Ayda bir ayvalik 30 web

Page 1

Bülent Ecevit Ayvalık'ta Prenses Naciye Doğan Girit Leblebisi Hikmet Esen Özleyiş Mavice

Nedim Günsür Zeytini Çizenler Fırat Lokantası Zeytinyağı ve Sabun Fabrikaları

AYVALIK KIŞ MEVSİMİNDE DE GÜZEL


HABERLER Ayvalık Belediyesi Fen İşleri ve Park-Bahçeler müdürlükleri kentin dört bir köşesinde görev başında...

TEMİZLEME, ISLAH, KANAL AÇMA, ONARIM, YOL YAPIM, SAĞLIKLAŞTIRMA, ÇEVRE DÜZENLEME VE YENİ PARK ALANI ÇALIŞMALARI BÜTÜN HIZIYLA DEVAM EDİYOR LAKA DERESİ Daha önce derinleştirilen, temizlenen ve istinat duvarı döşenen Laka deresinde bu kez yağmur suyu kanalı açılıyor.

SANCAK-TÜL VE ÇEVRESİ Ekipler, selden en büyük zararı gören yerlerin başında gelen Sancak Tül Villaları ve çevresinde, aynı olumsuzlukların bir daha yaşanmaması için çalışıyor.

SEFAKÖY VİLLALARI VE VOLKAN SİTESİ ÇEVRESİ Sel sularının verdiği zararı ortadan kaldırmak amacıyla Sefaköy Villaları ve Volkan Sitesi çevresinde kanal açılıyor.

NİKİTA DERESİ Ayvalık Belediyesi’nin eş zamanlı ıslah çalışmalarından biri de, yine Fen İşleri Müdürlüğü ekipleri tarafından Akkuşlar Dinlenme Tesisleri ve Komili Fabrikası çevresinde devam ediyor. Nikita deresi bir yandan derinleştiriliyor, bir yandan kanal açılıyor.

MENFEZ TEMİZLİĞİ Ayvalık Belediyesi ve BASKİ işbirliğiyle Cumhuriyet Meydanı’ndan başlanan menfez temizleme faaliyetleri Fen Müdürlüğü’nün özel ekipleri tarafından sürdürülüyor. Bu arada Hamdibey Mahallesi ve kent merkezi arasında yer alan ve çöken menfezdeki çalışmalar bir gün gibi kısa sürede tamamlandı.

YOL SAĞLIKLAŞTIRMA Fen İşleri Müdürlüğü tarafından uzun süren yağışlar nedeniyle zorunlu olarak ara verilen yol yapım, onarım ve sağlıklaştırma çalışmalarına Adliye, Kipa ve yeni otogar çevresinden başlanarak tekrar hız verildi. Bilindiği gibi, yeni otogardan geçen dere sel taşkınıyla birlikte ana yola yığıntı yapmaya başlamıştı.

YOL ONARIMLARI Olumsuz iklim koşulları nedeniyle ara vermek zorunda kaldığı taş döşeme çalışmalarına yeniden başlayan Fen İşleri Müdürlüğü ekipleri Hayrettin Paşa Mahallesi ile Çayır Sokak ve Fecir Sokak’ta faaliyete geçti. Yeni halı saha çevresinde de yol yapım ve taş döşeme işlemlerine

2


başlandı. Hayrettinpaşa Mahallesi'nde, Cunda Nuri Zarplı İlkokulu çevresinde granit taş, 16. ve 17. sokaklarda ise kilit parke yapımı devam ediyor. Şehir merkezindeki çalışmalar 4 ayrı ekiple yürütülüyor.

ÇOK AMAÇLI YAŞAM ALANLARI Ayvalık Belediyesi Park-Bahçeler Müdürlüğü, Ali Çetinkaya Mahallesi Son Durak yakınlarındaki Tapu Kadastro Evleri’nin bulunduğu yere çok amaçlı bir sosyal yaşam alanı kazandırma çalışmalarına başladı. Bu amaçla ekipler sahile ahşap oturma alanları, çocuk oyun parkları yapacak, fitness aletleri yerleştirecek. Öte yandan, Çamlık Meydanı’nda toplam alanı 3.000 metrekare olan, içinde botanik alanı, spor aletleri, yürüyüş parkuru, otopark bulunacak ve özel aydınlatma sistemleriyle 24 saat kullanıma açık kalacak Çamlık Parkı çalışmaları da hızla ilerliyor.

OYUN PARKLARI Park ve Bahçeler Müdürlüğü ekiplerinin Altınova’da başlattığı oyun parkları yapımı da sürüyor. Mahallenin sosyal yaşamını renklendirecek yeni parklarda sağlığa zararlı maddeler içermeyen malzeme kullanılıyor ve zeminler kauçuk kaplanıyor. Ekipler Altınova’daki çalışmalarını tamamladıktan sonra Sarımsaklı’ya geçecek ve hava şartları izin verirse buraya da bir ay içinde iki park kazandırılacak.

RAHMİ GENÇER: EŞ ZAMANLI PROJELERİMİZ FARKLI NOKTALARDA SÜRÜYOR

"H

er fırsatta Fen İşleri ile Park ve Bahçeler müdürlerimle birlikte sahaya çıkıyor ve çalışmaları yerinde izliyorum. Ayvalık bu yıl kısa süreli ama çok şiddetli bir yağış gördü. Birçok mahallemiz olumsuz etkilendi, bu mahallelerde yaşayanlar mağdur oldu. Yağışlar nedeniyle yolların birçoğu hasara uğradı. Bu nedenle ekiplerimiz farklı noktalarda aralıksız ve özveriyle çalışıyor. Yağmur suyu kanalları temizliğine ara vermeden devam ediyoruz. Eksik olan kanallarımızı tespit ettik. Önümüzdeki yaz aylarında yağmur suyu kanalı yapımı ve yol yapım çalışmalarına ağırlık vereceğiz. Cumhuriyet Meydanı’ndan başlayarak kentteki tüm kanallarda bu çalışmaları uygulayacağız. Bize destek olan BASKİ ekibine de teşekkür ediyorum. Bu arada Aliçetinkaya, Fethiye, 150 Evler ve Çamlık’ta dört farklı noktada sosyal yaşam alanı oluşturma çalışmalarımız sürüyor. Bunların yapımını da yaza kadar tamamlamayı planlıyoruz."

3


Listede Ayvalık’ın yanı sıra Seferihisar, Ovacık, Sinop ve Gaziantep var

AYVALIK, TÜRKİYE’NİN EN YAŞANABİLİR BEŞ KENTİNDEN BİRİ OLARAK GÖSTERİLDİ

UNESCO

Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri temsilciliğine atanan Dr. Ayşe Ege Yıldırım, ülkemizdeki en yaşanabilir yerlerin Ayvalık, Seferihisar, Ovacık, Sinop ve Gaziantep olduğunu açıkladı. Hürriyet gazetesinin haberine göre, Şehir plancısı ve kentsel koruma projeleri uzmanı Dr. Ayşe Ege Yıldırım, hem şehirlerin hem de insan yerleşimlerinin kapsayıcı, güvenli, dayanıklı ve sürdürülebilir kılınmasını hedefleyen ‘Dünyamızı Değiştirmek’ başlıklı proje çerçevesinde iki yıl görev yapacak. Bu süre içinde ICOMOS’un sürdürülebilir kalkınma konusundaki etkinliklerini düzenleyecek, çalışmaları teşvik edecek.

Türkiye’nin 100 yılı aşkın bir koruma geleneği olduğunu ve pek çok eserle sit alanının bu sayede korunabildiğini belirten Yıldırım’a göre, kurallar çok yasaklayıcı ve katı. Ayrıca onarıma yardımcı olabilecek kredi ve hibeler verilemediği gibi kurullar çok yavaş karar alıyor. Sorun kurulların kaldırılmasıyla değil, kapasitelerinin yükseltilmesiyle çözülebilir.

ULUSLARARASI VE HÜKÜMETLER DIŞI BİR ORGANİZASYON OLAN ICOMOS ‘UN AMAÇLARI -Dünyadaki koruma uzmanlarını bir araya getirerek, bir mesleki diyalog ve fikir alışverişi forumu oluşturmak, -Koruma ilke, teknik ve siyasetleri üzerine bilgi toplamak, değerlendirmek ve yaymak, -Koruma alanında uzmanlaşmış belgeleme merkezlerinin kurulması için ulusal ve uluslararası otoritelerle işbirliği yapmak, -Mimarlık mirasının korunmasını ve geliştirilmesini amaçlayan uluslararası sözleşmelerin kabulü ve yürürlüğe sokulması için çalışmak, -Tüm dünyada koruma uzmanları için eğitim programlarının düzenlenmesine katkıda bulunmak, -Yüksek düzeyde meslek insanlarının ve uzmanların bilgi ve birikimini, uluslararası topluluğun hizmetine sunmak.

Kitesurf ve windsurf için zengin olanaklar sunuyor ve dalış sporları için çok uygun

A

AYVALIK BOOT DÜSSELDORF FUARI’NDA TANITILDI

lanında dünyanın en büyük etkinliği olan Boat Düsseldorf, geçtiğimiz Ocak ayında 48’inci kez düzenlendi. Yat ve tüm su sporları endüstrisindeki en son gelişmelerin sergilendiği fuardaki Türkiye standında Ayvalık da tanıtıldı. Stand Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlandı.

Ayvalık Belediyesi ve AYTUGEB işbirliğiyle gerçekleşen etkinlikte bu yıl, Ayvalık’ın kitesurf ve windsurf için sunduğu zenginlikler ve dalış sporlarına olan uygunluğu vurgulandı. Ayvalık standını ilk gün ziyaret edenlerin arasında Almanya’nın en büyük dalış okullarından Barakuda da yer aldı. Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Ayvalık’ın fuarlara katılım tercihleri hakkında şöyle dedi: “İç turizmde Ayvalık’ın misyonunu tamamladığını düşünüyoruz. Bundan böyle hedefimiz Avrupa’daki fuarlar... Çünkü, yurt içi fuarları hem dört-beş kat daha pahalı hem de eski cazibeleri yok. Ayvalık’ımız nitelikli turizm anlamında şu an bu değişim sürecine hazır. Örneğin, su sporlarında Ayvalık en uygun merkezler arasında yer alıyor ve bizim bildiğimiz bu gerçeği herkesin bilmesini istiyoruz.”

4

Ümit Özgültekin ve Düsseldorf Başkonsolosu Şule Gürel


Zeytin Çekirdekleri projesi bir kültür/sanat/birliktelik projesidir

A

ZEYTİN ÇEKİRDEKLERİ YILIN İLK KONSERİNDE İZLEYENLERİ COŞTURDU

yvalık Belediyesi’nin, yüzlerce çocuğa sanat eğitimi verilmesini hedefleyen ve Kaymakamlık ile Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından da desteklenen sosyal sorumluluk projesi Zeytin Çekirdekleri’nin konserlerine bir yenisi daha eklendi. 28 Ocak’ta Küçükköy Halil Başyazgan Kültür Merkezi’nde düzenlenen yeni yılın bu ilk konserini, Kaymakam Namık Kemal Nazlı, Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Milli Eğitim Müdürü Güner Bahadır, Belediye Başkan yardımcıları Gökay Bacan, Figen Güren, Ahmet Erkal, Meclis üyeleri, veliler ve çok sayıda sanatsever izledi.

Konserin başında kısa bir konuşma yapan Rahmi Gençer, Kaymakam Namık Kemal Nazlı’ya, Milli Eğitim Müdürü Güner Bahadır’a, emeği geçen tüm gönüllülere, destek veren kurumlara ve duyarlı vatandaşlara tek tek teşekkür etti. Gençer, “Zeytin Çekirdekleri projemiz üç yıla yakın bir zamandır devam eden kültür/sanat/ birliktelik projesidir. Çocukların okuldan arta kalan zamanlarını değerlendirmeleri adına başlatılan ve kararlılıkla sürdürülen müthiş bir projedir. Bu projede yer alan çocuklarımızın ailelerine de çok teşekkür ediyorum” dedi.

'Hayallerim Var Sesimde' konserinde önce Zeytin Çekirdekleri orkestrası sevilen valslerden örnekler verdi. Ardından Zeytin Çekirdekleri’nden oluşan Cromas Korosu farklı dillerde ve hepsi birbirinden neşeli şarkılarıyla salonu coşturdu. Yeni başlayan flüt öğrencilerinin beğeniyle izlenen küçük konserinden sonra herkesin sevdiği ‘Ayvalık’ şarkısı protokol üyelerinin ve salonu dolduran konukların katılımıyla seslendirildi. 5


Ayvalık’ın geleceğe bırakacağı en büyük miras zeytindir

EDREMİT KÖRFEZİ ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞI ÜRETİCİLERİ FEDERASYONU BAŞKAN GENÇER’İ ZİYARET ETTİ

D

ünya’nın önde gelen zeytin ve zeytinyağı merkezlerinden Ayvalık, Edremit, Havran, Gömeç ve Burhaniye’de kurulan Zeytin ve Zeytinyağı Üreticileri dernekleri kısa bir süre önce tek bir çatı altında toplandı ve Edremit Körfezi Zeytin ve Zeytinyağı Üreticileri Federasyonu’nu kurdu.

Federasyon Başkanı Yahya Ağacık zeytinyağının tanıtımı, korunması ve geliştirilmesi konusunda çalışmalar yapacaklarını, öncelikli hedeflerinin ülkede zeytinyağı tüketimini arttırmak ve ülke ekonomisine katkıda bulunmak olduğunu söyledi.

Zeytin ve Zeytinyağı Üreticileri Derneği’nin Başkanı Yahya Ağacık, Ayvalık Başkanı Aydın Şensal, Edremit Başkanı Tarkan Denizer, Havran Başkanı Hilmi Akdoğan ve Gömeç Başkanı Mehmet İrem Himam, Belediye Başkanı Rahmi Gençer’i makamında ziyaret etti. Tek bir çatı altında hareket etmeyi amaçladıklarını belirten

Belediye Başkanı Rahmi Gençer de zeytinyağıyla ilgili her türlü birlikteliğin ve faaliyetin Ayvalık’a güç katacağını vurguladı ve bu tür girişimlere maddimanevi destek vermeye hazır olduklarını söyledi. Gençer, “Zeytin bizimdir, sahip çıkmaya mecburuz. Ayvalık’ta yerel markaların öne çıkması ilk önce, bizi mutlu eder. Geçmişini zeytine borçlu olan Ayvalık’ın geleceğe bırakacağı en büyük miras yine zeytindir” dedi.

ŞAMPİYON VOLEYBOLCULAR BAŞARILARINI RAHMİ GENÇER’LE PAYLAŞTI

H

er yaş kategorisinde başarıdan başarıya koşan Ayvalıkgücü Belediyespor Voleybol takımı, kulüp yöneticileriyle birlikte Belediye Başkanı Rahmi Gençer’i ziyaret etti. Kulüp Şube Sorumlusu Saki Bacan, Antrenör Sedat Oğuz, Kaptan İrem Akçay, Elif Sevinç, Ezgi Uludağ, Sanem Şen, Doğa Oğuz, Nazlıcan Ender, Simge Çobanoğlu, Selcan Özışık, Pınar Karaman, Ecem Özbay, Ekinsu

6

Voleybolcularımızın ziyareti aynı zamanda önemli bir yıldönümüne denk geldi. Çünkü, 1919 yılında Amerikalılar tarafından Türkiye’ye getirilen voleybolda ilk bayan milli takımımız, bundan tam 60 yıl önce, 1957’de kurulmuş ve ilk milli maçını da 3 Mayıs 1957’de İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda Romanya ile oynamıştı. Takımımız gerek fizik gerekse tecrübe bakımından çok güçlü olan rakibine 3-0 yenilmişti.

Toprak ve Ilgın Demirhan’ın yer aldığı ziyaretten duyduğu mutluluğu dile getiren Rahmi Gençer, “Herkesi kutluyorum. Üst üste iki kez şampiyon olmanız, sizlerden beklentilerimizi daha da arttırdı. Sizin gibi önemli başarılara imza atan ablalarınıza da destek olmanızı bekliyorum. Kalbimizin her maçta sizinle olduğunu unutmayın” dedi.


KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... Ayla Lomcu, UNESCO Dünya Mirası ve Alan Yönetimi Birimi Sorumlusu/ Şehir Plancısı Yalın Tüzmen de izledi. Sunum sonunda jüri üyeleri görüşlerini öğrencilerle paylaştı.

RAHMİ GENÇER, YENİ MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ GÜNER BAHADIR’I ZİYARET ETTİ

ŞEHİT POLİS FETHİ SEKİN İÇİN LOKMA HAYRI DÜZENLENDİ

B

eden Eğitimi öğretmeni Murat Başaran, İzmir’de adliyeyi hedef alan terör saldırısını önlerken şehit olan kahraman polis Fethi Sekin’in ruhu için kendi imkânlarıyla bir lokma hayrı düzenledi. Cumhuriyet Meydanı’ndaki lokma hayrına, Kaymakam Namık Kemal Nazlı, Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Belediye Başkan Yardımcısı Gökay Bacan, Emniyet Müdürü Fikret Bakır ve Belediye Meclis üyeleri de katıldı. Murat Başaran’a teşekkür eden Rahmi Gençer, “Fethi Sekin büyük bir kahramandır. Terörle mücadele ederken birçok yiğit polisimiz gibi O da kahramanca şehit oldu. Şehit olurken, onlarca hayat kurtardı. Onu hiçbir zaman unutmayacağız” dedi.

ODTÜ ÖĞRENCİLERİ AYVALIK’TAKİ SOKAK SAĞLIKLAŞTIRMA ÇALIŞMALARI HAKKINDA SUNUM YAPTI

P

B

elediye Başkanı Rahmi Gençer, Başkan Yardımcısı Ahmet Erkal’la birlikte Ayvalık’ın yeni Milli Eğitim Müdürü Güner Bahadır’ı ziyaret ederek kendisine başarılar diledi. Gençer, Bahadır’ı

Kaymakamlık, Mili Eğitim Müdürlüğü ve Ayvalık Belediyesi’nin işbirliğiyle sürdürülen Zeytin Çekirdekleri projesi kapsamında gerçekleştirilecek konsere davet etti. İzleyen günlerde Güner Bahadır da Rahmi Gençer’e iade-i ziyarette bulundu.

İŞLETME RUHSATLARI DENETLENİYOR

rof. Dr. Neriman Şahin Güçhan yönetiminde Ayvalık’ta sokak sağlıklaştırma çalışmaları hakkında projeler hazırlayan ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Yüksek Lisans Programı öğrencileri, jüri üyelerine iki gün süren bir sunumla projelerini anlattı. Sunumu Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Plan ve Proje Müdürü Seçil Paksoy, Mimar

KARNELER VERİLDİ

A

yvalık’ta gelenek bozulmadı ve bu karne döneminde de Kaymakam Namık Kemal Nazlı, Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Garnizon Komutan Vekili Yarbay Fatih Özanalp ve Milli Eğitim Müdürü Güner Bahadır okullarda karne dağıttı. Rahmi Gençer öğrencilere seslenirken, “Hepiniz pırıl pırıl ışık saçıyorsunuz. Duyduğuma göre kendiniz gibi dersleriniz de çok iyiymiş. Sizden Ayvalık olarak çok şey bekliyoruz” dedi.

RAHMİ GENÇER KENT KONSEYİ ÇOCUK MECLİSİ’Nİ AĞIRLADI

A

yvalık Kent Konseyi bünyesinde ilk kez kurulan Çocuk Meclisi Belediye Başkanı Rahmi Gençer’i ziyaret etti. Ziyarete Konsey Başkanı Filiz Karayelli, Yönetim Kurulu üyeleri, Çocuk Meclisi Başkanı Cem Çobanoğlu, üyeler İrem Ay, Kerem Cem Kurtuluş, Arda Karademir ve Ayşenaz Erpula katıldı. Başkan Çobanoğlu, Gençer’e, okullarında güvenlik sorunu yaşandığını, meclis olarak çevre ilçeleri tanımak istediklerini ve çocuk haklarıyla ilgili resim yarışması yapmayı planladıklarını söyledi. Rahmi Gençer konuklarını tek tek kutladı ve Çocuk Meclisi’ne her türlü desteği vermeye hazır olduklarını belirtti.

A

yvalık Belediyesi Zabıta Müdürlüğü ekipleri iş yeri açma ve çalıştırma ruhsat denetleme işlemlerini düzenli olarak sürdürüyor. Tüm işletmelerin belli bir takvim içinde denetleneceğini belirten Zabıta Müdürü Hasan Narin, ruhsatı olmayan işletmelere bir hafta süre verildiğini ve buna uymayanlar hakkında yasal işlem başlatılacağını belirtti.

7


RAHMİ GENÇER ANKARA’DAKİ UĞUR MUMCU’YU ANMA TÖRENİNE KEMAL KILIÇDAROĞLU’YLA BİRLİKTE KATILDI

B

elediye Başkanı Rahmi Gençer, bir suikasta kurban gitmesinin 24. yılında Uğur Mumcu’nun Ankara Karlı Sokak’taki evinin önünde düzenlenen anma törenine, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla birlikte katıldı. Mumcu’nun evinde eşi Güldal Mumcu, oğlu Özgür Mumcu ve kızı Özge Mumcu Aybars ile bir süre görüşen Kılıçdaroğlu ve Gençer daha sonra evin karşısındaki ‘Faili Meçhuller Anıtı’na çelenk koydu. Törende milletvekilleri, çeşitli siyasi parti ve demokratik kitle örgütleri temsilcileriyle çok sayıda vatandaş hazır bulundu. Anma törenine katılan yüzlerce kişi Uğur Mumcu’nun katledildiği yere karanfiller bıraktı, mumlar yakıldı. Kemal Kılıçdaroğlu, her yıl olduğu gibi katledilişinin 24. yılında

da Uğur Mumcu’yu saygıyla andıklarını belirtti ve “Medya ve düşün dünyasının önemli bir ismiydi. Hâlâ bekliyoruz. Saldırının arkasında kimler vardı? Uğur Mumcu’yu kimler katletti? Aydınlanmadan, bilimden, insandan, haktan, hukuktan yanaydı. Böylesi önemli bir ismi kaybetmenin acısını her yıl birlikte yaşıyoruz” dedi.

Mumcu ailesine konukseverlikleri nedeniyle şükranlarını sunan Rahmi Gençer de yaptığı açıklamada, “Ayvalık’a gönül vermiş hemşehrilerimizden Uğur Mumcu bundan 24 yıl önce patlatılan bir bombayla öldürülmek ve aramızdan alınmak istendi. Ancak bunu başaramadılar. O ölmedi... Ne Ankara unuttu onu, ne Ayvalık, ne de Türkiye... Fikri varlığı önünde saygıyla eğiliyor, bir kez daha kendisini sevgiyle anıyorum” dedi.

Vatanseverliği vurgulandı, ileri görüşlülüğüne dikkat çekildi

MUMCU AYVALIK’TA DA ANILDI

U

ğur Mumcu, sivil toplum örgütleri tarafından Ali Çetinkaya Mahallesi Tapu Kadastro Sitesi’ndeki evinin önünde anıldı. Düzenlenen törene Belediye Başkan Yardımcısı Gökay Bacan, CHP İlçe Başkanı Ahmet Toker, siyasi parti ve STK temsilcilerinin yanı sıra sevenleri katıldı. Yapılan konuşmalarda Mumcu’nun vatanseverliği vurgulandı, ileri görüşlülüğüne dikkat çekildi. Törende konuşan Gökay Bacan, Uğur Mumcu’ya duyulan özlemi dile getirdi ve “Türkiye’de aydınlar zor yetişiyor, çok kolay yok ediliyor. Cumhuriyet’in ne büyük bir anlam ifade ettiğini bugün daha iyi anlıyoruz. Cumhuriyet’le kalın. Uğur Mumcu’yla kalın” dedi. Etkinlik, Mumcu’nun evinin önüne karanfiller bırakılmasıyla sona erdi. Aynı gün, Ayvalık Belediyesi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve CHP Ayvalık İlçe Örgütü tarafından İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde Mumcu’yu anma gecesi düzenlendi. Gecede Mumcu’nun yaşam boyu sürdürdüğü mücadelesi ve felsefesi, yazılarından örneklerle dile getirildi.

8

Belediyenin çalışmaları hakkında bilgi verdi

RAHMİ GENÇER, KEMAL KILIÇDAROĞLU İLE GÖRÜŞTÜ

O

cak ayının son günlerinde Ankara’ya giden Belediye başkanı Rahmi Gençer başkentte yoğun bir program gerçekleştirdi. Önce Uğur Mumcu’yu anma törenine katılan Gençer daha sonra ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Yüksek Lisans Programı öğrencilerinin Ayvalık için hazırladıkları sokak sağlıklaştırma projelerini dinledi ve değerlendirdi. Ankara programı çerçevesinde Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’ni de ziyaret eden Gençer burada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüştü ve kendisine Ayvalık Belediyesi’nin çalışmaları/projeleri hakkında ayrıntılı bilgi verdi.


YOLU AYVALIK'TAN GEÇENLER

BU FOTOĞRAF 30 YIL ÖNCE AYVALIK’TA ÇEKİLDİ

AYVALIK’A GELEN BÜLENT ECEVİT GÜNEŞİN BATTIĞI BİR SAATTE, EŞSİZ GÜZELLİKTEKİ BİR DOĞAYA BAKAN KUMSALDA BAĞDAŞ KURDU VE SORULARI CEVAPLANDIRDI

12

Eylül darbesi sonrasında Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan’la birlikte 10 yıl siyaset yapması engellenen Bülent Ecevit, Türkiye’nin yasakların kaldırılması referandumuna hazırlandığı günlerde, yani bundan tam 30 yıl önce, 1987 yılı Ağustos ayının sonlarında Ayvalık’a gelmiş ve Demokratik Sol Parti adına düzenlenen açık hava toplantısında bir konuşma yapmıştı.

Bülent Ecevit o gün, kendisinden önce kürsüye çıkan DSP Genel Başkanı Rahşan Ecevit’in ardından, kalabalık ama pek de heyecanlı görünmeyen bir topluluğa seslenmişti. Ecevit, Özal hükümetinin Osmanlı dönemini hatırlatırcasına borçlandığına dikkat çekmiş ve “Bunlar tarihten ders almıyor. Özal biraz tarih okusaydı, bunları yapmazdı. Başbakan sadece Red Kit okuyor. Elimde olsa bir kararname çıkartır ve Özal’ı görevden alırım!” demişti.

yaşayanların anlattığına göre, DSP’liler, SHP dövizinin görünmemesi için ellerinden gelen çabayı harcamıştı. Ecevit bu kısa süreli Ayvalık ziyaretinde, İzmir’e doğru yola çıkmadan önce, ilerleyen yıllarda Bakanlık, milletvekilliği ve belediye başkanlığı yapacak olan Milliyet gazetesi muhabiri Hakan Tartan’la konuşmuştu. Ertesi gün Milliyet gazetesinde geniş bir şekilde yer alan röportaj, Tartan’ın deyişiyle, “Güneşin battığı bir saatte Ayvalık sahillerinde ve doğanın eşsiz güzelliğinin karşısındaki bir kumsalda” gerçekleşmişti.

‘Yasaklı siyasetçi’ Bülent Ecevit’in Ayvalık Cumhuriyet Meydanı’ndaki konuşmasını izleyenler arasında yazlıklarında dinlenen yurttaşlar da vardı. Yasakların kalkmasını savunan Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin İlçe örgütü de oradaydı. ‘Demokrasi için evet’ yazılı büyük boy bez bir dövizin çevresinde Ecevit’i dinlemeye gelmişlerdi. O günleri

9


12 Eylül Anayasası ile getirilen siyasi yasaklara ilişkin referandum Bülent Ecevit’in Ayvalık ziyaretinden on gün sonra yapıldı.

O gün çekilen fotoğrafta da görüleceği gibi, Ecevit’in üzerinde yine -kendisiyle özdeşleşmiş- açık mavi renkli gömleği vardı. Sıcak kumların üzerinde bağdaş kurmuş, çevrelerinde halka oluşturan Ayvalıklı DSP’lilerle iletişim kurmayı da ihmal etmeden Tartan’ın sorularını cevaplandırmıştı. ASLINDA, AYVALIK’IN BU GÜZEL ORTAMINDA POLİTİKA KONUŞULMAZ, ŞİİR SÖYLENİR!

Ayvalık’a, Ödemiş’te yine DSP tarafından düzenlenen ‘Referanduma Evet’ mitinginden sonra gelen Bülent Ecevit, Hakan Tartan’la söyleşisine, Ayvalık’a olan hayranlığını dile getirerek, “Aslında bu güzel ortamda politika konuşulmaz, şiir söylenir!” diye başlamıştı. Ancak söz kaçınılmaz olarak günlük politikaya gelince; o günlerin en güncel konularından ‘solda birleşme’ üzerine değerlendirmeler yapmış, tüm partilere anayasayı ve seçim sistemini değiştirme çağrısında bulunmuştu. 10 ve 5 yıllık siyasal yasakların kalkıp kalkmaması konusundaki referandum, Bülent Ecevit’in Ayvalık ziyaretinden on gün sonra, 6 Eylül 1987’de yapıldı. Kıl payı bir farkla (Evet: %50.1, Hayır: %49.8) siyasal yasağı kaldırılan Bülent Ecevit DSP’nin başına geçti. Sonuçların açıklanmasıyla birlikte dönemin başbakanı Turgut Özal erken genel seçim kararı aldı. Seçim, aynı yıl 29 Kasım’da yapıldı. SHP 450 üyeli TBMM’de 99 sandalye kazanarak ana muhalefet partisi konumunu korudu. DSP ise %8.5 oranındaki oyuyla barajının altında kaldı ve TBMM’ye giremedi.

E

ECEVİT’LE ÖZDEŞLEŞEN MAVİ GÖMLEĞİN ÖYKÜSÜ…

cevit çiftinin siyasete başladığı ve ‘Karaoğlan rüzgârı’nın giderek güçlendiği günlerde ülkemizde seçim otobüsü diye bir şey yoktu. Bülent Ecevit, genellikle bir kamyon kasasının üzerine çıkıyor ve kalabalığa oradan sesleniyordu. Böyle zamanlarda eşi Rahşan Ecevit hep yanındaydı. Kamyonun arkasında duruyor, tepkileri gözlüyor, notlar alıyordu. Bülent Ecevit konuşurken herkes coşkuyla kamyona hücum ediyordu. Bu durum önlenemeyince, zaten ufak-tefek bir fiziğe sahip olan Ecevit onların arasında, Rahşan hanımın deyişiyle, adeta kayboluyordu. Mitingi izlemeye gelenler bu kargaşa içinde, “Hangisi Ecevit?” diye merakla birbirlerine soruyorlardı. Yine böyle ‘heyecanlı’ bir miting sırasında insanların, “Kamyonun üstündekilerin hangisi Ecevit?” diye sorduğunu gören Rahşan Hanım ‘gayri-ihtiyari’ bir şekilde, “İşte o mavi gömlekli!” deyiverdi. (Bülent Ecevit o gün mavi gömlek giymişti). Bunun işe yaradığı fark edilince, o günden sonra Bülent Ecevit hep mavi gömlek giymeye başladı. Ayrıca mavi renk gökyüzünü, gökyüzü özgürlüğü, özgürlük de barışı temsil eden güvercini simgeliyordu. Bu nedenle, ilerleyen günlerde hem mavi hem de güvercin figürü Demokratik Sol Parti’nin logosunda yer aldı.


BÜLENT ECEVİT DÜRÜSTLÜĞÜ VE SEVGİ DOLU KİŞİLİĞİYLE TÜRK SİYASİ YAŞAMINDA ÖNEMLİ İZLER BIRAKTI ve 1999 genel seçimlerinde iki kez 1995 İzmir’den milletvekili seçilen, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapan ve son olarak Konak

Belediye Başkanlığı görevinde bulunan Hakan Tartan, son kitabı ‘Dost Meclisi’nde gazeteci ve siyasetçi bakış açısıyla Türkiye’nin 1980-2003 yılları arasına mercek tutuyor. Tartan yaşamı aşk, sanat, savaş, iktidar, darbe ve krizlerle geçen Bülent Ecevit için, “Bir devlet adamıydı. Kendisiyle iki dönem vekil ve bakan olarak çalışmaktan onur duydum. Değer verdiğim, çok şey öğrendiğim bir büyüğümdü. Siyasi hayatımda beni çağırıp odasında bazı şeyleri bir öğretmen gibi öğretmiş, anlatmıştır!” diyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor: “Dış politikadaki engin bilgisi. Devleti yeniden yapılandırma çabaları. Ayrımcılık ve torpille mücadele. Mütevazı, halkçı kişiliği. Ödünsüz ulusalcılığı. Çalışma yaşamına katkıları, sendikacılığı güçlendirmesi ve geliştirmesi. Bilgisi, entelektüel yapısı. Duygusallığı. Ve elbette çalışkanlığı ve dürüstlüğü. Türkiye’nin son 50 yılını irdelerken, Ecevit’in yarattıklarını göz ardı etmemek gerek. Unutulmamalı ki; hep halkı için çalıştı. Hep zorluklarla ve darbelerle mücadele etti. Özel yaşamından feragat etti. Türk siyasi yaşamından bir Ecevit geçti. Önemli izler bırakarak. En çok da dürüst, sevecen ve sevgi dolu özellikleri ile. Bir de insana değer veren yaklaşımı ile. Hiç unutmam; 56. Cumhuriyet hükümetinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı oldum. Teşekkür için Başbakan Ecevit’e gittim, saat 4’e randevu almıştım. 4’e 2 kala oradaydım, ne beklersiniz, koca Başbakan kapıda beni bekliyordu. Ayakta karşıladı, odasına aldı, sohbet ettik, kendi elleri ile çikolata ikram etti, sonra yine kapıda elimi sıkarak uğurladı. Bu nezaketi ve siyasi terbiyeyi unutmak mümkün mü? Ve özlememek..”

BÜLENT ECEVİT’İN ANNESİ NAZLI ECEVİT DE AYVALIK’A GELMİŞ VE RESİM YAPMIŞTI

S

anayi-i Nefise Mektebi’nin ilk kız öğrencilerinden olan ve hiçbir okula bağlı kalmadan yağlıboya, suluboya, pastel ve karakalem eserler veren ressam Nazlı Ecevit yurt içinde pek çok yolculuk yaptı ve ziyaret ettiği kentlerin yerel atmosferlerini başarıyla yansıttığı resimler çizdi. Bu kentlerin arasında, ince ve alçakgönüllü tarzıyla tuvaline aktardığı Ayvalık da vardı. Ayrıca İstanbul, Bursa, Denizli, Ürgüp, Akçakoca, Erdek resimlerinde de usta bir sanatçıyla karşılaşırız. Manzara ressamı olmanın yanı sıra portreleriyle de öne çıkan Nazlı Ecevit resim uğraşını ileri yaşlara kadar sürdürdü. İstanbul ve Ankara konservatuvarlarında uzun süre öğretmenlik yaptı. Devlet resim ve heykel sergilerine katıldı. Tabloları Resim ve Heykel Müzesi’ne alındı.

RAHMİ GENÇER: AYVALIK ZİYARETLERİ SIRASINDA ANNEMLE ARKADAŞ OLAN NAZLI ECEVİT ÇAM MOTEL’İN ÇATISINA ÇIKIP CUNDA’NIN RESİMLERİNİ ÇİZMİŞTİ

R

essam Nazlı Ecevit 70’lerin başlarında birkaç yıl üst üste Ayvalık’a geldi. Yanında her defasında kızkardeşi de bulunuyordu. Emekli öğretmenler Sabahat Hanım ile eşi Fahri Bey’in sahibi olduğu, deniz kıyısındaki Çam Motel’de kalıyorlardı. Ben o sıralarda ailemle birlikte, Çam Motel’in hemen arkasında yer alan bir evde oturuyordum. Bu yakınlık Nazlı Hanım ile annemin tanışmasına ve aralarında bir dostluğun doğmasına yol açmıştı. Bu dostluk sonucu Nazlı Hanım Ayvalık’a gelişlerinde zaman zaman bize de uğruyordu. Bir keresinde bizim evimizden oğlu Bülent Ecevit’e telefon ettiğini hatırlıyorum. Bu olayın ailemizi heyecanlandırdığını da… Nazlı Ecevit çalışkan bir sanatçıydı. Ayvalık ziyaretlerinde her fırsatta tuvalinin başına geçiyor ve Ayvalık’ın resimlerini yapıyordu. Çam Motel’in çatısına çıkıp oradan Cunda’yı çizdiğine tanık olmuştum. Bir keresinde yine annemle birlikteyken yaptığı Ayvalık resimlerini bana göstermiş ve fikrimi sormuştu.


Küçük bir çocukken Girit leblebilerini gazozun içine atıp yumuşatarak yerdik. Biraz sertti ve zor yenirdi ama öyle bir lezzeti vardı ki, tadı damağımızda kalırdı. Şimdilerde unutulmaya yüz tutan o eşsiz tadın öyküsünü dergimize taşımak ve hâlâ bizlere bu lezzeti sunan Ayvalık’ın son Girit leblebicisini, Mustafa Kidir’i daha yakından tanımak istedik. İmalathanesine konuk olduğumuz Mustafa Kidir ile eşi Kıymet Hanım bizi ummadığımız bir sürprizle karşıladılar. Dışardaki soğuğa rağmen, üstelik de günü olmadığı halde sırf dergimiz için Girit leblebisi yaptılar. Böylece her aşamasına tanık olduğumuz bu zorlu uğraşı belgeleme şansını yakaladık. Kendilerine ‘Ayda Bir Ayvalık’ olarak çok teşekkür ediyoruz.

GİRİT LEBLEBİSİ TAŞ GİBİ SERT SANILIR OYSA GEVREK VE ÇOK LEZZETLİDİR YAPAN OLDUĞU SÜRECE BU TAT UNUTULMAZ

-H

em anne hem baba tarafım Giritlidir. Annemin anlattığına göre mübadele öncesi Resmo’da yaşıyorlarmış. Halleri-vakitleri yerindeymiş. Arap lakabıyla tanınan dedemin deniz kenarında bir çiftliği varmış. Çiftliğin önündeki kumsaldan Yunanlılar denize girerlermiş. Dedem aynı zamanda taşımacılık yapar, teknesiyle Yunan adalarına, Yunanistan’a mal getirip götürürmüş. Ailece bir arada olduklarında çolukçocuk için Girit leblebisi yapar, yerlermiş. Yani mutlu, huzurlu bir hayat sürüyorlarmış. Neden bilmiyorum ama Resmo’dan ayrılırken yanlarında hiçbir şey getirememişler. Babam o sırada on yedi-on sekiz yaşlarında bir delikanlıymış. Ayvalık’a geldiklerinde kendilerine verilen yirmişer ağaç zeytinden başka hiçbir şeyleri yokmuş. Dedem ailesine bakabilmek için uzun süre iş aramış. Cunda’da umduğunu bulamayınca şansını Ayvalık’ta denemeye karar vermiş. Ancak yine hayal kırıklığına uğramış. Babaannem arka arkaya iki çocuk daha dünyaya getirince dedem, “Bari Girit leblebisi yapıp satayım!” demiş. Girit leblebisi böylece geçim kaynakları olmuş. Fakat kısa bir süre sonra Arap dedem ölmüş. Yani ben dedemi hiç tanımadım… Babamın öyküsüne gelince… Türkçeyi Ayvalık’ta öğrenen babam, cahil bir adamdı. Okuması-yazması yoktu ama kafası çok iyi çalışırdı. Hamallık dahil her türlü işi yapmıştı. Parasız kaldı mı bir çuval kestane, bir çuval ceviz alır, kiloyla satardı. Ya da kahveleri dolaşır, taneyle portakal verirdi. Ancak bir ara çok para kazanmıştı. Çiğ pirinayı yakarak elde ettiği kömürü İzmir’e götürür satardı. (Eskiden sobalar yoktu. Mangallarda pirina kömürü yanardı.) Yaz aylarında ise babasından öğrendiği Girit leblebisini yapar, bir tür büyük sepet olan köfünle satardı. Eve birkaç kuruş da böyle girerdi. Ben on iki-on üç yaşlarındayken bazen Cunda’ya birlikte giderdik. Köfünün ucundan tutarak taşımasına yardım ederdim. O yıllarda Cundalı

12

GÜLBENİZ ŞENTAY

yoksuldu. Halk parası olmadığı için çoğunlukla mal karşılığı alışveriş ederdi. Hemen her evde tavuk beslendiğinden para yerine geçen şeylerin başında yumurta gelirdi. O nedenle de babam leblebi satarken, “Yumurta da alırım!” diye bağırırdı. Dediğim gibi bir ara çok para kazanmıştı. Ne var ki biriktirmeyi hiç bilmezdi. Rahmetli köfünü bitirdikten sonra ya kahveye ya da meyhaneye gider, yanına her oturanın hesabını öderdi. Onun savurganlığını bilenler, “Para ha Hasip’in cebinde, ha denizin dibinde!” derlerdi. BABA MESLEĞİNE DÖNMEKTEN BAŞKA ÇAREM KALMAMIŞTI Babamın eli açıklığı yüzünden fakirlik bir türlü yakamızı bırakmazdı. Panagia Phaneromeni Ayazması yakınlarında, topu topu on dört metre kare bir evde yaşıyorduk. Ne odası ne banyosu ne de tuvaleti vardı. Bildiğiniz damdı. Ve o damda biz yedi kardeş kucak kucağa uyurduk. İlkokulu bitirdiğim yıl babam beni Sanat Okulu’na yazdırdı. Okula başladım ancak yoksulduk ve benim ayakkabımın altı yoktu! Arkadaşlarım görmesin diye ayaklarımı sürüye sürüye yürürdüm. Üstümden-başımdan, tabanında yumruğum kadar delik bulunan ayakkabımdan öylesine utanıyordum ki, okulu bıraktım. İçime bir soğukluk girdi yani. Oysa babam okumamı çok istiyordu. Okul müdürü, öğretmenlerim eve kadar geldiler. Ama kararım değişmedi. Önce inşaatlarda iş buldum. Ayvalık’ın ilk diskosunun inşaatında çalışırken, diskonun ne olduğu ve ne işe yaradığı hakkında fikir sahibi değildim. Çamlık’taki koyda, sazlık, bataklık bir yerdi. İşe bataklığı kurutarak başladım. Sahibi Ankaralı bir gençti. Efendi bir çocuktu. İnşaat bitince salmadı beni, “Bizimle çalış!” dedi. Ben orada çay/kahve filan yapacağımı sanıyordum. Beceririm diye düşündüm. Diskoteğin açıldığı gün dans eden insanları görünce, “Ha! Demek disko buymuş!” dedim. İlk başlarda kapıda durdum. İçeri gelenlere bilet gibi bir şey kesiyordum. Bazen bardakları yıkıyordum. Haftada iki kez diskoda özel geceler düzenleniyordu.


Öylesine kalabalık oluyordu ki barmen tek başına yetişemiyordu. Ona yardım etmeye başladım. Sonunda barmen olup çıktım! Derken deniz çekti beni. Her şeyi bırakıp Yunan gemilerinde çalışmaya başladım. Tam beş yıl denizlerde gezdim. Yazları ise Almanya’daki bir çiçek bahçesinde kaçak olarak çalışıyordum. En son bir İspanyol gemisiyle anlaşmıştım. Fakat bir şekilde kaptan sefere çıkmadı. O ara ayağımı sakatladım. Kısacası bir sürü aksilik üst üste geldi. Almanya’dan ayrılıp Ayvalık’a döndüm. Yine inşaatlarda çalışıyordum. Tabii halimden hoşnut değildim. Herkes ‘baba mesleğini’ yapmamı söylüyordu ama yanaşmıyordum. Hüseyin abim leblebiciydi. Çekirdek arabası vardı. Girit leblebisiyle birlikte kuru yemiş satardı. O da kendisi gibi babamızın işini yapmam için ısrar ediyordu. Benimse aklım hâlâ denizlerdeydi. Üstelik leblebinin kazancı düşüktü. Varımı-yoğumu bir tekneye yatırdım. Onunla röleye çıktım. Ama yürümedi. Cebimdeki paralar hızla suyunu çekti. Baba mesleğine dönmekten başka çarem kalmamıştı. Sermayem yoktu. Abim tavaları getirdi; odunu, nohudu aldı. YAZIN SICAĞINDA, KIŞIN SOĞUĞUNDA LEBLEBİ YAPMAK HİÇ KOLAY DEĞİL AMA BIRAKAMIYORUM Artık abim için çalışıyordum. Ancak elime geçen parayla geçinemiyordum. İki kat yorulmayı göze alıp kendim için de üretim yapmaya başladım. Satış noktası olarak Yapı Kredi Bankası’nın önünü seçmiştim. Ne var ki köfünü elime alıp Macaron’a çıktığımda, utancımdan Cumhuriyet Meydanı’na nasıl gideceğimi bilemedim. Hemen bir taksiye bindim. Bir süre böyle idare ettim ancak bütün kazancımı taksiye veriyordum. Bu kez kimselere görünmeden, gizlene gizlene ara sokaklardan

meydana inmeyi denedim. Nihayetinde böyle saklanmak canıma yetti ve kendi kendime, “Neden utanıyorsun? Çalıp, çırpmıyorsun ya!” dedim. Utanmayı bir kenara bıraktım. Tanıdığım bir Paşa vardı. Bir gün onunla Bergama’ya nohut almaya gitmiştik. Nohut bulamamıştık ama çok güzel, fırınlı bir çekirdek arabası görmüştük. Fırınlı araba Ayvalık’ta bile azdı. Paşa, “Bu arabayı sana alalım!” diye tutturdu. Araba satılık olmadığı gibi ben de arabayla satış yapmayı düşünmüyordum. Fakat Paşa

Müşteriye tartarken, terazinin kefesini illaki yere vurduruyorum

G

irit leblebisi yaşasın, unutulmasın diye bu yaşımda hâlâ uğraşıyorum. Çok istedim ama yerimi almaya gönüllü kimse çıkmadı. Damatlarım bile… Haklılar tabii. Çünkü son derece zor, külfetli bir iş bu. Hani kahrına değecek bir para kazandırsa, neyse. Kim, niye uğraşsın? Leblebiyi sizinle birlikte yaptık... Emeği gördünüz… Bir usta tutsam, iki saat için yüz elli lira yevmiye istiyor. Hanımla biz akşama kadar çalışıyoruz. Peki, bir o kadar kazanmak bizim de hakkımız değil mi? Bugün nohutun kilosu on üç lira. Kabuğunu-kırığını düşünce bize on beş liraya geliyor. Kazanlar, elekler sürekli tamir istiyor. Yanan odunu da maliyet hesabına eklediğimizde elimize elli lira ya geçiyor ya geçmiyor. Kaldı ki müşteriye tartarken, terazinin kefesini illaki yere vurduruyorum. Yani; ama on gram, ama beş gram hep fazlası oluyor. Çünkü babamdan öyle gördüm. Anlayacağınız bu şartlarda mesleği öğreteceğim birini bulamadım. Üç yıl önce televizyoncular gelip burada çekim yapmışlardı. Belgeseli çekerken onlar bile, “Bu iş yapılacak iş değil usta!” demişlerdi.

13


bir şekilde her ikimizi de ikna etti. Arabayı alıp geldik. O zamanlar eski Köprü Durağı (06) bomboştu. Şimdiki gibi kafeler yoktu. Arabayı köprünün başına koydum. Bir yandan Girit leblebisi yapıyor, bir yandan da leblebi dahil her türlü kuruyemiş satıyordum. Çekirdek arabam olunca beni vergi mükellefi yaptılar. Primlerimi ödedim, Bağkur’dan emekli oldum. Kısacası otuz yaşından beri Girit leblebisi yapıyorum. Zaten bir usta ben kaldım. Eskiden epeyce Girit leblebisi yapan vardı. Hasan Ağa diye birinden söz ederlerdi. Onu tanımadım ama dayılarım Mehmet ve Rüstem (fıstıkçı Rüstem) en iyileriydi. İşi babamdan öğrenmişlerdi. Sonra ben yetiştim. Ama artık eskisi kadar leblebi yapamıyorum. Zira Ekim başından Ocak ayının sonuna kadar karı-koca zeytine gidiyoruz. Kendi zeytinliğimiz yok! Bir zeytin yaprağımız bile yok! Yevmiyeli çalışıyoruz. Hanım bir yevmiye, ben bir yevmiye getiriyoruz eve. Bu işten daha faydalı oluyor yani. Zeytin bitince leblebiye dönüyoruz. Yazın sıcağında, kışın soğuğunda leblebi yapmak hiç kolay değil ama bırakamıyorum. Çünkü o kadar çok ‘hastası’ var ki Girit leblebisinin!.. Sadece Ayvalıklılar değil, Giritliler de leblebilerime bayılıyor. Cunda’da Mübadele Şenlikleri yapılmıştı ya, o gün bir tane bile kalmadı elimde. Ama Midillililerin pek anladığını söyleyemem. Onlar, “Bu leblebi çok sert, taş gibi!” diyorlar. Oysa gevrektir. Ve çok lezzetlidir. Yapan olduğu sürece bu tat unutulmaz. Onca eziyeti çekmemin asıl nedeni de bu zaten… Gücüm yettiğince Girit leblebisini yaşatmaya çalışıyorum. Ama benden sonra ne olur? İnsanlar gerçek Girit leblebisini nereden bulurlar? Bulabilirler mi? Doğrusu, bilmiyorum!

B

Babam ömrü boyunca ayakkabı giymedi

abam ömrü boyunca ayakkabı giymedi. Karda kışta hep yalın ayak dolaşırdı. Hiç unutmuyorum; bir bayram sabahı ona bir çift ayakkabı almıştım. Hatırımı kırmamış, nasır tutmuş ayaklarına ayakkabıyı giyip çarşıya inmişti. Akşamüstü eve geldiğinde, baktım ayakkabılar elinde. Giyememiş, çıkarmıştı... Ama yıllar sonra bir kovboy filmi, birkaç saatliğine de olsa ona ayakkabı giydirmeyi başardı. Kovboy filmlerini çok seven babamın gözüne, İzmir’e kömür götürdüğü günlerin birinde, bir sinema afişi takılmıştı. En sevdiği aktör baş roldeydi. Dayanamamış, içeri girmiş, gişeye yanaşmış ve bir bilet istemişti. Ancak üstüne-başına, çıplak ayaklarına bakıp onu sinemaya almamışlardı. Babam bu duruma fena halde içerlemişti. Doğruca hamama gitmiş, önce bir güzel yıkanmıştı. Sonra aldığı yeni kıyafetleri giymiş, fötr şapkasını başına takıp gıcır gıcır ayakkabıları da ayağına geçirdiği gibi sinemanın yolunu tutmuştu. “Bu kez bana locayı verdiler!” diye anlatır, kahkahayı basardı…

14


M

LEBLEBİLER DELİCE AKAN BİR ŞELALEYE BENZİYORDU

ustafa ve Kıymet Kidir imalathane olarak kullandıkları, dört duvarı kalmış metruk binanın yolunu tuttuklarında gün daha ağarmamıştı. Dışarıda buz gibi bir hava vardı. Adımları küçük ama hızlıydı. İmalathanelerinin bulunduğu sokağa saptılar. Ahşap bir kapının önünde durdular. Asma kilidi açıp içeri girdiler. Kıymet Kidir soğuğun uyuşturduğu elleriyle kucakladığı odunları sağlam kalmış tek duvarın hemen dibindeki ocaklara taşırken; kocası kömür kovalarına benzeyen ama onlardan kat be kat ağır olan kazanlardaki kumu gözden geçirdi. Eksik olanı tamamladı, boş olanı doldurdu. Yan yana sıralanmış altı ayrı ocakta, altı ayrı ateş yaktılar. Her birinin içinde altı kilo kum olan kalın sacdan yapılma kazanları tek tek ateşe oturttular. Üzerlerini iki sac levha ile örttüler. Bu ayazda çıtır çıtır yanan fıstık çamları bile kumları bir buçuk saatten önce ısıtmazdı. Oturup güzelce karınlarını doyurdular. Kıymet Kidir keyif çayından son bir yudum aldıktan sonra kalktı. Vakit tamamdı. Kırk-elli dakika tuzlu suda beklettikleri nohutun bir buçuk kilo kadarını ilk kazanın içine bıraktı. Mustafa Kidir ambalajını yeni açtığı çorabı eldiven gibi ellerine geçirdi. Çünkü kazanın kor halindeki saplarını kalın çaputlarla tutarken parmaklarını koruması gerekiyordu. Bezin altından kaydıkları için çorap yerine eldiven kullanıyordu.

kumu yeniden kazana döküp ocağa koydu ve Kıymet Kidir’in içine aynı ölçüde nohut bıraktığı bir diğerine yöneldi. Bu işlemi her kazan için en az altı kez tekrarladıklarında, elli kilo Girit leblebisi yapabiliyorlardı. Ocakların altı akşama kadar beslendi… Bütün leblebiler kavruldu, elendi, çuvala kondu. Sıra kırıklarını, kabuklarını almaya gelmişti. Mustafa Kidir sırtladığı leblebi çuvalını değirmen denilen makinenin içine boşalttı. Kolunu çevirdiğinde değirmenin gözenekli tel gövdesi hızla dönmeye başladı. Ortalığı leblebi kabuklarından, kırıntılarından oluşan bir toz bulutu kaplamıştı. Bulut dağılınca değirmenin altına büyük, plastik bir kap sürüp, kapağını açtılar. Leblebiler delice akan bir şelaleye benziyordu.

Saplardan birini sımsıkı kavradı. Diğerini içi su dolu bir tenekeye batırarak biraz soğuttu. Ocaktan epeyce uzak bir köşeye gidip yere çömeldi. Kazanı ellerine aldı. Kollarını dümdüz, vücuduyla dik açı oluşturacak şekilde gerdirerek kızgın kumun içindeki nohutları çalkalamaya başladı. Dumandan göz gözü görmez olmuştu. Kum ve nohutla birlikte ağırlığı on kiloyu geçen kazanları bu şekilde sallamak öyle herkesin yapabileceği bir iş değildi. Yetmiş dört yaşındaki Mustafa Kidir hem önünü görebilmek hem de gücünü toplamak için sık sık dinleniyordu. Zira küçücük bir hata bütün ustalığına rağmen yüzünün-gözünün yanmasına neden olabilirdi. Nohutlar leblebiye dönüştüğünde eleğe boşalttı. Eleğin üstünde kalan leblebileri çuvala aktardı. Atta kalan

15


Okul ve kurumlarda dört ay boyunca her gün en az 20 dakika kitap okunacak

‘KİTAPTAN KANATLAR’ PROJESİ BAŞLADI

A

yvalık Milli Eğitim Müdürlüğü’nün öğrencilere kitap okuma alışkanlığının kazandırılması amacını taşıyan ve Kaymakamlık ile Belediyenin de ortağı olduğu ‘Kitaptan Kanatlar’ projesi kapsamında okul ve kurumlarda dört ay boyunca her gün en az 20 dakika kitap okunacak. Protokol üyelerinin de öğrencilerle birlikte kitap okuyacağı kampanya Haziran ayında sona erecek. Her ayın son haftası ayın en verimli kitap okuyan öğrencileri seçilerek ödüllendirilecek.

Doç. Dr. Serap Taşdemir, Ayvalık’ın 1924-1927 yılları arasındaki sosyo-ekonomik yapısını ve kültürel hayatını kapsayan bir bildiri sundu

TEKİRDAĞ’DA ‘ULUSLARARASI MÜBADELE SEMPOZYUMU’ DÜZENLENDİ

M

übadeleden en çok etkilenen yerleşimlerden biri olan Tekirdağ’da, Büyükşehir Belediyesi tarafından 30 Ocak-1 Şubat 2017 tarihleri arasında ‘Uluslararası Mübadele Sempozyumu’ düzenlendi. 94 yıl önce yaşanmış göçün, sözlü tarihin kaybolmaya yüz tutmuş olması nedeniyle yanlış/ eksik aktarılmasının önüne geçmeyi ve belgeleri kayıt altına alarak tarihi gelecek nesillere sağlıklı bir biçimde aktarmayı hedefleyen sempozyuma çok sayıda bilim insanı katıldı. Sempozyuma koşut olarak ‘Mübadelenin 94. Yılı Anma Etkinlikleri’ ve ‘Mübadele Öyküleri’ konulu bir yarışma da gerçekleştirildi. Binlerce insanın göçe zorlanmasıyla tarifsiz dramların yaşanmasına yol açan mübadelenin bütün yönleriyle ele alındığı ve 53 bildirinin sunulduğu sempozyumda, Ayvalık’ın yakın tarihiyle ilgili araştırma ve makaleleriyle tanıdığımız, Malatya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serap Taşdemir de, ‘Mübadele Kentlerinden Ayvalık’ta 19241927 Yılları Arası Sosyo-Ekonomik Yapılanma ve Kültürel Hayat’ başlıklı bir bildiri sundu. Taşdemir, bildirisini önümüzdeki sayılarda ‘Ayda Bir Ayvalık’ okurlarıyla paylaşacak.

16

Projeye tam destek verdiklerini belirten Belediye Başkanı Rahmi Gençer, konuyla ilişkin olarak şunları söyledi: “Valiliğimizin yanı sıra Kaymakamlığımız ve Milli Eğitim Müdürlüğümüzün hazırladığı projede Ayvalık Belediyesi olarak yer almaktan son derece mutluyuz. Kitap okuma alışkanlığını çocuklarımıza kazandırmak gerçekten önem taşıyor. Yaklaşık 10 bin çocuğumuz bu projenin içinde yer alacak. Bu çok büyük bir rakam. Biz de belediye olarak çocuklarımızı kitap okumaya özendirmek için onlara sürpriz hediyeler hazırladık. Proje kapsamında ben de Kaymakamımız gibi okullara gidip çocuklarımıza kitap okuyacağım. Bugüzel projeye halkımızın da katılmasını bekliyoruz.”


ATÖLYELERDEN İnsan sadece sevdiklerini değil, bazen kendisini de mutlu etmek, küçük bir hediyeyle ödüllendirmek ister ya, Barbaros Caddesi/Neşe Çıkmazı Sokak sizi işte tam da böyle bir adrese götürüyor. Bugün Eski Köylü Pazarı’ndaki Mavice’deyiz. Konuğumuz yoğun bir tempoyla sezona hazırlanan atölye sahibi Ayşegül Gezek Abdurrahmanoğlu…

ATÖLYEMİN ADI EN SEVDİĞİM RENK OLAN MAVİDEN GELİYOR VE MAVİ BENİM İÇİN AYVALIK DEMEK, EGE DEMEK, DENİZ DEMEK

S

ayın Ayşegül Gezek Abdurrahmanoğlu, doğmabüyüme Ayvalıklı olduğunuzu biliyoruz. Sonrasını sizden dinleyebilir miyiz?

-Anne ve baba tarafım Midilli mübadili. İlk/orta ve lise öğrenimimi Ayvalık’ta tamamladım. Okul bitince çalışma hayatına atıldım. Yönetici asistanlığı yaparken evlendim. Eşim İzmirliydi. İzmir’e yerleştik. Ne var ki, ben Ayvalık’tan başka yerde yaşayamıyordum. İzmir’de topu topu iki ay kalabildim. Zira Ayvalık’ta, “Canım sıkıldı! Çıkıp bir hava alayım!” dediğimde beş dakika sonra deniz kenarına inebilmek gibi bir lüksüm vardı. Bu vazgeçebileceğim bir nimet değildi. Kısacası Ayvalık’a döndük ve ‘memleketimde’ yaşamaya başladık. Çocuklarım oldu. Onları büyüttüm. Çalışma hayatım sona erince de hediyelik yapmaya başladım. Hediyelik eşya yapmak aklınıza nereden geldi? -Hiçbir şey üretmeden oturmayı sevmiyorum. Özellikle akşamları bir hayli boş zamanım oluyordu. Bir süre örgü örerek oyalandım. Derken boncuk işine merak sardım. İnternette el sanatlarıyla ilgili bir şeyler araştırırken deniz kabuklarından yapılan objeleri gördüm. Aklıma çocukluğumdan beri biriktirdiğim deniz kabukları geldi. Evimiz Hükümet Konağı’nın hemen arkasındaydı. Biz beş kardeş yüzmeyi o evde öğrenmiştik. Deniz tertemizdi. Tahta bir iskelemiz, küçük bir sahilimiz vardı. İlk ayvada kabuklarını yine o sahilden toplamıştım. Kısacası kabuklarımı değerlendirmeye karar vermemle birlikte hediyelik işine girmiş oldum. Önce magnetler yapmaya başladım. Ayvalık Belediyesi, Talatpaşa Caddesi’nde gece pazarı uygulamasını başlattığında elimde iki yüz elli-üç yüz magnet birikmişti. “Satamazsam, eşe-dosta hediye

GÜLBENİZ ŞENTAY

ederim!” deyip standımı açtım. Yirmi günde bütün magnetlerim satıldı ve ben kendimi deliler gibi çalışıp akşam pazarına ürün yetiştirirken buldum. Macera bu şekilde başladı. O macera atölyeye nasıl dönüştü peki? -İşin içine girince hem ürün yelpazemi genişletmem hem de bütün bir kışı üreterek geçirmem gerektiğini anladım. Evimin bir kısmını atölye haline getirdim. Eylül geldi mi Pateriçe’ye gidiyor, içleri boşalan büyük, parlak deniz kabuklarını topluyor, onlardan yaptığım farklı objelerle hediyelik çeşidimi arttırıyordum. Üç yıl kadar bu böyle sürdü. Ancak üretimin artması sonucu evdeki atölyeme sığamaz oldum ve beş yıl önce Mavice’yi açtım. AMFORALARI ÇOK SEVİYORUM. AYVALIK’A GELENLER BİLMEDİKLERİ İÇİN, “NEDEN AMFORA?” DİYE SORUYORLAR. BÜYÜK BİR KEYİFLE ONLARA ZENGİN AMFORA YATAKLARIMIZDAN SÖZ EDİYORUM Hediyeliklerde hangi malzemeleri kullanıyorsunuz? -İlk sırayı kabuklar alıyor. Onları hemen hemen her tasarımda kullanıyorum. Mutluluk çanları midye kabuklarıyla çalıştığım ve çok severek yaptığım ürünler arasında. Fener şeklindeki mumluklar ve seramik kalemliklerde balık ağlarıyla deniz kabuklarını bir araya getirmeye bayılıyorum. Kısacası, magnetlerden peçeteliklere bütün tasarımlarımda deniz kabuklarını görmeniz mümkün. Ahşaptan genellikle tekne, kayık, çapa, dümen gibi Ayvalık’ı çağrıştıracak anahtar askılıklar, sandıklar yapıyorum. Polyester; Ayvalık kapılarını, evlerini işlemeye çok uygun bir malzeme. Bu nedenle özellikle panolarda,

17


askılıklarda ve çerçevelerde polyesteri tercih ediyorum. Bütün tasarımlarımda en dikkat ettiğim şey ise hoş görünmelerinin dışında ürünlerin bir işlevinin olması. Bu kadar değişik malzemeyi kullanmayı ve onları boyama tekniklerini nereden, nasıl öğrendiniz? -Teknik olarak hiçbir eğitim almadım. Herhangi bir kursa da gitmedim. Deniz kabuklarında olduğu gibi çoğunlukla internetteki bilgilerden faydalandım. Kiminde ise deneme-yanılma yöntemini kullandım. Örneğin ahşabın üzerine deniz kabuklarını yapıştırdığımda tutkalın görünmemesini sağlamak için onlarca çeşit tutkal denedim. Ayvalık’ta seramikle, çömlekle uğraşan arkadaşlarımız var. Zaman zaman onların bilgisine başvurdum, desteklerini aldım. Genelde polyester ve seramik çalışanlar bu işe yeni başlayanlara çok yardımcı olmaz, sırlarını vermezler. Yani biraz geride durup önce ne kadar istekli, azimli olduğunuzu ölçerler. Ben de bu süreci yaşadım. Ama sonrasında polyester ve çömlek ustalarından işin püf noktalarını öğrendim. İlk polyester kalıbımı Abuzer Hocamın yardımıyla yaptım. Silikon sıvısını hazırlamaksa çok sıkıntılı bir işti. O sorunu da Kayserili bir usta sayesinde çözebildim. Boyama tekniklerine ise yine internet yoluyla ulaştım. Yani o kadar çabaladım ki, şimdi kim ne sorsa hemen anlatıyor, bildiğim her şeyi paylaşıyorum. Malzemeleri nerelerden sağlıyorsunuz? -Ben seramik, çömlek yapmıyorum. Menemen’de yetmiş yaşında bir ustam var. Menemen’e gidiyorum. Mehmet Usta tornanın başına geçiyor. Ben ne istediğimi anlatıyorum, o da fıçılara, fenerlere, amforalara hayat veriyor. Amforaları çok seviyorum. Ayvalık’a gelenler bilmedikleri için, “Neden amfora?” diye soruyorlar. Büyük bir keyifle onlara zengin amfora yataklarımızdan söz ediyorum. Ölçülerini belirlediğim ahşap objeleri Ayvalık’ta kestiriyorum. Çizimlerini ustayla birlikte yapıyoruz. Boyalarımı İzmir’den, profesyonel boya malzemeleri satan bir mağazadan alıyorum. Polyester ile silikonu internetten sipariş ediyorum. Tabii artık çocukluğumun deniz kabukları tükendi. Her ne kadar yenilerini topluyorsam da yetmiyor. Gerektikçe onları da İzmir’den sağlıyorum. AYVALIK’IN ÖYLE ZENGİNLİKLERİ, ÖYLE DEĞERLERİ VAR Kİ, BUNUN ‘RAKI-BALIK’ SLOGANINA İNDİRGENMESİNE ÇOK ÜZÜLÜYORUM Tasarımlarınızı yaparken ilham kaynağınızın Ayvalık olduğu açıkça görülüyor. Ne dersiniz?

18

Ayvalık’a sonradan gelip yerleşenler Ayvalık’ın sosyal, kültürel, sanatsal yaşamını renklendirmek için var güçleriyle çalışıyorlar

A

yvalık Sanat ve El Sanatları (ASED) adında bir derneğimiz var. Yirmi beş üyesi bulunan bu dernekte bir tek ben Ayvalıklıyım. Genelde atölye sahiplerinin hemen hepsi kente sonradan gelip yerleşen insanlar. Ve bu insanlar Ayvalık’ın sosyal, kültürel, sanatsal yaşamını renklendirmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Hasat Şenlikleri kapsamındaki yemek yarışmasını da onlar organize ettiler. Ne yazık ki Ayvalıklılar bu etkinlikte aktif rol almadılar. Ben Ayvalıklıların köşelerine çekilmek yerine ellerini taşın altına sokmalarını, Ayvalık için çabalayan herkese ellerinden gelen desteği vermelerini bekliyorum. -Saptamanıza yürekten katılıyorum. Atölyemin adı en sevdiğim renkten, maviden geliyor. Mavi benim için Ayvalık demek, Ege demek, deniz demek. Maviye tutkunum. Bu nedenle çocuklarımın birinin ismi Deniz, diğerinin Ege zaten. Ben mavi tutkusunun bütün Ayvalıklılarda, Ayvalık’ta yaşamayı seçenlerde olduğunu düşünüyorum. İzmir’den Ayvalık’a her dönüşümde yüzüme çarpan mis gibi deniz kokusu bana, “Oh be! Memleketime geldim!” dedirtiyor. Bu muhteşem bir şey! Ayvalık’ın öyle zenginlikleri, öyle değerleri var ki. Bunun ‘Rakı-balık’ sloganına indirgenmesine çok üzülüyorum. Ayvalık; evleri, sokakları, tarihi yapıları, zeytini, zeytin ağaçları, denizi, güneşi, çam ormanları, amfora yatakları, deniz canlıları, mercan resifleri, eşsiz kumsalları, değirmenleriyle adeta bir açık hava müzesidir. Kim böylesi bir güzellikten etkilenmez ki! Doğal olarak magnetten sandığa, peçetelikten aynaya her şeyde Ayvalık var. Atölyem gibi evim de merkezde. Ayvalık’ın tarihi dokusu içinde yaşamaya bayılıyorum. Benim otobüs kartım yok! Her yere yürüyerek gidiyorum ve bundan inanılmaz keyif alıyorum. Siz özel tasarımlar da yapıyorsunuz. Biraz da onlardan söz eder misiniz? -Elbette. Bazen müşteri bana kendi tasarladığı bir obje talebiyle geliyor. Örneğin üzeri tamamen midye kabuklarıyla kaplanmış bir sandık istiyor. Bazen sadece ne istediğini anlatıyor ama tasarımı olduğu gibi bana bırakıyor. Birkaç ay önce de böyle bir çalışma yaptım. Çok sevdiğim bir dostum yeni bir mekân açıyordu. Yapının duvarlarındaki nişler için dört adet pano istedi. Gidip ambiyansı gördüm.


Nişler için birbirinden farklı ama birbirini bütünleyen; mercanlar, balıklar, ahtapotlar ve midye kabuklarıyla süslediğim dört pano hazırladım. Çok içime sinen bir iş oldu doğrusu. Ayşegül Hanım, atölyeniz dışında ürünlerinizi sergilediğiniz bir satış noktası var mı? -Ayvalık Belediyesi’nin Sarımsaklı’daki Gece Pazarı’nda bir standım var. Oradaki stantlarımız sabit. Her akşam ürünlerimizi toplamak zorunda kalmadığımız için Sarımsaklı’yı tercih ediyorum. Sezon başında kıştan hazırladığım ürünleri götürüp yerleştiriyorum. Gece kapatırken brandasını çekiveriyorum. Pazarımızın bir bekçisi var. Sağ olsun, güvenliği o sağlıyor. Kısacası Eylül sonuna dek standımız hizmet veriyor. Kiralarımız astronomik değil. Belediye bu anlamda bizi destekliyor. Ben memnunum yani! Keşke Ayvalık merkezde de böyle sabit bir noktamız olsa. Çünkü getirip götürürken ürünlerimiz kırılıyor. Bunların dışında internet ve facebook üzerinden toplu siparişler geliyor. Bodrum’da iki, Ağva’da bir mağaza sürekli müşterim. Tabii onlar için ürün tasarlarken yörelerini yansıtan objeler olmasına özen gösteriyorum. Özellikle turistik hediyelik açısından bu konu önemli, değil mi? -Tabii ki! El yapımı her şey insanlara sıcak geliyor ve karşılaştıklarında, o tezgâhın ya da vitrinin önünde şöyle bir duruyorlar. Ama tek beklentileri bu değil. Aynı zamanda gezip gördükleri yere ait objeler istiyorlar. Sarımsaklı’da seksen stanttan sadece on tanesinde Ayvalık’ı yansıtan ürünler sergileniyor. Bütün tezgâhlardaki ürünlere emek verildiğini biliyorum fakat ahşap bir tepsinin üzerine Kız Kulesi’ni çizdiğinizde, o tepsi artık Ayvalık’ı yansıtmaktan, Ayvalık’a ait olmaktan çıkıyor. Siz turist olsanız hangisini tercih edersiniz? Bu sezon Ayvalık manzaralı tepsiler hazırlamaya karar verdim. Altlarına deniz kabuğu döşeyeceğim derinlikli tepsiler aldım. Kabukları şeffaf bir malzemeyle kaplayıp üzerine de her şeyiyle Ayvalık’ı koyacağım.

evin mutfağını süslüyor… Bunun insana verdiği keyfi düşünebiliyor musunuz? Bizim işimizde manevi tatmin çok önemli. Ürettiğim için mutluyum. Ürettiklerim satın alındığı için mutluyum. Yeni yeni insanlar tanıdığım, dostlar edindiğim için mutluyum. Onlara Ayvalık’ı anlatabildiğim için mutluyum. Ayvalık’ı nasıl anlatıyorsunuz? -Örneğin, sadece Cunda’daki değirmenleri bilen ve “Ayvalık’ın simgesi değirmenler mi ki değirmen yapıyorsunuz?” diyenlere; eskiden Ayvalık sırtlarında, Cennet Tepesi’nden Çamlık’a kadar çok sayıda değirmenimiz olduğunu ve bu değirmenlerde palamut öğütüldüğünü anlatıyorum. Ya da “Korsan sandıklarının Ayvalık’la ne ilgisi var?” diye soranları bilgilendiriyor, Osmanlı döneminde özerklik tanınan Ayvalık’ın korsanlar için müthiş bir sığınak olduğunu ve iki noktayı kontrol altına alarak iç denize girişleri nasıl engellediklerini seve seve anlatıyorum. Müşterilerimle sıcak ilişkiler kurmayı seviyorum kısacası. Geleceğe dönük hedefinizi sorsam? -Amatör ruhumu kaybetmeden markalaşıp, Türkiye’nin her yerine ürün göndermek istiyorum elbette. İnsanlara, “Kendine özgü, farklı bir tarzı var!” dedirtmeyi sürdüren bir Mavice hedefliyorum. Bunun için gerçekten çok çalışıyorum. Tekniğimi, ürün yelpazemi genişletmek için çaba harcıyorum. Neyi, nasıl yaparım diye araştırıyorum. Şimdilerde Ayvalık evlerinin maketlerini yapmak gibi bir projem var. Anneannemin Midilli’den gelip yerleştiği ev belleğimde dipdiri duruyor. Çünkü bizler o evde doğduk, büyüdük. Aradan kırk beş yıl geçti ama ben yerdeki kilimin desenini bile hatırlıyorum. Komşularımızın evlerini hatırlıyorum. Bu evleri üç boyutlu yansıtmak muhteşem olacak sanırım. Fotoğraflarını çekmeye başladım bile.

Sabun fabrikasında çalışan abim eve geldiğinde koşar ellerini koklardım, mis gibi zeytinyağı kokardı

ŞİMDİLERDE AYVALIK EVLERİNİN MAKETLERİNİ YAPMAK GİBİ BİR PROJEM VAR. ANNEANNEMİN MİDİLLİ’DEN GELİP YERLEŞTİĞİ EV BELLEĞİMDE DİPDİRİ DURUYOR

M

Sayın Ayşegül Gezek Abdurrahmanoğlu, bütün bu güzel şeylerin fiyatlamasını nasıl yapıyorsunuz?

Abim bir sabun fabrikasından emekli. Sabunu büyük bir tezgâha döker, işaretledikten sonra boyalı bir iple keserlerdi. İpin kırmızıya boyadığı elleriyle eve geldiği gün koşar abimin ellerini koklardım. Mis gibi zeytinyağı kokardı. Ben o kokuyu duymayalı yıllar oldu. Şimdi geleneksel sabunlarımızı yapmaya başlayan arkadaşlarımız var. Onların mutlaka desteklenmeleri gerek. Çünkü zeytinyağı sabunları bizim bir başka güzelliğimiz, bir başka zenginliğimiz.

-Kimin, neyi, kaça sattığıyla hiç ilgilenmiyorum. Ben bir objenin bana maliyetine bakıyorum. Örneğin üç liraya mal ettiğim bir magneti beş liraya sattığımda, kendimi emeğimin karşılığını almış hissediyorum. Fazlasında gözüm olmuyor çünkü herkese ulaşmak istiyorum. Ta Florida’ya magnet gönderdim ben. Küçücük atölyemde yaptığım magnet şu anda Florida’da bir

üşterilerim bana en çok şu soruyu soruyorlar: “Ayvalık’ın nesi meşhurdur?” Ayvalık’ın sahip olduğu değerler saymakla bitecek gibi değil ki! Örneğin Ayvalık’ın o güzelim sabunları başlı başına bir değerdir.

19


Ayvalık Yazıları HÜSEYİN GÜVEN yaverbey15@gmail.com

Memleket neresi?..

G

elişen bilgisayar teknolojileri ve iletişim teknikleri sayesinde ya da yüzünden yeni alışkanlıklar, yeni anlayışlar girdi hayatımıza. İnsanlar bilgisayarları aracılığıyla dünyaya açılırken aslında evlerine kapanıyor oldukları için bizim bir zamanlar bildiğimiz, yaşadığımız ‘sosyal ilişkiler’ de kabuk değiştirdi. Evet aslında oturduğumuz yerde ve yaygın gündelik deyişle ‘iki tık’ sayesinde istediğimiz kişilere ulaşabiliyoruz ama sadece beyaz bir ekranın üzerindeki yazılarla oluyor bu. Tamam, fotoğraflarını da görebiliyoruz ya da bazı yazılımları kullanarak anında, görüntülü olarak da haberleşebiliyoruz ama dokunamıyoruz, hissedemiyoruz, elini sıkamıyor, sarılamıyor, yanağına bir öpücük konduramıyoruz. Kısacası; bu sosyal ağ yüzünden aslında alabildiğine asosyal olmaya başladık. Oysa aslında çok sıcak bir milletizdir biz. Delikanlılığımdan hatırlarım, Ayvalık’tan otobüse binip Ankara’ya, üniversiteye giderken, yola çıktıktan kısa süre sonra ya biz ya da yanımızdaki koltukta oturan yol arkadaşımız önce birbirimize “İyi yolculuklar” dilerdik. Sonra sigara ikram edilirdi. (Aaaah… ah, bazı okurlar kızacak, biliyorum ama benim için, otobüslerde bile sigara içilebilen o güzel zamanlardı henüz!) Sonra o olmazsa olmaz soru gelirdi: “Memleket neresi?” Ve yolculuğun nereye olduğu (illa ki Ankara olması gerekmiyordu çünkü, yol üzerindeki başka bir yerleşim yerinde de inilebilirdi), ne amaçla gidildiği gibi sorulardan sonra gecenin ilerleyen bir saatinde kendimizi ülke sorunları üzerine tartışır bulurduk. Yolculuğun sonunda, hayatları boyunca bir daha birbirlerinin yaşamlarına teğet geçme olasılığı bile olmayan bu iki insan ve diğer koltuklarda oturan diğer insanlar esenleşip, helalleşip ayrılır ve kendi yolumuza giderdik. Aile, dost, arkadaş, okul hatta iş ilişkileri de sosyaldi. Ünlü bir antropolog ve sosyalbilimci olan Desmond Morris’in; adını bir kitabına da verdiği bir savı vardır, ‘Sevmek, dokunmaktır.’ der Desmond Morris. İşte bizler, dokunan insanlardık. Böyle bir sosyal düzenden, eğitimden, kasaba ahlakından gelerek büyüdük. O yüzdendir ki yaşıtım olan arkadaşlarım, hatta yaşça benden ileri olan komşu ablalarım ve ağabeylerimle Ayvalık’a her gelişimde hâlâ sevgiyle sarılabiliyoruz birbirimize. Ve o yüzdendir ki dostum kabul ettiğim, dostları olmaktan da onur duyduğum, dünya ahiret komşularımızla vakit geçirebiliyoruz. Yurdan (Şalmanlı) ablamın balkonunda bir akşam üzeri muhteşem bir manzaranın eşliğinde karşılıklı bir çay içmenin, Lale (Özsu Arıcan) ablam ve değerli ağabeyim Eyüp Arıcan’la Cunda’ya karşı bir kahve içip sohbet etmenin, yani bir anlamda onlara ‘dokunmanın’ keyfini, bilgisayar ortamındaki herhangi bir paylaşımın bana vermesine imkân yok.

20

Hayatın beni Ayvalık’tan uzaklara sürüklemesi hiçbir zaman doğduğum, büyüdüğüm, kimliğimi oluşturduğum kasabamdan kopmak anlamına gelmedi. Yine tercihlerinden ya da koşullardan dolayı, Ayvalık’ta yaşamaya devam eden mahalle ve okul arkadaşlarımla her görüştüğümüzde eski ve yeni günlerden, Ayvalık’ın dünü ve bugününden aynı ilgi ve heyecanla söz edebiliyoruz. Arkadaşlarımın yanı sıra bir de kökleri yarım yüzyıldan derine inen dostlarım var elbette. Onlarla buluşup, pazarlıksız, aklımızın arkasında ikinci bir düşünce olmaksızın, kâh gülerek kâh hüzünlenerek iki kadeh paylaşmak en büyük keyiflerimden biri. Öğretmenlerimle rastlaşmak… Önder (Aksoy) ağabeye uğrayıp ilk gençliğimin bu fotoğraf ustasıyla eski günlerden söz etmek… Kandiye’de bir soluklanıp çocukluğumun mahallesinden İpek ve Serap’la eskileri hatırlamak… Halk Bankası’nın önünde piyango bileti satan, artık her ikimizin de saçları bembeyaz olmuş, ilkokuldan sınıf hatta sıra arkadaşım İbrahim’le sırtımızı duvara verip çömelerek ve sohbet ederek içtiğimiz bir bardak çayın hazzı… Tenekeciler Sokağı'na çıkan ara sokaklardan birindeki Metin ağabeyin dükkânında bir sakal tıraşı olmak… Renkleri, zenginliği ve kendine özgü kalp atışlarıyla beni her zaman büyülemiş olan Perşembe Pazarı’nda dolaşmak… Cunda’da, dünyanın en güzel günbatımlarından birine karşı kadeh kaldırmak… Paşa’ya giderken köşe başındaki dükkânının önünde oturmakta olan çınar (Tatlıcı) Talat ağabeyi görmenin tanıdık mutluluğu… Eczacı Ethem’in (Öztolan) masasının arkasındaki Atatürk köşesine her gidişimde sevgiyle bakmak… Küçük bacaklarımın beni yıllarca sürüklediği İstiklal İlkokulu'nun önünden, yüreğimde o çocuğun çırpınmalarıyla geçip Şeytanın Kahvesi’nde bir koruk suyu molası vermeden önce Çınarlı Cami’de edilen dua… Sabah İmren’den aldığım börekleri nesillerdir bir o yana, bir bu yana gelip geçen balıklarla paylaşarak kahvaltı etmek… Üzerine Ayvalık Gücü’nde Tımarhane adasına doğru bir sade kahve içmek. Öğlen halin içinde bir köfte yemek… Akşam üzeri Çamlık’a doğru uzunca bir yürüyüş yaparken artık çoğundaki, o bildiğim/tanıdığım insanları sonsuzluğa uğurladığımız evleri hüzünle selamlamak. Kabristan’da dinlenmekte olan sevgili babam ve annem Zakir ve Terlan Güven’le benim anlattığım, onların da duyduklarına emin olduğum uzun uzun sohbet etmek… Ve madalyonun bu yüzüne nakşedilmiş, daha bu sayfalara sığmayacak kadar çoğaltılabilecek nice ‘dokunuş’. Madalyonun diğer yüzünde ise değişen dünya ve Türkiye’ye paralel olarak değişen bir Ayvalık ve sosyal ilişkiler var. İyiye doğru mu… kötüye doğru mu? Kazanıyor muyuz… kaybediyor muyuz? Bilemiyorum. Ama kendime dair bildiğim, emin olduğum tek ve değişmez bir gerçek var. Yazının başlığındaki sorunun cevabı: Benim için sonsuza kadar AYVALIK!


Türkiye Cumhuriyeti’ne ilk resmi ziyareti yapan devlet adamı olarak da tarihe geçen Afganistan Kralı Amanullah Han’ın kızı Prenses Naciye ile Ayvalık’ın unutulmaz insanlarından ve Kırlangıç fabrikasının ilk Türk sahibi Dr. Fazıl Doğan’ın oğlu İlter Doğan bundan tam 60 yıl önce 1957 yılında İstanbul Hilton Oteli’nde evlenmişti. Çiftin mutlu beraberliği, İlter Doğan’ın yaşamını yitirdiği 2015 yılına kadar sürdü. ‘Ayvalıklı’ Prenses Naciye (Doğan) ise daha çok yaz aylarında kentimize gelmeye devam ediyor.

BİR ÖMRÜN İÇİNE ACI-TATLI PEK ÇOK YAŞANMIŞLIK SIĞDIRAN PRENSES NACİYE, SOYLU KİŞİLİĞİ VE ÇAĞDAŞ KİMLİĞİYLE ‘İÇİMİZDEN BİRİ’ OLMAYI SÜRDÜRÜYOR

M

ustafa Kemal Paşa’nın emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi başlatmak kararlılığıyla Samsun’a çıktığı yıl, Afganistan’da da krallık tahtına, reformcu ve demokrat kişiliğiyle tanınan Amanullah Han oturdu. Babası bir suikaste kurban giden 27 yaşındaki yeni kralın ilk işi İngilizlere karşı Afganistan’ın bağımsızlığını ilan etmek oldu. Yeni kral gerçek bir Türk dostuydu. Öyle ki, Milli Mücadele boyunca Türk milletinin yanında yer aldı, ordumuzun başarılarını alkışladı ve başta Mustafa Kemal olmak üzere Türk kumandanlarına çeşitli nişanlar gönderdi.

Eğitim, hukuk, sağlık gibi pek çok konuda Türkiye’yi örnek alarak yenilikler yapan ve “Türkler bizim ve tüm Doğu dünyasının gözbebeğidir. O ne yaparsa biz de onu yaparız!” diyen Amanullah Han, 1928 yılının Mayıs ayında, ünlü Afgan düşünürlerinden Mahmud Tarzi’nin kızı olan eşi Kraliçe Süreyya ile İstanbul’a geldi ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ilk resmi ziyareti yapan devlet adamı oldu. Bu nedenle kral ve kraliçe Türkiye’de olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. PRENSES NACİYE, ROMA’DA DÜNYAYA GELMİŞ, SÜREGELEN GELENEK GEREĞİ SARAY EĞİTİMİ VE TERBİYESİYLE YETİŞMİŞTİ Bilindiği gibi, Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri de siyasi dostluklara büyük bir önem vermesiydi. O günleri yaşayanların anlattığına göre, Afgan konukların ziyareti boyunca adeta yer yerinden oynadı. Karşılama programları daha iki ay öncesinden yapılmış; İstanbul, Ankara ve İzmir’de nerdeyse bütün terziler ve yorgancılar siyah Afgan bayrakları dikmişlerdi. Özellikle ilk durak İstanbul’da her dükkâna, her eve asmaları için birer Afgan bayrağı verilmişti. Sovyetler Birliği üzerinden gelen kral ve kraliçeyi almak üzere Sivastopol limanına üç Türk gemisi gönderilmişti. Daha da önemlisi, yeni tamamlanmış olan Ankara yolları başka yerlerden sökülüp getirilen ağaçlarla ağaçlandırıldı, Ankara Palas’ın yapımına hız verilerek otel bitirildi ve döşendi. Ne var ki, Amanullah Han ülkesine döndükten kısa süre sonra yasama reformu ve kadınlara siyasi haklar tanınması gibi yeni tasarılarını açıklayınca sert tepkilerle karşılaştı. Patlak veren bir kabile ayaklanması sonrası, sadece on yıl oturabildiği tahtını bırakarak Afganistan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Artık İtalya’da bir sürgündü! Afganistan’ı bir daha göremeden 1960 yılında Zürih’te yaşama veda eden Amanullah Han’ın erken yitirilen iki çocuğunun dışında Rahmetullah ve Ehsanullah adlarını taşıyan iki oğlu ile India, Amine, Abide, Adile, Meliha ve Naciye adlarında altı kızı vardı. En küçük kızı Prenses Naciye, Roma’da dünyaya gelmiş, süregelen gelenek gereği saray eğitimi ve terbiyesiyle yetişmişti.

4 KATLI DÜĞÜN PASTASININ YAPIMINDA 350 YUMURTA, 20 KİLO KAKAO, 1 BUÇUK KİLO VANİLYA KULLANILMIŞTI 1957 yılının son günleri... Afgan Kralı Amanullah Han’ın Roma Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitiren 25 yaşındaki kızı Prenses Naciye, İstanbul Hilton otelinde,

21


KRAL AMANULLAH HAN

Ayvalık’ın yakın geçmişinde çok olumlu rol oynayan işadamı Dr. Fazıl Doğan’ın esmer, uzun boylu, gözlüklü ve yakışıklı oğlu, fabrikatör İlter Doğan’la evleniyordu. Prenses Naciye’nin, ablası Amine’yi ziyaret amacıyla geldiği günlerde İstanbul’da tanışan çiftin düğünü gerçekten muhteşem bir atmosferde gerçekleşti. İki yıl önce görkemli bir törenle açılan 300 odalı Hilton’un Şadırvan adıyla bilinen salonunun en güzel köşelerinden birinde 4 katlı, kocaman bir pasta duruyordu. Davetliler kendi aralarında konuşurken, pastanın o güne kadar Türkiye’de yapılan en büyük pasta olduğunu fısıldıyorlardı birbirlerine... Söylenenlere göre, altı ustanın bir haftada yaptığı pasta için 350 yumurta, 20 kilo kakao, 1 buçuk kilo vanilya kullanılmıştı. 300 kişinin katıldığı düğünde genç gelin Prenses Naciye duvak takmamıştı. Üzerinde gül dallarıyla işlemeli krem rengi, saten bir elbise vardı. Kısa saçları, uzun küpeleri ve boynundaki zarif kolyeyle dikkat çekiyordu. Çok geçmeden salonda bir hareketlenme oldu. Bütün gözler Şadırvan’ın kapısına yöneldi. Az sonra gelinin annesi Kraliçe Süreyya göründü. Yüzyıllarca süren geleneği bir kenara bırakarak Avrupa tarzında giyinen, yabancı diller bilen, Afgan kadınlarını okuma-yazma öğrenmeye teşvik eden, kocasıyla at sırtında avlanan, silah kullanan ve cephede askerleri ziyaret etmek gibi farklı davranışlarıyla dikkatleri üzerinde toplayan kraliçe yaşadığı acılara rağmen mutlu görünüyordu. PRENSES NACİYE (DOĞAN) DAHA ÇOK YAZ AYLARINDA AYVALIK’A GELMEYE DEVAM EDİYOR Babası kral olduğu için dünyanın neresine giderse gitsin kendisine hep ‘Prenses’ diye seslenilen ve pasaportunda da öyle yazan Prenses Naciye, İlter Doğan’la evlendikten sonra Ayvalık’a yerleşti. Hümeyra ve Ömer adını verdikleri iki çocukları dünyaya gelen çift Ayvalık ve İstanbul’da uzun yıllar boyunca sevgiyle beslenen bir yaşam sürdü. Bu arada Fransızca, İngilizce, Türkçe ve

22

KRALİÇE SÜREYYA

Farsça bilen Prenses Naciye, İstanbul Üniversitesi’nde İtalyan Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Prenses Naciye’nin annesi Kraliçe Süreyya, eşi Amanullah Han’dan sekiz yıl sonra 1968’de Roma’da vefat etti. Takvimler 2015 yılını gösterdiğinde ise, uzun bir süredir Parkinson hastalığıyla mücadele eden İlter Doğan Ayvalık Çamlık’taki evinde, 83 yaşında hayata gözlerini yumdu. Saatli Cami’de kılınan öğle namazının ardından Ayvalık Mezarlığı’nda toprağa verildi. Bir ömrün içine acı-tatlı pek çok hayat sığdıran Prenses Naciye (Doğan) daha çok yaz aylarında Ayvalık’a gelmeye devam ediyor. Soylu kişiliği, dirençli duruşu ve çağdaş kimliğiyle ‘içimizden biri’ olmayı sürdürüyor.


AMANULLAH HAN ATATÜRK’ÜN ŞAHSİ DOSTUYDU VE BUNDAN ŞEREF DUYUYORDU

T

ahtta kaldığı on yıl boyunca Atatürk’ü örnek alan ve onun yaptığı yenilikleri kendi ülkesinde de uygulamaya çalışan Amanullah Han, 1938 yılında ‘Üniformasız, nişansız, yaversiz, erkânıharbiyesiz, ünvansız olarak’ bir kez daha Türkiye’ye gelmiş ve Atatürk’ün cenaze törenine katılmıştı. Söylentiye göre, İtalya’dan Türkiye’ye gelirken Emin takma adını kullanmıştı. Atatürk’ün kaybından büyük üzüntü duyduğu her halinden belli olan Amanullah Han, onun Dolmabahçe Sarayı’nın büyük salonlarından birindeki katafalkının önünden geçerken göz yaşlarını tutamadığı gibi özel deftere duygularını yazarken heyecandan elleri titremişti. Önce tuğraya benzeyen imzasını atmış, ardından, imzasının yanına yeni Türk harfleriyle ‘Amanullah’ yazmıştı.Tören sonrasında, konakladığı Pera Palas’a geçmiş ve daha önceden tanıdığı gazeteci Nizamettin Nazif’e şunları söylemişti: “Atatürk’le meslek ve ideal arkadaşıydık. Kendisine çok büyük hürmetim vardı. Şahsî dostu olmak şerefini kazanmıştım. Hastalandığını işittiğim günden beri dehşetli bir azap içinde yaşıyordum. Elîm hâdiseyi öğrenince duramadım, dayanamadım ve karşısına bir daha çıkıp çok ulvîleşen hatırasına bir defa daha saygılarımı sunmak istedim. İnsanlığın bu kadar müşterek matemi olmamıştır, diyebilirim. Asya’nın asîl bir ailesine meziyetlerini, fevkalâdeliklerini öğretmeye uzun zaman savaştığım ve öğrettiğim millî kahramanın ölümünden duyduğum büyük matemi Türk milletine şahsen bildirmek, mutlaka, ifaya mecbur olduğum bir vazifeydi. Şimdi onun yasını tutuyorum, fakat bir büyük insanî vazifeyi başarmış olmanın rahatlığı içindeyim. Onu ben, Anadolu’ya ilk ayak bastığı gün beğenmiştim...”

ATATÜRK KRALİÇE SÜREYYA VE NEDİMESİ İÇİN ZEYBEK OYNADI

1928

yılında Amanullah Han ve Kraliçe Süreyya ile birlikte Türkiye’ye gelenlerin arasında Prenses Naciye’nin teyzesi Huriye hanım da vardı. Seyahate ‘dame de humour’ yani nedime olarak katılmış ve Atatürk’ün kralın onuruna verdiği yemekte de bulunmuştu. Huriye hanımın anlattığına göre, Amanullah Han’ın içki içmediğini bilen Atatürk nezaket gösterip kralın yanında alkol almamıştı. Öte yandan, Amanullah Han da Atatürk’ün alkol kullandığından ve özellikle rakıyı sevdiğinden haberdardı. O da kibarlık etmiş ve rahatça içebilmesi için yemeği bitince eşi Kraliçe Süreyya ile Huriye hanımı orada bırakarak masadan ayrılmıştı. Amanullah Han’ın ‘jestini’ fark eden Atatürk, Kral salondan ayrılınca rakısını gönül huzuruyla içmiş, daha sonra piste çıkarak kraliçe ve nedimesi için zeybek oynamıştı.

KAYNAKÇA - Utkan Kocatürk, ‘Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü’, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1988 - Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası (1912-1922), İnsel Yayınevi, 1970 - Bilal N. Şimşir, ‘Bizim Diplomatlar’, Bilgi Yayınevi, 1996 - Aliye Yılmaz, ‘Amanullah Han’ın Islahatları ve Atatürk’, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 21, Mayıs 2010 - İsmail Akbaş, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 16-17, 2008 - Behice Tezçakar, ‘İngilizler Bağımsız Pakistan İstemedi’, Atlas Tarih dergisi, Sayı: 3, Mart 2010 - Ertan Ünal, ‘Cumhuriyetin İlk Resmi Konuğu’, Popüler Tarih dergisi, Şubat 2007 - Hayat dergisi, Sayı: 67, 17 Ocak 1958 - Türk Ansiklopedisi, ‘Afganistan’, M.E.B. Yayınları, 1946

23


24


HATIRA DEFTERİ Hatıra Defteri’mizin ikinci sayfasında Ayvalık için çok güzel şiirler yazan Hikmet Esen’i selamlıyoruz. “Yüreği olmalı insanın, yüreği/Yaşadığı yere/ Sahip çıkacak kadar hem de/ Vicdanıyla birlikte” diyen Ayvalık sevdalısı Esen, şairliğinin yanı sıra, siyasete de hep yakın durmuş, sıcak ve alçakgönüllü kişiliğiyle herkesin sevdiği bir insan olmayı başarmıştı.

HİKMET ESEN AYVALIK’I ÇOK SEVDİ, AYVALIK İÇİN HEP İYİ ŞEYLER DÜŞÜNDÜ

B

ir şair dostunun tanımlamasıyla, “Ayvalık'ın gülümseyen yüzü” olan Hikmet Esen 24 Temmuz 1952’de Edremit’te dünyaya geldi. Muhasebeci olan babasının işi nedeniyle yedi yaşına, yani ilkokula başlayıncaya kadar Altınoluk’ta yaşadı. Evleri hemen denizin kıyısındaydı. O günler, kendi deyişiyle çocukluğunun en güzel yıllarıydı ve neredeyse bütün zamanını denizin içinde geçirdi.

Ve sonra Ayvalık günleri, yılları başladı. İlkokul, ortaokul, lise... Ardından Ege Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki öğrencilik ve neredeyse İzmir’deki on yılı bulan çalışma dönemi... 1980 yılında yeniden Ayvalık ve Serbest Muhasebeci Mali Müşavir olarak geçen yıllar... Ve elbette, iki ‘olmaz olmaz’ı: Politika ve şiir... Siyaset Hikmet Esen’e göre yaşamın ta kendisiydi. Kirlendiğini, çirkin oyunlara alet edildiğini görüp de yakınmaktansa, önce kendi evinin önünü temizlemeye çalışmanın kavgasını verdi uzun yıllar... İki dönem CHP Ayvalık İlçe Başkanlığı, İl Genel Meclisi üyeliği yaptı. Mali Müşavirler Odası’nda görev aldı. Ama şiirden de hiçbir zaman vazgeçmedi. Ona göre şiir yaşamın ta kendisiydi; doğayı, varoluşu anlama ve anlatma biçimiydi. Hikmet Esen çok sevdiği oğulları Can ve Candaş’ı, yaşam biçimi haline getirdiği şiiri ve dürüstlükle ciddiye aldığı politikayı ardında bırakarak 3 Eylül 2010’da geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Bir şair dostunun dediği gibi, ölümsüzlüğünü şiirlerine bırakıp gitti. Ama unutulmadı... Yokluğunun ikinci yıldönümünde Ayvalık Belediyesi, çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan bazı şiirlerini 'Ayvalık Makamında Gün Batımı Şiirleri’ adlı bir kitapta topladı.

Bu şehir Senden önce de vardı. Zeytinle omuz omuza Çam kokan rüzgârların Özlem şarkılarında. Martıların serkeş çığlıklarında Uçuşan yosun kokusu O günlerden kalmadır avuçlarına. Bu şehir Senden önce de vardı. O daracık sokaklar Şu taş bina Kaç can, Kaç ihanet sıvandı Geçip giden yıllarla Anılarına. Troya’dan, Cunda’ya Tutuşur ufuklar her akşam Balıklar tanıktır ağıtlarına Onca yılın Işığıdır yansıyan Pullarından Yakamozlarla. Bu Şehir Senden önce de vardı Hep yaşam emzirdi kucağında Kim bilir kaç kazma vuruşunda Kanadı sokakları Kaç baltanın hain bakışlarında Seyreldi ağaçları Kaç bina can verdi Çıkar kavgalarında Arsızca hesaplarla Bu şehir Senden önce de vardı Dön bak Ayvalık hâlâ ayakta Ne yıkanın izi kaldı Ne hoyrat tutkuların adı Sarımsak taşlarında. Susmak, ram olmak değil Bu şehrin beklediği. Ciğerlerine çektiğin Denizin özgür kokusu gibi Bu kentin geçmişi geleceği Yüreği olmalı insanın, yüreği Yaşadığı yere Sahip çıkacak kadar hem de Vicdanıyla birlikte. Hikmet Esen bu şiiri 22 Mart 2009’da yazdı

25


Akademik Bakış

Doç. Dr. AYHAN GÖKDENİZ aygokdeniz@yahoo.com

T

Fuarlar, destinasyon pazarlamasına etkileri, marka değerler ve Ayvalık

urizmde ulaşılan son bilimsel verilere göre, turizm fuarları eski cazibesini yavaş yavaş kaybediyor. Bu düşünceyi doğrulayan bir kaç istatistiki veriyi sizlerle paylaşmak isterim. Örneğin; ITB Berlin Turizm Fuarı’na katılan kurum sayısı her geçen yıl kademeli olarak düşmekte. Bu fuara, 2011 yılında katılan kurum sayısı 11.163 iken, 2012’de 10.644, 2013’de 10.086, 2014’de 10.147 ve 2015 yılında ise 10.096… Günümüzün reklam ve pazarlama şirketleri bu düşüsün ana nedeninin ‘internet, sosyal medya ve blog pazarlama yöntemleri’ olduğunu ifade ediyor. 26-29 Ocak 2017 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen ve dünyanın turizm alanında 5. büyük fuarı olan 21. Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı’na (EMITT) geçtiğimiz yıl 77.750’i tatilci olmak üzere toplam 142.100 kişinin katıldığı tespit edilmiştir. Bu yıl da sayısal verilerin ortalama bu rakamlarda veya biraz altında olacağı öngörülmektedir. Ulusal ve uluslararası fuarlara katılımın düşüş nedenleri digital pazarlama, mobil teknolojiler, sosyal medya, web sayfaları ve seyahat bloger’larıdır. Bu tezimizi doğrulayan en önemli bulgu, EMITT Fuarı’nın açılış günü yapılan ‘Yeni Hedefler ve Stratejiler’ panelidir. Bu panelde; Avrupa Otel, Restoran ve Kafeler Birliği (HOTREC) Başkanı Susanne Klaus Winkler ve Almanya Seyahat Birliği (DRV) Başkanı Norbert Fiebig turizm sektörünü bekleyen iki önemli tehlikeden bahsetmiştir. Aslında tüketici açısından bakıldığında bunların bir tehlike değil, aynı zamanda bir fırsat olduğu anlaşılır. Belirtilen bu iki tehlikeden biri ‘Airbnb’ yani otelcilere kök söktüren ve ev turizmi yapan global şirketin büyümesi ve kural tanımazlığıdır. İkinci büyük tehlike ise on line seyahat şirketlerinin (booking.com ve expedia.com gibi) dünya turizm pazarının neredeyse tamamını ele geçirmesi ve klasik seyahat acentacılığı yapan işletmelerin hızla piyasadan çekilmesidir. Winkler ve Fiebig, bu iki ana faktörün ortaya çıkmasının temel sebebini ‘digitalleşme’ ve ‘mobil teknolojilerin yaygınlaşması’ olarak ifade ediyor. Bir diğer deyişle, tüketicilerin bu teknolojileri ve seyahat portallarını kullanarak turizme yön verdiğini söylüyorlar. Aynı ikiliye göre, dünya turizminin önündeki en büyük tehlike de turistin ve destinasyon güvenliğinin sağlanması… Son yıllarda sosyal medya kullanımı diğer sektörlerde olduğu gibi turizm sektöründe de tanıtım, pazarlama ve iletişim alanında etkisini arttırarak devam ediyor. Ancak son birkaç yıl, her sektörde olduğu gibi turizm sektöründe de sosyal medya türevlerinden birisi olan bloglar; sosyal medya ve SEO’ya göre daha yüksek web sayfası trafiği yaratmaya başladı. Yapılan bilimsel çalışmalara göre, mevcut kullanılan pazarlama yöntemlerine nazaran bloglar yüzde 60 daha az maliyetli ve daha etkin. Yeni tür pazarlama, müşterilerin tavsiye, ilham almak ve eninde sonunda sizden satın almak için onları cezbetme sanatı olarak ifade ediliyor. Bu süreç blog’a daha

26

fazla işlev yüklüyor. Blog; artık tüteticiyi en etkili cezbetme ve satın alma yönünde reflekse geçirme tekniğidir. Bu tekniğin getirisini keşfeden endüstriler, blog dünyasında adeta bir çığ yaratarak (oteller de dahil), her gün 2 milyon blog’un internete yüklenmesine yol açıyor. Bu konunun önemini kavrayan turistik destinasyonlar tüketicilerin dikkatini çekmek için, yemek, seyahat, bölgeye ulaşım, turistik çekicilikler gibi farklı yaşam alanlarında ayrı ayrı blog’lar oluşturuyor. Bu noktada Ayvalık turizmi için özellikle sosyal medya ve türevleri, blog’lar ve web sayfaları daha çok ön plana çıkarılmalı ve daha etkin kullanılmalı. Eğer Ayvalık destinasyonun kalabalıklardan sıyrılıp dikkat çekmesini istiyorsak, kaliteli, dikkat çeken bloglar yazmalı ve düzenli olarak paylaşmalıyız. Bu bağlamda, özellikle bloglar yardımıyla artık alternatif konaklamada amaç daha nitelikli turisti çekmektir. Yine önemli tatil siteleri yardımıyla (tripadvisor, booking.com, tripbase ve travelife gibi) internetten gideceğiniz sokağa kadar her yeri görebileceğiniz (google. map gibi) portallar yardımıyla tatil yeri bulma, seçme ve satın alma işlemi oldukça kolaylaşmıştır. Diğer bir deyişle; tatil bireyselleşmiş ve aynı zamanda özgürleşmiştir. Özgür seyahat ve tatil kullanıcıları; ağırlıklı olarak gittikleri noktalarda ev kiralamayı veya küçük otellerde (özellikle butik otellerde) kalmayı tercih etmektedirler. Bu trend önümüzdeki onlu yıllarda özelikle sosyal medyanın da katkısı ile artacak gibi görünmektedir. Bu eğilimin bir diğer artma nedeni ise; mobil teknolojilerdir. ‘Milenyum gençliği’ olarak tanımlanan grupların mobil teknolojilere talebi her geçen gün artmaktadır. Bu gruplar; bağımsız hareket etmekte, sosyal medyayı ve mobil teknolojileri çok iyi kullanmakta ve çevreye duyarlı uygulamaları aramaktadırlar. Bu talebi gören ve işletmelerini özellikle ekolojik uygulamalara açan butik otel işletmeleri, bu sektörün yeni moda markaları olacaktır. Despot’un Evi ile ilgili proje Bursa Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan geçti Ayvalık’ın özellikle Cunda’nın marka değerlerinden biri, ‘Despotun Evi’ veya diğer adıyla ‘Papazın Evi’dir. Bu yapı, uzak kıyılardan bile kendini gösteren ve Cunda adasına denizden ilk girişte bütün ihtişamı ile sizi karşılayan ve bu haliyle bile adanın güçlü geçmişinin izlerini görebileceğiniz bir konumdadır. Osmanlı’nın Ayvalıklı Ortadoksu’ndan kalma Cunda’daki Osmanlı dönemine ait bu tarihi yapı yeni sahipleri ile tekrar ayağa kalkmayı beklemektedir. Günümüze kadar bozulmuş olsa da varlığını koruyan bu bina, içinde tarihi barındırmakla beraber ziyaretlere açıktır. Hâlâ devam eden rivayetlere göre Despot’un öldürüldüğü gece yerini söylemediği hazine bugüne kadar bulunamamıştır. Çeşitli rivayetler ve tarihi barındırma özelliğiyle ilgi çeken bina her yıl turistik aylarda revaçta olmakla beraber, komşu


ülkeYunanistan halkının büyük ilgisini çekmektedir. Birçok Yunan tarihi kaynaklarında bu bina hakkında bilgiler mevcutken, Osmanlı arşivlerinde az sayıda yer alan bilgiler bulunabilmekte fakat bunlar da oldukça ilgi çekmektedir. Despot Evi’nin hikayesi şöyle başlamaktadır: Despot, Yunanistan’ın devlet olduğu gün Rum halkının sevinçten verdiği bağışlardan çok para kazanmıştır. Ve o paraların doğum yeri olan Yunda’ya (Alibey adası) getirdiği kısmıyla sahildeki binayı inşa ettirmiştir. Despot Evi sarımsak taşından 1862 yılında inşa edilmiştir. Despot, gelirken yanında getirmiş olduğu paralarla rahat bir yaşam sürmüş ancak 1877 yılının Ocak ayında baskın yapan hırsızlar kendisini öldürmüşlerdir. Bir rivayete göre; evde buldukları altın, gümüş kupalar ve 15.000 Osmanlı lirasını da alarak kaçmışlardır. Bir rivayete göre ise; Despot, bütün sıkıştırmalara rağmen adaya gelirken yanında getirmiş olduğu altınların yerini söylememiştir. Despot; ölümünün ertesi günü büyük bir cenaze merasimiyle Taksiyarhis Kilisesinin apsisi dışına gömülmüştür. Despot’un ölümünden sonra Osmanlı Devleti Sine Kilisesi’nden Despot Evi’ni satın almış ve Hükümet binası ve daha sonra da Öksüz Yurdu olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1915 yılında Rum baskınından sonra adaya gönderilen Teftiş Heyeti, Yunda ve Ayvalık halkının baskına destek verdiklerini, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan halinde olduklarını rapor edince, Yunda ve Ayvalık’taki Rumlar Susurluk içlerine gönderilmiştir. Osmanlı Devleti, iç ve dış problemlerle uğraşırken sürgüne gönderilenler yavaş yavaş eski yerlerine dönmeye başlamış ve1919 yılında Yunan ordusunun İzmir’e çıkmasıyla sürgündeki bütün Rumlar kimseden izin almadan eski yerlerine dönmüşlerdir. Yunanistan’ın Anadolu’ya hâkim olacağını düşünen bölge Rumları, Osmanlı Devleti’nin malı olan Despot Evi’ni 1921 Eylül’ünde ‘Öksüz Yurdu’ olarak kullanmaya başlamışlardır. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile Rumlar bölgeden ayrılınca, mübadeleyle gelen Türkler aynı binayı hem ilkokul hem de Öksüz Yurdu olarak kullanmaya başlamıştır. 1980 yılında Öksüz Yurdu yeni binasına taşınınca Despot’un Evi kapılar kapatılmış olmasına rağmen yangın merdivenlerinin kaldırılmamış olması ile çocukların ve hırsızların içeriye girmesine neden olmuş ve bina adeta yağmalanmıştır. Maliye Bakanlığı’nın 2013 yılındaki ‘Olur’u ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilen tarihi yapı, Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü’nün ‘Turizm Yatırımcılarına Kamu Taşınmazı Tahsis Şartnamesi’ çerçevesinde 2014’te 49 yıllığına tahsise çıkmış ve Polat Şirketler Grubu (Konya) tarafından aslına uygun restore edilmek ve butik otele çevirmek amacıyla satın alınmıştır. Şirketin Yönetim Kurulu üyesi İsmail Polat’tan aldığımız son bilgiye göre; binanın 26 odalı bir butik otele dönüştürülmek üzere projesi Bursa Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan geçmiştir ve revize plan süreci devam etmektedir. Yaklaşık 3 dönümlük bir arazi üzerinde, 850 m2 kapalı alan planlamasıyla yapı butik otel, havuz, restoran, kafeterya ve odalar bölümünden oluşacaktır. Arazi üzerinde yaklaşık 2-3 ay içinde hafriyat çalışmalarına başlanacağını ifade eden Polat, bu yatırımın kendilerini de heyecanlandırdığını, bölgenin sembol yapılarından birini tekrar yaşama katacakları için mutlu olduklarını belirtmiştir. Ayvalık Belediyesi ve AYTUGEB, geçtiğimiz yıl olduğu gibi 21-29 Ocak 2017 tarihleri arasında yapılan Düseldorf Boat Fuarı’na katılmış ve Ayvalık’ı su altı ve su üstü değerleriyle bu fuarda tanıtmıştır. Ayvalık ve kite-surf’le ilgili yapılan en son reklam filmi fuara katılan yabancı ziyaretçiler tarafından büyük ilgi görmüştür. Şimdi bütün hazırlıklar; 8-12 Mart 2017 tarihleri arasında gerçekleşecek ITB Berlin Turizm Fuarı ile ilgilidir. Bu fuara da Ayvalık Belediyesi ve AYTUGEB birlikte katılarak, Ayvalık ve turizmini tanıtacaktır. Biliyorsunuz, önümüzdeki aylarda Türkiye için çok önemli bir süreç yaşanacak. Malum, refandum süreci ve Türkiye’nin nereye evrileceği ile ilgili haberler... Gelecek sayıda bu konulardan ve turizme yansımalarından bahsedeceğim. Kalın sağlıcakla....

Dünyada, evlatlarını askere davul-zurnayla gönderen tek millet biziz

ALTINOVA ASKERLERİNİ TÖRENLE UĞURLADI

A

ltınova Mahallesi’nde askerlik çağına gelmiş 97/1 tertip gençler Selimiye Camisi’nin önünde düzenlenen geleneksel törenle uğurlandı. Törene Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Altınova’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı Ahmet Erkal, Meclis Üyesi İbrahim Mühürdaroğlu ile mahalle sakinleri ve asker aileleri katıldı. Askerliğe ilk adımlarını atan gençlere seslenen ve “İyi ki varsınız!” diyen Rahmi Gençer şunları söyledi: “Dünyada, askere giden evlatlarını davul-zurnayla uğurlayan tek millet biziz. Sırayla hepimiz bu sorumluluğu üstlendik. Sizlere vatani görevinizde başarılar dilerim. Görevinizi en iyi şekilde yerine getireceğinize güvenim tamdır. Ailelerinizin gururunu ve sevincini de yürekten paylaşıyor; vatani görevinizi kazasız-belasız tamamlamanızı temenni ediyorum.”

Rahmi Gençer Küçükköy Mahallesi’ndeki asker eğlencesine de katıldı ve gençlere ‘hayırlı tezkereler’ diledi. 27


Bu kez bir başka lezzet durağında, Nihat Uzun’un Cumhuriyet Caddesi’ndeki Fırat Lokantası’ndayız. İnternet ortamında, turizm sitelerinde ‘Ayvalık’ta Ev Yemekleri Tadabileceğiniz En İyi Mekânlar’ listesinin ilk sıralarında yer alan Fırat, yerleştiği köşede şirinliği ve yalınlığıyla dikkat çeken tipik bir esnaf lokantası…

FIRAT LOKANTASI’NDA EN AZ 50 ÇEŞİT LEZZET DÖNÜŞÜMLÜ OLARAK MÜŞTERİLERİN BEĞENİSİNE SUNULUYOR

M

GÜLBENİZ ŞENTAY

eslekte otuz yılı geride bırakan Nihat Uzun, Midilli mübadili bir ailenin oğlu...

yapılması gerektiğini öğrendim ben.

Ortağının, “Sen mutfaktan anlamazsın. Gel, vazgeç!” demesine aldırmamış Nihat Uzun; aşçılara ‘yol vermiş’ -Pirinççi Mehmet lakabıyla tanınan babam ve mutfağa girmiş. Gerek yemek kitaplarından gerekse 1940’larda pazarcılık yaparmış. Yukarı Hal dediğimiz müşterilerin eleştirilerine kulak vererek çorbadan metruk yerin bir köşesinde tek başına bakliyat mezeye her türlü yemeği layıkıyla yapmayı ve sebze satarmış. Derken onu gören diğer Kapımız başarmış. esnaflar da mallarını getirip babamın herkese yanında tezgâh açmışlar ve böylece -Ben restoran işine soyunduğumda açık. Zaten esnaf Yukarı Hal’de kocaman bir ‘pazar’ Ayvalık’ta çok iyi aşçılar vardı. oluşmuş. Sonradan işleri büyütüp lokantalarının en büyük Vargiler diye bilinen Arnavutlar, bakliyat toptancısı olan babam o özelliğidir bu! Örneklemem Sahil Restoran’ı çalıştıran Hilmi günleri sık sık yad eder ve bana, gerekirse benim en sadık usta gibi... Ama içlerinde en “Mezar taşıma Ayvalık’ın ilk pazar müşterilerim kırsal mahallelerde ünlüsü Canlı Balık’ın aşçısı kurucusu olduğumu yazdır!” yaşayan vatandaşlarımızdır. olan Kamber ustaydı. Yılların derdi. Vasiyetiydi bu onun. Ben ustasıydı Ali Kamber… 1978 Ayvalık’a ne zaman yolları düşse de yerine getirdim. yılında denizci olarak askere mutlaka bize uğrarlar. Hatta gittiğimde, orada Kamber ustayı Endüstri Meslek Lisesi Ağaç onlara, “Benim değerimi en iyi tanımayan yok gibiydi. Kısacası İşleri Bölümü mezunu olan siz biliyorsunuz!” diye takılırım. bana göre bu işin profesörüydü o. Nihat Uzun, 1975 yılında İnanır mısınız, bize annesinin Gün gelip de müşterilerim, “Aynı babasının işini tasfiye etmesinin karnında gelip, evleninceye Ali Kamber gibi yemek yapıyorsun!” ardından pazarcılık dahil birçok dek yemeğini burada dediklerinde koltuklarım kabarmış, işe girip çıkmış. yiyen insanlar var. kendi kendime, “İşte şimdi gerçek bir -Sabunhanelerde çalıştım. Ramazan’da ustasın!” demiştim. Kısacası sevilen, çörek bile sattığımı bilirim. Ama asıl beğenilen, aranan bir mekândık. Ancak mesleğim marangozluktu. Okul bitince birkaç yıl sonra içki servisi yapan restoranlara kerestecilik yaptım. Onu çiftçilik izledi. Kendi adisyon mecburiyeti getirilince uğraşmak istemedik ve zeytinliğimi sürdüm. Zeytin topladım. Zeytinyağı restoranı esnaf lokantasına dönüştürdük. 1994 yılına pazarladım. Ancak zeytinyağının getirisi fazla değildi. geldiğimizde ise ortağımla yollarımızı ayırdık, ben yalnız Bu nedenle yiyecek-içecek sektörüne girmeye karar devam ettim. verdim. 1988 yılında babama ait olan bu mekânda HER ŞEYİ KENDİ KAFAMA GÖRE YAPIĞIM İÇİN BENİM restoranımı açtım. Doğrusunu isterseniz ne işi, ne de YEMEKLERİMDEN ALACAĞINIZ TADI BAŞKA BİR YERDE işin mutfağını biliyordum. Ancak gün geçtikçe mutfağa BULAMAZSINIZ ilgim arttı ve yanımda çalışan aşçıların işlerinin hakkını vermediklerini fark ettim. Belki size garip gelecek Geçmişte esnaf lokantalarının menülerinin bir hayli ama aşçılığın ne olmadığını göre göre, aşçılığın nasıl ‘kısır’ olduğunu öğreniyoruz:

28


Nihat Uzun - İlber Ortaylı

-Hani ciğer sarma falan yapıldığını duyardım ama genelde esnaf lokantalarında menü çorba/kuru fasulye/ pilavdan ibaretti. Ne deniz ürünlerine ne otlara yer verilirdi. Klasik bir tarzımız vardı. Ben bu tarzın dışına çıktım. Listeme müşterilerimin isteği doğrultusunda enginardan tarçınlı sübye yahniye sürekli yeni yemekler ekleyerek menümü zenginleştirdim. Bu anlamda Fırat Lokantası bir ilk oldu ve fark yarattı tabii. Haftanın altı günü açık olan Fırat Lokantası aynı anda kırk müşteriye hizmet verebiliyor. Çorba servisi sabah altı buçukta başlıyor. Yemekler saat on buçuğa kadar hazırlanıp tezgâha dökülüyor. -Yemeklerimde kendi zeytinlerimin yağını kullanıyorum. Mutfağımı nasıl tanımladığımı soruyorsunuz... Ben sağlıklı, lezzetli, zeytinyağlı ev yemekleri pişiriyorum. Ama mutfağım Akdeniz midir, Ege midir, Girit midir bilmiyorum. Çünkü ben bir ustanın yanında yetişmedim. Her şeyi kendi kafama göre yapığım için benim yemeklerimden alacağınız tadı başka bir yerde bulamazsınız. Bu nedenle illaki tanımlamam gerekirse mutfağıma ‘Nihat Usta’nın Mutfağı’ diyebilirim. Yemeklerimin kalitesi her şeyiyle yerindedir ama bir kusurum var. Dediğim gibi çıraklıktan yetişmediğim ya da bu işin okulunu okumadığım için sunumda pek başarılı değilim. Süslemeyi pek bilmiyorum açıkçası. Akşam servisi bulunmayan Fırat Lokantası’nın mevcut menüsünde uykuluk, sübye yahni, rosto, kokoreç, ciğer, yazdan saklanan bamya, kereviz, ıspanak, kuru

fasulye, nohut, pilav gözümüze ilk çarpan yemekler oluyor. Çorba seçenekleri arasında ise işkembe, kellepaça ile tavuk suyu var. Her gün en az üç çeşit çorba ve on dört, on beş değişik sulu yemekle konuklarını ağırlayan Nihat Uzun, bütün yemekleri kendisi pişiriyor. -En az elli çeşit lezzeti dönüşümlü olarak müşterilerimin beğenisine sunuyorum. Etli dana rosto, hindi sote, tas kebabı, sebzeli köfte, ada köftesi, dalyan köfte, İzmir köfte, ıspanak pita ve özellikle enginar ile sübye yahni en beğenilen yemekler arasında. Yine kaşarlı/ tavuklu/portakallı kerevizi, akkızı, izvinyayı, sıçan dikenini aranan yemekler arasında sayabilirim. Ot yemeklerini gerçekten çok severek yapıyorum. Ancak tek başına çalıştığım için ayıklanmaları, yıkanmaları el alan otları daha ziyade talep geldikçe listeme alıyorum. Bizim işimizde arz-talep dengesi önemli bir yer tutuyor. Eskiden kaşarlı kabak, sütlü palamut, karides tepsi de menüde yer alırdı. Ama istek azalınca onların yerini başka tatlar aldı. Örneğin taratorlu mantar tava yapıyorum şimdi. Konuklarımın yeni gözdesi o! Aynı midye tava gibi oluyor ve herkes midye yediğini sanıyor. İKİ BUÇUK SAATTE SİHİRBAZLAR GİBİ 14 ÇEŞİT YEMEĞİ YAPIP ÇIKIYORUM MUTFAKTAN Nihat Uzun güne akşamdan hazırlanmayı sevmiyor. Mümkün olduğunca her türlü işlemi sabah yapmayı tercih ediyor. -Çorbalık kemikleri mecburen akşam kaynatıyorum. Sabah hemen terbiyesini veriyorum. Pırasa, fasulye,

29


enginar gibi sebzeler de geceden ayıklanıyor ama örneğin ıspanak mutlaka benim kontrolümde ve sabah temizlenip, yıkanıyor. Üç ‘has’ yardımcım var. İkisi müşteriye hizmet ediyor. Birisi de mutfağı derleyip topluyor. Çorba servisi biter bitmez öğle yemeği için mutfağa giriyorum. Yardımcım benim bir tek soğanımı, patatesimi hazır ediyor. Onun dışında kimseye bir yumurta dahi kırdırmıyorum. Huyum böyle… Neyse, iki buçuk saatte sihirbazlar gibi on dört çeşit yemeği yapıp çıkıyorum mutfaktan. Aslında mütevazi bir insanım ama bu konuda bir hayli iddialıyım ve isteyen herkesle de yarışabilirim.

Nihat Uzun - Tuncel Kurtiz

Nihat Uzun, bütün alışverişi kendisi yapıyor. Sebze ve otlar için Armutçuk pazarına gidiyor. Kırmızı eti Yukarı Hal’deki bir kasaptan alıyor. -Şoklanmış tavuk sevmiyorum. O nedenle beyaz et ihtiyacını haftada üç gün taze kesilmiş tavuk servisi yapan bir firmadan karşılıyorum. Yaz-kış, hafta içihafta sonu doluluk oranımız değişiyor tabii ama genelde günde on kilo et ile bir o kadar da sebze tüketiyoruz. “Fırat Lokantası’nın müdavimleri kimler?” diye sorduğumuzda ilginç bir cevap geliyor: “Biz Belediye otobüsü gibiyiz. Kartı basan biniyor!” -Kapımız herkese açık. Zaten esnaf lokantalarının en büyük özelliğidir bu! Örneklemem gerekirse benin en sadık müşterilerim kırsal mahallelerde yaşayan vatandaşlarımızdır. Ayvalık’a ne zaman yolları düşse mutlaka bize uğrarlar. Hatta onlara, “Benim değerimi en iyi siz biliyorsunuz!” diye takılırım. İnanır mısınız, bize annesinin karnında gelip, evleninceye dek yemeğini burada yiyen insanlar var. Yani otuz yıl az bir zaman değil. Ben bu lokantada esnafından memuruna, köylüsünden işçisine, profesöründen oyuncusuna pek çok değerli insanı ağırladım. Çok güzel insanlarla tanıştım. Bu nedenle işimi severek yapıyorum. İşimden keyif alıyorum. “Ellerine sağlık!” dendiğinde yorgunluğumu unutuyorum. Saatlerce yemeklerin başında, ayakta duruyorum. Sonra tezgâha geçip pişirdiklerimi tek tek insanlara servis ediyorum. Açıkçası deli gibi çalışıyorum. Hem bedenimle hem beynimle hem yüreğimle çalışıyorum. İnsan ancak böyle usta oluyor, böyle sanatkâr oluyor çünkü. Fırat Lokantası sadece sağlıklı, leziz yemekleriyle değil, fiyat politikasıyla da müşterilerinin yüzünü güldürüyor. Örneğin dilediğiniz bir çorbanın yanı sıra, kuru fasulye ile pilav yediğinizde on iki lira hesap ödüyorsunuz. Nihat Uzun, “Yemeklerimi herkes severek yesin, tezgâhta hiçbir şey kalmasın istiyorum!” diyor ve şöyle devam ediyor: -Aşçılık aklımın köşesinden geçmezdi. Ben çiftçiydim. Ama bu işe girişince kendimi yetiştirdim, geliştirdim. En çok da müşterilerimin sesine, eleştirilerine kulak verdim. Eğer başarılıysam, bunu büyük ölçüde onlara borçluyum. Otuz yıldır yemek yapıyorum. Ne kimsenin karnını ağrıttım, ne midesini bozdum. Kimse verdiği paranın arkasından ağlamadı. Kimseyi aldatmadan, kimsenin hakkını yemeden çalıştım. Helâlinden kazandım. Hayır duası aldım. O dualarla bu dükkân iki çocuk okuttu. Biri doktor, biri mühendis oldu. Dürüstlüğümün ödülünü böyle aldığımı düşünüyorum. Başka ne diyebilirim ki! Geriye dönüp baktığımda, “İyi ki aşçı olmuşum!” diyorum. Fırat Lokantası Cumhuriyet Cad. No: 25 Ayvalık Tel: 0555 618 22 55

30

TARÇINLI SÜBYE YAHNİ Malzemeler: 1 kilo temizlenmiş sübye,1 su bardağı zeytinyağı, 300 gram yemeklik olarak doğranmış soğan, 1 çay kaşığı kırılmış karabiber, 1 budak tarçın, 300 gram domates, 3 adet çarliston biber, 1 adet orta boy limon, 1 fiske toz şeker, 1 fiske tuz, 150 gram beyaz şarap veya 1 fincan sirke. Kuşbaşı doğranan sübyeler bir buçuk litre suda haşlanır, süzülür. Tarçınla birlikte, zeytinyağında kavurduğumuz soğanların üzerine eklenerek birkaç dakika daha birlikte karamelize edilir. Bu işlemin ardından tencereye doğranmış domates, çarliston biber ile karabiber konur. Limon dilimleriyle süslenen sübyeye bir fiske şeker ile tuz serpilir. Sübyelerin üzerini örtecek kadar haşlama suyu ilave edilerek pişmeye bırakılır. Ocağın altını kapatmaya yakın yahninin üzerine verilen ölçüde şarap ya da sirke gezdirilir. Bir taşım daha kaynatılır.


ZEYTİNİ ÇİZENLER/3 ZEYTİN ANADOLU AĞACIDIR “Zeytin Anadolu ağacıdır. Anadolu’da gövdesinin çapı dokuz metre olan zeytinlere rastladım. İçerisi çürümüş ama kovuğu bir salon kadardı. Yanlarında birer metreye yakın dört dal vardı. Birisini rüzgâr kırdı. Testere ile kestirdik. Yıllık halkaları binden çoktu. Gene de 220 kilo kadar dane veriyordu.” Halikarnas Balıkçısı, ‘Merhaba Anadolu’

VILLIAM MERRITT CHASE (1849-1916), Zeytin Ağaçları, 1910

ALBERT MARQUET (1875-1947), Büyük Zeytin Ağacı, 1943

31


GÜN GEÇTİKÇE KENEVİR ÇUVALLARA SİNMİŞ ZEYTİNYAĞI İLE PİRİNA KOKUSU SARIYORDU KASABAYI

“Arabalar, deve kolları, yük beygirleriyle durmadan çuval çuval zeytin iniyordu kasabaya... Yağhanelerin önünde bir süre sokakta kalıyordu çuvallar. Yağa bulanmış hamallar sırtlayıp çuvalları içeriye çekinceye kadar yeni yükler yıkılıyordu sokağa. Yayalar, üstlerini lekelememek için bastıkları yeri kollayarak geçiyordu yıkılan yükler arasından. Yağhanelerden çıkan zeytinyağı ile karışık kirli sular akıyordu kaldırımların kıyılarından. Gün geçtikçe kenevir çuvallara sinmiş zeytinyağı ile pirina kokusu sarıyordu kasabayı…” Necati Cumalı, ‘Yağmurlarla Topraklar’

HENRI LEBASQUE (1865-1937), Zeytin Ağaçları Arasındaki Yol, 1922

BİR AĞAÇTAN ÇOK ÖTE BİR CANLI

“Bilge ağaçtır zeytin ağacı... Yanından geçip gitmeyin; durun, bakın, görün... Dahası göz göze gelin onunla... Bir çift güzel söz söyleyin... Ve dinleyin! O zaman, bir ağaçtan çok öte bir canlı olduğunu anlayacaksınız zeytin ağacının...” B. Suat Çağlayan, ‘Ne Bilgesin Sen Zeytin Ağacı’

32


HENRI MATISSE (1869-1954), Zeytin Ağaçları, 1898

GUY ROSE (1867-1925), Zeytin Ağaçları, 1897

33


Ayvalık'a Bakarken TAYLAN KÖKEN

‘1 Numerolu’ Ayvalık gazetesi…

A

yvalık’ta çıkan ilk gazetenin ilk sayısı Sandıklı (Afyonkarahisar ilçesi) üzerinden bana ulaştı. Sevgili dostum Ali Osman Karakuş Sandıklı hakkında araştırmalar yapan, bu çalışmaları Sandıklı Belediyesi tarafından kitaplaştırılan başarılı bir yerel araştırmacıdır. Ali Osman Bey eline geçen nüshayı görünce hemen bana haber verdi; yetmedi kâh kendisi, kâh bilmediği yerleri hocalarına sorarak okuyabildiği kadarıyla çevirisini yaptı ve bana iletti. Ardından orijinal sayfaları bir de Muvaffak Elmacı hocamla paylaştım. Sağ olsun o da ilgisini eksik etmedi, çevirisini yaparak bizlerle paylaştı. 1 Eylül 1924 tarihinde yayın hayatına başlayan Ayvalık gazetesinin sahibi Hüseyin Avni Baskın’dır. 1950-1954 ve 1955-1956 yıllarında Ayvalık Belediye Başkanlığı da yapan Hüseyin Avni Baskın genç Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber basın hayatına atılmış ve gazetesini de bu ilkelerle çıkarmaya başlamıştı. Gazete yönetiminde Halil Fehmi Baskın, Ahmet Cevdet Baskın ve Fazıl Baskın gibi aileden isimleri görmekteyiz. 14 Mayıs 1992’de yayın hayatı sonlanan Ayvalık gazetesinin uzun soluklu yaşamının ilk sayısından ilginç bilgilere değinmek istiyorum. Elimizdeki nüshada bazı bölümlerin silinmiş olduğunu, okunamadığını veya baskı hatalarından dolayı anlaşılamadığını belirtmeliyim. Yazımızda bu ilk sayıdan haberler, bilgiler ve reklamlardan kesitler aktarırken birçok kelime günümüz Türkçesine çevrilmiştir. ********************************************************************** Cumhuriyetçi Türk gazetesidir Gazetenin künyesinde ‘Miladi 1 Eylül 1924’, ‘Hicri 1340’, ‘Rumi 30 Muharrem 1343 Pazarertesi’ tarihleri yer almıştır. Gazetenin matbaa ve idarehane adresi Dereboyu Caddesi Numero: 6’dır. Haftada bir defa neşrolunan gazetenin fiyatı 3 guruş (kuruş), eski nüshaları 20 guruştur. Dahilde (kent içinde) 6 aylık üyelik 200 guruş, 1 senelik 300 guruştur. Hariçte (kent dışında) 6 aylık üyelik 300 guruş, 1 senelik 500 guruştur. Künyesindeki diğer bilgiler şöyledir: ‘Mesleğimize uygun yazılara sütunlarımız açıktır. Yayınlansın, yayınlanmasın hiçbir evrak iade edilmez. İlan içeriğinden idare (gazete yönetimi) mesuliyet kabul etmez. Gazeteye ait evrak müdüriyet namına gönderilmelidir. İlan işleri idare memuruyla görüşülür.’ Mesleğimiz… Dünyada meydana getirilen bütün eserler hissedilen ihtiyaçtan ortaya çıkmaktadır. Milletimizin çok okumaya ve mümkün olduğu kadar çok okutmaya ihtiyacı olduğu gibi asırların ihmaliyle adeta kangrenleşmeye yüz tutan dertlerini, yaralarını vakit geçirmeksizin çabuk tanı ve tedaviye nispeten hazır

34

Hüseyin Avni Baskın

olmalıyız. Gazetemizi yayına karar verdiğimiz zaman birey olarak bir vatan vazifesi ve vicdan borcumuzdan oluşan bir ihtiyaç ile mütehassıs olduk. Memleketin gazeteye olan ihtiyacı şiddetlidir. Bundan dolayı ülkümüz gazetemizle -okuyucularımızın isteklerine istinaden- memleketin duyduğu ihtiyacı karşılamaktır. Bunu gerçekleştirebilirsek bizim için bundan daha büyük bir bahtiyarlık yoktur. Gazetemiz Cumhuriyetperverdir. Yani şekli hazır hükümete bütün kuvvet ve varlığıyla taraftardır. Hükümetler içinde milletin refah ve mutluluğuna, mukaddes kurtuluş ve bayındırına yarayacak en hazır şekli hükümet -Cumhuriyetşekli olduğundan, inkılapları başaran milletimizi de istiklal


ve hâkimiyete kavuşturan hükümet yanında yer almak gerekmektedir.

yapmaktadır. Perşembe ve Pazar günleriyse fakir muhacir halka muayene ve diş çekimi ücretsiz olarak yapılmaktadır.

Gazetemiz fikir olarak yazılarında hiçbir kimsenin ve hiçbir önemli şahsın yararını gözetmez veya hizmetinde olamaz. Gazetemiz ulusal geleneklerimize bağlı ve saygılı, onun en sadık ve en vefakâr savunucusudur. -Ayvalık-

Doktor Bahaeddin Ever: Cilt ve frengi, bel, solunum ve sair

Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kutlaması… Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin merasimi, kaymakam tarafından hazırlanan programa uygun olarak dünkü Pazar günü saat on birde hükümet dairesinin denize bakan cephesinde bir müfreze asker ve mektep talebelerinin katılımıyla yapılmıştır. Tören bir kısım halk, memlekette bulunan zabit efendiler ve gazetemiz yazarlarının katılımıyla yakından takip edilmiştir. Belde müftüsü Hafız Şakir Efendi tarafından okunan Arabi dualardan sonra Ayvalık Mektebi Müdürü Halim Niyazi Bey ateşli bir söylev vererek bu mübarek günün önemini aktarmış ve şehitlerimize Fatihalar okunmuştur. Hürmet ve teşekkürlerimizi ifade için askeri alay kumandanlığına tebriklerimiz arz edilmiş ve belediye dairesine gidilerek törene son verilmiştir. Sabahtan memleket baştanbaşa bayraklarla donatılmış ve gecesi belediye tarafından muhteşem bir fener alayı düzenlenmiştir. Günün önemi dolayısıyla hislenerek coşan halk sabahlara kadar etrafta zevk ve sevinçle dolaşmıştır. İlanat İlk Abonemiz: Memleketin(!) sevimli ve hayırsever tüccarlarından olan İncezade Nedim Suat bey gazeteye uğrar ve tesisi alkışlar… Küçük mecmuanın, büyük sahifelere ulaşmasını temenni ettikten sonra gazeteye bir yıllık abone olmuştur. Ayvalık’ın İlk Diş Doktoru: Yeni muayenehanesini Dere

Caddesi’nde açan diş tabibi her türlü diş bakımını itinayla

hastalıkları en son usullerle kat’i surette tedavi ediyoruz. Her gün hastalarını kabul eder.

Bahar Rakısı: Halis üzüm ve anasondan imal edilen bir rakı olsa da bir kez tecrübe eden tiryakiler farkı hemen anlayacaktır. Piyasanın takdir edilen markasıdır. Umumi deposu Hayrettin Paşa Mahallesi 13. Sokak Numero: 2. Şekerci ve Pasta İmalathanesi: Pek taze olarak pastalar, her nevi şeker ve şekerlemeler sade ve fıstıklı lokumlar, bisküvi, çikolataları toptan ve perakende olarak alınız. İmalathanemizden ucuz fiyatına tedarik edilebileceği ilan olunur. Makinist ve Tüfenkçi Fehmi Abdülvahap: Motori Hans dikiş

makineleri, tulumba, gramofon, tabanca ve av tüfenkleri, Lüküs ve Perkus lambaları, soba ve gaz ocakları… Her türlü, nevi alet ve edevat gayet zarif mebzul ucuz fiyatla imal ve tamir edilir. Adres: Demirciler Sokağında Numero: 219.

Otomobil: Amerika’da şoförlük öğrenen Fehmi Efendi’nin

idare eylediği Ayvalık ismindeki otomobil her tarafa seyrü sefere amadedir. Kemal-i emniyet ve istirahat ile seyahat arzusu bulunan zevatın Gümrük Caddesi’ndeki 16 numaralı şekerci dükkânına müracaatları ilan olunur. Terfi Ayvalık-Edremit İmar ve İskân mıntıkası Müdürü Mehmet Selim Beyefendinin Adana İmar ve İskân Mıntıkası Müdüriyeti’ne terfi tayin buyrulduklarını haber aldık. Samimi bil kalp ve dua ile muvaffakiyetlerini temenni ederiz. Ayvalık’ta bulunan muhacirinin terfi ve iktidarı hususunda şayan-ı şükran hizmetinde ve halkın teveccühlerine mazhariyetinden dolayı Mehmet Selim beyefendiyi tebrik ederken Ayvalık’tan nakilinden fevk mütemayiz olduğumuzu arz etmeyi bir vecibe biliriz. -Mesul Müdür: Selahaddin******************************* Sonuç: Ayvalık gazetesi mesul müdürü Selahaddin Bey, yazarları Mahir (Samim) Niyazi ve İbrahim Şükrü’dür. İlk sayısında; gazetenin meslek ilkeleri, Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kutlamaları, ‘Kısm-i Edebi’ bölümünde İbrahim Şükrü’den bir şiirin yanı sıra devlet memurlarına maaşların geç ödenmesi, mübadillere zeytinliklerin taksimi hakkında detaylı bilgilere ulaşmaktayız. Gazete devamında ilginç reklamlarıyla o günün meslekleri hakkında fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. Ve tüm bu bilgileri iki sayfalık ‘1 numerolu’ Ayvalık gazetesinden öğrenmekteyiz.

35


Yeşilçam filmleri aynı zamanda birer Ayvalık belgeseli özelliği taşıyor ve eski Ayvalık’ın güzelliklerini bize yeniden yaşatıyor. İnandırıcılıktan uzak konusunun yanı sıra hem teknik hem sanatsal eksiklikler taşıyan ve 43 yıl önce Ayvalık’ta çekilen ‘Özleyiş’ de öyle… Ama Ayvalık ve özellikle Çamlık’ı kendine özgü güzellikleriyle yansıttığı için filmi görmezden geleme(z)dik.

T

BİR ZAMANLARIN ÇAMLIK’INI ÖZLEYENLER ‘ÖZLEYİŞ’İ İZLEYEBİLİR

ürk sinemasının 4-5 günde bir film bitiren ‘eline çabuk’ yönetmeni Aram Gülyüz’ün imzasını taşıyan ‘Özleyiş’ için kısaca, bir kadının içine yuvarlandığı dram dolu günlerin Yeşilçam tarzı ‘acıklı’ öyküsü diyebiliriz.

1974 yılında vizyona giren 88 dakikalık filmin senaryosu Hamdi Değirmencioğlu’na ait. Başrollerde senaryo yazarının kızı Zeynep Değirmencioğlu, bir zamanlar Türkiye mankenler kraliçesi seçilen Bahar Erdeniz, Ses sergisi sinema yarışması birincisi Mesut Engin ve Ses dergisi üçüncüsü Cem Erman’ı görüyoruz. Diğer rollerde Ömercik, Mürüvvet Sim, Hulusi Kentmen, Sami Hazinses, Zafer Önen, Cevat Kurtuluş, Belkıs Dilligil, Ahmet Kostarika gibi Yeşilçam’ın unutulmazları var.

Bir dedektif gibi çalışan Ayşe, sonunda hedefine ulaşır ve annesini tuzağa düşürdüğü yetmiyormuş gibi yıllar geçtikten sonra kendisine de ‘göz koyan’ kötü adam Tarık’a (Cem Erman), o günlerin teknolojisini epeyce zorlayan yöntemler kullanarak gerçeği itiraf ettirir. Şimdi her şey yoluna girmiş, annesi temize çıkmıştır. Kötü adam Tarık için ise intihar etmekten başka çare kalmamıştır!

Filmin ‘acıklı’ öyküsü özetle şöyle... Anneannesi tarafından büyütülen ve anne-babası hakkında hiçbir şey bilmeden büyüyen Ayşe (Zeynep Değirmencioğlu) yıllar sonra bir yaz tatilinde doğduğu kasabaya döner. Dönmesiyle birlikte, rastlantılar sonucu dünyasını altüst eden gerçeği öğrenir. Söylenenlere ve Çamlık’ta yaşayan babaannesinin anlattığına göre annesi Bahar (Bahar Erdeniz), babası Orhan’ı en yakın arkadaşıyla aldatmış, bunu öğrenen Orhan intihar etmiştir. Bahar bu olaydan sonra yaşadığı kasabada insanların cehaleti yüzünden fahişe damgası yemiş ve dışlanmıştır. Kasabada yaşayamaz hale gelince de başka çaresi kalmadığı için İstanbul’a ‘kaçmak’ zorunda kalmıştır. Bunları öğrenen Ayşe, söylenenleri bir de annesinden dinlemek için hemen İstanbul’a gider. Bir süre konsomatrislik yaptıktan sonra mankenliğe geçen annesini bulur. Olup-biteni onada sorar. Anlattıklarından, annesinin masum olduğu ve iftiraya uğradığı sonucuna ulaşınca, aynı hızla soluğu tekrar kasabada alır. Artık amacı bellidir: Annesini kötü bir kadın olmadığına inandırmak, onu kasabaya dönmeye ikna etmek ve gerçeği bütün kasabaya kanıtlamak...

36

Türkiye 1971-1980 yılları arasında geçen sürede, başta siyaset ve ekonomi olmak üzere birçok konuda köklü değişiklikler yaşadı. Siyasi, iktisadi ve sosyolojik gelişmeler her sektörü olduğu gibi sinema sektörünü de etkiledi. Örneğin televizyona artan ilgi kitleleri sinemadan uzaklaştırdı. Bunun sonucunda Yeşilçam’ın üretim alanı daraldı, salonlar birer birer kapanmaya başladı. Kalanları da farklı ‘modaların’ etkisiyle, bütçesi ve kalitesi düşük, konuları son derece basit ve estetik kaygısı güdülmeden çekilmiş filmler istila etti.

1973 tarihli ‘Özleyiş’in konusu, “Türk sinemasında her zaman senaryo sorunu yaşanmıştır!” diyenleri haklı çıkarıyor. Film hem teknik hem sanatsal olarak epeyce eksiklikler barındırıyor. Bu nedenlerle, Ayvalık’ta çekilen filmler arşivimizin pek özenilmemiş, ‘ticari’ yapımlar bölümüne yerleştiriyorsak da, başlıkta da vurguladığımız gibi, Çamlık’a ve dolayısıyla Ayvalık’a yer verdiği için Aram Gülyüz’ün filmini yine de görmezden gelemedik. Gelemedik, çünkü 43 yıl öncesinin Ayvalık’ı mekânsal/coğrafi olarak fazlasıyla görünüyor. Özellikle Çamlık güzelim evleri, sakin koyu, göğe doğru uzanan çam ağaçları ve karşısında yer alan özgün siluetli Tımarhane adasıyla sık sık karşımıza çıkıyor... Ayrıca kıvrımlı sokakları, göz alıcı güzellikteki eski evleri, iskeleleri, denizi, tekneleri, Şeytan Sofrası ve Cunda’sıyla yine bol bol Ayvalık izliyoruz. Bütün naifliği, hatta masalsılığıyla...


‘Özleyiş’in iki baş rol oyuncusunun kaderi adeta aynı çizgide gelişti. İkisi de hemen hemen aynı acıları çekti ve erken sayılabilecek yaşlarda yaşama veda etti. Filmin iyi adamı Mesut Engin Darülacaze’ye sığınmak zorunda kalırken, kötü adamı Cem Erman son yıllarında yaşamını anlattığı bir kitabı satarak hayata tutunmaya çalıştı.

MESUT ENGİN ÖNCE ALKOL BAĞIMLISI OLDU SONRA SOKAKLARDA YAŞAMAYA BAŞLADI

N

ecla Nazır’ın kraliçeliğe layık görüldüğü 1973 yılı Ses dergisi kapak yarışmasında krallığa Mesut Engin seçildi. Çok sayıda filmde görünen, mankenlik/fotomodellik yapan Engin kendi deyişiyle çok para kazandı. Gayet rahat, zengin, konforlu bir hayat yaşadı. Otellerin kral dairelerinde kaldı. Ancak sinirli bir anında cama yumruk atınca sağ el bileğinin sinirleri parçalandı. Bu yüzden bunalıma girdi, alkol bağımlısı oldu. Çevresinde annebabasından başka kimse kalmadı. Onlara yük olmamak için önce arkadaş evlerinde, bekâr hanlarında yaşadı. Beyoğlu sokaklarında, parklarda, otobüs duraklarında yatıp kalktı. Her şeyini tüketen, parasız-pulsuz ve kimsesiz Mesut Engin uzun bir uğraştan sonra kendisini toparlayıp, bir güzellik salonu açtıysa da işleri iyi gitmeyince yeniden sokaklara döndü. Bu kez dilenmeye de başlamıştı. 2009 yılı ortalarında Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi önünde bitkin bir halde bulundu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle Darülaceze’ye yerleştirildi. Uzun yıllar son derece kötü koşullarda yaşadığı için güçsüz düşen bedeni fazla dayanmadı; 19 Aralık 2011’de, 58 yaşında İstanbul’da öldü. Mesut Engin’in kaybı en çok, ölümünden iki ay önce Kuşadası’na gelip yanlarında kaldığı ve ikisi de 80 yaşında olan anne-babasını üzmüştü. Annesi onun ardından, “Artık filmlerini nasıl izleyeyim oğlum!’” diye göz yaşı dökerken, babası ise oğlunu yanlarında kalması için yıllardır ikna etmeye çalıştıklarını, ancak başarılı olamadıklarını belirterek, “O, böyle bir hayat yaşamak istedi!” demişti.

CEM ERMAN'IN YANINDAKİ SEHPANIN ÜZERİNDE İLAÇLAR, LOTO KUPONLARI, 50 KURUŞ VE CEP TELEFONU VARDI

‘Özleyiş,’ Ses dergisinin yarışmasını kazanarak Yeşilçam’a adım atan ve Türk sinemasının, Önder Somer’den sonra en başarılı ‘kibar ve yakışıklı kötü adamı’ olarak nitelendirilen Cem Erman’ın ilk filmiydi. Daha sonra 100’den fazla filmde rol aldı. Özellikle soğukkanlı ve ‘kötünün kötüsü’ bakışıyla tanındı. En çok hatırlanan filmi, Kemal Sunal’la oynadığı ‘Yüz Numaralı Adam’dır. Bu filmdeki art niyetli reklam müdürü olarak zihinlerde yer etti. Ne var ki, 1986 yılında annesinini ölümüyle birlikte malını, mülkünü, evini kısacası her şeyini kaybetti ve hayatı altüst oldu. Pansiyon odalarında yaşamaya başladı. Sonrasını şöyle anlatmıştı: “O güzel hayattan sıfıra düşünce, arkadaşlarım da bana yüz çevirdi. Çok sıkıntılı günler geçirdim. Bir otel parasını bulamadığım günler oldu. İçkiye verdim kendimi. Bu bir kurtuluş değildi benim için, fakat sığınacağım tek limandı. Koptum herkesten; arkadaşlarımdan, ortamımdan uzaklaştım. Eskiden Hilton’a, Divan’a giderken, ucuz meyhanelerde bir bardak rakıya meze oldum. Güzel şeyler değildi bunlar, biliyordum ama mecburdum. Sonra kendimi bulmaya başladım. Frankfurt’a gittim, sahneye çıktım. Ses sanatçılığı ayrı bir olay olduğundan onu da beceremedim!” Emekli maaşından başka bir geliri olmadığı için son yıllarında, hayatını anlattığı bir kitabı satarak yaşamaya çalıştığı ve bu nedenle şehir şehir dolaştığı söylenen Cem Erman, 2011 yılı Ağustos ayında, 64 yaşındayken Adana’da birlikte yaşadığı imam nikahlı eşi Sevim Demiroğlu’nun evinde son nefesini verdi. Eşi üç gün boyunca telefonlarına cevap alamayınca tatilden dönmüş ve kapıyı bir çilingire açtırmıştı. Cem Erman bir kanepenin üzerinde, sağ tarafına doğru cansız yatar durumda bulundu. Yanındaki sehpanın üzerinde tedavi amacıyla kullandığı ilaçların yanı sıra sayısal ve süper loto kuponları, 50 kuruş ve cep telefonu vardı.

37


Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıl siyasî ve ekonomik seyrini değiştiren en önemli olgu, İngiltere’de ortaya çıkan Endüstri Devrimi ile oluşan yeni sürecin Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve sosyal yapısına etkileriydi. Bu süreçte, Avrupalı sermayenin hareketlendirdiği sanayi ve ticaret, özellikle Batı Anadolu liman yerleşimlerinin ekonomik ve mekânsal yapısına etki etti ve Ayvalık gibi küçük ölçekteki yerleşimlerin büyüyüp gelişmesine olanak sağladı. 1770’lere kadar küçük bir kıyı yerleşimi olan Ayvalık, 1800’lerin ilk yıllarından itibaren zeytinyağı ve sabun endüstrisi ve ticaretine dayalı ekonomisiyle, Osmanlı Devleti’nin önemli ve hareketli liman yerleşimlerinden biri oldu. Ayvalık’ın, İzmir’e yakınlığı, deniz ticaretine olanak veren konumu ve zeytin gibi çok önemli bir ürüne sahip bulunması ve

son olarak Midilli’den gelen Rumların zeytin işletmeciliğine katkıları, yerleşimde sanayileşme ve ticaret için gerekli zemini oluşturdu, sektöre yönelik büyük yatırımlarla çok sayıda fabrika kuruldu. Bu fabrikalar kentin ekonomik tarihinde önemli yer tutan ve aynı zamanda Endüstri Devrimi sonrası inşaat tekniği ve malzeme sektöründeki gelişmelerin şekillendirdiği yeni yapı türü olarak kent mimarîsine yerleşti. Bunlar, yerleşimin bugünkü siluetine hâkim mimarî yapılar olma özelliğini sürdürüyorlar. Bu görüntüleriyle dönemin ekonomik ve sosyal zeminini sunabilen kaynaklar olmalarının yanı sıra, sanat tarihi disiplini içinde değerlendirilebilecek mimarî içerikleriyle, Osmanlı Endüstri Mirası’nın Batı Anadolu örneklerinin zenginleşmesine katkı sağlayabilecek bir nitelik taşıyorlar.

BİR KENTİN KİMLİĞİ: AYVALIK ZEYTİNYAĞI VE SABUN FABRİKALARI/1

Dr. BERRİN AKIN

Bu makale ilk kez, 2015 yılında düzenlenen ve Sosyoloji, Şehircilik ve Mimari, Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, İktisat, Edebiyat, Tarih, İlahiyat, Felsefe, Eğitim Bilimleri, İletişim ve Sosyal Politika disiplinlerinde toplam 133 tebliğin sunulduğu Kütahya IV. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi’nin sonuçlarının yer aldığı Bildiriler Kitabı-1’de yayınlandı. Sayın Dr. Berrin Akın’a, aynı zamanda doktora tezinin bir parçası olan bu kapsamlı araştırmasını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Giriş Ekonomik boyutta yarattığı gelişmelerle Endüstri Devrimi’nin belirgin etkileri geniş topraklara yayılmış, Akdeniz ticaret ağını büyük ölçüde elinde tutmuş Osmanlı Devleti’nde hissedilmiş, devletin geleneksel ekonomik yapısının çözüldüğü, toplumsal dönüşümlerin yoğun olarak yaşandığı, kökten yönetsel reformların olduğu bir sürece girilmiştir. (Karpat, 2008, s.80). Osmanlı Devleti’nin, Sanayi Devrimi sonrası yeniden yapılanan yeni ekonomik sisteme entegre olma sürecinde, sanayi faaliyetleri ve uluslararası ticaretin etkin bir şekilde gerçekleştirildiği liman kentleri önemli bir role sahip olmuştur. Bu açıdan ortamın sağladığı olanaklarla, Batı Anadolu liman kenti İzmir, 19. yüzyılda İstanbul’dan sonraki en büyük sanayi ve ticaret kenti haline gelmiştir. İzmir odaklı bir ticaret ağı kısa bir sürede Batı Anadolu’nun küçük liman kentlerine yansımıştır. Avrupa ile kurulan ticarî ilişkilerde Rum aracıların etkin rol oynamaları, ağırlıklı olarak bu tebaanın yerleşim alanı olan Ayvalık, Foça, Çeşme, Urla, Kuşadası, Edremit gibi kıyı yerleşimlerinin ekonomik ve sosyal gücünün artmasına yol açmıştır. İzmir’in kuzeyindeki liman yerleşimi Ayvalık, bu sürecin değerlendirilmesi

38

adına önemli bir saha olma niteliğini özellikle taşımaktadır. 1770 yılına kadar birkaç mahalleden oluşan ve nüfusu 7.000 civarında olan Ayvalık 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 11 mahalleye sahip ve nüfusu 25.000–30.000 arasında değişen hareketli bir sanayi ve ticaret kentine dönüşmüştür. Zeytinyağı başta olmak üzere sabunculuk, süngercilik, balıkçılık, tuzculuk, dericilik gibi üretimleri de önemli bir yere sahip olmuştur. Ekonomik yönden oldukça gelişen yerleşiminin yılda ortalama 600 geminin sadece ticarî amaçlı kalktığı limanından, başta zeytin ve zeytinyağı olmak üzere birçok ürün yerli ve yabancı pazara ticareti yapılır hale gelmiştir. (Bayraktar, 2002,s. 23). Ayvalık’ın uluslararası ticaret ve sanayi faaliyetleriyle güçlenen ekonomik yapısı, kent planlamasına ve mimarî içeriğine de yansımıştır. Sanayi ve buna bağlı ticaretin yarattığı ekonomik faaliyetler, Ayvalık’ın kent dokusuna ürünlerin işlenmesi ve depolanması, satışı, finansal alanın alt bileşenleri olan banka, borsa, sigorta şirketleri, ulaşım ve iletişim alanındaki yapıları kıyı aksı boyunca yerleştirmiştir. Tüm bu yeni oluşumda üretim ve yerleşim alanları birbirinden ayrı konumlarda planlanmaya çalışılmıştır.


Resim 1: 1904 yılı, Ayvalık genel görünüm (Faruk Ergelen-Müjdat Soylu arşivi) Konut ve dinî mimarî dışında, Ayvalık’ın sanayi ve ticaret kenti kimliği, yerleşimde fabrikalar, depolar, atölyeler, dükkânlar, kahvehaneler, oteller vb. yapı çeşitlerini ortaya çıkarmış, kent planı ve mekân kullanımında değişimler gerçekleşmiştir. Bu çalışmanın amacı, Ayvalık’ın 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan dönem içinde, ekonomik yapısındaki değişimin/gelişimin en önemli göstergeleri durumunda olan zeytinyağı ve sabun fabrikalarını mimarî ve üslup açısından değerlendirmek ve Osmanlı ‘Endüstri Mirası’ içeriğine katkı sağlamaktır. Üretim ve iktisadî ilişkilerin yeniden tanımlandığı yeni dünya sistemine şekil veren ‘Endüstri Devrimi’ ile başlayan süreçte sanayi, ulaşım ve bu faaliyetlere bağlı yapılar grubu özel bir yere sahiptir. ‘Endüstri Mirası’ olarak nitelenen bu yapılar Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda ekonomik, siyasî yapısında meydana gelen değişim/dönüşümlerle ilgili değerlendirmeler adına son yıllarda artan çalışmaların önemli kaynaklarını oluştururlar. ‘Endüstri Mirası’ kavramı, endüstriye yönelik olarak gerçekleştirilen yapı stokunun günümüze aktarımı ve değerlendirilmesini içeren basit mekanik aletlerden, geniş endüstriyel ölçekteki fiziksel bütün elemanları kapsayan genel bir kavramdır. Bu alan mimarlık tarihi, teknoloji tarihi, koruma, arkeoloji, ekonomi, sosyoloji gibi disiplinleri içermektedir. Sanayi kültürünün tarihsel, teknolojik, sosyal, mimarî veya bilimsel değere

sahip kalıntılarından oluşur. Bu kalıntılar; binalar, atölyeler, makineler, imalathaneler ve fabrikalar, madenler ile işleme arıtma sahaları, ambarlar ve depolar, enerji üretilen/iletilen ve kullanılan yerler, ulaştırma ve tüm alt yapısı, ayrıca sanayi ile ilgili barınma, ibadet etme veya öğretim gibi sosyal faaliyetler için kullanılan yerleri içermektedir. Bu alanı tanımlamak için 1950’lerden beri kullanılan ve zamanla yaygınlaşan bu terim kapsamındaki girişimler giderek örgütlenmiş, eğitim programlarına girmiş ve kendi yayınlarını da çıkartarak etkinleşmiştir. 2003 yılında Endüstri Mirasının Korunması adına TICCIH (The International Commitee For The Conservation Of The Industrial Heritage) tarafından hazırlanan, Sanayi Mirası İçin NİNJİ TAGIL tüzüğünde geniş bir yapı grubunun bu çerçevede değerlendirilmesi gereği vurgulanmıştır (Cengizkan, 2006, s.4). Bu tanım içinde geniş bir içeriğe sahip olan endüstri yapılarına yönelik çalışmalar mimarlık/sanat tarihi alanlarında uzun zaman geri planda tutulmuş ve diğer yapı gruplarına göre daha az çalışılan mimarî başlık oluşturmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’daki anlamıyla tam bir sanayileşme süreci olmasa da Osmanlı Devleti’ndeki sanayileşme girişimlerini temsil eden bu yapıların, çok sayıda ve çeşitlilikte bir mimarî birikim olduğu belirtilebilir. Bu yapılar, estetik normları daha az önemseyen, işleve yönelik bir mimarî anlayışın temsilcileri olmakla beraber yeni inşaat

39


tekniklerinin mimarîde kullanımı ile mimarî perspektifi genişleten açılımlar yapmış, hem de mimarî ve üslup açısından dönemin izlerini taşıyabilmişlerdir. Bu açıdan Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı Anadolu kıyılarında İzmir’den sonra sanayileşme sürecinin en fazla değerlendirileceği alanlardan biri olan Ayvalık’ın bu sürecini tanımlayan zeytinyağı ve sabun fabrikalarının, ‘Osmanlı Endüstri Mirası’ kavramının yerleşmesine ve bu alandaki çalışmalara katkı sağlayabilecek önemli kaynaklar olduğunu belirtmek gerekir. Ayvalık’ın 19. Yüzyıl Ekonomik Hayatında Zeytinyağı ve Sabun İmalatının Yeri Bizans döneminden başlayıp uzun yıllar Edremit Körfezi’nin güneyini tehdit eden korsan istilası yüzünden Ayvalık ve yakın çevresinde yerleşimin çok geç gerçekleştiği ve 1700’lerin başında Ayvalık’ın küçük bir kıyı kasabası olduğu belirtilir. (Beksaç, 2000, s.115; Psarros, 2004,s.1). Ayvalık tarihine yönelik araştırmalar, Ayvalık’ın Osmanlı Devleti içinde 18. yüzyıldan önce var olduğunu kanıtlayacak kaynakların olmadığı yönündedir (Arıkan,1988, s.583; Bayraktar, 2002, s.12-13). Osmanlı kaynaklarında Ayvalık’la ilgili en erken tarihli belgenin, Ankara Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan Karesi mufassal tapu tahrir defterinin içindeki bir visale olduğu, diğer bir belgenin ise Topkapı Saray Müzesi arşivinde bulunan ve “Ayvalık Rumlarının Memnuniyetlerine Dair” 15 Ramazan 1186 (Kasım 1772) tarihini taşıyan bir ilam olduğu belirtilmektedir (Arıkan, 1988, s.513). Bu belgeler, Ayvalık’ın 18. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu içinde ekonomik ve sosyal açıdan çok gelişmemiş küçük bir kıyı yerleşimi olduğuna yöneliktir. Ayvalık ancak 1800’lü yılların başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde uluslararası ticaret faaliyetlerinin ve sanayileşme sürecinin etki alanına giren yerleşimlerden biri olabilmiş, çok kısa bir zaman dilimi içinde ekonomik gücünü arttırarak Batı Anadolu kıyılarının İzmir’den sonraki en önemli sanayi ve ticaret kenti haline gelmiştir (Resim 1). Yerleşimin ekonomik açıdan hızlı bir şekilde gelişiminin başlangıcı birçok kaynakta 1773 yılı olarak kabul edilir. İlgili kaynaklarda bu tarih, Papaz İkonomos’un girişimleriyle Ayvalık’a otonomi fermanının verilmesi, bu sebeple siyasî ve ekonomik alanlarda bir takım ayrıcalıklar elde etmesiyle ilişkilendirilir (Erim, 1948, s.18-22; Toynbee, 1970, s.122). Fakat son dönemde yapılan çalışmalar, Ayvalık’a özgü böyle bir fermanın olmadığı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ayvalık’a verildiği ileri sürülen özerklik konusunun bir papazın ‘kerametine’ atfedilen düşüncelerden çok, Küçük Kaynarca Antlaşması’nın sonuçlarından biri olarak değerlendirilmesi gerektiğine yöneliktir (Arıkan, 1988, s.583-585; Bayraktar, 2002, s.11; Terzibaşoğlu, 2009, s.289). Çünkü antlaşmayla birlikte Ege’deki belli liman kentlerinde yaşayan Osmanlı tebaası Rumlar üzerinde Rusya’nın belli bir himaye kurmak istemesinin yol açtığı; bunun sonucunda belli bir liman kentine özel bir statü ve özellikle tüccarlar için belli vergi indirimleri istemesi söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Ayvalık gibi liman kentlerinde oturan Rumlar bu biçimde özel bir statüden yararlanır hale gelebilmişlerdir.

40

Bu liman yerleşimleri bir ölçüde günümüzdeki serbest ticaret bölgeleri gibi işlev görmüş ve kentlere olan nüfus hareketleri de bundan etkilenmiştir. Ege ve Marmara kıyılarında aynı dönemde yükselişe geçen benzer kentler olsa da Ayvalık, 19. yüzyıl boyunca nüfusunun hemen hemen tamamının Rumlardan oluşması ve kentin belli vergi ayrıcalıklarına sahip olması gibi sebeplerle ön plana çıkmıştır (Terzibaşoğlu 2009, s.289). Daha kapsamlı şekilde Ayvalık’ın gelişim ortamını hazırlayan süreç, Osmanlı Devleti’nin açık pazar ortamında yeniden şekillenen uluslararası ticaret faaliyetleri ve sanayileşme sürecinden sonra artan yabancı sermaye yatırımları, özellikle gelişme olanaklarına sahip deniz taşımacılığına imkân veren liman tesislerinin kurulabileceği kıyı yerleşimlere yönelmesi ve Batı Anadolu’da zeytinciliğin önem kazanması gibi etkenlerle başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında Ayvalık’ın kısa sürede gelişmiş bir ekonomik yapıya ve zengin bir içeriğe sahip kent dokusuna sahip olması, 19. yüzyıl zeminindeki gelişmelerin, sanayi ve ticaret olanaklarının bir yerleşimin gelişimine nasıl etki ettiğinin değerlendirilmesi adına Ayvalık belirgin bir kimlik sunmaktadır. Ayrıca yerleşimin etnik yapısının ağırlıklı olarak Rumlardan oluşması Avrupa ile kolay ticarî ve kültürel işbirliği oluşmasına olanak sağlarken, zeytin gibi önemli bir tarım ürününe sahip toprakları, deniz ulaşımını gerçekleştirecek bir kıyıya sahip olması gibi birçok avantajını, İzmir’e yakınlığı ile birleştirerek ekonomik açıdan kısa sürede büyük bir gelişme gösterebilmiştir. Ayvalık’ı çevreleyen zeytinlikler sayesinde özellikle Midilli’den gelen Rumların da katkılarıyla zeytinyağı ve sabun üretiminde geniş açılımlar sağlanmıştır. Zeytinyağı ve sabun üretimi ve ihracatıyla oluşan ticaret ağı civardaki diğer tarımsal ürünlerin de ticaretine dönüşmüştür. (Devam edecek) KAYNAKÇA Arıkan, Z. (1988). 1821 Ayvalık İsyanı. Belleten, LII, 571-601. Bayraktar, B. (2002). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Ayvalık Tarihi. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. Beksaç, E. (2000). Balıkesir İli Ayvalık-Gömeç-İlçelerinde Pre ve Protohistorik Yerleşmeler Yüzey Araştırması. XVII. Araştırma Sonuçları, Cilt:1, s.115–126. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Cengizkan, M.(2006). Endüstri Yapılarında Yeniden İşlevlendirme: “İş”i Biten Endüstri Yapıları Ne “İş”e Yarar?, Endüstri Mirası, 45, 9-13. Erim, H. (1948). Ayvalık Tarihi. Ankara: Güney Yayıncılık ve Gazetecilik. Karpat, K. (2008). Osmanlı Modernleşmesi, Toplum, Kurumsal Değişim ve Nüfus, İstanbul: İmge Kitabevi. Psarros, D. (2004). Ayvalık/Kydonies’in Kentsel Tarihi, Ege’nin iki yakası-1 Ayvalık kent tarihi çalışmaları içinde (Çev A. Yorulmaz), Yayımlanmamış Çeviri Metni, Ayvalık: Ayvalık Belediyesi Yayını. Terzibaşoğlu, Y. (2009). 19. Yüzyılda Batı Anadolu liman kentlerinde elitlerin ilişki ağları I. Uluslararası Akdeniz Ticareti ve Liman Kentleri Geçmiş ve Gelecek Sempozyumu, s.288-290, İzmir: İzmir Ticaret Odası Yayınları. Toynbee, A. (1970). “The westen question in Greece and Turkey”, a study in the contact of civilisations, New York: Houghton Mifflin Company.


“O, yapıtlarında daima hüzünle mutluluğu, savaşla barışı, ölümle yaşama sevincini birlikte işler, ama yapıtlarında mutlaka aydınlık bir ufuk çizgisi yerini alırdı. Umudunu hiç yitirmez, güzel günlerin geleceğine inanırdı. Belki de bu yüzden sanat tarihçileri ona ‘mutluluğu çizen adam’ demişlerdi.” Eşi Emine Günsür’ün bu sözlerle tanımladığı Nedim Günsür sanat kuramlarından değil yaşamdan kaynaklanan resimler yaptı ve yerel ögelerden evrensele uzanarak kalıcılığı yakaladı. 1950 kuşağının yöresel nitelikli sanatçıları arasında yer alan ve öncelikle bir figür ressamı olan ‘Ayvalıklı’ Nedim Günsür aynı zamanda çağdaş resim sanatımızın yenilikçi temsilcilerindendir.

‘TÜM NESNELERE SEVGİYLE YAKLAŞAN RESSAM’ NEDİM GÜNSÜR, CUMHURİYETİN İLANINDAN 6 AY SONRA AYVALIK’TA DOĞMUŞTU

1907

yılında İstanbul Harbiye Okulu’ndan uzaklaştırılarak Bekir Ağa Bölüğü’ne gönderilen Abdurrahman İzzet Bey, iyi derecede Almanca bildiği için İzmir’in Dikili ilçesine gümrük memuru olarak atandı. Orada Vidinli Mehmet Bey’in kızı, Dikili nüfusuna kayıtlı Fatma Nigâr Hanım’la evlendi. Bu beraberlikten önce Mevhibe ve Melek, ardından ailenin üçüncü çocuğu olarak Nedim (Günsür) dünyaya geldi. Babası Abdurrahman İzzet Bey’in atandığı Ayvalık’ta, Cumhuriyetin ilanından yaklaşık altı ay sonra hayata gözlerini açan Nedim, henüz 40 günlük bir bebekken, ailesi İstanbul’a göç etti. İlk resim bilgilerini amatör bir ressam olan ve gümrükteki görevinden arta kalan zamanlarda lamba veya mum ışığında yağlıboya, tasarı ve bazen de kopya resimler yapan babasından alan Nedim Günsür Kadıköy Ortaokulu ve Afyon Lisesi’nde okudu. Daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girerek Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisi oldu. Yüksek Resim Bölümü’nü birincilikle bitirince Fransız hükümetinin verdiği bursla

Paris’e gitti. İlk kişisel sergisini buradan gönderdiği resimlerle İstanbul Maya Galerisi’nde açtı. HEMEN HER YAZ EŞİYLE BİRLİKTE MUTLAKA DENİZİ OLAN BİR YERE GİDİYOR; AKDENİZ, EGE BÜTÜN KIYILARI GEZİYORDU 1952’de yurda dönen Günsür askerliğinin ardından Karadeniz Ereğlisi’ne resim öğretmeni olarak atandı. Kömür şehri Zonguldak onu fazlasıyla etkiledi. Bu kentin sosyo-politik izdüşümleri olan ‘Madenciler’ konulu bir dizi resim yaptı. O günleri daha sonra şöyle özetleyecekti: “Burası bir maden şehri. Yerin altında tüneller, oyuklar ve kapkara olmuş kömür işçileriyle dolu. Karanlık bütün kente yansımış; deniz bile kara. Grizu patlamaları, göçükler, sakatlıklar, ölümler... Yine de bitmeyen bir savaşım. İşte bu kenti insanıyla, yaşamıyla resimleştirmek istedim.” Nedim Günsür, Zonguldak’ta başladığı ‘toplumsal gerçekçi’ bakış açısını, öğretmenlik görevinden ayrılarak İstanbul’a yerleştiği 1960’lı yıllardan sonra da sürdürdü. Resimlerinde önce fabrikalar, işçiler, gurbetçiler,

41


satıcılar; daha sonra dönme dolapların ve uçurtmaların yer aldığı bayram yerleri, palyaçolar, cambazlar, gurbetçiler, balıkçı köyleri, dalyanlar, deniz kıyısı boyunca uzanan çarşılar, simitçiler, antenler, balkonda asılı çamaşırlar, bacalardaki kuş yuvaları, kiremitlerin üzerinde yürüyen kediler… öne çıktı. Bir yandan da Beykoz Ortaokulu’nda öğretmenlik yapan Günsür bir direnişe en önde katıldığı için işine son verilince bütünüyle resim yapmaya yöneldi. Bu dönemde hemen her yaz eşiyle birlikte mutlaka denizi olan bir yere gidiyor; Akdeniz, Ege bütün kıyıları geziyordu.

NEDİM GÜNSÜR Nedim Günsür çocukluğun bayram sevinci Bir Levni şenliğinden çıkıyor yola Cambazlar salıncaklar dönme dolaplarıyla Surname-i Vehbi’den bir tanrı misafiri Gergefinde sevinçten işlenen bir doğa Oyunlarla çoğaltıyor renklerini Yayılıyor kırlardan sokak aralarına Turgay Gönenç

42

Yaşamı boyunca on dört kişisel sergi açan, yurt içinde ve dışında çeşitli karma sergilere katılan Nedim Günsür ‘Gökyüzü’ adlı yapıtıyla, 1963 yılında Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde birincilik ödülü aldı. Cumhuriyet’in 50. Yılı ResimHeykel Yarışması’nda Atatürk Ödülü’nü kazandı. Milliyet Sanat dergisi tarafından ‘Yılın Resim Sanatçısı’ seçildi. DİKİLİ’DEKİ MUTLULUĞU NE YAZIK Kİ ÇOK KISA SÜRDÜ “Tüm nesnelere sevgiyle yaklaşan ressam” olarak nitelendirilen ve ardında duygusal yanı ağır

basan, şiir tadında resimler bırakan Nedim Günsür, 69 yaşında, bir anlamda köklerine dönmek şeklinde değerlendirilebilecek bir karar verdi ve 1993 yılında annesinin memleketi Dikili’de bir yazlık aldı. Yakınlarına, bunun oğlu Mehmet’in doğumundan sonra kendisini en çok sevindiren ikinci olay olduğunu söylüyordu. Ancak yazlıktaki mutluluğu pek uzun sürmedi. İzmir Tıp Fakültesi Hastanesi’nde fıtık ameliyatı sonrası geçirdiği zatürree sonucu kalbine giden pıhtı nedeniyle 12 Kasım 1994’te yaşama veda etti. Günümüzde, Nedim Günsür’ün başlıca resimleri Ankara ve İstanbul Resim ve Heykel müzelerinde, bazı taşra galerilerinde, resmi ve özel koleksiyonlarda, çeşitli kurum ve kuruluşlarda bulunuyor. KAYNAKÇA -Yeliz İsanç, ‘Yeni Türk Gerçekçiliği ve Nedim Günsür’, Yüksek Lisans Tezi-Trakya Üniversitesi, 2008 -Alpay Kabacalı, ‘Kültürümüzden İnsan Adaları’, YKY, 2007 -Nedim Günsür Retrospektif Sergisi, Kolektif (Hazırlayan: Aydın Ayan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006


ŞUBAT 2017 YIL: 3 SAYI: 30 Ayvalık Belediyesi Adına İmtiyaz Sahibi GÖKAY BACAN Yayın Yönetmeni BÜLENT ŞENTAY Yayın Koordinatörü GÜLBENİZ ŞENTAY Sorumlu Yazı İşleri Müdürü HALİL ERGÜL Grafik Tasarım KEMAL OKUR

Ayvalıklı ressam Nedim Günsür’ün Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu’na göre sanat eğitiminde sezgi, sevgi ve çalışma en az bilgi ve birikim kadar önemliydi. Ders verirken, resmin alfabesini kendi sanatsal deneyimlerinden yola çıkarak ve işin içine şair yanını da katarak, iki dizede formüle etmişti. Her fırsatta öğrencileriyle paylaştığı bu dizeler şöyleydi:

“DÖRT KÜHEYLAN ÇEKER ARABAMIZI; BİRİ ÇİZGİ, BİRİ LEKE, BİRİ BENEK, BİRİ RENK.”

Katkıda Bulunanlar Doç. Dr. AYHAN GÖKDENİZ Dr. BERRİN AKIN HÜSEYİN GÜVEN TAYLAN KÖKEN Yayın Türü Yerel, Aylık, Süreli Adres: Fevzipaşa-Vehbibey Mah. Sahil Boyu Cad. 1. Sokak No: 1 Ayvalık Tel: 0(266) 312 10 21 aydabirayvalik@gmail.com Ultra Grafik Matbaa Yüzyıl Mah. Mas/Sit Matbaacılar Sit. 5. Cad. No.69 Bağcılar / İstanbul Tel. 0212 629 26 31 info@ultramatbaa.com sertifika no: 29195 Bu dergide yer alan yazılar, yazarların kişisel görüşleridir, Ayda Bir Ayvalık sorumluluk üstlenmez. Yazı, fotoğraf ve konular izin alınarak kullanılabilir.

43


KARŞI KARŞIYA İKİ TARİHİ YAPI…

Y

ılların içinden süzülüp gelen soldaki fotoğrafta Sakarya Mahallesi’ndeki Hamidiye Camisi her zamanki sadeliği ve mütevazı güzelliğiyle karşımızda… Sultan 2. Abdülhamit tarafından yaptırılan ibadethane günümüzde çam ağaçlarının arasında kaybolmuş gibi görünse de, sessiz-sakin bir ortamda inananlara hizmet vermeye devam ediyor. Üstte, uzun yıllar han, kışla, hastane ve vergi dairesi olarak ‘görev yapan’ ve pek çok Ayvalıklının anılarında önemli bir yere sahip olan bir başka özel bina, bir başka mimari güzellik… Ama ne yazıktır ki, şimdilerde kaderine terkedilmiş durumda ve içten içe çürüyor! Söylemeye bile gerek yok ki, tarihi değer taşıyan bu ve benzeri -sivil ya da diniyapılara sahip çıkmak, onların korunması için çalışmak tarihe karşı sorumluluğumuz, Ayvalık için görevimizdir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.