perceives caving and the first camp and caving experience. This trip is the first fruit of a cooperation between ASPEG and AKUT (Search and Rescue Association). The aim is to cooperate on cave rescue and train new AKUT members who are interested in caving.
Speleo-art (page 13)
This is the continuation of the poet on mapping. This part explains how to use the tools for measure, of course, poetically :)
Cadı Kazanı
Ocak-Şubat
2010
23