Bergama Akropol Örenyeri Kapak Fotoğrafı: İrem Akatay
ISSN 2667-7105
Kurucu Zehra Betül Yeşilkaya
Yazarlar Almıla Tuğçe Divarci Ayşe Arat Bilge Sezair Eslem Saraçoğlu Muhammed Sirac Okan Zehra Betül Yeşilkaya Zelal Geçmez Zeynep Sena Sancak
Kreatif Direktör Betül İmran Göker Genel Yayın Yönetmeni Muhammed Sirac Okan Dergi Tasarım Bilge Sezair Web Tasarım Halil İbrahim Yılmaz Zeynep Sena Sancak Editör Almıla Tuğçe Divarci Avlu Atölye Fatma Nur Yıldız Zelal Geçmez
Web avlu.press
Issuu avludergi
Mail info@avlu.press avludergisi/
Artist
Görüş
Tasarım
Yapı Bergama Antik Kenti
40
Ürün Cergei Cilcov-Lilly Teknik Can Cumalı ile Toprak Yapı Tekniği Üzerine
50
34
Eleştiri Stüdyoda Başlayan Mimarlık Kentsel Restorasyonun Çağdaş Ek ile Harmanlanması
58
28
Profesyonel Hasan Mirza Amatör Selva Kaya
64
20
Gezi Stockholm
Keşif
Stüdyo Melike Altınışık Architects
72
12
Sinema Okja Kafe Kava Coffee Roasting
78
06
Keşif
Kava Coffee Roasting
3. Nesil Kahve
Yaşama biçimi, yeme ve içme alışkanlıkları, kültürler bulundukları coğrafya ile derinden bağlıdır. Bu yüzden büyük ölçekten küçük ölçeğe doğru toprakların ve oradaki yaşamın nasıl birbirine benzeyip ayrıştığını görüyoruz.Tüketilmeye başladığı andan itibaren birçok kültür ve toplumda benimsenen kahve, bir içecekten öteye geçip kavram haline geldi diyebiliriz.
Yazı: Bilge Sezair 06
Fotoğraf: Doğan Kayacık 07
Fotoğraf: Doğan Kayacık
“Burayı açarken insanların bize gelmesi lazım bizim insanlara gitmememiz lazım fikrini savundum. Karaköy’ün ilk ziyaretçileri yeme içme ile derdi olan, mekânların bu noktada neler sunduğunu dikkate alanlardı. Mekân bu niteliklerini kaybedince bu kişiler de burayı tercih etmemeye başladılar.”
08
Son dönemlerde kahvenin süreç ve tüketim çeşitliliklerine ilişkin birinci, ikinci ve üçüncü dalga kelimelerini daha sık duyuyoruz. “Nitelikli kahve” kavramını temelinde barındıran, her çekirdeğin doğru işlemlerden geçerek kahvenin lezzetini, kalitesini ve tadını ortaya en iyi biçimde çıkarmayı amaçlayan 3. dalga kahve, kahve tüketenlerin ilgisinde. Kava Coffee Roasting kendisini 3. dalga kahveci olarak tanımlıyor. Deneyimlerimiz ve buradaki yaşayışı gördükten sonra Kava’nın kahve sunan bir mekândan öte bir yer olduğunu hissediyoruz. Kava’nın Oluşum Süreci Tasarım bölümü mezun olan Buğra Tatar Kava Coffee’yi açmadan önce yönetmen yardımcılığı yapıyordu. Sık sık yurt dışına seyahat ettiği dönemde 3. nesil akımıyla tanışıp bunun üzerine Türkiye’de ve yurtdışında kahve ile ilgili çeşitli eğitimler alıyor. Tasarım ve sanat alanındaki mesleki tecrübe ve bunun getirdiği vizyon sayesinde Kava, içeceklerinin yanı sıra mekânın tasarımında, ürünlerinde, dijital ortamında kalite ve estetiği hissettiriyor. Kava, İstanbul Karaköy’de bir cadde üzerinde bulunuyor. Bölgede mekânların yoğun olduğu, insanların daha çok ortam ve genel kalabalık için tercih ettiği o canlı yerlerde değil, yakın çevresinde cadde silüetinde bordo rengiyle Kava’nın dikkat çektiği bir yer. Diğer mekânlarla birlikte oluşan kalabalık ve popülerlikten uzak, arka sokakta yaptıkları iş ile devam edebilecek ve başarılı olabilecekleri fikrinin nasıl oluştuğunu sorduğumuzda Buğra Bey “Burayı açarken insanların bize gelmesi lazım bizim insanlara gitmememiz lazım fikrini savundum,” diyor. “Karaköy’ün ilk ziyaretçileri yeme içme ile derdi olan, mekânların bu noktada neler sunduğunu dikkate alanlardı. Mekân bu niteliklerini kaybedince bu kişiler de burayı tercih etmemeye başladılar.” Bunun yanı sıra kendi gözlemlediğimiz soğuk ortam sunan canlı bir yerin getirdiği ziyaretçi profilinden faydalanan mekânların aksine Kava hem lezzetiyle hem samimi ortamıyla vakit geçirdiğiniz sürece rahat hissetmenizi sağlıyor. Bu yüzdendir Kava etrafta başka tutunacak bir dayanağa ihtiyaç duymaksızın, kahvesiyle, samimiyetiyle, kalitesiyle kendi müşteri kitlesini oluşturuyor. 2016’nın Mart ayında açılan Kava bu yıl 4. yaşını tamamlıyor ve baştan beri kalite çizgisini bozmadan üstüne katarak ilerliyor.
09
Tatar “Kahveye güveniyoruz. Açıldığımızdan beri kendi kahvemizi kavuruyoruz. İnsanların geleceğine inandık,” diyor ve ekliyor “Kava’nın açıldığı ilk zamanlar Karaköy beklenen ilgiyi kaybetti. Çok iyi günler geçirmedik. İnsanlar zamanla burayı keşfedip alışmaya başladılar. Zaten bizim de amacımız bir an önce ilerlemek değildi. Yavaş yavaş ama sağlam adımlarla bir yere gelmek istiyorduk. Kava’da çalışanlar beraber öğrenerek ilerlediler, geliştiler.” Tatar’ın inandığı ve iş hayatında uyguladığı en önemli fikirlerden biriyse “yapılacak işin kaliteli olmasını sağlamak adına profesyonellerle çalışmak.” Kendisi fikir, konsept ve genel işleyişin tamamında etkin rol oynasa da en çok anladığı konu kahve olduğu için ağırlığını bu noktaya veriyor. Mekân tasarımını iç mimarlık ofisi yapıyor, fotoğrafları fotoğrafçı Doğan Kayacık çekiyor, yiyecekleri Özge Yıldız hazırlıyor. Buğra Bey tüm bunları organize edip denetliyor ve sonucunda Kava’yı birlikte yaşatıyorlar. Kahve çekirdeklerini yeşil olarak getirtip haftalık kavuruyorlar böylece müşterilerine her zaman taze kahve sunuyorlar. Kava’nın farklı olan ve bu sebeple müşterilerini heyecanlandıran yönlerinden biri her ay “limited edition” adı altında sınırlı miktarda kahve çekirdekleri getirmeleri. Her ay farklı bir çekirdek geliyor ve bir daha aynısını gelmiyor. Bu sayede sürekli yeni ve keşfedilmeyi bekleyen kahveler oluyor Kava’da. Ayrıca her çekirdek için doğru kavurma ve demleme yöntemiyle lezzet ön planda tutuluyor.
Kava’nın bir şey yarattığına ve bunun büyümeyi hak ettiğine inanan Tatar “Karaköy’deki Kava’nın kalitesini, niteliğini ve mevcut çizgisini koruyabileceğimize emin olduğumuzda ikinci bir mekan açılabilir. Halihazırda bulunduğumuz mekanda bunun sancısını görüyoruz. Zaten müşterilerimizden de böyle bir talep geliyor,” diyor. Belli bir seviyeye gelip daha çok kar etmek amacıyla masraflarını azaltan işletmeler yerine, Kava gelirini artırmak üzerine bir fikri benimsiyor. Kahveden ve kaliteden ödün vererek kazanç elde etmek burası için söz konusu değil. Hem ziyaretçileriyle hem çalışanlarıyla yakaladıkları samimi ilişkinin temelinde aidiyet olduğunu söylüyor Buğra Bey. “Küçük ve tek dili konuşan bir mekân için aidiyet, insanların burayı benimsemesi önemli. Hem gelen müşterilerle hem çalışanlarla başka bir bağ kurmalısınız aksi takdirde istediğiniz kadar iyi kahve yapıp sunun insanlar sizi tercih etmeyecektir.”
Fotoğraf: Muhammed Sirac Okan 10
Fotoğraflar: Doğan Kayacık 11
Melike Altınışık Architects
Stüdyo
“Bir insandaki üretim aşkını ve özüyle kurabildiği diyalogu çok küçük yaşlardan alıp incelemeye başladığınızda kariyer yolculuğundaki durakların hiçbiri tesadüf ya da şans eseri gibi durmuyor.”
İnsanın, çok küçük yaşlarda, gelişim çağında, saf bir merak ve çocuksu bir heyecanla üzerinde zaman harcadığı konular, ileride hayatını şekillendirecek tutkusuna dair birçok ipucu barındırabiliyor. Benim hikâyemin de bu durumdan bir farkı yoktu. Aileme sürekli gelecekte yaşayacakları evi resmeden bir çocuktum. Resim yapmakla başlayan hayal etme ve tasarlama süreci lego, puzzle gibi oyunlara olan tutkumla desteklendi. Böylece çizimlerin yanına “planlama” ve “inşa etme” süreci de eklenmiş oldu. Temeller çok öncesine dayanıyor yani. Bir insandaki üretim aşkını ve özüyle kurabildiği diyalogu çok küçük yaşlardan alıp incelemeye başladığınızda kariyer yolculuğundaki durakların hiçbiri tesadüf ya da şans eseri gibi durmuyor. Bu anlayışla bugün geriye bakıp düşündüğümde İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki lisans eğitimini bölüm birinciliğiyle tamamlamam ve mimari yüksek lisans eğitimi için Londra’da bir tasarım araştırma laboratuvarı olan AADRL’yi (Architectural Association Design Research Lab) tercih etmemle sürecin ilk adımlarını atmış oldum. ZHA (Zaha Hadid Architects) ile geçen yaklaşık 7 yıla yakın uluslararası platformdaki tecrübenin ardından 2013’te İstanbul’a dönüp tüm bu birikimi ve tecrübeyi MAA (Melike Altınışık Architects) çatısı altında kullanmaya karar vermemi hikâyenin olağan bir uzantısı olarak görüyorum. Çeşitli ulusal, uluslararası ve davetli mimari proje yarışmalarında, sergilerde
ve yayınlarda yer alma fırsatımız oldu. Tasarımlarımız FEIDAD Tasarım Ödülü (Far Eastern International Digital Architecture Design Award) ve İsviçre Sanat Ödülü (Swiss Arts Award) gibi birçok saygın ödül aldı. Bana da European Centre for Architecture Art Design and Urban Studies tarafından, tasarım ve mimarlık alanına yenilikçi ve yaratıcı fikirler getiren, gelecekte tasarımı yönlendirebilecek bir ruha sahip, 40 yaşın altındaki mimar ve tasarımcılara verilen “Europe 40 Under 40” ödülü verildi. MAA’nın birçok mimari ofis içinde yenilikçi olması ve teknolojinin olanaklarından en iyi şekilde yararlanmaya çalışmasıyla öne çıktığını görüyoruz. Ofisinizin tasarım yaklaşımlarını açıklayabilir misiniz? Yapının bir kullanım alanına dönüşmesi, diyalog kurması, keşif içermesi ve davetkâr durması projelerimizin doğasında var. Her yeni mimari projemizin amacı, insanların yeni bir deneyim kazanacakları, çağı yakalamış tasarım karakterlerini içinde barındıran alanlar tasarlamak. Bulunduğu yerle sağlam ilişkiler kurarak, ışığı, doğayı ve mekânsal boşlukları kullanarak sürpriz karşılaşmalar yaratmak. Böylece insanların bakış açısını değiştirmek, farklı bakmasını ve düşünmesini sağlamak. Ancak bu şekilde gelişimin yolunu açabilir, gerçek bir ilerleme sağlayabiliriz.
Yazı: Zelal Geçmez 12
Fotoğraf: Melike Altınışık Architects 13
“Doğadan öğrenerek sistemler kurgulamanın gücü aslen yaşamı çeşitli enerjilerin bir maddeler bileşkesi bağlamında görebilmekle de ilişkili.”
‘SPIRA’ Masa ve ‘Mellifilious’ Mum
Her ne kadar mimari projenin doğası gereği mimarlar arasında hiyerarşik bir düzen olması gerekse de MAA’da konu tasarım üretmeye gelince herkesin tasarım fikrine değer verilen ve iyi olan tasarımın uygulanmasına karar verilen bir felsefe hâkim. MAA’nın teknoloji ile olan güçlü bağı sayesinde tasarım ve proje süreçlerinde kullanılan programların ne olduğunun ötesinde, onların tasarım ve üretim akışına olan katkısı daha fazla önem teşkil ediyor. Proje süreçlerimizde BIM (Building Information Modeling); tasarıma, uygulamaya ve bilgi paylaşım platformuna olanak sağlayan bir tasarım
ve projelendirme anlayışı olarak yer alıyor. Hesaplamalı tasarım bilgisayar programları, üç boyutlu yazıcılar, robot kollar, sanal gerçeklik gibi birçok teknolojik araç tasarım ve projelendirme süreçlerimiz ile entegre kullanılabiliyor. Bu sayede MAA “mimar & mühendis” ilişkisini birbiriyle sürekli zıtlaşan, masanın iki ucunda dikey hiyerarşik yapı içerisinde yer almaları yerine, bu durumu dönüşüme uğratıp dirsek dirseğe yatay bir hiyerarşik düzlemde eş zamanlı tasarım ve üretim yapabilen projelendirme süreçlerinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Farklı malzemelerin kullanımı ve uygulama yöntemlerine nasıl karar veriyorsunuz? Mimarlıkta sürdürülebilir olmak için önce insanlığın sürdürülebilirliği düşünülmeli. Bunun için geleceğin
14
Fotoğraf: Melike Altınışık Architects
yaşamları tasarlanmalı ve sonrasında yapılı çevrelerde gerekli projeler geliştirilmeli. İnsanlığın sürdürülebilirliği aslen mimarlıkta enerji kullanımını nasıl yönettiğimizle ilgili. Yapılan tüm tasarımlarımız bir şekilde insanlar için yaratıcı yaşamsal mekân çözümleri oluşturuyor. Diğer taraftan da en az malzeme kullanımı ve tüketimini nasıl sağlanabileceği üzerine geliştirici arayışlar içeriyor. Bu öğretileri metaforik bağlamda görsel bir yüzeysellikle yapmak yapılabilecek en büyük yanlış. İşin özünde sistemleri, organizasyon matematiği ve analitik ilişkiler bütününü anlamalı. Doğadan öğrenerek sistemler kurgulamanın gücü aslen yaşamı çeşitli enerjilerin bir maddeler bileşkesi bağlamında görebilmekle de ilişkili. Bu öğretilerin teknolojik gelişmeler sayesinde hesaplanabilir strüktürlere ve mekanlara dönüştürülebilir olmasını sağlayacak yenilikçi sistem çözümlerinin, en az madde kullanımı ile hafif doğal malzemelerin araştırılması MAA’nın vazgeçilmezlerini oluşturuyor. Gerek mimari tasarımlarımızda gerek yapım yöntemi açısından ileri mühendislik teknikleri gerektiren özgün projelerimizde, malzeme seçimlerimiz büyük bir önem taşıyor. Bu seçimleri yaparken yapım süreçleri ile uyum sağlayacak özellikteki malzemeleri seçmeye özen gösteriyoruz.
15
Tasarımdan uygulamaya bilginin aktarılmasında dijital fabrikasyon yöntemleri ilk olarak sürece dâhil oluyor. Çalıştığımız ekiplerin üretim yöntemlerinin ve bünyelerinde yer alan teknik ekipmanların da bu süreç ile uyumlu olması önem taşıyor. 3D Yazıcı, CNC, lazer kesim, robot kollar, ters kalıp sistemi ile dökme üretimler ve benzeri bu teknik elemanların bazılarını oluşturuyor. Kullanılan malzeme seçimine ve tasarlanan ürünün geometrik zorluklarına bağlı olarak belli bir aşamadan sonra üretime zanaatkârlık diyebileceğimiz insan eli de dâhil olabiliyor.
EMAAR Dubai Creek Cami 16
Fotoğraf: Melike Altınışık Architects 17
Artist
Selva Kaya
“Gözle görülebilecek olanın abartılarak ya da tamamen hayal ürünü çizgilerle resmedilmesi.” olarak tanımlayabileceğimiz illüstrasyonun tarihi yüzlerce yıl öncesinde mağaralara yapılan çizimlere dayanıyor. O günden bugüne sürekli olarak değişen, gelişen ve gündeme bağlı olarak evrilen bu sanat, yoluna emin adımlarla ilerliyor. İllüstrasyonun bizlere sunduğu uçsuz bucaksız hayal dünyası sayesinde her geçen yıl şaşırmaya ve yeni sanatçılarla tanışmaya devam ediyoruz. Nispeten yeni sayılabilecek bu sanatçılardan biri de Selva Kaya. Mimar ve illüstratör olan Kaya, 1996 yılında Bursa’da dünyaya geldi. İlkokul ve lise yıllarını Bursa’da geçirdi. 2019 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi’ndeki mimarlık eğitimini tamamladı. Çizer insanlardan duymaya alışkın olduğumuz “küçükken bile hep çizerdim” söylemi Kaya için geçerli değil. Çocukluğunda kağıt ve kalem yerine oyun hamurlarıyla haşır neşir olduğunu söyleyen sanatçı, 3 boyutlu bir şeyler üretmeye alışkın olan biri. Mimarlık ve kolaj ilişkisinden “hala keşfetmeye çalıştığım büyük bir kanal” olarak bahseden sanatçı, bu iki disiplinin arasında büyük bağ olduğuna inanıyor. Nasıl kolaj sanatında birçok farklı etmen bir araya getirilip bir anlatı hazırlanıyorsa; mimarlıkta da ses, koku, kentsel bellek, gelenekler, ritüeller ve daha sayabileceğimiz pek çok etmen yüzeylerle bir araya getirilerek istenilen mekan elde ediliyor. Bu bağlamda mimarlık ve kolajı bağdaştırmak çok da zor değil. Bütün bunlar göz önünde bulundurularak, illüstrasyonun bir mekânı tasvir etmede çoğu iki boyutlu teknikten çok daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü illüstrasyonun sağladığı sınırsız özgürlük, bahsi geçen soyut kavramların da tasvirini kolaylaştırıyor. Sanatçının işlerine baktığım zaman kendimle büyük bir bağ kuruyorum. Her şeyden önce kullandığı kadın portreleri benim bu bağı kurmamı sağlıyor. Kendimi kolajların hikayelerini merak ederken, hatta kendimce çıkarımlar yaparken buluyorum. Çalışmalarda kullanılan renklerin etkisi de yadsınılamaz bir gerçek. Tek yerde kullanılan canlı bir renk bütün dikkatleri üstüne çekip dramatik bir etki yaratırken, birbiriyle uyumlu pastel renkler daha sakin bir anlatım sunuyor. Kaya, kendi üretim sürecini “serbest çağrışım” olarak nitelendiriyor. Çalışmaya başlamadan önce kafasında ulaşmak istediği bir görsel olmadığı için; sadece o an, o işi nasıl daha iyi ifade edeceğini düşünüyor ve aktarmak istediği konuların zihninde yarattığı imgeleri bir araya getiriyor. Görsellerin yanında kullanılan renkler de akışla beraber gelişip, eklemlenerek bir kurgu meydana getiriyor.
Yazı: Almıla Tuğçe Divarci 20
AdsÄąz / 30x42cm, Dijital Kolaj
21
En çok kendi duygu durumundan beslendiğini ifade eden sanatçının, psikolojiye ve psikolojik rahatsızlıklara karşı büyük bir ilgisi var; özellikle de çoklu kişilik bozukluğuna. Kendisi gibi çizer olan Burak Şentürk’ün bir röportajından alıntı yapan Kaya, “Bence bir kişi birden fazla insanın birleşiminden oluşur.” diyor. Hayat çizgisi üzerinde yaşadığımız her anın bizi değiştirdiğini, dönüştürdüğünü ve olaylardan tahmin edemediğimiz kadar çok etkilendiğimizi savunan sanatçı; bütün bu değişim sürecine duyduğu ilgi dolayısıyla çalışmalarında kimlik üzerinde yoğunlaşıyor. Özellikle portre çalışmalarında yapmaya çalıştığı şey işte bu çok katmanlı kimlik meselesini aktarmak. O yüzden ortaya çıkan işteki figürlerin birkaç tane gözü, birkaç tane ağzı olabiliyor. “Kendimce o dönüşümün bir fotoğrafını yakalamaya çalışıyorum.” diyen Kaya’nın çokça kadın portresi kullanmasının sebebi ise; bir kadın olarak, kendisini kadın portreleriyle daha çok bağdaştırıyor olması. Kaya’nın işlerinde güncel olaylardan da kesitler görmemiz mümkün oluyor. Bu kesitler “gündemde bu var, o zaman bununla alakalı bir çalışma yapmalıyım” fikrinden çok, Kaya’yı en çok etkileyen konulardan meydana geliyor. Genellikle kadına şiddet, kadın cinayetleri ve taciz haberlerinin kendisini çok tetikleyen konular olduğu söyleyen sanatçı, biraz da mimar olmanın verdiği bir dürtüyle bir söz söyleme ihtiyacı duyduğunu ifade ediyor.
22
Sanatçının illüstratör kimliğiyle yer aldığı, Okullar Okulu alt başlığıyla düzenlenen 4. İstanbul Tasarım Bienali; Kaya’nın sanat yolculuğunda önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Evin Ayrıntıları isimli mimari kolaj çalışması ile göç kavramını ev olgusu üzerinden ele alan Kaya’yı bu çalışmayı yapmak için tetikleyen konu ise insanların evlerinden ayrılmak zorunda kalmaları. “Evi var eden şeyler nelerdir?” sorusu üzerinde duran sanatçı; evi tanımlamak için kullanılmış eşyaları belirleyip, onların içinden farklı dokuları, farklı materyalleri birbirleriyle eşleştirip bir kompozisyon oluşturmuş. Ardından evde her zaman duyduğumuz kapı sesi, perde çekme sesi, çaydanlığın kaynarken çıkardığı ses gibi, aslında hiç fark etmeden bizim kafamızdaki evi oluşturan ve o olguyu besleyen sesleri içeren bir ses çalışması yapılmış. Kompozisyon ve ses çalışmasını bir araya getirildiğinde ise gören herkese kendi evini hatırlatan nefis bir çalışma elde edilmiş Bütün bu keyifli üretim ve sergileme süreçlerini konuşurken, bu işin olumsuz ve zor kısımlarını da düşünmeden edemiyorum. Bir işte kendimizi kanıtlayıp insanlar tarafından kabul görmek sanıyorum ki işin en zorlu kısımlarından biri. Hele ki illüstrasyon gibi, daha tam olarak hak ettiği değeri görememiş bir meslek grubu için bu çok daha zor olsa gerek. Asıl mesleği mimarlık olan Kaya da kendisini illüstratör olarak tanımlamakta oldukça zorlanmış. Bu tanımlama sürecinde en büyük payı fam°a veren sanatçı, bir topluluğun içine dahil olduktan sonra, bir şeyleri tanımlamakta daha rahat davranabilmiş. “Aslında çizgisine çok güvenen biri değilim. fam°ın sanatçı kadrosunda çok başarılı çizerler var ve bu sanatçıların nefis işleri var. O isimleri ilk gördüğümde çok gurur duymuştum, hala da duyuyorum. fam°ın kurucuları Selen Gürsoy ve Ege Akdemir beni aradıklarında yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Benim işlerim kolaj üzerinden ilerlediği için, kendi işlerimi illüstrasyon başlığı altına dahil etmemiştim. Aslında kolaj dediğimiz şey geçmişte yapılan bir şeyleri alıp, dönüştürüp tekrar sunmak. O yüzden kendime çizer ya da illüstratör demekte bu kadar zorlandım. Çünkü ortaya yaratıcı bir şey koyup koymadığım konusunda tereddütlerim vardı. Ama fam° ile beraber bu durum değişti.”
23
Aynı zamanda famstore° üzerinden çalışmalarını satın alabildiğimiz Kaya, bu birlikteliği işten ziyade bir yol arkadaşlığı olarak değerlendiriyor. İşverenle sanatçı arasındaki köprüyü oluşturan ve sanatçının hakkını çok iyi gözeten fam°, Kaya’nın en büyük dayanaklarından biri. Sanatçının bu yoldaki diğer bir yol arkadaşı ise “baz.en”. Çalışmalarını paylaştığı İnstagram sayfası, Kaya’nın kendisiyle çok içselleştirdiği bir mecra. Üretim sürecinde bir araya getirdiği anları “bazenler” olarak tanımlayan sanatçı, bize de çalışmalarına bakarken kendi anlarımıza gidecek bir yol açıyor. Henüz çoğunluğun haberdar olmadığı illüstrasyon sanatının bize sunduğu sınırsız hayal kurma ve düşünme özgürlüğü fark edilmesi gereken bir durum. Hem bireysel olarak hem de sektör tabanlı düşündüğümüzde illüstrasyonun bir şeyleri ifade etmekteki gücünün inanılmaz oluşuyla karşılaşıyoruz. “Türkiye’de çok başarılı illüstratörler var ve ne yazık ki hak ettikleri kıymeti görmüyorlar. Ülkemizde illüstratörlüğün ciddi bir meslek olarak kabul göreceği günlerin gelmesini umutla bekliyorum. Maalesef bu mesleği “süslemeci” olarak görme eğilimi var fakat bu çok ciddi bir yanılgı. Bu yanılgıyı kırmak da ancak daha çok çalışmakla ve kendi alanımızı yaratmakla olacaktır diye düşünüyorum.”
Kimlik / 30x42cm, Dijital Kolaj
24
Hümanist / 30x42cm, Dijital Kolaj
25
Görüş
Fotoğraf: Selin Ertürk 28
Yazı: Ayşe Arat
Restorasyonun Çağdaş ek ile Harmanlanması
Cumbalı, taş ve ahşap kullanılarak yapılmış, çeşitli süslemelere sahip olan, içlerinde kim bilir ne tür hikâyeler ve yaşanmışlıklar barındıran, sokağın tarihini bilen yapılardır tarihi yapılar. Kimi sahipsiz kaldı ve kendi yalnızlığıyla yıkılmayı bekliyor, kimi şanslıydı ve restore edilerek gelecek nesillere bırakıldı. Dünyanın hiçbir yerinde yıkılmaya yüz tutmuş, tarihin aynasında deforme olmuş eserleri yıkmak bir çözüm değil. Restorasyon, tarihi eserleri yıkıp eski yapının aynısını inşa etmenin tersine eski eseri yaşatmak, onu hayata bağlamaktır. Bunu yaparken geleneksel yöntemlere başvurabildiğimiz gibi yeni ve cesur akımları da sürece dâhil edebiliriz. Bu cesur akımlardan biri olan retrofütürizm, gelecek öngörüsü olarak tanımlanabilir. Retro-fütürist bir hikâyede gökdelenlerin üzerinde zeplinler dolaşabilmektedir. Bu bağlamda eseri geri kazandırmak için esere, yeni malzeme ile inşa edilen bir ek eklenebilir ve bu malzeme çağdaş bir malzeme olabilir. Eklemeyi yaparken retro-fütürizmin uçuk fikirlerinden yararlanabilir, eski ve yeniyi harmanlayarak hayata geçirebiliriz. Bundeswehr Askeri Tarih Müzesi retro-fütürist eklentinin en iyi örneklerindendir. Ülkemizde tarihi esere çağdaş eklentilerin çeşitliliğinin eksik olduğunu vurgulayarak; Santral İstanbul, Salt Galata ve Yapı Kredi Bomontiada yapılarını çağdaş eklenti hususunda ülkemizdeki nadir ve güzel örnekler
Fotoğraf: Selin Ertürk 29
Fotoğraf: Mohammad Hassan Forouzanfar
olarak gösterebiliriz. Tarihi eserdeki çağdaş eklenti konusunun kalkınması ve daha iyi anlaşılası için yeni yasa düzenlenmesi yararlı olabilir. Bunun yanında Mimarlar Odasının canlandırma yarışmalarının sonucunu faal bir şekilde görmek, insanları bu yöne itebilir. Canlanmaya muhtaç yapılara ticari birimler içeren yapılar eklemek, canlandırma faaliyetleri için güzel bir adım olabilir. Böylelikle keyifli vakit geçirmek için kullanabileceğimiz mekânlar elde ederken aynı zamanda ülkemize de katkıda bulunabiliriz. Tarihi eserlere retro-fütürist akım ile paralel eklemeler yapmak şimdinin dünyası için biraz fazla gelebilir. Bu sebeple ülkemizde daha yalın bir şekilde başlamalı ve restorasyonu çağdaş eklemeler ile devam ettirmeliyiz. Eklerin tarihi yapıyla yarışmayacak, yapının tarihi kimliğine zarar vermeyecek ve geri döndürülebilir nitelikte olması en önemli tasarım girdilerini oluşturmaktadır. Yani eklenti hem bu kumaşa saygı duymalı hem de bu hayatı yeni teknoloji ile harmanlayıp kentsel bağlamın unutulmaz bir parçası
haline getirmelidir. En az müdahaleyle bile yararlı ve yapıya saygılı eklemeler yapmak mümkündür. Bunun için dünyada uygulanan ve kullanılabilecek malzeme örnekleri vardır. Malzeme ve eklenecek ek; ihtiyaca yönelik, hafif, tarihi yapıya görsel ve yapısal açıdan zarar vermeyecek olmalıdır. Yapılacak müdahale en alt sınırda tutulmalı, yapının döneminin kimliğini en etkin biçimde yansıtmalı ve tarihi yapıya karşıtlık oluşturarak tarihi yapının kimliğini ezmemelidir. Yeni moda eklemelerde şeffaf tuğla, ışığı ileten saydam beton, metal kumaş cepheler ve bize geçmişi saklamak yerine gösterebilme imkânı sunan cam elemanlar kullanılabilir. Bu malzemelerin belki de eski ile alakası yoktur ama restorasyon mimarisini ve eseri yeniden canlandırmak açısından muazzam bir umut olabilir. Umut ışığımızı abartmadığımız sürece restorasyon eklerimizde yenilikten kaçmamalı ve sonucunu somut bir şekilde görebileceğimiz yaşanılabilir düşünceler ortaya atmalıyız.
30
FotoÄ&#x;raf: Mohammad Hassan Forouzanfar 31
TasarÄąm
Can Cumalı
Toprak Yapı Tekniği
Hızlı üretim, tüketim ve bu hızlı yaşamın, topluma getirdikleri veya bu hız ile birlikte kaçırdığımız birçok durum var. Biz mimarların toplum üzerindeki en temel etkisi; dünü, bugünü, talebi ve kaynakları gözeterek toplumsal gelişim sürecinin estetiksel devamlılığını sağlamak. Geleneksel bir yapı tekniğinin, günümüzün yaşam standartları içinde kendine yeniden yer bulması, gerçekten etkileyici. Sıkıştırılmış toprak günümüzde farklı şekillerde ve tekniklerde kullanılsa da, hala doğayla olan bağını ve geleneksel ruhunu korumakta. Bu teknikte Nader Khalili, Martin Rauch ve David Miller gibi yurt dışındaki isimler daha ön planda olsa da, ülkemizde de toprağa gönül verip mimarlığını toprak ile birleştiren birçok değerli isim var. Bu değerli isimlerden biri olan Mimar Can Cumalı, 2015 yılında Yeditepe Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nden mezun olur. Eğitim hayatında bilgisayarla çok yakın olmayan Cumalı, dokunarak ve hissederek bir şeyleri yapmayı sevdiğini keşfeder. Fakültesine söyleşiye yapmak için gelen Yapı Biyoloğu And Akman’ın anlatımlarında toprak yapılar hakkında bir şeyler duyar ve bu konuya odaklanır.
Yazı: Muhammed Sirac Okan
Fotoğraf: Tolga Sezgin 34
“Öncesinde konunun teorik olduğunu sanıp işin teknik tarafıyla ilgili kitapları araştırdım, okudum. Fakat süreç içerisinde toprak yapı tekniklerinin tamamen sezgisel olduğunu pratik edindim.”
Heyecanla başlanan bu yolculukta birçok ismi n peşine düşen Cumalı, devamlı olarak katıldığı atölyelerde toprak üzerine bilgisi olan herkesten bir şeyler öğrenmeye başlamış. Özgül Öztürk Aksu’nun düzenlediği bir atölyede de Merve Tekin, Mukund Iyer ve Obaruhu ekibi ile tanışır.
Hobit Evi: Topak İlk büyük ölçekteki deneyimim Obaruhu ile Kapadokya’da yaptığımız projeydi. Zeminin ilk üç sırası bölgeye özgü taşlardan örüldü. Üstüne Earthbag tekniği ile devam edildi. Earthbag yani “toprak çuval” tekniğinin sahibi İran doğumlu Nader Khalili, bu tekniği 1984 yılında geliştirdi. Aslında bu teknik, ayda olası bir yapılaşma ihtimali düşünülerek NASA için tasarlandı. Khalili Earthbag’i İran’daki yığma yapı tekniklerinden ve kubbeli tonozlardan beslenerek geliştirdi. Bu teknikte, toprakla doldurulan çuvallar aynı yığma yapıda taşların dizilmesi gibi birbirlerinin üzerine yığılır. Sağlamlığını artırmak için de her sırada bir çuvalların üstünden tokmakla geçilir. Hobit evinde toprağı, file tipi rulo patates çuvalı benzeri bir elamanın içine koyup tokmaklıyorduk. Normalde toprağın içerisine demir tellerle güçlendirme yapılır. Fakat bu şekildeki bir uygulamada çuvallar fileli olduğu için nemli toprağı tokmakladıkça üsteki katman ile alttaki katman birbirine yapışıyordu. Kerpicin kalıba dökülmemiş hali olan cob ile oluşan katmanlı yapının sıvasını yaptık. Son olarak da kireçli toprakla son kat sıvasını yaptık. Toprak yapılarda sezon çok önemlidir. Dışarıda yapılacak çalışmalar için en müsait dönem ilkbahar yağışlarından hemen sonraki dönemdir. Alınan toprağın da nem durumu önem arz eder. Olabildiğince kuru toprak alınması gerekir. Bu sayede toprağın nemini kontrol edebiliriz.
Fotoğraf: Filiz Telek
Fotoğraf: Tolga Sezgin 35
Martin Rauch ile Tanışmam
Fotoğraf: Atelier Timur Ersen
36
Kapadokya’daki ilk yapı deneyiminden sonra, biraz daha toprağı öğrenmek ve tecrübelerimi arttırmak için bu konuyla ilgilenenleri araştırdım. Kapadokya’da sıkıştırılmış topraktan Şarap Evi yapılacağını duydum. Tasarımcısı Timur Ersen ile tanıştım ve projenin toprak test aşamasına dâhil oldum. Timur Fransa’da büyümüş, mimarlık eğitimini orada almış ve sıkıştırılmış toprak üzerine ilgi duyup bunu kendi mimari üslubuna çevirmiş. Bu konuda kendisini geliştirmek için Avusturya’ya gidip Martin Rauch’un yanında, üretim hanesinde çalışmış ve sıkıştırılmış toprak işini ondan öğrenmiş. Sıkıştırılmış toprak konusunda farklı yaklaşımlar var. Martin toprağı çiğ haliyle kullanıyor. İri parçalı ve iri çakıllı toprağa hiçbir şey katmadan sadece toprağın kendisini kalıbın içerisine koyarak tokmaklıyor. Uygulamada kullanacağımız toprak için yapılacak deneme çalışmalarında, Martin de danışmanlık yapmak için kısa bir süre aramıza katıldı. Martin aramıza katıldığında ben ölçecek, biçecek, hesaplayacak diye bekliyordum. Martin direkt toprağı eline aldı yoğurdu, kokladı ve orada aslında toprak ile çalışmanın ne kadar sezgisel bir iş olduğunu anladım. Öncesinde toprak hakkında yaptığım araştırmalarda akademik kitaplar okuduğum için oran, miktar her şey hesaplıydı. Ama aslında toprak ile çalışmak onu hissetmekten geçiyordu.
Fotoğraf: Muhammed Sirac Okan
Salt Beyoğlu: Kış Bahçesi Kapadokya’dan döndükten sonra Aslıhan Demirtaş ile tanıştım. Sıkıştırılmış topraktan duvar ve zemin işi yapılacağını, And Akman’ın da işin danışmanı olacağından bahsetti. Ben o zamana kadar sıkıştırılmış toprak zemin konusunda deneyimli değildim. Timur’dan da zor olduğunu duymuştum. Ama denemek istedim ve bir anda kendimi işin içinde buldum.
Toprağın içine çok düşük miktarda alçı veya çimento katılan teknikler de var; buna stabilize etmek deniliyor. Martin’in yaptıkları büyük birimler olduğu için, onlar birlikte kuvvet sağlıyorlar. Bizim yaptığımız gibi küçük birimlerde ise kenarların ve köşelerin güçlendirilmesi gerekiyordu. Birimlerin pahlarını yapmak da çok sıkıntılı oldu, bir türlü kalıp içinde sıkıştıramadık. Sonrasında spiral “avuç taşlama makinesi” ile kenarlardan geçerek pahını verdik. Kenarlardaki duvarlar bittikten sonra zemine geçtik. Kalıp olarak duvarları kullandık. Zemindeki en büyük problem terazisini yakalamaktı. Geniş bir alanda çalıştığımız için önce toprağı döktük ve terazisine getirdik. Sonra kompresör makinesiyle üstünden geçtik. Tozuma olmasın diye iki kat bezir yağı sürdük. Duvar ve zeminin yüzey parlaklığı da bu yağdan geliyor.
Zeminin kalıbı için önce duvarları yapsak, duvarla zemin için kalıp görevini görecekti. Bunun için önce duvarlardan başladık. And Akman’ın ofisinde çalışan Nilgün diye bir arkadaşım da yardıma geldi. İlk duvarda biraz aksilik çıktı ve kalıp şişti. Sıkıştırılmış toprakla çalışıyorsanız kalıbınızın çok sağlam olması gerekiyor. Çünkü beton gibi dökülüp donmaya bırakılmıyor. Kalıbı toprakla doldurduktan sonra bir de üsten tokmaklayarak basınç uyguluyorsunuz. İlk kalıpta dersimizi aldıktan sonra diğer kalıplarda daha titiz davranarak devam ettik ve bu defa duvarlar ilk denememize göre daha iyi sonuçlar verdi. Sağlamlığını artırmak için toprağa düşük bir oranda kireç karıştırdık.
37
“Bir işin profesyoneli o iş ile ilgili her hatayı yapmış insandır.”
Tüm işlerimde birçok farklı mimar ve yapı ustası ile çalıştım, her birinden de farklı teknikler öğrendim. Toprak işiyle ilgili ilk dönemim böyleydi. Süreç ilerledikçe bu işle ilgilenen herkes kendine has yöntemler geliştirir. Benim de kendime ait yöntemlerim oluşmaya başladı. Sürekli araştırmaya devam ediyorsunuz, çünkü sürekli yeni işler çıkıyor ve farklı talepler oluyor. Evet, toprağı talep ediyorlar ve bu gerçekten güzel. Çevremdeki birçok insan bunun bir hobi olduğunu sansa da aslında bu bir iş. Her ne kadar insanların algısında masa başı mimar, şantiye ortamı gibi bir şeyler beklense de ben toprağı çok sevdim. Her ilerlememde kendime yeni insanlar, o insanlarla beraber imkânlar ve deneyimler açtım.
Fotoğraf: Muhammed Sirac Okan 38
FotoÄ&#x;raf: Filiz Telek
39
Allianoi Antik Kenti
Bergama, İzmir
Yazı: Zelal Geçmez, Zehra Betül Yeşilkaya 40
Allianoi Kazı Arşivi 41
Bergama; Helenistik, Roma, Bizans, Osmanlı Dönemi gibi birçok katmanı bir arada barındırıyor. Helenistik Dönem’den günümüze kesintisiz bir yaşamın devam ettiği ve dönemlere ait ünik örnekleri barındırdığı için Bergama, çok katmanlı kültürel peyzaj alanı olarak tanımlanıyor. Allianoi Antik Kenti ise sahip olduğu doğal kaynak suyu ve tıp merkezi olarak anılması özelliğiyle Bergama sınırlarında önemli bir alanı oluşturuyor.
Trakya Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Klasik Arkeoloji Bölümü’nden mezun olan Uzman Arkeolog Bülent Türkmen, aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamladı. Edirne’de, Hadrianapolis Antik Kenti’nin Roma Dönemi sur kazılarında, Edirne Sarayı kazılarında ve kent içi kazılarda görev alan Türkmen’in Bergama serüveni, 2001 yılında Allianoi kazısıyla başladı. 2011 yılının sonunda Bergama Belediyesi, adaylık dosyasını hazırlayabilmek için kendi bünyesinde UNESCO Dünya Mirası ve Alan Yönetimi Birimi’ni kurdu. Birimin kurulmasından hemen sonra Türkmen’in de içinde bulunduğu beş kişilik bir ekip, Bergama’nın UNESCO Adaylık Dosyasını hazırlamaya başladı. 3 yıl gibi kısa bir süre içinde, 2014 yılında Bergama UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş oldu. Bergama’ya günümüze kadar çok sayıda proje önerisi getirildi. Bergama için bir proje ortaya koyarken edinmemiz gereken en önemli görev; bu katmanların hepsini aynı anda bütüncül bir şekilde nasıl koruyabiliriz olmalı. Sadece somut kültürel değerlerin değil aynı zamanda somut olmayan kültürel değerlerin de korunması ve yaşatılması çok önemli. Bergama ile ilgili mimari projelere daha çok turizm kapsamında bakılıyor. Korumada ticari kaygı olmamalı. Mesela şöyle bir soruyla karşılaştık birkaç defa: Biz ne zaman Şirince olacağız? Aslında biz Bergama’nın Şirince olmaması için çalışıyoruz ve Şirince olmamak için elimizden geleni yapacağız. Asıl düşünülmesi gereken eldeki mevcut verilerin nasıl daha iyi korunması olmalı.
42
Bergama’ya gelindiğinde orada göremediğimiz iki yer var: İlki günümüzde Almanya’da bir müzede sergilenen Zeus Sunağı, diğeriyse Hasankeyf ile aynı kaderi paylaşarak sular altında kalan Allianoi Antik Kenti. Bütün dünyanın gözü önünde ve kendi ellerimizle bir kültürel mirasımıza daha zarar verdik. Bu çok yaralayıcı bir durum oldu tabi ki. Korumada genel bir değişime ihtiyaç var fakat bu biraz zaman alacak gibi. Bu süre zarfında öncelikli olarak geri dönüşümü olmayacak tahribatların yaşanmaması için mücadele etmek ve bütüncül koruma bilincini yaygınlaştırmak önemli. Bergama’da ilk resmi kazı çalışmaları Almanlar tarafından 1878’de başlatılmış. Zeus Sunağı’na ait kabartmalar, bu dönemde yapılan kazılar sırasında Berlin’e götürülmüş. Aslında Zeus Sunağı üzerinden arkeoloji çalışmalarının ve uygulanan koruma yöntemlerinin 150 yıllık seyri incelenebilir. Kazı çalışmaları günümüzde hala bakanlığın izniyle Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yürütülmekte. Almanlar tarafından yapılan kazılar devam ederken, dönemin Bergama kaymakamı Kemal Bey de 19031904 tarihlerinde, bugün lokalizasyonu Allianoi olarak yapılan Paşa Ilıcası’nda
Allianoi Kazı Arşivi 43
kazı çalışmaları yapmış. O dönemde derenin kenarında yer alan ılıcanın bazı mekânları açığa çıkarılıyor ama hemen sonrasında bir sel baskınıyla üzeri tekrar örtülüyor. Sonrasında burada bulunan ılıcanın iki mekânı halk tarafından dönem dönem değişik şekillerde kullanılıyor. 1990’ların başlarında ise İl Özel İdaresi tarafından bazı restorasyon çalışmaları yapılarak işletmeye açılıyor. 1998 yılında yine bir sel baskınıyla mekânlar kullanım dışı kalıyor. Aynı yıl, Bergama Müzesi müdürü ve aynı zamanda hocam olan Ahmet Yaraş tarafından kazı çalışmaları başlatılıyor. Ben de bu kazı çalışmalarına 2001 yılında dâhil oldum ve kazının bittiği 2006 yılına kadar Allianoi’de çalıştım. 2010 yılına geldiğimizde barajın kapakları kapatıldı ve Allianoi; gün yüzüne çıkaramadığımız alanları, kapısına kadar ulaştığımız ama içine giremediğimiz mekânları ve şifalı suyu ile birlikte sular altına gömüldü. Allianoi, Antik Çağ’da Bergama’nın (Pergamon) sınırları içinde yer almaktadır. Tıp tarihi açısından Bergama özel bir öneme sahiptir. Bunun en büyük nedeni, Antik Çağ’ın en önemli sağlık merkezlerinden biri olarak kabul edilen Asklepion’dur. Aynı zamanda birçok hastalığın teşhisini ve tedavisini yapan ilk kişi ve Hipokrat’tan sonra Antik Çağ’ın en önemli hekimi ve eczacısı olarak kabul edilen Galenos da Bergama’da yaşamıştır. Allianoi’nin bulunduğu bölgede Tunç Çağı’na ait bazı buluntular tespit edilmiştir. Helenistik Dönem’de buradaki sıcak suyun kullanıldığı bilinmektedir. Kazılarda tespit edilen kalıntıların ise Roma İmparatoru Harianus döneminde şekillendiği anlaşılmaktadır.
Bergama
Allianoi’nin merkezinde yaklaşık 10 bin metrekarelik alanı kaplayan bir kaplıca yer almakta. Roma Dönemi hamam yapılarında yer alan soğukluk, ılıklık, sıcaklık, terleme ve soyunma odaları gibi işlevlere sahip mekânların tespit edildiği alanda, 47 ˚C doğal kaynak suyu bulunuyor. Zaten buradaki yapılaşmanın sebebi de bu sıcak su. Bergama’daki Asklepion’da daha çok telkinle tedavi yapılırken, Allianoi’de bu sıcak su sayesinde hidroterapi uygulanmaktaydı. Kazı sonucu ulaştığımız çok sayıda tıp aleti sayesinde, Allianoi’de hidroterapinin yanı sıra cerrahi müdahalenin de yapıldığını tespit ettik. Benim kazı çalışmalarında yer aldığım alanın da bir hastane yapısı olduğu düşünülmekteydi. Burada rastladığımız tıp aletlerinden bazılarının ismi Antik Çağ yazarlarından biliniyordu ama günümüze kadar tespit edilememişti. Birçoğu bu alanda ele geçirildi. Allianoi’de tespit edilen tıp aletlerinin tarihleri Galenos ile çağdaştır. Yaralanan gladyatörler üzerinde incelemeler yapan Galenos’un, insan anatomisi ile ilgili birçok bilgiyi o dönemde elde ettiği düşünülüyor. Galenos’un bu cerrahi müdahaleyi Allianoi’de yaptığını, bu bölgede bulunan gladyatör mezarları da desteklemektedir.
Fotoğraf: İrem Akatay 44
Allianoi Kazı Arşivi
Allianoi, milattan sonra 3. yüzyılın ortalarında bir depremle büyük hasar görmüş ve yavaş yavaş önemini yitirmeye başlamıştır. Sel baskınlarıyla da alanın bir kısmı tamamen kullanılmaz hale gelmiştir. Bizans döneminde yerleşim alanı olarak kullanılmıştır. Üzerine şapeller yapılmış ve nekropol alanı olarak kullanılmıştır. Osmanlı döneminde de kaplıcanın küçük bir bölümünün kullanıldığı ve kullanımın aralıklarla günümüze kadar geldiğini takip edebiliyoruz. Aslında Bergama’nın çok katmanlı kent olma özelliğini yine görmüş oluyoruz. Oradan çıkardığımız taşınabilir eserlerin çok az bir kısmı bugün Bergama Müzesi’nde sergilenirken, geri kalan eserler müzenin deposunda yer alıyor. Taşınamayan mimari kalıntılar ise; mozaikleri, mermer kaplamalı havuzları, sütunları ve keşfedilememiş bütün güzellikleriyle birlikte baraj sularının altında. Koruma önlemi olarak mekanların içi kumla dolduruldu ve duvarların üst kısımları da bir harçla kaplandı. Yapılan bu işlemin koruma sağlamadığı, barajın su seviyesi düştüğünde üst kotlarda yer alan kalıntıların ortaya çıkmasıyla anlaşıldı. Barajın ömrü tükendiğinde kazı yapılsa dahi büyük oranda tahribatla karşılaşılacağı öngörülmekte.
45
Kazı sırasında ve sonrasında bu sürecin yaşanmaması ve Allianoi’nin baraj altında bırakılmaması için çalıştık. Her ne kadar Allianoi’nin baraj altında kalmasını engelleyemesek de bu süreçte yapılanların, kültürel varlıklarımızın korunması yönünde önemli bir farkındalık oluşturduğuna inanıyorum. Fakat yine de ortaya çıkardığımız, dokunduğumuz birçok şeyin baraj altında kalmış olması bizleri üzüyor.
Allianoi Kazı Arşivi 46
47
48
Şuna inanıyorum ki sular altında kalmış olmasaydı, Bergama için hazırladığımız proje kapsamında, Allianoi de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne tartışmasız girebilirdi. Ama ne yazık ki mümkün olmadı. Bütün bunlara rağmen Allianoi’de çalışmış olmak bana güzel şeyler hissettiriyor ve orada çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Allianoi’nin benim için ayrı bir yeri var. Yılın 3-4 ayını kazı ekibiyle beraber herhangi bir yerleşimin olmadığı bir alanda geçiriyorduk. Kazı sezonu bitiminde de, “Bir sonraki yıl tekrar kazı yapabilecek miyiz, barajın suyu tutulmaya başlayacak mı, Allianoi’yi tekrar görebilecek miyiz?” gibi soruları da yanımıza alarak oradan ayrılıyorduk. Allianoi’den hüzünlü ayrılsak da çok özel anılar koyduk heybemize. Aynı zamanda Allianoi bizim için bir okuldu. Aslında yaşadığımız çevrenin ve etrafımızdaki değerlerin farkında değiliz. İçinde yaşadığımız coğrafyanın, bölgenin, kentin, mahallenin, sosyal ve kültürel dokunun değerinin farkına varmamız gerekiyor. Bu farkındalığa varalım ki sonrasında bu değerleri nasıl koruyacağımızı planlayabilelim.
Allianoi Kazı Arşivi
49
Doğanın Yansıması
Lilly
Cergei Cilcov Rusya’nın merkezindeki kırsal bir kasabada Sovyet geçmişten kalan parçaların estetik mirası ile büyüyen Cergei, küçüklüğünden beri doğayla ilişkili oldu ve doğadan ilham aldı. Lisenin son yıllarında fotoğraf ve grafik tasarım gibi iki boyutlu sanatla ilgilenen tasarımcı, lisans eğitimini mimarlık üzerine aldı. Mimarlığın sadece görsele odaklanmadığını, aynı zamanda bir nesnenin işlevsel ve pratik yönlerini de değerlendirdiğini fark ettikten sonra iki yıl önce ürün tasarımı ile ilgilenmeye başladı. İlk ürünü olan Lilly haricinde tasarladığı dört ürün daha var.
Yazı: Zeynep Sena Sancak 50
Cergei Cilcov / Keรงeli Kalem 51
Sunak mumluklarından ilham alan tasarım, malzeme kullanımı ve biçim olarak sade bir yaklaşımı benimsiyor. Lilly, iç mekân dekorasyonlarında kullanılmak için tasarlanan ayaklı bir şamdan. Diğer şamdan türlerine göre, hem daha büyük ölçekte üretilmesiyle hem de sade tasarımıyla mekânlarda tekilliği ile yer almayı hedefliyor. Tasarımcının ilk ürünü olan ve iki yıl önce tasarlanan Lilly; 30 cm genişliğinde,130 cm yüksekliğinde üretildi. İki boyutlu bir siluetten üç boyutlu bir tasarım objesine dönüştürülen ürünün tasarım sürecinde, deneme yanılma yöntemiyle çeşitli prototipleri oluşturuldu. Tasarımcısı Cilcov Cergei, ortaya çıkan ürünün ilk eskizlere kıyasla farklı olduğunu söylüyor. Paslanmaz çeliğin, ayna görüntüsü kazanması için cilalanmasıyla oluşturulan ürün, tek malzeme kullanılarak kaynak yöntemiyle üretildi. Paslanmaz çelik çalışması zor bir malzeme olduğu için üretim sürecinde malzeme ve işçilik önemli olmuş. Lilly, paslanmaz çeliğin soğuk dokusuna rağmen, zambak çiçeğinin zarafetini sürdürmeyi başarıyor. Tasarım sürecinde ürünün ilk taslakları oluşturulduktan sonra birebir ölçekte çalışıp, müdahalenin daha kolay olduğunu düşünen Cergei, tasarımının ürün haline getirilmesinde soyut kavramların ötesinde; bütçe, işlev, teknoloji ve malzeme gibi konuların da önemli olduğunu savunuyor. Mekânlarda çoklu kullanılmaktansa tekil olarak kullanımı tercih edilecek bir ürün. Böyle bir kullanım, Cergei’in de dediği gibi ürünü heykele yakınlaştırıyor. Lilly geçmiş ve geleceğin sentezi sonucunda üretilmiş. Elektrik öncesi çağlarda ana aydınlatma unsuru olarak kullanılan şamdanlar, elektrik kullanılmaya başlandıktan sonra dekorasyon öğeleri olarak tercih edilmiştir. Mum ışığının dinlendirici etkisine, şamdanın estetik tarafı da eklenince günümüzdeki dekorasyon tercihlerinde hala kendisini görebiliyoruz. Diğer örnekleri genellikle avangart biçimlere sahipken Lilly daha sade çizgilere hakim, böylelikle şamdan kavramını yeniden tanımlıyor. Mum yandıkça geçmiş gelecek ile buluşup, zariflik yerini güç ve sadeliğe bırakıyor. Yeni bir ürün tasarlarken, diğer tasarladığı ürünleri bir araya getirip, anlatımın bir parçası olmasını isteyen tasarımcı, Lilly haricinde; Lampa, Pepper Mill, Log, Gate isimli ürünleri de tasarladı. Tasarım sürecini estetik, işlev, işçilik, teknoloji, ergonomi, pazarlama gibi birden fazla parametrenin oluşturduğunu söyleyen Cergei, estetik veya işlev arasındaki önceliklerin üründen ürüne değiştiğini söylüyor. Lilly ise bir akım fikrine bağlı kalmadan, hikaye anlatma içgüdüsüyle tasarlanmış bir ürün. Bouroullec Kardeşler, Peter Markli, Pierre Charpin, Wolfgang Tillmans, Max Lamb, Tanya ve Zhenya Posternak, Herzog ve Meuron’un çalışmalarını beğenen Cergei, son zamanlarda ise Anna Dickinson- Vases, Grau Brothers-Parrot Lamp, Bouroullec Champs-Elysées Fontains tasarımlarını takip ediyor.
52
FotoÄ&#x;raf: Cergei Cilcov 53
FotoÄ&#x;raf: Cergei Cilcov 54
55
TasarÄąm
Stüdyoda Başlayan Mimarlık İnsan ve toplum odaklı olması sebebiyle, içinde birden fazla parametreyi barındıran mimarlık mesleğinin omurgasını stüdyo kültürü oluşturuyor. “Üreten bir kişinin çalışma yeri” olarak tanımlanan stüdyo mekânı, günümüz mimarlık eğitiminde öğrencilerin deneyim kazandığı, yap-boz yaptığı öğrenme mekânı olarak yer buluyor. Bu nedenle stüdyoda öğrenilenler, benimsenenler meslek hayatımızda atacağımız adımları oldukça etkiliyor. Eğitim yaşamımızı, profesyonel yaşama dönüştürürken “üretme” eylemiyle ilk olarak stüdyoda tanışıyoruz. Belirli problemlere, belirli ölçütleri dikkate alarak çeşitli çözümler arıyoruz, fikrimiz kalemin ucunda günden güne gelişip sonuç ürüne dönüşüyor. Stüdyoda üretme eylemini etkileyen birden fazla faktör bulunuyor. Bu faktörler arasında iletişim kavramı oldukça önemli bir yer tutuyor. Öğrenci-öğrenci arasındaki iletişim güçlü olursa bu mekân; herkesin birbirine yardım ettiği, eleştiriler yardımıyla birlikte öğrendiği ve etkileşimi yüksek katılımcı bir zemine dönüşüyor.
Öğrenci-yürütücü arasındaki iletişimde ise yürütücünün daha mesafesiz bir iletişim kurması stüdyo ortamını, daha stressiz ve rahat aktarım yapılabilen bir hale getiriyor. Aslında mimari stüdyoların didaktik öğretimden ziyade bir deneyim ortamı oluşturması gerekiyor. “Şunu şöyle yap, buraya bunu ekleyip de getir.” demek yerine, daha çok yol gösterici bir rol üstlenen yürütücü sayesinde, öğrencilerin kendi çizgilerini oluşturup düşüncelerini özgürleştirecekleri alanlar açılacaktır. Mimarlık mesleği salt kendisiyle var olmayıp; sanat, sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi diğer birçok disiplinle de etkileşimde olan bir alan. Bu nedenle bakış açımızı geliştirecek kaynaklar sadece mimarlar olarak düşünülmemeli.
Yazı: Zeynep Sena Sancak
Fotoğraf: Hatidje Arif 58
FotoÄ&#x;raf: Hatidje Arif
59
Örneğin bir sosyolog ya da psikolog da bizlere yeni kapılar açabilir. Bu bağlamda akademisyenlerin sadece proje odaklı iletişim kurmak yerine, proje dışındaki iletişim araçlarını da kullanmaları gerekiyor. Ancak bu şekilde kavram sorgulama ve esnek düşünme gibi becerileri kazanabiliriz. Mimarlık eğitimini, stüdyo hariç diğer dersler üzerinden de değerlendirirsek; maalesef ki eğitim hayatı ile profesyonel hayatın birbirine paralel gitmediğini hatta birbirini tamamlamadığını görüyoruz. Alınan onca ders sadece dönemi bitirmek için kullanılan bir araçtan öteye geçemiyor. Profesyonel yaşamda oldukça önemli bir yeri olan disiplinler arası çalışmalara yeteri kadar önem verilmiyor.
Bu durumun oluşmasında, pratiğin oldukça sınırlı bir çerçevede kaldığı, yapılan işin sorgulanmadığı, rantın projeden daha önemli görülüğü, sadece iş yetiştirme kaygısı güdülerek bilinçsizce oluşturulan yapıların da büyük katkısı var. Görüyoruz ki ne akademi piyasanın gerçekliğine inebiliyor, ne de piyasa akademinin dinamik yapısına uyum sağlayabiliyor. Okul yaşamından sonra kafasında bir sürü soru işareti olan, yolunu nasıl çizeceğini bilemeyen, mimarlığı sadece proje çizmek zanneden yeni mezun mimarlarla karşılaşıyoruz. Aslında bu mesleğin bambaşka bakış açılarının olduğunu ve birçok farklı kapıyı açabileceğini bilmek, mesleğe karşı olan sevgiyi ve bağlılığı arttıracağı gibi, bireye artı özgüven de sağlayacaktır. Günümüzde, kaygıları ve ölçütleri belli olmayan bir sürü mimarlık fakültesinden, “Zaten mimarlar çok para kazanıyor.” düşüncesiyle mesleği tercih eden mezun sayısı günden güne artıyor. Bunun sonucunda kaçınılmaz son olarak arz talebi geçiyor. Maalesef mesleğin gidişatının ne olduğunu kestiremiyoruz ve bizi sancılı dönemler bekliyor. Fotoğraf: Hatidje Arif 60
FotoÄ&#x;raf: Hatidje Arif 61
Görüş
Yazı: Almıla Tuğçe Divarci
Hasan Mirza
Ressam
“Sadece bizim toplumumuz için değil bütün insanlık tarihi için sanatın ve sanatçının yeri çok önemli. Bir toplumun sanatına ve sanatçısına bakarak o toplumun nerede durduğunu kolaylıkla anlayabileceğimizi düşünüyorum.” Bu sözler ressam Hasan Mirza’ya ait. Mirza 1967 yılında Manyas’ın bir köyünde dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve lise yıllarını Manyas’ta geçirdi. 1987 yılında ise Bursa Uludağ Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Resim Bölümüne girdi. 1991 yılında eğitimini tamamladı ve aynı yıl ilk kişisel sergisini açtı. O günden bugüne de sanatsal faaliyetleri kendi özel atölyesinde devam etmekte. Aynı zamanda devlete bağlı bir kurumda resim öğretmeni olarak görev yapan Mirza, eğitimci kimliğiyle de sanatını insanlara aktarmaya devam ediyor. Sanatçılarla alakalı en çok merak edilen şeylerden biri sanıyorum ki bu işe nasıl başlandığı. Şahsi fikrim, bunun içgüdüsel bir dürtüyle olduğu yönünde. Etkilendiğim ve sonrasında hayatına dair araştırmalar yaptığım hemen her sanatçının, çocukluğundan beri bir şekilde sanata ilgi duyduğunu görüyorum.
Bulutlarla Gel / 110x85cm, TÜYB 64
Benzer bir şekilde Mirza da kendi sanatını keşfedişini “Bu tip eğilimler insanın kişiliğiyle ve karakteriyle ilgili olsa gerek diye düşünüyorum. Bu içgüdü, bu istek bende oldum olası vardı. Çocukluğumdan beri taşıdığım bir şeydi resme olan sevdam. İlkokul yıllarında da ben ressam olacağım diyordum. Bütün eğitim sürecim de hep o doğrultuda çabalamayla geçti.” şeklinde açıklıyor. Genellikle manzara resimleri yapan Mirza eserlerinde var olan figürleri bir imge olarak, bir leke olarak, bir ifadeyi tamamlamak için, bir hikâyeyi anlatmak için kullanıyor. Bundan dolayı kendisini figür ressamı olarak değerlendirmek doğru olmaz. Manzaralarında sıklıkla dağlı kompozisyonlara yer veren sanatçı bu yatkınlığını Kafkas göçmeni olmasıyla ilişkilendiriyor. Sanatçının eserlerinde Çin manzara resminin etkileri sıkça görülüyor. Kendi sanat çizgisini yaklaşık beş bin yıllık bir geçmişi olan Çin Sansui Ekolü’ne yakın gören Mirza, Türk kültürünün geçmişte Çin kültüründen çokça etkilendiğini ve sanatının bu noktadan beslendiğini belirtiyor. Sanatta yerelden evrensele doğru gidilmesi gerektiğini düşünen Mirza “Sanatın evrensel olduğuna inanıyorum; sanat konuşmak gibidir. Konuşmak da evrensel bir eylemdir fakat herkes kendi lisanınca konuşur. Sanat da böyle olmalıdır düşüncesindeyim.” diyor.
Su Perileri / 70x140cm, TÜYB
65
Ben Yürürüm Dağlar Yürür / 70x70cm, TÜYB
Sanatı konuşmakla bağdaştırınca ister istemez şöyle düşünüyorum: Konuşmayı çevremizden duyduğumuz sesleri çıkarmaya çalışarak öğreniyoruz. Bu süreç adım adım devam ediyor ve gittikçe daha iyi konuşuyoruz. Sanatta da ilerlerken kendinden öncekilere bakmak, onların geçtiği yollardan geçip yavaş yavaş kendi çizgimizi bulmak en doğrusu değil midir? En başından ben oldum demek bu bağlamda yanlış olmaz mı? Sanatta öğrenmenin asla bitmeyen bir süreç olduğunu düşünen Mirza sözlerini şöyle sürdürüyor:
Yüzyıllardır biriken bir tecrübe var ortada ve bu işin keşfi sonsuz değil. Bizden öncekiler bir sürü şeyi keşfetmişler. Bana kalırsa sanat girift bir şey. Her sanatçı kendinden öncekilerin bilgi, beceri ve tecrübelerinden yararlanır. Mirza kendi öğrencilik sürecinde en çok incelediği sanatçıların Hristiyan ikonografisini resimleyen Maniyerist dönem ustaları olduğunu söylüyor. Aynı şekilde Gustav Klimt’in de kendisini çok etkilediğini belirtiyor. Süreç içerisinde manzaraya daha eğilimli sanatçıları olan Barbizon Ekolü ressamlarını ve onları takip eden Fransız Empresyonistlerin bazılarını yakından inceleyen ve örnek alan Mirza hala daha incelemeye devam ettiğini söylüyor. Son olarak ise Alman ressam Caspar David Friedrich’ten bahseden sanatçı, şu an yaptığı resimlerle Friedrich’in resimleri arasında benzerlikler bulunabileceğini söylüyor.
Her ne kadar okullardan diplomalarımız olsa da bizim sanat eğitimimiz genelde usta çırak ilişkisi üzerinden başlayıp devam ediyor. Başka ressamların işlerine bakmayan ressam olduğunu düşünmüyorum. Zaten bana bakılmaması anormal geliyor.
66
Mirza’nın resimlerine baktığımda kendine özgü çizgileri karşısında donup kalıyorum. Oluşturduğu manzaralarda hem dalgalı denizler, gürül gürül akan sular görüyorum hem de bütün o dinamik hareketlerin içerisinde küçük bir an da olsa durmamı sağlayan bir hisle sarmalanıyorum. Bu karşıt hisler içerisinde aklımda “Bir resim gerçekten ne zaman biter?” sorusu dolaşmaya başlıyor. Soruma aldığım cevap oldukça tatmin edici oluyor: Bir resmi hayal edip direkt olarak yapmaya başlamıyorum. Her resim için ön çalışma zamanım oluyor. Poşad çalışmaları deriz biz buna. Bu çalışmalar belli bir olgunluğa gelinceye kadar devam ediyorum. Sonrasında tuvalin karşına geçip çalışmaya başlıyorum. Bittiğini nasıl mı anlıyorum? Aslında resim hiçbir zaman bitmiyor. Çünkü duygular da resmi etkileyen şeyler olduğundan, başladığım anki duyguyla on gün sonraki duygu aynı olmayabiliyor. Dolayısıyla bir noktada bitsin artık diye karar vermek durumunda kalıyorum. Bu bitsin kararı teknik açıdan verilmiş bir karar oluyor. Boya doygunluğu, tanımlamalar gibi. Bence bitmiş resmin üstüne tekrar devam edebilirsin. Çünkü sürekli yenilenen bir süreç içerisindesin. Bütün bu öğrenme, inceleme ve sonucunda özgün bir çizgi oluşturma sürecinde sanatçıların bol bol telaffuz ettiği “ilham” kelimesi beliriyor zihnimde. Bana her zaman doğaüstü gibi gelen bu kelimeyi sormadan edemiyorum. “İham denilen şey var mıdır bilmiyorum ama varsa da bir sanatçıda bu duygu her zaman taze olmalıdır.” diyor Mirza. Çalışan her insan gibi yorulduğu ve bıktığı zamanlar olduğunu söyleyen sanatçı, her şeye rağmen işini severek yaptığı için keyif almaya ve işini yapmaya devam ettiğini söylüyor.
14 adet kişisel sergi açan ve pek çok karma sergiye katılan Mirza, sanat piyasası içinde hatırı sayılır bir yere sahip. Ressamlıktan ve özel atölyesinden maddi olarak da bir tatmin bekleyen Mirza, “Sizce ülkemizde sanata ne kadar ilgi gösteriliyor?” şeklindeki soruma manidar bir cevap veriyor: Şu sıralar atölyemin karşında bir otel inşası var. Geçen gün gittim projenin iç mimarı ile tanıştım. Burada bir atölyem olduğunu söyledim, hatta çaya davet ettim. İç mekânda resim anlamında ne kullanacaklarını sordum. Ucuz olduğu için baskı resimler tercih edeceklerini öğrendim. Bu örnek bağlamında bir şeyler söylemek istiyorum. Resim ve heykel mimari ile birlikte var. Duvar olmadan resim olmuyor. Mekân varsa heykel var. Bizim mimarlarımız acaba müşterilerine ne kadar bizim alanımıza yönlendiriyorlar? Üzülerek söylüyorum ki yönlendirmiyorlar. Bu soruyu ressamlardan önce mimarlara sormak lazım diye düşünüyorum. Çünkü sanat, mekân ile birlikte var oluyor. Aynı zamanda eğitimci olan sanatçı belli bir yaş aralığında sanat eğitiminin matematikten, fenden daha önemli olduğunu söyleyen Mirza sözlerini şu şekilde tamamlıyor. “Sanat dünyanın en önemli şeylerinden biridir. Sanatı tanımlarken diyoruz ki; sanat insanın doğaya biçim verme çabasıdır. Yani insanın doğaya müdahalesi ile birlikte sanat başlamıştır. Hayatımızın her evresinde var olan bir şeyin ötelenmesini herhalde az gelişmiş, eğitimsiz ülkeler dışında başka bir yerde göremeyiz. Bizde sanat eğitimine çok önem verilmiyor. Oysa çocuğun kendini en iyi ifade etme becerisini kazanacağı bir alan ortadan kaldırılıyor. Robot gibi çoktan seçmeli testler üzerinden yarışan çocuklar yetiştiriliyor. Korkarım ki ruhsuz bir topluma doğru gidiyoruz.”
67
Adsız / 25x25cm, TÜYB
Şarlayarak Devrilir Gök / 60x60cm, TÜYB
68
Ayın Altında Veda / 130x100cm, TÜYB
69
Artist
72
Turuncu
Stockholm
Evrende var olan her şeyin bir rengi vardır ve biz fark etmeden yüzyıllar boyu bu renklere gizli anlamlar yüklemişizdir. Bu anlamların farkına varabilmek için hayal gücümüzü kullanıp siyah beyaz bir Dünya’da yaşadığımızı düşünebiliriz. İşte belki o zaman renklerin hayatımızdaki yerlerini daha iyi idrak edebiliriz.
Yazı: Eslem Saraçoğlu Fotoğraf: Eslem Saraçoğlu
73
Bazen Dünya’daki bütün insanlar aynıymış gibi gelir, hepimizin de ortak ihtiyaçları, benzer beklentileri vardır. Yemek yeriz, su içeriz, düşünürüz, hayal kurarız, büyürüz… Aslında hep aynı süreçlerden geçeriz. Hatta küreselleşmeyle hep aynı şeyleri yer, hep aynı şeyleri giyer olmuşuz. Ama öyle bir faktör var ki ne yaparsak yapalım değiştiremiyoruz, sadece teknoloji ile etkisini azaltabiliyoruz. O faktör coğrafya. Hepimiz insan olsak da, Ekvator’da yaşayan bir insanla kutuplarda yaşayan bir insanın aynı olduğunu söyleyemeyiz. Doğduğumuz coğrafyanın iklimsel özelliklerine göre hayatımız şekillenir. Sadece Türkiye’ye bakarak bile bu farkı anlayabiliriz. Adana’da doğup büyüyen insanın yaz sıcaklarında soğuk kalabilmek için verdiği uğraş ile kış soğuğunda sıcak kalmaya çalışan Erzurum halkı iki zıt iklim ile yaşamayı öğrenmiş. Bir yerin ferahlatan buzlu tatlısı meşhur olurken diğer yerin sımsıcak çorbası olmazsa olmaz olmuş. 14. yüzyıl düşünürlerinden İbn-i Haldun “Coğrafya kaderdir,” derken tüm bunların farkına varmış olmalı. Petrol, değerli madenler, su, güneş enerjisi, verimli topraklar, hayvancılık bunlar bizim kontrolümüz dışında coğrafyanın bize kazandırdığı zenginliklerdir. Yani coğrafya sizin ne yapmanıza imkan sağlıyorsa siz onu yapabiliyorsunuz. Her şeyi etkileyen coğrafya mimaride de etkisini gösteriyor tabii ki. Ülkemiz dört mevsimi de yaşayan bir ülke. Her bölgede farklı ev tiplerini görebiliyoruz. Peki neredeyse hiç güneş görmeyen bir yerde doğduğunuzu düşünsenize?
74
Ben güneşin az olduğu bir coğrafyaya gidene kadar bunun ne kadar farklı bir durum olduğunu bilmiyordum. Hayatımda neler eksik olurmuş anlamış oldum. Gelin hep beraber turuncuya hasret şehir Stockholm’ü tanıyalım. İskandinav ülkelerinden biri olan İsveç, orta çağdan beri bağımsız ve tek bir ülke olarak kalabilmiş ve günümüzde refah seviyesi en yüksek olan ülkeler arasında yerini almayı başarmış. Ülkenin başkenti Stockholm, 14 adadan oluşan her tarafı sularla dolu bir şehir. Stockholm, ülkenin diğer şehirlerine göre daha güneyde yer aldığı için okyanus ikliminin etkisi görülüyor. Buna rağmen yazları en fazla 2022 dereceyi gören şehirde güneşin etkisi oldukça az. İnsanlar genelde çok açık tenli ve sarı saçlılar. Renkli giyinmeyi seviyorlar ve özellikle gün batımı tonlarını kullanıyorlar. Aynı zamanda bu tonları sadece kıyafetlerinde değil şehrin mimarisinde de kullanıyorlar. 14 adadan birisi olan Gamla Stan’da bulunan Stortorget Meydanı, 13. yy’dan günümüze kadar Avrupa üzerinde en iyi korunmuş meydanlardan birisi. Meydanda yer alan Nobel Müzesi ise bugünlerde oldukça revaçta. Alfred Nobel adına kurulan bir dernek 1901 yılından beri kişiler veya kuruluşlara fizik, kimya, edebiyat, barış gibi alanlarda ödüller vermeye devam ediyor.
Fotoğraf: Eslem Saraçoğlu 75
Fotoğraf: Eslem Saraçoğlu
Bu müzedeyse ödüllerin verildiği kişiler veya kuruluşları ayrıntılı bir şekilde keşfedebiliyorsunuz. Kısacası bir çeşit keşifler müzesi diyebiliriz. Tarihi adada yer alan Kraliyet Sarayı ve Stockholm Katedrali de en az Nobel Müzesi kadar dikkat çeken turistik noktalar haline gelmiş durumda. Her Avrupa ülkesinde bulunan eski şehirler, müzeler, katedraller ve kraliyet saraylarının Stockholm’de daha da özel olmasının neden ise neredeyse hepsinin turuncu renkte olması. Metroda bulunan / metronun Gamla Stan durağında indiğiniz andan itibaren turuncu ve sarının neredeyse bütün tonları sokaklarda sizi karşılıyor. Bu eski şehir sanki yeryüzüne inmiş bir güneş gibi.
Hani herkesin bildiği o kasvetli havalar vardır ya, yağmurlu günlerde etrafta bir grilik olur, işte Gamla Stan’da o grilik hiç hissedilmiyor. Ben Gamla Stan’a gittiğimde akşamüstü saatleriydi ve sokakları gezerken yağmur yağmaya başlamıştı. Hatta o an video çekiyordum ve yağmurun yağdığına inanmam çok uzun sürmüşt. Etrafa bakıyorsunuz çok aydınlık ve sarı, bildiğiniz yağmurlu günlere hiç mi hiç benzemiyor. Kendimi bu atmosferden alamadım ve yağmurun altında turuncu sokakları hiç durmadan keşfetmeye devam ettim. Tüm bunların sonundaysa insanların neden sarı giyinip her yeri sarıya boyadıklarını anlamış oldum. Belki güneşli gün sayımız çok olduğundan sarının, turuncunun güzelliğini ve önemini göremiyoruz. Kış mevsimini çok seven birisi olsam da, hayatınızdan güneşiniz hiç eksik olmasın. Fotoğraf: Eslem Saraçoğlu 76
Fotoğraf: Eslem Saraçoğlu
Fotoğraf: Eslem Saraçoğlu 77
Okja
Fil’m Hafızası Ekibinden Büşra Soylu ve Efsane Karayılanoğlu Toka ile
Üniversite zamanlarımda, et ve süt endüstrisinin nasıl işlediğini öğrenmek istemiştim. İzlediğim belgesellerin birinde bir tavuğun A4 kâğıdı büyüklüğünde alanlarda yetiştirildiğini ve bunun gibi birçok gerçeğe şahit olmuştum. Okja filmini de bu dönemlerde duymuştum. Film, hem yiyecek endüstrisini hem de günümüzdeki tüketim çılgınlığını yansıttığı için önemini korumaktadır.
Film temalarını seçerken toplumsal konuları ele alan ve bu sene Parazit filmi ile Oscar kazanan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, evrensel sorunları günümüz üzerinden çok iyi eleştirebilmektedir. Parazit’in en iyi film olmasındaki en önemli nokta, gelir dağılımındaki adaletsizliği günümüzü yansıtarak anlatmasıdır. Bir sahne üzerinden örnek vermek gerekirse; önceden herkesin evinde televizyonlar olmazdı ve bunu filmlerde de görürdük. Parazit’te ise Park ailesinin İnternet sıkıntısı çektiğini ve Wi-Fi bulmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu bağlamda, 2010’lu yıllar için belge niteliği taşıyan bir film olma özelliğini taşıyor. Sinemanın anlatım gücü, yönetmenin anlatım biçimine göre kurgulanarak toplumda farkındalık oluşturabilir. Sinema yoluyla yapılan eleştiri “onun yerinde ben de olabilirdim” düşüncesiyle empati kurarak kim bilir belki toplumda iyileştirmeler bile sağlayabilir. Bong Joon-ho’nun da topluma dair anlatmak istediği birçok hikâyesi var ve bu hikâyeleri beyazperdeye yansıtırken bizleri düşünmeye sevk edebilen önemli bir yönetmendir. Okja da Hollywood yapımlarının klasikleşmiş olay örgülerinden sonra sinemada yeni bir nefes oldu. Akıllıca detaylandırılmış sahneleriyle bir sonraki adımı tahmin edemeyeceğimiz bir seyir sağladı. Film oyuncularından Jake Gyllenhaal, Tilda Swinton, Paul Dano gibi isimlerin canlandırdığı karakterlerin karikatürize edildiğine şahit olduk. Artık normal karakterler insanların ilgisini çekmiyor. Daha farklı daha meydan okuyan
karakterler gerekiyor. Bu bağlamda senaristler, hikâyelerde antagonistleri yaratırken bile safi kötü yapmak yerine onlara insancıl bir taraf ya da ilişkilendirilebilir bir motivasyon ekliyor, izleyiciye daha keyifli bir izlence sunuyor. Okja’da da Bong Joon-ho’nun yarattığı karakterlerin, toplumdan seçilmiş bireylerin abartılı yorumları olduğu görülüyor. Yönetmenin, vermek istediği mesajı daha açık hale getirmek için bu karakterleri hikâyede tek bir yönüyle patlattığını düşünüyorum. Abartılı hareketleri ve şaşırtıcı diyalogları ile ekrana yansıyan karakterler dolayısıyla daha yüzeysel görülüyor ve tek boyutlu olarak algılanıyor. Mesela çoğu zaman farklı rollere bürünen başarılı oyuncu Jake Gyllenhaal, bu filmde de karşımıza bambaşka biri olarak çıkıyor. Dr. Johnny Wilcox’ı tek düze ve bencil biri olarak görenler, son derece sinir bozucu olması nedeniyle de rahatsız olanlar, karakterin üzerinde fazla düşünülmemiş ve yeterince eğlendirici olmadığı kanaatinde. Hâlbuki hikâyenin başında özgüvenli bir televizyon yüzü olarak kendini tanıtan Dr. Wilcox, sonrasında birilerinin oyuncağı olan, gereken değeri kendi kendine bile veremeyen aciz birine dönüşüyor. Namı ve markası için belirli bir yolda yürümek zorunda olan Wilcox, tek başına kaldığında kendiyle yüzleşiyor. Yaptıkları ve hissettikleri birbiriyle çelişiyor. Yapacaklarından ve hatta yapmak zorunda olduklarından korkuyor. Yani en nihayetinde ekran önünde ve arkasında farklı maskeler takarak, günümüzdeki reklam yüzlerini yansıtan bir karakter olan doktorun hikâye boyunca farklı katmanları açığa çıkıyor. Yazı: Zelal Geçmez 78
79
Teknolojiyle birlikte her şeye daha hızlı erişebilen ve daha hızlı tüketen bir nesil var. Film izleme anlayışının bile değiştiği bir ortamda sinema filmlerinin de farklılaştığını görmek mümkün. Böyle bir tüketimin içinde artık tek bir türe bağlı kalınmıyor.
Yönetmen, gerek çekim açılarıyla gerekse karakterlere eklediği detaylarla onların özelliklerini bize yansıtıyor. Örneğin, Dr. Johnn Wilcox’un Okja ile yalnız başına kaldığı sahnenin bir kısmının yukarıdan çekilmiş olması, doktorun aciz ve değersiz bir nesneymiş gibi betimlenmek istenmesinden kaynaklanıyor. Tilda Swinton’ın oldukça başarılı bir şekilde canlandırdığı Lucy ve Nancy karakterlerinin birbirlerine zıt ikizlermiş gibi hikâyeye başlanması; fakat sonuçta özlerinin aynı olması bu kadınların başarılı bir senaristin elinden çıktığını gösteriyor. Biri göz boyayarak ve gerçekten iyi niyetli olduğunu düşünerek hayvan katliamına kapı aralarken, tam bir iş insanı olan diğeri empatiden uzak, ne olursa olsun şirkete ve kazanca zarar gelmesin düşüncesiyle aynı kapıyı ardına kadar açıyor.
Aldığı kararlar kötü sonuçlar doğursa bile iyi bir şey yaptığını düşünen kişilere de bir gönderme mahiyetinde izleniyor bu ikizler. Mija’nın öne çıkarılan noktası ise Okja ile olan çıkarsız, saf arkadaşlıkları oluyor. Bu ilişki filmin bel kemiğini oluştururken, ayakları yere basan ve biraz da asi bu küçük kızın karakterinde fazla derine inmeye gerek kalınmıyor. Yönetmen, kimine göre bir file kimine göre bir domuza benzetilen Okja’nın dış görünüşünü değil duygularını ön plana çıkarmaya çalışıyor. Bu nedenle Okja karakterini DNA’sı ile oynanan, düşünen ve hisseden, adeta insanlaştırılmış bir domuz olarak gösteriyor. Bunun asıl sebebi ise Okja yoluyla vermek istediği mesajı daha çarpıcı hale getirmek. Çünkü biz her ne kadar göremesek ya da görmek istemesek de hayvanların birtakım hisleri var ve onlar da acıyı hissediyor. Bu nedenle konuşamasa
80
bile Okja’nın yaşadığı acıları gözlerinden okumak mümkün oluyor. Okja’nın insansı özellikler taşımasını şu şekilde de yorumlayabiliriz. Bir tarafta Okja ve Mija var. Doğanın içinde ormanda yaşıyorlar, aralarında bir sevgi var ve arkadaş olmuşlar. Diğer taraftaysa New York’ta yaşayan, maddiyat ve kariyer için çabalayan bir aile şirketi var. İçerisinde bulunduğumuz koşulların da bizleri etkilediğini düşünürsek; filmde betonlaşmış bir şehirde her gün paradan bahsedilen bir ortamda duygusuz, karikatürize ve tek tip insanların olduğunu görüyoruz. Öte yandan sevgi içinde ve doğayla iç içe olunduğunda ise Okja gibi laboratuvarda üretilen bir canlının bile insanlardan daha duygulu olabildiğini film bizlere anlatıyor. Animelerden çıkma bir sahne ile başlayan film, bazen bir doğa filmi, bazen dram, bazen komedi ve yeri geldiğinde de aksiyon filmi niteliği taşıyabilmekte. Tür olarak hibrid olmasından dolayı filmin daha fazla izleyiciye ulaşabildiğini düşünüyorum. Karmaşıklığın içinde bir düzen yaratan yönetmen, çok katmanlı yapısıyla piyasadaki tekdüze filmlerin aksine her şeyi anlatabildiği ve izleyiciyi duygudan duyguya sürükleyebildiği bir yapımla karşımıza çıkıyor. Günümüzdeki çoğu filmde tür diye bir kısıtlamanın kalmadığını görüyoruz. Teknolojiyle birlikte her şeye daha hızlı erişebilen ve daha hızlı tüketen bir nesil var. Film izleme anlayışının bile değiştiği bir ortamda sinema filmlerinin de farklılaştığını görmek mümkün. Böyle bir tüketimin içinde artık tek bir türe bağlı kalınmıyor.
81
Filmin geneline baktığımızda her ne kadar ana tema Okja olsa da toplumun birçok sorununa gönderme yapılıyor. Bunlardan oldukça küçük ama çarpıcı olan biri Okja’nın çıkardığı karmaşada can havliyle kaçmakta olan bir kadının elindeki kamerayla Okja’yı görüntülemesi ve buna bir temel ihtiyaçmış gibi yaklaşmasıydı. Aslında bir sistem var ve kim gelirse gelsin niyeti ne olursa olsun bu sistem hiç değişmiyor. Filmde bulunan son sahnede de bu açıkça yansıtılıyor aslında. Yaşanan onca olaya rağmen filmin sonunda şirketin nasıl toplanacağını soran birine ucuza satarsak alırlar mesajı veriliyor. Et tüketiminin önüne geçilemese bile bu azaltılabilir. Yapılması gereken de üretim şartlarını hem üreticiler hem de hayvanlar için iyileştirmektir. Bir yanda tüketiciler daha özverili davranır diğer yanda da hayvanlara eziyet etmeden, daha insancıl ortamlarda, az üretim ama fazla verimle çalışılırsa bazı şeyler değişmeye başlayabilir. Aslında günlük yaşantımızdaki eylemlerimize baktığımızda da bunu görmek mümkün. Örneğin çocuklarımızı önce Tavuklar Firarda’ya götürüyoruz. O tavuğun kaçması için tezahüratta bulanan çocuğumuzu daha sonrasında burger yemeye götürüyoruz. Mesele vegan ya da vejetaryen olmak değil. Çünkü kapital sistem, bu beslenme biçimlerini de döngüye entegre edebiliyor. Yapmamız gereken şey, yeterli ve dengeli beslenmeyi öğrenmektir. 82
Filmin sonunda yalnızca Okja’nın kurtulmasının sebebi ise; bir kişinin sadece bir yaşamı kurtarabileceği ya da elinin yettiği birkaç yaşamı kurtarabileceğinden dolayıdır ama bir haksızlığın önünde durmak istiyorsanız bütün toplumu bilinçlendirmeniz gerekir. Bu da örgütlenme bilinciyle başlar.
83
Keşif