www. a v a ng a r t ka di n. c o m
Ma yı s2010Sa yı6Te r r aYa yı nc ı l ı k
ÇağınÖtesinde BirKadın Annel erGününüz Kut l uOl s un!
En Güzel ÇarşıTorbal arı
Gi z eml iKent : Mar di n
Kr e d iBo r c uOl a nKo n u t Na s ı l Al ı n ı r ?
Be y a zAt l ıPr e ns i m Ne de nAğz ı nKokuyor ?
Gı daTahammül süz l ügünün Çar esiVar
Kente Ekol oj i kYaşam
Türkl erde Mi tol oj iveAstrol oj i
M odaM oda Dedi kl eri …
GÜNDEM BİR ANNELER GÜNÜ HEDİYESİ
Nimet İNCE (Emekli Öğretmen)
Merhaba,
Ö
nce tüm annelerin, Anneler Günü’nü kutluyorum. Allah anne olmak isteyen herkese anne olmayı nasip etsin. İsteyip de olamayan varsa: En iyi annelik mertebesine yaradan tarafından layık kılınsın. Halen anne olanların, annelikleri hayırlısı ile daim olsun. Ben de iki çocuk annesiyim. Allah hiç birisinin acıları ile anneleri imtihan etmesin. Annelerin hepsi kutsaldır. Onun için ‘’Cennet’in anaların ayağı altında’’olduğu söylenmemiş midir? Ne demiş atalarımız: ‘’Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.’’ Gerçi Bağdat da kalmadı ya! Çok Anneler Günü’nü annemle kutladım. Benim de çok anneler günüm kutlandı. Çok Anneler Günü’de bana kutlandı. Çok şükür. Ama bana çocuklarım tarafından yaşatılmış bir yıl var ki, unutamıyorum. Ve okuyucu annelerle paylaşmak istiyorum. Büyük oğlum altı, küçük oğlum beş yaşındaydı. Büyük oğlum, bir yaşından itibaren kalem kullanmaya bir başladı, bir daha kalemini kimse alamadı elinden. Önceleri bir şey karalamadan, sonraları da resim yapmadan bir gece bile yatıp uyumamıştır. Ta ki, kolejdeki hazırlık sınıfına kadar. İşte bu yıllarda hayvanların resimlerini kendince yapar, kardeşi ile kutudan çıkarırlar, aralarında onları konuşturur, gezdirir, dizer, toplar yine kutuya koyarlardı. Altı yaşına geldiği sene ‘Mayıs’ ayı gelmişti. Televizyondan Anneler Günü’nü, çocuk programlarını kaçırmadan izlerlerdi. Henüz okula başlamadıkları gibi, Anaokuluna da, kreşe de gitmiyorlardı. Ama ben ve eşim onların evdeki eğitimlerine, oyuncak sevdalarına, hayal dünyalarına çok önem veriyorduk. Bazen kağıt üstüne çizdikleri üç çizgiyi anlat bakalım dediğimizde; orada ne hikayeler yaratıyorlardı anlatırlarken, bilemezsiniz. Bütün dünya görüşleri o üç-beş çizgide yatıyordu. Biz de içten, inanarak, samimice dinliyor, kendilerini anlatmalarına fırsat veriyorduk.
Nihayet Anneler Günü gelmişti. Sabah kahvaltısından sonra: ‘’Anne, bugün sana “gelebilirsin” diyene kadar, misafir salonuna gelmesen olur mu?’’ dediler. Ben de: ‘’Olur. Nasıl isterseniz.” Herhalde bir sebebi vardır, dedim. Daha sonra çok büyük bir sürprizin beni beklediğini değil düşünmek, hayal bile etmemiştim. Diğer odalarda ve mutfakta işlerimi gördüm. Dışarı çıksalar bile hemen kapı nöbeti tutuyorlardı. Üç - dört saat bu kovalamaca sürdü. Doğrusu merak etmeye başlamıştım. O gün pazardı. Eşim işleri gereği dışarı çıkmıştı. Saat 14:00 olmuştu. Merakım iyice artıyordu. Üstelik ne yapıyorlarsa, ilk defa hiç çıtları çıkmıyordu! İkisi birden mutfağa geldiler. Gözlerini kapat anne; ‘’Seni özel bir yere götüreceğiz,’’ dediler. Gözlerimi kapattım. Elimi tuttular. Na...na... na...nay!.. diyerek kapıyı açtılar. Beni salon kapısının önüne getirince: ‘’Aç gözlerini anne, sana hediyemiz var. Bak bakalım beğenecek misin?’’ Gözlerimi açtığımda, inanamadım. Çok büyük, özverili bir uğraşı halının üzerinde yatıyordu. 8 metrekarelik halının tamamı işgal altındaydı. “Bu ne?” dedim. Bu “ORMAN” sana armağanımız ‘’ANNELER GÜNÜ HEDİYESİ’’ dediler. İkisini de sevinç gözyaşları ile ağlayarak öptüm. Teşekkür ettim. Minicik halleri ile boylarından büyük emek vermişlerdi. Halı devetüyü renginde idi. Hiç desensiz bir Isparta el dokuma halısı idi. Halının üzerine çizip, boyayıp, kestikleri çiçekli-çiçeksiz ağaçlar, evler, kulübeler, kayalar, büyük çiçekler, güneş, bulutlar, ırmak benzeri görüntüler... Hepsini çizmiş, boyamış, kesmişler. Karşımda çok güzel bir ORMAN vardı. Halıyı toprak yapmışlar, herşeyi dizmişlerdi. Renk renk, harika görünüyorlardı. Şimdi büyüğü doktor, küçüğü optisyen... Daha sonra, çok Anneler Günü hediyesi aldım, ama o tarihteki hediyeyi bastıracak güzellikte hediye hiç almadım. Sizlerle paylaşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyor, çok daha değerli “Anneler Günü’’ yaşamanızı gönülden diliyorum. Tüm annelerin ellerinden, gözlerinden öpüyor, evlatları ile mutlu, uzun ömürler diliyorum.
5
ŞİİR KÖŞESİ CANIM ANNEM
İnşallah memnunsundur yerinden.
Keşke keşke yaşıyor olsaydın,
Benden önce gelenlerle...
Sabahları beni bin nazla,
Kavuşuruz inşallah bir gün,
Uyandırmaya çalışsaydın.
Cennetteki köşelerde,
Hatta biraz yüksek sesle,
Seni hep sevdi, unutma,
Bağırıp, kızıyormuş gibi yapsaydın.
NİMET’in, yüreğinde!..
Selam gönderiyorum SANA,
Daha da öfkelenip,
Nimet İNCE (Emekli ğretmen)
Terlikleri havaya fırlatsaydın. Sen gülünce içim aydınlanırdı... Güneşim olur, ısıtırdın içimi,
YILIN ANNESİ
(Selver KARAER)
Şimşek şimşek olurdu gözlerin. Sen kızınca, fazladan, Elma olurdu yanakların. Dudakların titrerdi hafifçe, Sıtma tutmuşçasına... Her halinle sıcak, Her halinle güzeldin Anne! Ellerine ne zaman ellerimi alsan, Sıcacık olurdum avuçlarında. Boynuna sarılıverirdim aniden... Şaşırsan da sarardın beni sevgiyle... Ne paran biterdi isteklerimize Ne de gücün kuvvetin. Haber bile vermedin gidiverirken, Ansızın, uçtun yeryüzünden...
AvangArt Kadın Dergisi Yılın Annesini Seçti! (Plaketi taktim eden Şafak Burçak ALKANLI
Keşke keşke yaşasaydın Annem. Çıkarken ruhun bedeninden, Yakalayabilseydim ruhu belinden, En azından sormaya çalışırdım, Ne var ne yok diye...Öteden... Sonunda acımasızca terk edip, Gidiverdin önümüzden. Ne senden haber var şimdi, Ne de seni götürenlerden!.. Yokluğunu BİRİ DOLDURDU, Sanmayasın sakın sen, Çok özeldin,çok güzeldin öteden!.. Şimdi dualarımız var, Sana sadece derinden...
6
Avangart Kadın Dergisi Selver Karaer Hanım’ı yılın annesi seçti. Gelin Selver Hanım’ı kızı Esin Hanım’dan dinleyelim: Sevgisini herkese ya yedirerek ya sevindirerek ya sürprizler yaparak sunar. Mahallemizdeki tüm çocuklar onun lezzetli yemeklerini yemiş mutlu olmuştur. Ne kadar acı çekse, hasta olsa da belli etmez, her zaman dimdik ayakta durur. “Bu da geçer” diyen annem tüm çocukları, yaşlıları sevgiyle kucaklar; herkesin acısını azaltmak için çareler yaratır. Kimsesiz çocuklara, insanlara en güzel ve en zor örnekleri çıkarıp kazaklar, hırkalar, şapkalar yaparak mutlu olur. Ne kadar çok üretip örerse o denli mutlu olur. İnsanların sevdiği yemekleri laf arasında öğrenip, tekrar evimize geldiklerinde onlara sunar. 8 yasında annesini kaybetmesine rağmen hayata tutkuyla sarılmış, insanların hayatını kolaylaştırmış, eşsiz bir anne olmuştur...
DoÄ&#x;um, Bebek, Hamile, Aile ve Moda FotoÄ&#x;raf Hizmetleri Verilir.
7
GİRİŞİMCİ - LİDER KADIN GÜRDENLİ ERMENİLER (Gülseren ALÇI)
ğuna yürekten inanmalıdır.”
1952 Helsinki Olimpiyatları’nda dünya birincisi olan güreşçimiz Celal Atik yurda dönmeden önce Marsilya’ya uğrar. Celal Atik’in geleceğini öğrenen Gürdenli Ermeniler onu karşılamaya giderler. “Celal’imiz seninle gurur duyduk.” diye boynuna sarılırlar. Yaşlı Ermeniler, “Celal yavrum, köyümüzü, vatanımızı çok özledik; gidince bizim için toprağımızı öp; aşağı pınarın soğuk suyundan da kana kana iç, olur mu?” diyerek ağlarlar.
“Ah Arsin Bey, “Babaannem, babaanneniz Maki Teyzeyle can ciğer dosttu. Bizler de dedeniz Civan Amcayı, Maki Teyzeyi, annenizi, babanızı, halalarınızı çok severdik. Köyümüz Gürden’de, Kayseri’de de sık sık görüşürdük.
Amcam Celal Atik’in anlattığı bu anı ne zaman aklıma gelse gözlerim ıslanır. Ermeni soykırım tasarısının ABD temsilciler Meclisinden geçmesine çok üzüldüm. İsveç Meclisi’nde Türk asıllı dört vekilin (birisi çekimser olsa da) evet oyu vermesi dört kez bağrımı yaktı. Arkadan vuruldum sanki… Boğaziçi Üniversitesi’nden emekli öğretim görevlisi olan Arsin Bey bir söyleşimizde bana; “Dünyada barış arayanlar, insan haklarını savunanlar, barış içinde birlikte yaşamak isteyenler Gürden (Yazıkışla) köyümüzü araştırma konusu yapabilirler… Ben hep kaos durumlarında köyümüzü model olarak gösteririm ve kısaca sosyal yapısını anlatırım.” demişti. Ermeni dostumuz Arsin’e telefon açtım. “Arsin Bey, İsveç Meclisi’nde bizim Gürdenli Ermeniler olsaydı, hiçbiri “evet” demezdi; yanılıyor muyum?” Arsin Bey üzüntülü bir sesle “Çok doğru söylüyorsun. “Evet” demeyi bırak, “Hayır” için yandaş toplarlardı. Karanlık ve büyük güç odakları, 1915 öncesi oynadıkları benzer oyunu yine sahneye koyuyorlar. Kürtler, Ermeniler, Türkler diye ayrım yapıyorlar. Türkiye’de yaşayan tüm etnik gruplar, üzerinde yaşadığımız ülkemizin yapı taşlarını oluşturmaktadırlar. Türkiye sağlam duruşuyla ve çağdaş politikalar üreterek, Türkiye aleyhine gelişen olumsuz atmosferi yok edecek erdeme sahip oldu-
8
Köyümüzde, çoğunluğu Sünni ailelerle birlikte, bir Kürt ailesi, Boşnaklar, Arnavutlar, muhacirler vardı. Çevremizde Türkmen ve Alevi köyleri. Etnik kökenlerinin farklı olmasının hiç önemi yoktu. Akılcılık, iyimserlik, çalışkanlık, üretip, paylaşmak, sevgiye dayalı dostluk, eşitlik özgürlük gibi duygularla, sevgi yumağı olmuştu köylülerimiz. Aramızda hiç ayrım yoktu.” Düğünlerde, bayramlarda birbirlerimizi hiç yalnız bırakmazdık. Köylü bilgelerimizi düşünüyorum. “Aklın hüküm sürmediği yerde kavga vardır. Akıl hüküm vermezse, ayrım yaşanır. Bir arada yaşamayı savunmalıyız, ayrımı değil”, diyen köylülerimizi. Şimdi gelinen nokta insanı yaralıyor. Değil mi Arsin Bey? Arsin Bey, eski günlere özlemli sesiyle, “Bizim gençliğimizde büyüklerimiz sağduyuluydu. Barıştan yanaydılar. Nasıl doğru insan olunur, onu öğütlerlerdi. Sevgi saygı vardı aramızda. İstanbul’dan Kayseri’ye gelen Patrik Hazretlerine, “Hoş geldiniz” konuşmasını babanız yapardı. Öyle iç içe ve yakındık ki… “1971 yılında, 1918 yılından beri Fransa Marsilya’da yaşayan dedemin kız kardeşi ve eniştesi geldi. Yetmiş yaşında idi. Kayseri’ye ve köyümüze gittik. Ticaret yaptığı dükkânını yaşadığımız yerleri gezdi. Çok duygusallaştı. Unutulmayan anılarını yeniden yaşamak, memleket havasını solumak onu gençleştirdi. İnanınız yetmiş yaşında geldi kırk yaşındaki bir delikanlı gibi gitti. “Bizler, Türkiye’deki Ermeniler, süper güçlerin ve her kesimin senaryosunu yazıp oynadığı oyunların farkındayız. Bizleri yönetenler de dimdik ayakta
durup sağduyu ile olaylara yaklaşırlarsa, dediğim gibi oyunlar bozulur. Barış kapısını açacak anahtar Türklerin ve Ermenilerin cebindedir.” dedi, sustu. Çocukluk anılarımızın güzelliğinin hiç bozulmadığını görmenin mutluluğuyla vedalaştık. Yozgat – Boğazlıyan’ın Gürden Köyü’nde (şimdiki adı Yazıkışla) ve Kayseri’de yaşayan Ermenilerle aramızda gerçekten sevgi, saygı dostluk vardı. Bizlere sanatkârlıklarıyla, çalışkanlıklarıyla örnek olurlardı. Şimdi köyümüz de değişmiş, zamana uymuş. Kayseri’deki dostlar İstanbul’a göçmüş, bizler Ermeni dostlarımızı hâlâ çok seviyoruz. Onlar da bizleri ve Türkiye’mizi çok seviyorlar. Türkiye yaşayanların etnik kökenleri, siyasal düşünceleri ne olursa olsun, yan yana gelip yeniden kucaklaşma serüvenine başlamamız gerekiyor.
Kızılhaç’ın ortaklaşa düzenlediği (İstanbul-Pendik) İlkyardım Kurslarına katıldı. 1988’de Kızılay’ın İlk Yardım Öğretmen Kursunu bitirdi. 1989’da Konak Belediyesi Kültür Müdürü oldu. Günaydın İzmir ekinde Konuk Yazarlık yaptı. 1990’da Bornova Belediyesi Kültür Sanat Koordinatörü oldu. Edebiyatçılar Derneği, Köy Öğretmenleri Derneklerinin üyesidir. STÖ lerinde etkin olarak çalıştı. 1994’de Konak Belediyesi Sosyal Etkinlikler Çevre Merkezi Koordinatörü olarak çalıştı. 1994 - 2002 arasında CHP Parti Meclisi Üyeliği yaptı. 1995’de ilk şiir kitabı (Sevgi Yoğun Bakımda) çıktı. 1998 Nisan’da Hint Bilgelik Sistemi Yoga’yla tanıştı. Didi’den ilk yoga derslerini aldı. Kendi içinde saklı olan sağlık, huzur ve mutluluğa kavuştu. 2000 Ocak’ta emekli oldu. 2001 Şubat’ta Lale Bayraktaroğlu’ndan REİKİ 1. derece, Nisan’da da REİKİ 2. derece kursunu aldı. 2001 Ekim de Jacqueline A. Carleton: Beden Psikoterapi Core Enerji Seminerine katıldı.
Not1: Yüreğimizde saklı, Ahmet Taner Kışlalı’yla bir görüşmemizde, Celal Atik Amcam’ın Marsilya anısını anlattığımda “Lütfen bu anıyı yaz, aranızdaki dostluğu yaz.” demişti. Çok geç de olsa, Sayın Kışlalı’nın istemini yaşama geçirmenin mutluluğuyla... Not2: Arsin Bey 2 Mayıs 2010 tarihinde 84 yaşındaki annemi görmek için, (eşiyle) İzmir’e gelip annemle özlem giderdikten sonra İstanbul’a dönecek. Geçmiş yılların Türk, Ermeni dostluğunun en duygulu ve en güzel eylemi bu. Gülseren ALÇI; 1949’da Yozgat-Boğazlıyan’da doğdu. İlkokula başlangıç ve tüm öğrenim yaşamı Kayseri’de geçti. 1966’da Öğretmenliğe başladı. 1969’da Genel Öğretmen Boykotu, uyanış, kendi kendini yenileme ve dünyaya nesnel gözle bakış yılı oldu. Gönüllü Okuma–Yazma Seferberliğine katıldı. Takdirname aldı. Yöresel gazetelerde, değişik konularda yazılar yazmaya başladı. 1973’de Film, Radyo, TV Eğitim Merkezinin açtığı yarışma, kurs ve sınav sonunda Radyo Senarist Öğretmeni oldu. Evlilik nedeniyle Kayseri’den ve öğretmenlikten ayrılarak İzmir’e yerleşti. 1987’de HP-SODEP-sonrası SHP İl yönetiminde görev aldı. 1984’de Kızılay’ın Sağlık Gönüllüsü, Kızılay’ın ve
2002 Genel Seçimlerinde milletvekili adayı oldu. 2003 Temmuz’unda Edremit Zeytinbağ’da Yoga seminerine katıldı. İnci Evrensel’den yoga duruşları, Acarya Hiranmayananda Avt. Yoga felsefesi derslerine katıldı. 2004 Şubat - Mart, Yoga Eğitmenliği kurslarına katıldı. Yoga Eğitmeni oldu. 2004 Nisan’da “Living Yoga Institute” ve Hürriyet Kadın Kulübünde yoga dersleri verdi. 2005 Mart’ta İstanbul’da düzenlenen VİVEKANANDA YOGA ÜNİVERSİTESİ (www.svyasa.org, Hindistan) “Dış İlişkiler koordinatörü Prof. N.V Raghuram’dan uluslararası geçerliliği olan “ Yoga Eğitmenliği Sertifika Programı”na katıldı. Sertifika aldı. 2005 Temmuz’da Hindistan’da Guru Raghuram’la gezi, gözlem, eğitim çalışmalarına katıldı. Büyükşehir Belediyesi Yaş Alma Merkezine de (gönüllü), değişik kurumlara da ve ayrıca özel yoga dersleri de verdi. 2005’de Ege Life dergisine 5 yıl süreyle değişik konulu yazılar yazdı. 1 Ağustos 2009 - 1 Şubat 2010 arasında Urla Belediye Başkanı’nın Danışmanı olarak çalıştı. Yaşamını Urla - Güvendik ve İzmir’de geçirmektedir. Yürüyüş ve yoga yapmak, müzik dinlemek, kitap okumak hobileri arasındadır. Yenigün gazetesine, dergilere değişik konulu yazılar yazarak; zamanı üreterek tüketmek, kendi küçük mutluluğu gibi, toplumsal mutluluğa katkıda bulunmak için didinerek geçer. http://gulserenalci.blogspot.com
9
ÇALIŞ(K)AN KADIN FARKLI BİR ZAMAN Şebnem OAKMAN (Endüstri Mühendisi)
Ç
ocukların insanların yaşlarını kestirmesi zordur, çocuk kafası kırk yaş ile yetmiş yaş arasındaki farkı algılayamaz ve belirli bir yaşın üzerindeki herkesi yaşlı sınıfına sokar. İnsan ancak kendisi orta yaşlara gelince çocukluğunda tanıdığı bazı insanların, o yıllarda, düşündüğü kadar yaşlı olmadığını farkeder. Nihâl Teyze, bunun gibi, çocukluğumda çok yaşlı olduğunu düşündüğüm bir akrabamdı. Sonradan onun ben çocukken sadece elli yaşlarında olduğunu algılayınca şaşırmıştım. Yıllardır fırsat bulup ziyaretine gidememiştim, artık sekseni geçmiş olmalıydı. Uzak bir akrabaydı gerçi ama annem yakın akrabalarına göstermediği saygıyı ona gösterir, ondan sülâlenin en hamarat, en sevecen kadını olarak sözederdi. Zaman içinde bende de ona karşı bir yakınlık doğmuştu. Anneannemin gününe her gelişinde bana kâğıdında zenci kız resimleri olan sakızlar getirirdi. Kadınlar, sekiz çeşit tuzlu, beş çeşit tatlı vesaireden oluşan yiyeceklerden bol bulamaç
yerken, ben kadın kalabalığından ve gürültüsünden uzak bir köşeye çekilir, sakızı şekeri bitene kadar çiğner, -o sakızlar çok büyük olduğundan bu çiğneme hadisesi beni bir hayli yorardı- zenci kızların kocaman halka küpelerine büyülenmiş gibi dakikalarca bakardım. Çocukluk yıllarından sonra, bayram ziyaretlerinin yerini bayram tatilleri alıp akraba ziyaretleri tarih olunca Nihâl Teyze ile görüşememeye başladık. Üniversite yıllarımda bir iki kere elim varıp uğradıysam da sonrasında kapıldığım yaşam çarkı iyice uzaklaştırdı beni akraba ziyaretlerinden. O Temmuz günü, serin ofisimden İstanbul’un nemli, bezdirici sıcağına atılıp Nihâl Teyze’nin Kadıköy’ün daracık ara sokaklarından birindeki evine doğru yola çıktım.
10
Kan ter içinde çaldığım kapıyı, en büyük oğlunun onun için tuttuğu bakıcı kadın açtı ve bezgin bir ifade ile yüzüme bile bakmadan oturma odasına aldı beni. Onun yanısıra yürürken kapısı aralık büyük misafir salonuna gözattım, çocukluğumda annemin dizi dibinde uslu durmam için uyarılarak oturduğum, yeşil kadife koltuklu, aynalı konsollu, kocaman desenli halılarla döşeli salon şimdi beyaz, kalın keten örtülerin altında uyur gibi yatıyordu. Nihâl Teyze’yi, oturma odasında divanın, pencereye yakın köşesine ilişmiş, kupkuru, salt kemik kalmış parmakları ile kaneviçe işlemeye çalışırken buldum. Divan örtüsü; bordo, pempe renkli, dallı güllü desenlerle süslüydü. Geçmişte de ufak tefek bir kadındı ama şimdi iyice ufalmıştı sanki. Kocaman divanın üstünde, bir yerden hatırlar gibi olduğum koyu renkli, uzun pazen elbisesinin içinde kaybolmuş gibiydi. Temmuz sıcağında elbisenin üzerine kalın bir hırka, bacaklarına da koyu ten rengi kalın yün çoraplar giymişti. Divanın yanında, pencerenin önünde duran, bordo renkli, ahşap oymalarla süslü koltuğa oturdum. Koltuğun kumaşı ile örtüşen ağır ve tok bir kumaştan dikilmiş, ucundan yere püsküller sarkan perde, kadının dışarıyı göreceği kadar aralanmıştı. Nihâl Teyze bana bakıp gülümsedi, beni tanımadığından emindim, kimi görse gülümseyecek gibiydi. Hatırını sormaktan öte ne diyeceğimi bilemedim, konuşmaya hevesli bir hali yoktu, kaneviçesini işleyip zaman zaman pencereden dışarı bakmaya devam etti. Aradan beş, belki on, belki de onbeş dakika geçtikten sonra – zamanın akışı öyle farklı bir yapıya bürünmüştü ki bunu kestiremez olmuştum - elindeki kasnağı gösterip konuşmaya başladı. Alçak bir sesle, ağır ağır konuşuyordu, “Kaneviçe işliyorum, bez parçalarını birbirine dikiyorum, radyo açıyorum, camdan bakıyorum, vakit geçmiyor. Sabahın beşinde açıyorum gözümü, öğle olmuştur diyorum, içerideki kıza saati soruyorum, bakıyorum sadece dokuzbuçuk! Yaa evladım, insanın canı sıkılıyor işte.”
Şaşkınlık içinde kalmıştım, bu yaşta insan zamanın geçmesini neden isteyebilirdi ki, ölüme yaklaşmak için mi? Sıcak, nem, evin tozu ve ağırlığı bunaltmıştı beni. Ben sıkıntı içinde, ikide birde pozisyon değiştirip dururken Nihâl Teyze yine suskunluğuna dalmış, kıpırdamadan oturuyordu. Kaneviçe işlemeyi bırakmıştı. Bir süre sonra, üzerine kırmızı bir gül işlediği etamini bana uzattı. “Al bunu evladım, evine koyarsın. Eskiden ben neler neler yapardım. Dört erkek çocuk büyüttüm, dile kolay, dört delikanlı, iki yaş araları var, bir de ev işleri, dikiş nakış... İğne oyası, kaneviçe, tığ işleri, hiç boş durmazdım, en sıkısını, zorunu yapmak makbuldü. Hem sonra yıllarca amcanızdan bir elbise almasını bile istemedim, benim kumaşcım vardı, şimdi orada mıdır bilmem, Nuriye’lerin evine yakın, oradan en iyisini alırdım kumaşın, bir gecede dikerdim elbiselerimi. Bir bayram günü, işler bitmediydi de sabaha kadar uğraşmıştım ama amcanıza söylememiştim tabi. İyi adamdı, hoş adamdı rahmetli de, tersti, ne diyeceği belli olmazdı, hep idare, ah o oğlanların nelerini saklardık, yoksa kızacak, köpürecek adam, sonra uğraş dur...” Yavaşça, yumuşacık bir sesle konuşuyordu, çok geçmeden kendimi onun konuşmasına kaptırdım, o ise sanki benimle değil de pencereden gördüğü, geçmişinden gelen birisi ile konuşur gibiydi, isimlerden, yerlerden bahsediyor, olayları karşısındaki biliyormuş gibi anlatıyordu. “Biliyorsun işte görümcem Handan’ın beş çocuğu vardı, beyi görevli olduğundan doğuda bir yerlere gitmişlerdi, her yaz tatilinde bir aylığına bize gelirlerdi. Yer yatakları serilir, tencere tencere yemek yapılır, çamaşırlar elde yıkanır, Metin bebek’in bezleri kaynatılır, ah ne günlerdi, çok yorulurdum çok, ama sıkılmazdım hiç, o zaman öyleydi. Amcanız da öğle yemeğine gelir her gün, saat yarımda ister üç türlü yemeğini önünde. Ama Allah için, her seferinde “Eline sağlık çalışkan hanım” demeden gitmezdi dükkana geri. Birgün, pikniğe gidilecek, geceden kuru köfteleri yapmaya başladım, bu arada erkek kardeşim bizde, tutturdu mu, “Abla benim canım şimdi istiyor.” diye, zaten başka bir tarihte onun bu midesine
düşkünlüğünden ne oldu, bak önce onu anlatayım. Tokat yaprağı almışız, iki tencere sarma sarmışım o gün...”. Uykum gelir gibiydi ama sonra bunun uyku değil, uyku ile uyanıklık arasındaki bir mahmurluk hali olduğunu farkettim. Koltuğa yayılıp gözlerimi kapadım. Nihâl Teyze ağır ağır, acele etmeden, bazen bir konunun içinden çıkan bir ayrıntıyı dakikalarca uzatarak anlatıyordu. O anlattıkça ben kendimi bırakıyor, koltukla içiçe geçiyordum adeta. Uzuvlarımın ağırlığını hissediyor, elimi bile oynatamıyordum. Ne kadar zaman geçtiğini düşünmüyordum bile. Bir ara Nihâl Teyze’nin sözleri daha da ağırlaştı, o zaman içinde bulunduğum çözülmüş halden sıyrıldım, kadının uyuklamaya başladığını farkettim. Sessizce kalkıp bakıcıyı çağırdım. “İlaç saati geçti.” diye homurdandı. “Ben zaten çıkıyordum, kendisi pek heveslendi, anlattı, kesemedim lafını.” dedim telaşla. Koridordaki büyük ahşap saate baktığımda üç saattir burada olduğumu farkettim hayretle. Evden çıkıp arabaya doğru hızlıca yürüyerek aceleyle kendime ait zaman boyutuna döndüm ve Nihâl Teyze aklımdan uçup gitti. Yaz geçti, yağmurlu bir sonbahar günü, ofiste koştururken cep telefonum çaldı. Annemdi arayan, “Üzülürsün diye söylemeyeyim dedim ama belki cenazeye gitmek istersin. Nihâl Teyze dün gece Hakkın rahmetine kavuştu.” Üzüldüm ama o Temmuz gününü hatırlayıp gülümsemeden de edemedim. Nihâl Teyze giderayak beni güzel bir gezintiye çıkarmıştı. Hafızamda onunla ilgili kalan en son anının bu olması ne güzeldi!
11
avangart anne KEDİ ANNE Berna BODUR
B
irkaç gündür hantal hantal gezen gri pofuduk kedi gece sessizce yavruladı. Dört minik kedi üst üste kutunun içine sıkışmış. Anne yanlarında, minikler emmek için çabalarken yeni anne pür dikkat; yanlarına yanaşmak mümkün değil, yavrularını koruma içgüdüsüyle saldırgan. ‘Annelik işte’ diyo-
Bak, diyorum kendi kendime, bütün annelerin yaşadığı aynı. Minikler neredeyse anneleri kadar oldular, artık kutuya girmiyorlar, annelerini de emmiyorlar. Bahçenin uzak köşesinde birbirleriyle oynuyorlar ama anneleriyle değil. Annenin de pek umurunda değil, güneşin altında tek başına yatıyor, hayatından memnun gibi. Bir gün anne ortadan kayboldu. Yavruları bırakıp gitti diye çok kızdım ona ama belki de kedi anne doğrusunu yapmıştı. Yavrular büyümüştü, hayat onları bekliyordu. Yalnız yaşayabilecek güçtelerdi. Düşündüm, ben de yapabilecek miydim? Çocuklarımı hayata hazırlayabilmiş miydim? Yeterince güçlüler miydi, düştükten sonra kalkabilmeyi, mücadeleyi öğretebilmiş miydim? Yaşadığım sürece onların yanında, arkasında destek olacağımı biliyorlar mıydı? Anladım ki yanılmışım. Bir an, sadece bir an için KEDİ olasım geldi...
rum, insan da aynı, hayvan da. Birkaç gün sonra yavrular ayaklandı, kutunun dışına çıkıp gezmeye başladılar. Anne yine yanlarında, uzaklaşan yavruyu burnunun ucu ile iterek geri döndürüp, kutuya sokuyor. Bir taraftan da bir tehlike var mı diye gözü etrafta. ‘Eee’ diyorum, annelik işte, gittikçe zorlaşıyor. Yavrular büyüdükçe kutu dar geliyor. Minikler de haklı, onlar oynamak, gezmek istiyor anne de onları korumak. Bahar geldi, ağaçlar çiçek açtı. Yavrular büyüdü, artık istedikleri gibi dışarıdalar, arada bir annelerinin yanına emmek için geliyorlar, hepsi bu.
12
ÇOCUK EĞİTİMİ
EĞİTİM ÜZERİNE
Yrd. Doç. Dr. Leyla FETİHİ
Ç
ocuklarımız bizlere doğanın hediyeleridir. Görevimiz, onlarla beraber büyümek, arkadaş olmak, sevmek, kabul etmek, anlamak, desteklemek, beraber oynamak, yol göstermek, geliştirmek, kolaylaştırmak, kalıcı olumlu izler bırakmak, onları kazanmak, olabildiğince yargısız olmak. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk yetişkin olduğunda doğal olarak çevresine faydalı olabilecektir çünkü öncelikle kendini anlayabilen, kendine faydalı olabilen bir insan olmuştur. Şimdi Ralph Waldo Emerson tarafından yazılmış olan aşağıdaki şiiri paylaşmak istiyorum.
BAŞARI Sık ve çok gülmek; Zeki insanların saygısını ve çocukların sevgisini kazanmak; Dürüst eleştirmenlerin onayını almak ve sahte dostların aldatmacasına kapılmamak; Güzelliği takdir etmek;
nefes aldığını bilmek; İşte bunlar başarıdır. Bu şiir ne kadar geniş ve çok yönlü bir başarı tanımını içeriyor değil mi?! Bu şiir bize başarının tek bir tanımı olmadığını, pek çok boyutu olabileceğini hatırlatıyor. Başarılı ya da başarısız olduğumuz yanlarımız var. Tıpkı, tümüyle aptal/akıllı, üstün/ aşağı çocukların olmadığı gibi. Bu şiir bizi, kendimiz ve çocuklarımız adına düşünmeye davet ediyor. Hepimiz kendimize özgüyüz. Bizimle tamamiyle aynı olan bir başka insan daha yok dünyada. Çocuklarımızı diğer çocuklarla kıyaslamak örneğin, “Yasemin senden daha güzel resim yapıyor”, “Sen henüz düzgün konuşamıyorsun oysa Ahmet çoktan konuşmaya başladı” gibi ifadeler onların kalbini kırıp, gelişimlerini olumsuz etkilemekten başka bir amaca hizmet etmeyecektir. Farklılık güzeldir, farklılık zenginliktir, farklılık beraberinde kuvveti getirecektir. Birbirimizden farklı olan yeteneklerimizi biraraya getirerek çok daha iyi şeyler başarabiliriz. Unutmayalım, hepimiz birimizden daha zeki, farklı alanlarda daha yetenekli olabiliriz.
Başkalarında en iyiyi bulmak; Dünyayı sağlıklı bir çocukla, bir parça bahçeyle ya da düzelmiş bir sosyal koşulla biraz daha iyi bir şekilde bırakmak; Bir kişinin bile olsa siz yaşadığınız için daha rahat
Bu unsurları hatırlamak çocuklarımızı yetiştirirken daha toleranslı, daha gerçekçi, daha esnek olmamızda yardımcı olacak. Böylece çocuklarımızın gerçek arkadaşları olabileceğiz. Hayat boyu öğrenmenin güzelliğinin farkına varacağız…
13
CAN SAĞLIĞI ASİDİK BESLENME SONUCU DOKU VE kanın alkalİn durumdan çıkarak asİdoz duruma geçmesİ (ASİDOZ) VE GIDA TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜ (Geçen Sayıdan Devam) Geçen yazımızda Asidozla ilgili geniş açıklamalar yapmıştık. Şimdi hem hatırlamak hem de toparlamak için özetleyelim ve Gıda Tahammülsüzlüğü hakkında bilgiler verelim. Kanımızın pH değerinin 7.4 olduğunu ve sudan biraz asitli olması gerektiğini hatırlayalım.
Fakat bu değerleri neyin bozduğunu hatırlayalım: Kanımızda ve dokularımızda yükselen ürik asidin neden kaynakladığını söylemek gerekirse, buna neden olan hayvansal protein kaynaklarıdır. Yoğunlukla Kırmızı et, süt ve süt ürünleri sebep olmaktadır. Günümüzde çoğunlukla bu tespitlerle karşılaşılmaktadır. Peki, bu durum karşısında vücudumuz ne yapmaktadır? Kan ve dokularımızdaki pH 7.2 civarına indiğinde kanımız ve dokularımız artık asidik duruma girmiştir. Bu durum karşısında sistemimiz zarar gören dokularımızı korumak amaçlı vücudumuzdaki varolan bir şeyi yani kolestrolün seviyesini artırarak daha fazla olmak üzere dokulara basar. Diğer taraftan ise yine korumak amaçlı vücudunuza giren kalsiyumu yüksek miktarda çekerek aside bağlar. Yani sistemimizin bu koruma amaçlı yaptığı çabalar mükemmeldir. Tavsiyemiz hayvansal ürünlerin daha az tüketilmesidir. Çünkü bugünkü beslenme tarzını şuna benzetebiliriz; benzinle
14
Enis KIRIMLI (BioMedikal Mühendis – Sağlıklı Yaşam Koçu) www.biosense-tr.com
çalışan arabaya dizel yakıtı koymak gibidir. İnsanoğlunun otobur bir varlık olduğu şüphesizdir. Çünkü bir aslan et yediğinde, sisteminde ürik asit oluşmaz. Onun güçlü, keskin, büyük dişleri ve kuvvetli pençeleri vardır. Sindirim sistemi gayet kısa ve basittir. İnsanın sindirim sistemine baktığımızda ise gayet uzun ve detaylı bir yapıya sahip olduğunu görürüz, tamamen bitki sindirmek
için tasarlanmıştır. Dişlerimiz keskin ve güçlü değil, ayrıca ellerimiz ve ayaklarımız da bir otoburun olması gerektiği gibi pençesizdir. Önerimiz beslenmenizde hayvansal protein kaynaklarının 1 öğünde % 8 civarında tutulmasıdır.
GIDA TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜ Gıda tahammülsüzlüğü günümüzün en önemli konularından birisi olup, bu güne kadar önemi yeterince anlaşılmamıştı. Gıda tahammülsüzlüğü ve buna bağlı olarak gelişen allerjik durumların gelişen kronik rahatsızlıkların oluşmasında büyük etken olduğu saptanmıştır. Kanada Allerji Enstitüsü’nün tahminine göre ABD ve Avrupa’da yaşayan nüfusun yüzde 45’i Gıda tahammülsüzlüğü ve sonrası Allerjik durumdan şikayetçidir. Gelişen kronik rahatsızlıkların oluşmasında büyük bir etken olduğu
saptanmıştır. Gıda tahammülsüzlüğü, Enzimlerimiz tarafından sindirilmeyen yiyeceklerdir. Bu yiyeceklerin bir kısmı yağa dönüşmekte, bir kısmı da zehirli olarak atılmaktadır.
sindiremediği yiyecek olursa, daha evvel bahsettiğimiz gibi, yağa dönüşür ve zehirli olur. Sonrası protein sentezi gerçekleşmez. Protein üretemeyen makinamız, bu sefer mevcutlardan kullanır. Yani hücrelerimiz enerji kaybına uğrar. Bu durumda organlarımızın gücü azalır, Bio regülasyon bozulur, hücreler toksinleri atamayacak hale gelir.
Gıda tahammülsüzlüğü Alerji değildir. Zehirlenme sonrası alerjik durum ortaya çıkmaktadır. Bu durumda IgG antikoru, zehirlenmeden ve hayvansal kaynaklı ürünlerden kaynaklanan virüs ve bakterilere karşı sistemimizi korumak amaçlı salgılanarak görevini yapar. Sindirilmeyen yiyecek maddesi (Gıda intoleransı) sonrası oluşan Alerjik durum bizim boş yere enerji harcamamıza sebep olmaktadır. Protein makinamız İnsan Vücudu protein üreten bir makinadır. Örnek verelim; Hayvansal veya Bitkisel protein enzimlerimiz tarafından kırılıp,
Bu durum bize yorgunluk, isteksizlik, yaşam zevkinde azalma ve ağrı şeklinde yansır. Neticede yaşlılık süreci hızla artar. Hastalık oluşumları hızlanarak yaşam kalitesini etkiler. Gıda tahammülsüzlüğün sebep olduğu Rahatsızlıklar Migren ve Baş ağrıları Diyabet ve Aşırı şişmanlık (Obezite) İnce bağırsak ve Kalın bağırsak mukoza iltihabı, ülseratif kolit Crohn hastalığı Kronik cilt inflamasyonu (Atopik Dermatit) İltihaplı Romatizma (Rometoid Artrit)
( Sindirim gerçekleştiğinde Gıda tahammülsüzlüğü yoksa ) içindeki amino asitler alınıp, sistem diğer proteinlerdeki kırılmış proteinlerle beraber asgaride temel yedi amino asit miktarına ulaştığında, bu işlemle birlikte vitaminler, mineral ve yağ asitleri ile birlikte maksimum protein sentezi gerçekleştirir.
Günümüzde bu testler kan yolu ile veya Alternatif tıpta ise Radyonik bilimine göre Bioresonans sistemi ile kansız yapılmaktadır.
Sistemimiz kendi proteinini kendisi yapmaktadır.
Başka yazımızda görüşmek ümidi ile sağlık ve neşe içinde kalın.
Yüksek Tansiyon Kronik yorgunluk sendromu Az çalışan tiroid bezleri (Hipotiroidizim)
Sağlıklı sindirilmiş bir yiyeceğin ardından yapılan protein sentezi sonrası protein oluşumu tamamlanır. Protein makinemiz çalışmazsa... Yediğimiz yiyecekler içinde enzimlerimizin
http://www.kuzeyorganik.com
15
YEMEK KÜLTÜRÜ
ZARARSIZ YAZ KIZARTMASI Işık POLATER (Yemek Kültürü Kitabı Yazarı)
Malzemeler 2-3 orta boy patlıcan, alacalı soyulmuş ve 1 cm eninde yuvarlak dilimlenmiş, 7-8 çarliston biber, 2 orta boy kabak, 1 cm eninde yuvarlak dilimlenmiş, 2-3 çorba kaşığı zeytinyağı, 3-4 domates, rendelenmiş, 1-2 çorba kaşığı elma sirkesi, kekik, karabiber, kırmızı biber, kuru fesleğen, kuru nane, 1 tatlı k tuz, 1 tatlı k pekmez (isteğe bağlı), 1 kase yoğurt, 1-2 tatlı k hardal (isteğe bağlı) veya 1/2 çay k toz hardal Yapılışı; *Fırını 250-300 dereceye ayarlayın. *Fırın tepsisini pişirme kağıdı ile kaplayın. *Patlıcan ve kabak dilimlerini fırın tepsisine tek sıra halinde dizin. Üzerlerine 1 yemek kaşığı kadar zeytinyağını gezdirin. Eğer yağ spreyiniz varsa kullanabilirsiniz. Kekik, karabiber, kırmızı biber, fesleğen, kuru nane ve tuz serpin. Tepsiyi fırının orta bölümüne yerleştirin. Yaklaşık 15 dakikada sebze dilimleriniz pişecektir. *Kapaklı bir teflon tencereye, yıkayıp kurulamış olduğunuz biberleri yerleştirin. Üzerlerine 1 çorba kaşığı zeytinyağını ilave edin, 1 dakika kadar yüksek ateşte pişirin ve tencerenin kapağını kapayın, ateşi ocağın en kısık ayarına ve onun da yarım derecesine getirin. Kapağı açmamaya özen gösterin. Biberler,yaklaşık 10-15 dakika içinde pişecektir.
16
*Domates sosu hazırlamak için, rendelenmiş domatesleri, 1/2-1 çorba k zeytinyağı, tuz, kırmızı biber, kuru fesleğen ve kuru nane, varsa taze kekik veya kuru kekik ve 1 tatlı k pekmez (isteğe bağlı) ve 1-2 çorba k elma sirkesi ilavesiyle orta ateşte ara sıra karıştırarak yaklaşık 15 dakika pişirin. *Yoğurt sosunuz için, 1 kase yoğurda 1-2 tatlı kaşığı hardalı ekleyerek çatalla ya da el çırpıcısı ile karıştırın ve pürüzsüz bir kıvam elde edin. *Fırından çıkardığınız sebzeleri ve tencerede pişmiş biberleri servis tabağına alın. Domates sosunu tercihinize göre sebzelerin üzerine veya ayrı bir tabağa koyun, yoğurt sosu ile birlikte sunun.
17
BİTKİLERLE YAŞAM KEMİKLERE ŞİFA: KARAKAFESOTU Nazım TANRIKULU (Tıbbi Bitki Teknikeri) http://bitkisandigi.blogspot.com/
Ü
isimlendirmeler tıbbi kullanımı konusunda ipucu vermektedir.
lkemizin bir “bitki cenneti” olduğunu hep
İ.Ö. 4. yüzyıldan beri tedavide yara iyileştirici
söylemiş, bu özelliğimizle hep övünmüşüzdür.
olarak kullanılmaktadır. Plinius: “Kuşbaşı olarak
Ancak bu bitkileri ne kadar değerlendirebildiğimiz
ocakta kaynatılan etin içine karakafesotu
konusunda, “bitki cenneti” tanımlamasının,
kökünden bir tutam atılsa bir süre sonra parçalar
ülkemizde yapılan çalışmalarla desteklenemediği
bütün olur“ demiştir.
görülür. Bileşimindeki mineraller sebebiyle bir zamanlar olası açlığa karşı alternatif gıda olarak görülmüştür. Astrolojide Satürn’le temsil edilir. Oğlak burçlarının bitkisidir. Oğlak burçlarının kemiklerinin hassas olduğu bilinmektedir. Anadolu, İran ve Macaristan kökenlidir. 19. Dünyada 25-30 türü olan karakafesotunun
yüzyılda İngiltere’de, 1960’tan sonra ABD’de
ülkemizde 24 türü yetişmektedir ve 11 türü de
yaygın şekilde yetiştirilmeye başlanmıştır.
endemiktir. Avrupa, Asya ve Güney Amerika kıtalarında yayılış Dünyada karakafesotu tıbbi amaçlı olarak oldukça
gösterir.
yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Karakafesotundan geliştirilen ürünler, birçok rahatsızlığın tedavisinde kullanılmakta; birçok kozmetik ürünün de formulasyonuna girmektedir. Latince adı Symphytum, birleştiren bitki anlamına gelmektedir. (Sym: Kaynaştırmak, birleştirmek / Phytos: Bitki) Latince adı tıbbi özelliği konusunda ipucu vermektedir. Türkçe’de kökleri kafes gibi olduğundan “kafesotu”; yaprakları merkep kulağını andırdığından “merkepkulağı”; kemik
Botanik özellikleri
rahatsızlıklarında kullanıldığından “kemik kökü”;
Karakafesotları 30-120 cm boylanabilen, sert
yaraları iyileştirdiğinden “yarakökü” isimleriyle
tüylerle kaplı gövde yapısına sahip, Haziran
bilinmektedir. Burada da görüldüğü gibi
ortasından Eylül sonuna kadar beyaz, erguvani
18
ve nadiren de pembe renkli çiçekler açan çok
Nasıl yetiştirebiliriz?
yıllık, otsu bitkilerdir. Çiçekler 10-20 adettir.
Tohumla veya kök ayırma yoluyla üretilir.
Çanak yaprak yarısına kadar veya tabanına kadar bölünmüştür.
Tohumla üretim: Ağustos sonu veya mart ortasında viyollere
Türkiye’deki bazı karakafesotu türleri :
(çimlendirme kapları) ekilir. Çimlenen fideler 5-10
Symphytum anatolicum – Anadolu karafesotu
cm boya ulaştığında araziye şaşırtılır.
(Endemik) Symphytum pseudobulbosum - Yalancı
Kök ayırma ile üretim: Kökler sonbaharda
karakafesotu (Endemik)
topraktan çıkarılır. Her bir kök parçalara ayrılarak
Symphytum aintabicum – Antep karakafesotu
yeni bireyler elde edilir.
(Endemik) Symphytum armeniacum – Ermeni karakafesotu
İklim isteği
(Endemik)
Tam güneş alan veya yarı gölge alanlarda iyi
Symphytum circinale – Zemberek karakafesotu
gelişir. Gelişim döneminde don zararından
(Endemik)
korunmalıdır.
Symphytum icaricum – İkarya karakafesotu (Endemik)
Toprak isteği
Symphytum savvalanse – Şavvaltepe karakafesotu
Rutubetli, azotca zengin, humuslu, gevşek yapılı
(Endemik)
topraklarda iyi gelişir.
Symphytum bornmuelleri – Bornmüller karakafesotu (Endemik)
Su isteği
Symphytum sylvaticum – Orman karakafesotu
Rutubetli topraklarda yetiştirileceğinden suya
(Endemik)
gereksinimi yoktur.
Symphytum ottomanum – Osmanlı karakafesotu Symphtum orientale – Doğu karakafesotu Symphytum officinale – Tıbbi karakafesotu Nerelerde yetişir? 700-2200 metre rakıma kadar yetişebilen dayanıklı bir bitkidir. Gölgeli koruluklar, kireçtaşı kayalıklar ve ormanlar; deniz seviyesine yakın yerlerde yetişir. Ladin ormanları, çayırlar, akarsu kıyıları ve gölgeli yerler doğal yetişme alanlarındandır. İstanbul’da Belgrat ormanı Kayın ve deretabanına
Nasıl toplanır?
yakın gürgen türlerinin olduğu bölgede ve
Kökleri erken ilkbaharda veya sonbaharda bit-
mezarlıklarda, Gülhane parkında görülebilir.
kinin dinlenme dönemine girdiğinde hasat edilir. Köklerin kolayca sökülebilmesi için hasadın yağışlı
19
BİTKİLERLE YAŞAM havalardan sonra yapılması önerilir. Yapraklar
Kökleri (Symphyti radix) ve yaprakları (Symphyti
bitkinin çiçek açma zamanında (Haziran – Eylül)
folia) tedavide kullanılır. Bütün zamanların en
hasat edilir.
önemli tıbbi bitkilerinden biridir. İ.S. I. yy.’da Dioscorides yara kapatıcı, kırık kemikleri kaynatıcı
Nasıl kurutulur?
olarak kullanmıştır. Romalı doğabilimci Plinius et
Bitki gölgede veya 40-60 C ısılı fırınlarda
parçalarını karakafes köküyle pişirdiğinde etlerin
kurutulur.
tek bir kütle haline geldiğini tespit etmiştir.
Kuru köklerin dışı koyu kahve; içi beyaz ve sarıdır.
Nicholas Culpepar (1653) Akciğer hastalıklarına
Kökler kokusuzdur.
tavsiye etmiştir. Ağrı kesici, büzüştürücü, yumuşatıcı, balgam söktürücü ve yara iyileştirici
Fitokimyasal maddeleri
olarak bilinmektedir. Mide ülserleri, kalın bağırsak
70 kadar etkili madde içerir.
sendromu, solunum yolları rahatsızlıklarını tedavi
En önemli etkili maddesi allantoindir. Allantoin en
edici olarak kullanılmıştır.
fazla köklerinde bulunur. Yapraklarında köklerine göre 6/1 oranında allantoin bulunur.
Yaralanma, ezik, burkulma, kırık-çıkık gibi durumlarda haricen veya dâhilen kullanılır.
Symphtosynoglosin alkaloidleri, musilaj, kolin, tanen, saponin, asparagin, sympyhtin, resin,
Omurga, bağ dokusu ve kan dolaşımı
inulin, fenolik asitler, echimidin, askorbik asit,
bozukluklarında da kullanılmaktadır.
sakroz, rosmarinik asit, uçucu yağ içerir. Allantoin maddesinin hücre yenileme özelliği Vitaminler: A B1, B2, B3, B5, B6, B12, C, E
vardır. Bu madde sebebiyle yara tedavisi
Mineraller: Kalsiyum, fosfor, potasyum, krom,
ve kemiklerlerle ilgili rahatsızlıklarda
kobalt, magnezyum, demir, manganez, sodyum,
kullanılmaktadır. Yara izlerinin tedavisinde
bor, lead, sulfür, molibden, çinko
de olumlu sonuçlar alınmıştır. Kırık kemikleri bağdaştırıcı, iltihaplı romatizma(romatoid
Geleneksel olarak kullanımı nasıldır?
artrit) ağrılarını giderici, egzama iyileştirici,
Yaprakları tuzlu su içerisinde bekletilerek dahilen
cilt çatlaklarını önleyici, yumurtalık ve testisin
besleyici ve hazmı kolaylaştırıcı olarak kullanılır.
çalışmasını arttırıcı, diyabetik yaraları iyileştirici
Yaprakları haşlanıp kavrularak yemeği yapılır. Taze
olarak kullanılır.
yaprakları salatalara katılır. Gövdesi kaynatılıp soyularak kuşkonmaz gibi yemeği yapılır.
Tanen ve zamk maddeleriyle, bere ve sıyrıkların tedavisinde uygulanmaktadır.
Yaprakları yara iyileştirici, öksürük kesici, iltihap
Homeopatik tedavide, kemik iltihaplanması,
giderici olarak kullanılır. Akne, çıban ve sedef gibi
kemik aşınması, eklem ağrıları, kıkırdak
cilt rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılır.
rahatsızlıkları, kiriş bağlarının iltihaplanması, kas ağrıları, iç kanama, ezilme, burkulma ve morarma
Tıbbi kullanımı:
20
gibi rahatsızlıklara karşı kullanılır.
Tıbbi kullanımıyla ilgili araştırmalar
Meme başı çatlakları
6 ay boyunca, kendi ağırlıklarının üç katı kadar
Krem veya kompres uygulanabilir. Emziren anneler
karakafes yaprak ve kökü verilen farelerde
için tavsiye edilmez.
karaciğer kanseri gözlenmiştir. Günde 3-4 bardak
Bel kemiği ve omurilik ağrıları
karakafes çayı içen bir insanda 140 yıl sonra
Karakafesotu banyosu yapılır.
farelerdeki etki görülür.
Mide ve oniki parmak ülserleri
Sinek ısırıkları veya herhangi bir böcek ısırığı
Sarı kantaronla karıştırılarak hazırlanan çayı içilir.
sonucu oluşan durumlarda fayda sağladığı
(Demleme süresi 7 dakikadır.)
belirlenmiştir.
Genital iltihaplar
2007 yılında yapılan bir çalışmaya göre artrit olan
Oturma banyosu tavsiye edilir.
dizlerde ağrıda azalma ve dizde hareket artışı
Kronik varikosel
görülmüştür.
Dekoksiyonu (kaynatarak elde edilen öz) sürülür.
Dozaj
Romatizma ve eklem şişlikleri
Çay (Dekoksiyon) : 1/10 oranında hazırlanan çay
Tentürüyle, bölge hergün ovalanır.
günlük 5-10 gr kullanılabilir.
Felç (belden aşağı)
Tentür (Alkollü özüt): 45 C alkolle 1/5 oranında
Bitki kökünden hazırlanan lapa felçli bölgeye
hazırlanan tentür günde 15-20 damla kullanılabilir.
sarılır.
4-6 hafta süreyle kullanılabilir.
Varis ödemleri, kemik üstü deri iltihaplanmaları,
Uyarılar
ense ağrıları, tümörler
Bileşimindeki pirolizidin alkoloidleri (echimidin,
Sıcak lapa kompresleri uygulanır.
echinatin) en fazla köklerinde bulunur; bu
Kırık, varis, yara ve kemik iltihaplanmalar
maddelerin karaciğer hasarına neden olabileceği
Keten bezle sıcak lapa kompresleri uygulanır.
kaydedilmiştir. Ancak bu hasarın oluşmayacağı
Burun kanaması
yönünde de ciddi araştırmalar yapılmış ve
Yapraklardan hazırlanan toz kanama durdurucu
sonuçları açıklanmıştır. (Bu etki dahilen
olarak kullanılır.
alındığında görülür.) Kullanım dozlarına uyulduğu
Boğaz ağrısı ve iltihabı
sürece istenmeyen etkiler görülmemektedir.
Çayı ile gargara yapılır.
Pirolizidinler hayvanlarda ciddi kayıplara neden
Öksürük
olmaktadır.
Yapraktan hazırlanan çay günde 2 bardak içilir.
Reçeteler
Kuru ciltler için sıkılaştırıcı
Artrit
Kök haşlaması cilde sürülür.
Merhemi iltihaplı bölgeye sürülür.
Kaynak: Nazım Tanrıkulu ve Zeytinburnu Tıbbi
Sulu egzama
Bitkiler Bahçesi arşivi.
Bitki çayından hazırlanan kompres hastalıklı bölgeye tatbik edilir. Çürük, kırık, çatlak ve doku incinmeleri Lapa, merhem ve yaprak infusyonu çürük, kırık, çatlak ve kapalı doku incinmelerinde kullanılır.
Bu makale ilkdefa iyilikguzellik.com sitesinde yayınlanmıştır. Uyarı: Buradaki bilgiler bilgilendirme amaçlıdır, hiçbir şekilde tedaviye yönelik bir temel olarak algılanmamalıdır. Tedavi amaçlı bitkileri kullanmadan önce, mutlaka bir sağlık profesyoneline danışın.
21
HAYVAN DOSTLARIMIZ BAHARIN MÜJDECİSİ
Esin KARAER
Habercisiyim mutluluğun… Dün kondum çok güzel, bir o kadar da becerikli birinin eline, adının Olcay olduğunu arkadaşı seslenince öğrendim. Meğer beni bekliyormuş… Sevinç çığlıkları attı peşi sıra… İlk kez yemeğe çıkacağı erkek arkadaşıyla buluşmak üzere süslenip püslenip duruyordu… yatıştırmak için arkadaşlarıyla Heyecanını telefonlaşıyor, biraz taktik alıyordu, aynanın karşısından ayrılamıyordu… Güzelliğiyle büyülemeliydi…
Nadir ÖZSOY (Ödüllü Fotoğraf Sanatçısı)
Baharın en güzel günleri; ağaçlar en güzel elbiselerini giydi. Toprak, çiceğiyle, böceğiyle aşkı fısıldıyor. Bir de müjdecisi var baharın: Ben… Kırmızı elbisem, benekli takılarımla konarım başa, ele… Kime konsam sevinç çığlıklları atar “Kondu, bana kondu!”
Ara sıra beni eline alıp “Seni bana Tanrı gönderdi” deyip duruyordu… Arabanın sesini duyup, ayakkabıları giydi, son kez aynada kendini süzüp, çoşkuyla çıktı kapıdan... Saat 12’ye beş kala şarkılar söyleyerek girdi evinden içeri… Yeni müjdeler vermek üzere kanat çırptım, beni farketmedi bile…
Ece ve Hülya AYDOĞAN
22
AvangArt etkİNLİK
ÇARŞI TORBASI TASARIMI SERGİSİ Mart ayında başlatmış olduğumuz “Naylon Poşet Yerine Çarşı Torbası Tasarımı Etkinliği”nde doğayla dost çantaların hangilerinin en güzel olduğunu seçmekte kararsız kaldık ve doğayı korumanın yarışı böyle olur dercesine herhangi bir birinci belirlemeden bize gönderilmiş olan el işi göz nuru çantaların fotoğraflarından seçtiklerimizi sizin de beğeninize sunmaya karar verdik. Herkese katılımlarından dolayı çok teşekkür ediyoruz.
23
VATAN VE KÖKLERİMİZ
TÜRKLERDE MİTOLOJİ ve ASTROLOJİ ARASINDAKİ İLİŞKİ Bu bölümde mitoloji ile astroloji arasındaki bağı kurarak Türklerin Türeyiş destanında yer alan Asena’nın izlerini Türk astrolojisinde sürüyoruz. Bu bölümde facebookta bir Türk Ulusu grubu kuran ve tüm dünyadaki Türkleri bu platformda iletişim kurmaya çağıran Hasan Topuxuz Tunga Burtachine ile uzman astrolog Oğuzhan Ceyhan’ın Türk astrolojisi üzerine araştırmalarını zevkle okuyacaksınız. Köklerimizden bugüne kadar güncel kalmış arketiplerin aslında gökyüzünden gelen atalarımız olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz...
Asena Türk mitolojisinde önemli bir rol oynayan efsanevi bir dişi kurtdur. Eski Türklerin en mühim hükümdarlarının mensup olduğu Aşina, Zena, Asen veya Şunnu adı verilen sülale, efsaneye göre bu Dişi Kurt’dan türemiştir. Efsanenin, buluntulara göre en eski şekli (MÖ.330) Antik Çin kaynaklarından, Türk halkının türeyişini anlatan Asena efsanesinin farklı şekillerine rastlanılır. Bulunan en eski şekli şöyledir: Türk kavimi Hiung-nu’ların bir koluydu. Hükümdar soyunun ismi A-Se-Na idi. Kendilerince ayrı bir ordu kurmuş, ama sonradan komşu bir kavim tarafından yenilgiye uğratılmışlardı. On yaşında bir çocuğun haricinde bütün kavimleri katliama kurban gitmişti. Düşman askerlerinin hiçbirisi bu çocuğu öldürmeye cesaret edememişti. Çocuğun ayaklarını kesip, onu bir bataklığa attılar. Orada bir dişi kurt vardı, çocuğu et ile besledi. Böylece çocuk zamanla büyüdü ve dişi kurt ile çiftleşti. Kurt derhal gebe kaldı. Düşmanların kralı, çocuğun hala yaşadığını öğrendi ve öldürtmek için tekrar adamlarını gönderdi. Adamlar çocuğun yanındaki Dişi Kurt’u öldürmek istemediler. Dişi Kurt derhal “Kao Çang”’ın (Turfan)’ın Kuzeybatısında bulunan bir dağın üstündeki mağaraya kaçtı. Mağaranın içinde bir kaç yüz “li” genişliğinde, uzun otlarla kaplı ve etrafı dağlarla çevrili bir ova vardı. Dağın içine kaçan dişi kurt, bu yerde on oğlan çocuk doğurdu. Çocuklar büyüyünce dışarıdan kadınlar aldılar. Bu kadınlar hamile oldu. Çocukların hepsi
24
ayrı bir soy adı aldı. Birisinin soy adı A-Se-Na oldu.“ Bunun yanında efsanenin başka şekilleri de bulunmuştur. Ayrıca daha geç zamanlardan kalan, sonradan geliştirilmiş daha detaylı ya da daha kısa olan şekilleri de vardır. Türkiye’de tanınan şekli: Bozkurt Destanı. Türklerin ilk ataları Batı Denizi’nin batı kıyısında otururlardı. Türkler Lin adlı bir ülkenin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkleri erkekkadın, küçük büyük demeden öldürdüler. 10 yaşlarında bir oğlan sağ kaldı geriye. Dişi Bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle ensesinden kavrayarak kaçırdı. Altay Dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya götürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova, baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı. Dört bir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada çocuğun yaralarını yalayıp tımar etti, iyileştirdi. Onu sütüyle, avladığı hayvanların etiyle besledi, büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi ve Bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar, ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar ve atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört bir yana yeniden egemen oldular. Türk kağanları atalarının anısına otağlarının önünde hep kurt başlı sancak dalgalandırdılar. Bu efsanenin son bölümü Ergenekon Destanı’dır. http://www.facebook.com/group.php?gid=1 05412166160111&v=photos&ref=ts#!/pages/ TURUK-ULUS-TURKISH-AND-MONGOLIANNATIONAL/102155363159122?ref=ts
TÜRK ASTROLİJİSİ
Köklerimizde Bugüne Kadar Güncel Kalmış Arketipler ve Türklerin Astrolojiye Yakınlığı Alanımda 26 yılı aşan bir astroloji uzmanlığına dayanarak sizlerle Türk astrolojisi konusunda bazı bilgileri paylaşmak istiyorum. İlkel insanın yakın çevresindeki tabiat güçlerini algılaması ve dünyayı öğrenme yolunda çevresi ile kurmuş olduğu iletişimler, doğada güneş ve ayın geçirmiş olduğu tabii süreçler pek çok toplumu yoğun bir şekilde etkilediği gibi biz Türk toplumunu da önemli noktalarla etkilemiştir. Hala batılı yazarlar, Türk tarihinin kökenleri ile ilgili binlerce fikre sahip olsalar da, biz ulusumuzun kökten gelen destanları ile birlikte ve dikkatli incelendiğinde Çin ve bölgedeki Uygur Türkleri gibi yerleşik düzene geçmiş Türk kavimlerinin kaynaklarında çok ama çok önemli bilgiler olduğunu görürüz. Şu an için kadim Çin kültürüne, bazı Moğol kavimlerine, Hintlilere mal edilen pek çok düşüncenin ilk çıktığı yer Orta Asya’daki eski Türk kavimleridir. Destanlarımız astronomik ve astrolojik gözlemlerle doludur. Avrupa’da kavimler neredeyse yontma taş çağında iken ve Yunan düşünürleri henüz yaşamamış iken eski Türklerin yıldız-biliciliği, gökyüzü takvimleri ve gökyüzü gözlemleri vardı. Tıpkı Mayalar gibi. Bu bilgiler de kültürel emperyalizm sebebi ile çeşitli kültürlerin bulduğu ve bizlerin yeniden onlardan çok büyük emek ve güç ile geri aldığımız bilgiler oldu. Eski Türk kavimlerinde astroloji veya yıldız bilimi evrenin en önemli algılayış biçimlerinden biri idi. Bunu Yaradılış, Türeyiş ve Ergenekon destanlarında da görürüz. Köklerimizden bugüne kadar güncel kalmış bazı arketiplere1 bir göz atarsak, destanlarımızdaki olaylar çeşitli mitolojik hikâyeler gibi görünse de her mitolojik hikâyenin altında yatan bir gerçeklik de bulunmaktadır. Bazı hikâyeler zamanla değişime uğramak ile birlikte, masalsı bir anlayış ile hayatı görebilmek ve kuşaktan kuşağa gelen gelenek ile bu
1 İlktip, kalıp.
bilgiyi aktarmak, zaten mitolojinin dili değil midir? Yaratılış destanı Alp Er Tunga destanı, Göktürk destanı ve Türeyiş destanı gibi pek çok destandaki mitolojik hikâyelerde zaten astronomik ve gökyüzü hareketleri ile ilgili pek çok bilgi de saklıdır. İslamiyet öncesi tarihimizde gökyüzü gözlemlerini fazlası ile kullanan bizleriz, fakat bunlar unutuldu. Eski Türk destanlarında hükümdarların doğuşu çeşitli mitolojik hikâyeler ve efsaneler ile süslenmiştir. Türk halklarının eski ortak inancı Tengricilik’ten gelen bilgiler enteresandır. Türk mitolojisinde var olan belli karakterlerin, gökyüzündeki semboller ile bağlantıları çok ilginçtir. Mesela Ülgen ülkesi, İslami ismi ile Ülker, Japonca ismi ile Subaru bir diğer ismi ile Süreyya Takımyıldızı, yedi kız kardeş olarak da bilinen Boğa takımyıldızındaki Pleides yıldız grubunu temsil eder. Ve bu 7 yıldız eski Türkler için en kutsal yıldız grubudur. Aynı şekilde Kurt Asena ile gökyüzünün en parlak yıldızı avcının köpeği diye nitelendirilen Canis Major’ün en parlak yıldızı Sirius arasında anlamlı bağlantılar bulunmaktadır. Sirius yıldızı – Güneş hariç- dünyadan görünen en parlak yıldızdır. Eski Mısır mitolojisinde İsis diye nitelendirilen bu yıldızın enteresandır ki, sembollerinden biri de köpek başlı heykellerdir. Bunun haricinde gökyüzü hareketleri ve o dönemde gökyüzünde oluşan görüntüler Türk mitolojisindeki hikâyelerde çeşitli şekillerde kaydedilmiştir. Türklerin eski inançlarında kurt kutsal sayılır. Ortak türeyiş efsanelerinde dişi kurt sembolizmi bulunmaktadır. Bozkurt, Canis Major önemli bir semboldür. Bu sembol dünyanın sembol havuzunda önemli bir yere sahiptir. Gökyüzü tarafından gönderilen Asena adındaki bir dişi kurtun efsanesi günümüze kadar gelmiştir. Kurt resimleri pek çok Türk kavminin bayraklarında yer almış, ordunun başındaki kişilere ise Kök-Böri denmiştir. Kök eski Türkçede Gök demektir. Böri ise Kurt demektir.
25
VATAN VE KÖKLERİMİZ Bunun yanında bu konuya ait yazılı bilgileri pek çok mitolojik hikayenin haricinde de, M.S 6. yy’dan kalan Bugut dikilitaşına kazınmış kurt kabartmalarında da görürüz. Türk destanlarındaki Ülgen - Ülker veya Pleides takımyıldızı - tanrısal bir gücü temsil ederken, gök tanrının yaşadığı yer ve bir mekân olarak da nitelendirilmektedir. Orta Asya astrolojisi’nin milattan önceki dönemlerde kullanıldığı bilinmektedir. Büyük Hun imparatorluğunun astroloji sistemi varolmuş olmasına rağmen, Türk boylarının hepsinin yaşamış olduğu fırtınalı ve zor dönemler sebebi ile bu sistemin kültürel varlığının tüm dünyaya tanıtılması pek de mümkün olmamıştır. Ancak, Orta Asya’da Hun ve Hun sonrası takvimler, ilk takvimler olarak kabul edilebilir. Haldey’ler ise gözlemleyebildikleri gökyüzü cisimlerinin dönüşlerini öğrenerek bugün için bile geçerli olan güneş ve ay takvimleri yapmışlardı. İleriki zamanlarda mevsim döngüleri, zirai uygulamalar ve göç zamanlarının belirlenmesi için de bu takvimler kullanılmıştır. Eski zamanlarda yaşayan Türk halkları Güneş’ e Kün, Ay’ a Ay, Merkür’ e Cüzen, Mars’a Cetegey, Jüpiter’e Tennir, Satürn’e ise Keram ismini vermişlerdir. Tuhaf olan şudur ki, elimizde az da olsa bulunan kanıtlardan anlaşılır ki, bazı Türk efsanelerinde varlığı geçtiğimiz yüzyıl içinde yeni yeni bulunan pek çok gökcisminden bahsedilmektedir. Batının 1939‘da bulmuş olduğu Plüton isimli gökcismi, 1846’da bulunan Neptün, 1781’de bulunan Uranüs, dünyanın ikinci uydusu olup olmadığı konusunda hala pek çok tartışmanın konusu olan Lillith ve şu an için 2003’ te bulunmuş olan Sedna gibi. Eski Türk astrolojisinde dünyadan görünmeyen ama tanrısal bilginin toplumsal sığınağı diye nitelendirilen bazı yörüngelerden bahsedilir. Bunlar; Neptün Tepmez, Plüton Dugun veya Dugan, Sedna veya henüz bilemediğimiz bir yörünge düzlemi Anmat, Karan dünyanın spekülatif ikinci
26
uydusu Lillith ve çok ilginçtir ki, neredeyse sistemi 84 yılda dolaşan zaman zaman görünen Kontuk isimli noktalara aittir. Elimizdeki bilgiler bu yörünge düzlemlerinin eski Türklerde nasıl bilindiğini açıklayamamaktadır. İlginçtir ki, Nart Hunlarının, Karaçay astrolojisinde Karan diye nitelenen ve astrolojik anlamda soy lekesini gösteren karanlık bir tanrıçayı temsil eden ayın yörüngesi ile kesişen bir nokta vardır. Bu nokta hakkında 1900’lerin başında batı dünyası farklı çalışmalar yapmıştır. Elimizde ne yazık ki, Karaçay Hunlarının 12 gezegen, 36 yıldız grubu ve 12 burçlu sistemi haricinde çok da fazla yazılı kaynak bulunmamaktadır. Hunların bir kolu olan Nart’lar 12 yıllık Çin astrolojisinin hayvan takvimi ile benzerlikleri olan bir sistem kullanmışlardır. Eski Türklerde 36 ara burç, 12 ana burç mevcuttur. Her bir burç 10’ar derecelik yani 10 günlük birer dekanata ayrılmış, şu an modern batı astrolojisinde kullanılan derin araştırmalarda kullandığımız dekanat ve deka sistemi de ilk olarak Türkler tarafından keşfedilmiştir. Hatta ilginçtir ki, bir burcun batı astrolojisinde kullandığımız öncü, sabit, değişkenleri ile aynı değerde nitelikleri bulunmaktadır. Eski Türkler, yeni çağda ancak keşfedilen sistemi binlerce yıl önce kullanmışlardır. Hun astrolojisi, 36 yıldız grubu, 36 gökyüzü derecesi, güneşin gökyüzünde hareket ettiği 36 dereceden oluşur. Ortalama her burç 10 ile 12 gün kapsar. İlk burç 21 Mart ile baharın başlangıcı olan Toruk’tur. Hun inanç sisteminde bir başka önemli sayı ise 9’dur. Kainat’ın 9 kapısından bahsedilmektedir. Bunlardan dünya, Hun dininde güneş ile birlikte 4 sayısını temsil eder. Güneşi de sayarsak Güneş, Merkür, Venüs ve Dünya ile 4 sayısına zaten ulaşırız. İlginç olan şudur ki, modern astronomi Plüton dahil, Kupier kuşağına kadar olan alanda 9 gezegenden oluşan bir astronomik yapıyı kabul eder. Hepimiz ilkokulda öğrenmişizdir ki, güneş sisteminde 9 gezegen vardır ve dünya 3. gezegendir. 4 sayısı aslında Hun Türklerinde “3’ten sonra gelen” olarak kabul edilir. Ve her şey 4 çarpan üzerine çalışır.
Bunlar ise ateş, toprak hava ve su 4 kutsal element, ilkbahar, sonbahar, yaz ve kış şeklinde 4 mevsim ile sembolize edilir. Hun ve Uygur Türklerinde 9 defa 4 güneş yılı yaşayan insan artık yetişkindir. 18 defa 4 güneş yılı yaşayan insan ise, bedeninden artık yaşam enerjisinin çekildiği güçsüz bir bireydir. Bunlarda 9, 4 ve 36 ve onların çarpılmasından oluşan sayılar çeşitli şekilde mitolojik motiflerde görülür. 36; aslında doğumdan itibaren her yıl bir burcu temsil ederek ulaşılan 36 yaş ile ilgilidir. 36 bunları temsil ederken; 9 güneş sistemindeki gezegen sayısını, 4 ise gökyüzünde güneşin kendisini göstermiş olduğu 4 evreyi yani mevsimleri temsil eder. Bunun yanında eski Hun kayıtları 9 ve 4 sayısı ve 36’nın çocuk doğumu ve ay döngüsü ile de alakalı olduğunu gösterir. Bildiğimiz bir şey vardır; insan annesinin karnında 36 hafta yani 4x9 ay kalmaktadır. Gördüğünüz gibi İslam öncesi Türk kültürü, çok derin anlamları olan arketiplere ve mitolojik değerlere sahiptir. Bazı astronomik gerçeklikler mitolojik bilgilerin ışığı altında gizlenmiş, kulaktan kulağa yayılarak tüm toplumun bilincine kazınmıştır. Kültürümüzün derinliklerini incelediğimizde buna benzeyen pek çok ilginç detay ile karşılaşırız. Sıra dışı gelen; kültürümüzün tarihsel motiflerinde var olan mitolojik karakterlerin, astronomik ve astrolojik semboller ile örtüşmesidir. Bugün hala elimizde yazılı kayıtlar çok kısıtlı olmak ile birlikte, toplumsal hafızalara kazınmış bir şekilde bazı gelenekleri takip eden Yakut Türkleri, geçmişten gelen geleneklerimizi devam ettirmekte. Sibirya ötesi halkları diye nitelendirdiğimiz gizemli ve kadim uygulamalara sahip bu halkın aynı gökyüzü hareketlerini incelemeye devam ettiği, eski Hun sistemi ile aynı kozmolojiyi kullandığı bilinmektedir. Öyle ki, Yakut kam’ları (Şamanları) bizler ile eş zamanlı olarak bazı astrolojik gezegen döngülerini kullanmaktadır. Şimdi soruyorum; atalarımızın binlerce yıl önceki bilgisi ile şu an bilimsel diye nitelendirdiğimiz gözlemler ile bile
2000’li yılların ortalarında ancak bulduğumuz ve Sedna diye nitelendirdiğimiz gök cismini bilmeleri, Uranüs’ün rotasyonları hakkında kayıt tutmaları ( ki Uranüs gözle görülememektedir ) 1900’lerin başında tüm dünyayı ayağa kaldıran dünyanın ikinci uydusu ile ilgili bilgileri bilmeleri nasıl mümkündür? Hun Türkleri ayrıca karanlıkta olan ve ancak Kuzey’den belli dönemlerde görülen ve göründüğü dönemlerde ise, çok büyük felaketlere sebebiyet veren karanlıkta kalan bir gökcisminden bahsetmişler. Hun Türklerinde Güneş döngülerinin yanında Ay döngüleri de çok iyi bilinmektedir. 12 ana burç ve 12 aya karşılık gelmektedir. Ocak’a Başil, Şubat’a Bayrım, Mart’a Ayuznu, Nisan’a Toturnu, Mayıs’a Hıçakay veya Karaçay lisanı ile Hıçauman, Haziran’a Rukkul, Temmuz’a Eliya, Ağustos’a Kırkar, Eylül’e Kırkauz, Ekim’e Etıyık, Kasım’a Abentonkuk veya Karaçayca Abıstol, Aralık’a Endreyük denir. Bunlar 12 burç ve 12 dolunayı temsil eder. Her bir dolunay diğerinden daha farklı sosyal etkilere sahiptir ve her bir dolunayın önemli etkileri vardır. Bunlar Çinlilerdeki 12 yıllık döngüye sahip olan ve Feng Shui’de kullanılan hayvan takvim sistemindeki gibi, ileriye dönük bireyden ziyade sosyal ve coğrafik nitelikleri, doğa olaylarını, doğa ile ilgili konuları temsil ettiği için kullanmışlardır. Cıl veya Çil yıl demektir. Hun dilinde 12 yıllık takvim devirleri Ciçhan, İynek, Kaplan, Koyan, Çabak, Cilan, At, Koy, Maymul, Kuş, İt ve Tonnuz olarak nitelendirilmektedirler. Örnek olarak 14 Şubat 2010’da tüm Çin ve Taoist Asya, Kaplan yılını kutlar iken, Hun takviminde de aynı dönem Kaplan yılına karşılık gelmektedir. Bu yıllar kişilerin doğum karakterini temsil ederken, 36 burçluk, yani 12 burcun her birinin 3 parçaya ayrılmasından ortaya çıkan döngüler de bu dönemdeki etkilerin bireye indirgenmesine imkan verir. Eski Türkler’de ve Hun’larda gezegenlerin rotasyonları neredeyse Arap-İslam ve modern
27
VATAN VE KÖKLERİMİZ astrolojinin atası olan klasik batı astrolojisinden daha da tutarlı idi. Ayın 27 günlük devirlerini veya Tennir yani Jüpiter’in ortalama 11 yıl 300 günde sistemi dolaştığını bilmekteydiler. Kontuk ( Uranüs ) denilen, gökyüzündeki zaman zaman görülen gizemli cisim için verdikleri tarih 83 yıl 283 gündür. Bu 1780’li yıllarda William Herschel tarafından bulunan Uranüs’ün zaman zaman gerçekten de gökyüzünde çok silik bir yıldız olarak dünyadan göründüğü gerçeğini Hun’ların söylemesi ilginçtir. Ayrıca bir başka ilginç durum da, Anmat denilen, yörünge düzlemi 650 sene olan ve çok uzun bir süreci temsil eden bir cisimden bahsetmeleri ve modern astronominin bunu 2000’ li yıllarda bularak gerçekten 650 yıllık bir yörünge çapına sahip Plüton ötesi Plüton büyüklüğünde bir gezegen ( Sedna ) bulmasıdır. Hun Türkleri ayrıca karanlıkta olan ve ancak Kuzey’den belli dönemlerde görülen ve göründüğü dönemlerde ise, çok büyük felaketlere sebebiyet veren karanlıkta kalan bir gökcisminden bahsetmişler. Bu gök cisminin ayın yaratılışındaki kardeşi olduğunu ve dünyadan çok uzak bir yerlerde dünyanın etrafında da 9 yılda bir dolaştığını anlatmışlardır. Dünyanın ikinci ayı ile ilgili ilk bilgiyi Toulouse Gözlemevinden, Fransız Astronom Frederic Petit 1846 yılında bildirmiştir. Cruithne ismi ile anılan bir küçük uydunun dünyanın etrafından dönmekte olduğunu 1986 yılında araştırmışlar ve 1997 yılında varlığından emin olmuşlardır. İlginçtir ki, Cruithne, at nalı şeklinde bir orbite sahiptir ve bu turu 770 yılda tamamlamaktadır. Her 385 yılda bir, dünyaya en yakın noktaya gelmektedir. Bir dahaki en yakın ziyareti 2285 yılında olacaktır. At nalının Türk inanışlarında da çok büyük önemi olduğunu hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Folklorik yapı içine sinmiş Türk değerlerinde, göksel sembolleri görmek mümkün. Türk Mitolojisinin göksel ifadeleri gerçekten bizlere pek çok bilginin
28
kapılarını aralamaktadır. Nasa, 1980’ lerin ortalarında dünya ve ay sistemine bağlı olduğunu düşündüğü, Venüs ile dünya arasında bir küçük asteroidin varlığından bahsetmiştir. Hatta o yıllarda bu asteroidin dünyanın ikinci uydusu olabileceği konusunda önemli tartışmalar çıkmış, fakat bu gökcisminin eldeki teknik imkanlar ile yeterince görünememesi ve birkaç kez tespiti haricinde de istikrarlı bir yapı çizmemesi sebebi ile adlandırılamamıştır. Bulunan bu gökcismi tuhaf bir şekilde güneşi tam anlamı ile yansıtmamakta, bu sebepten dolayı da bizlerin astronomik gözlemlerde çok güçlü teleskoplarda kullandığımız ışık toplayıcı aynalar tarafından da görülememektedir. Eski Türklerin bu cisme Karan, karanlıkta olan görünemeyen ismini vermesi de ilginçtir. Venüs’e ise Çolpan diyen Hunların, Pleides takımyıldızına Ülgen dediği bilinmektedir.
Makale yazarın izniyle ilk defa yayınlandığı http://www.ntvmsnbc.com/id/25043545/den alıntılanmıştır.
www.astrologyanalyst.com
29
EVİMİZ DÜNYA KENTTE EKOLOJİK YAŞAM DENEMELERİ Melda KESKİN Açık Radyo Program Yapımcısı
Ç
oğunuz gibi ben de doğanın, “uygarlığımız”ın yükü altında nasıl inim inim inlediğini görüp, zaman zaman çevreye zarar verebileceğini gördüğüm bazı alışanlıklarımı değiştiriyorum. Bu yazıda bugüne dek neler yapabildiğimi gözden geçirmek ve sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü deneyimlerimizi paylaşarak, birbirimizden esinlenerek, çabalarımızı daha etkili bir hale getirebileceğimiz inancındayım. İstanbul’da son 20 yıl boyunca yaşadığım semtlerde, bu tür bir belediye hizmeti olmasa
da, çöplerimi düzenli olarak ayrı ayrı topluyorum. Geri dönüşebilir malzemenin bulunduğu torbaları sokaktaki çöp kutularının yanına bıraktığımda, bırakın çevre için iyi bir şey yapmış olmayı, geri dönüşebilecek ambalaj atıkları pisliklere bulaşmadan ellerine geçtiği için, plastik, metal, kağıt toplayıcısı insanlardan, “Allah razı olsun abla!” sözünü duymak bile biraz külfete değer diye düşünüyorum. Camlar için zaten cam kumbaraları var; organik atıklarımız içinse bahçe veya balkonda kompost yapıp, humus üretme olanağı. Çok önemli bir katkısı olsa da yalnızca geri dönüşümle doğayı korumak mümkün değil tabii. Esas yapılması gereken, çöpü kaynağında önlemek. Bunun için bez alışveriş torbaları, depozitolu günlük süt şişeleri gibi çöp üretmeksizin tekrar tekrar kullanılabilen malzemeyi tercih etmekte büyük yarar var. Böylece, hem naylon torba, plastik ve aliminyum kaplamalı kutu dağlarının önünü alabilme şansımız olur, hem de canlılığı kalmamış uzun ömürlü – UHT sütler yerine, daha taze ve “canlı” günlük sütlerden yararlanabiliriz. Satıcılardan naylon torba almamak için sürdürülen mücadele, bazılarımızı çok yoruyor biliyorum. Bana en iyi duygularla mutlaka verilmeye çalışılan naylon torbayı almamayı başarmakta baktım ki zorlanıyorum, çıkar yolu “naylon torba
30
sevmiyorum” demekte buldum. Çöp üretimini önlemenin en önemli bir başka yolu da strofor kaplarda, streç filmlerle sarılmış, neredeyse tek tek ambalajlanmış hiçbir meyve ya da sebzeyi almamak. Geçen sayıda söz ettiğim organik pazarlardan (benim cumartesi günleri gittiğim Feriköy, bir de pazar günleri kurulan Kartal ile salı günleri kurulan Beylikdüzü) haftalık taze meyve sebzeyi toplu olarak almakla, evde ne yaparsam yapayım yine de bir şekilde biriken naylon torbalarda radikal bir azalma oldu. Çünkü organik pazarda naylon torba kullanmak yasaklandı; Oraya artık tekrar kulanılabilen kese kağıtlar ve bez torbalarla gidiyoruz. Geçenlerde 8’lik yumurta kabını geri getirene, 1 TL indirim yapan yumurta satıcısını görünce sarılıp, öpesim geldi. Atık sorununu çarpıcı bir biçimde çözen depozitolu ambalajların Türkiye’de neredeyse yok denecek kadar azalmış olması öteden beri canımı sıkıyor. Kuzey ülkelerini taklit ederek, Çevre Bakanlığı marifetiyle “kota” diye bir garabet yaratıp, depozitoyu kaldırdık ve hızla korkunç bir “kullan-at toplumu”na dönüştük. Nedense onların atıklarla baş edemeyip depozityoya geri dönüşünü taklit etmiyoruz ama! Bir cam şişe kırılana kadar en az 40 kere dolup boşalabiliyor diye okuduğumu hatırlıyorum. Depozitolu cam yerine, kullanılıp çöpe atılan 40 tane pet şişeyi bir yere yığarsanız, doğada nasıl bir yük oluşturduğumuzu kolayca görebilirsiniz. Bu yıl ekolojik ayak izimizi ufaltmak açısından gerçekleştirdiğimiz en çarpıcı değişikliklerden biri, bakkaldan su alıp sürekli çöp üretmek yerine, eşimin iş yerine yakın bir yerdeki kaynak suyunu evde muhafaza ettiğimiz bir kaç şişeye doldurup eve getirmesi oldu. Pet şişeleri yalnızca taşımada kullanıp, eve geldiğinde cam şişelere aktarıp öyle saklıyoruz. Hem atık üretmiyoruz eskisi
kadar, hem de plastiklerde kimbilir hangi güneşli yerlerde beklemiş, niteliği değişmiş suları değil, sağlıklı ve “canlı” su içiyoruz. Olabildiğince kendi kendine yeten, ekolojik bir yaşama henüz adım atmaya başladığımız bahçemizde kullandığımız kuru tuvaleti (kompost tuvaleti) ve suları nasıl koruduğumu anlatmayı başka bir yazıya bırakıp yine kent yaşamına döneyim... Kentte bu işler zor olsa da ekolojik krizi engelleyebilmek için esas dönüştürmemiz gereken, kent yaşamı. Gelelim, artık hepimizin zararlarını az çok bildiği kozmetik ve temizlik malzemeleri konusuna... Ancak, etiketleri okuyacak bir büyüteç bulursanız adlarını görebileceğiniz bir takım tehlikeli petrokimya ürünlerinin üzerine, birkaç bitki özü ilave edip, “doğal” diye pazarlamak çok yaygın bir uygulama. Konu herkesçe malum, uzatmaya gerek yok, örnekler vererek bitireyim yazımı: 48 yaşıma kadar sürekli şampuan değiştirdiğim halde bir türlü mutlu edemediğim kafa derim, 6 aydır bildiğiniz zeytinyağlı kalıp sabunla yıkanıp, yarı yarıya sulandırılmış elma sirkesiyle durulanmakta olup, kepek, kaşıntı vb. dertlerden kurtulmuş durumda.
İnsanların ve tabii hayvanların yağ dokularında birikip onyıllar boyu onları hasta edebilen “organik klorlu bileşikler”le dolu sözde “doğal” güzellik ürünleri ve temizlik maddelerinin, basit alternatifleri var biliyorsunuz. Deterjan yerine, 20 küsur yıldır otomatik çamaşır makinasında granul beyaz sabun, bulaşık içinse sulandırılmış parfümsüz arap sabunu kullanıyordum. Şimdi boraks, sodyum bikarbonat ve elma sirkesi 3’lüsüyle banyo, mutfak temizliğinde de harikalar yaratılabildiğine tanık oluyorum. Aslında elma sirkesi değil de sirke ruhu olmalıymış ama henüz onu bulup denemeye fırsatım olmadı. Bu listeye, eminim siz de benim belki aklıma bile gelmeyen yeni maddeler ekleyebilirsiniz. Önemli olan, kendi sağlığımızın doğanın sağlığı ile birlikte korunacağı sade bir yaşama geri dönebilmek. Geçen yıl Açık Radyo’daki “Bir” adlı programıma konuk olan, Aromaterapi Derneği Başkanı Zülfikar Alkan’ın da dediği gibi, reklamı yapılan hiçbir ürünü almamak lazım aslında. Siz şifa kaynağı olmanın yanısıra bir çok başka işlevi de bulunan maydanozun, elmanın, limonun, sirkenin reklamının yapıldığını hiç gördünüz mü? Başka bir yazıda yeniden buluşmak dileğiyle...
31
EVRENSEL DEĞERLER
Cİnsel Yönelİm Hakkında Hİç Düşündünüz mü? Didem ÜNSÜR (Yazar)
G
ay, lezbiyen, biseksüel, eşcinsel, transeksüel, travesti… Bu liste böyle işte. Yazarken kolay ama ya yaşarken? Hiç cinsel yönelimi sizinkinden farklı arkadaşınız var mı? Eğer yoksa, olmasını ister miydiniz? Sizce cinsel yönelimi sizinkinden farklı olan birine nasıl davranırdınız? Ya da hâlihazırda nasıl davranıyorsunuz? Nereden çıktı şimdi bu cinsel yönelim konusu dediğinizi duyar gibi oluyorum sanki. Hemen anlatayım: Dün ülkemizin önde gelen sivil toplum kuruluşlarından birine, 6. sınıf çocuklarına mesleğimi anlatmak için gittim. ‘’Kariyer Yolculuğum’’ adlı sekiz haftalık bir etkinlikleri varmış ve etkinliğin altıncı haftasında bir konuk ağırlıyorlarmış. Beni davet ettiler, davete icabet ettim. İşimi, işimi nasıl sevdiğimi anlattım çocuklara hızlı hızlı, anlatacak çok şey ancak az zaman vardı. Bu arada ben bir sivil toplum kuruluşu çalışanıyım. Kariyerimi anlatırken geçen yıl çalıştığım bir derneğe niçin geçtiğimden sözettiğim anda dedim ki çocuklara “Ayrımcılık konusunda hiç çalışmamıştım ve bu konuda öğrenmek istedim”. Sonra birden aklıma geldi, acaba bu çocuklar ayrımcılık ne demek biliyorlar mıydı? Çocukların en bildikleri yerden, dilimize bile pelesenk olmuş Çingene, şimdiki tabirle Roman’lardan girdim konuya. Çocuklar benim örneğimden sonra genellikle etnisiteye dair örnekler verdiler, Alevi, Ermeni, Kürt, Rum… Ben ise kadın dedim, çocuk dedim, engelliler dedim ve sonunda eşcinseller deyince çocuklar yüzlerini yana çevirdiler, ellerini ağızlarına kapadılar, “Didem Abla da ne terbiyesiz bir şey söyledi” der gibi. Oradan çıkınca düşündüm, bu cinsel yönelim konusu, bu yaşta bile ayıplanacak bir şey olarak görülüyor demek ki. Cinsel yönelimi genelden farklı
32
olanlar için ne kadar da kötü değil mi? Bir transeksüel arkadaşım çocukluğunu anlatmıştı, hemen o geldi aklıma. Hiç unutmadığımunutamadığım arkadaşımın sözlerini aynen buraya yazıyorum: “Ben kendi transımı 9 yaşındayken anladım. Ailem çok modern, anlayışlı insanlardı. Bana hep kendimi normal hissettirmişlerdi. Ama okulda aklım ermeye başlayınca, diğer çocukların bana karşı olan davranışlarından bende bir anormallik var dedim.” İşte öykü burada başlıyor ya da bitiyor. Dün çocuklara da sordum, şimdi sizin için de burada yazmak istiyorum. Hiç insanın elinde olmayan nedenlerle sahip oldukları özellikler - farklılıklar için onlara ayrı - başka davranılır mı? Dışlanılır mı? Ötekileştirilir mi? Çocuklar ne demek istediğimi anladılar, umuyorum bundan sonraki hayatlarında farklılıklara daha bir saygılı davranırlar. Peki ya siz, evet siz anlayabilecek misiniz beni? Bence biraz öğrenmek, anlamaya çalışmak gerek. Onlarla olmak, hakları için onlara destek vermek, dışlamamak gerek. Sizde kırın artık kabuğunuzu, çıkın dışarı, bizdensizden başkalarının ve onların farklılıklarının farkına varın, kabul edin, sevin. En azından bu yazıdan sonra bir deneyin! Bu ay içinde bu iki siteyi mutlaka önyargılarınızdan arınmış olarak inceleyin:
http://www.kaosgl.com/ http://www.lambdaistanbul.org/ Ve son olarak bu güzel Mayıs ayında etrafa daha bir hoşgörüyle bakın.
33
HAYATA YENİDEN BAKMAK
KADIN KADININ KURDUDUR Semiha BATMAZ SALCI (TV Program Yapımcısı ve Sunucu)
H
er yerde bir güvensizlik. Karı kocasına, patron çalışanına, çalışanlar birbirlerine, apartman sakini komşusuna, hükümet bilim adamına, askerine, halk hükümete güvenmiyor. Çok sıkıldım. Bu güvensizlik benim gibi sizi de yoruyor mu? Kimse birbirine bir şey anlatamaz oldu. Konuşmaya bile gerek yok. O gözlerdeki şüphe var ya, her şeyi anlatıyor. Herkes bir gün satılırım endişesiyle maskeli suratlarla ve sözcüklerle geziyor. Bu endişe yersiz de değil aslında. Çünkü bu korkuyu duyanlar da bir gün samimiyetine inanarak fikirlerini söyleyenleri sattı. Kötülük ve çirkinlikler çığ gibi büyüyor. İyilik ve güzellikler yarım adım ilerliyor. Ne yazık ki, kendi sanal olarak ürettiğimiz, sonra da inandığımız kötülüklerimiz içinde boğulup gidiyoruz. Herkes birbirine, her an tırnaklarını batırmaya hazır geziyor. Oysaki çok eskilerde kalan “ahde vefa” diye bir kavram var. Erdemli insan olmanın önemli olduğu yıllarda arkadaşlık edenler, bir gün her ne sebepten olursa olsun arkadaşlıkları bitse de, o günlerin hatırına yaşananları ve konuşulanları ulu orta dökmezlerdi. Her yaşanan ve konuşulan gizli saklı kalırdı beyin klasörlerinde. Oysaki beyin hiç bir şeyi unutmaz. Hele ki bu kadın beyniyse. Bu son söylediğimi, iş yerimde yaptığım “farkındayım” sohbetlerinden daha da iyi anlıyorum. Geçenki söyleşimizin konusu “kadın kadının kurdu mudur?” du. Bunu seçmemin sebebi ise, işyerlerinde kadınlar hep bir savaş halinde. Bizler büyüdükçe oyunlarımız da çirkinleşti. Paylaşalım ve çoğalalım yerine, vur kaç, ayağını kaydır oyunları oynanır oldu. Söyleşinin sonunda sonuç olarak “evet, kurdudur” çıktı. Ben ise konuya başka bir bakış açısı getirmek istiyorum. Kendi hemcinsimiz olan kız kardeşimize gelelim. Onu da zaman zaman kıskanabiliriz. Onun
34
da davranışlarını onaylamayabiliriz. Bize gıcık geldiği zamanlar olabilir fakat ayağını kaydırıp, yok etmeye mi çalışmalıyız? Peki komşumuzu, mesai arkadaşımızı, kadın patronumuzu hatta aynı kulvarda olmadığımız başka bir kadını bile niye yok etmeye çalışıyoruz? Bugün çok soru sorduğumun
farkındayım. Fark edelim istiyorum. Neyi mi? Hepimizin yaratanın kulları olarak kardeş olduğumuzu…
bahar herkese İYİ GELİR Baharın en neyini seversiniz?
çok
Bembeyaz çiçek açmış ağaçlarını, yeşeren doğayı, cıvıldayan kuşları, ışıldayan güneşi, bahar yorgunluğu olsa da herkesin içinin açılmasını... Ben bu saydıklarımı da severim ama en çok doğanın başlangıcını severim. Hangimiz hayatımızda birçok konuda yeni bir başlangıç yapmak istemeyiz ki! Yıpranan arkadaşlıklardan, varolan işimizden gücümüzden hatta kendimizden kaçıp yeni bir başlangıç yapmak birçoğumuzun hayali. Baharı işte en çok bu nedenle severim. Hiç korkusu yok, hiç geç kaldım diye düşünmez. Havalar iyi olduğunda patlatıverir çiçeklerini. Evet, arada don vuranlar olur ama yaza varanların sayısı oldukça fazladır. Son yıllarda kaçıp gitmek, uzun yıllar yaşanmışlıkları bir çırpıda silmek ne çok konuşulur oldu. Modern yaşamın köleleri olarak yaşadığının farkına varanlar, kaçıp kurtulmak istiyorlar bu modern yaşamın stresinden. İşte, hayatlarının gerçek baharlarını yaşamaya yelken açanlar, doğa kadar güçlü ve cesur oldukları için kocaman bir alkışı hak ediyorlar. Yine hoş geldin BAHAR. Yeni bir başlangıç yapacaklara MUTLULUK. Başka bir bahara erteleyenlere GÜÇ verdin. Çünkü bize şunu iyi öğrettin. Bahar herkese iyi gelir.
35
ADVERTORYAL YOGA İLE ARINMA VE FORMA GİRME KAMPI (19 - 23 Mayıs ) YOGHA ve MODERN DİYET
B
ahar mevsiminde yoga ile arınmak ve forma girmek için Fethiye’de Faralya köyündeyiz. Olga Tsibarnea ile Asthanga Yoga, Hatha Yoga ve Free Form Yoga seanslarıyla enerjimizi yükseltip toksinlerimizden arınacağız. Ormanın içinde tertemiz havada sağlığımıza sağlık katacağız. Organik besinlerle beslenip, Modern Diyet’den (www.moderndiyet.com) Diyetisyen Safiye Aksoy’un hazırlamış olduğu günde 5 öğünlük beslenme düzeniyle metabolizmamızı canlandırıp özel detoks menüleriyle kışın yorgunluğunu atarak bedensel olarak hafifleyeceğiz. Deniz ve güneş enerjilerimizi tazeleyecek. Akşamları Şebnem Akbulut ile yapacağımız meditasyonlarda derinleşip ruhumuza dokunacağız.
koklayarak, hissederek hatırlayacağımız bir
Patika Hakkında... (www.patikadayolculuk.com) “Patika Projesi” Fethiye’nin Faralya köyünde 5 dönümlük bir arazide yeşertilen bir proje. Kentleşmeyle gelen koşuşturmaların dışında da bir yaşam olduğunu, kendimizi gerçekleştirmek için pek çok seçeneğimiz olabileceğini, unuttuğumuz değerleri yeniden hatırlayarak, çalışarak, üreterek, dokunarak,
Ayrıntılı bilgi için lütfen bizleri arayınız.
36
yaşayabileceğimizi ortam Patika.
Patika’da misafirimiz olmak isterseniz sizleri taş evimizde, tahta evlerimizde ya da isterseniz çadırlarda ağırlayabiliriz. Patika’daki için en az
yaşama ayak uydurabilmek bir hafta kalınması tercih edilir.
ÜCRET : 650 TL Bu bedele 4 gece 5 gün Konaklama, yemek ve yoga seansları dâhildir. Rezervasyon için ön ödeme 200TL dir.
Yogha Tel: (212) 324 61 08 Levent Mah. Zambaklı sok. No:29 Levent İstanbul www.info@yogha.net www.yogha.net
37
YUVARLAĞIN KÖŞELERİ
ANNEMDEN NELER ÖĞRENDİM? Nilay Uzgören Papila
Geçtiğimiz hafta, bir iş gezisi sebebiyle Brüksel’deydim. Soğuk bir bahar sabahını İstanbul’da bırakıp 18 dereceye indim havalananında ve gülümsedim. Bu şehir benim 18 yıllık sadık dostumdu ve ne zaman ona dönsem yağmurlarını yolcu eder, en güneşli yüzüyle karşılardı beni. Yine öyle oldu. 18 yıl önce ilk gidişimde üniversitede henüz, şimdi çok yaygın olan Erasmus gibi değişim programları bile yokken, mucizevî bir şekilde ayarlamıştım kendi alanımın en iyi enstitüsündeki yaz stajımı mucizevî bir şekilde ayarlamış ve iki buçuk aylığına gelmiştim bu yaşlı şehre. Önceleri bir yaşlı kadın ve sekiz köpeği ile antikalarla dolu bir evde bir odada kalmıştım. Peşinden de okula daha yakın olduğu için İspanyol, İtalyan ve Portekizli oda arkadaşlarımın olduğu yaşlı bir karı-kocanın evinde bir oda bulmuştum ve kalan iki ayımı o evde geçirmiştim. Akdenizli ev arkadaşlarımın sıcakkanlılığı ile nefis sohbetler eşliğinde Akdeniz sofraları donatmıştık her gece ve farklı kültürlerle bir arada olmanın keyfini çıkartmıştık. Bu staj ve ilk ayrılık benim için ne kadar keyifli ise; daha sonradan doktora için gidip yedi yıl süresince kuzey Amerika’da kalacağımı henüz bilmeyen ailem -özellikle annem- için bir o kadar zor olmuştu. O dönemde annemin neler hissettiğinin üstünde çok duramayacak kadar gençtim sanırım. Anne olup da bugünlere geldiğimde daha iyi anlıyorum neler yaşadığını. O dönemlere hatta daha eski dönemlere şimdiki akıl olgunluğumla baktığımda anneme karşı sevgi ile doluyorum ve içimden ona teşekkür etmek geçiyor. Gösterdiği anlayış için ve de endişelerini yenerek bana yeni dünyaları keşfetmeme hep izin verdiği, güvendiği ve öğrettiği tüm güzel şeyler
38
için. Ne çok şey öğrendiğimi düşünürken tüm bunları listelemeye ve bu yazıyı ona ithaf etmeye karar verdim. Ben annemden neler öğrendim? Ben annemden öğrendim kitapları ve araştırmayı sevmeyi. Çocukluğum onun her bulduğunu okumakla geçen
gençlik yıllarını dinlemekle geçti. Kütüphanelerden aldığı klasiklerin tamamını okuduğunu bilirdim. Daha çok hayran olurdum ona, klasikler dediği kitapların kalınlıklarını görünce. Onun gibi olmaya çalışırken okudum o yüzlerce kitabı ve zenginleşti iç dünyam. Ben annemden öğrendim sanatı ve sanatçıyı sevmeyi. Çocukluğumda Türk Kadın Ressamlar Derneği’ne üye idi annem ve her hafta sonu resim yapmaya giderdi bizi evde bırakıp. Gurur duyardım onunla ve mesleği sorulduğunda ressam diyebilmekle. Bir süre sonra dernekten ayrıldı ama annemin mesleği benim için hep “ressam”dı. Bu sıralarda bu sıfatın yanına yine gururla mozaik sanatçısını ekleyebilirim. O öğretti bana ve kızlarıma resim yapmayı. Ben annemden öğrendim, dökülen süt dişimin boşluğuyla oynamazsam dişlerimin düz geleceğini; ya da suçiçeği yaralarımı koparmazsam yüzümde iz kalmayacağını. Yine ondan öğrendim, güvenli çocuk
yetiştirmenin sırrının önce çocuklara güvenmek olduğunu. Ben annemden öğrendim “anne”liği. 2002 yılında ilk kez anne olduğumda, “Hayatım anlamını buldu işte!” demiştim. Annemle de paylaştım anneliğimi. Annem 2002’de önce üç ay, ardından ikinci gelişinde altı ay yanımızda yani Kuzey Amerika’da kalarak, Ada’nın birinci yılında bizimle oldu. İkinci girişinde “Torunum için geldim” diyerek pasaport kontrolünü yapan memuru hayretler içinde bırakmıştı. “Herkesin torunu var ama kimse binlerce mil aşıp her altı ayda bir gelmiyor” demişti ve anneme inanmakta zorlanmıştı. Ondan öğrendim ilk bebeğimi nasıl yıkayacağımı, süt vereceğimi, nasıl seveceğimi, sevgi sözcüklerini... Kızımla annemi bir arada gördükçe kendi bebekliğimde beni nasıl sevdiğini görür gibi oldum. Onun gibi anne olmaya çalıştım hep çocuklarıma. Başarabilirsem ne mutlu bana!
39
AKILLI KALPLER
İŞ DÜNYASININ GELECEĞİNDE KOÇLUĞUN YERİ Deniz AĞGÜL GÜLER Kariyer Koçu & Gelecek Stratejisti
K
oçluğun gelecekteki yerinden bahsedebilmek için öncelikle işe iş dünyasının ne yönde değiştiği ve değişeceği gerçeğinden bakmakta fayda görüyorum. Sanayi üzerine teknolojiyi, teknoloji de üzerine bilgiyi ekleyerek değişen ihtiyaçları karşılamaya devam ediyor. Artık bir ürün veya hizmete ne kadar bilgi yüklerseniz o kadar değer katmış oluyorsunuz. Tüm sektörler için bilgi kullanarak yenilik yapmak artık zorunlu hale geldi neredeyse. Her sektör bu değişime ayak uydurmak için sürekli kabuk değiştiriyor.
20 sene önce dünyada kullanılmaya başlanan internet, tüm iletişim ve iş yapış şekillerini değiştirmiş durumda. Şimdi, Türkiye internet kullanımında öncü ülkeler arasında yer alıyor. Mobil cihazlardan internet erişimi ve iş takibi giderek artıyor. Bilişim sektörü hemen hemen her sektörün alt yapısını oluşturduğu için gelecekte hep büyüyecek ve gelişecek. Enerji kaynaklarının azalması nedeniyle enerji sektöründe alternatif kaynaklara olan yatırımlar artacak. 2020’de dünyadaki enerji kaynaklarının %30’u alternatif kaynaklardan elde edilecek. Küresel ısınmadan dolayı denizlerin ve okyanusların su yüksekliği artıyor. Denizde yaşam ve deniz suyunu kullanma konusunda çalışmalar yapılacak. Denizcilik sektöründe gelişmeler olacak. Üretim şimdi dünyada doğuya doğru kaymaya başladı. Gelecekte bunun korunup korunamayacağını göreceğiz. 2020’li yıllarda üretimde akıllı robotların kullanılmasıyla hızda artış görülecek. Robot pazarı bu yıl 25 milyar dolar. 2025’te 65 milyar dolar olması bekleniyor. Bu nedenle elektronik tasarımı gün geçtikçe önem kazanacak.
40
Nano teknoloji yatırım maliyetleri yüksek de olsa gelecekte çok önem kazanacak. Tüketim çılgınlığı devam edeceği için alışveriş sektörü sürekli gelişecek. Lojistik alanında gelişmeler çok hızlı artıyor fakat yeni gelişme depoculuk olacak. İnsan ömrü uzun olacağı için sağlık sektörü hep büyüyecek. 2030’da sonra insan ömrü ortalama 100 yılı bulacak. Yapay organlar vücudumuzda kullanılmaya başlayacak. Besine olan ihtiyaç artacak ve tarım teknolojiyi kullanarak çok hızla gelişecek. Bilgisayarlı çiftçilik yapılacak. Tekstilde Türkiye kaliteyle ön plana çıkacak ve bu şekilde Çin’le rekabet edebilecek. Şirketler ya büyük ve kurumsal ya da ufak ama daha kıvrak, yaratıcı ve dinamik olmaya devam edecekler. En güçlüler değil değişime en iyi uyum sağlayanlar ayakta kalacak. Yenilik, yaratıcılık, adaptasyon ve liderlik önemli ve aranılan yetkinlikler olacak. Proje bazlı ve esnek çalışma kültürü artacak. Portfolio kariyer modelini benimseyen çalışanlar artacak. Yani bir çalışan birden fazla işyeri ile çalışabilecek. Şirketler iş odaklılık yerine insan odaklılığı benimseyecekler. Bütün bunlara eklenecek daha birçok öngörü yazılıp çizilebilir. Ben, siz veya dünyadaki tüm fütüristlerin görüşlerini de alsak konuştuğumuz her şeyin aslında tek bir şey hakkında olduğunu görüyoruz; İNSAN… Değişen aslında insan. Bu önemli ayrıntıyı gözden kaçıran kurumlar için gelecek daha karamsar olacak. Her şey insan için değişip gelişiyor. Yeni insan daha fazla tüketiyor daha sabırsız her şeyin daha hızlı olmasını istiyor. Daha esnek ve çok yönlü. Sınırları daha geniş o nedenle de daha yaratıcı ve engelleri daha az.
Şimdi iş dünyasının genel durumu böyle. Gelecekte bu değişimin hızı sürekli artarak devam edeceği şüphesiz. Kimileri bu hızı yaratan tetikleyenler arasında olurken, kimileri belli düzeylerde katkı veren, kimileri hızla uyum sağlayan, kimileri uyum sağlamaya çalışan ve kimileri de geride kalanlar olacaklar. Bu süreçte bu hızdaki değişimle baş etmek için kurumların da bireylerin de bazı şeylere ihtiyaçları olacak. Bunlar; Kendilerini ifade eden amaçlar Bu amaca ulaşacakları stratejiler Bu stratejileri hayata geçirecek süreçler Bu strateji ve süreçleri uygulayacak davranışlara ihtiyaçları olacaktır. Peki, koçluk geleceğin iş dünyasında nerede ve nasıl devreye girecek? Koçluk, bugün hangi noktadan gelecekteki hangi noktaya gitmek istediğinizi ve o noktaya en hızlı, en kolay gidebilmeniz için ihtiyacınız olan kaynakları fark ederek gerekli davranış değişikliğini yaratmanıza katkı sağladığı için iş dünyasının bu değişim rüzgârında koçluğa gelecekte daha fazla ihtiyaç duyacağı kesin. Gerçek başarı, karlılık, verimlilik ve etkinlikten bahsedebilmek için davranışlarda değişime ihtiyaç vardır. Aksi takdirde sürekli yeni stratejiler modeller peşinde koşar her seferinde işe yaramadıklarını görür ve yenilerini bulmaya çalışırsınız. En sonunda da “nerede hata yaptık” diye düşünürsünüz. Bütün sistemleri stratejileri uygulayan insan davranışında değişim yaratmadığınız sürece değişime uyumdan da söz edilemez. www.maremis.com
41
KIZKAÇIRAN
BEYAZ ATLI PRENSİM NEDEN AĞZIN KOKUYOR? İlkay CAM
Biz kadınlar her şeyin en harikasının hayalini kurarız da hayata geçirmek için kılımız kıpırdamaz. Yıllar ve yıllar boyu başımızı yastığa her koyuşumuzda, kumsalda şezlonga her uzanışımızda ideal erkeğin hayalini kurarız. Yüzler ve binlerce yıldır, onlar ve yüzlerce kuşaktır bu yanaklar ne saman yığınları, ne kuş tüyleri, ne yünler, ne pamuklar gördü de içindeki hiç mi değişmedi? Misal: Şatosunun penceresinde nakış işleyerek hülyalara dalan prenses… Uzun boylu, yakışıklı, soylu prens atına atladığı gibi gelip koca gezegende bu kızımızı bulacak. Ortama, koşullara falan bakmadan hemen romantik bir dansa davet edecek ve dans ederken en doğru sözcükleri en mükemmel zamanlamayla şakıyacak. Daha kızı doğru dürüst tanımadan eğitim, sosyal sınıf, kültür seviyesi, gelir düzeyi falan umursamadan - ilk görüşte kör âşık - hemen oracıkta evlenme teklif edecek. Ülkenin dört yanına haber salınıp kırk gün kırk gece düğün yapılacak. Zifaf gecelerinde çekici, duygulu, sıhhî ve de en romantik orgazm şampiyonu, süper sabırlı aşık prens, prenses masum masum tavana bakarken onun ayaklarını yerden kesecek (tabi kırk günlük düğünden sonra halleri kalmışsa). Prensesini ailesi ve tebaasının huzurunda onurlandıracak, adil bir kral, sevgi dolu bir baba, müşfik bir koca olacak. Prenses ise sadece var olsun yeter ağzını açmasına hacet yok, Prensesin adı yok! Prens piş ağzıma düş! Veliaht doğurma zorunluluğu olmasa hani bir şişme bebek de ortalama bir prensesin yerini tutabilir. Tarihe bakılırsa prensler kendilerini yıkamaktan aciz, beğendiği her kadının üstüne atlayan, av partilerinden savaş meydanlarına koşan, pasaklı, şımarık, sorumsuz, benmerkezci ve ölüm korkusundan çıldırmanın eşiğine gelmiş insanlar. Ne prensesler umurlarında ne de onların duyguları. Bu durumda şişme bebek prenses için sadece önünde oturup nakış işlediği pencerenin manzarası
42
değişir o kadar. Devasa beklentilerini şişirmekle meşgulken arkadan yaklaşan suikastçının ayak seslerini duymaz bile. Bu kadar edilgen bir yaşamdan sonra kendi kendilerine ölmeyi bile beceremezler de öldürülmeleri gerekir büyük ihtimalle. Penceresinde dantel örerek Hülyagiller’e güne gitmeyi bekleyen ev kızı için de aynı devasa beklentilerden söz edebiliriz. Aynı edilgenlik, aynı uzanıp almaktan acizlik, aynı uzanılıp alınma beklentisi. Kadınlar erkeklerin farklı bir tür olduğunu anlamadıkça çelişkili ve gerçek dışı beklentiler listesi uzadıkça uzayacak, kadınlarla erkekler arasındaki uçurumlarsa derinleştikçe derinleşecek. Her şeyi de prenslerden beklememek lazım; hepi topu onlar da sadece insan, daha acıklısı erkek. Beyaz atlı prensi beklerken dantel sehpa örtüsü örmek yerine John Gray, Sherry Argov falan okusalar mesela kadınlar, ya da bu edilgenlikten kurtulmak için akıllarına ne geliyorsa artık onu yapsalar. Hayal kurmaya harcadığımız zamanın onda birini gerçeklere harcasak mesela, iyi olmaz mıydı? Masalların ve hayallerin bir noktada bitmesinin sebepleri vardır. Siz hiç evlilik danışmanına giden Kral ve Kraliçe veya boşanan Prens ve Prenses duydunuz mu?
ADVERTORYAL
43
MODA
Giysi Tasarımı ve Moda
Aynur SEZGİN
Bugün çoğumuz için moda, yalnızca giysi anlamına geliyor. Oysa bu kavramın, sanat, müzik, tiyatro, mimari vs. gibi, devamı gelebilecek bir çok başlık altında, yenilik ve değişim gerektiren her konuda varlığını sürdürdüğü bir gerçektir.
M.Ö. 4000-4500 yıllarına kadar uzanan bir süreçten gelen giyinme özelliği, Sümer Uygarlığında belirgin olarak kendini göstererek, izlerini bugün de görebildiğimiz tasarımların da başlangıç izlerini taşır.
Moda kavramını sadece tekstil ve giysi ile tanımlamak, bir çok konudaki değişime açılan yolları görmemek anlamına gelir. Giyside moda ise, her ne kadar, değişim ve yenilik isteği ile gündem yaratsa da, bazan bu değişimin içinde tekrarlar olabilir. Modanın tekrar özelliğinde ise,
Mesela, Sümerli Kadının, gövdeyi spiral olarak saran giysisi model olarak düşünüldüğünde, günümüzde zaman zaman model uygulaması tekrar tekrar gündeme getirilen, püsküllü, fantazi modelleri anımsatmaktadır.
ülke ya da ülkelerin tarihi ve kültürel özellikleri ile özdeşleşmektedir. Aslında giysi tarihine de baktığımızda, günümüze uzayan bir giysi modernizasyonu ile karşılaştığımızı görürüz.
Fikir önderleri tarafından bakıldığında moda adına: Asya, Avrupa, Afrika Kültürlerinin ve Tarihlerinin esinlenecek ve “Yenilik” adı altında sergilenecek, kısacası yeniden moda olabilecek çok zengin, görsel zenginliklere sahip olduğu kesindir. Sanayi Devrimi ve Rönesans, Viktorya, Barok dönemlerinde de, diğer sanatlarla birlikte gelişen bakış açıları ile günümüzdeki giysi tasarımcılarının ve modacıların zaman zaman görkemli modernizasyon çalışmaları yapmalarına “esin kaynağı olmaktadır.” “Esinlenme” bir modacının olmazsa olmazıdır. Rönesans Döneminde, görkemli giyinmeyi seven gösteriş düşkünü Aristokratların giydikleri ise Avrupa’da dönemin ve toplumun elit kesiminin modayı bir kalıp içine koymak istediğini göstermiyor mu? Halkın, Aristokratların giysilerini örnek almaları da, dönemin bir nevi moda anlayışını o kalıplara uydurduğu bir gerçek. Oysa günümüzde, modanın kalıplarına tamamen bağlı kalmanın yerine, rahatlık ve kişiye özgü karakterlerin yansıtıldığı giyim tarzının tercih edilmesi ile insanların da isterse kendi modasını yaratabileceği, imajını oluşturabileceği, gerçeği daha cazip geliyor. Günümüzde modayı bize taşıyan en önemli unsur olan, kitle ulaşım araçları sayesinde moda, halka rahatça ulaşabiliyor, yapılan tasarımları herkes
44
evinden de izleyebiliyor… Dünyanın teknolojideki gelişmeleriyle her konuda olduğu gibi, moda alanında da bizlere hoş sunumlar yapıyor olması, ister istemez moda hakkında çoğunluğun bilgi sahibi olabilmesi kolaylığını da getirebiliyor… Gerçek şu ki, moda üzerine çok konuşuluyor, para harcanıyor ve yatırılıyor, doğal bir talebin oluşmasıyla doğal olarak yeni bir iş alanı açılmış oldu... Kitle pazarlamacı, üretici, tasarımcı elbirliği ve doğru öngörü ile tasarlanan modeller üzerinde başarı sağlandıkça, moda sektörü kesinlikle getirisi çok büyük olan bir iş kolu olmaya devam edecek ve tasarımcıların, modacıların bakış açılarının, yaratıcılıklarının çeşitliliği ile de giyside modanın seçeneklerini çeşitlemesi açısından kadınlara birçok alternatif getirecek gibi gözüküyor. Modayı kendi karekterleriyle de özdeşleştirmek isteyen bayanlar için; çeşitliliğin içinden seçtikleriyle tarzını yakalamak zor olmasa gerek. Bu anlamda 2010 yaz sezonu da, yine farklı tarzlarda bayanlara hitap edebilecek renk ve modellerle dolu… Payetle ışıldayan bloklar, modern militer tanımlamalar, minik çiçek demetlerinin yanı sıra iri desenli ve oldukça canlı duran çiçekler, emprimeler, puantiye ve çizgisel tasarımlardaki rahat ve feminen dokunuşlar, otantik desenler… Zevklere, beğeniye, tarzlara göre seçilebilecek ve biz de farklılıkları ile bütünleşen moda olgusunu sokakta da rahatlıkla izleyebileceğiz…
El çizimi resimlerin tümü tasarımcı ve stilist Aynur Sezgin’e aittir.
45
KÜLTÜR - SANAT
ÇAĞDAŞ RESİM
Benim Şehrim, 120-140 cm tual üz. akrilik boya-2005
Sevcan BİRGÖREN (Resim, Seramik ve Heykel Sanatçısı)
Sevgili Okurlar Bu ay sizlere sanat gündemimizde olan çağdaş sanat - çağdaş resim kavramlarına, çağdaş resim akımlarından bazılarını kısaca tanıtarak değinmek istiyorum… Resim sanatı, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra insan ilişkilerinin irdelenmesi, sosyoloji, pedagoji, psikiyatri, endüstriyel gelişim ve gerçekleri arama arzusu ile özgürlüğüne kavuşmuştur. Atölyelerde saklı üretilen klasik ve romantik sanat eserleri, saray yaşantıları, zengin kişilerin portreleri, abartılı doğa resimleri bu süreç içerisinde yerini realist görüşlere bırakmıştır. Gerçeklik akımı bu dönemde ortaya çıkmış ve Millet, Goubet gibi ressamlar eserlerinde halkın yaşantılarını ve doğayı anlatarak, olduğu gibi yansıtmışlardır. Açık havada renkleri daha parlak ve daha gerçeğe yakın yakalama isteğiyle, gün ışığının her saatini farklı değerlendirmeye çalışan Empresyonistler* ise sarıyı, turuncuyu ve kırmızıyı karşıtları mavi, mor ve yeşille buluşturarak renkleri kirletmeden hacim kazandırmaya çalışmışlardır. Empresyonistlerin öncülerinden Claud Monet, Edouard Manet ve Alfred Sisley’dir. Auguste Renoir, Edgar Degas, Camille Pissaro, Paul Cezanne da bu akım içerisinde yer alırlar. Post Empresyonistler ise İzlenimcilerin ruhundan etkilenerek farklı arayışlarla çalışmalar yapmışlardır. Van Gogh, Gaugin ve Lautrec doğanın özelliklerini ve kendi yaşamlarından varlıkları büyük bir ustalıkla işlemişlerdir. Resim sanatındaki arayışlar sanatçıların kişisel çalışmaları ve görüşleriyle yepyeni bir boyut kazanmıştır. Matisse’in “Bir resme bakarken onun ne demek istediğini unutmak gerek” sözü, 1905’de bir grup ressamla açtıkları sergide, resimlerde renklerin hiç karışmamış olması, derinlik duygusunun olmaması, Empresyonistlere henüz alışmamış halka sunulduğunda büyük tepki uyandırmıştır. Bir eleştirmenin sergide yer alan bir heykel için, “vahşiler arasında Donatello” demesiyle de sanatçılar bu kelimeyi benimsemiş ve Fovistler** adını almışlardır. Bu akımın en önemli temsilcileri Matisse, Dufy ve Derain’dir. Doğanın ikinci plana atıldığı, kişisel duygu ve isteklerin açıkca resmedildiği, isyanın ve ıstırapların sanata sokulduğu, yeni renk ve biçim görüşünün yer
46
Sevcan BİRGÖREN www.sevcanbirgoren.com
aldığı, çekinmeden çirkin kadın figürlerinin çizildiği, cesur, parlak ve kaprisli renklerin kullanılması ise Ekspresyonistlerle*** doruğa çıkmıştır. Bu akımın ilk izleri Van Gogh, Munch, Kirchner ve Nolde’un yapıtlarında görülür. Hiç kuşku yok ki Fovistler ve Ekspresyonistler bildik yaklaşımların değişmesi ve gelişmesi sürecinde cesaretleri ile çağdaş resim anlayışının oluşmasında öncü olmuşlardır. Soyut resim akımlarında, Abstre ya da Nonfigüratif resimde ise biçim ve renklerle duygusal kompozisyonların oluşturulması amaçlanır. En önemli temsilcileri Kandinsky ve Mondriyan’dır. Başka bir noktada ise rüyaların izini, kendi hayallerini ve mantık dışı doğayı sanatları ile buluşturan Sürrealist**** ressamlar, Klee, Miro ve Salvador Dali, hayatın kendisi ile adeta alay eder gibi özgür ruhlarını hiç çekinmeden açığa bırakmışlardır. Sanatta cesur ve yeni arzusuna karşı koyamayanlar, kendiliğindenliği ve doğrudan aktarımın tartışmasız gücü ile yarının habercileridir aslında… *Empresyonizm (İzlenimcilik) **Fovist: Fransızca vahşi sözcüğünden gelmektedir, Çiğrenkçilik. ***Expresyonizm ( Dışavurumculuk) **** Sürrealizim (Gerçeküstücülük)
KİTAP
Zekâm Senİn Elİnde, Benİ Doğru Besle Fenilketonüri (PKU) alanında ebeveynlere yönelik hazırlanmış bir ilk kitap niteliğinde. Deniz Yılmaz Atakay, kendi deneyimlerinden yola çıkarak yaşadıklarını bu kitapta anlatıyor. Ebeveynler, çocuklarını nasıl beslemeliler? Nasıl davranmalılar? Bu hastalık önlenebilir mi? PKU (Fenilketonüri) hakkında bilmek istediğiniz her şey ve daha fazlası… Deniz Yılmaz Atakay’ın akıl almaz yolculuğunun tüm ayrıntılarını bu kitapta bulacaksınız. PKU yani ‘Fenilketonüri’ Nedir? Kalıtsal bir özellik taşıyan ve tedavi edilmediğinde kalıcı zekâ geriliğine yol açan; Amerika’da ve birçok Avrupa ülkesinde her 10-30 bin yeni doğan bebekte bir görülmesine rağmen, ülkemizde 3-4 bin yeni doğanda bir görülen, her 20-25 kişiden birinin taşıyıcı olduğu bir hastalık PKU. Türkiye’de
her yıl 350-400 çocuğun bu hastalıkla dünyaya gelmesine neden oluyor. Bu oranın bu kadar yüksek olmasının en önemli sebeplerinden biri de akraba evliliklerinin sık olması ile bozuk genlerin hızla yayılması… Fenilketonüri (PKU) hastalığında Türkiye, dünyada ilk sırada bulunuyor. Bebeğiniz doğduğunda (yaşamın ilk haftası içinde) topuğundan özel bir filtre kağıdına birkaç damla kan örneği alınarak kolayca teşhis edilebilen bir hastalık PKU. İlk aylarda ailenin ya da hekimin fark edebileceği herhangi bir belirti gözlenmediği için bir ömür pişman olmak yerine daha baştan önlem almayı gerektiriyor. İlk bir ay içinde tedavisi başlanmış ve düzenli olarak sürdürülmüş Fenilketonürüli çocuklar tamamen sağlıklı olarak büyürler. Tedavi edilmeyen Fenilketonüri kalıcı zihinsel engelliliğe neden olur. Bir damla kan aldırın, çocuğunuzu sağlıklı yaşatın!
47
EV’LENELİM
YAZ GELDİ Selmi URAL Gayrimenkul Danışmanı
Mayıs ayı denilince aklıma hep SICAK gelir. Elbette yazın sıcak günlerinin ilk belirtilerini hissetmektir bir sebebi ama diğer nedeni daha önemlidir belki. İlk varoluşumuzdan beri hayatımızda olan ve gözlerinde, sözlerinde hep sıcacık sevgisini hissettiğimiz ‘’Annelerimizin Özel Günü’’ bu ay içindedir. Ben bu duyguları doyasıya yaşamış, kelimenin tam anlamıyla 41 yaşıma kadar anne ilgisinin ve sevgisinin keyfini çıkartmış şanslı insanlardan biriyim. Biliyorum ki; biz kadınlar olarak ya çocuk olup annelerimizle ya da anne olup çocuklarımızla bu duyguyu yaşayabiliyoruz. Belki de bu yüzden sabır, merhamet ve karşılıksız sevginin ne demek olduğunu daha iyi kavrayabiliyoruz.
tan sonra söz ev almaktan açılmışken merak edilen ve sıkça sorulan, “Kredi Borcu Olan Bir Konut Nasıl Alınmalı? Hangi Yollar izlenmeli?” sorularının cevaplarını bulacağınız yazıma başlıyorum.
Tüm annelere sonsuz sevgilerimle… MERAK EDİYORUM…
KREDİ BORCU OLAN KONUT NASIL ALINIR?
İnternette kısacık bir araştırma yaptım. Bu güne kadar birçok firmanın Anneler Günü için değişik kampanyalar yaptığını gördüm. Yüzükler, bilezikler, beyaz eşyalar, kişisel eşyalar, arabalar vs.vs... Sadece ve sadece olmayan şey ‘EV’ idi.
Kredi borcu olan bir dairenin yeni sahibi olmak istiyorsanız izlemeniz gereken ilk yol, daireyi peşin almak, böylece bankanın borcunu ödeyip, daire üzerindeki ipoteği kaldırıp tapuyu üzerinize geçirmenizdir.
Bu güne kadar hiçbir banka ‘Anneler Günü’ için özel bir kredi oranları belirlememiş örneğin veya hiçbir büyük inşaat projesinde anneler için özel indirim uygulanmamış.
İkinci doğru yol; alıcı ve satıcı kredi kullandıran kuruluşa başvurur ve satış hakkındaki durumu açıklar. Önceki kredi kapatılır, alıcıya yeni kredi açılır ve tapuda devir işlemi gerçekleştirilir. Alıcı ve satıcı herhangi bir risk taşımaz. Sadece satıcıya erken ödeme cezası çıkar.
‘’Kriz var, bu devirde annesine ev hediye edecek kişi sayısı kaçtır?’’ diye düşünmeyin lütfen. Anne olup da daire alan kadınlarımızın sayısı hiçte düşünülen kadar az değil. Böyle fırsatları değerlendirmek isteyecek hiç kimse yok mu çevrenizde?
Kredi borcu olan bir gayrimenkulün satışında geçerli olan diğer yolları ASLA denememek lazım... Sakıncalı, güvensiz ve risk doludur. Gayrimenkul ile ilgili tüm soru ve sorunlarınız için bana yazabilirsiniz.
İşte ben bunu merak ediyorum. Acaba ilk kez hangi banka, hangi firma kaçırılmayacak fırsatlar hediye edebilecek annelerimize?
Günleriniz neşe ve huzur içinde sağlık dolu geçsin.
Bu vesileyle herkesin ‘Anneler Günü’nü kutladık-
Selmiural@gmail.com
48
49
GEZİ
Gİzemlİ Kent Mardİn Gülseren ALÇI
Mardin… Mardin… Kendimin burada, aklımın orada kaldığı Mardin… Mardin… Söylenen yanık türküler, antik kent kalıntıları, dillenen taşlar, taş evler, camiler, kiliseler, medreseler, manastırlar, kaya mezarları…
50
Mardin’nin taştan evleri, Üst üstedir yerleri Meşhurdur güzelleri Şen öter bülbülleri. Mardin… Mardin… Kendimin burada, aklımın orada kaldığı Mardin… Mardin… Söylenen yanık türküler, antik kent kalıntıları, dillenen taşlar, taş evler, camiler, kiliseler, medreseler, manastırlar, kaya mezarları…
yazı ya da Kâbe resmi varsa, bu ev, Müslüman evi ve sahibinin hacı olduğu anlaşılır. Bazı evlerin pencere çerçeveleri mavi boyalı. Bu, zararlı böceklerin eve girmesini engellermiş. Mardin’de “manzara hakkı”nın yaşama geçtiğini görürsünüz. Her ev güneş görecek şekilde yapılıyor. “Hiçbir ev diğerinin güneşini kesemez.” kuralı uygulanırmış. Bir evin avlusu diğer evin terası konumunda, diğer evin avlusu da bir alttakinin terası.
Müslümanlar, Süryaniler, Hristiyanlar, Yezidiler’in birlikte yaşamları. Diller, dinler, mezhepler ve inanç özgürlüğü. Menengiç, mırra kahvesi ve zafaran çayı, Mezopotamya’da ilk tekerlerin dönmesiyle başlayan devinimli yaşamlar. Düşünce okullarından yayılan incelikli düşünceler sevgi, saygı ve hoşgörünün doyumsuzluğu… Gezerken Mardin’i herkes sussa, Selçuklu, Artuklu, Akkoyunlu mimarisinin özelliklerini taşıyan taş evler, saraylar, camiler, kiliseler, medreseler, manastırlar, antik kent kalıntıları ve taştan dağlar dile gelir, konuşurlar. Mardin’in tarih, doğa ve kültür mirası olan tüm güzellikleri konuşur. Unutursunuz kendinizi… Kent merkezinde çatal kapı görürsünüz iki tokmaklı… Kapının sol kanadında yuvarlak kalın tokmak, sağında aynı görünümde daha ince tokmak. Kapı çalındığında ses kuvvetliyse, çalınan kalın tokmaktır. Gelen erkektir, aileden erkek gider kapıyı açar. İnce sesli tokmak çalarsa, gelen kadındır, kapıyı kadın açar. Süryani evlerinin kapı tokmakları kuş biçimli. “Müslümanlar Süryani evlerine kuş gibi özgürce girip çıkabilirler.” anlamını taşır. Dış kapının üstünde, sağda ve solda Arap harfleriyle
Yöresel duyarlılığın iğne oyası gibi yüreklerde işlenip eyleme dönüşmesini görünce “Beyaz su” gibi akmaya başladı hayranlık duygularım… Mardin’de gezerken, çarşıda, uğur, nazar ve bereket sembolü olan Şahmeran resimlerini görünce, efsanesini duyumsar, için için yanarsınız. Camide ezan, kilisede çan sesi, çevrede Arapça, Kürtçe, Türkçe, İngilizce konuşmalar duyarsınız… Kasımiye Medresesi avlusundaki yukarıdaki oluktan akan suyun altındaki küçük havt bebekliği,
51
GEZİ çıkıyor ve tüm evler güneş alabilecek şekilde önü kapanmadan yapılıyor. “Manzara Hakkı” burada da uygulanmış.” Rehber Şükran Hanım’ın, geçmişle, bugünü buluşturan anlatımından etkileniyoruz. Dünyanın ilk üniversitesi kabul edilen “Nusaybin Okulu”nda, felsefe, mantık, edebiyat, geometri, astronomi, tıp ve hukuk eğitim verilirmiş. Okulun kendine özgü kanunları varmış. Okulu ve kiliseyi “Mor Yakup” kurmuş. Midyat’ın sokaklarında dolaşırken, Süryani ustaların yaptığı telkari gümüşlerinden almadan edemiyorsunuz. Midyat’taki farklı dinlerin simgesi, birbirini kucaklamış şekilde yapılan saat kulesi mutluluk dağıtıyor sanki.
önündeki çocukluğu, sonraki uzunca havt gençliği, havtın sonundaki daralan kısım yaşlılığı, havuzsa ahreti; havuzdan suyun Mezopotamya ovasına akışı sonsuzluk ve yeniden yaşam… Suyun akarken geçtiği yerler, doğumundan ölümüne değin insan yaşamını ve sonrasını simgeliyor. Dara antik kentine girer girmez etrafınızı çocuklar sarar. “Hoş geldiniz, ben Umut; sizin adınız ne?” “ Gülseren.” “Memnun oldum.” Düzgün Türkçeyle konuşmaları, sıcaklıkları, beklentisiz yakınlıklarından etkilenirsiniz. Sarı çiçeklerden ve papatyalardan yaptıkları taçları satın alınca, mutlulukla gülümserler. Dara antik kentinde, büyüleyici kaya mezarları, su sarnıçları arasında dolaşan çocukların hepsi birer rehber sanki. Sormadan açıklamaya başlarlar. “Bu mezarda üç kişi yatıyor. “Nereden biliyorsunuz?” dediğimde “Üstünde ayrı ayrı, yan yana üç küçük üçgen varsa, burada üç kişi yatıyor, iki üçgen varsa iki kişi anlamına geliyor.” deyip susarlar. “Mezopotamya’da ızgara planlı kent yapısı ilk kez Nusaybin’de uygulanmış. Tüm ara yollar ana yola
52
“Midyat’ın dışında yüksek bir tepede kurulmuş olan “Mor Gabriel Manastırı”ndaki kütüphane Moğolların saldırısında yakılmış; kitapların yakılışı üç gün sürmüş”, deyince Lokman Bey, grup olarak yüzlerimiz asıldı bir an. “Neron… Neron’muş” dedim. Savur’da dağın kucağına oturmuş, Hacı Abdullah Bey Konağı, taş mimarisiyle, gururla zamana meydan okuyor. Geleneksel Türk evlerinin özellikleriyle döşeli konaktaki tüm eşyalar antika. Konaktan etrafa bakıldığında, Savur’a “Mardin içinde küçük Mardin” demelerine hak veriyor insan. Geçmişin
tüm görkemini solumak isteyenler konakta konaklayabiliyor. Bu konak bana, Unicef tarafından Dünya mirası kabul edilmiş, korunmaya alınmış Kiji adasındaki Rus köy evini anımsattı. Kıllık (Dereiçi) köyü, yalnızlığın sessiz çığlığını duyabileceğiniz, kimsesiz kilisesi, camisi ve bomboş taş evleriyle içinizi burkuyor. 3-5 hane Kürt, Arap ve Süryani ailesi yaşıyor. Köyün şakacı muhtarı İlyas Amca “Buranın muhtarı, imamı, öğretmeni ve papazı benim.” dedi.
Mardinli özlemler ayaklanır. Yeniden kendini Mardin yollarına vurmak gelir insanın içinden. Çantamdaki “Fadime Ana”nın minik mavi el boncuğunu ne zaman görsem, Rehber Hamdi, gözümün önünde Mardin güneşi gibi gülümser. Gezi grubundaki tüm bayanlara aynı boncuktan almış, çengelli iğneyle kırmızı kurdele takmış, kutuya koyup armağan etmişti. Yol boyunca araçta türkü söyler, kimin elinde biraz ağır torba olsa alır taşırdı.
Köydeki Mor Yuhanon Kilisesi’ndeki süslü mezarlıklar çok ilgi çekici.
Hafta sonlarını gezi gurubuyla değerlendirmesi, incelikli eylemleriyle, Hamdi de Mardin’in farklı bir güzelliğiydi.
Heybetle akan Dicle’nin yaşam verdiği Hasankeyf’teki mağara evleri büyüleyici. Aynı
Venedik ve Kudüs gibi, dünyada üç SİT kentten birinin, açık hava müzesi görünümüyle Mardin
heybetle duran antik kalıntılara çıkarken, Dicle’nin kaygan taşlarından yapılmış, yukarı doğru kıvrılan yola, seke seke keçi çevikliğiyle tırmanırken, ElRızk Camisi’nin minaresi üstüne yuva yapmış leyleği görüp resmini çekmeden edemiyorsunuz. En tepedeki dağın üstündeki mağara evlerini gezerken, ilerideki yoldaki Dicle nehri taşlarından yapılmış yolun üstünden su aktığını görünce, “Nereden geliyor bu su?” diye sormaktan kendimi alamadım.
olması duygularımı okşuyor…
Rehber Lokman Bey gülümseyerek, “Su değil, güneşin yansımasından öyle görünüyor.” deyince şaşırıyorum. İçimden “Taşlar Dicle’nin suyuna özlemi yansıtıyorlar.” diyorum. Dünyanın sahip çıktığı bu görkemli güzelliklerin su altında kalacağını düşlemek bile acı veriyor insana. “Hasankeyf’in yaşaması için imza toplamalı.” diye düşünüyorum. Alnı dövmeli kadınlar, güzel genç kızlar, güleç yüzlü çocuklar. Renk renk poşi’ler, telkariler, kaburga, işkembe dolması, içli köfte, “Beyaz Su”yun başında sunulan lezzetli alabalıklar, pekmezli, cevizli sucuklar, lahor ağacından rengini almış Mardin’in meşhur bademi, bıttım sabunu, bakırcılığı, ahşap işleri, taş ustalarının yaptığı süslemeler, şifalı otlar ve Şahmeran resimleri gözünüzün önüne gelince
Deyrül Zafaran Manastırı’nda zafaran çayı, yer minderlerine oturarak Mezopotamya’da menengiç ya da mırra içtiğiniz anıları yeniden yaşıyorum. Mardin’de içiniz konuşur, tarih doğa ve kültür mirası varlıklarla… Sanki bir taş evden diğerlerine dev basamaklardan uçarcasına çıkarsınız. Görkemli Mardin Kalesi’nden bakınca, uçsuz bucaksız Mezopotamya’nın kırmızı toprakları yemyeşil ovaları, sürülü tarlaları gözünüze değer. Gece ise okyanustur ova. İnanamazsınız, İzmir Körfezi rengindedir… “Mardin gündüzleri seyranlık, geceleri gerdanlık.” diye boşuna söylememişler. Biz ve ötekiler yok burada derken, sevgi, saygı, hoşgörü, inanç özgürlüğü ve güzellikler sımsıkı sarar sizi… Yüreğinizin bir yarısı Mardin atar… ( 7 Nisan 2010 ) Not: Görkemli güzelliklerle buluşmamızı sağlayan Pastoral Tur’a, Yeşim Hanım ve çalışma arkadaşlarına, değerli rehberler Lokman Açıl, Şükran Laleoğlu’na, öğrenci rehber, grubun maskotu Hamdi Turgut’a, paylaştıkları bilgiler için, her biri farklı özelliklerle donanımlı yeni tanıdığım gezi grubu arkadaşlarıma, tanışma mutluluğuyla teşekkürler, sevgiler.
53
YOGA
İLERİ YAŞ YOGASI İnci GÜL (Sertifikalı Yoga Eğitmeni)
Yıllar su gibi akıp geçerken, her birimiz günbegün büyüyen çocuklarımızı “nasıl da büyüdüler” diye izlerken, kendi büyümemizi yani yaşlanmamızı unutuyoruz. Bir de bakmışız ki bize çok uzak gelen yaşlar gelmiş çatmış, altmışımıza yetmişimize merdiven dayamışız... Günlük yaşamın kaygılarıyla, eşimizin, çocuklarımızın bakımıyla uğraşırken farkına bile varmadan yıllar geçip gitmiş. Evet, gönül hala genç, hala basamakları üçer beşer çıkabileceğimizi düşünüyoruz, ama nerde! Beşinci basamaktan sonra nefesimiz kesiliyor, dizlerimizin bağı çözülüyor... Gerçekten de yaşlanmak hiç güzel değilmiş, diye düşünmeye başlıyoruz... Yaşam döngüsü böyle bir şey işte... Çocukluk, gençlik, olgunluk derken yaşlılık da gelip çatıyor... Haber bile vermeden. En güzeli içinde bulunduğumuz yaşın değerini bilmek ve tadını çıkarmak. Boşuna demiyorlar her yaşın kendine özgü güzellikleri vardır diye. Önemli olan bunun farkına varmak ve dolu dolu yaşamak. Yaşlılık insanın kendisine, ailesine ve dinlenmeye daha çok zaman ayırdığı bir dönemdir. Aynı zamanda da artrit, romatizma, yüksek tansiyon, kemik erimesi, idrar kaçırma, bel ve solunum sorunları, uykusuzluk gibi rahatsızlıkların ortaya çıktığı bir dönemdir. Yaşlılıkta beden de yaşlandığı için hastalıklara karşı dayanma ve mücadele etme gücümüzü kaybederiz. Harekete neredeyse hiç zaman ayırmayız. Uzun saatleri oturarak geçirmek kasların kısalmasına, sertleşmesine ve zayıflamasına neden olur. Yaşlandığımız zaman da sağlıklı ve iyi yaşamak isteriz. Bu nedenle sağlığımız konusunda daha dikkatli ve duyarlı olmamız gerekir. Bedenin yaşlanması ayrıca yapılacak egzersizlerin tipini de kısıtlar. Bu da bizi koşu, yürüyüş, hatta yoga gibi egzersizlerin daha hafifletilmişini yapmaya yöneltir. Ortaya çıkan rahatsızlıklarla yaşlılığın neresi güzel demeyin. Kendiniz için bir şey yapın. Eğer hala başlamadıysanız yogaya başlayın. Bu yaştan sonra
54
da olur mu demeyin. Neden olmasın? Yoganın yaşı yok ki. Büyük-küçük, genç-yaşlı, kadın-erkek herkes uygulayabilir... Yoga gereksinimlerimize ve yeteneklerimize göre uygulayabileceğimiz bir egzersiz biçimidir. Bedenin yalnızca bir bölümünü geliştirmez. Bedeni bir bütün olarak geliştirir. Fiziksel seviyede olduğu kadar zihinsel ve ruhsal seviyede de geliştirir. Bedeni daha formda, zihni sakin ve huzurlu kılar. Pek çok yararının yanısıra yoganın yaşlanma sürecini yavaşlattığı hatta tersine çevirdiği bilinmektedir. Bu da 4000-5000 yıllık geçmişe sahip yoganın hala parlamasının güzel bir göstergesidir. Belli bir yaşın üzerindekilerin uyguladıkları yogaya ‘İleri Yaş Yogası’ deniliyor. Yoga herkes için mükemmeldir evet, hatta yaşlılar için bile. Bedenin gereksinimlerine uygun olarak yapılan bu yoga programında sandalye, kemer, havlu gibi yardımcı malzemeler kullanılır. İleri yaş yogası bir armağandır. Yalnızca sağlık ve mutluluk kazandırmakla kalmaz zihnin sakinleşmesini de sağlar. Yoga, ağrılardan ve sinirsel gerilimden kurtulmanın doğal bir yoludur. İleri yaş yogası da zihni sakinleştirir, nefesi düzenler ve gevşemeyi sağlar. Yaşlandıkça tam ve derin nefes
almayı bırakırız. Yoga bize derin nefes almak kadar vermenin de ne kadar önemli olduğunu hatırlatır. Bilinçli nefes alıp verme, nefesin üç amacını ele alır: yeniden doldurmak, ısıtmak ve temizlemek. Derin nefes alıp vermeye odaklanmak kalp atış ritmini yavaşlatır, bu da odaklanmayı geliştirir, konsantrasyonu arttırır. Yaşlandıkça esnekliğimizi de kaybederiz. Sakin ve yavaş hareketlerle başlamak önemlidir. Aşamalı olarak ilerlemek ana ilkedir. Günler boyunca ısınma hareketlerinin yapılmasında bir sakınca yoktur. Sonrasında yavaş yavaş üst düzeylere geçilebilir. Yoga ayrıca genel sağlığı korumada ve denetlemede yararlıdır. Yaşlılığa bağlı olarak ortaya çıkan duygusal sorunlarla mücadelede de yararlıdır. Farkındalığın gelişmesinde, kim olduğumuz ve hangi aşamada olduğumuzu kabul etmede yardımcı olur. Böylece hayata karşı olumlu bir bakış açısı kazanmamızı sağlar. Yoga her türlü
rahatsızlık için geniş bir duruş yelpazesine sahiptir. Ama bir yoga eğitmeninin gözetiminde olmakta fayda vardır. Yoga yaparken bedenin sınırlarına saygılı olmak gerekir. Yoganın faydalarını görmek için sabır ve zaman gereklidir. Yoga bedeni çalıştırırken zihni sakinleştirmeyi amaçlar. Doğru bir şekilde uygulanan yoga güvenlidir ve sayısız olumlu değişiklikler getirir ki ister genç olalım ister yaşlı bu değişiklikler; neşe ve canlılık verir... Yaşımız ne olursa olsun önemli olan günlük yaşamın kargaşasından, stres yükünden ve sorumluluklardan bir an için sıyrılıp kendimize zaman ayırabilmektir. Kendimiz için bir şey yapmak çevremizle ilişkilerimizi de olumlu etkiler. Mutlu olduğumuz ölçüde mutlu edebiliriz sevdiklerimizi... Son olarak, baharı taçlandıran Mayıs ayının kraliçeleri annelerimizi saygı ve sevgiyle selamlıyor, Anneler Gününüz Kutlu Olsun diyorum...
55
56