Ayda bir ayvalik sayi 23 temmuz

Page 1

Kırcalar Mahallesi Ayvalık Bitpazarı Cunda Motorları Cenk Geçermiş Gümüşlü Fabrikası ÇYDD Eğitim Evi Banker Ali 3 Çapkın Gelin Barbara Sanat Evi Neşet Betimen Zeytin Endüstrisi Binaları

TÜRKİYE WINDSURF LİGİ AYVALIK AYAĞI YAPILDI


Aynı günde bir temel atıldı, bir açılış yapıldı

CUNDA KÖPRÜSÜ 29 EKİM’E YETİŞTİRİLECEK

L

ale Adası ve Ayvalık’ı bağlayan Gönül Yolu üzerine yapılacak olan ‘Taş Köprü’nün temeli 4 Haziran 2016’da atıldı. Köprü, Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’nin hazırlattığı üç projeden biri olan ve halktan yüzde 67 oy alan “Cunda Taş Eksen” modeline uygun olarak inşa edilecek.

memnuniyet duyuyoruz” dedi.

Son olarak kürsüye çıkan Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur, Ayvalık’ın yıllardır konuşulan sorunlarının başında Cunda Köprüsü’nün geldiğini söyledi. Sorunun çözümü için bir başlangıç yapacaklarını ifade eden Başkan Uğur şöyle dedi: Temel atma töreninde “Yıllardır konuşulan konuşan Belediye Cunda Köprüsü meselesini Başkanı Rahmi Gençer, bugün çözüyoruz. Gönül köprünün ilçe mimarisine Yolu nedeniyle Edremit uygun olmasından ve Körfezi’yle Ayvalık iç hazırlanış sürecinde halka denizi arasında akıntı sorulmasından duyduğu yvalık bir tabiat cenneti... Evet, Taş kesildi. Bu nedenle memnuniyeti dile getirdi ve zaman içinde Ayvalık Köprü, on bin metreküplük içme suyu iç denizdeki sirkülasyonu Körfezi kirlendi. Yıldız deposu ve kanalizasyon terfi merkezi sağlama açısından çok Üniversitesi’yle yaptığımız gibi büyük yatırımlar yapılıyor ama bu arada önemli bir proje olduğunu proje kapsamında iç söyledi ve “Sirkülasyonun balık çiftliği de yapılıyor. Ayvalık’ta balık çiftliği denizle Edremit Körfezi tek yönlü olması mümkün denizini kavuşturacak olmaz. Bakanlığımızdan ve milletvekillerinden değil. 4.5 metrelik olan köprüyle bu akıntının isteğimiz, kıyılarımızda kirliliğe neden olacak Dalyan Boğazı’nın da yeniden hayata geçmesini derinleştirilmesi gerek. En az balık çiftliklerinin gözden geçirilmesidir.” sağlayacağız. Yapılan 8 metre olmalı. Kanalizasyon çalışmalar Ayvalık çalışmaları bittiğinde iç körfezinin suyunun denizi gönül rahatlığıyla 6 ay içinde tamamen kullanacağız, kirletmeyeceğiz” dedi. Gençer, Ayvalık’ın değiştiğini gösterdi. 35 santimetrelik bir medcezir doğal taşlarından yapılacak olan köprüyü Ayvalık’a etkisiyle suyu devamlı yenilenen ve Ayvalık’ın bütün kazandıran Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Edip sahillerini temizleyerek giden bir akıntı olacak. Uğur ve ekibine teşekkür etti. Böylelikle Ayvalık’ımızı hem ilçeye yakışır bir ulaşım olanağına kavuşturacağız hem de köprünün altından AK Parti Balıkesir Milletvekili Mahmut Poyrazlı da iç denize akacak akıntıyla denizin temizlenmesini yaptığı konuşmada “Balıkesir’in en ücra köşesine ve eski doğallığına kavuşmasını sağlayacağız. Taş kadar her mahallesine mutlaka Büyükşehir olarak bir Köprü inşaatı sırasında 600 metrelik alanda dip hizmet götürüldüğünü görüyor ve bundan büyük bir

RAHMİ GENÇER: AYVALIK’TA BALIK ÇİFTLİĞİ OLMAZ

“A

2


taraması da yapılacak. Köprünün mimarisi için üç farklı modeli Ayvalıklıların beğenisine sunduk. Rahmi Başkanımız da oy kullandı ve taş köprüye karar verildi. 9 milyon 750 bin liraya ve borçlanarak yapıyoruz ama Ayvalık’a helal olsun. Köprüyü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetiştirmek istiyoruz. O zaman inşallah Ayvalık sahilindeki butik otellerde denize girme imkanı olacak. Ayvalık kokmayacak. Boğaz Köprüsü, Taş Köprü yanında oyuncak. Onu da yaparız. Sonra boğazın derinleştirilmesi var. Onu da yaparız. Ayvalık bizim, biz Ayvalık’ı seviyoruz ve bu bölgemizi turizmin merkezi yapmaya karar verdik. İki aylık turizm değil, 12 ay ziyaret edilecek bir yer haline gelsin. Ayvalık’a yaptığımız yatırımlar 50 milyon lirayı buluyor.”

İÇME SUYU DEPOSU VE KANALİZASYON TERFİ MERKEZİ HİZMETE AÇILDI Başkan Edip Uğur ve beraberindekiler Cunda Köprüsü temel atma töreninin ardından, geçtiğimiz aralık ayında Cennet Tepesi’nde BASKİ tarafından yapımına başlanan on bin metreküplük İçme Suyu Deposu ve Kanalizasyon Terfi Merkezi’nin açılışına katıldılar. BASKİ Genel Müdürü Mustafa Bayram konuşmasında, iki yıllık süreçte Ayvalık’a yapılan altyapı çalışmalarını anlattı ve faaliyetlerini arttırarak sürdüreceklerini söyledi. Belediye Başkanı Rahmi Gençer de sorunların çözümü için üzerlerine düşen ne görev varsa yapacaklarının altını çizdi. Gençer, “Bu proje Ayvalık için büyük bir moral kaynağı olacak. Su patlaklarına, kanalizasyon arızalarına hızla müdahale ediliyor. Fakat yolların onarımı konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Bu konuda üzerimize düşeni yapmaya hazırız. Büyükşehirle koordineli çalışmalıyız” dedi.

AHMET EDİP UĞUR: AYVALIK’TA DERİN DENİZ DEŞARJLARININ YANINA İKİNCİLERİNİ YAPARAK DENİZLERİMİZİN KİRLENMESİNİ ÖNLEYECEĞİZ

“H

alkımız sağlıklı su içmesini istiyoruz. Yaptığımız arsenik çeşmeleri var. Çakmak Mahallemizdeki tesis faaliyete başladı. Ayrıca Beşiktepe, Mutlu, Karamurat mahallelerindeki arsenik çeşmesi yapımı tamamlandı. Bunlar için de 500 bin lira bir harcama yaptık. Ayvalık’a daha önce 27 yerden deşarj vardı, artık yok. Bunların derin deniz deşarjlarının yanına ikincilerini yaparak denizlerimizin kirlenmesini önleyeceğiz. Ayvalık’ta bir ay içinde mezbahamız faaliyete geçecek. İstiyoruz ki Ayvalıklılar da veteriner kontrolünde kesilmiş, sağlıklı etler yesin. Su kadar insanların gıdası da önemli. Ayvalık’ta yine bütün araçlar yenilendi. Her ne kadar bazı şikayetler olsa da mutlaka müdahale edilecek. Vatandaş nasıl istiyorsa o şekilde yapacağız.”

3


Geleneksel Türk tiyatrosundan örnekler sahnelendi Ramazan ayına özgü eğlenceli gösteriler sunuldu

A

RAMAZAN BOYUNCA DÜZENLENEN İFTARLARDA PAYLAŞMA DUYGUSUNUN HUZURU YAŞANDI

yvalık Belediyesi birlik, beraberlik ve dayanışma ilkesiyle başlattığı ve artık gelenekselleşen ‘İftar Buluşmaları’ ile Ramazan eğlencelerini bu yıl da sürdürdü.

İlk iftar Bağyüzü Mahallesi’nde yapıldı. Sırasıyla Hacıveliler, Tıfıllar, Murateli, Çamoba, Karaayıt, Akçapınar, Yeniköy, Türközü, Kırcalar, Bulutçeşme, Beşiltepe, Odaburnu, Çakmak, Üçkabaağaç, Küçükköy, Altınova mahalleleri ve son olarak 3 Temmuz'da Ayvalık

4

Perşembe Pazaryeri’nde toplu iftarlar düzenlendi, güzellikleri paylaşmanın huzuru içinde dostluk dolu anlar yaşandı. Yüksek katılımlarla gerçekleşen iftarlardan sonra Sanat Fabrikası-Tiyatro Objektif tarafından geleneksel Türk tiyatrosundan örnekler sunuldu; Hacivat-Karagöz, kanto, İbiş gibi Ramazan ayına özgü gösterilere yer verildi. Bu gösteriler özellikle çocuklar tarafından ilgiyle izlendi.


Ayvalık’ın gelişimine en büyük katkıyı sağlayacak

OSB’NİN YATIRIMCI SAYISI HER GEÇEN GÜN ARTIYOR

B

elediye Başkanı Rahmi Gençer Ayvalık Ticaret Odası’nda düzenlenen ve Ticaret Odası Başkanı Benhan İbrahim Kantarcı, Ticaret Odası Meclis Başkanı Ahmet Şefik Süner ile Belediye Danışmanı Ozan Coşkun’un da katıldığı toplantıda Organize Sanayi Bölgesi yatırımcılarıyla bir araya geldi. Yatırımcılar, yasal prosedürün yanı sıra projede yer alma sürecinde üzerlerine düşen yükümlülükler hakkında bilgilendirildi. Bu arada, Ayvalık Gıda Sanayicileri Derneği’nin Orhan Peker Sanat Galerisi’nde yapılacak olan ilk Yönetim Kurulu toplantısına yatırımcıların ilgi göstermesi için çağrıda bulunuldu. Görüşlerini açıklayan ATO Başkanı Kantarcı, Ayvalık OSB’nin bölgemize ciddi bir değer katacağını düşündüğünü belirtti ve şöyle konuştu: “Altınova çevresindeki tarım arazileri bu sayede daha ciddi bir şekilde kullanılacak; çeşitli ürünler üretilebilecek ve hayvancılık gelişerek ivme kazanacak. Tarıma dayalı sanayi ile gelişen bölgemiz için turizm/zeytincilik işbirliği güç kazanacak. OSB’nin faaliyete geçmesiyle bölgemiz çok önemli bir cazibe merkezi haline gelecek.’’ Belediye Başkanı Rahmi Gençer de OSB’nin Ayvalık’ın gelişimi konusunda en büyük katkıyı sağlayacak projelerden olduğunu vurguladı ve “Şu an için yasal bürokrasi aşamalarından ÇED raporu ve zemin etüdünü tamamladık. Planlama sürecinde olduğumuz bu dönemde yeni yatırımcılarla sayımız giderek artıyor. Tüzel kişiliğe kavuşmak üzereyiz. Alt yapı ihalesine çıkıp ardından idari ve sosyal donatları bitirip, fabrikaların yerlerini almalarını sağlayacağız. Bu süreci en hızlı şekilde değerlendirmek için yoğun mesai harcıyoruz’’ dedi.

5


Yarışlar Ayvalık’ta geleneksel hale getirilecek

TÜRKİYE WINDSURF LİGİ AYVALIK AYAĞI HEYECAN VE KEYİF RÜZGARLARI ESTİRDİ

T

ürkiye Yelken Federasyonu, Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi, Ayvalık Belediyesi, Dikili Belediyesi ile Urla Megapol Yelken ve Windsurf Kulübü işbirliğiyle düzenlenen ‘Türkiye Windsurf Ligi Ayvalık Ayağı’ sona erdi. 23-26 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen yarışmanın ödül töreni Yelken İhtisas Kulübü’nde yapıldı. Törene Kaymakam Namık Kemal Nazlı, Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Gençlik Hizmetleri ve Spor Müdürü Cem Hamzaoğlu, Ticaret Odası Meclisi Başkanı Ahmet Şefik Süner, Belediye Başkan Yardımcısı Gökay Bacan, sörfçü Çağla Kubat Diaz, Dünya Gençler Şampiyonu Fulya Ünlü ve elliye yakın sporcu katıldı. Yarışmada sponsorlara teşekkür belgelerini AYTUGEB adına, organizasyonun Ayvalık ayağı sorumlusu da olan Ümit Özgültekin verdi. Organizasyon sorumlusu ve sunucusu A. Zeki Leblebici etkinliği otizmli çocuklar adına gönüllü olarak düzenlediklerini belirtti ve amaçlarının farkındalık yaratmak olduğunu vurguladı. Hakemlere teşekkür belgelerini sunan Rahmi Gençer, “Bu işlere gönül vermiş hocalarımıza teşekkür ediyoruz. Bu yarışmayı gelenekselleştireceğiz. Çağla Kubat Diaz’ın eşi Jimmy bana, ‘Dünya şampiyonlarını getirelim, onları burada izleyelim’ önerisinde bulundu. İnşallah bunu da gerçekleştireceğiz ve şampiyonları hep birlikte izleyeceğiz” dedi. Kaymakam Namık Kemal Nazlı da yaptığı konuşmada öncelikle organizasyonda emeği geçen herkesi kutladı. “Ayvalık’ı seçmiş olmanızdan dolayı mutluluk duyduğumuzu belirtmek istiyorum. Bundan sonraki yarışmalarda ne yapılması gerekiyorsa elimizden gelen desteği vermeye hazırız’’ diyen Nazlı, 'Genç Master' ödüllerini de verdi.

6


KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... HACIVELİLER’DE KADINLAR İÇİN OKUMA-YAZMA KURSLARI AÇILDI

H

acıveliler’deki Ramazan Sofrası buluşmasında mahalleli kadınlar Belediye Başkanı Rahmi Gençer’e okuma-yazma öğrenmek istediklerini söyleyince, Gençer Halk Eğitim Müdürü Ümit Adalıoğlu’na kursun açılması önerisinde bulundu. Bunun üzerine, Ayvalık Belediyesi ve Halk Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle Hacıveliler’de ‘1. Kademe Okuma Yazma Kursu’ bir hafta gibi kısa bir sürede başladı. Öğretmen Nazan Süpürgeci yönetimindeki kursta 9 ev hanımı, haftada 4 gün ve günde 4’er saatten, toplam 120 saatte okuma-yazma öğrenecek. “İftar sofralarımız sonrasında kırsal mahallelerdeki tüm sorunları dinliyor ve cevap vermeye çalışıyoruz” diyen Rahmi Gençer, yaz dönemi olmasına rağmen konuya duyarlılıkla yaklaşan Halk Eğitim Müdürü Ümit Adalıoğlu’na teşekkür etti.

BELEDİYE ARAÇ PARKI YENİ ALINAN EKSKAVATÖRLE DAHA DA GÜÇLENDİ

A

yvalık Belediyesi, Çakmak Mahallesi Uzun Burun mevkiindeki Taş Ocağı Kırma ve Eleme tesisinde kullanılmak üzere bir ekskavatör satın aldı. İmkanlar dahilinde teknik ihtiyaçlarını birer birer giderdiklerini söyleyen ve ekskavatörün ilk sürüşünü yapan Rahmi Gençer, “Taş ocağımızı yeniledik ve yüzde yüz randımanla çalışır duruma getirdik. Belediye olarak kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz görecek düzeye gelmeyi hedefliyoruz” dedi.

KIRSAL MAHALLELERDEKİ CAMİLER TEMİZLENDİ

TRAFİK VE HALK SAĞLIĞI İÇİN TEHLİKE OLUŞTURAN İZİNSİZ TABELA VE KARADUT TEZGAHLARI KALDIRILDI

B

elediye Zabıta Müdürlüğü ekipleri Çanakkale-İzmir E-87 Karayolu kenarında izinsiz ve üretim belgesiz satış yapan karadut suyu tezgahları ile Ayvalık’ın E-87 Karayolu’na bağlantısını sağlayan yol üzerindeki trafiği tehlikeye düşüren tabelaları Jandarma Komutanlığı ve Karayolları 29. Şube Şefliği ekiplerinin desteğiyle kaldırdı. Ayvalık’ın E-87 bağlantı noktalarında bulunan ve kent estetiğiyle uyuşmayan

A

li Çetinkaya Mahallesi ve Alibey adasındaki camilerin temizliğini tamamlayan ekipler, Ramazan ile birlikte kırsal mahallelere geçti ve çalışmalarını hızlandırdı. Günde üç cami temizleyen ekipler, bir hafta içerisinde kırsal mahallelerdeki camilerin temizliğini tamamladı. Bu kapsamda camilerin sadece iç temizliği değil çevre temizliği de yapıldı.

KIVANÇ SARLICALI İLKOKULU YIL SONU KARNE TÖRENİYLE ŞENLENDİ

ALTINOVA VE BADAVUT’TA PLAJLAR TEMİZLENDİ

2

A

yvalık Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü ekipleri kısa bir süre içinde Altınova Mahallesi’nin plaj temizliğini tamamladı ve Küçükköy Mahallesi Badavut Mevkii’ne geçti. Buradaki plajlar da bir haftalık bir çalışma sonucu temizlendi.

dikimine Kaymakam Namık Kemal Nazlı, Belediye Başkanı Rahmi Gençer, Milli Eğitim Müdürü Erkan Bilen, Meclis üyeleri ve öğretmenler katıldı. “Bugünün ve yarının gençlerine yemyeşil bir Ayvalık sunmak için ağaç dikim çalışmalarımızı düzenli olarak sürdürüyoruz” diyen Rahmi Gençer, 2016 yılı hedeflerinin 10 bin ağaç dikmek olduğunu ve yeşillendirme çalışmalarını Altınova’nın geneline yaymayı planladıklarını söyledi.

reklam tabelaları da toplandı. Zabıta Müdürü Hasan Narin, Başkan Rahmi Gençer’in tarihi zenginlikleriyle öne çıkan Ayvalık’ın görselliğine çok önem verdiğini belirtti ve karadut tezgahlarının halk sağlığı için de tehlike oluşturduğunu söyledi.

015–2016 yılı Eğitim ve Öğretim Yılı Karne Töreni, Kıvanç Sarlıcalı İlkokulu’nda düzenlendi. Belediye başkanı Rahmi Gençer’in de katıldığı törende 3. Ayvalık Uluslararası Deniz ve Kum Festivali için gelen Gürcistan ekibi ve Ayvalık Kıvanç Sarlıcalı İlkokulu öğrencileri halk oyunlarından örnekler sundu. Dereceye giren öğrencilere ödülleri verildi.

ÖĞRENCİLER ALTINOVA’YI 1500 ÇAM FİDANIYLA SÜSLEDİ

K

ipa Kavşağı ve Küçükköy’den sonra Altınova Mahallesi’nde de fidan dikimi yapıldı. Altınova Cihan Yorgun İlk ve Ortaokulu öğrencilerinin Ayvalık Belediyesi öncülüğünde gerçekleştirdiği fidan

7


Kırcalar Mahallesi Muhtarı ERCAN KIRCA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİ KURULDUĞUNDA BAMYAMIZI ORADA DAHA İYİ BİR FİYATA SATABİLECEĞİZ

M

ahallelerimizi, mahalle muhtarlarımızı tanıttığımız dizimizin bu sayıdaki konuğu Kırcalar Mahallesi Muhtarı Ercan Kırca.

okutuluyor mu?

Sayın Ercan Kırca, önce özgeçmişinizden söz eder misiniz? -1965 yılında Kırcalar’da doğdum. 2014 Yerel Seçimleri’nde adaylığımı koydum ve Kırcalar Mahallesi’ne muhtar oldum. Bu benim ilk dönemim. Daha önce minibüsçülük, çiftçilik, zeytincilik, yapıyordum. Pamuk ekiyordum. Pamuğun getirisi kalmayınca bıraktım. Evliyim, iki çocuğum var. Mahallenizin adı nereden geliyor? -Eskiden köyün adı Mezarardı’ydı. Köyümüze bir ilkokul öğretmeni gelmişti. Köyün güzelliğine bu adı yakıştıramadı. Nitekim onun çabalarıyla ismimiz değişti, Kırcalar oldu. Öğretmenimizin adı Erol’du. Hala Ayvalık’ta yaşıyor. Ara sıra karşılaşıyoruz. Mahallenizi bize nasıl anlatırsınız? -Kırcalar’ın Ayvalık’a Mutluköy üzerinden uzaklığı yirmi, Altınova üzerinden yirmi sekiz kilometre. Yörük köyüyüz. Tarihçesini pek bilmiyorum ama eski bir yerleşim birimiyiz. Köyümüzün doğası, havası harikadır. Toprakları bereketlidir. Yalnız içme suyu sıkıntısı çekiyoruz. Önceleri bize Altınova su veriyordu. Sonra bir kuyu açtırdık. Beş-on yıl o kuyuyla idare ettik. Ardından daha yukarıda bir kuyu açıldı. O kuyuda da çökme olunca eski kuyunun yakınına yeni bir kuyu açtık. Bu yıl orası da çöktü. Odaburnu’na ve Çakmak Ortaokulu’na da su verdiğimiz için sıkıntımız büyüyor. Büyükşehir sorunu çözeceğini söyledi. Bekliyoruz. Mahalleniz kaç haneden oluşuyor? Nüfus ne kadar? -Yüz altmış haneyiz. Nüfusumuz da dört yüz-dört yüz yirmi kişi kadar diyebilirim. Okur-yazarlık oranı nasıl Kırcalar’da? Çocuklar, gençler

8

Ercan Kırca

-Oran yüzde doksanın üstünde. Sadece çok yaşlılarımızın arasında, o da tek-tük, okuma-yazma bilmeyen var. Öğrenim görmek isteyen çocuklar okutuluyorlar. Köyde okul yok. Öğrenciler taşımalı sistemle Çakmak’a gidiyor. Çakmak Ortaokulu’na yeni bir müdür atandı. Çok iyi bir eğitimcimiz ve arkadaş bir insan... Çocuklarla yakından ilgileniyor. Onun gelişinden sonra başarılı çocuklarımızın sayısı arttı. Bu yılki sınavlarda köy çocukları neredeyse harikalar yarattı. Ben on yıldır minibüsle öğrenci taşıyorum. Yeni müdürle çok şey değişti. Buna tanığım. MAHALLEMİZDE AİLECE TARIM YAPILIYOR, YAZIN BAMYAYA KIŞIN ZEYTİNE GİDİLİYOR

Kırcalar’da okul olmadığını söylediniz. Sağlık ocağı, sosyal tesis bulunuyor mu? -Sağlık ocağımız yok. Haftada bir Altınova’dan doktorumuz geliyor. Hastaları muayene ediyor, ilaçlarını yazıyor. Büyükşehir ufak bir halı saha yapmıştı. Küçük çocuklar okuldan gelince Bulutçeşme’yle ortaklaşa kullandığımız bu sahada top koşturuyorlar. Sosyal tesis anlamında bir o var yani… Peki vatandaşlar boş vakitlerinde ne yapıyorlar? -Vallahi erkekler kahvede, kadınlar birbirlerinde vakit geçiriyor. Kadınlarımız daha çok el işi yapıyor. Gençler okula gidiyor ya da tarlada ailelerine yardım ediyor. Aslında mahallelinin çalışmaktan pek boş zamanı da olmuyor. Zira Kırcalar’da ailece tarım yapılıyor. Yazın bamyaya, kışın zeytine gidiliyor. Zeytin bitince onun ‘kesisi’ başlıyor. Erkekler araziyi sürüyor. Kadınlar çalıları topluyor. Bu durumda, “Mahallelinin temel geçim kaynağı bamya ve zeytindir” diyebilir miyiz?


-Diyebiliriz. Tarlada bamya şu an dört-beş lira ancak bir-iki hafta sonra bir buçuk-iki liraya iner. Pazarda on liranın üzerinde ama? -Doğrudur. Bu işten bamyayı eken para kazan(a)mıyor ki zaten. Diğer köylerle birlikte ciddi bir bamya üretimimiz var oysa. Altınova Organize Sanayi Bölgesi kurulduğunda üreticiler olarak bamyamızı orada daha iyi bir fiyata satabileceğimizi düşünüyorum. Ayrıca kooperatifleşmek gibi bir girişimimiz de olacak. Üretici kendi bamyasını kendisi satabilirse, hem halk daha ucuza bamya yiyebilecek hem de aracılara giden para üreticinin cebinde kalacak. Başkanımız Rahmi Gençer’den bu konuda bize yol-yöntem göstermesini bekliyoruz. Aile tarımı yapıldığına göre kadınlar üretime doğrudan katılıyor. Ya gençler? -Okula giderler, okurlar. Kalanı ailesiyle birlikte tarlaya, zeytine gider. Ya da Ayvalık’ta otellerde, restoranlarda sezonluk işlerde çalışır.

durumun incelenmesini ve on iki hanenin mağduriyetinin mümkünse giderilmesini rica ediyoruz.

MERKEZ MAHALLELERE SUNULAN HİZMETLER BİZE DE SUNULSUN İSTİYORUZ

Ricanızı dile getireceğiz. Şimdi de mahallenizde maddimanevi desteğe ihtiyacı olan vatandaşlar için neler yapılıyor, onu öğrenelim...

Sayın Kırca, kırsal mahallelerimizin hepsi çok güzel ve bazı mahallelerimiz bu güzelliği turizmin hizmetine de sunuyor. Kırcalılar turizme yatırım yapıyor mı? -Doğamız, havamız gerçekten çok güzel ama biz bunu turizm anlamında değerlendiremedik. Mutluköy’de, Demircidere’de böyle tesisler, piknik alanları bulunuyor. Gönlümüz istiyor tabii ancak halkın turizm konusunda bilinçlenmesi gerekiyor. Biraz da mahallenizin ihtiyaçlarından ve sorunlarından konuşalım mı? Su sorununuz var ve bunun çözülmesini istiyorsunuz. Başka? -Su durumu sıkıntılı ama bir şekilde çözüleceğine inanıyorum. Bizim ulaşım, yol ve kanalizasyonla ilgili sorunlarımız var. Mahallemizden her sabah Ayvalık’a bir araç kalkıyor, akşamüstü de geri geliyor. Ayvalık’ta bir saatlik bir işiniz de olsa mahalleye dönmek için saatlerce bekliyorsunuz. Yani günde birden fazla sefer konabilirse çok iyi olacak. Bunun yanı sıra ana arter dahil köyün yolları çok bozuk. İki bin metre taş döşenmişti. Kalanının yapılmasını bekliyoruz. Bu ay ihalesi yapılacakmış. Altınova yolu deseniz, şantiye gibi toz-toprak içinde. Bir araba geçince adeta boğuluyoruz. Kozak’tan taş taşıyan kamyonlar geçiyor. Asfalt ağır tonajlı araçlara dayanmıyor. Büyükşehir yolu yapacağını söyledi. Bilmiyorum ama bu yol bizim mahalleden değil de Altınova’nın içinden geçseydi şimdiye dek on kere yapılırdı diye düşünüyorum. Artık biz de mahalleyiz, Altınova’dan farkımız kalmadı. Merkez mahallelere sunulan hizmetler bize de sunulsun istiyoruz. Yine bu ağır vasıtaların geçişi sırasında kanalizasyon kapakları hasar görüyor. Ne oluyor? Kanalizasyon tıkanıyor. Kapakların değişmesi gerekiyor yani. Bu konuyu BASKİ’ye ilettik, kapakların gelmesini bekliyoruz. Bu arada on iki hanemizi ilgilendiren sorundan da söz etmek istiyorum. Bu hanelerin yakınındaki mera, köy genişleyince binaların arasında kaldı, mera vasfını yitirdi. Şimdi mera çevresindeki evler için yıkım kararı çıktı. Bu alanın imara sokulup, mera vasfının kaldırılabileceğini öğrendik. Belediyemizden

-Muhtar olarak Sosyal Yardımlaşma’ya gidip bildiriyorum. Hem onlar, hem Kaymakamlık sağ olsunlar gerekeni yapıyorlar. Her türlü talebe cevap veremeseler de bu vatandaşlarımızın acil ihtiyaçları karşılanıyor. “Allah razı olsun” diyorum. Yaşlılarımızın sağlıkla ilgili sorunlarında da ‘Evde Bakım’ hizmetlerinden faydalanıyoruz. Belediyeyi arıyorum, geliyorlar. Her ay Balıkesir’e gitmesi gereken bir vatandaşımız var. Onu hastaneye götürüp, getiriyorlar. Saç, sakal tıraşı ve benzeri kişisel bakıma ihtiyacı olanlar için de geliyorlar. Bu anlamda memnunuz, daha ne diyelim. Sayın Ercan Kırca, sohbetimizin sonuna geldik. Sorunlarının çözümü için size gelen Kırcalılardan siz ne bekliyorsunuz? -Ben ne bekliyorum? Şimdi, belediye köyün her tarafına çöp konteynerleri koydu. Ancak maalesef birkaç vatandaşımız, defalarca uyarmama rağmen inatla çöplerini bidonların içine koymak yerine kenarına bırakıyorlar. Tamam, çevreyi koruma ve temiz tutma kültürü öyle bir anda oluşmuyor; zaman alıyor. Ben de hoşgörüyle nasıl davranmaları gerektiğini anlatıyorum ama dediğim gibi ısrarla devam ediyorlar. Ayvalık’ın kırsal mahallelerini temizleyen dört-beş arkadaşımız var. Bazen akşama kadar bir köyü temizlemekle uğraşıyorlar. Her yeri pırıl pırıl yapıp gidiyorlar. Bir saat sonra oradan geçiyorum, sokak çöp dolu. Yazık değil mi o insanların emeğine? Kendi evlerinin içine çöp atıyorlar mı? Hangi çağda yaşıyoruz, artık kurallara uymaları gerek. İlle de zabıtanın gelip ceza yazması mı lazım? Yollarımız da yapılınca köyümüzün güzelliği iyice ortaya çıkacak. Hatta imkan bulursam, bazı sokak aralarını da genişletmeye çabalayacağım. Mahallemizin doğal güzelliğini çöplerle, çöp kokularıyla bozmak kimsenin hakkı olmamalı. Özellikle şu sıcak günlerde o döktükleri çöplerin ürettiği bakteriler, hepimizin sağlığını tehdit edecek. Bunu bilerek mahallemize sahip çıkmalarını ve sokaklarımızın da evlerimiz kadar temiz tutulmasını bekliyorum. Tek isteğim bu!

9


İlk bitpazarı 1860’lı yıllarda ‘marche aux puces’ yani ‘bitlerin pazarı’ adıyla Paris’te kurulmuş. İkinci el eşya satan bu pazarlara neden ‘bitpazarı’ dendiği hakkında kesin bir bilgiye rastlamadık. Ancak bir zamanlar bit, pire gibi asalak hayvanların eski eşyalarla birlikte bu pazarlara geldiği kanısı oldukça yaygın. Bu tür pazarlar ülkemizde Osmanlı İmparatorluğu döneminde karşımıza çıkıyor. Anadolu ve Rumeli bitpazarları, Türkiye’nin bilinen ilk bitpazarları... Genelde bitpazarlarının ‘alım gücü düşük insanların eşya gereksinimlerini karşılayabildikleri bitli/pireli bir büyük çöplük’ olduğu algısıyla büyüdüğümüz için çoğumuz bu pazarların aslında geçmişimizi/ anılarımızı/tarihimizi yaşattığını ve koruduğunu... Bizim ‘çöplerimizin’ antika koleksiyonerleri için bir ‘maden’ anlamı taşıyabileceğini bilmeyiz. Bugün İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok kentimizde aklınıza gelebilecek her türlü objeyi bulabileceğiniz son derece ünlenmiş, zengin ve renkli bitpazarlarımız var. Bize sorarsanız, Ayvalık Bitpazarı da bunlardan biri olmaya şimdiden aday... 10

DENİZ TUFAN ARBAK: AYVALIK BİTPAZARI’NIN GÜCÜ TEZGAHLARININ ÇOKLUĞUNDAN VE MALZEME BOLLUĞUNDAN KAYNAKLANIYOR Gülbeniz Şentay

S

ayın Deniz Tufan Arbak, Ayvalık Bitpazarı ne zaman, nasıl kuruldu?

-Antikacı arkadaşlarla bir Pazar kurmayı hep konuşuyorduk zaten. 2007 yılında Belediye Başkanlığına bir dilekçeyle başvurduk. Bitpazarı için izin verildi. Tezgahlarımızı ilk kez o zamanlar boş olan Eminzade Pasajı'nda açtık. Gördüğümüz ilginin ardından pasajı Antikacılar Çarşısı’na dönüştürdük. Bitpazarı da çarşının içinde yer alıyordu ancak dükkanlar, depolar dolmaya başladı. Pasaja sığmaz olunca bitpazarını önce kiraladığımız birkaç yere taşıdık. Daha sonra, Barbaros Caddesi sokaklarının Pazar için çok uygun olduğunu fark ettik. Sadece tezgah açabilmek amacıyla bu sokaklarda depolar tuttuk. Benim de bu sokakta bir depom vardı. O depo şimdilerde Kafe-Shop oldu. Yani antikaların arasında, bit pazarının içinde kahvenizi içip alışveriş yapabileceğiniz bir mekan yarattım diyebilirim. Bitpazarlarıyla antikacılık arasında nasıl bir bağ var? -Bitpazarları antikacılık mesleğini besleyen, antikacı dükkanlarının çoğalmasını sağlayan unsurlar. Bu nedenle bitpazarlarının yok olduğu yerde antikacılar yaşayamaz. Aralarında böyle organik bir bağ var. Nitekim Kadıköy, Üsküdar bitpazarları taşınınca bu semtlerdeki antikacı sayısı gözle görülür şekilde azaldı. Peki, Ayvalık Bitpazarı nerede başlıyor, nerede bitiyor? -Başlangıç yeri, Antikacılar Sokağı diye bilinen bu sokak. Pazar, 6.-7.8.-9. Sokak diye gidiyor. Burada on iki-on üç dükkan ile üç kafemiz bulunuyor. Bu sokağın adı nedir? -Vallahi ilginçtir ama bu sokağın adı da, numarası da yok. Neden

bilmiyorum ama yok. Durumu Belediye Başkanımız Rahmi Gençer’e aktardık. Sokağa ‘Antikacılar’ adı verilecek. Zaten herkes öyle biliyor. Barbaros Caddesi sokaklarında şu an kaç tezgah açık? -Şu an tezgah açan otuz-kırk kişiyiz. Yazın bu sayı altmışa çıkıyor. Pazar, sadece cumartesi günleri kuruluyor. Yılda birkaç defa da listeli müzayede düzenliyoruz. Yaz aylarında salı günleri yine bu sokakta listesiz mezatlar oluyor. O gün kim evinden, dükkanından ne getirdiyse onu masanın üzerine koyuyor. Önceden fiyatı belirlenmemiş, listelenmemiş parçalar tek tek alıcılara gösterilerek açık arttırmayla satılıyor. Ayvalık Bitpazarı’nı özellikle koleksiyonerlerin yakından takip ettiklerini biliyoruz. Söyler misiniz, Ayvalık’ın bu sektördeki yeri ve önemi nedir? -Şöyle ifade edeyim... Biz bir kasaba olmamıza karşın bu kalitedeki tek pazarız. Şu anda rakibimiz diyebileceğim iki tane Pazar var. Biri İstanbul Feriköy, diğeri Ankara Bitpazarı. Her iki kentin de metropol olduğu göz önüne alındığında Ayvalık Bitpazarı’nın


gücü ve önemi dolayısıyla değeri daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Güçlü bir pazarız. Gücümüz tezgahlarımızın çokluğundan ve malzeme bolluğundan kaynaklanıyor. Ürünler çok önemli tabii. Genelde bu bölge ‘bez’ diye tanımladığımız sandık işleri açısından inanılmaz zengin. Yanı sıra hala zeytinyağı depolarından Ayvalık’ın kültürünü yansıtan koleksiyon malzemeleri çıkıyor. Ayvalık’ta kırka yakın antikacı dükkanı mevcut. Sırf bu dükkanları gezmek için o kadar çok insan Ayvalık’a geliyor ki, tahmin edemezsiniz. Bu anlamda Ayvalık için ciddi bir turizm potansiyeli yarattığımızı söyleyebilirim. Pazara çevre il ve ilçelerden, hatta yurtdışından katılımın olduğunu duyduk. Kimler, nerelerden geliyorlar? -İzmir, Balıkesir, Edremit, Bergama, Burhaniye, Akhisar ve Dikili’den düzenli olarak gelen arkadaşlarımızın yanı sıra yaz aylarını Burhaniye’de geçiren bir Norveçli hanım da burada tezgah açıyor. Yine Fransa, Almanya gibi ülkelerde yaşayıp da yazın birlikte olduğumuz değerli arkadaşlarımız var. Biz artık burada birbirinin her derdine koşan büyük bir aile olduk. Ayvalık’ın yapısı da buna çok uygun zaten. O nedenle Pazar bu kadar büyüdü. Deniz Tuğhan Arbak’ın rehberliğinde sokakları dolaşmaya başlıyoruz. Pazar’ın en büyük, en zengin tezgahının önünde duruyoruz.

bir hurdacıda buldum. Kırıkdökük, ezik-büzük vaziyetteydi. Çekiçle düzelttim. Uzun zaman çalıştım üzerinde, oya gibi işleyerek günümüze kazandırdım. Gerçekten çok mutluluk duydum çünkü bir eşinin daha olduğunu sanmıyorum. Feneri kaça almıştınız? -Hurda fiyatına almıştım. Kaça satıyorsunuz?

KEMAL ERKEK: TANITIM YETERSİZ OLDUĞU İÇİN AYVALIKLILAR BİLE PAZARI TESADÜFEN KEŞFEDİYOR Merhaba! Sizi tanıyabilir miyiz? -Adım Kemal Erkek. İzmirliyim. Yirmi yedi yıldır bitpazarcıyım. Eski eşyaları, antikaları sevdiğim için Türkiye genelinde nerede Pazar kurulursa oraya gidiyorum. Hem mal satıyorum, hem mal alıyorum. Bugün tezgahınızda neler var? En değerli parçalar hangileri? -Lambalar, eski saatler, kapı kilitleri, çaydanlıklar, bebekler, biblolar, mücevher kutuları, gazeteler, fotoğraflar var. Örneğin bir evden alınmış şu fotoğraflarda Birinci Dünya Savaşı’na giden bir askerin komutanlığa yükselişinden cenaze törenine kadar hayatının hemen her aşamasını görebiliyorsunuz. Çok ilginç buldum ve kaçırmadım. Yine aynı evde rastladığım 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne, Atatürk’ün ölüm yıldönümlerine ait gazeteler var. Bu objeler değerli. Ayrıca çalışır haldeki gramofonu, opal cam içki şişesini ve nadide bir parça olan Osmanlı mühürlü, damgalı değirmeni tezgahın en değerli parçaları olarak sayabilirim. Ne olduğu ilk bakışta anlaşılamayan şu değişik şey nedir? -O, Eskişehir Devlet Demir Yolları'na ait bir işaret feneri. Sinyalizasyon sistemi olmadığı yıllarda, istasyon görevlileri kondüktörlere yeşilkırmızı yanan bu fenerlerle yolu açar ya da kapatırlarmış. Feneri

-Beş yüz lira diyorum zira onu eski haline getirmem hiç kolay olmadı. Ayvalık Bitpazarı hakkında sizin görüşünüzü alabilir miyiz? -Pazar iyi ancak yeterince reklam yapılmıyor. Tanıtıma ihtiyaç var. Ankara/Ayrancı ve İstanbul/ Bomonti pazarları kurulmadan önce pankartlar asılarak halka duyuruluyor. Ama Ayvalık’ta böyle bir çalışma yok. Ben geçen yıl da buradaydım. İnsanların pazardan habersiz olduklarını gördüm. Ayvalıklılar bile pazarı tesadüfen keşfediyorlar. Oysa bizlerin burada açtığı tezgahlar seçilmiş, özel objelerle dolu. Neden daha çok insana ulaşmayalım ki? “Tanıtım şart!” diyorum yani! Kemal Erkek’e teşekkür edip, Pazarın en yeni esnafı Yasemin Babacan’ın birbirinden renkli sandık işlerini sergilediği tezgahına yöneliyoruz. Dört yıldır bitpazarcılığı yapan Yasemin Hanım, Ankaralı.

YASEMİN BABACAN: BEREKETLİ BİR YAZ OLACAK DİYE UMUYORUM Yasemin Hanım, siz Ayvalık Bitpazarı’nın en yeni üyesisiniz. Nasıl haberiniz oldu pazardan? -Deniz Tuğhan arkadaşımız sayesinde Ayvalık’ta böyle bir Pazar kurulduğunu öğrendim. Kışın Ankara’dayım. Yaz aylarında ise Yalova’daki Pazar’a gidiyordum. Ayvalık’a hiç yolum düşmemişti. Geldim ve çok sevdim. Geçen hafta bir ev kiraladım. Artık yaz boyu Ayvalık’tayım. Pazardaki ikinci haftam bu. Eski Türk işi örtüleri, peşkirleri, iğne oyalarını görüyoruz tezgahta. Daha çok ‘bez’ ağırlıklı çalışıyorsunuz galiba?

11


-Ben Adil Can Erçetin. Öğretmenim. Edremit’te hobi olarak antikacılık yapıyorum. Ayvalık Bitpazarı’na da aynı nedenle geliyorum. Sadece buraya geliyorum zaten. Eski, tarihi eşyaları seviyorum. Siz nerelisiniz? -Edremitliyim. Bu pazarların adı neden bitpazarı acaba? -Evet. Ama yine bu işleri yeni kumaşlara aplike ederek tasarladığım giysiler, örtüler de üretiyorum.

-Bit pazarları genelde ikinci el, kırık dökük eşyaların satıldığı yerlerdir. Sanırım bu yüzden ama burası daha ziyade ‘antika pazarı’ diye geçiyor çünkü tezgahlarımıza seçilmiş objeler koyuyoruz.

Sandık işlerini nerelerden temin ediyorsunuz?

Sizin bugün için seçtiğiniz özel objeler arasında neler var?

-Yalova’da, Bursa ve Balıkesir’de tanıdığım birkaç kişi var. Onlar köyleri dolaşarak malzeme topluyorlar. Sonra ben işime yarayanları içlerinden seçiyorum.

-Bu hafta porselen, çinko eşyalar, demir objeler çoğunlukta. Şekerliği andıran şu parça nedir? -Osmanlı döneminden kalma,

Fiyatlar nasıl? -Türk işleri yetmiş beş liradan başlıyor. Hiç lekesiz, temiz bir örtü beş yüz ile bin lira arasında ama piyasada bu tür işler özelliklerine göre iki bin liradan beş bin liraya kadar alıcı bulabiliyor. Çünkü en az yüz-yüz elli yıl öncesine aitler. Siz Ayvalık Bitpazarı’nı nasıl buldunuz? İlgiden memnun musunuz? -Geçen hafta siftah yapmadan kapattım ancak moralimi hiç bozmadım. Daha sezon açılmadı. Bugün bir kıpırdanma var. Bereketli bir yaz olacak diye umuyorum. Yasemin Babacan'a bol kazanç dileyerek bir diğer tezgaha geçiyoruz. Kendimizi tanıtıp sorularımızı sıralıyoruz.

ADİL CAN ERÇETİN: İNSANLAR AİLELERİNDEN KALANLARI İŞE YARAMAZ DEYİP ATARAK ASLINDA BİR KÜLTÜRÜ KAYBEDİYOR Adınızı öğrenebilir miyiz?

12

parçaların fiyatları farklı tabii. Anladığım kadarıyla siz hem alıcı hem satıcısınız. Yani kazandığınızı yeni objelere yatırıyorsunuz. Bu işin büyüsü nedir? -Ben kutsal bir iş yaptığımıza inanıyorum. İnsanlar ailelerinden kalan eşyaları, fotoğrafları, belgeleri işe yaramaz deyip atıyorlar. Aslında böyle yaparak bir kültürü kaybediyorlar. Biz işte o kültürü geri kazandırıyoruz. Kısacası milli kültürümüze sahip çıkmaya çalışıyoruz, diyebilirim. Söylediğiniz doğru. Kazandığımızı yeni varlıklara yatırıyoruz. Cebime bir harçlık kalması şahsen bana yetiyor. Koleksiyonerlik böyle bir şey. Adil Can Erçetin’e de güzel ve bol kazançlı bir hafta sonu diledikten sonra “Bize de uğrayın!” diyen Süreyya Dinçel’in dükkanına konuk oluyoruz. Burası çeşit anlamında öylesine zengin ki, ne tarafa bakacağımızı şaşırıyoruz.

SÜREYYA DİNÇEL: İSTANBUL, EGE BÖLGESİ VE YURTDIŞINDAN MALZEME SAĞLIYORUM Süreyya Bey, dışarıdakiler de dahil toplam kaç kalem eşyanız var? -Bardaktan büfeye kadar büyüklü, küçüklü beş binin üzeri diyebilirim. Bunca şeyi kaç yılda topladınız?

bronzdan yapılmış güzel bir mama kabı. Yanındakiler eskiden dişçilerin kullandıkları diş kalıpları. Sırayla gidersek, köstebek tabancalar, porselen lambalar, kapı kilitleri, danteller, el işlemeleri gibi geçmişe ait pek çok şey yerlerini aldı; meraklılarını bekliyor. Siz nerelerden malzeme temin ediyorsunuz? -Mümkün olduğu kadar ev boşaltanlardan almaya çalışıyorum ama toplayıcılar, hurdacılar, çöpçülerden de yararlanıyorum.

-Mesleğim antikacılık değildi. Ben futbolcuydum. Son birkaç yıldır antikacılık yapıyorum. Ayvalık’a sekiz ay önce yerleştim. Yani bu meslekte öyle çok uzun bir geçmişe sahip değilim. Son iki yıldır antika topluyorum. İstanbul, Ege Bölgesi ve yurtdışından malzeme sağlıyorum. Antika eşya fiyatları hakkında bilgi edinmek istesem... Örneğin bu büfenin, şamdanların, bir de cep saatinin fiyatını öğrenebilir miyim? -Onlar epeyce değerli objeler. Fiyatları üç ile beş bin lira arasında değişiyor.

Fiyatlarınız nasıl?

Siz nasıl bir sezon bekliyorsunuz?

-Örneğin mama kabı yüz elli lira. Osmanlı saatler beş yüz-bin lira arası. Osmanlı dönemine ait

-Biz kış aylarında da açığız. İşlerimiz iyi. Sezonun da iyi geçmesini bekliyorum.


geçmişine dair bir şeye rastladığını söylüyorum. Ardından kısaca kendisini tanıtmasını istiyorum.

Süreyya Dinçel’le de vedalaşıyor, Pazarı gezmeye devam ediyoruz. (Yürürken tezgahın birindeki pirinç tabla adeta beni kendine çekiyor. Ankara’daki evimizin salonu, salondaki sehpa, sehpanın üzerindeki pirinç tablalar yani çocukluğum geliyor gözümün önüne. Sonra yine Ankara’da, Onur Pasajı’ndaki pirinç eşya mağazaları… Oradan anneme aldığım hediyeler. Tablanın biraz ötesinde ise genç kızlığımın takıları duruyor. Yüzükler, kolyeler, bilezikler… Lise yıllarım, Ayvalık tatillerim… Arkadaşlarım… Gidenler, kalanlar…)

BELGİN KORUCU: TURİSTLERDEN DAHA ÖNCE AYVALIKLILARI PAZARIMIZA BEKLİYORUZ Belgin Korucu’nun sürprizlerle dolu, hoş bir tezgahı var. Onunla bir süre sohbet ediyoruz. Bu pazarda herkesin mutlaka

-Ben Ayvalıklıyım. Dört yıldır pazarda tezgah açıyorum. Antikacı bir arkadaşım vardı. Onun dükkanına gide-gele bu işi sevdim. Annemden, babaannemden kalanlarla başladım. Masaydı, konsoldu, aynaydı... Hepsi güzel parçalardı. Çoğu babaannemindi. Onları sattığım için üzüldüm ama ne yapayım, üniversitede çocuk okutuyordum. Zorunluydu yani. Artık geri kalanları satmıyorum, saklıyorum. Bitpazarı’nda daha çok çeyiz sandıklarından çıkan eski gömlek, içlik, bohça, yemeni, takı, lamba, perde gibi objelerle pirinç, cam malzemeleri sergiliyorum. Siz nasıl bir yöntemle çalışıyorsunuz? -Ben esnaftan malzeme almıyorum, evlerden topluyorum. Tezgahtaki her şey çeyiz sandıklarından. Yaşlılarımıza gidiyorum. Kimi elindekileri satmak istiyor, kimi istemiyor. Bu şekilde topluyorum yani. İşinizi yaparken mutlaka ilginç olaylar yaşıyorsunuzdur. Birini bizimle paylaşır mısınız? -Elbette! Geçen yıl satmak üzere çok güzel bir gelinlik getirdiler. Ne satan kişi ne de ben gelinliğin değeri hakkında fikir sahibiydik. İki yüz elli lira verip aldım. Derken gelinliğe müşteri çıktı. “Haydi...” dedim, “Elli lira kar koyayım, yeter!” Bizlerde kar marjı düşüktür çünkü. Ama ben daha ağzımı açmadan alıcı beş yüz lira çıkarıp verdi. Çok şaşırdım. O an elimdekinin gerçekten değerli bir şey olduğunu anladım. Ama iş işten

geçmişti elbette. Belgin Hanım, hem kar marjınız düşük, hem de haftada bir satış yapabiliyorsunuz. Yani bu işten para kazanabiliyor musunuz? Bugün nasıl geçti örneğin? -Vallahi kalabalık var ama pek alıcı yok. Okullar kapanmadan da işler açılmaz diye düşünüyorum. Aslında biz turistlerden önce Ayvalıklıları buraya bekliyoruz. Önce onlar bizleri destekleyecekler ki ayakta kalalım, şevkimiz kırılmasın. Ayvalık Bitpazarı gezimiz sona eriyor. Hiç tanımadığınız insanlara, hiç bilmediğiniz hayatlara ya da kendi geçmişinize, anılarınıza doğru bir yolculuk yapmak isterseniz her cumartesi günü Ayvalık’ın kendine özgü sokaklarında kurulan Bitpazarı sizleri bekliyor. Unutmayın, burası aslında anıların alınıp satıldığı bir yer. Bundan daha büyülü bir şey olabilir mi?

13


Cunda motorlarının geçmişini konuşmaya, geçen sayımızda ilk Cunda motoru ‘Atom’un sahibi Eşref Jale’nin torunu Eşref Jale ile başlamıştık. Yazı dizimize Güner Bacan, Selahattin Bacan ve Faruk Yıldız’ın anılarıyla devam ediyoruz.

-B

GÜNER BACAN: TÜRKİYE’DE MAVİ YOLCULUĞU GERÇEKLEŞTİREN İLK TEKNE ‘UÇARI’DIR

en Girit mübadili bir ailenin oğluyum. Babam Ayvalık’ta emanetçilik yapardı. Esnafın İzmir, Antalya, Bursa gibi büyük illerden istediği malları gider, alır-gelirdi. O zamanlar İzmir’e gemiler çalışırdı. Her salı günü İzmir’e giden gemiye biner, İzmir’de alışverişini yapar, çarşamba akşamı dönerdi. Ben ilkokul dördüncü sınıftayken kaybettik babamı. Annemle ikimiz kaldık. On iki-on üç yaşlarındaydım. Eve birinin ekmek getirmesi gerekiyordu. Ben de teknelerde, Cunda motorlarında çalışmakta buldum çareyi. Denizle serüvenim böyle başladı. Tam altmış beş yıldır denizin üstündeyim. Jale ailesinin ‘Atom’, ‘Jale’, ‘Posta 5' adındaki teknelerinde çalıştım. Siliciydim. Ortalığı silip temizliyordum anlayacağınız. Geçimimizi bu yolla sağlıyordum. Denizi bu motorlarda tanıdım, denizciliği bu motorlarda öğrendim. Daha sonra ‘Uçarı’ya geçtim. Orada yevmiyeli gemiciydim. İşi iyice kavrayınca kaptan oldum. Aralıksız yirmi iki sene ‘Uçarı’da çalıştım. Cunda-Ayvalık arasında gelip giden altı motordan biriydi ‘Uçarı.’ Diğerlerinin adı ‘Başlangıç’, ‘Barış’, ‘Uzunada’, ‘Neptüne’ ve ‘Yaman’dı. Genelde yolcu taşıyorduk ama yük aldığımız da

14

Gülbeniz Şentay

oluyordu. Sabahleyin herkes küfelere doldurduğu bamyasını, enginarını motora yükler, Ayvalık’a götürürdü. Bazı PTT çalışanları da Cunda motorlarıyla işlerine gelip-giderlerdi. Ufak teknelerdi bunlar. Makineleri küçüktü. Motoru lamba sistemiyle çalışırdı. Makinenin kabasını pürmüzle ısıtıyordun. Kıpkırmızı oluyordu. Sonra ters bürüyordun onu... Pat, pat, pat çalışıyordu. Şimdi marşa basıyorsun. Bazen lamba stop ederdi. Denizin ortasında saatlerce bir teknenin geçip bizi çekmesini beklerdik. E, tabii telefon yok, telsiz yok… Hava da kötüyse, ürperirdim. Artık motorlar güçlü, tekneler büyük. “Motorlardan önce ada halkı ne yapıyordu?” diye soracak olursanız, kayıklar ve sal vardı. Aklınıza gelebilecek her şey Güner Bacan onlarla taşınırdı. Kara Mehmet vardı mesela... ‘Kara Fatma’ adını verdiği kayığıyla yolcu ve yük, Kiço Hasan’ların kayığı ise sadece erzak taşırdı. ‘UÇARI’YLA BİR ON YIL KADAR DA KUŞADASI’NDAKİ TATİL KÖYÜ MEDİTERANNE’DE ÇALIŞTIM Motorlar, 1940’ların sonlarına doğru hayatımıza girdi. Ayvalık-Cunda arasındaki ilk seferler iki-üç saatte bir yapılıyordu. Yolcu sayısı artınca her saat


başı karşılıklı seferler kondu. Cunda’da doktor, ebe yoktu o yıllarda. Hastası olanlar gecede beş-altı kez motorcuları yataklarından kaldırırlardı. Kaç kez doktor, ebe getirdim ben adaya… Buranın kahrını yıllarca Cunda motorcuları çekti kısacası. Emeğimiz, hizmetimiz çoktur. Tekneler Ayvalık’ta Belediye binasının önünden kalkardı. Plajlar açılınca önce Cunda’daki plajın iskelesine uğramaya başladık. Yüzmeye gelenleri kıyıya çıkarır, ardından Cunda merkezdeki tahta iskeleye yanaşırdık. Midilli’ye de bizim motorlar çalışırdı. ‘Uçarı’, ‘Barış’, ‘Yaman’, ‘Yeni İstanbul’ Midilli’ye gider-gelirlerdi. Daha sonra Jale ailesi de Midilli’ye sefer yapmaya başladı. Size ilginç bir şey söylemek istiyorum. Türkiye’de ‘mavi yolculuk’u gerçekleştiren ilk teknenin ‘Uçarı’ olduğunu biliyor muydunuz? Ayvalık’ın sevilen simalarından, öğretmen Sermet Akgün’ü ve konuklarını Ayvalık’tan alıp Bodruma götürmüştük. Koyları dolaştıktan sonra rotayı yine Ayvalık’a çevirdik. Ayvalık’tan Akçay’a, Akçay’dan Babakale’ye, oradan İmroz’a, İmroz’dan Çanakkale’ye geldik. Çanakkale’de karaya çıkardım onları. Aşağı-yukarı bir hafta sürdü bu yolculuk. Yani gerek Ayvalık-Cunda, gerek mavi yolculuk, gerek Midilli seferleri, bunların hepsi Cunda motorlarıyla başladı. Cunda motorları bu anlamda bir ilktir. ‘Uçarı’yla bir on yıl kadar da Kuşadası’ndaki tatil köyü Mediteranne’de

çalıştım. Sezonu mayıs başında açarlardı. Üç-beş ay orada kalırdık. Ne günlerdi! KOYLARIMIZIN HEPSİ BİZE DOĞANIN BİRER ARMAĞANI Benim bugüne kadar kendime ait dört teknem oldu. İkisi trataydı. Balıkçılık yapıyordum. O zamanlar Ayvalık bütün gün taze balık yiyebiliyordu. Ama on yıl kadar önce trataları yasakladılar. Gırgırlara izin verdiler. Ne oldu? Balıkçılık diye bir şey kalmadı. Bitti. Şimdi gırgırların çoğu satılık. 'Güner 1' ve ‘Güner 2’ yolcu motorlarıydı. ‘Güner 2’, hala Ayvalık-Cunda arasında çalışıyor. Yaklaşık otuz yıldır bende olan ‘Güner 1’, artık benim gezi teknem. Kapalı kısmı on beş, açık kısmı elli beş kişilik olan teknenin bir bölümüne mutfak yaptık. Sabah alıyorum müşterileri, akşama kadar adaları gezdiriyorum. İncirli, Karaada, Güneş, Maden... hepsini dolaştırıyorum. Akvaryum’da (Karaada’da) bir mola veriyorum. İnsanlar denize giriyorlar, yemek yiyorlar. Aslında bütün koylarımız doğanın birer armağanı bize. Hangisine demir atarsanız atın, deniz aynı deniz, kum aynı kum. Şimdi her şey çok farklı tabii… Cunda çok değişti. Köprü yapılmadan önce adaya dışarıdan pek kimse gelmezdi. Gelse de konaklamazdı. Akşam oldu mu, biz bize kalırdık. O günlerden geriye bir tek ‘Yaman’ motoru kaldı. Diğerleri çürüyüp gittiler.

SELAHATTİN BACAN: YILDA SADECE 2-3 AY MÜŞTERİ BULABİLİRKEN DEVLETE 365 GÜNÜN VERGİSİNİ ÖDÜYORUZ

G

üner Kaptan’dan sonra tıpkı babası gibi on iki yaşından beri denizin üstünde yaşayan Selahattin Bacan’la söyleşiyoruz. Yanımızda Aydın Kaptan da var. (Hemen belirtelim, ağabeyi Ali Yaman’la birlikte onlar da gelecek sayılarımızda konuğumuz olacak. Ali Bey’in İzmir’den dönmesini bekliyoruz.) -Babam Güner Bacan’ın teknesiyle balıkçılık yaptığı yıllardı. Ben o sırada bir tornacının yanında çalışıyordum. Hafta sonları babam bizleri de balığa götürürdü. Balığın pulu, denizin suyu tenime değmişti bir kere… Tornacı beni işten atsın diye her Allah’ın günü dua ediyordum. Sanırım sadece duayla yetinmiyor, bunun için elimden geleni de yapıyordum. Nitekim bir gün babam, “Sen adam olmazsın! Yürü balığa!” dedi. Yavaş yavaş her şeyi öğrendim. Derken babam balıkçılığı bıraktı, ben devraldım. Babam motorculuğu bıraktı, ben sürdürdüm. Cunda motorlarının, usta kaptanların arasında büyüdüm. Babam, Aydın Yaman, Arap Ali, Ali Kaptan (Bölgel), Ali Jale, Süleyman Keklik tekneleriyle Midilli’ye sefer yapan ilk kaptanlardı. Sonra bu teknelerin arasına, Motorcular Birliği tarafından alınan ‘Yeni İstanbul’ katıldı. Tekneler Midilli’den insan getirirdi, balık getirirdi… Her şeyi getirirlerdi yani. ‘Yeni İstanbul’ da önce AyvalıkCunda hattında çalıştı. Ayvalık’ın en büyük ve en

Selahattin Bacan

15


modern teknesiydi. Hatırlıyorum da, büyük motora binebilmek için diğerlerini bilerek kaçırır, ‘Yeni İstanbul’u beklerdim. Çocukluk işte… Midilli’ye geliş-gidişler artınca ‘Yeni İstanbul’ talebi karşılamakta yetersiz kaldı. O sırada Jale ailesi Ayvalık’ta, Bada’da yaptığı ‘Jale 6’yı Midilli hattında hizmete soktu. ‘Yeni İstanbul’ da eskiyip, ıskartaya çıkınca Midilli’ye ulaşım, Jale ailesinin sac motorlarıyla sürdü. Ayvalık-Cunda arasında kara yolu bağlantısının kurulmasıyla birlikte motorlara ilgi azaldı. Aslına bakarsanız motorculuk artık yapılacak bir şey değil ama kopamıyoruz işte! Yıllardır bu iskelede babalarımızdan devraldığımız işi yapıyoruz. Cunda motorları Cunda’nın simgesidir, geçmişidir. Bizler bütün olumsuz koşullara rağmen Cunda motorlarını yaşatmaya çabalıyoruz. Ne var ki yılda sadece iki-üç ay yani yaz sezonu boyunca müşteri bulabiliyoruz. Okullar kapanmadan iş olmuyor. Sezon başlarında arkadaşlar üç-beş kişiyle gidipgeliyorlar. Boşa mazot yakıyorlar. Temmuz-ağustos ayları yüzümüzü biraz güldürüyor ama eylülün on beşi dediniz mi, iş bitiyor, tekneler tersaneye çekiliyor. Buna karşılık devlete üç yüz altmış beş günün vergisini ödüyoruz. Bu çok ağır bir yük. Teknenin bakımıydı, sigortasıydı derken, bu yük taşıyamayacağımız bir hal alıyor. ADAMIZ GÜZEL, İNSANLARIMIZ GÜZEL, HAVAMIZ GÜZEL Ayvalık-Cunda hattında Belediyeye kayıtlı altı motor, hizmet veriyor. ‘Yaman’, ‘Güner 2’, ‘Deniz Kaptan’, ‘Kaan Hakan’, ‘Cengiz Kaptan’ ve ‘Fedon Kaptan.’ Yılın sekiz, on ayında çalışmayan bu teknelerin sahipleri olan bizler, başka işler yapmadan nasıl ayakta kalabiliriz, çoluk-çocuğumuzu nasıl geçindiririz, siz söyleyin? Ben hala kurucu üyesi olduğum, yıllarca yöneticiliğini, başkanlığını yaptığım S.S. Ayvalık Su Ürünleri Kooperatifi’nde çalışıyorum; emeklilik hakkını elde edebilmek için! Her şeye rağmen hepimiz inatla Cunda motorlarını yaşatmaya devam ediyoruz. Size bir öykü anlatmak istiyorum... Motorculuğa başladığımda sabahları öğrencilerin, memurların yanı sıra ustaların yanında çalışan çırakları, kalfaları da Ayvalık’a taşırdım. Saat yarımda ise bu kez o çırakların, kalfaların anneleri Cunda’daki iskeleye gelirlerdi. Kapaklarının üstünde oğullarının adı yazılı olan sepetleri bana bırakırlardı. Ben de o sepetleri Ayvalık’ta sahiplerine teslim ederdim. Sepetlerin içinde çocuklarının öğle yemekleri olurdu. Aklıma tornacının yanında geçirdiğim günler gelir, içim burulurdu. Cunda motorları bunları yaşadı… O zamanlar böyle bir güzellik vardı. Artık Cunda büyüyor. Evler elden çıkıyor, el değiştiriyor. Buna üzülüyorum çünkü adamız güzel, insanlarımız güzel, havamız güzel! Evler satıldıkça kendimize has kültürümüz, kimliğimiz kalabalıklar arasında kaybolup gidiyor. Ada mı bize yabancılaşıyor, biz mi adaya yabancılaşıyoruz, bilemiyorum. Selahattin Bacan sözlerinin sonunda, sadece zorluklarla değil, ‘güzel’ şeylerle karşılaştıklarını da vurguluyor. Belediye Başkanı Rahmi Gençer’in ve Liman Başkanı Hüseyin Demir’in kendilerine ellerinden gelen her türlü desteği verdiğini dile getiriyor.

16

FARUK YILDIZ: 60 YAŞINDAKİ ‘YAMAN’ ÇÜRÜYÜP GİDERSE BEN DE, CUNDA DA HEPTEN ÖKSÜZ KALACAKMIŞIZ GİBİME GELİYOR

‘Y

aman’ı Ali Yaman’ın babasından (Hasan Basri Yaman) satın almıştım. 1956 yılında inşa edilen tekne, otuz beş yıldır bende. ‘Yaman’ bugün tam altmış yaşında. Onu günümüze kadar getirmek hiç kolay olmadı. 1985 yılından bu yana yaşatabilmek için uğraşıyorum. Makinesinden şaftına, kovanından ağacına her parçası üzerinde emeğim var. Şimdi de tersanede, bakımda zaten.

‘Yaman’ ilk geldiğinde Ayvalık’ın en büyük motoruydu. O zamanlar yaz-kış çalışıyorduk. Gün geldi, ihtiyacı karşılayamaz olduk ve 1975’te tekneyi ortadan keserek büyüttük. Bu yıl da bakıma aldığımızda yine aynı işlem yapıldı, boyu iki metre otuz beş santim uzatıldı. Şu an on altı buçuk metre boyunda ve altmış yolcu kapasiteli pırıl pırıl bir tekne oldu. Birkaç güne kadar suya inecek ve Ayvalık-Cunda hattındaki nostaljik seferlerine devam edecek. Motorculuğun getirisinden çok götürüsü varken, neden bu kadar masraf ediyorum, değil mi? Ama bu bir tutku, alışkanlık, sevgi… Başka bir iş yapamam ki! Artık ne annem var, ne babam. Öksüzüm yani. ‘Yaman’ çürüyüp giderse ben de, Cunda da hepten öksüz kalacakmışız gibime geliyor. Sanırım onu yaşatmaya çalışmamın asıl nedeni bu!


Yağlı direk birinciliği bu yıl el değiştirdi

1

KABOTAJ BAYRAMI’NI KUTLADIK

Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı Ayvalık’ta bir kez daha renkli görüntüler eşliğinde kutlandı. İlk olarak Liman Başkanı Hüseyin Demir bir konuşma yaptı ve 1926’da ilan edilen bayramla Türkiye’nin karasularını kullanma hakkını elde ettiğini belirtti. Denizcilik Andı’nın okunmasından sonra Kaymakam Namık Kemal Nazlı, Garnizon Komutanı Albay Aydın Nazlı, Belediye Başkanı Rahmi Gençer ve Liman Başkanı Hüseyin Demir şehit denizciler için denize çelenk bıraktı. Bayram kapsamında düzenlenen yarışlarda 50 Metre Serbest Yıldızlar’da Serhat B. Baba, 50 Metre Genç Erkekler Serbest’te Efe Çavuşlar, 50 Metre Büyük Erkekler Serbest Yüzme’de Ali Özcan birinci oldu. Kano yarışlarını Ahmet Can Söyler kazandı. Yağlı Direğe Tırmanma’da ise en uçtaki bayrağı beş yıldan bu yana alan Selahattin Yıldız bu kez başarı gösteremedi ve kazanan Fırat Altun oldu.

RAHMİ GENÇER: AYVALIK DENİZİ SEVER

“90 yıl önce çıkarılan yasayla denizciliğimiz büyük bir gelişme gösterdi. Bunu sağlayan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının yanı sıra deniz şehitlerimizle birlikte tüm şehitlerimize, gazilerimize minnetlerimi sunuyorum. Ayvalık, denizi seven bir kenttir. Bu nedenle Kabotaj Bayramı her defasında ilk günkü heyecanla kutlanır. Bayramımıza büyük katılım gösteren vatandaşlarımıza da özellikle teşekkürlerimi sunuyorum.”

17


Cenk Geçermiş Ayvalıklı. Çok genç yaşlarda mutfağa merak sarmış, yemek pişirmeye başlamış. Üzerinde bir yıl çalıştığı ‘Ayvalık Aşkı/ Ege’den Gelen Lezzet’ adlı bir de kitabı var. Kitabında tarifleri yer alan yemekleri tek tek pişirmiş, fotoğraflamış. Ayrıca sosyal medyada da son derece aktif. “Zeytinyağı, domates, soğan, biber olduktan sonra bütün yemekler yapılabilir” diyor.

KÜLTÜR MİRASIMIZ OLAN AYVALIK YEMEKLERİNİ GELECEK KUŞAKLARA AKTARABİLMEK İÇİN ONLARI KAYIT ALTINA ALMALIYIZ

Gülbeniz Şentay

“M

utfağa olan aşkım 1980’li yıllarda başladı. On dört-on beş yaşlarındaydık o zaman. Ayvalık’ta doğmuşum... Bir yanım deniz, diğer yanım enva-i çeşit Ege otunun yetiştiği yemyeşil tepeler. Elimizde şeker kamışının soyulup kurutulmasıyla yapılmış bir kamış. Ucunda otuz beş milimetre bir misina, ortasında şarap mantarından kendimizin şekil vererek yaptığı mantar ve bir sinek oltası. Diğer elimizde bir zeytin sepeti, sahilde alırdık soluğu. Isparoz ve sarpadan başka bir şey yakalayamazdık ilk başlarda ama bizim için çipura ve levrek kadar değerliydi onlar. Sonraki zamanlar levrek, çipura, sübye, kalamar, hepsini avlamayı öğrendik yavaş yavaş. Öğlen oldu mu, paçaları sıvar girerdik denize. O zamanlar her kayanın dibi midye. Ateşi yakar, bir zeytinyağı tenekesini keser, ısınınca atardık midyeleri üstüne. Yanında bir limon, yarım ekmek. İşte bunu yaşamadıysan, ‘Ben sahil çocuğuyum,’ demeyeceksin arkadaş! O ateş yanacak, o midye o sahilden toplanacak, tenekelerin üzerine atılacak! O kokunun ve tadın keyfi yaşanacak arkadaş!” Yukardaki cümleler Cenk Geçermiş’in Ekim 2014’te piyasaya çıkan yemek kitabı ‘Ayvalık Aşkı/ Ege’den Gelen Lezzet’in ön sözünde yer alıyor. Gerçek bir Ayvalık ve Ayvalık mutfağı aşığı olan Cenk Geçermiş’le

Ayvalık’a özgü tatları buluşturduğu kitabını konuştuk. Sayın Geçermiş, her şey nasıl başladı? -Galiba her şey Ayvalıklı olmakla başladı. Babaannelerimizin, anneannelerimizin mutfak kültürünü yaşamakla, o kültürle büyümekle başladı. Ardından babamın usta birer aşçı olan yeğenleri sayesinde mutfak kültürüm gelişti diyebilirim. Örneğin, bence Ayvalık’ın en ünlü şefi ve aşçısı olan Savaş abinin pişirdiği ahtapot yahnisini tattığımda on altı yaşlarındaydım. İşte o gün yemek aşkı benim kanıma işledi. Neredeyse bütün zamanımı babamın yeğenlerinin yanında geçirirdim. Mutfaklarından hiç çıkmaz, merakla her hareketlerini izler; ne pişiyor, nasıl pişiyor sorardım. Alt yapım sanırım böyle böyle oluştu. Evlendikten sonra eşimin izni ve desteğiyle özellikle hafta sonları mutfağa giriyor, kuzu etli arap saçı, deniz börülcesi gibi yemekler, mezeler yapıyordum. Eşim tam bir Karadenizlidir. Evlendiğimizde arapsaçını, şevket-i bostanı, deniz börülcesini, kısacası Ege otlarını ve Ayvalık mutfağını hiç bilmiyordu. Önceleri tatması için önüne koyduğum her şeye dudak bükerdi ama bir yılın sonunda, “Ben böyle bir mutfaktan habersiz

Cenk Geçermiş 1976 yılında Ayvalık’ta, Macaron’da dünyaya geldi. Hala doğduğu sokakta yaşıyor. Ailesi Girit ve Midilli mübadili. Geçermiş, Trakya Üniversitesi Tekirdağ Meslek Yüksek Okulu Muhasebe Bölümü mezunu. Özel bir şirketin ön muhasebesini ve şantiye şefliğini yapıyor. Evli, iki çocuk babası. 18


nasıl yaşamışım?” diye hayıflanmaya başladı. Zamanla yaptıklarımı facebook’ta, kendi profilimde paylaşıma koydum. Öylesine ilgi gördü ki, bir Ayvalık yemekleri sayfası açmak, bu çerçevede bir grup oluşturmak fikri geldi aklıma ve 2012 yılında facebook grubumuz kuruldu. İki-üç ayda üye sayımız beş binin üzerine çıkınca yanılmadığımı, büyük bir ihtiyaca cevap verdiğimizi anladım. Dört yıl içinde profesyonel aşçıların, yemek kitabı yazarlarının, gurmelerin katılımıyla grubumuz on sekiz bin üyeli büyük bir aileye dönüştü. Derken, üyelerimizden, sayfamızın takipçilerinden paylaşımlarımızı kitaplaştırmamız yönündeki istekler öylesine arttı ki, “Neden olmasın?” diye düşündüm. Sonuçta Ayvalık yemekleri bizim kültür mirasımız ve bu mirası gelecek kuşaklara aktarmanın en iyi yolu da onları kayıt altına almaktan geçiyor. KİTABIMIN KANADA VE İSVEÇ’TE YEMEK YAZARLARI TARAFINDAN EGE MUTFAĞINA KAYNAKÇA GÖSTERİLMESİ BENİ MUTLU ETTİ Kitabınızı hazırlarken neler yaşadınız? Kimlerden destek aldınız? -Kitap yaklaşık bir yılımı aldı. Çalıştım, biriktirdim, topladım, derledim. Tariflerini verdiğim yemekleri tek tek pişirdim, fotoğrafladım, sınıflandırdım. Fotoğrafların sadece on beş tanesi İzzet Durko’nun lokantası Paşa’da çekildi. Yazarken de yemek tariflerinin Ayvalıklıların bildiği şeyler olmasına özellikle özen gösterdim. Çünkü hem benim, hem grup arkadaşlarım için temel ilke Ayvalık mutfağının dışına çıkmamak. Mutfak olayı dipsiz bir kuyu gibi. Ancak bizim amacımız, kendi mutfağımızı korumak ve hayal gücümüzle geliştirmek. Bu anlamda kitabın içine bana ait bir-iki spesiyal tarif de ekledim. Şunu hemen belirtmek istiyorum, yazım aşamasından itibaren her aşamada Ayvalık Yemekleri Grubu üyeleri desteklerini benden hiç esirgemediler. ‘Ayvalık Aşkı’na bütün üyelerimizin katkısı büyüktür.

VAKİTSİZ KAYBETTİĞİMİZ BABAM YAŞASAYDI, SANIRIM BENİMLE GURUR DUYARDI

B

abam Cihat Geçermiş Ayvalık’ın sevilen, tanınan renkli simalarından biriydi. Nasıl benim hayatım mutfaksa, onun dünyası da müzikti. Bas ve solo gitar çalardı. İyi bir gitarist olduğunu biliyorum. Liseler arası müzik yarışmalarında Ayvalık Lisesi’ni temsil etmişlerdi.

Arkadaşlarıyla birlikte ‘Erenler’, ‘Kardaşlar’ adını verdikleri gruplarla Ayvalık’taki her düğünde, nişanda, sünnette, özel günde, davetlerde Ayvalıklıların yanında olur, onların mutluluklarına müzikleriyle katılırlardı. Yaz akşamları Kapri’de, Ege Plaj’da, Şeytan Sofrası’nda sahne aldıkları günlere yetişemediğim için üzgünüm. Babamı 1984 yılında kaybettik. Henüz otuz iki yaşındaydık. Bense sekiz yaşındaydım. Onunla ilgili anıları hayranlıkla dinleyerek büyüdüm. Babamın yüzü hala capcanlı ve belleğimde duruyor. Ancak geçen yıllar, yaşanmışlıklar, zamanla anıların üstünü bir sis perdesi gibi örtüyor sanki. Sadece Park Düğün Salonu’nda çaldığı dönemleri hayal-meyal hatırlıyorum. Babamın iyi bir insan olduğu, sevilen bir insan olduğu söylenir hep. Bir de çok vakitsiz gittiği… Yaşasaydı, benimle gurur duyar mıydı? Sanırım, evet!

‘Ayvalık Aşkı’nın kah küçük öykülerle, kah şiirlerinizle, yer yer de Ayvalık fotoğraflarıyla süslediğiniz sıcak bir anlatımı var. Kitabın baskı süreci ve içeriğinden de söz eder misiniz? -Önce saptamanız hakkında birkaç cümle söylemek istiyorum. Gerçekten de grubumuzun bir yansıması diye adlandırabileceğim samimi, sıcak bir anlatımı ve sunumu oldu kitabın. Bu nedenle de Ayvalık Yemek Grubu’na ithaf ettim zaten. Hepimizin içinde taşıdığı amatör ruhu korumak için bile-isteye çok daha profesyonel bir kitap hazırlamaktan özellikle kaçındım. Yine aynı nedenle büyük yayınevleriyle çalışma iddiam ve ısrarım olmadı. Kitabımı, word belgesi halinde Çatı Kitapları’na götürdüm. Onlar dizgisini, kapak tasarımını, basımını, ciltlenmesini, özetle geriye kalan her şeyi yaptılar. Maliyeti ben üstlendim. Bedelini ödedim ve iki bin ‘Ayvalık Aşkı’ benim oldu. ‘Ayvalık Aşkı’nda Ayvalık’a has yüzün üzerinde lezzetin tarifi, görselleriyle birlikte yer alıyor. Kitabın dağıtımını nasıl yaptınız? -Önce ‘ayvalıkyemekleri.com’da, ‘gittigidiyor. com’da, Cunda Necdet Kent Kütüphanesi’nde, Paşa Lokantası’nda okurla buluştu ‘Ayvalık Aşkı.’ Basımdan üç ay sonra İzmir’deki Yakın Kitabevi’nde de ilk imza

Cihat Geçermiş

19


günüm gerçekleşti. Paşa Lokantası’nda ve Antikacılar Çarşısı’ndaki sahafta kitabın satışı devam ediyor. ‘Ayvalık Aşkı/Ege’den Gelen Lezzet’ gerçekten umduğumun çok üzerinde ilgi topladı. Kanada ve İsveç’te iki yemek yazarının -ki ikisi de kadın- kitabımı Ege mutfağına kaynakça göstermeleri beni hem mutlu etti, hem de onurlandırdı. İnsanın bir işin içinden ‘yüz akıyla’ çıkmasından daha güzel ne olabilir? TARİFLERİM ÇOK EKONOMİK ÇÜNKÜ AYVALIK YEMEKLERİNİN KARAKTERİSTİK YAPISI ÖYLE Maliyeti karşılayabildiniz mi diye sorsam? -Doğrusu, bu işe kalkışırken ticari boyutu hiç aklıma getirmemiştim. Önemli olan kitabın ortaya çıkmasıydı ama ‘Ayvalık Aşkı’nın yeterince duyurusunu yapamadığım halde iyi sattığını söyleyebilirim. İki bin adet basmıştık. Çoğu satıldı. Şöyle de bir durum var aslında; ‘Ayvalık Aşkı’ ekim ayından çok daha önce okurların karşısına çıkacaktı. Fakat iki yıl önce lösemi teşhisi konan kızıma o günlerde uygun ilik bulundu ve ameliyata alındı. Tabii o telaş arasında kitabı falan unuttum ben. Neyse ki ameliyat başarılı oldu. Nekahat devresinde üstesinden gelemeyeceğimiz sorunlar yaşamadık ama çok zor bir hastalık bu, insanı maddi manevi zorlayan bir hastalık. Ve o zor günleri maddi açıdan göğüslememize ‘Ayvalık Aşkı’nın sağladığı katkıyı yadsıyamam. Sayın Geçermiş, biz de ‘Geçmiş olsun!’ diyoruz. Şimdi şunu merak ediyor insan... Asıl mesleğiniz muhasebecilik. Günlük yaşamda da mutfakla muhasebe arasında sıkı bir bağ var. Yani tarifleriniz ekonomik mi? -Tariflerim çok ekonomik çünkü Ayvalık yemeklerinin karakteristik yapısı bu. Burada mutfakta macera aramaya hiç gerek yok. Her zaman şunu dile getiriyorum: Zeytinyağı, domates, soğan, biber olduktan sonra bütün yemekler yapılabilir. Seçeceğiniz diğer malzemeler sizin hayal gücünüze kalmış bir şey. Tabii biraz teknik bilmek, biraz da el lezzeti gerekli. Peki, bu birikimle yemek sektörüne atılmayı düşündünüz mü? -Aslında bu konuda geçmişte bir deneyim yaşadım. Sarımsaklı’da üç sezon balık restoranı işlettim. Yanı sıra Ayvalık merkezde de fast-food tarzı bir mekanım vardı. Hatta Ayvalıklılara ‘Mersin tantunisi’ni ilk tattıran benim. Her iki mekan da güzel çalışıyordu fakat kriz patlak verince hayli sarsıldım. Zarar etmeye başlayınca iki işletmeyi de kapattım ve asıl mesleğime döndüm. Kısacası yemek sektörüne girmeyi pek düşünmüyorum. Ben para kazanmak amacıyla değil sevdiğim için mutfağa giriyorum. Böyle mutluyum. Mekan açıp risk almayı pek düşünmüyorum. Sezon çok kısa zira... Ancak “Asla olmaz!” da diyemem elbette. Zaman ne getirir, bilemem. Bu sektöre hizmet vermek anlamında şimdilik ufak-tefek çalışmalarımın olduğunu söyleyeyim. Ne gibi çalışmalar, sakıncası yoksa bizimle paylaşır mısınız? -Sakıncası yok tabii, sadece işin henüz çok başındayım. O nedenle daha önce herhangi bir yerde bu konudan kimseye söz etmedim. İlk kez sizinle paylaşmış olacağım. Bir süredir Kaş ve Alaçatı’daki iki restoran için meze yapıyorum. Onlara isli midye ile isli uskumru gönderiyorum. ‘Fümeze’ adını verdiğim şirketimi kurdum. Dumanla pişen mezeler hazırlayacağım. Ağır ağır, acele etmeden yol alıyorum. İsli mezelere talep bir hayli fazla. Sanırım bu işi büyüterek yemek sektöründe yer alacağım. Peki, yeni kitap ne zaman geliyor? -Yeni kitap yolda… Geçtiğimiz mart ayında çıkmasını planlamıştık ama olmadı. Bu yıl bitmeden mutlaka okurlarımızla buluşmasını sağlayacağım. Adı ‘Ehlikeyif’ olacak. Midilli, Girit, Ayvalık, Ege mezelerine yer vereceğim kitapta ‘Şefin Spesiyalleri’ başlığı altında tümüyle benim hayal gücümün ürünü olan on iki çeşit mezeyi de okurların beğenisine sunacağım. ‘Ehlikeyif’ de tabii ki Ayvalık’a duyduğumuz aşkın devamı olacak.

20

Ayvalık Yazıları HÜSEYİN GÜVEN yaverbey15@gmail.com

Kapalı kutu… Sabahın çok erken saatlerinde 41 Evler semtindeki, iki katlı küçük evimizin kapısı yıkılırcasına vuruluyordu. Üst kattaki kiracımız/komşumuz Yaşar abla kapının dışından, “Kalkın, uyanın, radyoyu açın!” diye sesleniyordu. Televizyon henüz Türkiye’ye uğramamıştı. Bilgisayar, cep telefonu, internet gibi iletişim araçları ise hayalimizde bile yoktu. Türkiye’yle, dünyayla, kısacası hayatla tek iletişimimiz o sihirli kutu, ‘radyo’ idi. Babam ve annem yataklarından fırlayıp; düğmesini açtıktan sonra ısınması ve yayını alabilmesi yaklaşık 5 dakika süren ‘lambalı’ Siemens marka radyonun başına koştular. 9 yaşındaydım. Küçücük aklım çok önemli bir şeylerin olduğunun sinyallerini veriyordu ve küçücük bedenimle, adeta radyonun içine girecekmiş gibi yakın duran babamın yanına sokuldum. Etkileyici, davudi bir sesin okuduğu; “Aziz Türk milleti…” diye başlayan duyuru tekrar tekrar yayınlanıyordu. Yıl 1960. Ay Mayıs, gün 27 idi. Radyo denilince; çocukluğumdan başlayarak ilk gençliğim, delikanlılığım ve sonrasında aklıma, anılarıma, belleğime kazınmış binlerce sesten biri, belki de en unutulmazı bu oldu. Ve bende ve benim kuşağımda iz bırakan daha ne sesler, ne programlar, ne olaylar, ne sunucular… Örneğin, bunların en değerlilerinden biri Orhan Boran’dı. Hem birbirinden farklı, zengin, hayal gücümüzü besleyen, evlerimizi şenlendiren programlarıyla, hem de bu programları sunarken kullandığı o güzelim, duru, akıcı Türkçesiyle gönüllerimizde taht kurmanın yanı sıra kendinden sonraki meslektaşlarına, aşılması zor bir çıta koymuş bir üstattı Orhan Boran. Onun sesi bizi, radyo denilen o küçücük kutunun arkasındaki; genişliği ve zenginliği sadece bizim hayal gücümüzle şekillenen sonsuz aleme taşır, ‘Orhan Boran ve Yuki’yi dinlerken güler, eğlenir, gözümüzde bin türlü canlandırırdık. Bir hayali ‘kayınbirader’ vardı sevgili Orhan Boran’ın skeçlerinde. Biraz problemli, pek bir baltaya sap olamamış ve hep ‘enişte’sine sorun yaratan… Öylesine canlı, yaşanmış gibi bir ustalık ve sesindeki farklı renkler, heyecanlar ve tonlamalarla aktarırdı ki kayınbiraderiyle başından geçen olayları, kendisi kulaklarımız


aracılığıyla ete kemiğe bürünür, bazen güler, hatta bazen kızardık Orhan beye yarattığı sorunlar için bu hayal kahramanına. Bilgi ve kültür yarışmalarında, yarışmacıların girdikleri ‘kabin’lerin ve sorulara cevap verme önceliğini elde edebilmek için bastıklarını dinlediğimiz ‘düğme’nin nasıl bir şey olduğunu ise çooook sonraları televizyon denilen aracın hayatımıza girip bize göstermesi ile anlayabildik. Türk tiyatrosunda kendi benzersiz oyun ve oyunculuklarıyla bir köşe taşı, kendilerinden sonra gelen kuşaklar için bir ‘ekol’ olan Kenterler’le tanışmamız da yine radyonun o büyülü atmosferindeki ‘Uğurlugil’ ailesi aracılığıyla olmuştu. Ve; diksiyonuyla, olaylara müdahalesiyle, akıl hocalığıyla ailenin temel taşlarından biri olan ‘Arap Bacı’nın ne Arap ne de bacı olmadığını, bu unutulmaz sesli kahramanın da Türk Tiyatrosu’nun en köklü oyuncu ailelerinden birinin en başarılı temsilcilerinden olan sevgili Tevfik Gelenbe olduğunu öğrenmek için biraz daha büyümeyi beklememiz gerekecekti. 20. yüzyılın son çeyreğiyle 21. yüzyılın başında, hayatın her alanında olduğu gibi radyo yayıncılığı da eskiyle kıyaslanamayacak ölçüde çeşitlendi, büyüdü, gelişti. Son istatistiklere göre Türkiye’de 36’sı ulusal, 100’ü bölgesel, 951’i yerel olmak üzere toplam olarak tam 1087 radyo istasyonu bulunuyor. Bunlar da resmen kayıtlı olanlar tabii. Düşünebiliyor musunuz, diyelim ki her gün sadece bir istasyonu dinlemeye karar veriyorsunuz, ilk dinlediğiniz radyoya tekrar gelmek için aradan neredeyse üç yıl geçmesi gerekiyor. Nicelikteki bu artış niteliğe de yansıdı mı derseniz, eski kuşağın bir temsilcisi -ve belki de biraz taraflı- olarak buna ‘evet’ demem biraz zor. Yukarıda da söz ettiğim gibi, bizim Türkiye’ye, dünyaya kısacası hayata açılan tek penceremiz radyo idi. ‘TRT’ diye bir kurum bile yoktu henüz. İstanbul Radyosu, Ankara Radyosu, İzmir Radyosu gibi şehir radyolarıyla özellikle çok başarılı klasik müzik yayını yapan Ankara Polis Radyosu vardı. Günümüzün dijital evreni içinde büyüyen ve yaşayan çocuklarımızın, gençlerimizin anlamakta güçlük çekecekleri bir ‘dalga’ kavramı vardı hayatımızda. Radyolar uzun, orta, kısa ya da çok kısa dalga üzerinden yayın yaparlardı. Örneğin; Ayvalık Lisesi’nde görev yapmış olan en başarılı müdürlerden Mevlut Oğuz’un kurduğu ve bendenizin de Esin Bozoğlu (Çelik) ve Afşin Oğuz kardeşlerimle birlikte uzun bir süre programcı ve yayıncı olarak görev yaptığımız Ayvalık Lisesi Radyosu uzun dalga üzerinden yayın yapardı. O kadar ki, dalga boyu özelliğinden dolayı bir keresinde Ordu’dan bir istek parçası bile almıştık. Bizler mezun olduktan sonra daha uzun bir süre, genç kardeşlerimizin nöbet devirleriyle yayına devam

etti güzel lisemizin güzel radyosu. Sabahları annelerimiz mutfakta işlerini yaparken bir taraftan ‘Arkası Yarın’ları ya da ünlü Türk ve yabancı yazarların eserlerinden uyarlanan ‘Radyo Tiyatrosu’nu dinlerlerdi. Gün boyunca hangi programı dinlersek dinleyelim, akşam saat yedide hemen her evde bir suskunluk, bir ciddiyet olurdu çünkü babalarımız haberleri ya da o günlerin deyişiyle ‘ajans’ı dinlerdi. Günlük siyasi gelişmelerin yanı sıra, biz çocuklar; İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Prenses Süreyya’dan boşanması, Kennedy suikasti, o günlerin Türkiyesi’nde soluk soluğa izlenen bir banka soygunu ve takibi gibi olayları geriye doğru anılarımızda biriktirdiğimizi ancak ileride fark edecektik. Belleğim, sevgili kadim dostum, kendi deyişiyle ‘bebeklik arkadaşım’ Bülent’in (Şentay) yüreklendirmesi ve desteğiyle çok sonraları başlayacağım ve hayatımı kazanacağım meslek olduğunu henüz bilmediğim reklamcılığın radyo çeşitlemelerini de kayıt altına almış. Bu satırları yazarken o günlerin çok moda bir şarkısı olan ‘For your information’a uygulanmış temizlik malzemeleri markası ‘Hasan Atilla’ , ‘…Önce güneş, hava, su, sonra bol gıda gelir…’ ‘Bir bilmecem var çocuklar, haydi sor sor…’ cıngılları ile ‘Job tıraş bıçağı’, ‘Ender zeytin ezmesi’nin sözleri 50-55 yıl gerilerden koşup geliyorlar. Halit Kıvanç, Pertev Tunaseli ve Orhan Ayhan gibi ustaların anlatımlarıyla maçları sadece dinlemez, kare kare, an be an adeta statta izler gibi yaşardık. Orhan Ayhan’ın, ‘Laynsmen-Laynsmen’ diye anlatımında sıklıkla kullandığı sözcüğün bir futbolcu ismi değil ‘Çizgi Adamı/Yan Hakem’ anlamına geldiğini çok sonraları öğrenecektim. Ama biz ‘gençler’ için (evet, biz de gençtik bir zamanlar) en doyulmaz programlar kuşkusuz efsane müzik yapımcıları, Yavuz Aydar’ın Stüdyo FM’i ve dönemin hemen her albüm, topluluk ve solistini onun sesinden tanıdığımız usta Engin Arman’ın programlarıydı. Kısacası; bütün bir neslin bilgi, kültür, eğlence, spor, haber ve akla gelebilecek her türlü iletişim yükünü, o küçücük kapalı kutu çekiyor, bizi; değerini ancak ilerideki yıllarda anlayabileceğimiz şekilde hayata hazırlayan çok önemli bir işlevi yerine getiriyordu. O günlerde her çocuk; çocukluğun masum düşleri ile beslenen birer Alice idiyse radyo da, düğmesi çevrildiği andan itibaren bizi içine çeken bir ‘Harikalar Diyarı’ idi. Ve… İnsanlar gibi, radyo da güzeldi, radyo temizdi, radyo dosttu o zamanlar.

21


Sahilkent Mahallesi, Gümüşlü mevkiinde sizi yetmiş dönüme yayılmış kalıntılarıyla bir fabrika karşılar. Deniz kıyısındaki fabrika o viran haliyle bile öylesine görkemlidir ki hemen büyüsüne kapılır, çekim alanına girersiniz. Hayranlığınıza eklenen merak duygusuyla yıkıntıların arasında dolaşıp geçmişe ait bir ip ucu ararsınız. ‘Ayda Bir Ayvalık’ olarak biz de ‘bir zamanlarını’ merak ettiğimiz Gümüşlü Fabrikası’nı, orada doğup büyüyen Yakup İçten’le konuştuk.

İKİ YÜZ KİŞİNİN YAŞADIĞI GÜMÜŞLÜ FABRİKASI HER ŞEYİYLE KENDİ KENDİNE YETEN BİR KÖY GİBİYDİ Gülbeniz Şentay

-B

abamın ataları günümüzden yaklaşık dört yüz yıl önce Kırım’dan gelip Karaman’a yerleşmişler. Daha sonra Balıkesir’e göç eden aile, orada Eminzadeler (Eminoğulları) adıyla tanınmışlar. Eminzade’nin biri kız üç çocuğu olmuş. Babam Ali Kemal de Emin Bey’in kızının torunudur. Dedemi dokuz yaşında kaybeden babam, Eminoğulları’nın yanında büyümüş. Emin Bey’in küçük oğlu Hafız Ali kervancılık yapıyor, Ayvalık’tan develerine yüklediği yağı/sabunu İstanbul’a taşıyormuş. Mübadele sonrası Gümüşlü Fabrikası işi bildiğini söyleyen on üç kişiye verilmiş. Ancak zamanla bu kişiler birer birer hisselerini satmış. Hisseleri Hafız Ali almış. Makinelerden anlayan oğlu Mustafa’yla babam Ali Kemal İçten’i fabrikayı çalıştırmak üzere görevlendirmiş. Babam 1932 yılında askere gitmiş. Üç yıl sürmüş askerliği. 1935’te dönmüş. Yine Gümüşlü’ye gelmiş. Hafız Ali fabrikayı satın aldığında burundaki birinci fabrika, makarna fabrikasıymış. Burada üretilen un, makarna mübadele öncesi Yunanistan’a gönderilirmiş. Mustafa Doğrular ve babam birlikte, çökme noktasına gelen bu fabrikanın taşlarıyla biraz ilerisindeki pirina fabrikasına ilave binalar yapmışlar. Rafine, zeytinyağı

22

fabrikası, sabunhane inşa ederek dört fabrikayı bir araya toplamışlar ve işletmeye açmışlar. Ne var ki, kısa süre sonra Hafız Ali, anlamadığı halde fabrikayı kendisi yönetmek istemiş. Bunun üzerine hem oğlu Mustafa, hem de babam işi bırakmışlar. Babam bir araba almış ve Balıkesir’e taşımacılık yapmaya başlamış. Mustafa Doğrular da ‘nafia’ya (Bayındırlık/Karayolları) girmiş. Fabrikayı işletmekte başarısız olan Hafız Ali, bir yılın ardından “Gelin Allah’ın cezaları! Fabrikayı size bırakıyorum. Ne halt ederseniz edin!” diyerek oğlunu ve babamı geri çağırmış. Mustafa’yla babam, fabrikayı daha modern bir hale getirmek için kolları sıvamışlar. Zeytinyağı ve pirina fabrikasındaki makineleri yenilemişler. Pirinadan sabun üretimine geçmişler. Pirinadan yapılan sabun çok başkadır. Kokusu değişiktir. Rengi yeşildir. (Şimdiki yeşil sabunlar hep boya.) Bu sabunun en büyük özelliği zeytinin içindeki yağın, özün de sabuna girmesidir. Pirinanın yağının aşağı çökeltilmesiyle yapılan pirina sabunları, eskiden hiçbir yere verilmez, sadece orduya gönderilirdi. Hastalığın, bitin kol gezdiği, insanların yüzlerini yıkamaya su bulamadıkları yıllarda asker adeta bu sabunlarla korunurdu. Sonraki yıllar sabunlar piyasaya da arz edildi.


Yakup İçten BEN FABRİKADA BAKKAL, ECZANE VE YAZIHANENİN BULUNDUĞU BİNANIN İKİNCİ KATINDA DOĞDUM Dilerseniz şimdi epeyce geniş bir araziye yayılan fabrikayı size biraz daha ayrıntılı anlatayım... Denizin hemen kıyısına cephelendirilen pirina fabrikasının solunda depolar yer alıyordu. Onların karşısındaki binalar da depolarla başlıyordu. Depolara bitişik, üzeri kubbeli bir hamam vardı. Hamamın az ilerisindeki yapının alt katında ise bakkal, eczane ve yazıhane bulunuyordu. (Eczacımız Sarımsaklı’daki Billurcu Otel’in sahibi Korkut Billurcu’nun babasıydı. Hasta olanlara ilaç verir, iğne yapardı. Aynı zamanda da fotoğrafçıydı. Sigorta işlemleri için işçilerin fotoğraflarını hep o çekerdi.) Rumlar’dan kalan bu yapının ikinci katı bize aitti. Ben o evde dünyaya geldim. Ana yolun hemen üstündeki bina sağ ve sol tarafından genişletilmişti. Eklenen kısım doğramalarından belli olurdu. Evimizin yanı zeytinyağı fabrikasıydı. Onun bitişiğindeki sabunhane ise geniş avlusuyla iskeleye kadar inerdi. Sabunhanenin sağında yıkık-dökük küçük bir bina daha görürsünüz. Oraya ‘deniz evi’ derdik. Fabrikanın deniz tarafındaki yerleşim düzeni böyleydi. Yolun karşısına geçtiğinizde geniş bir avludan fabrikanın diğer bölümlerine girilirdi. Avlunun sağında yan yana iki ev sizi karşılardı. Evleri garaj binası izlerdi. Burada fabrikanın kamyonları, traktörleri, otobüsleri dururdu. Bu araçların tamirlerinin de yapıldığı garajın içinde küçük bir marangozhane bulunuyordu. Fabrikanın ya da evlerin doğramalarını dışardan eleman getirmeden bu atölye sayesinde tamir ediyorlardı. Garajdan sonra iki ev daha yapılmıştı. Mutfağı, yatak odası olan bu evlerde sabun ustaları aileleriyle kalıyordu.

23


SABAH İŞ BAŞI YAPANLARA ‘GÜNDÜZ’, SONRAKİNE ‘PAŞA’, GECE VARDİYASINA İSE ‘SERSERİ’ VARDİYASI DENİRDİ

muhabbet ettikleri tek sosyal alandı. İki yüz kişinin yaşadığı Gümüşlü Fabrikası, her şeyiyle kendi kendine yeten bir köy gibiydi.

Avlunun sağı depoydu. Deponun bittiği yerde, garaja paralel olarak ahırlar sıralanmıştı. Çifte sürülen, yük taşıyan öküzler; her birinin önlerinde yemleri, yalakları, öylece duruyorlardı. Ahırların bitimine de yine iki aile evi inşa edilmişti. Karşılarında, avlunun ortasına doğru kümesler sıralıydı. Evlerin gerisinde ekip biçilen bahçeler, bahçelerin arkasında bir kuyu ile bu kuyudan basılan suyun biriktirildiği havuz vardı. Bahçeler, hayvanlar havuz suyuyla sulanırdı.

İşçiler üç vardiya halinde çalışırlardı. Genelde Keremköylü ve Ayvalıklıydılar. Vardiya düdüğü buharla çalışır, vapur düdükleri gibi boğuk ama güçlü bir ses çıkarırdı. Sabah yedide iş başı yapanlara ‘gündüz’, sonrakine ‘paşa’, gece vardiyasına ise ‘serseri’ vardiyası denirdi. Memurlar gibi normal mesai yapanlarsa Ayvalık’ta oturur, servislerle işlerine gelir-giderlerdi. Çalışanların hepsi sigortalıydı. Sigorta istemeyenler işe alınmazlardı.

Bekar işçilerin lojmanları bahçelerden epeyce ötedeydi. Bekar evleri üç-dört kişilik, otuz kadar odadan oluşuyordu. Ana yola açılan büyük bir avlunun iki kenarı boyunca dizilmişlerdi. Diğer kenarın köşesi fırındı. İşçiler yemekleri gibi, ekmeklerini de kendileri yaparlardı çünkü. Yol ile fırın arasındaki kahvehane onların boş zamanlarını geçirdikleri, birbirleriyle

1940’LI YILLARDA MİDİLLİ’DEN GÜMÜŞLÜ’YE SABUN İMALATI İÇİN PİRİNA GETİRİLİYORDU

24

Fabrikanın makineleri hiç stop etmezdi. Pirina yağımız çok boldu. Haftada on ton sabun imal edilirdi. Ne kadar zeytinyağı üretildiğini tahmin edin artık! Sabunhanede daha çok işçilerin hanımları çalışırdı. 1940’lı yıllarda Midilli’den Gümüşlü’ye sabun imalatı için pirina


getiriliyordu. Pirina yağından yapılan sabunlar gemilere yüklenip Midilli’ye götürülüyordu. Yunan gemilerinin, motorlarının yanı sıra bizim çektirmeler de zaman zaman fabrikaya pirina taşıyordu. O yıllarda Körfez’de iki resmi iskele bulunuyordu. Bir tanesi Küçükkuyu Maden iskelesiydi. Diğeri ise Gümüşlü’ydü. Midilli’ye geliş-gidişleri denetlemek üzere devlet iskelenin ucundaki kare bacanın dibine Gümrük açmıştı. Demir, sürgülü bir kapısı vardı. Gümrük merkeze taşınınca orası jandarma karakolu oldu. Karakolda altı jandarma görev yapıyor, ikişerli gruplar halinde sırayla nöbet tutuyorlardı. Mustafa Bey daha sonra jandarmalara burundaki şimdilerde sörf kulübü olan yerin yakınlarına tek katlı, mutfağı filan olan bir bina yaptı. Kare şeklindeki bacanın gerisindeki büyük, yuvarlak baca 1944 depreminden sonra inşa edildi. Ben beşaltı yaşındayken bu bacaya iskeleler kuruldu ve on üç kasnakla baca sağlamlaştırıldı. Kasnaklar hala bacanın üstünde duruyor. 1970’li yıllara yani Mustafa Doğrular’ın vefatına dek, Gümüşlü fabrikası aralıksız çalıştı. Fakat ondan sonra çocukları arasında miras tartışmaları yaşandı. Nihayetinde yönetim kız kardeş Meserret Doğrular’a bırakıldı. Meserret Hanım fabrikada disiplini sağlayamayınca, babam yıllarca genel müdürlüğünü yaptığı Gümüşlü’den ayrıldı. Bir-iki yıl sonra da fabrikanın kapısına kilit vuruldu. İçindeki makineler hurdacılara satıldı. 1985 yazında ailece denize girmek için ‘deniz evi’ne gelmiştik. Sivil giysili bir adam yaklaşıp, karakolun yerini sordu. Alıp götürdüm adamı. Meğer albaymış. Albay askerleri tatil havasında yakaladı. Kimi denizdeydi, kimi güneşleniyordu falan. Böyle bir durum. Bir şey söylemeden gitti albay. Zaten resmi bir görevle, yani karakolu denetlemek üzere gelmemişti. Ama onun gidişinin ardından karakol kapatıldı. Gümüşlü hepten yalnızlığa büründü. Zamanla içten içe çürüdü ve bir harabeye dönüştü.

İLK SIVI DOLUM MAKİNESİNİN PATENTİ YAKUP İÇTEN’E AİTTİR

G

ümüşlü Fabrikası’nda yıllarca her kademede çalışan ve uzun süre fabrikanın genel müdürlüğünü yapan Ali Kemal İçten’in oğlu Yakup İçten, 1946’da dünyaya geldi. Beş buçuk yaşında, anneannesinin yanına, Balıkesir’e gönderildi, orada ilkokula başladı. Bir yıl sonra kaydı Sakarya İlkokulu’na alındı. 1958’de bu okuldan mezun oldu ve Ayvalık Erkek Sanat Okulu’na kaydoldu. Sanat okulunun ardından iki yıllık bir üniversitede öğrenimine devam etti ancak yarım bırakarak 1970 yılında Almanya’ya gitti. Trafik kazasında kardeşi Ali İçten’i kaybedince ülkeye döndü. İş makineleri ürettiği dükkanını açtı. Burada, Türkiye’de henüz imal edilmeyen makineler yaptı. İlk sıvı dolum makinesinin patenti de Yakup İçten’e ait. İki yıl önce makine üretimi yapmayı bırakan İçten evli ve iki çocuk babası.

25


Ç

ÇYDD EĞİTİM EVİ ÇOCUKLARIN, GENÇLERİN, ÖĞRENCİLERİN VE KADINLARIN YANINDA

ağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ayvalık Şubesi’nin bir ‘Eğitim Evi’ yapma kararının temeli, Sabuncugil Zeytinyağı Fabrikası’ndan emekli olan merhum Remzi İksir’in sağlığında Palabahçe’de bulunan evini ve bankadaki bir miktar parasını derneğe bağışlamasıyla atıldı. Daha sonra Sabuncugil ailesinden Altan Sabuncugil de ‘atıl’ durumda bulunan sabunhane binasını kız yurdu yapılması koşuluyla derneğe bağışladı. Kendisine kız yurdu yerine ÇYDD Genel Merkezi’nin de isteğiyle, bir bölümü kız öğrenciler için konuk evi olarak kullanılacak bir Eğitim Evi yapma düşüncesi iletildi. Altan Sabuncugil bunu olumlu karşılandı. Böylece ÇYDD tüzüğünün 5. maddesinde belirtilen ‘Atatürk ilke ve devrimlerine tüm yönleriyle sahip çıkmak, onları tanıtmak ve bunların ışığında genç kuşakların bilimsel, çağdaş ve akılcı düşünce içinde yetişmelerini sağlamak amacı doğrultusunda; okul, kurs, yuva, yurt, pansiyon, konuk evi, sağlık kurumları, dershane, eğitim ve kültür evi, kitaplık/kütüphane, çocuk ve gençlik kulüpleri ve benzeri eğitsel ve sosyal kuruluşlar, sportif etkinlikler için yerleşik alanlar, kamplar, tesisler kurmak ve bunları işletmek, vakıflar kurmak, burs vermek’ hedefleri doğrultusunda Eğitim Evi projesinin gerçekleştirilmesinin yolu açıldı. Sabunhane tarihi bir bina olduğu için Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan izin alınarak onarımına başlandı. Çatıdaki ilk onarımın giderlerini Altan Sabuncugil karşıladı. Diğer giderler Remzi İksir’in bankadaki parası değerlendirilerek ve gerektiğinde bağışçıların/ gönüllülerin desteğiyle karşılandı. En sonunda Remzi İksir’in bağışladığı evin satılmasıyla elde edilen gelirle onarım ve iç döşeme tamamlandı.

26

Nuray Özer

Remzi İksir


EĞİTİM EVİ İKTİSADİ İŞLETME OLARAK KURULDUĞU İÇİN GEREKTİĞİNDE KURSLARDA ÜRETİLEN ÜRÜNLERİN SATIŞI DA YAPILABİLECEK ÇYDD Ayvalık yönetimi, ‘Fahamet-Ali Kemal Sabuncugil Eğitim Evi’nin amaçlarını şöyle özetliyor: -Çocuklara, gençlere, öğrencilere, kadınlara gereksinim duyulan her konuda destek vermek. Öğrenciler, gençler ve çocuklar için yeteneklerini geliştirici kurslar açmak, derslerine yardımcı olmak.

Farklı ülkelerden gelen ekipler kültürlerini, müziklerini, giysilerini ve yeteneklerini sergiledi

3. DENİZ VE KUM FESTİVALİ’NDE GENÇLER DÜNYA BARIŞI İÇİN DANS ETTİ

-Kadınlara yönelik olarak gereksinimlerine göre ekonomik kazanımlar da elde edebilmelerini hedefleyen kurslar düzenlemek, sorunlarına eğilmek, eğitici-öğretici söyleşilerle destek olmak. -Eğitim Evi’nde oluşturulan kütüphaneden mahalle sakinlerinin, gençlerin, öğrencilerin, kadınların daha çok yararlanmalarını sağlayarak okuma bilincini yerleştirmek. Kuruluşun Konuk Evi bölümünde TEOG sınavı sonucu uzak illerden ve köylerden gelen kız öğrenciler ağırlanıyor. Yaz döneminde ise gerek derneğin kendi bünyesindeki, gerekse diğer kurumlardan gelecek grupların ağırlanması söz konusu... Bu arada Eğitim Evi’nde bulunan çok amaçlı salon okulların, kurumların, derneklerin, kursiyerlerin ya da bireylerin etkinlikleri için hizmete açık (örneğin resim-heykel-seramik-fotoğraf sergileri, söyleşi, sunum vb.). ÇYDD tüzüğünün 5. maddesindeki ‘iktisadi işletmeler kurabilmek’ ifadesine dayanılarak, Eğitim Evi iktisadi işletme olarak kurulduğu için gerektiğinde kurslarda üretilen ürünlerin satışı da yapılabilecek.

ÇYDD Ayvalık Şubesi Başkan Yardımcısı Suat Şerifeken: “Başta merhum Remzi İksir ve Altan Sabucugil olmak üzere, Eğitim Evi’nin elektrik, ısıtma, yangın önleme ve güvenlik sistemlerini yapan ve yaptıranlara, her türlü maddi, manevi yardımda bulunan tüm destekçilerimize, projeden çok yönlü katkılarını esirgemeyen üyelerimize ve Ayvalık halkına teşekkür ediyor; saygı ve minnetlerimizi sunuyoruz.”

A

yvalık Belediyesi ve ‘International Folk Dance Organization’ tarafından 3. kez düzenlenen ‘Ayvalık Uluslararası Deniz ve Kum Festivali’ Ukrayna, Bulgaristan, Güney Kıbrıs, Gürcistan ve İran’dan gelen ekiplerin katılımıyla yapıldı. Konuklar Sarımsaklı Özgürlük Meydanı, Cumhuriyet Meydanı ve Amfi Tiyatro’da ülkelerinin kültürlerini, müziklerini, yöresel giysilerini ve yeteneklerini sergiledi. Festivalde Türkiye’yi Ayvalık Halk Eğitimi Merkezi ekibi temsil etti. Bu arada Festival Organizasyon Komitesi, Belediye Başkanı Rahmi Gençer’i ziyaret etti. Gençer buluşmada, farklı ülkelerden gelen gençlere Ayvalık’a katkıları için teşekkür ederek şunları söyledi: “Ayvalık sizler geldiğiniz zaman daha da renkleniyor, güzelleşiyor. Bu kültür birlikteliğinin Ayvalık’ta olması bizleri mutlu etmekle kalmıyor, aynı zamanda çok büyük bir heyecan veriyor. Ayvalık olarak bizleri gururlandırıyor.”

27


İktisadi Vizyon UĞUR DÜNDAR

Ayvalık Belediye Başkan Yardımcısı

Büyük projelerin finansmanı…

G

eçen yıl yine ‘Ayda Bir Ayvalık’ dergisinde yer vermiştik. Devam eden büyük bayındırlık projelerinin finansmanı konusunda bazı sorunlar vardı. Bayram tatilinden önce Gebze-Yalova arasındaki Osmangazi Köprüsü hizmete açıldı. Köprünün devamı niteliğinde Orhangazi’ye kadar uzanan otoyol kısa süre önce açılmıştı. Yapılan hesaplamalara göre köprü ve otoyolla ilgili ihalelerde firmalara bazı garantiler verildiği biliniyordu. İkincil bir kaynaktan günlük 40 bin araçlık geçiş garantisi verildiğini okudum. Bu teminatın anlamı, yeterli geçiş sayısı yani hasılat sağlanmazsa aradaki farkın Hazine’den karşılanacağı. Sırada yıl sonuna kadar açılması planlanan 3. Köprü ve tüp geçiş projeleri var. Büyük projelerde hasılat garantisi verilmeyen hallerde Hazine garantisi veriliyor. Projeleri inşa ederken finansman sıkıntısına düşen firmaların finansal kuruluşlara karşı yükümlülükleri yine hazine tarafından yerine getirilecek. Bu noktada Hazine garantisi verilmesi, ihale sürecinden sonra yasalaştığı için en hafifinden rekabet eşitsizliği yaratmış oldu. Torba Yasa’da Varlık Barışı… Çeşitli defalar gündeme gelen ‘Varlık Barışı’nın bu yılki versiyonu için, bu türden yasaların tamamı içinde en liberal olanı ifadesini kullanmak sanırım yanlış olmaz. Önceki Varlık Barışı düzenlemelerinde belirli bir süre içinde ve düşük bir vergi beyanı ile Türkiye’de sisteme dahil edilen fonlar herhangi bir incelemeden istisna tutuluyordu. Bu defa kaynak belirtmek, vergi ödemek, şirket defterine kaydetmek gibi yükümlülüklerin hiçbiri yasal düzenlemeye dahil edilmemiş. İşin bu kısmı siyasi tercih. Ancak ekonomi açısından olası sonuçlarını tartışmak gerekebilir. Türkiye son yıllarda AB müktesebatı ve/veya OECD üyesi olmak gibi nedenlerle ‘kara para’ ile mücadelede epey mesafe kaydetti. Kamuoyunda ‘Ner’den Buldun’ yasası gibi sert bir düzenleme ile bugün gelinen nokta arasında çok geniş bir regülasyon derecesi farkı var. Türkiye gibi ülkeler için ‘Ner’den Buldun’ yasası o gün için başarılamayacak kadar ideal bir seviyeydi. MASAK (Mali Suçlar Araştırma Kurulu) üzerinden terörün finansmanı da dahil örgütlü suçlarla mücadelede istendiği zaman üstün başarılar sağlandı. Getiri mi artacak, risk mi? Bugün ‘Varlık Barışı’ kapsamında beyan dışı tutularak yurda getirilecek kaynakların geçici olarak döviz sıkıntısına bir nebze ilaç olabileceği malum. Böyle bir dönemde, Varlık Barışı adı altında yurtdışındaki kaynakların Türkiye’ye getirilme imkanı verilmesi hem Türkiye ekonomisi bakımından hem de kaynak sahipleri açısından yerinde bir hamle. Ancak yasal düzenlemenin devamındaki riski de öngörmek gerekirdi. Şöyle ki; gelen paranın sahipleri bankaya aktardıkları fonlar nedeniyle sembolik de olsa bir vergi ödemedikleri veya kaynağı şirket hesaplarına kayıt etmek zorunda olmadıkları için getirilen parayı neden yurtiçinde tutmaya devam etsinler? Sadece Türkiye’deki banka sistemine girer girmez aklanacak bir kaynak, orta ve uzun vadede niçin yurtiçinde tutulmaya devam etsin? Bu tür düzenlemelerde gelen finansal varlıkların yurtiçindeki piyasada dolaşımda olması ekonomiyi asıl hareketlendirecek hamle olurdu.

28

Banker Ali Bey özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde adını duyuran ve bölgemizde girişimciliğiyle dikkat çeken bir tüccardı. Gerçek bir toprak insanı olduğu gibi denizcilik konusunda da tecrübeliydi. Bir yandan zeytin/zeytinyağı üretti, bir yandan da Ayvalık’tan İstanbul’a yolcu ve mal taşıdı. Edremit Çayı’na bir kanal açtırarak Edremit’e deniz getirmeyi bile düşündü. Ne yazık ki, deniz ticaretinde kendisini güçlü bir rakip olarak gören Yunanlılar tarafından ortadan kaldırıldı.

AYVALIK’TAN İSTANBUL’A YOLCU VE MAL TAŞIYAN BANKER ALİ BEY SOFIA’YI ‘HAMİDİYE’ YAPIP TÜRK BAYRAĞI ÇEKİNCE CİNAYETE KURBAN GİTTİ

1

900’lü yılların başlarında Ayvalık özellikle Avrupa ile ‘ciddi’ ticaret ilişkileri içindeydi ve ‘Doğunun Boston’u’ olarak anılıyordu. O günlerde deniz yolu taşımacılığı da güçlü bir ağ halindeydi. Hepsi de Yunan bayrağı taşıyan ‘Stefano’, ‘Lonviya’, ‘Kalyopi’, ‘Janetta’, ‘Uraniya’ ve ‘Sofiya’ adlarındaki altı vapur Ayvalık-İzmir-Midilli-Edremit Körfezi arasında gidip-geliyordu. Bir gün, bir Türk girişimci ortaya çıktı ve ‘Sofia’ adlı yolcu vapurunu satın aldı. Banker Ali Bey adıyla tanınan ve bazı kaynaklarda ‘toprak ağası’ olarak da nitelendirilen bu girişimci, ‘Sofia’ya ‘Hamidiye’ adını vererek Türk bayrağı çekti. Ali Bey’in ‘Seza Nur’ adında bir vapuru daha vardı; onunla da Ayvalık’tan İstanbul’a yolcu ve mal taşıyordu. Ahmet Yorulmaz ‘Ayvalık’ı Gezerken’ adlı


BANKER ALİ BEY YAĞHANESİ Edremit’in merkezindeki postanenin karşısında, 1887 yılında Kazaz adlı bir Rum tarafından yaptırılan yağhaneyi daha sonra Banker Ali Bey satın aldı. Yağhane değişik kişiler tarafından 1960 yılına kadar çalıştırıldı. Bugün yerinde işyeri ve konutlar bulunuyor. Banker Ali Bey’in bir diğer yağhanesi de Kavlaklar köyündeki Manastır çayının kenarındaydı. Bu tesisin tuğladan yapılmış yuvarlak bacası ve restore edilmiş ana binası günümüzde ayakta... (Fotoğraf, 2013 yılında Ana Gıda tarafından yayınlanan ‘Edremit Yöresi Yağhaneleri/ Günümüzde Zeytin, Zeytinyağı ve Sabun Sanayii’ adlı kitaptan alınmıştır.)

kitabının ilk baskılarında 1919 ya da 1920 yılında Ayvalık’tan İstanbul’a zeytinyağı götürürken aniden patlayan bir fırtına sonucu ‘Seza Nur’un Behram Kale-Midilli arasındaki boğazda battığını ve vapurla birlikte hem Banker Ali Bey’in hem de tüm yolcuların hiçbir iz bırakmadan kaybolduğunu yazmıştı. Ancak daha sonra bu iddiasını, ‘kendisine ulaştırılan yeni bilgiler’ ışığında düzeltti ve söz konusu kitabının genişletilmiş sekizinci basımında bu konuda şunları yazdı: “O yıllarda Balıkesir’de yayınlanmakta olan ‘Zafer-i Milli’ gazetesinin 30 Aralık 1923 günkü sayısında (daha önceki) yorumumuz ters yüz edilmekte, gazetenin haberinde bunun bir cinayet olduğu, bu cinayetin Yunanlılar tarafında işlendiği ima edilerek, Balıkesir milletvekillerinin TBMM’ye verdikleri bir önergeyle hükümetten bu cinayetin soruşturulmasını istedikleri kaydedilmektedir.”

GERÇEĞİ ‘ZAFER-İ MİLLİ’ GAZETESİ YAZDI Banker Ali Bey’in deniz kazasında değil, bir cinayet sonucu öldüğünü bildiren ‘Zafer-i Milli’ gazetesi Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra Balıkesir’de yayına başlamıştı ve haftada üç gün çıkıyordu. Sahibi Abdüşşekür Efendi, sorumlu müdürü İsmail Naci Bey, başyazarı ise Hasan Basri (Çantay)’dı. 1926 yılında yayın hayatına son verdi.

Adı günümüzde Edremit’teki bir iş merkezinde yaşatılan Banker Ali Bey 1915 yılında yani öldürülmeden birkaç yıl önce, bir Alman mühendise inceleme yaptırmış, Edremit çayına bir kanal açtırarak kenti denizle buluşturmayı planlamıştı. Böylece deniz ulaşım taşıtları Edremit’e kadar gelebilecek ve her tür mal istenilen yere kolaylıkla gönderilecekti. Ne var ki, Ali Bey’in ömrü bu rüyasını gerçekleştirmeye yetmedi.

29


Ayvalık benzersiz doğası ve özgün mimari dokusuyla uzun yıllardan bu ana filmcilerin ilgisini çekmeye devam ediyor. Birer sanat eserini andıran eski evleri, kıvrım kıvrım ve rüzgarlı sokakları, denizi ve başta Cunda olmak üzere adalarıyla sadece sinema filmi çekenlerin değil dizi film yapımcılarının da ilgisini üzerinde topluyor ve görünüşe bakılırsa toplamaya devam edecek.

AYVALIK’TA ÇEKİLEN İLK FİLMLERDEN ‘3 ÇAPKIN GELİN’ BİR ABD FİLMİNDEN UYARLANMIŞTI

D

aha önce de bir vesileyle belirttiğimiz gibi Yeşilçam Ayvalık’ı her zaman sevdi. Dolayısıyla geçmişten bugüne kentimizde pek çok Türk filmi çekildi. Bu filmlerin en eski tarihli olanlarından biri de, ABD’li yönetmen Stanley Donen’in 1954 yılı yapımı olan ve Türkiye’de ‘7 Kardeşe 7 Gelin’ adıyla gösterime giren ‘Seven Brides For Seven Brothers’ adlı müzikal filmden esinlenilerek beyazperdeye aktarılan ‘3 Çapkın Gelin.’ 1963’te, yani orijinalinin vizyona girmesinden 9 yıl sonra Ayvalık’ta çekilen ‘3 Çapkın Gelin’, iki köylü ailenin birbirine düşman olan oğullarının değirmencinin evinde yaşayan kızlar yüzünden birbirlerine girmesiyle gelişen olayları anlatıyor. ‘Romantik komedi’ özellikleri ağır basan, bir aşk ve macera filmi...

Nil Film imzasını taşıyan filmin yapımcısı Seyit Borteçin, yönetmeni Süha Doğan... ‘3 Çapkın Gelin’, çekildiği dönem gereği, elbette siyahbeyaz. Hareketli sahnelerinin fazlalığıyla dikkat çeken filmin jeneriğinde yer alan diğer isimler şunlar: Senaryo: Sadık Şendil Müzik: Metin Bükey Görüntü Yönetmeni: Hayrettin Işık Oynayanlar: Orhan Günşiray, Öztürk Serengil, Suphi Kaner, Esen Gökmen, Saime Bekbay, Suna Selen, Uğur Kıvılcım, Özdemir Han, Fehmi Tengiz, Oktar Durukan, Hüseyin Baradan, Muazzez Doğan, Ali Şen... Hemen fark edileceği

30

gibi, ‘3 Çapkın Gelin’in oyuncu kadrosu dönemine göre oldukça zengindi. Zaten, Ayvalık’ta çekimler sürerken bu iddialı kadro çok konuşuldu. Filmle ilgili haber ve röportajlara, başta o günlerin popüler sinema/ müzik dergisi ‘Ses’, yazılı basında geniş yer verildi.

OYUNCULARIN NEREDEYSE TÜMÜ ARAMIZDAN AYRILDI Ne var ki, günümüzde filmin kadrosunda yer alıp da hayatta kalanların sayısı yok denecek kadar az... Bir zamanlar hayatımızda önemli yer tutan ve bizi kah güldürüp kah ağlatan bu isimleri -yeri gelmişken- analım istedik. Filmin yönetmeniyle başlayalım... Kastamonu valiliği ve bakanlık görevlerinde bulunan Avni Doğan’ın oğlu olan ve yönetmenlik dışında oyunculuk, yapımcılık ve senaryo yazarlığı da yapan Süha Doğan 1978’de bir beyin rahatsızlığının ardından kaldırıldığı Bakırköy Akıl Hastanesi’nde yalnız ve terkedilmiş bir halde öldü. Gözüpek çapkın ve bıçkın rolleriyle öne çıkan, ‘yumrukları kadar dudaklarını da kullanan’ ve Yeşilçam’da star kavramını ilk hak edenlerden olan efsane jön Orhan Günşiray, ‘kan eksilmesi’ nedeniyle 2008 yılında veda etti yaşama. Keli, bıyıkları, fırıl fırıl gözleri ve tuhaf yürüyüşüyle sadece sinema oyuncusu değil aynı zamanda usta bir ‘showman’ olan ve ‘Adanalı Tayfur’ tiplemesiyle Türk halkını yıllarca güldüren Öztürk Serengil beyin ödemi


Orhan Günşiray

Öztürk Serengil

Hüseyin Baradan sebebiyle iki kez ameliyat oldu. Geçirdiği felç nedeniyle ömrünün son bir yılında yürüyemedi. Son günlerinde konuşma yeteneğini yitirdi. Solunum sisteminin durması sonucu 11 Ocak 1999 tarihinde vefat etti. Öldüğünde 68 yaşındaydı.

beyazperdede daha çok sevgilileri ayırmak için entrikalar çeviren ‘kötü adam’ı oynadı. İlerleyen yaşlarında seslendirmeye ağırlık verdi. Sanat hayatının 35. yılını doldurduğu 1997’de henüz emekli olmuşken hayatını kaybetti.

Bir dönemin sempatik güldürü ustası, birçok filmin değişmez ‘halk çocuğu’ Suphi Kaner, ‘3 Çapkın Gelin’in çekimlerinin bitmesinden kısa süre sonra eşini dul, Aşkın ve Taşkın adlı ikizlerini öksüz bırakmak pahasına üç tüp Nembutal içerek yaşamına son verdi.

1938 yılında dünyaya gelen Oktar Durukan da tıpkı Özdemir Han gibi kötü adam rolleriyle ünlendi. Bir süre başrollerde oynadıktan sonra kariyerini karakter oyuncusu olarak sürdürdü. İlerleyen yıllarda gazete/ dergi foto-romanlarında, televizyon filmlerinde ve dizilerde rol aldı. Yaşamını İstanbul’da yalnız olarak sürdüren oyuncu, 2007 yılında evinde ölü olarak bulundu.

Başka filmlerde ve tiyatroda da rol almasına karşın adını yeterince duyuramayan, anne arafından Rus ve Avusturyalı olan, gençliğinde ABD’li yıldız Kim Novak’a benzetilen Saime Bekbay 1998 yılında sessiz sedasız ayrıldı aramızdan.

Saime Bekbay

İzmir’de doğan, foto muhabirliğinden sinemaya geçen, 400’e yakın filmde göründükten sonra, seks filmleri furyasına uymayı reddederek yeniden gazeteciliğe dönen ‘iyi kalpli kötü adam’ Hüseyin Baradan 2004 yılında ‘sigara kurbanı’ oldu ve 72 yaşında bu dünyadan göçtü. Hüseyin Baradan’ın rekorunu da kırarak 500 filmde rol alan başarılı karakter oyuncusu Ali Şen beyin kanaması sonucu 1989 yılında hayata gözlerini yumdu.

Özdemir Han

Yönetmen: Süha Doğan

Önce Haldun Dormen Tiyatrosu’nda, ardından Şehir Tiyatrosu’nda sahneye çıkan Özdemir Han

“ÖZTÜRK BEY, BUYURUN BİR KAHVEMİZİ İÇİN!” Şimdi üzücü/iç karartıcı ölüm haberlerini bir kenara bırakalım ve ‘Ayvalık Yazıları’ ile bize geçmişin güzelliklerini hatırlatan yazarımız Hüseyin Güven’in ‘3 Çapkın Gelin’in Ayvalık’taki çekim günlerine ilişkin, 53 yıl öncesinden gelen ‘sıcak’ anılarını okuyalım... “Yıl 1963... ‘3 Çapkın Gelin’ ekibinin; o yıllarda Ayvalık’ın en gözde oteli olan (Postanenin hemen karşısındaki) Ekonomi Palas’ta kaldığını öğreniyoruz. Ünlüleri görürüz umuduyla Ayvalıklı çoluk-çocuk otelin önündeki açık alanda nöbete duruyoruz. Bir süre sonra kapıdan Orhan Günşiray çıkıyor. Aman Allah’ım! Dönemin en yakışıklı, en gözde starı üç metre önümüzden geçiyor; artık

31


ölsek de gam yemeyiz! Heyecanlar içinde 41 Evler’deki evimize kadar yürüyorum, olanları anneme anlatıyorum. Babam her zamanki ciddiyetiyle gazetesini okuyor. İçin için kızıyorum ona; yahu ben koskoca Orhan Günşiray’ı görmüşüm, tepki bile vermiyor diye. Genelde içe dönük, okumayı konuşmaya tercih eden bir insan olan aynı babam, iki-üç gün sonra hayal bile edemeyeceğim bir şey yapıyor. Sabah saat 10.00 suları. Ben ön bahçede köpeğimiz Duman’la oynuyorum, babam kahvesini içiyor. Yoldan ağır adımlarla sabah yürüyüşünü yapmakta olan Öztürk Serengil geçiyor. Babam sesleniyor kendisine: “Öztürk Bey, buyurun bir kahvemizi için!” O yılların ünlü komedyeni, kendi başına bir ekol olan Serengil, bu içten çağrıya olumlu cevap veriyor ve yanımıza geliyor. Yaklaşık iki saat kadar sohbet ediyorlar, kahveler çaylara, meyvelere dönüşüyor. Ve ben; ancak şekerci Mahmut ağabeyin dükkanına girdiğimde tattığım mutluluğa eşdeğer duygularla, hiçbir şey anlamadan ama her şeyi dinleyerek yanlarında öylece oturuyorum. Bir sevgi bağı kuruluyor ailemizle Öztürk Serengil arasında. Ayvalık’ta kaldıkları sürece çekim olmayan akşam üzerleri bizim ön bahçe; annemin sonu gelmez ikramları, babamın derin sohbeti eşliğinde ‘3 Çapkın Gelin’ ekibinin mola yeri haline geliyor. Uzaktan görmenin bile bize yettiği ulaşılmaz yıldızlar; Orhan Günşiray, Suphi Kaner, Hüseyin Baradan, hatta yönetmen Süha Doğan, Öztürk Serengil’i takip ederek bahçemizde konuğumuz oluyorlar.”

32

ÖZTÜRK SERENGİL DİLİMİZİ BOZMAKLA SUÇLANDI

Ö

ztürk Serengil, Yeşilçam Sokağı’na ilk kez 1954 yılında adım attı. Değişik fiziği, kendine özgü mimikleri ve uzun boyuyla dikkat çekti. Ancak ünlenebilmek için ‘Adanalı Tayfur’u canlandıracağı 1963 yılını beklemesi gerekti. Serengil bu filmde sabahları lahmacun satan, öğlenleri berberlik yapan, akşamları ise bir tiyatroda kanto söyleyen ‘garip’ bir tipin ilk örneğini sergiledi. Bu arada Türkçeye kazandırdığı ifade ve sözcüklerle büyük tartışmalara yol açtı. Bazıları tarafından “Dilimizi bozuyor!” gerekçesiyle eleştirilen bu sözcükleri halk benimsemişti. Değişik, kendine has vurgulamalarla söylediği (ki söyleyen o değil, beyazperdede kendisini seslendiren usta dublaj sanatçısı Mücap Ofluoğlu’ydu) “Yeşşe”, “Kelaj”, “Mangıraj”, “Abidik-gubidik” gibi farklı deyişleri Türk argosuna soktu. Özellikle “Yeşşe” sözcüğüyle halkın gönlünde adeta taht kurdu.


Akademik Bakış Doç. Dr. AYHAN GÖKDENİZ aygokdeniz@yahoo.com

Üniversiteler, Körfez Üniversitesi ve Ayvalık

Ü

niversiteler toplumsal yapı içerisinde farklı biçimlerde örgütlenmiş, siyasi ve ekonomik güçlerden bağımsız; üreten, inceleyen, sorgulayan, araştırma ve öğretim yapan kurumlar... Üniversitelerin misyonunu, bir ülkenin gerek duyduğu nicelik ve nitelik açısından eğitilmiş insan gücünün yetiştirilmesi, bilginin üretilmesi ve topluma hizmette önemli bir unsur olarak görebiliriz. Üniversiteler son yıllarda bölgesel kalkınmanın önemli bir dinamiği olarak değerlendiriliyor. Bu noktada üniversitelerin bulundukları bölgeye olan ekonomik ve sosyo-kültürel katkılarını kısaca özetlemek isteriz. Bunlardan ilki bölgesel gelir ve istihdam gibi ekonomik değişkenlerde iyileşme sağlaması. İkincisi sağlık, iletişim, taşımacılık ve refah seviyesinin artması gibi sosyo-kültürel değişkenlerde iyileşme oluşturması. Son olarak da, eğitime katılma oranında artış ve göçlerin azalması gibi demografik ve eğitsel değişkenlerde iyileşme sağlaması. Üniversiteler ayrıca ekonomiye istihdam sağlama, bilgi üretme, üretimi ve iş gücünü geliştirme, vergi yatırımı ve marka değeri yaratma unsurlarıyla bulundukları bölgelere de katkıda bulunuyor. Bir diğer ifadeyle üniversiteler, yaptıkları harcamalar ve istihdam ettikleri personel bakımından kuruldukları bölgelerin önemli ekonomik dinamikleri. Balıkesir Üniversitesi’nin kökleri, 1910 yılında kurulan Karesi Muallim Mektebi’ne kadar dayanıyor. 1932 yılında bu kurum ad değiştirerek Necatibey Öğretmen Okulu adını aldı. Balıkesir Devlet Mühendislik Akademisi, Balıkesir İşletmecilik ve Turizm Yüksekokulu ile Balıkesir Meslek Yüksekokulu’nun 1975-1976 eğitim-öğretim yılında faaliyete geçmesi ile Balıkesir’de 4 adet yüksek öğretim kurumu oldu. Bu kurumlar 1982 yılında Uludağ Üniversitesi’ne bağlandı, bu kurumlarla birlikte daha sonra Balıkesir Üniversitesi kuruldu. Balıkesir Üniversitesi bugün 5 Enstitü, 11 Fakülte, 5 Yüksekokul, 16 Meslek Yüksekokulu, 20 Araştırma Merkezi, Rektörlüğe bağlı 3 Bölüm, 1081 öğretim elemanı ve 38.892 öğrenci ile faaliyetlerini sürdürüyor. Balıkesir Üniversitesi’ne bağlı olarak faaliyet gösteren Bandırma’daki fakülte ve yüksekokullar, 2015 yılında Bandırma 17 Eylül Üniversitesi’nin kurulmasıyla bu üniversiteye bağlandı. Uzunca bir süredir Balıkesir Üniversitesi’nin içinden bir üniversite daha çıkacağı yönünde ciddi duyumlar ve haberler hem yerel basında hem de sosyal medyada yer alıyor. Bu üniversitenin Körfez’de yani Edremit’te kurulacağı ve Körfez’deki mevcut fakülte ve yüksekokulların bu üniversiteye bağlanacağı yönünde çalışmaların devam ettiği bizzat üst düzey karar alıcılar tarafından ifade ediliyor. Hedef 2019 yılında Körfez’de böyle bir devlet üniversitesinin açılması yönünde. Üniversitelerin doğuşu ve yerel ekonomiye katkıları yukarıda belirttiğim gibi benzer süreçlerden geçmiştir. İşte tam bu noktada kurulacak yeni üniversitenin 2-3 bölümü veya fakültesinin Ayvalık’ta açılması için yapılması gerekenler akla geliyor. Çünkü şu anda Ayvalık’ta sadece bir Meslek Yüksekokulu var ve toplam öğrenci sayısı 1000 civarında.Yeni kurulacak üniversite bünyesinde en az iki fakültenin (Denizcilik, Güzel

Sanatlar ve Turizm) Ayvalık’ta açılması yerel ekonomiye ciddi katkı sağlayacak, kışın yerleşik nüfus artacak, kentin sosyal ve kültürel yapısı çeşitlenecek. Bu aşamada Ayvalık yöneticilerinin ve halkının şimdiden çalışması ve kulis yapması gerekiyor. Bu çalışmaların başlangıcı Ayvalık’ta bir Yüksek Öğretim Vakfı’nın kurulmasıdır. Bir vakıf senedi etrafında toplanan yetkili otoriteler hem halka lider olacak hem de bu yöndeki bağış ve yardımları toplayacaktır. Ayvalık’ta kullanılmayan ancak faal olan, bir kısmı Hazinede bir kısmı Belediyede, tarihi irili-ufaklı binalar var. Bu binalar bu vakfa devredilerek, ileride yurt, dekanlık, fakülte hatta rektörlük binası olarak kullanılabilir. Bu arada ilk defa bir özel üniversite de Balıkesir’de faaliyet göstermek için yasal çalışmalara başladı ve kampus alanı olarak Susurluk’u seçti. Girne Amerikan Üniversitesi bu faaliyetini Ayvalık’ta gerçekleştirebilirdi. Bu kaçırıldı. Belki bundan sonra bir fakültesini Ayvalık’ta açması için kulis yapılabilir. Ancak yerleşik kampus formatında faaliyet göstereceği (ilçelerde fakülte ve yüksekokul açmayacağı) söyleniyor. Yüksek öğrenim konusunda Ayvalık’ta mutlaka somut adımlar atılmalı. Bu adımlardan biri de gastronomi ve mutfak sanatlar alanında olmalı. Gastronomi, bir bölge için önemli bir çekicilik özelliği taşıyor, bazı turistlerin bir bölgeyi tercih nedenleri arasında ilk sırada yer alıyor ve turistlere tatil ve gezileri sırasında yeni tatları ve farklı gelenekleri tanıtmada önemli rol oynuyor. Türkiye’de Akdeniz mutfağının önemli bir göstergesi olan Kuzey Ege Bölgesi ve bu bölgenin içinde yer alan Ayvalık mutfağı gastronomi turizmi açısından ön plana çıkıyor. Bu bağlamda Ayvalık gastronomi geçmişi ve Akdeniz mutfağındaki zenginliğiyle dikkat çekiyor. Son yıllarda Türkiye’deki çeşitli turizm fakültelerinde Gastronomi ve Mutfak Sanatları adı altında bölümler açılıyor. Akdeniz Üniversitesi Göynük Mutfak Sanatları Meslek Yüksekokulu Türkiye’de bu alanda ön-lisans düzeyinde eğitim vermek üzere açılan ilk yüksekokul. Nitelikli yöresel mutfak uzmanlarının yetiştirilmesi için bu tür uygulamalar Kuzey Ege bölgesinde de referans alınabilir. ‘Mutfakta üniversiteleşme’ diyebileceğimiz bir başka uygulama; Kapadokya Meslek Yüksekokulu uygulaması. Kapadokya Meslek Yüksekokulu, birikimlerini seferber eden, bölge yaşayanları ile eğitime gönül verenlerin imeceyle kurdukları ilk ve tek yükseköğretim kurumu. Kapadokya Meslek Yüksekokulu, 2005 yılında, Kapadokya bölgesinin önemli tarihi merkezlerinden biri olan Ürgüp’ün Mustafapaşa beldesinde eğitim hayatına başladı, ve tarihle/ hayatla iç içe eşi benzeri olmayan muhteşem bir yerleşkeye sahip. Önemli bölümleri arasında Aşçılık, Sağlık Turizmi İşletmeciliği, Mimari Restorasyon var. Özel ve Vakıf Üniversiteler Yönetmeliği’ne göre eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürüyor. (Ayrıntılı bilgi için www.kapadokya.edu.tr). Bu noktada Ayvalık’ta yüksek öğrenim alanında önem verilmesi gereken bir diğer alan da Geleneksel El Sanatları bölümünün açılması. Ayvalık turizmine katma değer yaratan bu uygulamayla yerel hediyelik eşya üreten atölyelerin sayısı Ayvalık merkez ve Cunda’da her geçen gün artabilir. Eski, dar ve nostaljik sokak aralarında faaliyet gösteren bu atölyeler yerel istihdama ve yöresel ekonomiye ciddi katma değer yaracaktır. Bu çerçevede bu mesleğin gelecek vaat eden bir diğer lokasyonu da Küçükköy. Bu yerleşkede sanat, seramik ve çini atölyelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Ayvalık tarihi geçmişi ve kültürel yapısı, orta eğitim altyapısıyla (Denizcilik Lisesi, Turizm Otelcilik Lisesi ve yeni açılacak Güzel Sanatlar Lisesi) bu fakülteleri ve bölümleri hak ediyor. Bu noktada biraz disiplin, azim ve gayret, ortak akıl ve ortak paydada buluşma, vizyon ve karar alıcılarla dirsek teması yani ‘kulis’ ve ‘lobi’ye ihtiyaç vardır. Ayvalık’ta ‘fakülteli günler’de buluşmak dileğiyle, iyi sezonlar ve iyi tatiller….

33


BARBARA, CHANSON’U EN YÜKSEK NOKTAYA TAŞIYAN OZAN ŞARKICILARDANDI Adı Ayvalık’taki bir sanat evine verilen Fransız şarkıcı/besteci/oyuncu Barbara 1930-1997 yılları arasında yaşadı. Daha çok yitirilmiş aşkların melankolisini dile getiren duygu dozu yüksek şarkılar söyledi.

Üç ayda bir farklı bir sanatçıyı ağırlayacak olan mekanın ilk konuğu tanınmış ressam Fuat Çağatay

‘BEYİN AVCISI’ ŞERİF KAYNAR AYVALIK’TA ‘AŞK’LA BAĞLANDIĞI FRANSIZ ŞARKICI BARBARA’NIN ADINI VERDİĞİ BİR SANAT EVİ AÇTI

T

ürkiye’nin önde gelen beyin avcılarından (headhunter) olan ve her yıl onlarca yöneticinin transferine aracılık eden iş adamı Şerif Kaynar, ünlü Fransız şarkıcı Barbara’ya olan aşkını Ayvalık’ta açtığı bir sanat eviyle ölümsüzleştirdi. Şarkıcıya duyduğu aşkın hayatındaki her şeyden daha üstün bir anlam taşıdığını ve sesini duyduğu, şarkılarını dinlediği anda Barbara’ya aşık olduğunu belirten Kaynar şöyle diyor:

“Barbara’yı görmek için iki kez Fransa’ya, konserlerine gittim. Kendisini ilk dinlediğim anda hayatımda bir şeylerin artık farklı olacağını anladım. Onun ölümünden sonra hatırasını yaşatabilmek için Ayvalık’ta eski bir taş evi restore ederek onu ve sanatına duyduğum hayranlığı ölümsüzleştirmek istedim. Bu İtalya’da, Fransa’da sık yapılan bir uygulama. Sanatçılara bir mekan veriyorsunuz ve orada üretmelerini sağlıyorsunuz. Bu aynı zamanda sanatla anılmasına ve tanıtımına katkıda bulunacağı için Ayvalık adına da önemli bir fırsat.” 19 Haziran’da, aralarında Belediye Başkanı Rahmi

34

Gençer ile Barbara’nın birlikte çalıştığı ve günümüzde onun şovunu sahnelemeyi sürdüren sanatçılar Roland Romanelli ve Rebecca Mai’nin de bulunduğu seçkin bir davetli topluluğunun katılımıyla açılan ‘Barbara Sanat Evi’ her üç ayda bir, farklı bir sanatçıyı ağırlayacak. Kaynar’ın sanatçılardan tek beklentisi Barbara’yı anlatan bir eser yapmaları ve onun adına açılmış bu sanat evine bağışlamaları...


“İ

ŞERİF KAYNAR: ANNEM MİDİLLİ’DEN AYVALIK’A GÖÇ ETMİŞ AYDIN BİR AİLENİN ALTI ÇOCUĞUNDAN BİRİYDİ

kiz kardeşim ve ben dünyaya geldiğimizde babam 49, annem 41 yaşındaydı. Annem Piraye üniversite tahsili görmemişti ama Midilli’den Ayvalık’a göç etmiş aydın bir ailenin altı çocuğundan biriydi. Aileyi aydın diye tanımlamamın nedeni kızları Piraye’yi 11 yaşında, yani 1923 yılında yatılı olarak İstanbul’daki Robert Kolej’e yollamış olmaları… Babam Halis Kaynar ise 1904 doğumluydu. Cumhuriyet’in ilanından sonra iyi bir eğitim gördüğü için İş Bankası’na girmiş, orada uzun süreli bir kariyer yapmıştı.

Ben herhangi bir kişinin gelişmesinde üç faktörün önemli olduğunu düşünürüm: Ailede alınan eğitim, okulda alınan eğitim ve profesyonel

okudum ve kimya mühendisi olarak mezun oldum. Daha sonra kuzenim Muhtar Kent’le birlikte Londra City Üniversitesi’nde MBA derecesini bir yılda elde ettik. Londra pahalı bir kent olduğu için aynı arabayı ve aynı evi paylaşmayı, az parayla çok iş yapmayı da, Muhtar’la birlikte yine o günlerde öğrendim. Başarının sırrının çalışmak olduğunu da…

hayat dersi… Ailemden erken yaşta dil öğrenmenin önemini ve bunun bana açacağı kapıları öğrendim. Fransızcam ve İngilizcem iyidir, Rusçayı da idare ediyorum. İngiltere’de Bradford Üniversitesi’nde

Aslında hayat sadece işten, çalışmaktan ibaret değil ve iş dışı tutkular fazlasıyla önemli… Örneğin ben Fransız kültürünü hiçbir zaman bırakmadım. En sevdiğim şarkıcı Barbara’dır ve ona tutkuyla bağlıyım. Anne memleketim olan Ayvalık’ta Barbara’nın adını taşıyan bir sanat evi açmamın nedeni de bu tutku zaten…”

FUAT ÇAĞATAY RESİMLERİNİ EVLATLARI OLARAK NİTELENDİRİYOR

‘B

arbara Sanat Evi’nin ilk sanatçı konuğu tanınmış ressam Fuat Çağatay... Samsun’un Bafra ilçesinde doğan ve Güzel Sanatlar Akademisi Neşet Günal Atölyesi’nden 1983 yılında mezun olan Çağatay, master çalışmasını baskı atölyesinde (litografi, gravür ve linolyum) yapmış. 22 yıl boyunca Stockholm’de yaşayan Çağatay, son dönemlerde daha çok İstanbul’da çalışıyor. Resimlerinde özellikle doğadan ilham alan, soyut çalışmaları da

bulunan ve eserlerini dünyanın değişik kentlerinde sergileyen Çağatay bugüne kadar 23 kişisel sergi açmış ve 11 grup sergisine katılmış.

“İnsan psikolojisinden bağımsız bir resim düşünülemez. İnsan yaşarken hissedebildiği şeyleri, yetenekleri ve bilgisi doğrultusunda dışarı aktarır” diyen Fuat Çağatay, farklı dönemlerde, farklı psikolojilerle yaptığı resimlerini evlatları olarak nitelendiriyor ve aralarında bir ayrım yapamadığını söylüyor.

35


İstanbul Devlet Opera ve Balesi, İzmir Devlet Opera ve Balesi ile TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’nda yıllarca görev yapan trombon ve caz sanatçısı Neşet Betimen de Ayvalık’ta yaşayan sanatçılar kervanına katılanlardan. Bir yıl önce Ayvalık’a yerleşen Betimen, müziğini yapacak iklim bulamadığı için İzmir’de köşesine çekilmiş, müziğe bir anlamda küsmüş. Müzik adına biriktirdiği nesi var, nesi yoksa dağıtmış. Ancak tesadüfen geldiği Ayvalık, içindeki müzik aşkını yeniden alevlendirmiş. Sazlarını yeniden eline almış, notalarını önüne koymuş ve başlamış çalmaya. Piyano Kafe’de bir araya geldiğimiz Neşet Betimen’e merak ettiğimiz her şeyi sorduk.

AYVALIK GERÇEKTEN DÜNYANIN EN KALİTELİ HAVASINA SAHİP BİRKAÇ YERDEN BİRİ. BURADA HER ŞEY NEFES ALIYOR, MÜZİK BİLE...

S

ayın Neşet Betimen, 1947 yılında Ankara’da dünyaya geldiğinizi, ilk ve orta öğreniminizi İstanbul’ da tamamladıktan sonra 1962’de İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girdiğinizi biliyoruz. Müziğe ilginiz ne zaman, nasıl başladı?

-Vallahi ben sanatla ilgilenen, sanatsever bir aileye gözümü açtım. Muammer Karaca dedemin kardeşiydi. Babaannem fevkalade ud ve cümbüş çalardı. Hatta İstanbul Radyosu kurulurken babaannemi radyoya istemişler ancak dedem izin vermemiş. Neşet Betimen Babam Rıdvan Betimen ise tiyatro aşığı bir adamdı. İ. Galip Arcan’ların, Cüneyt Gökçer’lerin öğrenci oldukları yıllarda konservatuvar sınavlarına başvurmuş. Ancak sınava giren gençler arasında adı Rıdvan olan biri daha bulunduğu için bir milletvekili oğlu olan bu Rıdvan’la kendi sınav sonuçlarının karıştığını ve sınavı kazandığı halde okula giremediğini söylerdi. Babam tiyatrocu olamamıştı ama çok iyi klasik gitar çalardı. Annem ağız mızıkasında ustaydı. Dayımın bağlamasına hayrandım. Ortam böyle olunca benim de sanattan uzak kalamamam doğaldır diye düşünüyorum. Piyer Loti yılları hakkında ne söylersiniz? -Bir yıl öğrenim gördüğüm, Piyer Loti’deki İstanbul Belediye Konservatuvarı’nın anılarımda özel bir yeri var gerçekten. Çünkü orada Ojen Glezer’den trombon, Şerif Yüzbaşıoğlu’ndan solfej dersleri alma şansına sahip oldum. 1963’te Ankara Devlet Konservatuvarı’nın trombon bölümüne girmeye hak kazandım. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Grup Şefi ve 1. Tromboncusu Ziya Polat trombon hocamdı. Bir şey dikkatimi çekti, aile genelde hep telli sazlara yönelmiş. Bir tek annenizin ağız mızıkası çaldığını biliyoruz. Nefesli sazlara ilginizin özel bir nedeni var mıydı? -Aslında ben konservatuvarın yaylı sazlar bölümünü de kazanmıştım. Fakat nefesli sazlar beni daha çok çekiyordu. Ortaokuldayken de okulun boru takımındaydım örneğin. Ağır bir üst solunum hastalığı geçirmeme rağmen ‘üflemeye’ devam ettim. Solunum yollarım konservatuvardayken de, askerdeyken de hep başıma dert açtı. Hastanelerde yattım. Verilen heyet

36

raporlarında, ‘Nefesli sazlar çalamaz!’ yazardı ama ben enstrümanımı bırakmayı hiç düşünmedim. Nefesimi idareli/ doğru kullanma tekniklerini öğrendim. Yani nefesli sazları seviyordum. Sevmekten de fazlasıydı aslında. Tutkuydu. HEM OPERAYA, HEM DE UNKAPANI PİYASASINA HİZMET VERMEYE BAŞLADIM Sayın Betimen, yeniden öğrencilik yıllarınıza dönersek... Yıl 1969 ve Başlangıç üçüncü sınıftasınız. Size konservatuvarı yarım bıraktıracak bir teklif alıyorsunuz...

-O yıl İstanbul Devlet Opera ve Balesi açılacaktı ve henüz operanın belkemiği olan orkestra kurulamamıştı. Yıllarca Almanya’da yaşamış olan, Münih Operası’nda görev yapan Sezai Tarakçı, Almanya’dan kırka yakın müzisyen getirtti ancak en az seksen kişi olması gereken orkestranın kadrosunu tamamlayamamıştı. Bana, “Acilen elemana ihtiyacımız var. Sınav açtıracağım, sen de katıl!” dedi. Halbuki ben hala öğrenciyim. Reddedemedim, sınava girdim, kazandım. Öğrenimimi yarım bırakarak İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde sanatçı ve kurucu üye olarak göreve başladım. Açılışı ‘Midas’ın Kulakları’yla yaptık. Onu ‘Kuğu Gölü’, ‘Othello’ izledi. Yani konservatuvardan mezun olmadan devletin kadrolu sanatçısı oldunuz. Bu bir ilktir, diyebilir miyiz? -Tabii ki! Zaten benim yaşamımda bir hayli ‘ilk’ var. Grup Şef Muavinliğim de sınav yapılmadan on iki kişilik heyetin onayıyla gerçekleşti. Konservatuvar bitmeden ustalarla tanışmamı büyük bir şans ve kazanç olarak görüyorum çünkü bu ülkenin yetiştirdiği son derece değerli bestecilerle, şeflerle çok daha erken çalışma imkanı buldum. Bir Cemal Reşit Rey’i, Hikmet Şimşek’i, Ferit Tüzün’ü, Rengin Gökmen’i, Selman Ada’yı, Niyazi Tağızade’yi anmadan geçemem. Tağızade dünyaca ünlü şeflerdendir. Ahmet Adnan Saygun’un ‘Köroğlu’ operası için tam bir yıl boyunca prova yaptık. Çok zor bir eserdir o, ölçüleri çok değişiktir. Söylemesi de çalması da zordur. Ondan başka bir şef kolay kolay bu eseri çaldıramaz inanın. Bu arada Robert Wagner, Rudolf Nureyev gibi ünlü isimlerle tanışma mutluluğuna da eriştim. 1970 yılında sizi farklı bir kulvarda görüyoruz, O günlerin


deyimiyle ‘Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği’ albümlerinde dönemin ünlü sanatçılarına eşlik ediyorsunuz. Neden? -Sorunuza şöyle yanıt vereyim... O yıllarda her türlü müzik aletinin sesini çıkaran orglar yoktu. Gerçek müzik aletleri kullanırdınız ve gerçek müzik aletlerini ‘layıkıyla’ çalabilen insan sayısı çok azdı. 1970 yılında Şerif Yüzbaşıoğlu, Ayla Dikmen’in ‘Anlamazdın’ isimli albümünü hazırlıyordu. Albümde diğer enstrümanların dışında dört trompet, dört trombon, dört saksafon vardı. Müzik piyasasında eğitimli insan bulmak kolay olmadığı için bize geldiler. Böylece ben hem operaya, hem de Unkapanı piyasasına hizmet vermeye başladım. Bu benim için yeni ve ilginç bir deneyimdi. Daha sonra çok sayıda sanatçıya eşlik ettim, pek çok orkestrada görev aldım. Hangi sanatçılara eşlik ettiniz? -Burada hepsini sayabilir miyim, bilmiyorum. Kimseyi de atlamak istemem ama aklıma ilk gelen isimler şöyle: Ayla Algan, Ayten Alpman, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Nükhet Ruacan, Zerrin Özer, Erkut Taçkın, Erol Evgin, Salim Dündar, Seyyal Taner, Banu… 1974’te Erdoğan Soyalp Orkestrası’yla ilk kez Batı Klüp’te çalmaya başladım. Turan Yükseler, Atilla Özdemiroğlu, Onno Tunç, Timur Selçuk, Özdemir Erdoğan, Garo Mafyan, Aydın Özarı, Ömür Gidel, Süheyl Denizci gibi büyük aranjörlerin, bestecilerin plak/stüdyo/orkestra çalışmalarında yer aldım. Reklam cıngılları, turneler, gazino programları derken yoğun bir temponun içine girmiştim. Operadaki göreviniz sürüyor muydu peki?

on beş kişilik bir orkestra inşa ettik. Orkestrayla İzmir Televizyonu’nun eğlence programlarına, özel davetlere, gecelere katılıyor, Amerikan Kültür Derneği’nde konserler veriyorduk. Fakat kalabalık bir grup olduğumuz için kazancımız müzisyen arkadaşlarımızın geçinmesine yetmiyordu. Kısacası, bir zaman sonra dağıldık. Herkes bir yerlere gitti. Bu kez beş-altı arkadaş bir grup kurduk. O da yürümeyince müziğe küstüm. Kırk yıllık birikimimi dağıttım, attım… Sonra Ayvalık’a geldiniz, ve?.. -Evet, bir yıl önce bir arkadaşımı ziyart etmek için geldim. Geldim ve gidemedim. Ayvalık’ta müzik yapabileceğim bir ortamın var olduğunu gördüm. Müziğime kapılarını açan cesur insanlarla tanıştım. Kafedemia’da birkaç dinletim oldu. Ortunç’ta yemek müziği yaptım. Doğrusunu isterseniz Ayvalık’ta müziğimi dinletebilecek mekan bulabileceğimi hiç düşünmemiştim. Bu denli ilgi göreceğimi de. Bunun üzerine Nat King Cole, Frank Sinatra ekolünde kırk şarkılık bir repertuar hazırladım. Ayvalık gerçekten çok güzel ve dünyanın en kaliteli havasına sahip birkaç yerden biri. Burada her şey nefes alıyor. Müzik bile... Müzikle geçen bir ömür… Peki, müzik ve bir enstrüman çalmak size ne ifade ediyor? -Müzik insanı arındıran bir şeydir. Ben müzik yaparken dünyayla bütün bağım kopar. Müzik insanı kötülüklerden uzak tutar. İnsanın ruhunu yontar, inceltir. Müzik hep genç kalmanızı sağlar. Kısacası tanrının bir lütfudur müzik.

-Elbette. Turnelere çıkıyor, festivallere katılıyorduk. Çanakkale’den başlar, Antalya’ya kadar bütün kıyı şeridindeki festivallere katıla katıla Kıbrıs’a giderdik. Girne, Lefkoşa’daki festivaller, stat konserleriyle turnemiz sona ererdi. MÜZİK İNSANI ARINDIRIR, KÖTÜLÜKLERDEN UZAK TUTAR, RUHUNU İNCELTİR, HEP GENÇ KALMANIZI SAĞLAR TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’nı ne zaman kurdunuz? -1980’lerde Süheyl Denizci’nin en büyük hayaliydi bu. 1982 yılında otuz kişiyle kurduğumuz orkestra 1984’te TRT bünyesine katıldı. Sekiz yıl, yani İzmir’e gidinceye kadar bu orkestranın bir elemanıydım. Caz, çok farklı bir türdür. Ben okulu olmayan bu müziği Ayten Alpman’dan, Neşet-Nükhet Ruacan’dan, Ümit Aksu ve Süheyl Denizci gibi ustalardan öğrendim. Çalıştığım bütün sanatçılar bana bir şeyler kattılar ama asıl önemlisi müzikleriyle hayatımı renklendirdiler. Ben sabah evden çıkıp Opera’nın provalarına gidiyor, öğleden sonra da plak stüdyosunda oluyordum. Oradan ayrılıp koşarak Opera’daki temsile yetişiyordum. Temsil sonrası varsa gazino programında sahne alıyordum. Günüm, bir müzik türünden diğerine atlamakla geçiyordu. Klasik kalıpların dışına çıkarak müzik yapmak çok keyiflidir ve insanın özgüvenini arttırır. Bu koşuşturmacanın arasında çoğu kez doğru düzgün uyku dahi uyuyamıyordum ama mutluydum. Sayın Betimen, uzunca bir süre İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde görev yaptınız. O günlerden de söz edelim mi? -İstanbul’un ardından daha sakin, daha yavaş bir şehirde yaşamak istediğim için 1990 yılında tayinimi İzmir’e istedim. İzmir Operası genç bir operaydı, henüz beş yaşındaydı. Bütün arkadaşlar orada özveriyle çalışıp, güzel işler sergiledik. 2001 yılında oradan emekli oldum. Müzikten emekli olmam düşünülemezdi elbette! O günlerde, İzmir’de müzik aletleri satan bir mağazada Barış Manço’nun eski piyanisti Ömür Gidel ile karşılaştım. Caz yaptıkları küçük bir grubu vardı. O grubun üzerine

37


Ayvalık'a Bakarken TAYLAN KÖKEN

Çalık Köşe: Taş işçiliğinin en güzel uygulamalarını sunan mimari detay

A

yvalık sokaklarını dolaşırken, biraz dikkatli bir gözle bakarsanız, sizi şaşırtan birçok ayrıntıya rastlarsınız. Kimi zaman pastel bir duvar boyası, kimi zaman demir işi balkon çıkması, kimi zaman pencereye dizilmiş saksılardan sarkan rengârenk çiçekler. Ayvalık bu ayrıntılarıyla sizi içine çeker, sokaklarında kaybolursunuz. Ayvalık sokaklarında Türk mimarisinde uygulamalarını sıkça gördüğümüz Çalık Köşelere rastlamak beni hayli şaşırtmıştı. Türk sanatının Erken dönemlerinden başlayarak, Osmanlı Klasik ve Batılılaşma dönemlerine kadar cami, türbe, çeşme, sebil, kütüphane vb. gibi kamu yapılarında ve sivil mimaride kullanılan Çalık Köşe detaylarını Rum evlerinde görmek, Ayvalık mimarisine olan hayranlığımı daha da arttırmıştı. Öncelikle Çalık Köşe hakkında kısa bilgiler aktarayım: Mimaride ‘Çalık Köşe’, ‘Köşe Çalığı’, ‘Pahlı Köşe’, ‘Deve Pahı’, ‘Denk Pahı’ olarak isimlendirilen, yapıların iki beden duvarının birleştiği köşelerdeki eğik kenar, içe doğru diyagonal kesilmiş, bazen küçük bir niş, bazen dışa doğru bir sarkıt ya da mukarnas (İslam sanatında mimari yapılarda kullanılan geometrik bir bezeme çeşidi) gibi çok daha estetik uygulamalarla süslenen pahlara denilmektedir. Çalık Köşenin yapılmasının genel olarak iki amacı vardır: Birinci ve öncelikli amacı, dar sokaklarda zorunlu olan bina statiğinin bozulmasını engellemektir. Geçiş yapan arabalar, deve kervanları sokaklarda bina köşelerini dönerken sivri, keskin çıkma yapan kenarlara çarparak hem bu köşeleri tahrip eder hem de çarpmanın şiddetine göre binanın statiğini bozarak, duvarlarda çatlaklara sebep olur. Köşeler pahlanarak sürtünmelerin etkisi azaltılmaya çalışılır. İkinci neden süs amaçlıdır. Çalık Köşelerin birçoğunda statik

38

korumadansa estetik amaçlı uygulamanın ön planda olduğunu görürsünüz. Ayvalık sokakları, cadde olarak isimlendirilenlerin haricinde, çok dardır. Bu yüzden Çalık Köşe dışında basit koruma önlemleri günümüzde de kullanılmaktadır. Dar sokaklara giren araçların tahribatını engellemek, binalarının köşelerini korumak için köşe taşı veya kalın demirler konularak araçların sürtünmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Bir tarafta ince bir sanatla süslenmiş Çalık Köşeler, diğer tarafta sıradan koruma materyallerini Ayvalık binalarında görebilirsiniz.

AYVALIK VE CUNDA ADASINDA RASTLADIĞIMIZ ÇALIK KÖŞE UYGULAMALARINDA BADAVUT’TAN ÇIKAN SARIMSAK TAŞININ KULLANILDIĞINI GÖRÜYORUZ Taş işçiliğinin en güzel uygulamaları bu mimari detayda dikkat çekici sonuçlar vermektedir. Yöresel uygulamalarda farklı taşlar işlenmektedir. Bu taşların ortak özelliği yumuşak dokulu ve işlemesinin kolay oluşudur. Antalya Kaleiçi evlerinde Say ve Por taşından işlenen Çalık Köşe uygulamaları dikkat çekicidir. İstanbul’da kamu ve sivil mimaride görülen süslü Çalık Köşeler, yığma taştan duvarlar işlenirken, aynı taş malzeme kullanılarak binayla bir bütünlük sağlanmış olur. Yine basit pahlar, köşeler süssüz ve geniş tutularak, bina duvarlarıyla aynı taştan kesilerek yapılmaktadır. İstanbul mimarisinde ve Çalık Köşelerde uzun yıllar dayanan Küfeki taşının kullanıldığını belirtelim… Ayvalık ve Cunda adasında rastlamış olduğumuz süslü Çalık Köşe uygulamalarındaysa Badavut’tan çıkan Sarımsak taşının kullanıldığı görülmektedir. Sıradan düz olarak pahlanan köşe


uygulamaları yine birçok fabrika ve sıradan evlerde görülürken, mimari tarz olarak daha gösterişli inşa edilen evlerin Çalık Köşeleri neredeyse boydan boya yapılarak, binaların görselliği daha da zenginleştirilmektedir. Basit Çalık Köşelerin hepsi üçgen alınlıkla sonlanmaktadır. Taştan örülmüş olan duvarlarda bağlantıyı sağlayan taş malzemenin ustalıklı yumuşak geçişleriyle Çalık Köşe oluşturulmuştur. Üçgen alınlığa doğru, taş ustası maharetini ortaya koyarak boş-dolu ilişkisini çok iyi kullanır ve en basit Çalık Köşede bile bir sanat ortaya çıkar. Antalya Kaleiçi evleri uygulamalarındaysa sade Çalık Köşelerin birçoğu boş bırakılmaz ve içlerine yazıyla binayla ilgili bilgiler işlenir. Ayvalık’taki basit Çalık Köşelerin üçgen alınlıkların tamamının boş bırakıldığı gözlenmiştir. Taş ustaları başka diyarlardan zengin Ayvalık Rumlarının evlerini yapmak için mi buraya geliyorlardı? Yoksa Ayvalıklı olan taş ustaları mı sanatlarını başkent İstanbul’a, Ege ve Akdeniz’e taşıyorlardı? Ülkemizde Osmanlı’nın erken dönemlerinden itibaren örneklerini gördüğümüz Çalık Köşe formları Ayvalık gibi mimari zenginliğe sahip bir kentin binalarını güzelleştirdiği gibi pek çok bilinmezi de peşi sıra getirmektedir. İsimsiz taş ustalarından günümüze kadar gelen bu sanat, yalnız süsleme amacıyla yapılmazdı. Ayvalık Fethiye Mahallesi’nde 1900’lü yılların başında inşa edilen büyük bir evin Çalık Köşesinde görüldüğü gibi evde yaşayan kişi hakkında bize bilgiler de verilmektedir. Bu Çalık Köşede Sarımsak taşı yerine, bir ocağı Lale adasında olan ve ‘Ateş Taşı’ olarak da isimlendirilen volkanik tüf taşı kullanılmıştır. Bina köşesinde çalık köşenin oluşması için işlenen duvar taşları pahın oluşması için çok düzgün kesilmiştir. Pürüzsüz olarak yukarı çıkan pahlı köşe yaklaşık 2,5 m. yükseklikte iki parça süslenmiş taş kullanılarak sonlandırılmıştır. Üçgen alınlığın üst parçasında süslü bir kabartmaya yer verilirken, alt parçanın düz olan ön kısmındaki süslemede gemi çapası veya çift ağızlı bir kılıcın betimlendiği görülmektedir. Bu simgenin altındaki Yunanca yazının yer yer silindiği izlenmektedir. Aynı taşın her iki yanağına ise Türk mezar taşlarında çok sık görülen Hayat Ağacı motifi kabartma olarak işlenmiştir. Bu simgeler, ev sahibinin bir kaptan veya asker olduğunu, belki de çok genç yaşta bu hayatı terk ettiğini düşündürmektedir. Müslümanların ve Ortodoksların bu simgeleri beraber kullanmaları hayli dikkat çekicidir. Ayvalık’ta Çalık Köşeler yalnız evler ve fabrikalarda görülmez. Taksiyarhis Kilisesi (Müze) köşelerinde basit formda uygulamaların yapıldığı görülmektedir. Çalık Köşe detaylarını sadece Ayvalık’ta izlemedik. Batı

Anadolu’da çok geniş bir coğrafyada Türk veya Rum ustaların imalatı olan birçok binada Çalık köşenin varlığını gözlemledik. Edremit, Altınova, Foça, Seferihisar, Alaçatı, Sığacık, Urla’da Çalık Köşe izlerini tespit ettik. Sarımsak taşının bölgedeki yakın yerlere taşındığını, binaların kapı detaylarında ve Çalık Köşelerinde kullanıldığını gördük. Özellikle Rumlardan kalan Urla evlerinin uzun köşelerinde, bu görkemli binaların ihtişamına uygun Çalık Köşe uygulamaları bulunmaktadır. Ayvalık ve Cunda’da Çalık Köşe malzemesi olarak kullanılan Sarımsak taşının, taş ustaları tarafından yakın coğrafyalara taşındığı düşünülebilir.

TAYLAN KÖKEN: BİLGİ PAYLAŞILMALIDIR

Y

azarımız Taylan Köken 1966 yılında Bakırköy’de doğdu. Baba tarafı Girit göçmeni, anne tarafı Selanik muhaciri. İlk, Orta ve Meslek Lisesi eğitimini Bakırköy’de tamamladı. Marmara Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi’nden ‘Elektrik Öğretmeni’ olarak mezun oldu. Ticaret hayatına atılan Köken elektrik taahhüt, toptan malzeme satışı üzerine ve data-fiber kablolama sektöründe faaliyet gösteren firmalar kurdu, yurtiçiyurtdışı birçok büyük projede ortaklarıyla birlikte çalıştı. 2010 yılında emekli oldu ve 25 yıldır geldiği, 15 yıldır ev sahibi olduğu Ayvalık’a yerleşti. Evli ve bir kızı var. Kitap, tarih, arkeoloji ve sosyoloji üzerine yıllar içinde oluşturduğu araştırmalarını kurduğu kişisel bloglarda yayınlayan Taylan Köken, özellikle Aiolis bölgesinin tarihi ve arkeolojisi ile Türkiye türbeleri üzerine hazırladığı kapsamlı yazılarını dosya haline getirerek “Bilgi paylaşılmalıdır” düşüncesiyle herkesin kullanımına açtı. Lütfi Zafer Demirer ve kısa süre önce aramızdan ayrılan Cihat Teker'le birlikte Ayvalık üzerine sunumlar ve görsel arşiv çalışmaları yapmaya başladı.

39


Mühendislik/mimarlık alanındaki teorik ve deneysel makalelere yer veren Trakya Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Dergisi haziran ve aralık aylarında olmak üzere yılda iki sayı çıkıyor. Derginin Aralık 2014 tarihli 2. sayısında ‘Ayvalık Tari̇hinde Zeyti̇nyağı Üreti̇m, Depolama ve Satış Binalarının Yeri̇ ve Önemi̇’ başlıklı bir araştırma gözümüze çarptı. Balıkesir Üniversitesi, Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü öğretim görevlisi Hatice Uçar imzalı çalışmada yöntem olarak; Ayvalık’ta 19. yüzyılda inşa edilmiş zeytinyağı üretim, depolama ve satış binalarının kent kültürüne getirileri, geçmişten günümüze değerleriyle ele alınmış. Bunun yanında, sosyo-kültürel alt yapı bağlamında, mekansal kurguları, yapım sistemleri ve cephe karakterleri incelenmiş.

H

AYVALIK ZEYTİN ENDÜSTRİSİ BİNALARI 19. YÜZYIL MİMARİ DÜŞÜNCE VE BEĞENİSİNİ YANSITAN ÖZGÜN VE ENDER ÖRNEKLERDİR

atice Uçar, ‘Ayvalık Tarihinde Zeytinyağı Üretim, Depolama ve Satış Binalarının Yeri ve Önemi’ başlığını taşıyan çalışmasının başında, Ayvalık’ın 19. yüzyılın sonlarına doğru ticari yönden önem kazandığını belirtiyor ve bu gelişmeye koşut olarak kentte üretim/depolama/ satış şeklinde seyreden ticaret, fabrika, depo ve ticarethane işlevli neo-klasik yapıların inşa edildiğine dikkat çekiyor. Bu yapıların çoğu günümüzde de ayakta ve Ayvalık tarihi dokusunda, kentin siluetindeki hakim durumlarını sürdürüyorlar. Ayrıca yapıldıkları dönemde Ayvalık’taki ticari yaşamı gözler önüne sermeleri ve kent sakinlerinin sosyal yaşamları hakkında bizi aydınlatmaları bakımından da özel bir öneme sahipler. Akademisyen Hatice Uçar araştırmasında önce geçmişe

40

bakıyor ve Ayvalık ekonomisinde yaşanan gelişmeleri özetliyor. Buna göre, Ayvalık antik dönemde Midilli kentinin iç bölgesinde yer alan bir tarım alanı… Korsanlardan korkan yerli sakinler 6. yüzyılda kenti boşaltıyor ve çevredeki iç bölgelere yerleşiyor. Aynı sakinler 10. yüzyılda bugünkü Cunda adasında ‘korunaklı ve küçük’ yeni bir yerleşim oluşturuyor. Bu yerleşim 1462 yılında yani Fatih Sultan Mehmet’in Midilli’yi aldığı dönemde yıkılıyor.

16. yüzyıl sonlarında yöreyi toplu halde terk eden yerli halkın önemli bir bölümü, denizden gelebilecek tehlikelere karşı daha güvenli bir yerleşim oluşturmak amacıyla körfezin iç bölgelerine geçiyor. Korsanlara ait eski iskelenin bulunduğuu alanda, ayva ağaçlarının altına evlerini kuruyor. Bu yeni yerleşimin özelliği Hıristiyan ve Müslüman halkın bir arada

yaşaması… Kentin ilk kilisesi olan eski Taksiyarhis’in yakınlarında konuşlanan bu yeni yerleşim kilisenin etrafında hızla büyüyor. 18. yüzyılın ortalarında Ayvalık’ın dört mahallesi var: Taksiarhis, Agios Dimitrios, Aglosloannis ve Mesi Panaya… 1773 yılına gelindiğinde, papaz Ioannis Economos tarafından Ayvalık için sağlanan ayrıcalıkla birlikte kent hızlı bir gelişme gösteriyor. Bu dönemde ekonomisi zeytin, zeytinyağı, sabun üretimine ve zeytinin yan ürünlerine dayandığından, Ayvalık’ta yeni bir tüccar, denizci ve üretici sınıf oluşuyor. Sonuçta, Ayvalık bölgenin en önemli sanayi kenti haline geliyor. 18. yüzyılın başlarında bölgeye yeni yerleşenlerin yetiştirdikleri zeytinlikler bölgenin ekonomik bakımdan gelişmesinde etkin bir rol oynuyor. 19. yüzyılın hemen başında, 1803’te


kurulan Akademi’yle birlikte Ayvalık bölgede aynı zamanda önemli bir eğitim merkezi kimliği kazanıyor. Bu dönemde Ayvalık bölgenin tamamıyla birlikte hem ekonomik bakımdan hem de kentsel gelişme yönünden öne çıkıyor. Ancak 1821 Yunan ayaklanmasıyla başlayan çatışmalar ve çıkan yangınlar Ayvalık’a büyük hasar veriyor. Yerli halk Ege Bölgesi’nin her tarafına ve Peloponnes adalarına sığınıyor. 1832’de padişah çıkardığı bir fermanla yerli halkın geri gelmesine izin verince 20.000 kişi yeniden Ayvalık’a dönüyor. Kentteki hasarlı yapılar yerli ustalar tarafından geleneksel teknikler kullanılarak yenileniyor. Kentte imar faaliyetleri 1856 Tanzimat reformlarıyla birlikte iyice hızlanıyor. Neo-klasik üslupta yapılar inşa ediliyor. 1870’den sonra bölgenin tamamı hızlı bir gelişme ivmesi yakalıyor. 20. yüzyılın ilk yıllarında Ayvalık bir önemli gelişme daha yaşıyor. Kentin zengin sakinleri dönemin belediyesinin hazırladığı ve Ayvalık’taki yerleşmenin güneye doğru yayılmasını hedefleyen imar planları çerçevesinde oluşturulan büyük parseller üzerinde, deniz kıyısında büyük yazlık konutlar yaptırıyorlar. Ancak on bir mahalleden oluşan kentteki imar faaliyetleri Birinci Dünya Savaşı başlayınca duruyor. 1922’de Ayvalık bir süre boş kalıyor. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması kapsamında Türkiye ve Yunanistan arasında dine dayalı nüfus değişimi yapılıyor. Ayvalık’tan, bölgeden ve Anadolu’nun diğer kesimlerinden Midilli, Girit, Yunanistan’a zorunlu göç eden Hıristiyan halktan boşalan yerleşmelere Makedonya, Midilli, Girit ve Yunanistan’dan gelen Müslüman halk yerleştiriliyor.

Ayvalık ekonomisinde önemli bir yer tutan zeytin, tuğladan yüksek bacaları ve büyük boyutlu kütleleriyle Ayvalık tarihi yerleşmesinin siluetine hakim olmakla kalmayıp kentin tarihi kimliğine anlam katan, çoğu üçgen alınlıklı binalarda işlenirdi. Bu binalar yörenin ehli ustaları tarafından taş ve harman tuğla kullanılarak inşa edilmişti. OSMANLI SARAYININ ZEYTİN, ZEYTİNYAĞı VE SABUN İHTİYACININ TÜMÜNÜ EDREMİT KÖRFEZİ KARŞILIYORDU Hatice Uçar’a göre, Edremit Körfezi’nde çok eski dönemlere ait iskelelerin varlığı körfezde zeytin, zeytinyağı ve zeytin ürünleri ticaretinin yurt içinde ve yurt dışında yapıldığını günümüzde vurgulayan görsel belgeler… Osmanlı sarayının zeytin, zeytinyağı ve sabun ihtiyacının tümü yine buradan karşılanıyor. İmparatorluk döneminde bazen çoğalan bazen azalan zeytinyağı üretimi 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek artıyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yabani zeytinler aşılanıyor ve yetişebildiği alanlarda fidanlıklar oluşturuluyor. Dahası, üreticilere aşılı zeytin fidanları dağıtılıyor. Edremit Körfezi ve özellikle Ayvalık sabun imalatı ve zeytinyağı üretiminde çok ilerliyor. İstanbul Eminönü Yağ İskelesi’nde bürolar açılıyor. Edremit, Ayvalık ve körfezin kıyı kesiminde inşa edilen zeytin ve zeytinyağı fabrikalarından elde edilen ürünler deniz yolu kullanılarak gemilerle İzmir’e ve

İstanbul’a, buradan da yurt içine ve yurt dışına gönderiliyor. Bu dönemde zeytin, ‘mengene’ adı verilen geleneksel mekanda, geleneksel yöntemle sıkılıyor ve zeytinyağı öyle elde ediliyor. Mengeneler buharlı sistem kuruluncaya kadar zeytinin sıkılarak zeytinyağının elde edildiği mekanlar. 1876’da Edremit Körfezi’nde 46 mengene olduğu saptanmış. 19. yüzyılın sonlarına doğru Edremit’te mengenelerin yerine zeytinyağı fabrikaları inşa edilmeye başlıyor. Zeytinyağı fabrikalarının içine kurulan buharlı sistem için yüksek ve geniş bir mekan gerektiğinden buharlı sistem mevcut mengenelerin içine kurulamıyor. Bu nedenle yeni fabrika binaları yapılarak yağhaneler yeni mekanlarına taşınıyor. Ayvalık’ta ilk zeytinyağı fabrikasının ne zaman faaliyete geçtiği tam olarak belli değil. 19. yüzyılda R. Hadkinson tarafından kurulduğu tahmin ediliyor. 1884’te zeytinyağı üretimi yabancıların dikkatini çekiyor ve geleneksel yöntemle mengenelerde zeytinin sıkılarak yağın alınması şeklindeki üretim İngiliz R. Hadkinson’un getirdiği makinelerin yer aldığı mekanda daha gelişmiş bir yöntemle elde edilerek fabrika yapılarının kurulmasının başlangıcı oluyor. Zaten İzmir’de birçok fabrikası olan zeytinyağı üreticisi R. Hadkinson 1884 yılında Ayvalık’ta bir zeytinyağı tesisi kurarak işini genişletmiş. Ayrıca kıyı şeridinde de çok sayıda zeytinyağı fabrikası yaptırdığı biliniyor. PENCERELER GENELLİKLE DİKDÖRTGENDİR AMA KARE FORMLU OLANLARINA DA RASTLANIR Hatice Uçar araştırmasında daha

41


sonra Ayvalık’taki zeytinyağı fabrikalarının mimari özellikleri üzerinde duruyor. Fabrikalar genellikle dikdörtgen biçimli ve büyük boyutlu. Tek mekandan oluşuyorlar. Çoğunlukla parselin tamamına oturtuldukları gözleniyor. Ahşap kapıları 1.501.60 m. genişliğinde ve çift kanatlı. Yapıların tamamı sokakla doğrudan ilişkili. Cephe düzenlerine göre incelendiklerinde tek katlı ve eğimli çatılılar, 2 ve 3 katlı olup çatıları farklı olanlar şeklinde

gruplanıyorlar. Ayrıca yapının girişleri dikkate alınarak, çift girişliler, kısa ve uzun cepheden girişi olanlar, simetrik girişliler ve asimetrik girişliler olarak da alt gruplara ayrılıyorlar. Çift girişli olanlar iç mekanda bölünmüş ve iki ya da üç mekân oluşturulmuş. Katlı olanlarda bir köşede merdiven bulunuyor. Kat yükseklikleri her birinde farklı ve 3-3.5 m. arasında. Zeytinyağı fabrikalarının cepheleri neo-klasik mimari özellik taşıyor.

Etrafı taş söve ile sınırlanan kapı ve pencere düzenlemeleri cepheleri zenginleştirdiği gibi cephelerin masif görünümünü de hafifletiyor. Çoğunlukla dikdörtgen biçimli olan pencerelerin genişiliği 70–80 cm., yükseklikleriyse 160-180 cm. Ancak bazı örneklerde kare formlu pencerelere de rastlanabiliyor. Dış cephede pencerelerin önlerinde demir parmaklık bulunuyor. Yine dış cephede üstte taş kemerle sonlanan kapı ve pencerelerde kemerin orta aksında kilit taşı yer alıyor. Fabrikaların beden duvarları pembe volkanik taşlardan örülmüş; duvar köşeleri, kapı ve pencere söveleriyle saçak silmeleri düzgün kesme kaplanmış. Katlı örneklerde üst kat taban ve pencere söveleri saçak silmeleri düzgün kesme taşla, duvarların diğer bölümleri kaba yontu taştan örülmüş. İç mekan taban döşeme kaplaması da yine aynı cins taştan oluşturulan plaka taşlarla kaplanmış. Katlı örneklerde üst kat taban döşemesini oluşturan kirişler ve kaplaması da ahşap ve çatı aksamı iç mekandan görülebiliyor. Ne var ki, özgün konumuyla günümüze gelebilen yapı sayısı oldukça az. AYVALIK’IN ESKİ FOTOĞRAFLARI İNCELENDİĞİNDE GÜNÜMÜZ AYVALIK’INDA TUĞLA BACALARIN VE ÜÇGEN ALINLIKLARIN SAYISININ GİDEREK AZALDIĞI AÇIKÇA GÖRÜLÜR Kullanılmayan zeytinyağı

42


fabrikalarının çok kötü durumda bulunduklarına, bazı örneklerin iyi durumda, bazı örneklerin ise orta hasarlı olduğuna değinen Hatice Uçar, yapıların bazılarının az değiştirildiğini ve özgün değerlerini koruduklarını ekliyor. Bozulmalar çoğunlukla özgününde var olan kapı veya pencere boşluklarından bazılarının kapatılması, taban döşeme kaplamasının değiştirilmesi ve yapıya sonradan betonarme bir bölümün eklenmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Ayvalık’ın eski fotoğrafları incelendiğinde günümüz Ayvalık’ında tuğla bacaların ve üçgen alınlıkların sayısının giderek azaldığının açıkça görüldüğünü vurgulayan Uçar, bozulmaların araç trafiğinin artması, alt yapının günümüz nüfusuna göre yetersiz kalması, farklı işlev yüklemenin getirdiği değişiklikler ve boş bırakılanların uzun süre bakımsız kalmaları gibi nedenlerden kaynaklandığına dikkat çekiyor. Ona göre bu yapılar günümüzde en fazla otopark olarak kullanılmakta.

Ayvalık’ta öncelikli ve önemli sorun trafik. Kent içi trafik akışının yeniden planlanması gerekiyor. Otopark sorununa da kalıcı bir çözüm getirilmeli. Yapılar için acil koruma ve kurtarma müdahalelerinin belirlenmesi gerekli. Bu yapıların yer aldığı alanın görünümünün düzeltilmesi ve alanın çekiciliğinin arttırılması için alana müdahaleler yapılmalı.

‘ENDÜSTRİ MİRASI’ YAPILAR YENİ İŞLEV VERİLEREK KORUNMALI VE TURİZME AÇILMALIDIR

“A

yvalık Kent Merkezi’nde siluetin önemli öğesi olan bacaların haricinde, sokak kapılarının ve kent mobilyalarının öncelikle korunmaları gereklidir. Kullanım/koruma ilişkisi bağlamında Ayvalık tarihi dokusunda yer alan endüstri yapılarının yeni işlev verilerek korunabilmesi için kentin turizme açılması hedeflenmelidir. Öncelikle turizm eylemi için gerekli olan öğeler oluşturulmalıdır. Özellikle ‘Endüstri Mirası’ yapılarının olduğu alanda bu yapıların tamamının turizm amaçlı kullanılabilmesi için turizmle ilgili ihtiyaç programı ve gerekli mekan kapasiteleri hazırlanmalıdır. Bu bağlamda konaklama, restoran, bar, kahve; iç sokaklarda da turistik eşya ve yerel ürün satış birimleri, sergi salonları ve toplantı salonları tasarlanmalıdır. Gerek Ayvalık’ta ve gerekse Edremit Körfezi’nin kıyı kesiminde inşa edilmiş olan zeytinyağı fabrikaları ve sabunhaneler 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ‘Endüstri Mirası’ kabul edilmiş ve bu mekanlar bilimsel olarak tartışılmaya başlanmıştır. Bu amaçla İngiltere’de 1973 yılında Uluslararası Endüstri Mirasını Koruma Komitesi kurulmuştur. ‘Arkeolojik Miras’ olarak değerlendirilen bu yapıların korunmaları için çalışılmıştır. Ayrıca 1999 yılında kurulan Avrupa Endüstri Mirası Güzergahı Kurumu Avrupa’daki endüstri bölgelerinin korunmasının kamuoyu tarafından sağlanmasını ve bu alanlara ilginin arttırılarak turizme açılması çalışmalarının başlamasını amaçlamıştır. Türkiye bu kuruma üye değildir. Ancak birkaç endüstri mirası yapımız bu kurumun listesinde yer almaktadır. Öneri olarak; Ayvalık zeytin endüstrisi binaları, 19. yüzyıl mimari düşünce ve beğenisini yansıtan özgün ve ender örneklerdir ve dönemin mimari felsefesini yansıtmaktadırlar. Bu nedenle literatüre aktarılmaları yararlı olacaktır.”

TEMMUZ 2016 YIL: 2 SAYI: 23 Ayvalık Belediyesi Adına İmtiyaz Sahibi GÖKAY BACAN Yayın Yönetmeni BÜLENT ŞENTAY Yayın Koordinatörü GÜLBENİZ ŞENTAY Sorumlu Yazı İşleri Müdürü HALİL ERGÜL Grafik Tasarım KEMAL OKUR Katkıda Bulunanlar Doç. Dr. AYHAN GÖKDENİZ HÜSEYİN GÜVEN UĞUR DÜNDAR TAYLAN KÖKEN SERKAN KİBAR Yayın Türü Yerel, Aylık, Süreli Adres: Fevzipaşa-Vehbibey Mah. Sahil Boyu Cad. 1. Sokak No: 1 Ayvalık Tel: 0(266) 312 10 21 aydabirayvalik@gmail.com Basım Yeri Anadolu Ofset Tel: (0212) 567 89 93 Davutpaşa Cad. Kazım Dinçol San. Sit. 81/87 Topkapı, İstanbul Sertifika No: 16231

Bu dergide yer alan yazılar, yazarların kişisel görüşleridir, Ayda Bir Ayvalık sorumluluk üstlenmez. Yazı, fotoğraf ve konular izin alınarak kullanılabilir.

43


BİR ZAMANLAR CUNDA…

yvalık’ın mücevheri Cunda’dan eşine az rastlanır güzellikte ve ‘tarihi’ değer taşıyan bir fotoğraf… Tahminen 1960’lı yılların başlarında çekilmiş.

A Fotoğrafın sağında, uzaklardan bakanları görkemli duruşuyla selamlayan, Cunda’ya denizden gelenleri ise bugünkü kaderine terkedilmiş haliyle bile heybetiyle etkileyen 1862 tarihli Despot’un Evi… Bu gösterişli yapı

bir süre ilkokul olarak hizmet verdi, sonra yetiştirme yurduna dönüştürüldü.

Fotoğrafın ortasında, 2. Abdülhamit’in adada görevli az sayıdaki devlet memuru için yaptırdığı küçük ve zarif Hamidiye Camisi... Arkada, az ötede deniz… Evet, burası Cunda… İnsanlarıyla, doğasıyla, tarihiyle, mimarisiyle, lezzetleriyle görülmeye değer ada.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.