AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 111. Sayı Yayın Kurulu Deniz Eren Gülbike Yıldırım Onur Keşaplı Özgür Keşaplı Didrickson Selin Gündüz Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Pandora’nın Kutusunun Açılışı Frederick Stuart Church 1883 Arka Kapak Temel İçgüdü Paul Verhoeven 1992 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
5 Tabuda Radikal Dönüşüm: Modern Öncesi İnsanın Tabusu Ölümden Modern İnsanın Tabusu Ölmemeye Gevher Gökçe
8 40
Sınırsızlığın Kesiştiği Tabular: Marina Abramovic Fırat Tunabay
Söyleşi: Gamze Süner Atay & Ayşıl Susuzlu
55 62
Aşk, Tabu, Cinsellik Deniz Eren
Merak İyidir Mustafa Bilgin
41 50
Tabuları Yıkan Bir Tiyatro: Tiyatro Pangar İlkay Sevgi
Editörden
68
Yeni Dönem Sinemanın Tahrip Gücünden Yoksun Mayınlı Bölgeleri Onur Keşaplı
4
74 Kötülükte Tutucu Zamanlar Cemal Öztürk
78 81
Yaşamın İçinden, İçimizdeki Korku Selin Gündüz
İntihar Nilgün Zülfü Işık
86 90
Mastürbasyon ve Evrim Çağrı Mert Bakırcı
Kiler Sude Özben
Tabii / Tabu Mustafa Bilgin
91 106
Freudculuğun Eleştirisi Kaan Arslanoğlu
5 EDİTÖRDEN
İnsanlığın yeryüzündeki -kutsal kitapları öncesinde ve sonrasında fazlasıyla aşan- macerasına bakıldığında merak unsurunun tetikleyici gücü göz ardı edilemez. Bilmediğini, tam olarak kavrayamadığını merak etmek türümüzün, kendisine rağmen, özünde yer alan ilk devrimci edim şeklinde görülebilir. Buna karşılık en az merak kadar eskiye dayanan ve merakı, törpülediği ölçüde sivrilten, bu açıdan bakıldığında insanlık tarihinin en temel kavramlarından olarak yorumlanabilecek “tabu”nun varlığı türümüzü sarmalıyor. Bilinmeyi bildiği ya da bilmek istediği şekilde yorumlamaya kalkan insan, kimi zaman kendini korumaya alma kimi zamansa başkalarını boyunduruk altına alma amacıyla tabulara başvurmuştur. Dergi boyunca farklı tanımlarına erişebileceğiniz tabu, dinsel yönelimleri ve pek tabi bunların söylem, eylem ve anlatılarını da şekillendirmiştir. Antik çağlarda asla açılmaması gereken bir sandığa hapsedilen türlü kötülüklerin Pandora’nın merakı tarafından dünyaya salınması veya yasak meyvenin Havva tarafından Âdem’e uzatılması, olumsuz anlamlar yüklü anlatılar olmanın yanında, farklı okumalara da imkân tanımakta. Belli bir yaklaşıma göre inanç sistemleri için kadının “merak” unsuruyla eksikli gösterilmesi söz konusu iken, başka bir bakış açısıyla kadının tarihin akışına sürat kazandıran, erkekten önce, öncü devrimci olduğunu pekâlâ dillendirilebilir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne de değinmeden geçemeyeceğimiz bu sunuşta, kadının zekâsı ve gücünün baskılanmaya çalışılmasının yukarıda andığımız anlatılardan beslenen bir birikime dayandığını vurgulamak gerek. Kadını kapalı kutuya hapsedip tabulaştırmanın bu kez
6
erkeğin merakını tetiklediği ve söz konusu kadına yönelik arzu edimiyle Âdemoğlunun, şefkatten şiddete varabilen uçlardaki etkileşim gösterdiği biliniyor. İnsanın tabu karşısında yenik düşmesi, arka kapağımızda yer alan, Paul Verhoeven’in 1992 tarihli kült filmi Temel İçgüdü’nün (kötü) ünlü sorgu sahnesinde doruklarından birini yaşıyor. Bir oda dolusu deneyimli dedektifin, tabulaştırılan bir kadın ve onun vajinası karşısında nasıl denetimi yitirdikleri ve adeta “tutuklandıklarını” görmek filmin şiddet-cinsellik tabularına eğilen içeriğinin ince zekâsını da gözler önüne seriyor. Tabularla devinim sağlayan gezegenimizde bu başlığa yönelik ne yazık ki en zengin zaman ve mekânına sıkışmış vaziyetteyken ele aldığımız tabu dosyası, zihinlerimizi sivriltmeye, keskinleştirmeye ve elbette bizleri uçlarda, yükseklik/alçaklık korkusu olmadan yürümeye davet ediyor. Yıllardır düzenlediği Ölüm, Sanat ve Mekân etkinlikleriyle özgün bilimler çalışmaların ortaya konmasını sağlayan değerli akademisyen-yazar Gevher Gökçe, tarih boyunca başkalaşım geçiren ölüm olgusunu, günümüzde küresel bir tabu halini alma yolunda ilerleyen ötanazi ile kapsamlı bir şekilde işliyor. Değerli karikatürist Mustafa Bilgin’in iğneyi tabuya çuvaldızı çoğunluğa batırdığı çizgileri dosyamıza katman ve renk katıyor. İlgiyle takip ettiğimiz Evrim Ağacı ekibinin, tabuların tabusu halini alan mastürbasyon üzerine evrimsel çalışması bu kez Azizm okurlarıyla buluşuyor. Dosyanın farklı metinlerinde, tabuları açığa çıkaran düşünür oluşu ezberiyle karşımıza çıkan Sigmund Freud’u eleştirmenin bir tabu olduğu ülkemizde, değerli aydınımız Kaan Arslanoğlu, yapılamayanı yapıp, Freud tabusuna hücum ederek bilimin güçlü eleğinden geçmeye zorluyor Freud’u, düşüncesini ve taraftarlarını. Son yıllarda ülkemizle birlikte dünyada da daha yüksek sesle tepki konmasına karşın halen başat bir tabu olarak hasıraltı edilen ensest olgusuna karşı başkaldıran tek kişilik sah-
neleme Törpü oyununa uzandığımız söyleşimizde, Törpü’nün mimarları olan tiyatro sanatçısı-eğitmen Gamze Süner Atay ve psikolog-yazar Ayşıl Susuzlu ile söz konusu kavramın sanatsal, toplumsal ve evrimsel duraklarını konuşuyoruz. Sahne sanatlarının gösteri sanatına evriltildiği dönemin parlak yıldızı Marina Abramovic üzerinden tabuları yıktığı iddia edilen yöntemlerin işlevselliğini masaya yatırırken tabuya farklı tonlardan eğilen öykü, şiir ve denemeler de sayfalarımızda. Sinema yazılarımızda ise Steven Shainberg’in yönettiği Sekreter başta olmak üzere dünya sinemasının farklı coğrafyalarında mayınlı bölgelere dalarak tabularla yüzleşen Rania Attieh ve Daniel Garcia ikilisinin yazıp yönettiği H., Jorge Forero’nun Şiddet’i, Margarita Manda’nın ikinci uzun metrajı Sonsuza Dek, Jaime Rosales’in yönetiminde Güzel Gençlik ve yönetmenliğini Michael Madsen’in üstlendiği Ziyaret filmlerinin eleştirileri yer alıyor. Kapatırken ülkemizin en yeni ve güzide tabusu olan “Hayır”ı da unutmamalı çünkü Kral Çıplak! Tabuları silkelemek adına, sanatla kalın dostlar, Başkanlığa Hayır! Azizm’in Notu: Nisan 2017 tarihli Azizm Sanat E-Dergi’nin 112. sayısı için, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video ve fotoğrafı 31 Mart tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
7
8
Tabuda Radikal Dönüşüm: Modern Öncesi İnsanın Tabusu Ölümden Modern İnsanın Tabusu Ölmemeye Gevher Gökçe
Ülker ve Altan Çetin’in aziz hatıralarına… [1]
İçeri girmiş olan ve Memnuniyetle yeniden dışarı çıkmak isteyen için kapı yoktur, Düzlüklerde, taşlarda bir açıklık yoktur. Bundan böyle karanlık mezarda kalacaksın Ama ben, senin acınla kahrolmak için kalıyorum. Kırgız büyüsü Acısına sokulabilmek olanaksızdı Ölümü geciktirmeye çalışmak sadizm Bir tabanca edinmek, annemi vurmak; onu boğmak… Romantik, saçma, boş düşünceler…
Simone de Beauvoir
Belki de hayatın kutsallığı dogmasının kökenini araştırmak gerekiyor. Bu belki de, hatta büyük bir olasılıkla, zayıf düşmüş Batı geleneğinin, kozmolojik bilinmezlikte yitirdiği azizi bulmak için yaptığı son yanlış girişimdir. Walter Benjamin Tabu… Kökeni belli olmayan, ortaya çıkış zamanı bilinmeyen, akla uygun hiçbir gerekçe sunmaya ihtiyaç duymaksızın, sorgulan[a] maksızın hayatın gerçeği olarak kabul edilen yasak, buyuranı meçhul, koşulsuz buyruk… Wilhelm Wundt, Halkların Ruhbilimi (Völkerpsychologie) adlı eserinin Mit ve Din (Mythus und Religion) adlı ikinci cildinde, tabunun “insanlığın yazılmamış en eski yasası” olduğunu belirtir. Tabu
tanrılardan daha eskidir ve bu eskilik dinden önceki bir döneme kadar uzanmaktadır. O halde tabu, “dokunulmazlığı” sayesinde, günümüzden geçmişe uzandığı ölçüde bugün bulunduğu noktadan geleceğe doğru da uzanabilecek, böylece, “ilkel” [2] toplumlardan gelecek kuşaklara doğru, karanlık, dibi görünmeyen, sonsuz ve bazen de uğursuz bir nehir gibi akıp gidebilecektir. Öte yandan, toplum kimi zaman kendi korkularını, mantık ve etik dışı arzularını ezelî yasakların kılıfına büründürerek, bir tabuyu deforme edebilir, sahte ya da melez tabular da yaratabilir. Bu yazı işte böyle bir dönüşümün izlerini sürme denemesidir. Sigmund Freud, Totem ve Tabu: Vahşilerin ve Nevrotiklerin Ruhsal Hayatlarındaki Bazı Uyuşmalar’da (Totem und Tabu: Einige Übereinstimmungen im Seelenleben der Wilden und der Neurotiker) şöyle yazar: “Bizim için tabunun birbirine zıt iki anlamı vardır: bir yandan kutsal (sacré), kutsallaştırılmış (consacré) anlamlarına; diğer yandan da tehlikeli, yasak, kirli anlamlarına gelir. […] Bizdeki ‘kutsal korku’ tamlaması çoğu durumda tabu anlamını karşılar.” Giorgio Agamben’in ifadesiyle, “sacer, kirletmeksizin ya da kirlenmeksizin dokunulamayan kişilere ya da şeylere” işaret eder. Bu bağlamda kutsallıkla kirlilik aynı eylem ve varlıkta buluşur. Lânetli olan, tanrılar için kurban edilerek kutsal kılınır, kirli eylem kutsallaştırma yoluyla aklanır; kutsal şeylere dokunmak tabu, ancak kutsal insanı öldürmek meşrudur. Dolayısıyla da “homo sacer” kurban edilmek suretiyle “ölüler dünyasının tanrılarına adanan bir suçlu kutsaldır”. Tabuda hem tanrı, hem şeytan gizlidir, “ölüm”de de olduğu gibi. René Girard, ”kötücüllük-iyicillik ikiliği, ölümün maddesel yanında bile bulunur” der. Bu bağlamda ileride kısaca değineceğimiz ata kültü hatırlanabilir.
9
10
“İlkel” kültürlerde ölüm kötücül ya da tanrısal bir iradenin ürünü olarak kabul edilmiştir. Öte yandan, bireyin toplumun gerçek bir parçası olduğu ve ancak grup aracılığıyla var olabileceği bir düzen içinde, söz konusu olan bireyin değil toplumun ölümüdür; ölüm olayı grubun kendisini tehdit etmekte, Lucien Lévy-Bruhl’un ifadesiyle “tözünden bir parçasını alıp götürmektedir”. Lévy-Bruhl ilkel insanda topluluk içinden birinin ölümü durumunda, diğerlerinin ölüme karşı duydukları korkunun gerçekliğini “belki de ölmektedirler!” ifadesiyle vurgular. Çünkü “ilkel” toplumda “biri öldüğü zaman, bir anlamda grup da ölmeye başlamaktadır. Zira gerçek canlı grubun kendisidir”. Topluma yönelik bu “saldırı” karşısında, düzeni yeniden garanti altına alma işlevi üstlenen mekanizmaların derhal devreye girmesi kaçınılmazdır; bu bağlamda ölüm kavramı ile ilişkili tüm ritler, törenler ve tabular “ölüden çok tamamlayıcı bir parçası olduğu gruba, ölümü nedeniyle vermiş olduğu zararın telafisiyle ilgilidir”. Northcote Thomas, Encyclopedia Brittanica için yazdığı Tabu (Taboo) makalesinde, tabunun kaynağının insanlarda ve hortlaklarda bulunan ve cansız eşyaya da geçebilen garip bir güçte olduğunu yazar: “Tabu sayılan kimseler ve şeyler elektriklenmiş eşyaya benzetilebilir. Bu gibi insanlar ya da eşya öyle korkunç güç kaynaklarıdır ki, elektrikleri dokunmayla geçebilir ve bu elektriğin boşalmasına neden olan canlı dayanıklı değilse üzerinde yıkıcı etki yapar.” Dolayısıyla tabu, kendini doğrudan dokunma eyleminde gösterir. Ölümün “bulaşıcı” olduğu düşüncesinin temelinde bu korunma içgüdüsü yatar. Lévy-Bruhl’a göre, “ölümün bulaşıcı olduğunu söylemek, bir ölünün huzurunda, aynı gruba ait üyeleri birbirine bağlayan sıkı dayanışma düşüncesinin her birine yoğun bir şekilde dayatılması demektir.” Ölü tabusu bazı ilkel topluluklarda yalnızca ölülere, ölünün mekânına ve eşyalarına değil, yas tutanlara, yas tutanların mekânına
ve eşyalarına da uygulanan – deyim yerindeyse- bir şiddete dönüşür. İngiliz Kolombiyası’nda, ölünün ruhunun içeri girmesine engel olmak amacıyla, yas tutanların dikenli çalılar üstünde uyuması bu konudaki çarpıcı örneklerden yalnızca biridir. Son derece yaygın olan ölünün adını anma yasağı Afrika’da Masailer tarafından kişiye ölür ölmez yeni bir isim verilmek suretiyle uygulanır ve böylece canlılar ölünün eski adının getireceği tehlikelerden korunurdu. James Frazer, Büyü Sanatı ve Kralların Evrimi (The Magic Art and the Evolution of Kings) adlı çalışmasında Victoria ve Kuzey Amerika’daki birçok boyda ölünün bütün akrabalarının adlarının değiştirilmesine kadar varan bu tabunun en uç örneğini yerli dilini öğrenmekte güçlük çeken misyoner Dobrizhofer’den aktarır: Paraguay’daki bazı boylar ölünün ardından, yalnızca topluluğun bütün üyelerine yeni isimler takmakla kalmazlar, aynı zamanda ölünün adıyla benzeşen bütün hayvan, bitki ve eşyaların adlarını ve hatta ilgili fiilleri de değiştirirlerdi. Ölünün adıyla ilgili tabuyu anlayabilmek için, günümüzün maneviyatçı bir metafizik yaklaşım içeren “ruh” sözcüğünün, ilkel insanın inancına göre ölümden sonra bedeni terk eden ve ne tamamen maddi, ne de tamamen manevi olan “şey”in karşılığı olamayacağını hatırlamamız gerekiyor. Kişinin - özellikle de kahramanın - ruhunun herhangi bir eşyanın veya canlının içinde saklı olarak da var olmaya devam edebileceği inancı, “ruh”u daha çok yaşamı sağlayan değişik güçlerin tamamını kapsayan bir kavrama dönüştürmekte. Bu bağlamda, “ilkel” insanın düşüncelerini kendi kavramsal çerçevemiz içine sokmaya çalışmanın anlama ihanet etmek olacağına işaret eden Lévy-Bruhl, “ilkel” düşünceye sadık kalmak adına, “tin, gölge, hayalet, ölünün ruhu” gibi ifadeleri de reddederek, “ölü adam” ya da yalnızca “ölü” demeyi tercih eder. Tryjarski ise, ölüler ülkesine ulaşması için gereken
11
12
süre boyunca yaşayanları duyup anlayabildiğine inanılan ve ölümden sonra da var olarak, bu dünyaya müdahale edebilen bu ruh biçimini “ölülerin canları” olarak tanımlar. Bu bağlamda, dokunma tabusu hastalığın “can”ı olan “ruh”un ölünün cesedinde ve eşyalarında yaşadığına dair inançla ilişkilidir. Özellikle çürüme aşamasında, ölü tekinsiz ve tehlikelidir; Robert Henry Codrington, “vücut çürürken, ölü, güçsüz demektir” der. Ancak koku ortadan kalkıp ölüden geriye yalnızca “ak kemikler” kaldığında, korku ve tiksinti yerini saygıya bırakacak, tabu olan kutsal olana dönüşecektir, çünkü ölü gücünü toplamış, topluluk adına “faydalı” hale gelerek, tekrar yaşama katılmış ve ata statüsüne yükselmiştir. Mircea Eliade’nin ifadesiyle, “kürek kemiği sürekli yenilenen ‘tüm hayat’ın sembolüdür”, en önemli ata mirası ve aynı zamanda kehanet aracı olarak, iskelet geçmişten geleceğe uzanır. Birçok toplumda iyicillik ve doğurganlık gibi erdemler atfedilen beyaz ve kuru kemiklerin koruyuculuğuna inanılır ve ailenin ölmüşlerinin kafataslarına sahip olmak saygın bir soy kütüğünün şartı sayılırdı.
Ölü tabusu, ölümün bulaşmasından olduğu kadar, tekinsiz ruhun geri gelip yaşayanlara musallat olmasından duyulan korkudan da beslenir. Bu bağlamda, günümüze kadar uzanan bazı yas davranışlarının kökeninde de, kayıptan duyulan acıyı dışa vurarak “şifalanmaktan” çok, ölüyü kendisi için çekilen acıyı görünür kılmak suretiyle hoşnut ederek öfkesini yatıştırma ve aynı zamanda, artık ait olduğu ölüler dünyasına gitmesini sağlayarak kendisinden korunma refleksi yatar; nitekim Lévy–Bruhl, Watubela adalarında müthiş bir yaygara koparan ve kendilerini yerden yere atan yerlilerin ölüye ölmüş olduğunu anlatmayı amaçladıklarını aktarır. Orta Asya Türklerinde de aynı amaçla gerçekleştirilen yüksek sesle bağırma, giysileri ve yüzü yırtma geleneğinin, İslâmiyet’in yasaklarına direnerek Osmanlı sultanlarının cenazelerinde sürdürülmesini ve bugün hâlâ Anadolu’da yaşıyor olmasını tabunun gücüne bağlamak yanlış olmayacaktır. “İlkel” ve geleneksel toplumlar için tek geçerli gerçek olan mitolojinin ve kadim kültürlerin bu çerçevede doğaya, toprağa ve ataya bağlılık üzerine temellenen inanç sisteminin kültürlerötesi evrensel bir tutum olduğu ve hiç etkileşime girmemiş kültürlerde de benzer mitolojilere rastlanabildiği bir gerçektir. Bu bağlamda, farklı ilkel topluluklarda rastlanan ölü tabusu, dünyanın çeşitli coğrafyalarında geleneksel toplumların hayatında da kendine yer bulmuş, bir yandan halk tarafından çok daha soyut bir dünyaya ait olan tek tanrılı dinlerin çerçevesi içine aktarılırken, diğer yandan yeni dinin kabullenmediği ama engellemeyi de başaramadığı pek çok davranış, din adamlarının kökeninde yatan gerçekleri örtbas etmesi ve hatta sonunda kendisine bile unutturması yoluyla da modern yaşama sızmayı başarmıştır. Keltlerin hasat ve ölüler bayramı “Sa-win”in İrlanda’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Katolik Kilisesi tarafından “Halloveen”e dönüştürülmesi bu bağlamda hatırlanabilir. [3]
13
14
Bu konudaki örnekleri sıralamak bu metnin sınırları içinde elbette mümkün değil, bu nedenle tabunun sürekliliğini gösteren birkaç örnek vermek yeterli olmalıdır: Yukarıda da değindiğimiz gibi, ölüden korunmanın en pratik yolu onu “kovmak”tır. Minusinsk bölgesi Tatarlarında, mezarlık yoluna, gerektiğinde ölüyü mezarına döndürmek üzere silahlanmış özel bekçiler dikmeye kadar giden bu korku, ölüm kültünün belki de en değişmez unsurlarından biri olarak hemen hemen her dönemde gizlice yaşamaya devam etmiştir. Hem öldüğünü idrak etmesini, hem de geri dönmek istemesi durumunda yolu şaşırmasını sağlamak amacıyla ölünün yaşadığı mekândan farklı biçimlerde çıkarılması, Eski Türklerden 19. yüzyıl İngilteresinin ve günümüz Romanyasının bazı kırsal yörelerine kadar, çeşitli dönem ve coğrafyalarda görülebilen yaygın bir gelenektir. Bu “yol şaşırtma” bazı Orta Asya boylarında ölünün kapıdan değil, yurdun yan tarafında açılan bir boşluktan ya da dumanın çıktığı açıklıktan çıkarılmasıyla gerçekleştirilir. Anadolu’nun farklı yörelerinde bugün hâlâ görülebilen, cenazeyi pencereden çıkarmak, ölünün toprağa verilmesinden sonra ayrı gruplar halinde farklı yollardan geri dönmek, dönüş yolu boyunca geriye bakmamak, mezarlıktan eve dönünce haneye girmeden tuvalete veya ahıra uğramak, yas evinden çıkınca meyve ağacının etrafında üç defa tavaf etmek gibi ölüye yön şaşırtmayı amaçlayan alışkanlıklar kuşkusuz bu kadim tabunun günümüze uzanan izleridir. Benzer şekilde, Sultan I. Süleyman’ın cenazesinden sonraki padişah cenazelerinde, tabutun mezara taşınması aşamasında yeni sultanın dairesine çekilmesini, Gülru Necipoğlu ölüm tabusuyla, “ölümün padişaha bulaşacağı kaygısı”yla ilişkilendirir. Müslümanlıkta hayır kavramıyla örtüştürülmüş olan ölünün giysilerini dağıtmak âdeti “ruhu üstüne dönmesin” düşüncesine dayanırken, ayakkabılarını öldüğü gün kapının önüne çıkarmak veya birine vermek de,
ölüye “sen öldün, geri gelme” demenin bir biçimi olmalıdır. Günümüz cenazelerinin en yaygın unsuru olan çelengin çıkış noktasında ölüyü çember içine hapsetmek düşüncesinin bulunduğu ve Anadolu’nun bazı yörelerinde rastlanabilen, ölünün yüzünü açıp bir kürek toprak atarak “gözünü toprakla doyurmanın” sevdiği kişileri de ölüme sürüklemesini engellemenin en zor ve zalim biçimi olduğu bilinen gerçekler... Bütün bu örneklerde de görüldüğü gibi, ölü tabusu yüzyıllara direnmiştir, ancak ölüme yüklenen anlam zamana ve mekâna bağlı olarak değişmiş, deyim yerindeyse, buna bir de “ölme(!)” tabusu eklenmiştir. Yaşamın doğayla uyum içinde akıp gittiği, insanın “yaşamölüm-yaşam” döngüsüne inandığı “ilkel” ve kadim zamanlardan günümüze kalan dünya mitlerinde karşımıza çıkan “Toprak Ana”, bireyselliğin, modernliğin ve kapitalizmin doğuşuyla birlikte, aynı zamanda hem yaşamı hem de ölümü doğuran “kutsal rahim” olmaktan çıkmıştır; artık kutsal olan doğanın ilâhî düzeni ve bu düzenin ritmine uyarak birbirini tamamlayan ve takip eden yaşam, ölüm ve yeniden doğuş değildir.
15
16
Modern toplum, kadim kültürlerin bilgeliğini, yaşamın bize sunduğu maddî-manevî bütün güzelliklerin “sahip olunacak” şeyler değil, mutlaka bir gün kaybedilecek, döngüler halinde devredilecek şeyler olduğunu, zamanı gelince yitirmenin gerekliliğini ve güzelliğini unutmuştur. Günümüzde toprak, doğa, emek, adalet, sağlık ve hatta yaşam bile alınıp satılabilen “şey”lerdir. 21. yüzyılın yalnız ve yalnızca kendi yaşam hakkını kutsayan ve kendinden küçük ve zayıf bulduğu tüm varlıkları bu uğurda ezip geçmeye istekli zihniyeti, kitlesel imha araçlarını siyasî iktidar, maddi güç ve konforlu yaşam adına sürekli daha etkin kılma yolunda çaba harcamakta, “çirkin” ve “ayıp” ilân ettiği ölümü ancak kendi elleriyle ve bir başkası üstünde gerçekleştirilirse “mübâh” sayarak tanrı rolüne soyunmaktadır. Ölümü kabullenemeyen, sürekli kendinden öteye, “ötekine” itekleyen uygar insanın yaşamında “doğal ölüm” kavramına yer yoktur artık, ölüm bir anlamda herkesin “öteki”si, “düşman”ıdır. David Le Breton bu konuda şöyle der: “Batı toplumları ölümü kendi simge anlayışlarından dışlarlar, bu toplumların temelinde çok keskin bir ikililik vardır: bir yanda yaşam, öbür yanda ölüm, ve inkâr bu bölünmeyi sürdürmeye yönelik bir çabadır. Bugün ölüm bir kovuşturmazlık kararı, bir aklamadır, tam anlamıyla pozitiflik haline gelmiş bir yaşamın antitezi, zamanın belirlenmiş olmasıdır, ölüm burada dayanılmaz dağılma ve vâde bitimidir.” Zoraki bir “olumlama” kültürü insanlara sürekli olarak her ne koşulda olursa olsun hayatta kalmaları gerektiğini dayatmaktadır, çünkü ölü tüketemez. Normal seyrinde yaşlanmanın ayıp, “ağız tadıyla” ölmenin haram ve ölmenin “yenilgi” sayıldığı günümüzde, yaşam ölüme karşı verilen beyhude bir savaşa dönüşmüştür; Jean Baudrillard’ın ifadesiyle, “günümüzde ölmek normal bir şey değildir ve yeni bir şeydir bu. Ölmek düşünülmesi mümkün olmayan bir anormalliktir, ölüm karşısında her şey, herkes zararsızdır. Ölüm suç
işlemektir, suçlu olmaktır, çaresi olmayan bir sapmadır. […] kültürümüz yaşam ve ölümü birbirinden ayırmak için harcanan muazzam bir enerjiden ibarettir.” Bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğini, ilkel insan için, Le Breton’un ifadesiyle “başka bir dünya ama canlıların dünyasına karışmış bir dünya” olan, dinsel törenler, dualar ve yakarmalarla sürekli ilişki içinde bulunulan ölümün, yaşamın nasıl bu kadar dışına itildiğini, neden ürkütücü bir kara boşluğa, hiçliğe ve nihai sona dönüştüğünü burada tekrar hatırlamakta fayda olduğuna inanıyorum: Cennetten kovulan insanın çöküşü üzerine kurulu Ortaçağ Hıristiyan inancının, ölümü insanlığın günâhları için ödemek zorunda olduğu bir tür kefarete dönüştürmesine karşılık, bu dönem boyunca da, ilkel ve geleneksel toplumlarda olduğu gibi, tören ve ritüel aracılığıyla “başa çıkılabilir”liğini korumuştur ölüm. Dünyayı akılcılık arayışıyla ve fiziksel ölçülerle kavramaya yönelen Rönesans, ölümü “tanrının cezası” olmaktan kurtaracak, doğanın eşitlikçi gücüne hizmet eden, fakat aynı zamanda insanın tükeniş karşısındaki acizliğinin hüznünü de içinde barındıran bir figüre dönüştürecektir. Bu, aynı zamanda insanın “ölüme karşı çıkış”ının kendi tarihi içinde de önemli bir kırılma olup, bir anlamda olumlu olanın olumsuz sonucudur; “erteleme”yle başlayan bu karşı çıkış, acınası bir “inkâr” ve hatta gâfil bir “iptal” çabasına doğru dolu dizgin yol alacaktır. Bilim alanındaki ilerlemeler kutsallıktan boşalan yere fizik yasalarını koyarken, Hümanizm insanı dünyanın merkezine yerleştirecek ve böylece önce “yaşlanmaya bağlı” ve ardından, Aydınlanma çağıyla gündeme gelen hijyen tartışmalarıyla, “hastalık olarak ölüm” kavramı doğacaktır. Böylece ölüme giden yolda kılavuzluk etme misyonu kiliseden tıbba, ölünün kaydını tutma ve mekânını hazırlama görevi ise, mülkiyet ve sekülerleşme kavramlarının doğuşunu izleyerek, dinin egemenliğinden devletin yönetimine geçecek-
17
18
tir. Toplum tanrısal kutsalın boyunduruğundan kurtulmuştur gerçi, fakat akılcı burjuvazi ve oluşmaya başlayan kapitalist sistem kendi “kutsal”larını yaratmakta gecikmez: Para, iktidar ve her ikisinin tadını “ölesiye” çıkarabilmek için “ölmemecesine” yaşamak… Böylece ezelden beri ölüm korkusuyla savaşan, felsefe aracılığıyla bu korkusunu aşmaya çalışan insan, doğrudan ölümle, doğanın değişmez ve ilâhî kuralının kendisiyle savaşmaya girişmiştir. Erdemli bir yaşam için ölüm korkusunun yenilmesi gerektiğini ilk kez dile getirerek felsefeyi ölmeyi öğrenmeye, felsefe yapmayı da ölüme hazırlanmaya benzeten Platon unutulmuş, ölümsüzlük Sokrates’in felsefesindeki gibi akıl, Platon’un düşüncesindeki gibi ruh ya da Rönesans döneminde olduğu gibi bilgi ve eser aracılığıyla kazanılan manevî bir mertebe olmaktan çıkmıştır. Toplumun yerine bireyi, birliğin yerine rekabeti, maneviyatın yerine maddiyatı baş tacı eden düzen, kişiyi ölüm karşısında yapayalnız, tesellisiz bırakmıştır. Bu yalnızlaşmayı ölüm döşeği üzerinden okuyan Philippe Ariés, ölümü yaklaşan kişinin kendi yatağında yakınları, dostları ve hatta ailenin küçük çocuklarıyla çevrelenmiş olarak tevekkülle uğurlandığı veda törenlerinin en az cenaze ve yas kadar önemli bir ritüel olduğunun altını çizer.
Bu, ölümün, yalnızca arkada kalanlarca değil, ölen kişi tarafından da kabul edilişi, deyim yerindeyse hayatın içine çekilişidir. Ölümün inkârı, 19. yüzyılın ikinci yarısında ölüm döşeğinin etrafında toplananların, hakikati ölen kişiden gizleme çabalarında somutlaşır. Ariés’e göre, bu yalanın çıkış noktasında ölüm döşeğindeki kişiyi koruma arzusu ve onun ölümüne katlanamayış vardır. Ancak bu iyi niyetli inkâr, modern toplumun “hayatın mutluluk olduğu ya da mutlulukmuş gibi yaşanması gerektiği” düşüncesini izleyerek, yerini kısa sürede ölümü bu mutluluk senaryosundan çıkartma çabasına bırakacaktır. Ariés, 1930-1950 yılları arasında hız kazandığını söylediği bu değişimi, ölünen yerin değişmiş olmasına bağlar; insanlar artık evlerinde değil, evlerinde görmedikleri bakımı sağlayan hastanelerde ölmektedir. Hastane artık “steril ölüm evi”ne, ölüm ise doktorların ve hastane personelinin inisiyatifindeki “teknik bir olgu”ya, “tıbbın yenilgisi”ne dönüşmüştür.
19
20
Yaşam uzamasına uzar ama yaşayan gerçekte ne kadar “yaşamak”tadır? Melik Saraçoğlu, Hastane Defteri’nde şöyle yazar: “Hastaneye yatan yetim. Buraya yattığım an herkesi kaybettim. Ebeveyn, eş, çocuk… Hepsi şefkat kumkuması kesildi. Bana başka türlü baktıklarını hissettiğimde, kimim kimsem kalmadı. Dokunuşları, öpmeleri farklıydı artık. Ben yattım, ailem yitti.” Saraçoğlu’nun deyişiyle, artık “yaşama savaşı değil de, yaşayadurma savaşı” veren insanın, istese de modern tıbbın elinden kurtulup, kendisi olarak huzur içinde ölmesi yasaktır: “Yazıyorum, çünkü varlığıma göz diken bu soysuz hastaneye ait olarak değil, ben olarak yaşamak ya da ölmek
istiyorum. Ve bunu da, ancak dört bir yandan beni kuşatan, elimi-kolumu bağlamakla yetinmeyip orama burama yeni delikler açarak ırzıma geçen, her an ve her yerde karşıma çıkan hastaneye ait sayısız eşyanın, şahsın ya da şeyin ardında saklanan sırrı ortaya çıkararak, onlarda yazılı olan gizleri açığa vurarak, beni aralarına davet etmelerine kulak tıkayıp kendimi öteki kılarak yapmalıyım, yapmaya çalışacağım.” Misyonu acılı ruhları ve bedenleri sağaltmak olan hastane, ölüme yenik düşmeme çabasına kendini öylesine kaptırmıştır ki, ölüm tabusuna yenik düştüğünün farkına bile varmamıştır. Artık hasta ne kadar ıstırap çekerse çeksin, ölümü ne kadar içten dilerse dilesin, bir mum gibi sönüp gidene kadar “diri” kalmak zorundadır; ölmek yasaktır! Şöyle yazar Simone de Beauvoir kendi annesinin ölümünü anlattığı “Sessiz Bir Ölüm”de: “Ölümle işkence arasında bir yarışma başlamıştı. Sevdiğiniz insan size: “Acı bana!” diye haykırmış, bu haykırış boşa gitmişse, arkasından nasıl yaşayabilir, bu yaşayışı nasıl kabullenebilirsiniz? Buydu kafamdaki soru. Bu yarışı ölüm kazansa bile, en tiksindirici yutturmacaydı bu! Annem bizi yanı başında sanıyordu; oysa biz, şimdiden onun öyküsünün öte yanına geçmiştik. Her şeyi bilen kötücül bir cindim ben; elimdeki kâğıdı görüyor, oyunun içyüzünü biliyordum; o ise, pek uzaklarda, insan yalnızlığı içerisinde çabalamaktaydı. İyileşmek için bütün gücüyle gösterdiği çaba, sabrı, yiğitliği, her şey, bir aldatmacaya alet edilmişti. Çektiği acıların hiçbirinin karşılığını göremeyecekti. […] Sorumlusu olmadığım halde, benim olan, hiçbir zaman da bağışlatamayacağım bir günahın, umutsuzluk içinde, cezasını çekiyordum. […]” Hippocrates’in giderek meş’um bir niteliğe bürünen meşhur yemini, bugün dünyanın pek çok yerinde ölümü hasretle bekleyen şifasız hastaların maruz bırakıldığı işkenceyi meşrulaştırma aracına dönüşmüştür. İnsan sormadan edemiyor: Hippocrates, “benden ağı (zehir) isteyene onu vermeyeceğim
21
22
gibi, böyle bir hareket tarzını tavsiye bile etmeyeceğim” sözünün, hastayı işkence çekerek ölmeye mahkûm ettiğini hiç mi görememişti? “… tedavimi hiçbir vakit kötülük için değil, daima yardım için kullanacağım” diyerek, tıbbın hastanın acılarının son bulmasına yardım etmesinin önündeki en büyük engellerden birini bizzat koyduğunu hiç mi öngörememişti? “Canlı” kalmasına yardım etmenin, hastanın yaşam kalitesine, aklına ve onuruna zarar vererek, kötülüğe dönüşebileceğini hiç mi düşünememişti? “Filozof hekim, ilâhi kudretin yeryüzündeki en sâdık temsilcisidir” derken, tıp biliminin gün gelip ilâhi kudretin “ölümlülük” buyruğuna böylesine karşı geleceğini tahmin edebilir miydi? Yemini, gelin gene Melik Saraçoğlu’nun Hastane Defteri’ndeki “sivri dilli” ve “nankör” hastasının gözüyle okuyalım: “Son düzlüğe girdiğimizde, Hipokrat Bey baklayı ağzından çıkarıyor: “Etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.” Hastanenin temel atma töreni. Sadece doktor ve şürekâsının hâkim olduğu bu gizemler yumağı bok çukurunun kuruluş öyküsü… … Görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım… Bu yataklarda, bu muayene sedyelerinde, ameliyat masalarında kim bilir neler görüyor; koridorlarca uzanan kapalı kapılar ardından hangi inlemeleri, hangi incinmiş hıçkırıkları işitiyorsunuz… Göstermek ya da söylemek istemediğimiz gizlerimizi bile söküp alıyorsunuz bizden. Stetoskoplarla, mikroskoplarla, röntgen, MR, ultrasonlarla zorbaca sahip oluyorsunuz bilgilerimize. Sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım… Alnımızda yazan eceli okumayı bilseniz de, biz sefil hastalarla geleceğimizi bile paylaşmıyorsunuz.” Gerçek doktor, “hekim”, hiç kuşkusuz bilgelikle donatılmış
ve kutsal bir görevle onurlandırılmış olandır, onun kadim şifacının, şamanın bilgisiyle bağlantısı kopmamıştır. Bununla birlikte, modern tıp giderek tanrının ve doğanın buyruğuna karşı çıkan bir “alternatif tanrı” rolüne soyunmuştur; insan öldürmek kadar, insanı zorla yaşatmak da insanlık suçu değil midir? “Her şeyden önce, içinizde ıstırap çeken bir insanın acısına son vermesine yardım etmenin suç olduğuna inanan biri var mı? Böyle biri varsa, hemen şimdi söylesin!” Jack [Jacop] Kevorkian ya da ötanazi karşıtlarının kendisine yakıştırdıkları ismiyle “Doktor Ölüm” bu meydan okumayla açar “istemli ötanazi”yle yargılandığı davanın savunma konuşmasını. Bu gözü pek adam, 1990 yılından, mahkeme tarafından suçlu bulunduğu 1999 yılına kadar, aralarında, evini “yardımlı intihar”lara açmak suretiyle kendisine “günahkâr” misyonunda destek olan yakın dostu Janet Good’un da bulunduğu 130 şifasız hastanın ıstıraplarına son verme arzusunu ağır bir bedel ödemeyi göze alarak yerine getirmiştir.
23
24
Tarihte ilk kez Romalı tarihçi Suetonius tarafından kullanılan “ötanazi” [Yunanca “iyi, hoş” anlamındaki “eu”, ve “ölüm” anlamındaki “thanatos” sözcüklerinden…] konusunun tıbbî boyutunu tartışmak elbette ki haddim değildir. Bununla birlikte, can taşıyan, can verecek olan ve hepsinden önemlisi can verecek sevdikleri olan, “iyi ölüm” üzerine kafa yorma ve yorum yapma hakkına sahip olmalıdır. Bir hastaya
ötanazi uygulama kararının tıbbi olarak beraberinde pek çok soru işareti getirdiği ve doktora ağır bir sorumluluk yüklediği inkâr edilemez bir gerçektir; teşhisin doğruluğunun, hastanın “diri” tutulabileceği süre içinde hastalığın çaresinin ya da hastanın ıstırabını giderecek ilaçların bulunmayacağı bilgisinin ve hastanın bu kararı kendi özgür idaresiyle, bilinci yerinde olarak vermiş olduğunun tartışmasız kesinliği, bu kararın verilmesi konusunda öncelikli olarak sağlanması gereken koşulların başında gelir. Bir diğer konu ise, hastanın ölümünün hangi aşamasında olduğu meselesidir, çünkü Ariés’in ifadesiyle, “ölüm… bir dizi küçük aşamayı izleyerek minik parçalara ayrılmakta ve sonunda hangi aşamanın gerçek ölüm olduğunu bilmek olanaksız hâle gelmektedir. Bu aşamalardan birinde bilinç kaybedilirken, bir başkasında solunum sona ermektedir. Tüm bu küçük sessiz ölümler büyük dramatik ölüm eyleminin yerine geçerek onu ortadan kaldırmışlardır ve artık hiç kimse anlamının bir kısmını kaybetmiş bir an için, haftalar hatta aylar sürebilen bir süre boyunca bekleme güç ve sabrına sahip değildir.” İçinde “birey”in acıya karşı tahammülsüzlüğünün eleştirisini saklayan bu saptama, aynı zamanda - ister istemez - Ortaçağ’da ölü zannedilerek diri diri gömülen ve muhtemelen mezardan çıkmaya çalışırken çıkardıkları seslerle vampir hikâyelerini körükleyen “teşhis mağdurları”nı ve ölümün kesin tespitinin tıp biliminin gelişmişliğine bağlılığını hatırlatmak ve bu gelişmenin önünün açıklığına işaret etmek suretiyle, ötanaziye temkinli yaklaşmamız gerektiğini de düşündürmektedir. Bununla beraber, burada bizi ilgilendiren asıl konu tıbbî veya hukukî değil, dinî ve etik “gerekçelerle” yasaklanan, içinde en büyük iki günahı, hem “intihar”ı, hem de “cinayet”i barındırdığına inanılan ölümdür. Burada sorulacak asıl soru, ölme yasağının akıl yoluyla açıklanabilir mi, yoksa geçerli bir nedeni olmayan sorgulanamaz bir kural, bir başka deyişle tabu mu olduğu ve daha da önemlisi, çağımız insanının, kendi yaşama hırsını ve
25
26
ölüm korkusunu bazı dinî ve etik gerekçeler arkasına gizleyip gizlemediğidir. Emile Durkheim intiharı, “bencil intihar”, “elcil intihar” ve “kuralsızlık intiharı” olarak üç kategoriye ayırır. Bencil intihar, toplumun intihara bakışıyla olduğu ölçüde, bireyin toplumsal çevresiyle kurduğu bağ ile de ilişkilidir. İntihar oranı, üyelerin toplum yaşamıyla bütünleşmesi durumunda azalırken, bireyselciliğin ön plâna geçtiği toplumsal yapı içinde artmaktadır; Durkheim’ın ifadesiyle, “bireyi kendi başının çaresine bakmak durumunda bırakan etkenler ne kadar çoğalırsa, intihar olayları da o ölçüde artar.” Elcil intihar, bireyin yaşamının gelenekler ve alışkanlıklarla katı bir biçimde sınırlandırıldığı toplumlarda, dinsel ya da siyasal kabuller ve buyruklar doğrultusunda gerçekleştirilen ve bencil intiharın aksine, bireyin yaşamının toplum yaşamıyla aşırı bütünleşmesiyle körüklenen intihar biçimidir. Kuralsızlık intiharı ise toplumda “birey davranışlarında uyulacak ölçülerin bulunmamasından” ileri gelmektedir. İntihar, tek tanrılı dinler öncesinde [ve tek tanrılı dinlerin buyruğu altına girmeyen coğrafyalarda hâlâ] bazı kültürler veya düşünürlerce hoşgörüyle bakılan veya meşru kabul edilen ve hatta kimilerince, koşullara bağlı olarak, topluma karşı görev sayılan bir eylemdir. Gücü yerindeyken ölenlerin doğrudan göğe çıktığına, hastalık ya da yaşlılık gibi nedenlerle ölenlerinse uzun süre yeraltı tanrısına hizmet ettiğine dair inançların hüküm sürdüğü eski Orta Asya boyları gibi topluluklarda ve yaşlılık nedeniyle artık çalışıp üretemeyenlerin onursuz bir yaşam sürdüğüne inanılan eski Japon kültüründe, iyi bir oğul zamanı geldiğinde anne ve babasını ölümlerini bekleyecekleri özel bir mekâna kendi eliyle götürmekle yükümlüdür. Farklı yöntemlerle de olsa bu geleneğe, başta elden ayaktan düşen yaşlılarını ve şifasız hastalarını Ganj nehrine bırakan Hintliler olmak üzere, Inuitlerde, bazı Germen kavimlerinde ve İskandinav
folklorunda da rastlanmaktadır. Tecrit, ölüme terk etme ve fiilen öldürme olarak karşımıza çıkan bu geleneğin, kuşkusuz yaşlılığın ârazlarını hastalık olarak okumakla da yakın ilişkisi vardır. Hasta kişinin kötü ruhların istilasına uğradığı, ruhunun kaçırılmış ya da yenmiş olduğu inancı toplumda ciddi bir korku yaratmaktadır. Jean-Paul Roux’nun deyişiyle, “şamanist bir toplumda, hasta gelecekteki ölüdür; işte bu nedenle de hastalık ve ölüm karşısında insanoğlunun tavrı hemen hemen aynıdır”. Bu durumda yaşlıların henüz ölmeden ölü tabusundan payını alması anlaşılabilir bir durumdur. Öte yandan, her ne kadar ölen kişinin onayı hatta talebi doğrultusuda gerçekleşse de, bu örneklerdeki ölümde dışarıdan bir müdahale, bir başka deyişle, bir “cellat” söz konusudur. “İlkel” anlayış, toplum yararını gözeten kurumsal intiharı onaylamakla birlikte, nadiren görülen kişisel intiharı onaylamaz. Bunun bir nedeni de, öldürülen insanın ruhunun yalnızca celladından intikam almak isteyeceğine, intihar edenin ruhununsa canına kıymasından sorumlu tutulan topluluğun bütününe musallat olacağına dair inançtır. Bu nedenle kişisel intiharlar genellikle ruhun bedenden kurtulup düşmanından intikam alması amacıyla gerçekleştirilirdi. Uzak Doğu’nun Budizm, Şintoizm ve Konfüçyüs öğretileri ötanaziye izin verirken, “sokushinbutsu” olarak bilinen yöntemle, özel bir beslenme diyeti uygulamak suretiyle bedenlerini yağ ve sıvıdan arındırarak kendilerini “mumyalayan” ve bu yolla ölümü deneyimleyerek en üst düzey aydınlanma mertebesine ulaşmayı amaçlayan budist rahipler [“yaşayan mumyalar” ya da “canlı Buda”lar] ise, intiharı kutsallaştıran din adamları olarak ayrı bir yerdedirler.
27
28
İntiharın yanı sıra ıstırap çekmeyi de yücelten Japon geleneği “seppuku” ya da günümüzde daha yaygın olarak 29 bilinen adıyla “hara-kiri” [karın deşmek] de bu bağlamda hatırlanmalı.
30
Daha çok savaşta yenilen samurayın onurunu kurtarmak adına gerçekleştirdiği, bununla birlikte günümüze kadar yaşamayı başaran bu intihar yöntemi, çok iyi bilindiği gibi, kişinin kılıcını karın bölgesine sapladıktan sonra önce iki yana doğru yatay hareketle diyaframını ve midesini parçalaması ve sonra yukarıya doğru çekmesi olarak özetlenebilir. Ritüele ölümün uzaması durumunda acı çeken kişinin başını kılıçla kesmek üzere hazır bekleyen ve intihar eden kişinin en güvendiği kişiler arasından seçilen “kaishakunin” de eşlik edebilir. Bununla birlikte, Japon intiharının en ıstıraplı ve onurlu biçimi olan “juun-buun seppuku”da, samuray kendi canını dışarıdan hiçbir müdahale olmaksızın ve hatta ve iç organlarını bizzat çıkarıp toprağın üzerine koymayı da başararak almalıdır. İntiharın meşruiyetinin tartışılmasına ilk kez Antik çağ felsefesinde rastlarız. Yalnızca tartışma boyutunda da kalmaz, bu dönemde hastalık, yaşlılık ya da kıtlık gibi nedenlerle toplum baskısıyla gerçekleştirilen intiharların da ötesinde, kişisel nedenlere dayanan vak’alara da kolaylıkla rastlanmaktadır. Özellikle güçten düşmeyi kendilerine yakıştıramayan soylular arasında sıkça görülen intihar, daha çok onurlu bir ölüm olarak kabul edilir. Ancak bu noktada, buraya cinsiyet ayrımcılığının notunu da düşmemiz gerekir: İntihar edenin kadın olması durumunda, hangi toplumsal sınıfa dâhil olursa olsun, bunu güçsüzlüğünden, yaşamın sıkıntılarına göğüs germe cesaretine sahip olmadığından yaptığı kabul edilirdi. Antik çağın büyük düşünürlerinden Pitagoras tanrılara karşı, Aristoteles ise devlete karşı suç ve saldırı olduğu gerekçesiyle intiharın her türüne karşı çıkarken, Platon intiharı kişisel kararlara dayanması durumunda dine karşı işlenmiş bir suç, tedavisi mümkün olmayan hastalıklar ve kalıcı sakatlıklar durumunda ise meşru bir davranış sayar: “…bir kişinin ölümü, kendisi için daha iyiyse, o kişinin kendisine iyilik yapması niçin engellenmelidir?” Öte yandan örf ve âdetlere, katı kural-
31
32
lara karşı çıkan, insan doğasına ve tanrı kabul ettiği “doğa”ya yönelen Stoacılık, Platon felsefesinde görülen bu koşullu kabule, bir başka deyişle düalizme tepki gösterir. Stoacı felsefede acı, hastalık ve ölüm doğal çözülmelerdir. Kozmik düzenin eşdeğer parçaları olarak yaşam ve ölüm arasında herhangi bir fark gözetmeyen bu düşünce sistemi, ölümü iyilik-kötülük kavramlarından, öte dünyayı cehennem korkusundan arındırarak, yaşam ve ölüm arasındaki tercihi koşulsuzca kişiye bırakır. Roma Stoacılarının önde gelen temsilcilerinden Lucius Annaeus Seneca intiharı yaşlılığın, hastalığın ve adaletsiz insanların neden olacağı zalim acılardan korunmaya imkân tanıyan büyük bir özgürlük olarak görür. Sibel İnceoğlu, Ölme Hakkı başlıklı çalışmasında, kendisi de Neron tarafından ihanetle suçlandığında bileklerini keserek intihar eden Seneca’nın şu sözlerini aktarır: “… Eğer, yaşlılık aklımı sarsmaya başlarsa, eğer melekelerimi tek tek harap ederse, bana yaşam değil nefes bırakırsa, çürük veya yıkılmak üzere olan binayı terk ederim. Eğer iyileşme ümidim olmadan acı çekmek zorunda olduğumu bilirsem, acının kendisinin yol açtığı korkudan değil, uğruna yaşadığım her şeyden mahrum ettiği için giderim.” Savaş zamanında düşman öldürmeyi sevap, barış zamanında idam cezasını mübah sayan tek tanrılı dinlerin bu koşullar dışında tanrının verdiği canı almayı yasaklaması ötanazi tartışmasını bile “günahkâr” bir zemine itmiştir. Kişinin bu dünyada tâbi tutulduğu sınav gereği çeşitli acılarla yüzleşmesi gerektiği inancı ve dünyevî âlemde katlanılan acıların uhrevî âlemde ödüllendirileceği vaadi ıstırap ve çile çekmeyi yüceltirken, ölümü çağırmayı bile yasaklar; Tanrı, İsa’ya en büyük çileleri ve ıstırapları bahşetmemiş midir?
33
34 Tıpkı kaçınılmaz sona ruhu hazırlayan din adamı gibi, hekimin de tıp biliminin çare bulamadığı ıstıraplara son vermek için bedeni hazırlamak sorumluluğunu taşıdığını söyleyen düşünür Sir Francis Bacon’ın fikirleriyle modern dünyanın gündemine taşınan ötanazi tartışmasında, Karl Friedrich Heinrich Marx’ın ötanaziyi bir bilim dalı olarak öneren ve neredeyse yücelten 1826 tarihli De euthanasia medica prolusio başlıklı çalışması dönüm noktası oluşturacaktır. Bu çıkış noktalarından hareketle, kimi düşünür, bilim insanı ve hukukçular tarafından savunulmuş olsa da, ötanazi bugün hâlâ dünyanın çok büyük bir bölümünde dinî, tıbbî ve/veya hukukî bir suç olarak görülmektedir. Günümüzde ötanazinin aktif ya da pasif her türünün yasal kabul edildiği Belçika ve Hollanda’nın şifasız hastaları, yaşam ve “ölüm kalitesi” bağlamında kuşkusuz ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Çok kısaca değinmeye çalıştığımız ötanazi konusunda karşımıza çıkan ölüm tabusunun başlıca kaynaklarını üç başlık altında toplamak mümkün: Dinin, devletin ve insan yaşamının kutsallığı… Bunlardan özellikle sonuncusunun, doğanın, dünyanın ve yaşamın nimetlerini küstahça sömüren 21. yüzyıl insanının yeni fetiş objesi olduğunu söylemek ne yazık ki haksızlık ya da abartı olmayacaktır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, doğduğu andan itibaren ölümüne doğru yürüdüğü gerçeğini, “yüce” varlık olarak şu âlemde sahip olduğu “ayrıcalıklı” konumuyla örtüştüremeyen modern insan, elinin altındaki tüm örgüt ve mekanizmaları yaşlanmayı, tükenmeyi, yitip gitmeyi, kısacası ölümü “engellemek” üzere, beyhude yere devreye sokmaktadır. Bununla birlikte bu cesareti, insan yaşamının kutsallığı tezini destekleyen tek tanrılı dinlerden de aldığı unutulmamalıdır. Bütün yaşamların aynı derecede kutsal olduğuna inanılan Hint ve Uzak Doğu dinlerinin aksine, tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları, insanın diğer canlılardan üstünlüğünü ve onlar üzerindeki hâkimiyetini ısrarla vurgulamış ve insan, kendisine Tanrı tarafından bahşedilen bu ayrıcalığı hunharca kullanmaktan geri durmamıştır. Giorgio Agamben artık kanıksadığımız ve sorgulamaktan vazgeçtiğimiz bu kutsallık hakkında şöyle der: “Hayatın kutsallığı ilkesi bizim için o denli bildik bir şey haline geldi ki bize şu gerçeği unutturmuş görünüyor: Etik-siyasal kavramlarımızın çoğunu borçlu olduğumuz Eski Yunanlılar, bu ilkeyi tanımlamaları bir yana, bizim tek bir “hayat” terimiyle işaret ettiğimiz karmaşık semantik alanı ifade edebilecek bir terime bile sahip değillerdi. Batı siyasetinin kökeninin belirleyici unsurlarından biri şu gerçektir: ‘Zoē’ ile ‘bios’, ‘zēn’ ile ‘eu zēn’ (yani genel anlamda hayat ile insanlara özel olan belirli bir hayat tarzı) arasındaki karşıtlık, tam anlamıyla hayata bir ayrıcalık ya da kutsallık atfetmemizi gerektiren hiçbir unsur içermiyor. Hatta Homeros’un Yunancasında, canlı vücuda
35
36
işaret eden bir terim bile bulunmuyor. Bizdeki “hayat” teriminin iyi bir eşdeğeri olarak daha sonraki dönemlerde ortaya çıkmış olan ‘sõma’ terimi ise köken itibariyle sadece “ceset” demekti; yani tek başına hayat (ki Yunanlılara göre hayatın kendisi birçok biçim ve unsurun birleşmesiyle oluşan bir şeydi) sanki sadece ölümden sonra bir birlik olarak ortaya çıkıyordu.” “Birlik”, gerçek kutsal işte bu olsa gerek! Ağaçla, böcekle, toprakla birlik; sevinçte, yasta toplulukla birlik; doğumla, yaşamla, ölümle birlik… Evrenin birliğinde kendini kaybedenin, yaşama sevinciyle başı dönenin, zamanı geldiğinde ölmekte bir an bile tereddüt etmemesi gerek… Hastayı yaşamla ölüm arasına, Âraf’a mahkûm etmemek, özgür bırakmak gerek… Sevgi gerçekse, sevilenin son arzusuna saygı göstermek, gidişine yardım etmek gerek; geride kalan için bundan büyük fedakârlık olabilir mi? Ne der şair: Ölmek, susuz tarla kuşları gibi ılgımda Ya da konduğu ilk dalda denizleri aşan bıldırcın gibi artık uçmayı özlemediğinden Ama yaşamamak kör bir ispinoz gibi acılar içinde. Giuseppe Ungaretti, “Ölürken” Türkçesi: Cevat Çapan
Notlar [1] DHA’nın haberine göre, Şubat 2017’de İzmir’in Çeşme ilçesinde tatil yaptıkları otelde bir geceyarısı kumsala doğru yürüyen ve cesetleri yakınlardaki bir kumsalda bulunan Ülker ve Altan Çetin çiftinin otel odasında bıraktıkları iki zarftan birisinden 2 bin lira, diğerinden ise aşağıdaki mektup çıktı: Adli merciye, Hiç kimsenin etkisi ve müdahalesi olmadan hayatlarımızı sonlandırıyoruz. Bedenlerimizi 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bağışlıyoruz. Lütfen gereğini yapınız. Çok mutlu bir yaşam sürdük. Kimseyi yormadan, kırmadan, muhtaç olmadan gidiyoruz. Otel yönetimi için de not bırakan çift, yaşlılık ve hastalıklar nedeniyle “gitmeyi seçtiklerini” belirterek, “yaptığımız şey için güzel otelinizden ve güler yüzlü personelden özür dileriz” dedi. [2] “Beyaz yazar” özünde birçok bakımdan kendi uygarlık seviyesinden üstün olan kültürlere “ilkel” yaftasını yapıştırmakta bir an bile tereddüt etmemiş ve bilindiği gibi, bu ifade uygarlık tarihi yazınının yerleşmiş terimlerinden haline gelmiştir. Bu kültürler için sonradan bazı araştırmacılar tarafından kullanılan “ilksel” sözcüğü ise negatif göndermeyi ortadan kaldırmış olmakla birlikte, kronoloji bağlamında anlam karmaşası yaratmaktadır. Bu nedenle metin boyunca tırnak içinde kullanılmak zorunda kalınan “ilkel” sözcüğünün bu metnin yazarı için bir aşağılama değil, aksine olumlama içerdiği unutulmamalıdır. [3] Bütün Azizlerin Günü ve Bütün Ruhların Günü, İrlanda’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Katolik Kilisesi tarafından Keltlerin hasat ve ölüler bayramı “Samhain”i [Sawin] “ehlileştirmekle” görevlendirilir. Her yıl Mayıs ayında kutlanan ve o yıl içinde ölenlerin ruhlarının ölüler diyarına kabul edildiği, yaşayanlarla ölüleri birbirinden ayıran kapıların
37
38
açıldığı ve her iki dünya arasındaki engellerin kısa bir süre için tümüyle ortadan kalktığı kabul edilen Samhain festivalinde mezarlıklarda müzik yapılması ve insanların ölülerin ruhlarıyla birlikte dans etmesi Katolik Kilisesini özellikle rahatsız etmiş ve bu ritüel 7. yüzyılda Papa IV. Boniface tarafından 1 Kasım’da kendi adlarıyla anılan özel bir güne sahip olmayan tüm azizler onuruna gerçekleştirilen Bütün Azizlerin Günü ve 2 Kasım’da “bu dünyadan kutsanmışlara katılmadan ayrılmak zorunda kalan” tüm ruhlara adanan Bütün Ruhların Günü’ne dönüştürülerek, Hıristiyanlık ölçütlerine uygun bir biçimde yeniden düzenlenmiştir. Böylece kilise hem bir türlü engelleyemediği bu pagan geleneğini kendi içinde eriterek Hıristiyanlaştırmış, hem de Bütün Ruhların Günü dualarıyla, Keltlerin “lânetlenmiş” ruhlarının kurtarıcılığını üstlenmiştir. Bütün Kutsanmışların Gecesi (Even of All Hallows) ise zamanla halk ağzında “Hallow Even”a ve giderek “Halloween”e dönüşecektir. Kaynaklar Agamben, Giorgio [2013], Kutsal İnsan, Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Alvarez, Al [1994], İntihar, Kan Dökücü Tanrı, çev. Zuhal Çil Sarıkaya, Öteki Yayınları, Ankara. Ariés, Philippe [1991], Batılının Ölüm Karşısında Tavırları, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara. Aristoteles [1993], Politika, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul. Baudrillard, Jean [2008], Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, çev. Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul. Campbell, Joseph [1992], İlkel Mitoloji: Tanrının Maskeleri, çev. Kudret Emiroğlu, İmge Yayınları, Ankara. Codrington, Robert Henry [2013,] The Melanesians and Fraz-
er: Totemism and Exogamy, vol. I. de Beauvoir, Simone [2009], Sessiz Bir Ölüm, çev. Bilge Karasu, İmge Kitabevi, Ankara. Durkheim, Emile [1992], İntihar Toplumbilimsel İnceleme, çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi, Ankara Eliade, Mircea [1992], İmgeler Simgeler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara. Frazer, Sir James George [1911], The Magic Art and Evolution of Kings, vol. II, Macmillan and Co., London. Freud, Sigmund [2014], Totem ve Tabu, çev. Hasan İlhan, Alter Yayınları, Ankara. Girard, René [2003], Şiddet ve Kutsal, çev. Necmiye Alpay, Kanat Kitap, İstanbul. İnceoğlu, Sibel [1999], Ölme Hakkı (Ötanazi), Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Le Breton, David [2010], Ten ve İz, İnsanın Kendini Yaralaması Üzerine, çev. İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, İstanbul. Lévy-Bruhl, Lucien [2006], İlkel İnsanda Ruh Anlayışı, çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları, Ankara. Örnek, Sedat Veyis [1979], Anadolu Folklorunda Ölüm, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, sayı 218, Ankara. Platon [1994], Yasalar (I-XII Kitaplar), çev. Candan Şentura, Saffet Babür, Kabalcı Yayınevi, İstanbul. Roux, Jean-Paul [2002], Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. Aykut Kazancıgil, Kabalcı Yayınevi, İstanbul. Saraçoğlu, Melik [2015], Hastane Defteri, Everest Yayınları, İstanbul. Thomas, Northcote Whitridge [1911], “Taboo”, Encyclopedia Britannica. Tryjarski, Edward [2012], Türkler ve Ölüm, çev. Hafize Er, Pinhan Yayıncılık, İstanbul. Wundt, Wilhelm Max [1905], Völkerpsychologie. Eine Untersuchung der Entwicklungsgesetze in Sprache, Mythus und Sitte, W. Engelmann, Leipzig
39
40
Merak Ä°yidir Mustafa Bilgin
41 Sınırsızlığın Kesiştiği Tabular: Marina Abramovic Fırat Tunabay
42 Marina Abramovic, kırk yılı aşkın profesyonel sanat yaşamında gerçekleştirdiği performanslarla en çok ses getiren beden sanat (body art) akımının temsilcilerindendir. Fiziksel ve zihinsel potansiyellerini, sergilediği performanslarla sonuna kadar zorlayan performans sanatçısı, dünyanın çeşitli yerlerine yaptığı seyahatlerde enerji üzerine odaklı araştırma ve çalışmalar yapmıştır. Şüphe yok ki bu araştırma ve çalışmaların yaptığı dayanıklılık temelli performanslara olumlu katkısı olmuştur. Çocukluğu ve gençliği Josip Broz Tito dönemi Yugoslavya’sında geçen Abramovic, Belgrad’daki Devrim ve Sanat Müzesi’nin müdürlüğünü yapan annesinin sert disiplini ve dönemin sıkı eğitimi ile yetişmişti. Bu yetişme tarzının hareketsizlik, sessizlik ve dayanıklılık konusunda da uç noktalara varacak performanslarına katkısı önemlidir. İlk performansını 1973 yılında Edinburgh’da gerçekleştiren Abramovic’in dikkate değer işlerini; Rhythm Series (1973–1974), Ulay ile İşleri (1976–1988), Balkan Baroque (1997), The Artist is Present (2010) olarak ayırabiliriz. 1973-1974 yılları arasında erken dönem işlerini gördüğümüz Abramovic, Alman sanatçı Frank Uwe Laysiepen yani Ulay ile 1975 yılında tanışması ile performanslarını farklı bir noktaya taşıdı. Ulay ile aralarındaki güç-bağımlılık ilişkilerini beraber oldukları senelerde gösterdikleri performanslarda izleyiciyi de ortak ederek inceleyip geliştirdiler. Abramovic’in göğsüne yöneltilmiş yaya gerili okla yaptıkları performans en akılda kalanlardandır. Ulay ile ayrılmaları yine bir performans ile gerçekleşti. Her biri bir uçtan yürümeye başlayarak Çin Seddi üzerinde 2000 km. kat edip ortada buluştular ve sonra ayrıldılar.
43
Abramovic’in çalışmaları ve duruşu birçok kişiyi derinden etkilemiştir. İtiraf etmeliyim ki beni de 1997 yılının Haziran ayında Venedik Bienali sırasında gerçekleştirdiği “Balkan Baroque” adlı performansı derinden etkilemiştir. 1997 yılında 15 yaşında olup bu performanstan bihaber olsam da yıllar sonra öğrendiğimde, performans sanatlara bakış açım değişmiştir. Gerçekleştirdiği performansta dört gün boyunca kanlı sığır ke-
44
miklerinin üzerine oturarak onları temizlemeye çalışmıştır. Kokunun her geçen gün giderek arttığı bodrum katındaki performans alanında fiziksel ve zihinsel sınırlarını zorlayarak başta Balkanlarda yaşanan savaş olmak üzere dünyadaki tüm savaşları, gözyaşı dökerek, eski halk türküleri söyleyerek lanetlemiştir.
2010 yılında Museum of Modern Art’da gerçekleştirdiği The Artist Is Present performansında Abramovic, toplam 736 saat 30 dakika boyunca hareketsiz, sessiz kalıp kendisiyle göz göze gelen, konuşan izleyicilerin karşısında oturdu. Bu performansta Ulay kendisine bir sürpriz yaptı ve duygusal anların yaşanmasına neden oldu. Marina Abramovic’in profesyonel sanat hayatına kısaca değindikten sonra gelelim konumuzun tabu ile ilgili olan kısmına. Öncelikle “tabu”nun kısa tanımını yapıp hatırlamak faydalı olacaktır. Türk Dil Kurumu’nun güncel sözlüğüne göre tabu; Kutsal sayılan bazı insanlara, hayvanlara, nesnelere dokunulmasını, kullanılmasını yasaklayan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen dinî inanç. Tabu da kutsal olanın korunmasının yanı sıra zayıf görülen kadın, çocuk, yaşlının
korunması da vardır. Sıfat olarak kullanımında ise; Yasaklanarak korunan (nesne, kelime, davranış). Emile Durkheim’e göre “bir toplumun üyeleri tarafından belirlenmiş sosyal kurallar” anlamında tabu köken itibariyle tamamen sosyaldir. Tabular zamana bağlı olarak geçici ve sürekli olmak üzere ikiye ayrılır. Geçmişte tabu olarak görülen şeyler zamanla tabu olma özelliklerini yitirebilir. Bazı tabular toplumdan topluma değişebilirken bazı tabular toplumların çoğunda kabul edilir. Modernizmin sanat anlayışının kısıtlayıcı görülmeye başlandığı, modernistlerin tabu gördüğü ne varsa dogmatik, kaba ve tükenmiş olarak nitelendiği dönemlerde Postmodern sanat anlayışının belirdiğini söyleyebiliriz. İşin en çetrefilli ve zor tarafı Postmodern sanatın ve sanatçıların tanımlarının yapılması çünkü sanatta bu niteleme özellikle 1960-1980 arası döneme gönderme yapsa da öncesi ve sonrası hatta günümüz sanat anlayışında da baskın olarak kullanılıyor. Bu dönemlerin eserlerinde birçok tabunun altüst edildiğini rahatça görebiliriz. Etik, estetik, öz, temsiliyet ve özgünlük yerini melez, yeniden üretim, yeniden anlamlandırma, pastiş, süreksiz, değişkene bırakıyor. “Mış gibiler” ile gerçeklik sorgulanıyor. Postmodernizmin tabu yıkımı o kadar sert oluyor ki bir yandan insana geçici bir mutluluk ve haz duygusu verirken bir yandan insanı büyük bir boşluğun içine atıyor. Marina Abramovic’in performanslarını incelediğimizde ilk dönem yaptığı çalışmalarda yıktığı tabularda insana verdiği heyecanı ve mutluluğu son dönemde yaptıkları ile veremediğini görmekteyiz. Çünkü dönemin sanatçıları o kadar çok tabu yıktılar, o kadar fazla heyecan yaşattılar ki sonucunda performansları tam hazmedemeyen ve tatmin olmakta zorluk çeken bir izleyici kitlesi yarattılar. Bunun sonucunda sanatçı kendini daha uç noktalara sürükleme ihtiyacı içine girdi. Postmodern sanatın ilk örnekleri izleyicide şaşkınlık, dumura uğramış hissi yaratırken, artık her şeye hazır, çok da şaşırmayan
45
46
hep daha aşırısını bekleyen bir izleyici kitlesi oluştu. Marina Abramovic’e hayranlığını her fırsatta dile getiren Lady Gaga Abramovic için, sınırları olmayan bir sanatçı tanımlamasını yapmıştır.
Burada sorulacak en önemli sorular: Gerçekten sınırların olmaması bir sanatçı için iyi bir durum mudur? Bu sınırsızlığın sonuçları ne olabilir? Her şey sanatın içine girebilir mi? Marina Abramovic’in performanslarında fazlasıyla kan, acı, tarifler ve sembollere yer verdiğini görmekteyiz. Çoğu performansının okültizme kaydığı söylenebilir. Postmodern sanatın melez ve
47 pastiş yapısından kaynaklı farklı noktalara göndermelerde bulunabilecek sembol, kelime ve materyal kullanımları kafa karışıklığı yaratmaktadır. Marina Abramovic’in bu özelliklere sahip ve en tartışmalı enstalasyonlarından birisi 1997 yılında Roma’da gerçekleştirdiği Spirit Cooking’dir.
1996 yılında Jacob Samuel ile birlikte çalışarak afrodizyak tariflerin olduğu Spirit Cooking isimli bir yemek kitabı hazırlamıştır. Bu kitap, hareket ve düşünce için talimatları anımsatıp, ruhların elle tutulamaz şeyler, ışık, ses ve duygular ile beslendiğini anlatmaktadır. Kitapta bir tarifte 1300 gr kıskançlık gibi malzemeler varken başka bir tarifte taze anne sütü ile taze sperm yer almaktadır. 1997 yılında gerçekleşen enstalasyonunda domuz kanı kullanarak beyaz duvara gizemli bir dil ile şiddetin tarifini yazmıştır. Ayrıca okültizme ve satanizme gönderme yapacak sembollerde çizmiştir.
48
Spirit Cooking ismini, son olarak Amerika’da Başkanlık seçimleri sırasında ortaya çıkan Kannibalizm ve pedofil gibi tabu konuları, insan ticareti ve satanist ritüelleri içerdiği iddia edilen pizzagate skandalında duyuyoruz. Pizzagate o kadar ciddi iddialar içeriyor ki ne tamamen reddedebiliyorsunuz, ne de tamamen kabul edebiliyorsunuz. Şuan için gerçekliğini ya da gerçek dışılığını tartışmanın doğru olduğunu düşünmüyorum ama bu konunun sonraki dönemlerde tekrar gündeme geleceğinden ve çok tartışılacağından eminim. Pizzagate olayına ayrıntıları ile değinmeyeceğim. Bu skandalda anahtar isimlerden Hillary Clinton’un kampanya danışmanı John Podesta’nın epostaları wikileaks üzerinden yayınlanıyor. Böylece skandalın tüm ağları ortaya çıkmış oluyor. Marina Abramovic’in bu skandalda Hillary Clinton, John Podesta ve abisini Spirit Cooking Dinner için mail yoluyla evine davet etmesi şüpheli bulunuyor. Ayrıca Clinton Foundation’ın geçmişte Marina Abramovic’e 10 bin dolar hibe ettiğine ilişkin birtakım veriler yer alıyor. Tüm bu iddia ve verilerden bir sonuca varmak çok zor. Ama Marina Abramovic’in adının bu skandalda geçiyor olması bile yazımda daha önce sorduğum soruları tekrar sormama neden oluyor. Gerçekten sınırların olmaması bir sanatçı için iyi bir durum mudur? Bu sınırsızlığın sonuçları ne olabilir? Her şey sanatın içine girebilir mi? Sırada yıkılacak hangi tabular var?
49
50 SÖYLEŞİ: GAMZE SÜNER ATAY & AYŞIL SUSUZLU
Ülkemizdeki sanat disiplinleri arasında, söylem açısından en tepkisel sanatçıları içinde barındırma açısından tiyatronun öne çıktığını görüyoruz. Baskıya ve yasaklara karşı da ilk tepki gösterenler arasında çoğunlukla tiyatro sanatçıları kendilerini belli ediyorlar. Buna karşın, özellikle son yıllarda, tiyatrocularımızın bu tavrı sanatsal olarak besleyecek şekilde ürünlere imza attıklarını söylemek zor. Elbette bunda çarpık bir zihniyetin kuşattığı devlet aygıtının sansür silahının payı büyük ancak yine de sanatseverler olarak, sanat dünyasında muhalefetin ve tepkinin omurgası izlenimi veren tiyatronun, yapıtlar bazında da aynı ağırlığı koymasını bekliyoruz. Nadiren de olsa bizleri şaşırtan ve heyecanla dolu bir umuda sevk eden yapıtlar karşımıza çıkıyor. Son aylarda İstanbul’da, sessiz sedasız bir çığlığın yükselişine tanıklık ediyoruz. Tiyatro sanatçısı Gamze Süner Atay ve psikolog-yazar Ayşıl Susuzlu’nun birlikteliğinden doğan ve yalnızca ülkemizin değil tüm dünyanın en büyük tabularından olan enseste odaklanan yapıt Törpü, tanıtım çığırtkanlıklarına bulaşmadan, cesareti ve çarpıcı içeriğiyle şu ana dek izleyicisine ulaşmayı başardı. Tiyatro, sinema ve dizi çalışmalarının yanı sıra kurucusu olduğu An Drama’da eğitimler vermeyi sürdürerek sahne sanatlarının entelektüel derinliğini besleyen Gamze Süner Atay ve kimi zaman kısa metraj çalışmalarımızda ve yayınlarımızda bir araya geldiğimiz, akademisyen-psikolog ve yazar Ayşıl Susuzlu ile “Susma! Anlat…” çağrısıyla seyre çağıran Törpü’nün açığa çıkardıkları üzerine konuştuk.
51
Ülkemiz tiyatrosunda epey bir süredir gürültülü güldürüler veya didaktik sloganlar eşliğinde seyreden bir biçimin hâkimiyetinden söz edebiliriz. “Törpü”ye bakıldığında ise bu hegemonyanın aşıldığını görüyoruz. Buradan yola çıkarak oyunun nasıl şekillendiğini ve geliştiğini sizlerden dinleyebilir miyiz? Gamze Süner Atay: Törpü metni, psikolog-yazar Ayşıl Susuzlu’nun hikâyelerinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir metindir. Hikâyelerin tabanındaki ensest dramaturjik olarak metne yaydığımız ana konumuz oldu. Metinde ve rejide ensest mağduru bir insanın ne hissedebileceğine odaklandık çünkü gazetelerde okuduğumuz mağdur insanlardan sadece birer harf olarak bahsedilmesi (örn: A.B. isimli 5 yaşındaki kız/ erkek çocuğu) ensest gerçeğine dokunmadan geçmek demek. Biz bu sadece “baş harflerden” ibaret olan insanın duygularını göstermek istedik sahneden.
52
Oyuna yönelik, seyircilerin ve eleştirmenlerin şu ana dek tepkileri nasıl oldu? GSA: Seyircinin Törpü’ye ilgisinden çok memnunum. Ayrıca birçok izleyiciden konu ile ilgili bazı itiraflar oluyor. Uzun yıllardır anlatamadıkları mağduriyetlerini anlatıyorlar. Yani oyun bir yere dokunuyor. Artık susmuyorlar. Belki de bu bir çeşit iyileşmenin başlangıcıdır onlar için. Törpü, hasıraltı edilen bir gerçeği, bir nevi “kral çıplak”ı yüksek sesle haykırıyor. Bu da günümüz Türkiye’sinde oyunu ister istemez politik bir noktaya taşıyor. Öncelikle bu görüşe katılıyor musun? GSA: Törpü politik bir oyun değil. İnsana dair bir oyun çünkü ensest tüm dünyanın sorunu. Ancak şu anlamda politikayla yolları kesişebilir; zira hukukta ensest diye bir gerçeklik yok. Dolayısı ile ceza olarak karşılığı yok. Ayrıca ensest mağdurlarının toplanabileceği veya rehabilite edilebileceği merkezler yok. Dünyada da çok büyük bir sorun ensest. Maalesef insanlık var olduğundan beri var olan bir dram. Aile içi olduğu için aile birliğini temelden sarsan bir sorun. O nedenle gizlenen, yok sayılan ama derin izler bırakan bir dram. Politik bir söylem taşıyan sanat yapıtlarının hedef kitlesiyle buluşma sorunu olduğunu düşünüyoruz. Çoğunlukla benzer görüşlere sahip izleyicilerle buluşup kendini tatmin etmenin ötesine geçemiyor bu tip işler. Törpü, bu noktada hedef kitlesini nasıl belirledi ve bu kitleye ulaşabildiğini düşünüyor mu? GSA: Törpü’nün hedef kitlesi “insan” çünkü ensest sanıldığı gibi sadece sosyo-ekonomik olarak dar gelirli ve az okumuş ailelerin içinde yaşanmıyor. Eğitimli ve ekonomik olarak daha rahat ailelerin içinde de yaşanıyor. Bu tüm dünyada böyle. Dolayısıyla tiyatroda koltuğa oturan ve oyunu izleyen herkes mağdur veya mağdur eden olarak ya da seyirci kalan ve susan olarak hedef kitleyi oluşturuyor benim için. Ayrıca benim gibi
ensest mağduru olmadığı halde bunun nasıl korkunç bir şey olduğunu iliklerine kadar hissedebilen kişi de benim için hedef kitledir. Tiyatro 2500 yıldır üzerine düşeni yapıyor. Gerçeği. Tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Yazarımız ve ben birer aracız sadece.
Azizm’de bu ay dosya olarak “Tabu”yu işliyoruz. Yalnızca ülkemizde değil dünyada da tabu olarak değerlendirilen bir konuya hücum ediyorsunuz Törpü’de. Ensestin günün birinde aşılmış, geride kalmış bir sorun olacağına inanıyor musunuz? Ayşıl Susuzlu: Ensestin gelecek jenerasyonlara kadar yaşamamasını tabii ki tüm yüreğimizle istiyoruz; ancak kökleri Antik Yunan tragedyalarına kadar dayanan bu ruhsal kıyımın hayatları hemen terk edemeyeceğinin farkındayız. İnsan doğası üzerine bitmek bilmeyen tartışmalar bilinmiyor değil, burada buna yanıt bulmak da haddimize değil ancak bir tür olarak insanın, türdeşlerinin yanında doğal davranamayan yegâne canlı olduğu düşünüldüğünde bu davranışın özümüzde olup olmadığı sorusunun yanıtını merak ediyoruz. Sizin bu konuda düşünceleriniz nelerdir?
53
54
AS: Ölümlülüğünün bilincinde olan tek canlıyız. Bu bilgi içinde çok miktarda öfke ve saldırganlık barındırıyor. Bir özne olarak benliğimizi tamamı ile anlamamızın önüne mil çekiyor. Bu varoluşsal engellenmişlik ve toplumsal yaptırımlarla birlikte çaresiz, yetkileri çalınmış varlıklar gibi hissediyoruz. İnsanın bilişsel kapasitesinin en büyük meyvesi olan dil, özgürleşmeyi vaat ederken yasakları cilalar hale geliyor. Demek istediğim, ensesti ne insanın yaradılışından ne de öğrendiği çaresizlikten ayrı düşünebilmenin pek mümkün olmadığına inanıyorum. Bildiğimiz kadarıyla Törpü, ağırlıklı olarak Moda Sahnesi olmak üzere yalnızca İstanbul’Da izleyiciyle buluştu. Anadolu kentlerindeki sanatseverler Törpü ile buluşacaklar mı? GSA: İlk 10 oyunu kendi stüdyomda oynadım. Daha sonra Ocak ve Şubat aylarında Moda Sahnesi’nde oynadım. Şimdi de Beyoğlu’nda Bitiyatro’da oynuyorum. 10 Mart’ta da aynı sahnede olacağım. AS: Törpü, yazıldığı toprakla; İstanbul’la öncelikli olarak buluştu. Ancak en büyük hayalimiz Türkiye’nin her yerine ulaşabilmek, turneye çıkabilmek. Bu konuyla ilgili çalışmalarımız devam etmekte. Onur Keşaplı, Deniz Eren
55 Tabuları Yıkan Bir Tiyatro: Tiyatro Pangar İlkay Sevgi
Belirli bir akıma bağlı kalmadan, her türlü klasik ve çağdaş esere yer vererek kolektif bir sanat bilinci oluşturmak hedefiyle kurulan Tiyatro Pangar, Kozalar adlı oyunuyla büyük bir çıkış yakaladı. İlk turnesinden ödülle dönen Kozalar, abartılı kostümleri, absurd oyunculukları ve farklı mesajı ile izleyicileri etkileyerek, kısa sürede Tiyatro Pangar’a özel
56
bir seyirci kitlesi yaratmayı başardı. Yönetmenliğini Ayşenil Şamlıoğlu’nun yaptığı Demet Evgar, Binnur Kaya ve Esra Dermancıoğlu’nun oynadığı ve Adalet Ağaoğlu‘nun yazdığı oyunun koreografisi ise Candaş Baş’a ait. Oyun, Fransız İhtilali dönemindeki feodal düzenin imtiyazlarını kaybetmekte olan soylularını; dış dünyada kopan kıyametten kendini soyutlamaya çalışan üç oyun kahramanı kadınla betimliyor. Gerçek diyaloglarla başlayıp süratle gerçek dışı grotesk bir yapıya doğru ilerleyerek, kendilerini soyutlayabilmek için çevrelerine ördükleri kozaların oyun kahramanlarını dışında durmayı seçtikleri dünyadan koruyamayacağı gerçeği ile sona eriyor. Seyirciyi gerçek dışı bir serüvene götüren oyun, bir anlamda da gerçeği tam içimizde hissetmemizi sağlıyor. Sanatın yapmaktan vazgeçmediği büyü de bu değil mi? İlk gösterimini dünyanın en seçkin tiyatro festivallerinden biri olan Avignon Tiyatro Festivali’nde yapan Kozalar, temsillerine Zorlu PSM – Studio Sahnesi’nde devam ediyor. 30 Martta sahnelenecek olan oyun, uzun süre kendinden bahsettirmeye devam edecek gibi gözüküyor. HATA YAPIM ATÖLYESİ Hata yapım Atölyesi, Tiyatro Pangar’ın Beyoğlu Tomtom mahallesinde kurulan stüdyosunun adı. Belki de öğrenilecek en önemli konu olan “öğrenmeyi öğrenmek” niyetiyle harekete geçenleri buluşturacak stüdyonun mesajı, hata yapmaktan korkmamak. Demet Evgar, hata olmadan öğrenmenin de olmayacağı, öğrenmek için hiçbir zaman geç olmadığını, problemlerimizi yeni bilgilere açıldıkça çözebileceğimizi anlatarak “Hata yoksa hareket de yoktur, hareket yoksa ölüm vardır” diyerek atölyenin vizyonunu anlatıyor. Gerçekten de batı toplumlarından ayrıldığımız belki de en önemli nokta, hata yapmaktan korkmak, sadece faydacı anlamda kendi mesleğimiz için öğrenmek istemek ve başkalarının öğrenme yolunda bizi yetersiz ya da fazla hırslı görebileceğinden endişelenmek.
Batı toplumlarında atölyelerin katılım oranları ve düzenli devam durumu, bizden kat be kat önde gidiyor. Hobilere “olmasa da olur” gözüyle bakıyoruz ama aslında işlerimiz, iş yerlerimiz değişiyor, oturduğumuz semtler, şehirler ve hatta ülkeler farklılaşıyor ancak hobilerimiz hayatta bir gelişim ve tutarlılık gösterdiğimiz, öğrenip, hareket ettikçe vücudumuzu ve zihnimizi besleyerek gençleştiğimiz, karşılıksız, şartsız ve kuralsız arkadaşlar edindiğimiz öncül kimliğimiz haline geliyor. Hemen her platformda sohbetlerimizi renklendiren, ilişkilerimizi besleyen ve varoluşumuza neşe ve canlılık katan, mutluluk kaynaklarımız oluyor. Hata Yapım Atölyesi’nin herkese açık atölyelerinden olan Meditatif Dans atölyesinin, tüm bunlara ek olarak sanatsal yaratıcılık ve doğal sağlık öncelikleri de mevcut. Sanat, güvensizliklerle ilerleyen enformasyon toplumunun akıntıya karşı kürek çeken, insani ve toplumsal ilkelerden feyz alan, belki de biricik yaşam pınarı. MEDİTATİF DANS Doğu batı teknikleri senteziyle beden ve zihin gelişimi sunan Meditatif dans programı; duruş, nefes, vücut ifadesi, iletişim konularında gelişim sağlıyor ve hareket becerilerini artırırken, vücut ve nefes bilincini, konsantrasyon yeteneğini yükseltiyor. Meditatif Dans doğu ve batı teknikleri senteziyle vücut ve zihin ilişkisini geliştiren, kasları tekrar örerek doğru duruşu yapılandıran bir sanat ve sağlık programı. Topraklarımızın karışımıyla formüle edilen tekniğin iddiası, doğu ve batı disiplinleri bale ve yogayı sentezlemenin gerçek dikliği oluşturacağı fikri. Gücün ve esnekliğin, birbirine karşıt kazanımlar olarak düşünüldüğü, birini kazanırken diğerinden vazgeçmenin zaruri olduğu düşüncesine karşı, uzun yıllar süren araştırmalarla geliştirilen sentez için birçok koreografa ve akademisyene danışılarak, ilkçağ tekniklerinden çağdaş
57
58 tekniklere uzanan yoğun bir inceleme yapıldıktan sonra 2000 senesinde derslerine başlanan Meditatif dans programı; bütünselliğin formülünü çapraz perspektifle kurdu ve doğunun ve batının kesişim noktasını tasavvuf halkalarıyla betimledi. 2000 senesinden bu yana binlerce katılımcıya doğru duruşun ve hareket sisteminin inceliklerini öğreten Meditatif Dans, İtalya’dan İsviçre’ye ve Yunanistan’a, Amerika Kaliforniya Üniversitesi’nden Türkiye’deki hastanelere ve üniversitelere kadar tüm ülkede ve dünyada davetler alarak, programlar sundu. Tiyatronun mucidi Yunanistan’da tiyatroları hareket konusunda eğiten Meditatif Dans, sentezinde temel olarak kullandığı yoga ve klasik balenin yanı sıra, Aleksander tekniği, power tekniği, nefes teknikleri, yine Sinan Temizalp’in keşfi olan Helen tekniğini de uygulamaktadır.
Doğru duruş; kas yapısı, denge, çalışma şekli, günlük hareketler kadar ruh hali ve alışkanlıklardan etkilenir. Bu sebeple duruşu düzeltmek uzun soluklu bir hedeftir ve getirileri çok fazladır. İki kişiden birinde görülen ve fıtık ve kireçlenmelere uzanan sırt ağrıları bu çalışmayla tamamen kaybolur. Dik durmak, iletişimi ve ifadeyi serbestleştirir ve güçlendirir. Sırt bölgesi aynı zamanda hafızanın doğru kullanımını sembolize eder. Kolektif ve bireysel hafıza, denge sağlandığında doğru kullanılmaya başlar ve hayatın her alanına denge, tutarlılık ve dinamizm getirir. Esneklik ve gücün birbirinin karşıtı olmadığı, bütünsellik bakış açısıyla bir arada kazanılabileceği fikri, sadece beden için değil, zihin – karakter yapısı – ve ruh – duygu dünyasıiçin de geçerlidir. Meditatif dansın bütünselliği, beden zihin ruh ekseninde ilerleyerek, en az gelişim kadar dengeye de önem verir.
59
60
Tüm bunlar sorumluluk almakla başlar. Varlığımızın, sağlığımızın, sevdiğimiz her şeyin sorumluluğunu alarak, onların gelişiminde yer almak, kendimizden başlar. Ne kadar inanılmaz gibi gözükse de biz değişirsek, dünya da değişir. Şehir ve ofis hayatı, rekabete dayanan ve vücut sağlığını ikinci plana atan ağır sporlar, hareketsizlik ve doğal beslenmekten uzaklaşmak, her üç kişiden birinde görülen kireçlenmeler, fıtık ve disk kaymaları gibi pek çok soruna neden olarak yaşam ile bağlantıyı koparmaktadır. Sırtımızda üç yüzü aşkın kas bulunur ve bu kasları çalıştırmak için yürüyüş, basit egzersizler ve günlük hareketler yetersiz kalır. Sırt kaslarının güçlü olması, duruşu yapılandırmak için çok önemlidir. Bel, boyun ve sırt sorunları, sırt kaslarını özel bir teknikle güçlendirerek ve nefes teknikleriyle aşılabilir. Helen tekniği, sadece üç yüzü aşkın sırt kasını değil, göğüs ve kaburga bölgesini de etkin bir biçimde çalıştırmaktadır, karın ve hassas bel bölgesini desteklemektedir. Aleksander tekniği çalışmasında uzama ve denge esas hedeftir. Aleksander tekniği ve diğer çağdaş teknikler ile biyolojik yaşınızı düşürüp, vücudun kendi kendini yenileme becerisini harekete geçirebilirsiniz. Hayatınıza benzersiz bir dinamizm getirerek yeni yaşam alanları keşfedebilirsiniz. Vücut ifadesi ve etkin vücut dili ile iletişim becerilerinizi artırarak güveninizi görünür kılmak ve insanları etkileyerek daha aktif bir sosyal yaşam sağlamak, tekniğin katılımcılarının edindiklerini belirttikleri yeniliklerdir. Nefes teknikleriyle birleşen özel hareket sistemi, konsantrasyon sağlamaya yardımcı olur. Çekirdek kas gücü, esneklik, koordinasyon ve uzama ile beden zihin ruh dengesi kurularak, yepyeni ve hareketli bir yaşam için gerekli donanım; her yaştan, cinsiyetten, her tip beden yapısındaki insan için erişilebilir hale gelir. Her bir atölyede bedenin varlık alanlarına uzanarak, yüz binlerce yıllık beden hafızasına ulaşılıyor ve hareketlerin son-
suz birleşimlerinde varlık alanlarımız güçlenerek, zihnimizce anlaşılıp anlatılamasa da, her hareketimizde güvenle görünür hale geliyor. Böylece meditatif dans, bedenimize güç ve esneklik, duygu dünyamıza denge ve zenginlik, zihnimize koordinasyon, konsantrasyon ve yaratıcılık vererek, gelişimi yeniden bütünsellik ve denge ile tanımlıyor.( http://tiyatropangar.com/ index.php/meditatif-dans/ )
61
62
Yeni Dönem Sinemanın Tahrip Gücünden Yoksun Mayınlı Bölgeleri Onur Keşaplı İstanbul Film Festivali’nin, içerik ve biçim olarak en ayrıksı, radikal örneklerinin, deneysel başta olmak üzere belgesel ve kurmaca sürümleriyle izleyici karşısına çıkacağını vaat eden Mayınlı Bölge seçkisinin, önceki yıllarından bir demet filme yönelik değerlendirmelerimiz sizlerle. Asri Zamanların Helenleri: H.
Rania Attieh ve Daniel Garcia ikilisinin yazıp yönettiği, Troya savaşının sözde gerekçesi olan güzeller güzeli Helen’in, fazlasıyla serbest bir uyarlamayla günümüz ABD’sinde Troy adlı kasabaya taşınan öyküsü H., Homeros’un sözleriyle başlayıp kapanan, bölümsel anlatımın tercih edildiği sıra dışı bir kurmaca. İkişer bölüm halinde, aynı kasabada yaşayan biri orta yaş üstü diğeri genç olmak üzere iki Helen’in, kimi semboller ve olaylar kesişiminde birbirlerinden kısmen bağımsız ilerleyen öyküleri, doğum ve ölüm diyalektiğinden besleniyor. Genç Helen’in bebek beklerken hamileliğinin yanlış alarma dönüşmesi, öte yandan diğer Helen’in belki de asla sahip olmadığı bebeğinin yerine geçirdiği oyuncak bebeğiyle za-
man geçirmesi, siyah at, ormanda yumurta içindeki ceninler gibi akılcı bağlamdan kopuk gerçeküstü simgelerin kullanımı ile neyin gerçek neyin düş olduğu konusunda muğlaklığın arttırıldığı bir akış kazanıyor film. Doğum, hamilelik gibi olağan şartlarda umut aşılayan durumların doğurabileceği gerilimi ustaca yaratan film, bu noktada Polanski’nin başyapıtı Rosemary’nin Bebeği’ni çağrıştırıyor. Filmin soluk renk paleti, meteor düşüşü ve manyetik sahnelerde efektlerin minimal kullanımı, Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı filmindeki Lenin heykelinin nehirde seyretmesini anımsatan Helen heykeli, H.’yi, seçkinin öne çıkan yapıtlarından biri haline getiriyor. Güney Amerika’da Nedensiz Şiddet Zorlaması
Başta Haneke olmak üzere Fil filmiyle Gus van Sant’ı da aralarına katabileceğimiz hatırı sayılır birçok yönetmenin, Baudrilliard’ın Batıya özgü gördüğü ancak Batıda bile tartışmalı olan “nedensiz şiddet” kavramına eğilen yapıtlarına, Kolombiyalı yönetmen Jorge Forero, Şiddet adlı filmiyle Güney Amerika’dan omuz veriyor. ABD güdümlü sağcı hükümetlerin ülkede beslediği şiddet sarmalı, yoksulluk
63
64
ve işsizlik, uyuşturucu kartelleri, FARC ile ordu çatışması gibi şiddete neden olarak sıralanabilecek pek çok somutluk varken nedensizlik peşindeki film, birbirinden bağımsız üç bölüme sahip. İlk bölümde muhtemelen gerillalar tarafından kaçırılmış bir erkeğin tutsaklığı, ormanın doğal görüntü ve seslerinden doğan huzur verici atmosferle tezat oluşturması eşliğinde ilerliyor. Sabit kamera kullanımının adeta bir doğa belgeseli kıvamında olduğu bu bölümün ardından aktüel kamera kullanımının bir an olsun kesilmediği, kalabalık dış mekânlarda kameraya bakan insanların da etkisiyle belge-gerçek hissini kuvvetlendiren, dinamik ikinci bölüm geliyor. Kentte geçen bu bölüm, yoksulluk ve hırsızlığın nedensizliği üzerine ayakları yere inatla bastırılmayan bir öykücük olarak kalıyor. Bir askeri bölükte geçen son bölüm ise, militarist yapının ve başındaki komutanın, birliğin dışında sivilleri andıran olağanlığına karşın ordu içinde en olağan eylemden en sertine şiddetli bir hal alışını öne çıkarıyor. Filmin sonundaki kırılma anı, vicdani bir sorgulamayı beraberinde getirirken filmi kurtarmaya yetmiyor. Sessizlik ve Bekleyişin Süresi: Sonsuza Dek
Neredeyse siyah-beyaz çekildiği düşünülecek kadar soluk tonların tercih edildiği Sonsuza Dek, yönetmen Margarita Manda’nın ikinci uzun metrajı. Sıklıkla medeniyetin başlangıcı olarak kabul edilen Atina’yı kendisine mekân olarak seçen film, tren makinisti Kostas’ı ve Kostas’ın âşık olduğu feribot gişesinde çalışan Anna’nın aksiyondan alabildiğine uzak yaşantısına odaklanıyor. Sinemada çoğunlukla turizm reklamı gibi pazarlanan Atina’nın, adeta boğulmuş bir kent olarak kadrajlandığı Sonsuza Dek, sonsuza dek yitirilmiş duygulara bir ağıt haline bürünüyor. Öyle ki Kostas’ın kimi hamlelerinde sarı tonlar belli belirsiz kadrajda yer almaya başlarken kısa süre sonra yeniden siliniyor. Çoğunlukla sessiz ilerleyen filmde sesin önemi kendisini hissettiriyor ve ses kanalının öne çıktığı bölümlerin etkisi kuvvetleniyor. Genel olarak modern zamanların kentlerindeki sürat karşısında, aşk gibi en temel duygusal güdülenmenin filizlenme imkânı olup olamayacağını, orta yaşlarını sürmekte olan kuşak eşliğiyle tartışan film, insanların seslerini diğer insanlara yavaşça aktaran nehirlerin yerine sesleri süratle taşıyan yolların tercih edildiğini fakat bu tercihin sesleri duyulmazlığa ittiğini ve bu durumun sessizliği doğurduğunu söylüyor. Kendi mitolojik öyküsünü eleştirel tonda yaratan ve Angelopoulos’a adanan film, Angelopoulos gibi büyük anlatılara cesaret edemese de ilgi çekici bir seyir sunuyor. Ekonomik Kriz Aşka Karşı
65
66
Son on yılda irili ufaklı ekonomik krizler yaşayan küresel kapitalizm, Batı dışı dünyada savaşa dayalı çözümler ararken, kendi coğrafyasında kemer sıkma politikaları neticesinde emekçilerin soyut haklarına da el koyuyor, buna kayıtsız kalamayan sinema ise kaçan güreşen filmlerle toplumcu bir yanılsama yaratıyor. Krizden beslenen senaryoların İspanya sürümlerinden olan Güzel Gençlik’te yönetmen Jaime Rosales, yoksulluk sonucunda hayatları kararan sırılsıklam âşık genç bir çifte çeviriyor kamerasını. Asla gerçekleşmeyecek hayallerin peşindeki çift, hayatta kalmak adına porno çekimlerini bile deneyecek kadar çaresizlik içerisinde resmediliyor. Yönetmenin yoksulluğu ve çaresizliği betimlemesindeki hünerini, krizin adını koyma noktasında görmek ise mümkün olamıyor. Çürüme ve yenilgiyle desteklenen bir umutsuzluk doğuran Güzel Gençlik, ideolojik bir önermeden itinayla kaçınmak bir yana neden-sonuç ilişkisi kurmak gibi bir temeli bile doğru düzgün meydana getiremiyor. Biçim olarak “yenilikçi” denilebilecek tek veri ise filmde zamansal geçişi vermek adına iki kez uzun uzadıya kullanılan akıllı telefon formatı. Özçekimden whatsapp uygulamalarına ve Skype görüşmelerine uzanan bu biçim, filmi genç ancak geçici hale getiriyor. Uzaylılara Ne Sormalı?
Asla gerçekleşmemiş bir olayın, uzaylıların dünyayı ilk ziyaretlerinin belgeselini düşünüldüğünde akla ister istemez akıldışı görüntüler geliyor. Bunda hiç şüphesiz Soğuk Savaş’ta istila edilme korkusunun Hollywood tarzında dışavurumu olan uzaylı filmleri ve aynı filmlerde ABD öncülüğünde insanlığın direnişine eğilen filmlerin aşinalığı var. Bilim kurgu türünün vazgeçilmezi olan bu klişeleşmiş imajları elinin tersiyle iten, yönetmenliğini Michael Madsen’in üstlendiği Ziyaret, ayakları yere basan, tümüyle akılcı bir içerikle olası bir karşılaşmaya ne kadar hazırlıklı olduğumuzu bilimcilerle tartışıyor. Yüzyılı aşkın süredir uzay boşluğuna mesajlar yollayan, kimi uzay araçlarıyla insanlığa dair arşiv görüntülerini, klasik müzikler eşliğiyle olası bir dış yaşama ileti olarak aktaran türümüzün, olası karşılaşmaya hazırlık anlamında gerçekten bir şeyler yapmakta olduğunu bilmek ve bunu tümüyle evrim yanlısı bir yaklaşımla ele almak belgeseli ilgi çekici bir hale sokuyor. Ötekiye karşı duyulan korku ve öz denetim mekanizmasının türümüzden bağımsızlaşması tehlikesiyle birlikte anıldığında meydana gelebilecek tehlikenin, Batının yeni kıtayı keşfettikten sonra yerlilere yaptıklarıyla kıyaslanması gerektiğini de hatırlatan Ziyaret, ahlaki bir özeleştiriyi de zorunlu kılıyor izleyici nezdinde. Deneysel Çıkışlar Nerede? Festivalin Mayınlı Bölge’sini kapatırken, akla ister istemez ara başlıktaki soru takılıyor. Her ne kadar belli ölçüde doyurucu sayılabilecek yapıtlar seçkide yer alsa da sinematografik açıdan ufuk açıcı bir çıkışla karşılaşmadığımız ortada. Genel olarak yenilikçi tavırların köreldiği hatta bu konuda da umudun tükenmek üzere olduğu, sinemanın büyüsünü yitirdiği yinelenebilir ancak sadece Vimeo’nun günlük olarak seçip yayınladığı kısa metraj seçkiler düşünüldüğünde, deneysel çıkışlar anlamında sinema salonlarına henüz yansımamış ya da yansıtılmamış yaratıcıların güçlü bir şekilde üretmeyi sürdürdüklerini bilmek umutları tazeliyor.
67
68 Aşk, Tabu, Cinsellik Deniz Eren Sözlükteki anlamı olarak tabu: İnsan davranışlarının belli alanları ya da belli normlarla ilişkili olarak kutsal veya dokunulmaz olarak tanımlanmış oldukça güçlü sosyal yasaklardır. Diğer bir deyişle ise tabu: Bir şeyi kutsal sayan ona dokunulmasını, onun kullanılmasını yasaklayan bir dini inanış olarak karşımıza çıkar. Tabular, belli bir kesim için toplumun bir arada tutulup kontrolünün sağlanması için gerekli olarak görülse de kendi çıkarsamalarım sonucunda tabuların bizi görünmeyen bir fanus içine alarak kendimizi geliştirmemizde bizi bir adım geriye atarak önümüze belli yasakların konulduğunu savunan böylelikle de eleştiri oklarından payını alan diğer kesime giriyorum. Bugüne kadar “ putlarımızı yıkıyoruz “ adı altında tabuları lanetleyici bir sürü yazılar yazılıp eleştiriler getirilmeye çalışılmış olsa da “mutlak gerçeklikle ilgisi olmayan adeta tekrar icat edilen tabuların” derinlemesine inip nedenlerini kendimize sorup tartışmaya açmadıkça “bu kavramın neresinden tutarsak elimizden kalacak ve bir anlam ifade etmeyecektir”. Tabulara baktığımızda evrensel bir tabuyla karşılaştığımızdan çok tabu başlıklarının ülkelere göre ayrıldığını görüyoruz ve aslında bunun altında yatan temel kavram olarak “ahlak” bizi karşılıyor. Toplumdaki ahlak bozuldukça -ki bununla ilgili ülkemizde olan olaylar alenen ortada tekrar söylemeye gerek yok o yüzden- en başta dini tabuların arttığı, devamında ise yasaklanarak korunan sözcük ve davranışların artması ve bizi karşılayan toplumsal çökmeyle karşı karşıya kalıyoruz. Ülkemiz adına konuşmak gerekirse gerek yanlış bilin-
69 mesi gerekse konuşulmasının kadın ve erkek tarafından büyük oranda ayıp karşılanması nedeniyle tabu olarak akıllara gelen ilk olgu cinsellik oluyor. Bilindiği üzere “Üreme, hayvanlar ve insanlar arasında ortaktır. Ama sadece insanların cinselliği erotiktir. Erotizm, basit cinsellikten farklı olarak, üreme işlevinden bağımsızdır. Ölüm gibi bir ihlal hadisesidir. Ve her ihlal hadisesi gibi şiddetle ilgilidir. Çünkü taşkınlıktır, tarafların kendisini kaybetmesidir, birbirlerini mahvetmesidir. Şehvetle cinsel üremenin bir ilgisi yoktur. Şehvet şiddet dolu bir duygudur. Bana göre şiddet en başta şehvete dayanır.” Ölüm, şiddet, cinsellik, erotizm gibi kavramların Freud’un bilinci üçe ayırdığı id, ego ve süperego diyalektiğindeki bireyin evrilmemiş hali olan ve alt bilinç olarak ta ele alınan id de tüm çıplaklığıyla kişilerle iletişime geçmenin bir yolu olarak görülen ve aslında bu kavramların varoluştan itibaren bireyin bilinçaltında yer aldığını söylemek mümkün. Konuşmamızın önüne setler çekilip yasaklanması doğru bilgiyi bilmemizin engellemesiyle toplumun birçoğunun hâkim olduğu düşünce tarzı olarak karşımıza çıkan yasaklar çiğnenmek içindir veya yasak olan şey tatlıdır durumu cinsellik tabusu üzerinden tecavüz, taciz gibi tatsız olaylarla karşımıza çıkıyor. Oysaki bu durumu en temelden bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olan davranış ve tutumların bir varoluştan kaynaklandığını toplumsal kurumlar etrafında en başta eğitimi temel alarak anlatırsak bir takım tatsız olayların önüne geçebileceğimizi söyleyebiliriz.
70
Cinsellik doğal bir dürtüdür ve hayatımızda ona yüklediğimiz anlam doğrultusunda bir değer kazandığını görüyoruz, Sekreter filminde… Mazoşist zevkleri olan bir kadın ile sadist bir adamın aşkına konuk oluyoruz.
Üçüncü bir göz olarak izlediğimiz filmde romantik bir aşk filminden daha çok, başarılı bir kadın olan Lee’nin hikâyesi bizi karşılıyor ve Lee’nin etrafında olan olaylar karşısındaki tutumu, çatışmaları ve düşünceleri birinci ağız bir anlatıma sahip olup kahramanımız Lee’nin ara ara anlatımlarla desteklediği sahnelerle kahraman bakış açısının hâkim olduğu bir anlatımla filmi izliyoruz.
Lee’nin mazoşist olmasına onu iten nedenler nedir sorusu tam olarak cevabını bulmasa da ne zaman acı çekmekten hoşlanmaya başladığını geri dönüş sahneleriyle görüyoruz. Oysa Lee’nin aksine, yanında işe başladığı avukat Edward Grey hakkında pek bir bilgi sahibi olamıyoruz, aynı zamanda Grey’in heyecan, mutluluk gibi duygular karşısında yüzünde hiç değişmeyen o ifade izleyicinin üzerinde bir gerginliğe yol açtığını söylemek mümkün. Filmin etkileyici sahnelerinden başında ise Lee’nin boynundan ve el bileklerinden kilitle bağlı olduğu bir demirle ofiste ilk kâğıtları zımbalayıp eline aldıktan sonra fotokopi makinasındaki kâğıdı ağzıyla alarak Grey’in kahvesini yapıp odasına götürdüğü ilk ve ilerleyen bölümlerde de karşımıza çıkan sahnenin olduğunu söyleyebiliriz.
71
72
Mary Gaitskill’in kısa öyküsünden uyarlanan filme karşı yazarın görüşü: “ çekicilik açısından ağır olan (ve birazda hoş) Pretty Woman versiyonu” olarak nitelendirmiştir. ben ise film olarak 2015 yapımı olan Grinin Elli Tonu adlı filmle benzetmiş olduğum kimi sahnelerin olduğunu söyleyebilirim. Herkesin hayatında kendisine iz bırakan veya adeta elinde sihirli değnek varmışçasına hayatını değiştiren kişiler vardır, burada da o rolü Edward Grey üstleniyor. Grey’in Lee’yi gözlemleyerek kendine zarar vermesin diye ara ara onunla konuşması ve bu sayede Lee’nin birçok huyunu geride bırakmasına neden olmuştur. Grey’in bu konuşmalarıyla aralarında olan uyumun artmış oluşu ve birlikte oldukları sahnelerin yoğunluğunun artmasıyla arkada çalan Angelo Badalamenti’nin bestesi olan müziklerin filme ayrı bir hava kattığını ve aynı zamanda filmle olan uyumuyla da dikkat çekip ön plana çıktığını not düşmek gerek.
Kaynakรงa: http://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-ve-olum-georgesbatailleda-erotizmle-olumun-birligi-ve-sanat/2304 https://en.wikipedia.org/wiki/Mary_Gaitskill http://blog.milliyet.com.tr/tabulardan-kurtulabilenlerdenmisiniz--/Blog/?BlogNo=370233
73
74 Kiler Sude Özben
Annem evdeki kileri boşaltmaya başladığında beş yaşındaydım. Toz tutmuş, rutubet kokan o eski raflardaki çoğu şeyi çöpe atmıştı. Asla bir geleceğe sahip olamamış (ve olamayacak) o içlerinde ne olduğu unutulmuş kavanozlara veda etme vakti gelmişti. Tüm geçmişi de çöpe attığını zannediyordu belki de bu çektiğim acılara saygınlık katan mekânı yok ederek. Anneler yaptıkları hataların üstlerinden böyle mi gelirler her zaman? Sonrasında günün birinde parçalanma yazgısı ile kurulmuş rafları sökmeye başladı, büyük bir gürültü ile. Duvardan sökülüp yere düşen tahta parçalarının hüzünlü sesi çok aşinaydı kulaklarıma. Annem kileri tamamen boşalttığında beş yaşındaydım, yaz yağmurlarıyla süslenmiş bir Ağustos akşamında.
Evdeki kilerin duvarları maviye boyanmıştı, açık maviye. Gökyüzünün en masum tonuna. Yeryüzüne bahşedilmiş hafif yellerin sokaklarda süzüldüğü, güneşin yakıcı sıcaklığının hiç var olmamış gibi bizleri terk ettiği bir gündü. O gün annem mutfakta üzerinde pembe güllerin olduğu mor yemek önlüğüyle yemek yaparken ben de odamda kelebeğimin kanatlarını boyuyordum. Hissettiklerimle kelebekler ve papatyaların olduğu masum bir dünya yaratırdım o zamanlar, bilinçaltım tamamen hayatın iyi yönlerine teslim olmuş gibiydi. Buz gibi bir durgunluk vardı annemle aramda, Ağustos sıcağı eritemiyordu bu faili meçhul örülmüş duvarları. Chopin’in besteleri evin duvarlarına sürünerek koridorlarda dans ediyordu. Klasik müzik susmazdı bu evde, yer döşemelerine sinmişti geçmişten kopup zamanla beraber sürüklenen besteler. Neden bilmem, her bestenin ardında farklı bir ıstırap hissetmişimdir, belki de hissettiğim sadece bestecilerin yürek sıkıntılarının sanatlarına yansımasıydı. Annem kendi kendini sakinleştirip kontrol altına almak için kullanıyordu bu büyüleyici sanatı. Evdeki açık mavi duvarlı kiler oyuncaklarla ve yeni mobilyalarla doldurulduğunda yeni yıla girmeye hazırlanıyorduk. Bir de, benim için gelecek olan arkadaştan bahsediliyordu hep. Annem gün geçtikçe şişen karnıyla yılbaşı ağacını süslüyordu. Ben sessizce Beethoven’in haykırışlarına aldırış etmeden benim için yaptığı tuhaf kurabiyeleri yiyordum. Birden karşı konulamaz bir istekle kafamı sola çevirdim ve kilerin kapısını tam karşımda gördüm. Ürkütücü bir aşinalık sinmişti kapıdaki tahtalara. Annemin elindeki kırmızı porselen topu yere düşürmesiyle gözlerimi ona bakmamak için büyük bir çaba sarf ederek daldığı yerden çekip önüme diktim. Çok tanıdık geldi bu paldır küldür düşüp kırılan porselenin sesi. Titreyen alt dudağımı annem görmesin diye elimdeki kurabiyeyle gizledim. Annem tek kelime etmeden odadan çıkarken ben kızaran gözlerimi görüp görmediğini merak ediyordum.
75
76
Yeni yıldan dört ay sonra annemi yine hastaneye kaldırdılar. Karnı çok şiştiği için gitmişti fakat daha önce hastaneye kaldırılma nedeni bu değildi. Endişelenmedim, yüz hatlarına hasret kaldığım bu kadınla ilgili alıştığım ikinci şey yokluğuydu. İlkiyse yüreğime titizlikle işlediği korkuydu. Onun yanında ağlayamazdım. Yeni yıla girdiğimizden beri bana bakmak için gelen üçüncü bakıcı uyuyakaldığında, merakımı yenemeyip o gökyüzü duvarlı kilerin önüne oturdum. Bu odada beni çeken bir şeyler vardı, hatırlayamadığım ama hissedebildiğim bir şeyler. O zamanlar geçmişimin beni kovaladığını bilseydim kaçardım ondan, bense üzerine yürüdüm. Parmaklarımı eski tahta kapının üzerinde gezdirdim, kalp atışlarım hızlanıyordu. “Yap” dedi bana biri, “cesur ol” diye fısıldadı öteki. Yavaşça ayağı kalkıp kilerin kapısını açtım. Eskiden ciğerime dolan tozlardan eser kalmamıştı kilerde. Elimi ayıcıkların ve oyuncak arabaların üzerinde gezdirdim. Tam bir tanesini alacaktım ki bakıcının uyarırcasına öksürdüğünü duydum, elinde kurabiyelerde kapıda dikiliyordu. Aç değildim, “Hayır” diyebildim sadece. Bunun üzerine endişeyle geri döndü, mutfakta telefonla konuştuğunu duydum. Çok geçmeden geri gelip yemezsem üzüntüden ağlayacaklarını söyledi. “Yeme” dedi bana biri, “seni kandırıyorlar” diye fısıldadı öteki. Ölü irademle bakıcının elindeki tabağa gelişigüzel vurdum, tabak düştü ve o aşina sesle bin bir parçaya ayrıldı. Akşam annem ve babam eve geldiğinde odamda cezalıydım, papatyalarımla konuşuyordum. Annemin odası hızla kapandı, o an aylardır kulaklarıma aşina gelen sese zihnimde çok yaklaştım, kapının sertçe çarpması... Tam bunun üzerinde düşünüp daha derine inecektim ki, henüz ayıkken, odamın kapısı birden açıldı ve babam çık dışarı diye gürledi. Tabağı kırdığım için bakıcıdan özür diledikten sonra soğuk bakışlar eşliğinde kurabiyelerimi yemeye başladım. Uykumu getiriyorlardı ve zihnimde annemin yüzünü biraz daha siliyorlardı her seferinde, nefret ederim o ekşi
kurabiyelerden. Beş yaşındaydım ya daha, nereden bilecektim kurabiyelerin içinde ilaçların olduğunu. Annem kilerde hıçkırıklara boğulmuştu o ilkbahar gecesi. Bense sessizce boyumdan büyük merdivenleri tırmanarak odama çıkıyordum ki, annemin sesinin kesildiğini fark ettim. Bacaklarım titremeye başladı, ben arkamı dönmeye fırsat bulamadan kilerin kapısı açıldı ve annem ateş saçan gözlerini üzerime dikti. Adını çoktan unuttuğum Tanrı’ya tam yalvaracaktım ki pijamamın kapüşonundan geriye çekildim ve yere düştüm. O an düştüğüm yerde her kaburgamın kırılıp göğüs kafesimde yaptığı ağrıyı hayatım boyunca unutamayacağım bir acıyla hissettim. Nefesimin kesildiği an korku tüm bedenimi kapladı ve üç saniye içinde gözlerimi karanlık bürüdü. Görme yetim geri geldiğinde kendimi kilerde buldum, annem çok kısa bir sürede beni sürükleyerek kilere atmıştı. Annem delirmiş gibi o özenle hazırladığı odayı dağıtırken titreyen sesimle sadece “Anne, lütfen” diyebildim ki gürültüden duyulduğundan dahi emin değildim. Gözyaşları boğazında düğüm olmuş gibi boğuk bir hıçkırıkla “Gelmiyor sana arkadaş falan.” dedi ve yüzüme bakmadan odadan çıktı. Kapıyı çarpmasıyla yediğim kurabiyelere rağmen geçmişi hatırlayabildim, aylardır hatırlamaya çalıştığım ses kaosu, kilerin kapısının çarpmasına bağlıydı. Sonrasında ip söküğü gibi süregelen süreçte, sırada ne olduğunu hatırlamam beni büyük bir dehşetle tüm o korkudan sıyırdı ve ayağa dikti. Kesik kesik alınan nefeslerimi umursamadan annemin kilitlediği kapıya vurmaya ve haykırmaya başladım. “Anne, lütfen!” “Lütfen ışıkları kapatma...” *** Görsel: Edvard Munch – Hasta Çocuk (detay / 1986)
77
78 Kötülükte Tutucu Zamanlar Cemal Öztürk
1. Yüz bin kere ‘darbecilerden’ fecidir. Dogmatizmin emir komuta zinciri! 2. Kalp ile yapılmış hangi inkılâp Okunmuş üflenmiş saltanatçı sağın Hoşuna gitmiş ki bu güne dek! Çünkü yürek hep soldan atar…
79 3. Çağının en büyük muhafazakâr lider ligidir! Ebu cehilgiller ailesini taklit eden kim varsa? “Geçmişin fosillerine tapınmayı “ Dindarlık sanıyorlarsa bugün. 4. Bize dışarıdan gelen nakli bir bilgiyse ölüm Hayat yolcularının sigortası geçmez burada. 5. İyi ya Tanrı, İnsanı ruhundan üfleyerek yaratmışsa eğer, Ayrıca bir ruhban sınıfına gerek var 6. Bir toplum ki kurtulamamıştır büyüden Büyüyememiş ise henüz ergin düzeye kadar Orada Vaiz, ömrümüzden çalan bir hırsızdır. 7. Ben bütün meleke’lerin çaprazlanmasıyla Vücuda gelmiş melez bir insanım. Hayatta olsun olmasın tüm canlıların Üzerimde görünmez ortak bir emeği var. 8. Dindarım çünkü gönül borçluyum bütün bir kâinata Muhabbetim ile varım ben bağlanmakla hayata Yine de dinler üstü bir maneviyata sahibim. Ahlaki akıldan başka nöbetçi mahkeme tanımam.
80 9. Cahiliye dönemi militanlarından daha azgın? Ebu Cehilgiller safında ne mücahitler gördüm! Şu hayırsız elleri, Ve uğursuz istihbarat tekelleriyle nasıl da Etobur cihan devletleri, kan içiyorlar resmen Ruhban medyasının en üst manşette çıkan O ağırbaşlı ve olağan/üstü hipnotik fetvalarıyla! 10. Dünyanın dört bir yanından Kuklalar yürüdü üstüme kuklalar Rap… rap… rap… rap… Hep başka dünyalar adına Bu güzelim dünyam harap! *** Görsel: 1905 yılında Rusya’da, Çarlık yönetimi tarafından kanla bastırılan devrim girişimine dair gazete çizimleri.
81 İntihar Nilgün Zülfü Işık
(Görsel: http://www.meslekhastaligi.net/kokdizin/wp-content/ uploads/2016/01/intihar.jpg) Zordayım ve başa çıkma yetilerimin yetersiz olduğunu düşünüyordum. Çok şükür ki böyle olduğunun farkına intihar eylemini etkileyen faktörleri araştırmaya başladığımda vardım ve intihar etmemeye karar verdim. Zira hala hayatta olmam, başa çıkabilecek yetimin olduğunu gösteriyor. Peki, bir toplum intihar eder mi? Kendimden yola çıkacak olursam, o toplumun da kendine olan inancını yitirmiş olması gerekir. Bir umudun olmadığına, mücadele etme yollarının tıkandığına ikna olmuş olması gerekir. O halde bir toplum, mücadele etme yollarını kendi kendine tıkar mı? Bütün mücadelesini belli kişilere veya gruplara teslim eder mi? Ederse en basitinden intihar etmiş olur. Peki, mücadele yolu en iyi şekilde nasıl gerçekleşir? ‘’Bir gemide iki kaptan olmaz’’ mantığı ile bu mücadeleyi gerçekleştirdiğini düşünerek mi yoksa ‘’Hukuk kurallarının işleyebilirliği’’ kavramini ele alarak toplumsal güvenin temellerini atarak mı?
82 Hukuksal olarak haklarının güvence altında olmadığını düşünen toplumlar, haklarını almak için nelere başvurmalıdırlar? İç savaşlar bu yüzden mi çıkar? Artık haklarını savaşarak mı alacaklarını düşünüyorlardır? Ölmek isteyecek kadar haklarının alındığı düşüncesi nasıl ortaya çıktı? Bir arada yaşamayı hazmedemeyecek kadar ötekileştirme yapanlar, insana saygıdan bahsedebilirler mi? En basitinden kendi hayat arkadaşım dediği insana, insan olduğu için gerekli saygıyı vermek için, kendince belirlemiş olduğu ölçütleri şart koşan bir anlayış var. Örneğin kadını ıslah etmek için gerekli eylemler... Kimin ıslah edilmesi gerektiğine kim karar veriyor bir ülkede? Cezaevleri, ıslah evleri, hukuk mahkemeleri neden var? Kendisin veya dâhil olduğu grubun oluşturduğu hukuk kurallarını uygulamayan bir devlette yaşadığını düşünen birileri kendi hukuk kurallarını rahatça işletebilmeleri için savaşıyorlar mı yani? Hukuk kuralları da toplumsal sözleşmeye dayanıyorsa, böyle düşünenler toplanıp, kadını ıslah edici hukuk kuralları mı oluşturmaya çalışıyorlar? İnsanın kendi kendini yönetememesinden kaynaklanan ve suçu başkalarına yöneltmekten kaynaklı bir durumdan mı bahsediyoruz? Yâda başkaları karşısında içselleştirmiş aşağılık karmaşasindan dolayı herkesi aleyhinde görme durumu mu şiddeti körüklemekte? Bir ülkede yaşayan insanlar hangi özellikleri sebebiyle aşağılık duygusuna kapıldılar? Bu özellikleri, onların özgürce yaşamasına neden engel teşkil etmekte? Bu durumda kendi kendini yönetemeyen toplumlar nasıl oluşur sorusuna geçmeliyiz. Hormonlaştırılmış çözümlerle, günahlarını çıkartacakları objeler bularak canlarının istediği suçu işlemekte tereddüt etmemekle birlikte bunu kendinde hak gören kişilerin çoğalması ve zamanla benzeri davranışların yaygınlık kazanıp topluma bir virüs gibi yayılmasıyla ve en sonunda dışarıdan müdahale gerektiren bir durum içerisinde oluşur diyebilir miyiz?
Kendine bazı inançlar, gelenekler, putlar oluşturarak aklının vermiş olduğu müthiş izdıraptan kurtulma çabasının sonucunda ortada kullanılacak bir sürü malzeme var mıdır? Kendi iradesini kullanabilme sorumluluğundan kaçanlar için müthiş malzeme vardır bana göre. Örneğin cinsiyet farklılığı. Cinsiyetin farklı olmasından kaynaklı, insani olarak bazı hakların da farklı olmasını gerektirdiğini düşünenlerin, hemcinsi olmayanlarıyla nasıl anlaşacağını çözememiş olmaları ve kendilerinin de bazı ihtiyaçlarından dolayı onlara bağlı olmaları, bir çelişki oluşturur. Hem ona ihtiyaç duymak bazı yönlerden, hem de onun varlığını küçümsemek ve kendisiyle eşdeger görmemek, ya da kendisini ondan daha aşağıda görmek. Hemen bu durumdan kurtulmak gerekir. Rahatlatıcı ve çıkarlara uygun davranışlar kutsanmalıdır veya gelenekleştirilmelidir. Cinsiyetlerin davranışları belirli kalıplara sokulmalıdır ki aklın ve vicdanın sorumluluğu azaltılsın. Eğer aşırı gidilirse ıslah edilmesi gereken bir nesne olmaya başlar cinsiyetler. Peki, kadınlar neden erkekleri ıslah edilecek objeler olarak görmezler? Daha en başından onların insan olarak kendileriyle eş haklara ya da daha üstün haklara sahip olduklarını düşünmelerinden dolayı mı?
(Görsel:https://galeri.uludagsozluk.com/r/ ba%C5%9F%C4%B1-a%C3%A7%C4%B1k-anneden-utanmak-294920/ )
83
84
Kadınlar erkeklere neden boyun eğer? Edepli olmanın koşulu neden erkeğinin dediğini yapmaktan geçer? Bir grup topluluk neden kadına ‘kendi başına bırakıldığında yoldan çıkacak zararlı bir canlı’ gözüyle bakar? Bir kadının dövülerek ıslah edilecek olması onu insan olarak saydığımızı gösterir mi gerçekten? Kutsallaştırılan emirlerdeki kelimelerin anlamları yeterince sorgulanıyor mu yoksa birilerinin anladığı mı uygulanmaya çalışılıyor? Anneler, oğulları neden kız kardeşlerine göre daha fazla şeyi yapma hakkına sahip olduklarını söyleyerek yetiştirir? Bir erkeğin çalışmadiginda başkalarından haraç alarak bile saygınlığını artırdığı ortamlar sadece filmlerde mi? Yol kenarındaki bir kahvede oturup, etrafı gozlemeyi iş edinmiş bazı kişiler, yoldan geçen, ekmeğini kazanmak, eğitimini almak için çaba gösteren bir kadını veya herhangi bir kadını itibarsızlaştırmaya çalışıp ona iftiralar atabilme hakkını kendilerinde rahatça görüyorsa bunun sonu ne olur? Kadınlar neden çarşaf giyme gereksinimi duyuyorlar? Yüzlerini, hatta gözlerini bile kapatma gereksinimi duyarak, bu gereksinmeyi karşıladıkları için özgür olduklarını mı zannediyorlar? Daha fazla özgür olmak için rahatsız edilmemek, etmemek için kadınlar toprağa mı girmeli? ‘’Özgür kadının tanınması için saçını kapatması gerektiği’’ sizce ne kadar özgürlükçü? Dünyadaki bütün kadınlar özgür olma hakkına sahip değil mi? Başka dinlerdeki kadınlar özgür olamaz mı? Bir kadının insan olup olmadığı nasıl oluyor da hala bazılarının dilinde tartışma konusu olabiliyor? Cinsel bir obje algısını hangi etkenler körüklemekte? Doğan çocuğun kız evlat olması anneyi neden suçlu konuma düşürüyor? Modern zamanlarda ben, erkek- kız ayrımı yapmam diyen aileler, erkek evlat olunca anneye verilen hediyeleri katlaştırmayı ihmal etmiyor. Modern zamanlara ayak uydurmak için o zamanın klişe laflarını kullanmak önemli. Peki, bunu davranışlarımızla ne kadar doğruluyoruz?
85
(Gรถrsel: https://3.bp.blogspot.com/-Dg19xZYkHvU/VyLH0VEALjI/AAAAAAAB0qk/93wBQmHBqDEURHpWdLQh9 wraTKEEM_3cwCLcB/s1600/Kad%25C4%25B1n%2Bkendi ni%2Beziyor.jpg)
86 Yaşamın İçinden, İçimizdeki Korku Selin Gündüz Tabuların yıkıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Günümüzde kültürel, sosyal ve politik, kısaca yaşamımızın her alanında tabular tartışılıyor. İnsan haklarını, özellikle de kadın haklarını hiçe sayan geleneklere ve töreler karşı çıkılıyor. Bizleri dar bir milliyetçilik kıskacı içine alan resmi tarih sorgulanıyor. Azınlıkların şimdiye değin yok sayılan hakları savunuluyor. Gücünü dinci, milliyetçi ve ataerkil ideolojilerden alan tabuların sorgulanmasıyla birlikte, toplumdaki gerilim ve kutuplaşma yoğunlaşıyor, böylece öteden beri var olan polemik kültürü giderek artıyor. Tabuların yıkılması, bastığımız toprağın kayması anlamına geliyor. Basılacak sağlam bir yer arayışı içindeki insanlar bir dala tutunabilmek için kolaylıkla bir ideolojiden başka bir ideolojiye kayabiliyorlar. Sözgelimi milliyetçi biri kolaylıkla dinci olabiliyor. Ya da tam tersi. Tabulara sıkı sıkıya sarılmamızın nedeni de yine korkular. Çoğu kez bildiğimiz yoldan şaşmamayı tercih ediyoruz. Bir sorunla karşılaştığımızda onu görmezden geliyoruz ya da sanki böyle bir şey hiç yokmuş gibi davranıyoruz veya gündeme getirmekten bilinçle kaçıyoruz. Korkudan kaynaklanan kaçışın hem tabuları besleyen hem de toplumdaki kutuplaşmayı daha da yoğunlaştıran bir duruş olduğu söylenebilir. Hepimizin yaşamını ve ilişkilerini yönlendiren belli ahlaksal kurallar ve değerler var. Ancak ‘yaptıklarım beni utandıracak mı ya da saygı duyduğum birinin bu davranışlarımı görmesinden tedirgin olur muyum’ sorusunun, toplumun özellikle geniş çevrelerinde gündeme gelen ‘başkaları ne der?’ odaklı mahalle baskısından pek bir farkı olmadığı da söylenebilir. Çünkü ‘yaptıklarım beni utandıracak mı?’ sorusu bile, ben kendimi
başkalarının gözünden nasıl görüyorum anlamına geliyor çoğu kez. Oysa önemli olan insanın bir birey olarak kendisini bulması, başkalarına göre değil de kendi seçimine göre karar verebilmesi. Bu bağlamda, ‘ben duygularımı nasıl değerlendirebilirim, ne duyumsuyorum, ne yaşıyorum, yaşadıklarım bana ne kazandıracak’ gibi sorular öncelik kazanıyor.
87
88
Kuşkusuz en büyük yetenek insanın kendisiyle dalga geçebilmesi. Bunun da en büyük sırrı kendimizi aşırı derece önemseyerek dev aynasında görmememiz. Bu da yalnız olaylara değil kendimize de tek bir açıdan saplanarak bakmamamızı koşulluyor. İçimizdeki sesler, duygular, düşünceler öylesine karmaşık, kimi kez çatışmalı bir bütünü oluşturuyor ki, onları anlamada zorlanıyoruz. Bu açıdan belki de en güç olgu insanın kendisini anlayabilmesi. Kimi kez akılcı yanımız ağır basıyor, kimi kez duygularımız, kimi kez hırslarımız, kimi kez içgüdülerimiz. Kimi kez bir duygunun ya da düşüncenin ağırlık basmasıyla diğerlerini unutup doğru yolu seçtiğimizi sanıyoruz ama bastırılan ya da yok sayılan diğer duygular hiç tahmin etmediğimiz bir durumda ve ortamda birden karşımıza çıkıp hesap sorabiliyorlar ya da bizi kıyasıya yok edici olumsuzluklar ve hastalıklar yaratabiliyorlar. Yaşadığımız toplumda kadın olmak öylesine ikinci sınıf bir varlık olmak anlamına geliyor ki, çoğu kez adını bile koymaktan çekinerek “Bayan” diyoruz. Bayan sözcüğünün Kadın sözcüğüne kıyasla çok daha kibar olduğunun söylenmesi dikkatimi çekiyor. Neden erkek değil de kadın sözcüğü kaba bir sözcük oluyor? Dışlanma ve ötekileştirilme günlük dilimize bile girmiş; çoğu kez bilincinde bile olmadan kullandığımız sözcüklerin ardında nasıl bir zihniyetin yattığını sorgulamamız, bu konuda bilinçlenmemizi sağlayabilir. Sözgelimi toplumumuzda on yıllardır büyük bir kutuplaşmaya yol açan başörtüsü olgusunu toplumsal cinsiyet açısından irdelemekten genellikle kaçınıyoruz. Kadının sadece bedeniyle var olmasının, Batı toplumlarında bedeni açıp sergilerken, İslam kültüründe kapamasının aynı ataerkil zihniyetin ürünü olduğunu görmekte güçlük çekiyoruz. Kadın-erkek ilişkisi her zaman böyle olmuştur deyip geçiyoruz. İşin tuhaf yanı bunu aydın diye tanımlayabileceğimiz liberal görüşlü insanlarda rahatlıkla yapıyor. Düşünmeyi ve sorgulamayı hiç bilmediğimiz için mi, yoksa bilsek bile işimize gelmediğinden yaşama geçiremediğimiz için mi?
Bizim toplum gibi baskıcı ve otoriter toplumlarda sorgulama, eleştirme, hele tabulara dokunma çok tehlikeli. Yürürlükteki sistemle yeterince uzlaşılamadığında yoğun bir baskı ve şiddetle karşılaşılıyor. Bu da tam bir gerilim ve korku ortamı yaratıyor. Demokrasinin yerleşmemiş olduğu tüm toplumlarda yaşanan bu temel sorun geçmişimizde vardı, bugün de tüm yoğunluğuyla sürüyor ne yazık ki… İnsanların gerilimli bir ortamda ağızlarını bile açmaktan korkmaları, dahası kraldan çok kralcı bir tavırla konuşanları ya da karşı çıkanları suçlamaları bunun tipik bir göstergesi değil mi? Güç olan, kendi tabularımızın bilincine varmamız ve bunları sorgulamaya başlamamız, kendi sınırlarımızı zorlamamız… Bir tür farkındalık da diyebiliriz buna. Farkındalık tabuları kırmanın ilk ve en önemli adımı, ama yine de yeterli değil. Çünkü kendimizi sorgular ve sınırlarımızı aşmaya çalışırken kutuplaşma tuzağına düşmeden sorunları bütünselliği içinde görmemiz ve irdelememiz gerekiyor. Belki de en güç olan, polemik kültürünün egemen olduğu bir ortamda bunu başarabilmek. *** Görsel: Vergvoktre
89
Tabii / Tabu
90
Mustafa Bilgin
91 Mastürbasyon ve Evrim* Çağrı Mert Bakırcı (Evrim Ağacı)
Hokusai – Balıkçı Eşinin Rüyası (1814) Mastürbasyon, neredeyse istisnasız olarak tüm toplumlarda halen tabu olmayı sürdüren bir konu... Kişinin kendisine dokunması, kendisini cinsel olarak tatmin etmesi, kendi cinsel ihtiyaçlarını bir partner kullanmaksızın gidermeye çalışması, her nedendir bilinmez, kültürümüzün “yasaklı” olarak tespit ettiği konulardan birisidir. Evrim Ağacı olarak bu tabuları ele almayı, bilimsel olarak analiz etmeyi ve mümkünse konu hakkındaki tartışmaları gündeme taşıyarak bu “tabu” statüsünü olabildiğince yıkmayı oldukça faydalı bir uğraş olarak görüyoruz. Böylece insanların utanıp çekinecek hiçbir şey olmadığını, bunların son derece sıradan biyolojik olaylar olduğunu görme-
92
leri mümkün olabilecektir. Gelin bu makalemizde mastürbasyonun ne olduğuna, evrimsel olarak bir kökeni olup olmadığına ve insan üzerinde dikkate değer bir faydası veya zararı olup olmadığına bir göz atalım. Mastürbasyon, bir canlının kendi cinsel organlarını uyararak (stimüle ederek) genellikle orgazm noktasına kadar ulaşmasına verilen isimdir. Normalde eşeyli üreme (seks) için iki birey gerekirken, mastürbasyon bireyin tek başına yapabileceği cinsel bir aktivitedir. Öte yandan bir tür oto-erotizm faaliyeti olan mastürbasyon, bireylerin cinsel ilişki kurmadan, karşılıklı olarak da yapabilecekleri bir olaydır. Yani “kopulasyon” (cinsel birleşme) denen olay olmaksızın yaşanan cinsel faaliyetlerde mastürbasyon önemli bir parça olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğada Mastürbasyon ve Mastürbasyonun Görülme Sıklığı Mastürbasyon, o kadar da sıra dışı bir olay değildir ve hayvanbilimciler tarafından “üreme amaçlı olmayan cinsel davranış” olarak tanımlanmaktadır. Doğadaki pek çok olay gibi, mastürbasyon da ilk olarak insanda evrimleşmiş bir olay değildir; hayvanların pek çoğunda mastürbasyon görülmektedir. Mastürbasyon, hayvanların dişilerinde ve erkeklerinde genel olarak benzer şekilde yapılmaktadır. Kelimenin etimolojisi incelendiğinde, Latince “elle rahatsız etmek” anlamına gelen “manus turbare” kalıbından türetildiği görülmektedir. Buradan da anlaşılabileceği gibi, dişilerde de, erkeklerde de mastürbasyon, cinsel organların genellikle el ile uyarılmasıyla yapılmaktadır; ancak kimi zaman özellikle yüksek zekâya sahip memelilerde (örneğin şempanzeler, bonobolar, insanlar gibi primatlarda) çeşitli objeler kullanarak da yapılabilir. Özellikle insan türünde damacana, plastik vajina kalıpları, kıyafetler, vb. objeleri kullanmak gibi çok çeşitli fanteziler uygulanabilmektedir. Kadınların %53’ünün, erkeklerin %17’sinin vibratör kullanarak mastürbasyon yaptığı bilinmektedir.
Fakat diğer hayvanlar da bu konuda pek geri sayılmaz: Yunusların ölü balıkların vücut açıklıklarını kullanarak veya penisleri etrafına yılan balıkları sararak mastürbasyon yaptığının kayıtları bulunmaktadır. İnsanlarınkine benzer şekilde oto-erotizm ve mastürbasyonun görüldüğü hayvanların başında köpekler, geyikler, gergedanlar ve tabii ki çok çeşitli maymun türleri gelmektedir. Bunun haricinde atlarda, keçilerde, aslanlarda, vampir yarasalarda, walruslarda, kuşlarda da mastürbasyona rastlanmıştır. Ancak porno gibi diğer uyaran türlerinin bulunması sayesinde insanların mastürbasyon davranışları diğer hayvanlardan dikkate değer miktarda ayrılmaktadır. Yapılan bir çalışmaya göre genel olarak otel müşterileri ortalamada 12 dakika porno izlemektedir. Nasıl uygulanırsa uygulansın, temel amaç cinsel organları uyararak, seksin verdiği hissin beyin tarafından uyandırılması ve bu sayede gerçekten cinsel ilişkiye girmeden beyinden mutluluk hormonlarının salgılanmasıdır. Bu açıdan incelendiğinde, doğada bu sıklıkta görülmesi çok da şaşırtıcı olmayacaktır. Mastürbasyonun evrimsel geçmişine az sonra döneceğiz. Yapılan araştırmalar, hayvanların genelinde dişiler ile erkekler arasında mastürbasyon yapma sıklığının hemen hemen aynı olduğunu göstermiştir. Ne yazık ki ülkemizde, seks ciddi bir tabu olduğu için ve erkekler daha rahat ve özgür bir konumda tutuldukları için, mastürbasyon gibi seksle ilgili konular da sadece erkeklerin yapabildiği bir aktiviteymiş gibi algılanmaktadır. Hâlbuki mastürbasyon, hem dişilerin hem de erkeklerin yapabileceği bir aktivitedir. Öyle ki, kadınların %40’ının seks yerine mastürbasyonu tercih ettiği bile bilinmektedir! Ülkemizden bu konuda istatistik bulmak birazcık zor; ancak ABD’de yapılan çalışmalar, 30 yaşının üzerindeki kadınların %80’inden fazlasının, genelde ise tüm kadınların %94’ünün hayatlarında en az 1 defa mastürbasyon yaptığını göstermekte-
93
94
dir. 18-50 yaş arası her 5 kadından 1’i her ay en az 1 defa mastürbasyon yapmaktadır. 30 yaş üstü erkeklerde “en az 1 defa mastürbasyon yapma oranı” %93.4’tür. Genele baktığımızda ise, Amerikalıların %78’i hayatlarının bir evresinde mastürbasyon yapmıştır. Bu istatistiklerin Türkiye’de dikkate değer miktarda farklı çıkması için bir neden bulunmamaktadır. Elbette belli başlı farklılıklar olabilecek olsa da, ülkemizdeki mastürbasyon deneme ve tekrar etme oranlarının oldukça benzer olması olasıdır. Dünya çapında baktığımızda da benzer bir durumla karşılaşmaktayız: 2007’de Britanya’da yapılan bir araştırmaya göre 16-44 yaş arası erkeklerin %95’i, aynı yaş aralığındaki kadınların %71’i mastürbasyon yapmaktadır. Bu ankete katılan erkeklerin %73’ü, kadınların ise %37’si anketin düzenlendiği tarih ile 4 hafta öncesi arasında son kez mastürbasyon yaptıklarını belirtmişlerdir. Aynı ankete göre, erkeklerin %53’ü, kadınların ise %18’i anketin yapıldığı gün ile anketten 7 gün öncesi arasında mastürbasyon yaptıklarını belirtmişlerdir. Genel olarak, erkeklerin %40’ı, kadınların %22’sinin günlük olarak mastürbasyon yaptığı düşünülmektedir. Erkeklerin %55’i, kadınların %48’inin her hafta en az 1 defa mastürbasyon yaptığını gösteren çalışmalar mevcuttur. Mastürbasyon Faydalı mı, Zararlı mı? Bilimsel olarak ele aldığımızda, günümüzde hekimlerin ve psikologların ezici bir çoğunluğu tarafından mastürbasyon normal ve sağlıklı bir davranış olarak tanımlanmaktadır. Mastürbasyonun genel geçer faydalarına ve sağlık üzerindeki olumlu etkilerine yönelik bulguların enginliğine karşılık, bazı izole vakalarda görülen zararlara ve olumsuz etkilere yönelik bulgular yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla aralıklarla gündeme gelen ve mastürbasyonu özellikle de dinî nedenlerle eleştirmeye çalışan içeriklerin dikkate değer bir geçerliliği bulunmamaktadır. Birçoğu hatalı neden-sonuç ilişkileri ve
bilimsel verilerin eksik okunmasına yönelik hatalar üzerine kurulu argümanlardır. Geri kalan eleştiriler ise, zaten tıbbi terminoloji çerçevesinde “sorunlu” olarak tanımlanan koşulların sanki mastürbasyon yapan herkesin sorunuymuş gibi genellenmesinden kaynaklanmaktadır. Mastürbasyonun zararlı olduğu yegâne koşullar, Merck Tanı ve Terapi Elkitabı’nda şu şekilde tanımlanmaktadır: “Mastürbasyonun anormal olduğu yegâne durumlar şu şekilde tanımlanmaktadır: Partnere yönelik davranışı engellediğinde, halk içerisinde açık bir şekilde yapıldığında veya kişiye rahatsızlık verecek miktarda ve takıntıya varacak düzeyde yapıldığında.”
Peter Johann Nepomuk Geiger, 1840, yağlıboya
95
96
Mastürbasyonun sağlıklı olmasının ana nedeni, seksi simüle ediyor olmasıdır. Seksin kendisi son derece sağlıklı olduğu için, mastürbasyon da genel olarak sağlıklı görülebilir. Ancak anlaşılmalıdır ki seks her zaman ulaşılabilir bir davranış değildir. Bu nedenle mastürbasyonun bir davranış olarak evrimleşme sebebi de kolayca anlaşılabilir. Ancak evrimsel kökenine girmeden önce sağlık ile ilişkisini açıklamak istiyoruz, böylece evrimsel süreçte neden doğa tarafından desteklendiğini daha kolay anlayabiliriz: Yapılan araştırmalar, mastürbasyonun faydalarıyla ilgili pek çok veriye ulaşmamızı sağlamıştır. Örneğin mastürbasyonun depresyonu azalttığı ve kişinin özgüvenini arttırdığı, Gale Çocuk Sağlığı Ansiklopedisi’nin 2006 baskısındaki bir araştırma yazısında yer almaktadır. Aynı zamanda cinsiyetler arası sosyal dengeyi sağlamak konusunda da faydaları olduğu bilinmektedir. Örneğin taraflardan birinin diğerine göre sekse daha düşkün olduğu durumlarda mastürbasyon yersiz isteklerden doğacak çatışmaları önleyici bir unsurdur. Bunun yanı sıra karşılıklı mastürbasyon (seks yapmadan çiftlerin birbirlerine mastürbasyon yapmaları), cinsel birleşme gerçekleşmeden kişilerin uyarılma bölgelerini bulmalarını sağlamaktadır. Böylece cinsel birleşme sırasında tarafların daha fazla zevk alması sağlanabilmektedir. 1997 yılında yapılmış bir araştırma, haftada ortalama 5-7 defa mastürbasyon yapan insanlarda kalp krizi, enfarktüs, miyokardiyal iskemi risklerinin azaldığını göstermiştir. 2003 yılında Graham Giles Avusturalya Kanser Konseyi’nin yaptığı bir araştırmaya göre düzenli mastürbasyon yapan insanların prostat kanserine yakalanma ihtimalleri azalmaktadır. Özellikle 20’li yaşlarda haftada 5 ya da daha fazla defa mastürbasyon yapan (veya genel olarak boşalan) kişilerde bu risk minimuma inmektedir. Ancak bu sayı abartılırsa, kansere yakalanma oranının arttığı 2008 yılında yapılan bir araştırmayla gösterilmiştir. Aynı zamanda mastürbasyon yapan kişilerin,
sırf bu hissi yaşamak için tanımadıkları insanlarla seks yaparak Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar’a (CYBH) yakalanma riskleri azalmaktadır. Yine 2008 yılında Tebriz Tıp Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre düzenli yapılan mastürbasyon, daralmış damarların ve solunum yollarının açılmasını ve açık tutulmasını sağlamaktadır. Bunların yanı sıra, mastürbasyon sayesinde cinsel birleşme miktarı azaltılarak, istenmedik doğumların da önüne geçilebilmektedir. Son olarak, 2009 yılında Amsterdam’da bulunan Avrupa İnsan Üremesi ve Embriyoloji Cemiyeti tarafından yapılan bir araştırmaya göre mastürbasyon veya seks yoluyla düzenli boşalmak, sperm kalitesi ve hareketliliğini arttırmaktadır; bu da cinsel gücün artması demektir. Aşırı Mastürbasyon: Mastürbasyonun Hiç mi Riski Yok? Pratik olarak hayır, mastürbasyonun bugüne kadar genel geçer bir şekilde zararlı olduğunu iddia etmemize yetecek kadar bir güvenilir araştırma verisi bulunmuyor. Ancak “aşırı mastürbasyon” konusu, birazcık daha detaylıca değinmenin faydalı olabileceği bir konudur. Öncelikle, “aşırı mastürbasyon”un ne olduğunu tanımlamamız gerekiyor. Ancak bu pek kolay değil, çünkü genel geçer bir sıklık veya sayı bulunmuyor. Uzmanlar, kişinin mastürbasyon sırasında ve sonrasında kendilerini nasıl hissettiklerine bağlı olarak bunu tanımlamaları gerektiğini bildiriyorlar. Genel olarak günde birden fazla defa mastürbasyon yapmak “fazla” gelebilir; ancak eğer ki bunu yaparken, işlerinize yetişebiliyor ve genel olarak kendinizi mutlu, rahatlamış ve huzurlu hissediyorsanız sorun yok. Muhtemelen bu sıklık sizin için zararlı değil. Zira “belli bir sayının üzerinde mastürbasyon yapmak vücuda zararlıdır” gibi bir kaide bulunmuyor. Bilimsel araştırmalarda buna yönelik hiçbir bulgu yok! Ancak eğer ki mastürbasyon yapma sıklığınız dolayısıyla partnerinize veya işinize zaman ayıramıyorsanız, odaklanamıyorsanız,
97
98
sıkıntıya düştüğünüzü hissediyorsanız ya da cinsel doygunluğa erişemediğinizi fark ediyorsanız, muhtemelen bir sıkıntı olabilir ve bir psikolog ile görüşebilirsiniz. Dolayısıyla mastürbasyonun “aşırı” olup olmadığı kişiden kişiye değişmektedir. Ancak diyelim ki siz aşırı sıklıkta mastürbasyon yaptığınızı düşünüyorsunuz. İşte düzenli olarak yapıldığında son derece faydalı olan mastürbasyon, aşırıya kaçtığınızda bazı sorunlara sebep olabilmektedir. Çünkü mastürbasyondan alınamayan doyum, insanları farklı yollara itmektedir. Bunların başında, özellikle insanların mastürbasyon yaparken kullandıkları araçların cinsel organlarına sıkışması sorunu gelmektedir. Bu durum, erkeklerde de kadınlarda da sıklıkla görülmektedir. Bazı insanlar mastürbasyondan aldıkları zevki arttırmak adına vücutlarına büyük objeler sokabilmektedir veya penislerini tehlikeli objelerin içine sokabilmektedirler. Bu gibi durumlarda yaralanmalar, yırtılmalar ve kopmalar oluşabilir; ancak “normal mastürbasyon” davranışı çerçevesinde dikkate değer bir sorunun tespit edilemediği söylenebilir. Aşırı mastürbasyon yapan erkeklerde “penis kırılması” olarak bilinen hasarın oluşma ihtimali artmaktadır. Ayrıca yine erkeklerde, aşırı durumlarda Peyronie Hastalığı’na yakalanma şansı artmaktadır. Bu hastalıkta, peniste bulunan bağ dokuları hasar görür ve aşırı acı, peniste anormal kıvrımlar, erekte olamama, yaralar ve penis boyunda kısalma görülmektedir. Erkeklerin %10’unda bu hastalığın olduğu bilinmektedir. Sünnetsiz erkeklerde çok sık yapılan mastürbasyon, fimoz (phimosis) denen bir soruna yol açabilmektedir. Bu durumda penisi kavrayan deri ileri itildiğinde öylece kalır ve geri açılmaz. Bu durumda penis başında kapanma, ağrı ve acı meydana gelir. Bir diğer durumda meni sızması oluşabilir ve istenmedik zamanlarda sızıntı şeklinde boşalmalar meydana gelebilir. Keza penis ucundaki derinin (sünnetli erkeklerde bulunmaz) iltihaplanması da temiz olmayan koşullarda mastürbasyon yapan erkeklerin karşılaştıkları sorunlardan birisidir.
Ayrıca, aşırı mastürbasyon yapmak kimi durumda bir sonuç değil, bir semptom da olabilir. Özellikle de zihinsel bazı sorunlarda bireyler mastürbasyona yönelmektedirler. Örneğin küçük yaşta aşırı mastürbasyon yapan kişilerin kendileri ve başkaları üzerinde cinsel üstünlük kurma algısı kontrolsüz olarak gelişebilmektedir. Bu da, çocuklarına cinsel istismarda bulunma risklerini artmaktadır. Ancak bunun arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurmak için henüz yeterince veri bulunmamaktadır. Dahası, az sayıda araştırma, aşırı mastürbasyon yapımı sonucunda tarafların cinsel istekleri azaltabildiğini göstermektedir. Özellikle erkeklerde sık mastürbasyondan dolayı cinsel istek çok azalabilir ve bu ilişki sorunlarına sebep olabilir. Elbette, bir diğer sorun, takıntılı mastürbasyon davranışıdır. Mastürbasyonun gerginlikle baş etmek için bir “tedavi” olarak görülmesi ve buna bağlı olarak takıntılı bir şekilde, aşırı sık mastürbasyon yapılması, kişilerin bazı psikolojik rahatsızlıkları olduğuna işaret edebilir. Çok sık mastürbasyon yapan insanlarda kasılmalar artmakla birlikte, gevşeme konusunda zorluklar yaşanabilmektedir. Ayrıca mastürbasyonun, tıpkı seks gibi rahatlatıcı ve mutluluk verici bir etkisi olsa da, aşırıya kaçan miktarlarda yapıldığında bu etki azalabilir ve dolayısıyla tatminsizlik sorunları baş gösterebilir. Özetle, aşırı mastürbasyonun genel tıbbi yan etkileri arasında şunlar sayılabilir: • Kronik Yorgunluk • Sırt Ağrısı • Saç Dökülmesi • Zayıf Ereksiyon Hali • Erken Boşalma • Gözlerde Nemlenme ve Bulanık Görüş • Testis Ağrıları • Kuyruk Sokumu ve Kasıklarda Kasılma ve Kramplar • Unutkanlık ve Geçici Hafıza Kaybı
99
100
Görülebileceği gibi, bunların hepsi son derece izole ve ufak yüzdelerle karşımıza çıkan sorunlardır. Bunların birçoğu mastürbasyon yapanlar tarafından hiçbir zaman deneyimlenmeyecek sorunlardır ve bu sorunları popülasyonunun geneline vurmak gerçekçi olmayacaktır. Mastürbasyonun sağlık faydalarının karşısında bu düşük olasılıklı sorunlar göz ardı edilebilir. Keza her davranış, belirli bir risk ile beraber gelir ve canlılar, elde edecekleri faydalara karşılık bu riski göze alırlar. Seksin kendisi bile risksiz değildir! Evrimsel Perspektiften Mastürbasyon Tüm bunlar düşünüldüğünde, evrimsel süreçte mastürbasyon kavramının gelişmesinin doğa tarafından desteklenmesinin sebebi kolayca görülecektir: Mastürbasyon, cinsel hayatı düzenleyen unsurlardan biridir. Dolayısıyla mastürbasyon yapan, daha doğrusu beyni bu şekilde de zevk alabilen türler cinsel açıdan daha başarılı ve huzurlu olacaktır. Bu da onların hayatta kalmak ve üremek konusundaki başarılarını arttıracaktır. Ne yazık ki, evrimsel süreçte hangi noktada mastürbasyonun başladığını tam olarak bilmemiz pek mümkün gözükmüyor. Öte yandan emin olduğumuz birkaç nokta var: Memeliler içerisinde bulunan hayvanların çok büyük bir kısmında mastürbasyon görülüyor; farelerden insanlara, sincaplardan şempanzelere, bonobolara, gorillere, orangutanlara, aslanlara, keçilere, yarasalara, babunlara, makaklara, sincap maymunlarına, geyiklere, zebralara, atlara, kangurulara, porsuklara, koyunlara, sırtlanlara, kedilere, köpeklere ve hatta yunuslara kadar! Hatta memliler harici hayvanlarda (örneğin kuşlarda) bile mastürbasyon olduğunu biliyoruz! Bu canlı gruplarından kimi kendi kendine bunu başarabilirken, birçoğu bir eş ile birlikte, karşılıklı olarak mastürbasyon yapmaktadırlar.
Sürüngenlerden evrimleşmiş olan kuşlar ve memelilerde bu kadar yaygın olarak rastlanması, sürüngenlerde de olmasını beklememize sebep olmaktadır; ancak bugüne kadar tespit edilebilmiş pek fazla örneği bilinmemektedir. Geko kertenkelelerinde ve iguanalarda kimi zaman buna benzer davranışlar tespit edilmişse de, konunun bir kesinliği yoktur. Dolayısıyla bilim insanları mastürbasyonu yakınsak evrim (convergent evolution) ile ortak atadan herhangi bir özellik almadan, türlerin birbirlerinden bağımsız olarak evrimleştirdiğini düşünmektedirler. Yani mastürbasyon memeli ve kuşlar gibi canlıların ortak atası olan amfibilerde veya sürüngenlerde evrimleşmemiştir; her bir canlı grubunda ayrı ayrı evrimleşmiştir. Elbette örneğin primatlar gibi geniş canlı gruplarında ortak bir atada evrimleştikten sonra torun türlere de aktarılmış olabilir; ancak bir davranış olarak mastürbasyonun tarihin tek ve antik bir ortak ataya bağlamak şu etapta mümkün görülmemektedir. Peki, canlıları mastürbasyona iten evrimsel seçilim baskısı ne olabilir? İşte bu noktada, İngiliz evrimsel biyologlar Robin Baker ve Mark Bellis’in teorisi bir cevap öneriyor: Spermlerin “raf ömrü” olduğu gerçeği! Erkek insanların testislerinde her gün 3 milyon civarında sperm üretilmektedir; ancak bu spermler ölümsüz değildir. Üretildikten sonraki 5-7 gün içerisinde ölürler. Bu durumda mastürbasyon, insanda ve diğer canlılarda spermleri ölmeden vücut dışına atmanın bir yolu olarak evrimleşmiş olabilir. Bu sayede, ola ki gerçekten çiftleşme şansı doğarsa, testislerde üretilmiş “taze” ve “daha güçlü” spermler dişi vücuduna enjekte edilebilecektir. Bu, evrimsel açıdan muhteşem bir avantajdır ve seçilim tarafından mutlaka seçilecektir. Uzmanlar bunu şöyle açıklamaktadır: “Erkeklere mastürbasyonun sağladığı avantajlardan birisi, dişi vücudunun genç spermleri daha kolay kabul ediyor olması ve/veya dişi üreme kanalında daha uzağa daha kolay
101
102
gidebiliyor olmaları olabilir. Dahası, bir kez dişi üreme kanalına girdiklerinde, genç spermler, sperm yarışının bulunmadığı durumlarda daha verimli bir şekilde üremeyi gerçekleştirebilir. Sperm yarışının bulunduğu durumlarda ise diğer erkekler ile rekabette daha başarılı olabilirler. Son olarak, daha genç spermler dişi vücudunda daha uzun hayatta kalacaktır ve bu da üreme olasılığını ve rekabet düzeyini arttıracaktır.” Bu sadece “çılgın” bir açıklama değildir; ayrıca deneysel olarak da ispat edilmiştir. Uzmanlar, 30 heteroseksüel çiftten “çiftleşme sonrası vajinal akıntı” örneği istemişlerdir. Bu, erkek dişinin içerisine boşaldıktan sonra geriye akan sperm, meni ve vajinal sıvı karışımıdır. Bu akıntı içerisindeki spermler, başarısız olan veya ölü spermlerdir. Yaptıkları incelemelerde, gerçekten de seksten önce mastürbasyon yapmayan (ya da çok eskiden yapmış olan) erkeklerin kız arkadaşlarının vajinal akıntısı içerisinde çok daha fazla sperm gözlenmiştir. Bunun sebebi, mastürbasyon yapmayan (ya da az yapan) erkeklerin spermlerinin daha zayıf olması ve kolayca dişi vücudundan atılabilmesidir. Yani mastürbasyon, kaliteli spermlerin önünü açmaktadır. Aslına bakarsanız, zaten vücudumuzun biyolojisi bizi mastürbasyona doğal bir şekilde yönlendirmektedir. Ergen psikolojisi uzmanı Stanley Hall, özellikle ergenlik döneminde görülen “ıslak rüyaların” (özellikle erkeklerde boşalmaya neden olan cinsel rüyalar), evrimsel süreçte bizi mastürbasyon yapmaya iten faktörlerden biri olduğunu düşünmektedir. Öyle ki Hall, mastürbasyona yönelik biyolojik faaliyetin insan türünün evriminde “sağlıklı ve iyi kalıtsal geçmiş”in göstergelerinden biri olduğunu ileri sürmektedir. Mastürbasyonun evrimsel kökenlerinde yatan bir diğer unsur ise, dişilere cinsel olgunluğu göstermenin bir yolu olarak evrimleşmesi olabilir. 2004 yılında Folia Primatologica dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre kolobus maymunları,
dişilerin onları görebilecekleri veya duyabilecekleri yerlerde mastürbasyon yapmaktadırlar. Bu sayede, üremeye hazır olduklarını onlara sinyalleyebildikleri düşünülmektedir. Fakat bu davranışın rastgele ve şans eseri çiftleşmeyle sonlanabileceğine dair itirazlar da bulunmaktadır. Araştırmacılar, mastürbasyon davranışının kolobus maymunlarında oldukça nadir gerçekleşmesinin, mastürbasyonun bir sinyal olarak evrimleştiği önünde bir soru işareti doğurduğunu belirtmektedirler. Mastürbasyonun evrimleşmesinin nedenlerine yönelik en ilginç bulgulardan birisi, denizel iguanalardan gelmektedir. Normalde iguanaların erkekleri arasında dişileri elde etmek için kıran kırana bir mücadele vardır. Çoğu zaman daha iri olan erkekler, daha ufak erkekleri “iş üzerinde” yakalarlar ve onlara ölümcül zararlar verebilirler. Bu nedenle ufak erkekler çok daha dikkatli olmak zorundadır. Ancak dikkatten ziyade, zamanlama önemlidir. Eğer ki yeterince hızlı boşalamazlarsa, ölebilirler! İşte bu nedenle iguanalarda çok ilginç bir davranış evrimleşmiştir: Kayalarla mastürbasyon yapma! Ufak erkekler, dişinin yanına gitmeden önce etrafta buldukları kayalara sürtünerek kendilerini uyarmakta ve boşalmaya hazırlamaktadırlar. Böylece dişilere, onlarla gerçekten çiftleşmek için yanaştıklarında, boşalmaya çoktan hazır olmaktadırlar. Bu da, iri erkeklere yakalanma risklerini düşürmektedir. Tüm bu olası açıklamalara rağmen, mastürbasyonun özellikle zekâ açısından gelişmiş memeli ve kuşlarda görülüyor olması, mastürbasyon davranışının yüksek zekâ ve algısal davranışlarla ilgili olabileceğini düşündürmektedir. Bu türler, beyin konusunda oldukça ileri gitmiş ve kendi aralarında belli bir zekâ düzeyine sahip olan türlerdir. Bu sayede seksi sadece bir üreme aracı olarak görmekten çıkararak, zevk unsurlarını dâhil etmeyi başarmışlardır. Günümüzde, beynin neokortek-
103
104
si ile birlikte pek çok bölgesinin cinsel aktivite sırasında uyarıldığını bilmekteyiz. Bu uyarılma sonucu asetilkolin, dopamin ve serotonin gibi nörotransimiterler ve hormonlar salgılanır. Bu hormonlar ve kimyasallar beyni ve böbreküstü bezlerini uyarır ve dopamin-adrenalin-noradrenalin dönüşümü gerçekleştirilir. Bu da bireye aşırı sempati (mutluluk) ve zevk hissi verir. Dolayısıyla mastürbasyon, seksin verdiği zevki “anlayabilen” canlılarda, bu zevki simüle etmeye yarayan bir davranış olarak evrimleşmiş olabilir. Sonuç Toparlamak gerekirse: Mastürbasyon da, tıpkı seks gibi bir hayvan türü olan insanın son derece sıradan bir ihtiyacıdır. Bunda utanılacak ya da ayıplanacak hiçbir şey yoktur ve haftada en az 2-3 defa, ortalama 5-7 defa yapılması, erkekler için de, dişiler için de son derece faydalıdır (sıklığın kişiden kişiye değişebileceğini hatırlayınız!). İstatistikler net bir şekilde göstermektedir ki, ailenizdeki veya akrabalarınızdaki dişi ya da erkek bireylerin hepsi, çoğu ya da en azından bir kısmı, mutlaka mastürbasyon yapmaktadır, yukarıdaki istatistikler de oldukça açık. Veya okurlarımızın büyük bir kısmı hayatlarında en azından bir kere bunu yapmıştır, denemiştir. Dolayısıyla sizi mastürbasyon nedeniyle ayıplayanlara kulak asmayınız. İşin bilimsel boyutuna ve detaylarına odaklanınız. Eğer ki mastürbasyon bir tabu olmaktan çıkarılmaz, halk arasında rahat bir şekilde sözü edilebilecek bir cinsel davranış haline getirilmez ise, toplumlar bu anlamsız tabu altında ezilmeye devam edecektir. Bu yüzden, artık bu konuya karşı genel “reddediş” halinden çıkarak “kabullenme” safhasına geçmemiz gerekmektedir. Mastürbasyon yapmakta utanılacak, sıkılınacak, kaçınılacak hiçbir taraf bulunmamaktadır.
Unutmayın ki sizlere mastürbasyon ve seksin bir tabu olduğunu dikte edenlerin kendileri de bu iki aktiviteyi yapmaktadılar. Çünkü bu insanın doğal ihtiyaçlarıdır. Ne kadar direnirsek direnelim, insan sıradan bir hayvan türüdür ve doğasının yasalarına öyle ya da böyle uymak durumundadır. Bu sebeple, sırf utandığı için sizinle bu konuları konuşmayan kişilerin sözlerine aldırmayın ve rahatınıza bakın. Göreceksiniz ki çok daha huzurlu ve rahat bir yaşama sahip olacaksınız. *Bu makale ilk olarak Evrim Ağacı’nda yayınlanmıştır; http://www.evrimagaci.org/makale/253
105
106 Freudculuğun Eleştirisi* Kaan Arslanoğlu En tehlikeli laiklik karşıtı din olarak Freudculuk Dinci gericiliğin arsız bir paragözlük ve gücü yettiğine azgın bir saldırganlık olarak başımıza bela kesilmesiyle bizim aydınlarda dine karşı tepki de arttı. Bir yere kadar makul karşılamak gerek. Hepimiz öfkeleniyoruz İslam’ın bu denli görgüsüzce çıkarlara alet edilmesine. Ama insana evrim kuramıyla baktığımızda dinsel inançların evrensel yaygınlıkta bir ihtiyaç olduğunu da net bir biçimde kavrıyoruz. Sadece insan zayıflığını ve insanın akli yetersizliğini kapayan, sığınılacak huzurlu bir liman olması yönünde değil. Aynı anda aksi yönde insanın inanmaya eğilimi, evrimsel-genetik manada oluşmuş biyolojik bir sonuç. O bakımdan insanların dinsel inançlarını şımarıkça küçümseyen aydın tavrına da öfkeleniyorum, ilk öfkem kadar yoğun olmasa da. (Çünkü onlar şimdi iktidarda değiller.) Şu soruyu gündeme sokmaya çalışıyorum: Aslında bilinen dinlere bağlı veya herhangi bir ideolojiye bağlı olmaksızın tamamen dinsiz o kadar az sayıda insan var ki… En ileri sol kesimlerinizin benimsediği komünizm ütopyası da bir hayal, bir dinsel inanç değil mi? Sosyalizm tamam, görülmüş, yaşanmış bir örnek, ulaşılabilir. Fakat insanın komünizme ulaşabileceğine dair herhangi bir bilimsel kanıt veya mantıklı emare mevcut mu? Değil. Ama başkasının dinini küçümsüyordunuz! Yine de ileri bir ideal olarak komünizm ütopyası başka bir şey kadar tehlikeli değil. Bir yere kadar güzel bir şey hatta. Bırakın bazı insanlar (bu uğurda ölmedikçe-öldürmedikçe) ona inansınlar. Bu onlara bir yaşam enerjisi, bir şevk verir. Bu inanç belli bir yere kadar laik bir inanç. Yani günlük yaşama pek fazla karışmıyor,
karıştığında çoğun sınırlı ve olumlu yönde karışıyor. (Şu dönem.) Fakat başka bir şeyler var ki, başka birçok yaygın inanç var ki, günlük yaşama, politikaya karışıyor, insanları birlikte kafa yoramaz, birlikte iş yapamaz hale getiriyor. En yaygın ve tehlikelisi Freudculuk işte. Dünya ölçeğinde sol ve liberal aydınlar arasında bu denli sorgulanmaksızın kabul gören, terimleri günlük dilimizi idare eden başka bir ideoloji, inanç sistemi yok. Başka bir din yok. ABD’de entelektüeller bilimle daha haşır neşir olduklarından Freudculuktan epeyce yakayı sıyırmışlar. Ama orada da doğru dürüst sol yok. Avrupa hâlâ Freud dini ve alt tarikatlarına bağlı. Gerçi Avrupa solu da sol değil, ama bizimkileri fena halde etkiliyor sol görünümüyle. Avrupa’da hâlâ liberal, sol, Marksist entelektüeller arasında Freudculuk ezici bir hâkimiyete sahip. Her kesimden sağ ve sol liberaller, komünistler, anarşistler, yeşiller, Troçkistler arasında… (İlk kez Troçki soktu zaten Marksizme Freudculuğu) Sovyet karşıtlığının yaygınlığı nedeniyle (büyük ölçüde haklı nedenlere dayanan bir karşıtlık), Sovyet resmi ideolojisi ne derse tersini düşünen Avrupa komünistleri-sosyalistleri, Freudculuğu başa çıkılması güç bir salgın hastalık haline getirdiler. Bizde de bu işin misyonerliğini yapan çok çıktı. Getirili bir sektördür. Althusser, Lacan, Zizek, Badiou külliyatı… Her solumsu gazetede onlar, sinemada onlar, bilumum Pazar eklerinde, kitap gazetelerinde… Hangi kitapdergi kapağını açarsan aç, aynı yobaz, aynı felç edici dil… Aynı anal dönem, aynı Fallus önümüzde sallanıyor. Fallusu iter, geçip işimize bakarız da, Freudculuk sosyalist âlemde liberalliğe açılan cezbedici, ışıklı bir kapı. Ama bizim ideolojik inançlı, ideolojik dinli sol-sosyalist arkadaşlarımız öyle mi! Gittikleri her yere, her somut tartışmanın içine bu inançlarını getiriyorlar (en yaygını olan Freudculuktan başladık) ve insanın tüm şevkini, birliktelik ruhunu baştan
107
108
kırıyorlar. Düşünebiliyor musunuz, herhangi bir iletişim sorununu veya gruplar arasındaki çatışmayı cinlerle, perilerle açıklamakta ısrar eden arkadaşlarınız çoğunluk olsa, ne gibi bir fikrî veya eylemsel gelişim çıkar bundan? En basiti, birlikte bir kitap yazsanız, yayın çıkarsanız, okurlar ne der buna? Peki, durmadan kastrasyon kompleksinden, Oedipus karmaşasından, fallustan, fallik dönemden, anal takıntıdan bahseden, Althusser’le yatan, Lacan’la kalkan sol teorisyenlerle nereye kadar gidebilirsiniz? Kimi aydın-entelektüel, kafası çalışır görüp yanına yanaşsanız yüzünü bir dönüyor ki: Walking Dead. Omurilikten düşünen bir Freudcu ve sizi midesine indirmeye çalışıyor. Sonuç: İnsanın dostunun gerçeklik duygusuna güveni tek bir noktadan kırılsa, ardından aynı coşkuyla birlikte mücadele edemiyorsun. Peki, Freud düşüncesi neden bu kadar çok tuttu, çok yayıldı? Şimdi konuya yavaş yavaş girebiliriz. Ara başlıktaki sorunun beş yanıtı var. Hepsini teker teker açımlamadan önce bir sayalım. 1- Freud söyleminin dinsel karakteri, 2- Freudculuğun dinsel örgütlenme tarzı, 3- Freud’un dinsel-etnik kökeni, 4İnsanlığın cinselliğe olan kallavi ilgisi, 5- İnsanlığın geçen yüzyıldaki düşünsel bir boşluğuna denk gelmesi…
1. Dinsel karakterde bir söylem-öğreti olarak Freudculuk Başta da vurguladığımız üzere insanlığın dinsel inançlara ve söylemlere bir ihtiyacı, bir yatkınlığı söz konusu. Çok güçlü bir yatkınlık ve ihtiyaç. Çok farklı kıtalarda, birbirlerinden on binlerce kilometre ötede ve farklı dönemlerde yaşamış ilkel kabile ve klanların ve daha geniş toplulukların birbirine çok benzer efsanelere, dinsel inanışlara ve ritüellere sahip olması, bunun evrimsel olarak ve biyolojik anlamda türümüzün karakteri olduğunu düşündürüyor. Din ve insanlık ilişkisi şu anda yazmaya başladığımız kitabın ana temalarından biri olacak. Şimdi sadece Freudculuk bağlamında değiniyoruz. İnsanlığın dine ve dinsel söyleme, inanışlara, efsanelere olan bu aşırı ilgisini bilim insanları arasında kabul etmeyen yok. Çok farklı eğilimlerden antropologlar, sosyologlar, evrimciler bu noktada birleşiyorlar. Ancak nedeni hakkında elbette ayrılıyorlar. Kimi evrimsel biyolojik yana ağırlık verirken, kimi olayı tamamen kültüre veya sosyo-ekonomik ilişkilere bağlıyor. Hatta evrimci psikologlar arasında bile aynı konuda farklı birçok görüş çarpışabiliyor. Örnek: Memetik kavramını ortaya atan Dawkins’ten sonra onun bazı izleyicileri “mem” adı verilen, gen benzeri çalışan, taklit edilip kopyalanan davranış, söylem, imge biçimlerinin yayılarak kültürü oluşturduğunu ve insanlığın evriminde belli dönemden sonra bu kültürel form birimlerinin genler kadar etki gösterdiğini iddia ediyorlar. İster biyolojiye ağırlık verelim, ister kültüre, isterse memlere, sonuç olarak insanlar arasında belli söylem biçimleri, davranış kalıpları daha kolay yayılıp kökleşiyor, bazıları ise bu kadar şanslı olmuyor. Sebebini başka bölümlerde tartışacağımız insanın bu dinsel yatkınlık özelliğine uyan kültürel yapılar şüphesiz ki en şanslı olanlar. Freudculuğun söyleminde ve kuramın ana direğinde bu dinsel karakter-
109
110
lerden ne ararsanız mevcut. Mitolojiye, efsanelere dayanması, en bilinen ve en popüler edebi metinlere bolca göndermeler yapılması, Hıristiyanlıkta ve başka dinlerde sıkça kullanılan üçleme motifine uygun bir iskelet (Baba-oğul, kutsal ruh; Süperego, ego, id), kuramın dinsel kitaplardan ve efsanelerden alınma Latince terim ve kavramların üstüne oturtulması, bolca “arketipal” arkaik simge, sembol kullanımı ve tüm bu biçimsel dini ögelerin de üstünde kuramın bütünüyle inanmaya, inanca dayanması.1 Başka deyişle başından beri kanıtı, ispatı, bilimsel testlerle sınanmayı, ölçmeyi, nesnel olarak gözlemleyip yayımlamayı, eleştiriyi ve sorgulamayı hiç mi hiç takmaması. Bu konudaki eleştirileri baştan reddetmesi, ruh biliminin ölçmeyle, sınanmayla ilerlemeyeceğini iddia etmesi. Freudculuk ortaya çıktığında bilim bu kadar ileri değildi, insan fizyolojisiyle ilgili bilgilerse çok sınırlıydı. Böyle bir ortamda ruh ve beyin hakkında istediğiniz kadar üfürebilirdiniz. Size karşı çıkanlar da aksini ispatlayabilecek durumda değildi. Ama sonra Freudculuğun savları teker teker çürütüldü, birçok bilim dalında, buluşlarla, deneyle, ispatla. Ama onun izinden gidenler bu kez de pozitivizme karşı oluşan entelektüel tepkiden yararlandılar. Postmodernizm doğuyordu yavaş yavaş ve geniş bir çevre maddiyatı, kanıta dayalı ispatı küçümsemeye başlamıştı. Freudculuk başlangıçtaki özüne tamamen aykırı biçimde liberal, muhalif, sol hatta sosyalist bir biçime büründü ve dinsel söylemini ilerici çevrelerde daha güzel oturttu. Bu bakımdan bugüne kadar Freudculuğa karşı yaptığımız tüm itirazlar, onun dinsel söylemi kullandığı, bilimsel ispattan hep kaçtığı uyarılarımız bu çevrelerce “Evet, ne olmuş, mecbur muyuz!” tarzında özgüvenli bir tepkiyle karşılandı. Kendisi de bir psikanalist olan, yani ekolü tamamen terk etmeyen değerli yazar Louis Breger’in Freud, Görüntünün 1
Kaan Arslanoğlu, Yanılmanın Gerçekliği, İthaki Yay. İst., 2005, 1. Bölüm, 5. Kısım.
Ortasındaki Karanlık kitabı bugüne kadar söylediklerimizi yeniden doğruluyor.2 “Bu fikirleri destekleyecek inandırıcı bir kanıt asla olmadı; temelde kendi ihtiyaçlarından ve kişisel kör noktalarından kaynaklanıyordu.” (s.13) “Oedipal uyanışının anısında ise araya mesafe koyan Latince kelimeler –libida, matrem, nudam… (…) Oedipal hikâyeye dayanarak rahatlatıcı bir mit yaratmış- tır.” (s.32) “Esas becerisi dil ve edebiyat alanındaydı, yazar ya da filozof olabilirdi. Aslında ilk başta bu alana yönelmişti.” (s.67) Önceleri dost oldukları Bleuler, Freud’a şöyle yazar: “Benim için bu teori diğer gerçekler arasında yeni bir gerçek sadece… Bu yüzden de bütün kişiliğimi davanın ilerlemesi uğruna feda etmeye sizin kadar yatkın değilim. ‘Ya hep ya hiç’ prensibi mezhepler ve siyasi partiler için geçerlidir… Bence bilim söz konusu olduğunda zararlıdır.” (s.248) Freud ve izleyicilerinin bilimselliği yazılarına ve konferanslarına dayanıyordu. Yaptıkları pratik ve bilimsel sınama ise hastalarıyla ve birbirleriyle yaptıkları psikanaliz seanslarına. Bu seanslardan edindikleri izlenimleri tamamen teoriyi doğrulayacak yönde (deneyden teori çıkartacak yönde değil) nobran biçimde yorumluyorlar ve bunları yayımlıyorlardı. Başarısız tedavi girişimlerinden hiç söz edilmiyordu. Sansür tabii bir uygulamaydı. Gerçeği istedikleri gibi eğip büküyor, kesiyor, uzatıyorlardı. (s. 67, 189, 208, 245, 278, 295) Ve hatta Hans olayındaki gibi kimi vakalarda (s.239) gerçeği yönlendirme bilimsel ahlaksızlık boyutuna kadar varıyordu: “Hans at fobisinden mustaripti, onu ısıracaklarından ya da sokakta düşüp ‘bağıracaklarından’ korkuyordu. Freud atların babayı; ısırılmanınsa, Hans’ın annesine duyduğu cinsel arzu yüzünden hadım edilme korkusunu simgelediği yorumunda bulundu. Freud’un talimatları doğrultusunda oğlunun analisti rolünü üstlenen Hans’ın 2
Louis Breger, Freud, Görüntünün Ortasındaki Karanlık, YKY, İst., 2012.
111
112
babası, küçük çocuğun cinsel merakını, bebeklerin nereden geldiğiyle ilgilenmesini, anababasına karşı hislerini ve Oedipal açıdan korkularını tekrar tekrar yorumladı. Freud’un kendi versiyonunda bile Hans’ın bu yorumları doğrulamadığı; hayatında, çatışmalarını ve kaygılarını daha ikna edici bir şekilde açıklayan başka etkenler olduğu açıktır.” Küçük Hans vakası daha sonra “Oedipal Karmaşa” kuramının “kanıtı” olarak kullanılacaktı. Bu vaka örneğinde sadece birden fazla tıbbi ve bilimsel etik ihlali yoktu, aynı zamanda Freud ve izleyicilerinin sıkça yaptıkları hastaya açıkça zarar verme hali vardı ki başka birkaç bakımdan yasal suçtu bunlar ve Freud’un kendisi düpedüz kriminal bir vakaydı. 2. Dinsel bir örgütlenme olarak Freudculuk Aynı kitaptan, 1911’de Freud’un ilk havarilerinden Stekel’in ifadesi: “Freud’un öğretisi olan öğretimizin günbegün daha fazla destekçi kazandığını ve sürekli ileri gittiğini gururla söyleyebiliriz… Bugünlerde herkesin yararı için tek tek bireylerden fedakârlık bekleyen bir tarikatın üyeleri gibi hissediyoruz kendimizi.” (s.250) Örgütlenme ve öğreti yayımı, dinsel bir tarikatın neredeyse tüm yöntemlerini kullanıyordu. Yakın çevre çekirdek örgütlenme, havariler oluşturma, onların bağlılığından tam emin olma (tekrarlayan psikanaliz seansları ve kapalı toplantılar) ve onları değişik ülkelerde misyonla görevlendirme… Gizli karar almalar, halka açık konferanslar. Yeni müritlerin kabulü. Yeni müritlerin kabulü için erginlenme seansları (psikanaliz seansları). Davadan dönenin aforoz edilmesi ve itibarsızlaştırılması. Bu erginlenme töreni veya takdis ritüeli öyle katıdır ki, en yakın, en sadık havarilerden biri olan ve psikanalizi ABD’de kökleştiren Otto Rank, Freud’u eleştirmesinin ardından aforoz edilir ve onun psikanalizden geçirdiği bütün müritlerin takdisi mekruh ilan edilir. Onlar yeni
havariler tarafından tekrar analizden geçirilir. (s. 425) Tarikatta problem çıkartacağına inanılan kişilerden, en yakın havarilerden de olsa, yazılı itirafnameler alınırdı. Psikanaliz seanslarında itiraf ettikleri şeyleri yazıya döküp imzalamaları istenirdi: Ayrılık gerçekleştirildiğinde “O zaten hastaydı” diyebilmek için. Nitekim ayrılan her kişi hakkında bu yönde hasta-hekim gizliliğinde veya dost güvenliğinde kalması gereken sırlar ifşa edilir, kişiye psikotik, nörotik, karakter bozukluğu damgası vurulurdu. (s. 420) İş bununla kalmayıp Freud ve ekibi Bolşevik Parti’nin, hatta Stalinci partinin yöntemlerine de başvurdu. Tüm dünya psikanaliz hareketini yönetmek ve çatlak sesleri doğmadan bastırmak için bir gizli komite kuruldu 1912’de. Merkez Büro’nun ilk üyeleri Freud, Jones, Rank, Ferenczi, Abraham ve Sachs idi. Yaptıkları iş atamaları saptamak, sansürü denetlemek, ihraç kararlarını vermekti. (s. 270-73). “Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki ‘Büyük Engizitör’ bölümünde yazdığı gibi insanların çoğu özgürlükten rahatsız olur, ‘mucize, gizem ve otorite’ arar. Pek çok kişi hayatın belirsizliklerine cevaplar sunan ve kendilerine kılavuzluk eden güçlü bir liderin başını çektiği inanç sistemleri ve davalara katılırlar.” (s. 273) Ara Sonuç: Birinci ve İkinci Büyük Savaş’ta insanlık çok büyük bir travmaya uğradı, bu arada savaşta suç ortaklığı yapan geleneksel dinlerin vahşeti ve gericiliği iyice açığa çıktı. Batı aydını kendine sığınacak manevi bir liman arıyordu. Bu Marksizm, anarşizm olamazdı, sosyalizm mücadelesi zordu, travmayı azaltmıyor, artırıyordu ve üstelik Sovyet deneyi büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. Savaş yıkımını devasa boyutlara getiren teknolojiyi yaratan bilim de suçlanıyordu. Pozitivizmin ahlaki bir nihilizme yol açtığı düşünülüyordu. İşte bu ortamda Freud bir peygamber olarak ortaya çıktı, psikanaliz “nazil oldu”.
113
114
Avrupa ve ABD entelektüel âlemi, orta ve üst sınıfı kendine çok daha saygın, deşifre olmamış, her şeyi açıklayabilen, her konuda rahatlatan yeni bir din buldu. Bu din kişilere hiç riske girmeden müthiş bir önemlilik hissi, aidiyet ve korunma duygusu veriyordu. EK Yerleşik her değere karşı olduğumuz, bilinen tüm düşünürleri reddettiğimiz, ortada bir şey bırakmadığımız yolunda eleştiriler var. Tabii, geleneksel, tutucu, sözde aydınların bir bölümünden geliyor bu eleştiriler. Son derece demagojik, niyeti bozuk eleştiriler. Bir kere sırf eleştirdiğimiz için güya savunulan bu düşünürlerin hemen hepsi, birbiriyle ölesiye rekabet, çatışma içinde. Hepsini aynı anda savunmak mümkün değil, bunu yapan da pek yok. Peki, biz neyi savunuyoruz? Bilimi savunuyoruz. Bilimsel devrimciliği ya da evrimciliği savunuyoruz. Bilimsel yöntem, felsefe ve bakışı savunuyoruz. Bilimi de bilimsel yöntemle sorgulayıp eleştirerek. Örneğin Freudculuk yüz yıldır tıp literatünde, müfredatta ve pratikte. Hâlâ psikiyatri kitaplarında (kapsamı çok azalsa da) bilimsel bir yaklaşım gibi bahsedilebiliyor. “Kanıta dayalı tıp” fanatikleri bu duruma hiç ses çıkarmıyor örneğin. Maksat bilim olmayıp, bilim sopasıyla muhalefet dövmekse, bizim bilimsel tutumumuz bundan ayrılır. Bir okur şöyle bir katkı yapmış: Freud’un psikanalizinin kanıtlanmamış olması ciddi bir sorun ama daha kötüsü de var. Psikanaliz, çürütülemez. Psikanalizle ilgili kanıtlanabilir ya da çürütülebilir deney düzeneği de oluşturulamaz. Russell’ın örneklediği “Mars’ın arkasındaki çaydanlık”tır psikanaliz. Bilimsel arenada değildir. Bir modellemeyi doğrulayan verilerin olması, bazı olgulara uygun olması onun doğruluğunu kanıtlamaz. Psikanaliz bilimsel değildir, omuzumuzdaki melekler kadar kanıtlanabilir. Bir okur, “Freudculuğu Marksizm’e sokanın Troçki olduğunu
söylüyorsunuz ya, bir kaynak verebilir misiniz?” diye sormuştu. Arama motorlarına Freud ve Troçki yazın kaynak bulursunuz. Troçki’nin 1932’de yaptığı “Rus Devrimini Savunurken” adlı konuşması bunlardan sadece biri. Daha önce 78 okuduğum, Freud’dan olumlu bahseden kitabı bulamadım. Ama buna benzer ifadeleri Isaac Deutsher’in Troçki kitabında veya NTV yayınlarından çıkan Sigmund Freud biyografisinde bulabilirsiniz. Bir şahıs da psikanalizin doğruluğuna dair bilimsel kanıt isteğimize şöyle bir cevap vermiş: “Wisconsin Üniversitesi’nce 2008 yılında yayınlanan bir review’da 23 çalışmadan 1053 hasta üzerinde 1 yıldan fazla psikanalitik tedavi ile major psikiyatrik hastalıkların semptomlarında azalma görülmüş. Psikanalize karşı olanlar ABD ve İngiliz kökenli. Antidepresan pazarı büyük bir pazar. Freud ve Lacan düşmanlığını bu pazar destekliyor olmasın. Psikanaliz, özellikle bu ilaçların satışını azaltabilir.” Oysa benim aradığım kanıt, psikanalitik tedavinin işe yaradığını gösteren “çalışma” sonuçları değil. Bunları biz de biliyoruz, yazdık birçok kez. Psikanalitik tedavi de eninde sonunda bir terapi ilişkisidir, bazı hafif-orta düzey nörozlarda bir ölçü- de işe yarar. Bir hasta kime başvursa, o başvurulan kim olursa olsun, onunla insani bir ilişki kurmuşsa (isterse komşu teyze olsun, isterse cami hocası) bunun hastaya bir ölçüde faydası olur. Ben kuramın esaslarına ilişkin kanıt arıyorum, bulursanız haberdar edin, diyorum. Bugün alternatif tıbbın en olmayacak yöntemlerinin işe yaradığına dair bilimsel yayınlar da çıkıyor. Bir din adamının duasının da işe yaradığını gösteren yayınlar var diye (ki dua da psikolojik sorunlarda bir miktar işe yarar) duayı bilimsel terapi yöntemi olarak savunamayız. Psikanalizin telkin, destek, plasebonun ötesinde bir yararı yoktur hafif vakalarda. Ağır vakalarda ve psikozda tamamen zararlıdır. “Bilim” böyle diyor. Freud’un bilinçaltı kuramı AKP adaleti gibi
115
116 “Düşsel uydurmalara karşı öne sürülecek hiçbir mutlak gerçek bulunmamaktadır, bu uydurmalara karşı ancak düş- sel içeriği gerçek yaşamda açığa çıkan düşsel gerçeklik ileri sürülebilir.” Christopher Caudwell 3- Freud’un dinsel-etnik kökeni: Thomas S. Kuhn, bilimde ve felsefede ilerlemelerin nasıl sağlandığını, kuramlar arasındaki çatışmaları incelediği çok bilinen yapıtında şöyle der: “Şansımıza bakın ki, bilim adamlarını eski paradigmayı reddederek yenisini yeğlemeye iten başka bir yol daha vardır. Burada söz konusu olan, bireyin neyin uygun ya da estetik olduğuna dair duygularına yönelen fakat hiçbir zaman tam olarak açık seçik ifade edilmeyen kanıtlamalardır… Bugün bile Einstein’ın genel kuramı insanları başlıca estetik ilkeler sayesinde kendine çekebilmektedir ve öyle sanıyorum ki bu, matematikçiler dışında çok az kişinin algılayabildiği bir çekiciliktir… Hatta yeniliği yapanın ve onun da ustalarının milliyetleri yahut daha önceki itibarları bile bazen önemli rol oynayabilmektedir…3 Kuhn’un bu sözü çok estetik duruyor durmasına, ama “örnek verelim” dediğimizde çıngar çıkıyor. O bakımdan, Freud konusunu çok önemli gördüğümden, kuramındaki çıldırtıcı saçmalıkların teşhirini çok daha gerekli saydığımdan, böyle yan konularda doğabilecek itiraz ve tartışmalardan korkuyorum açıkçası. İnsanların çok sevdiği etnik muhabbet sayfası bir açılırsa, bizim asıl sorunumuz güme gider. Aynı sebeple ileride bu konuda başka birkaç şey söylemek üzere bahsi kısa kesiyorum. Şu kadarını ekleyeyim: Hiçbir ulusu, milliyeti, dinî grubu ötekinden ayırt etmem. Hiçbirine özel bir yakınlığım veya düşmanlığım yoktur. Hatta diğerlerine göre az buçuk sempati 3
Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Alan Yay., 1991, 3. Baskı.
duyduğun bir topluluk var mıdır diye sorsalar, önce Çingeneleri, sonra Yahudileri sayarım. Ardından Japonlar vb… gelir. 4- İnsanlığın cinselliğe olan kallavi ilgisi: Bunu sanırım bilmeyeniniz yoktur. O nedenle sanırım konuyu genişletmeye, alıntılar, göndermeler yapmaya gerek yok. Cinselliğin ve cinsellik üstüne yayınların çok kısıtlı olduğu, cinsel yaşam üstünde ülkelere göre değişen derecelerde baskı uygulandığı Batı’da bu tür söylem ve yayınlara da büyük ilgi duyuluyordu. İster cinsel açlıktan diyelim, ister doyumsuzluktan, ister merak ve ilgi yoğunluğundan; Freudcu yayınların cinselliğe çok özel bağlılığı, onlara her düzeyde ilgiyi büyük ölçüde artırıyordu. Kimi nefretten, kimi yeni bir dünya bulmaktan, kimi de meraktan okuyordu, ama Avrupa entelektüelleri arasında okumayan neredeyse yoktu. Bir de bu yayınlardaki, ileride daha geniş açacağımız abartılı pornografiyi eklediğimizde, o günün koşullarında kuramın duyulup merak uyandırmaması olanaksız hale gelmişti. 5- İnsanlığın geçen yüzyıldaki düşünsel bir boşluğuna denk gelmesi… 1990’lı yıllarda Freud hakkında yazdıklarıma baktığımda o güne göre söz konusu alanda üç dört katı yayın okumama karşın cümlelerimin yüzde doksanından fazlasını hiç değiştirmeden, bunlara bir şeyler eklemeden yeniden yayımlayabileceğimi görüyorum. Bunu şundan söylüyorum: Bu bir marifet değil, marifet de… Büyük marifet değil, Christopher Caudwell’in Freud eleştirisi 4 o zamana göre günümüzde çok daha fazla yayın ve bilgi birikimine sahip olduğumuz halde, şimdi de yalnızca üç beş cümlesi gözden geçirilerek yeni gibi yayımlanabilecek bir deha işi. Ne ki, sınırlı insan sosyal zekâsı Caudwell’in eserini unutturup akabinde aynı yayınevine yüzlerce Fredcu çöp 4
Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, Metis Yayınları, 1. cilt Ekim 1982, 2. cilt Mayıs 83.
117
118
yayınlatacak kadar başa bela bir etmen. Demem o da değil. Eski yazılarıma baktığımda, çok ağır eleştirsem de bazı noktalarda Freud’a saygımı koruduğumu, hak etmediği halde onu kayırdığımı görüyorum ki yanlış. Hatalarımdan ilki her şeye rağmen onu “bilimsel bir disiplin” saymam. Bilimsel yöntemi bu kadar kaba şekilde hiçe saymış birinin kesinkes bilimsel dünyadan dışlanması gerek. Psikiyatri-psikolojideki dünya bilim çevreleri, onu iyice kenara iterek ve yeri geldiğinde alayla bahsederek bunu yapıyorlar gerçi. Bu çevreler burjuva bilim çevreleri olduğu için bu kadarı onlara yetiyor. Birçok solcu entelektüelin kafasının Freudcu dogmayla bulanması zaten onları hiç ilgilendirmiyor. Ama bizi ilgilendirmek zorunda. Ara başlıkta 20. yüzyıl başında insanlığın düşünsel boşluğu dedik. Marksizm bu boşluğu büyük ölçüde doldurdu. Ama psikoloji-psikiyatri alanında, birey temelinde boşluk duruyordu. Marksizm orayı dolduramadı. Açık kalan hacme Freudculuk yerleşti. Çünkü “ben” nedir, “bilinç” nedir, “her şeyimizi bilinçle mi yaparız” soruları açıktaydı, bilincimizin her şeye yetmediği, birçok şeye yanlış karar verdiği, üstelik bizi ruhsal hastalıklardan da korumadığı açıktı. İçimizde “ben”den başka daha güçlü bir “ben” mi vardı? Bizi denetleyen, konuşturan, davrandıran dinamikler nelerdi? Bilinç-bilinç öncesi-bilinçaltı kuramı, süperego, ego, id şeması bu sorulara, bu arayışlara cuk oturdu. Yaptığımız her şeyi bilinçle yapmıyorduk, bilincimiz bizi birçok şeyden, ruhsal hastalıktan, bizi zarara sokan davranışlardan koruyamıyordu, o halde altta çok daha güçlü bir yapı vardı, bu bilinçaltıydı. Freudculuğun en sağlam, en gerçeğe yakın yanı olan bilin- çaltı teorisini temelden eleştirsem de dünya düşün tarihine bir katkı saydım yakın yıllara dek. Şimdi pişmanım. Çünkü yavaş yavaş göreceğimiz üzere Freudculuğun en sağlam direği olan bilinçaltı kuramı aynı zamanda psikolojinin gelişmesini, insanın ruhu-aklı anlamasını on yıllarca geciktirmiştir, “ketlemiştir”; halen de
bu zararlı etki azalarak devam etmekte. Freud’u takdir ettiğim bir başka nokta da insan akli-ruhi yapısında cinselliği ilk kez öne çıkarmasıydı. Bu bir düşünsel devrimdi ve Freud daha başından itibaren onu safsataya bulandırmasa insanlık kültürüne büyük hizmet yapmış olacaktı. Keza o alanda da devrimini daha başlamadan karşı devrime dönüştürdü. Cinsellik alanında da övgüyü hak etmiyor, payına benden sadece yergi düşüyor. Freud’un bugüne dek çökmeden gelen tek yaklaşımı daha çok genel bir yaklaşım olan insanın ruh, akıl sağlığına ilişkin görüşleridir. Freud sağlıklı insan diye bir şey yoktur, der. Hepimizin az ya da çok nevrotik olduğumuzu vurgular ki, doğrudur. Ancak, buna neden olarak gösterdiği açıklama yanlıştır, bunu yine bebeklik, çocukluk cinselliğiyle ve sırada oluşan zorunlu karmaşalarla açıklar, ama sonuçta yanlış bir yerden de olsa doğru sonuca ulaşmıştır. İnsan doğal olarak ruh sağlığı her zaman bozuk bir yaratıktır. Şimdi Freud eleştirisine en sağlam direğinden, bilinç-bilinçaltı kuramından devam edelim. Burayı çökertirsek gerisi zaten çok kolay. Freudcu bilinçaltı kuramının eleştirisi Yanılmanın Gerçekliği kitabında (90’lı yılların başı) aynen şunları yazmışım: “Bilinçaltı denilen şeyi Freud fantezi olsun diye mi uydurmuştur; hayır. Vardır gerçekten böyle bir şey. Doğduğumuz andan başlayarak her saniye, her an izlenim sağanağı altındayız. Milyonlarca veri boş bilgisayarımıza durmaksızın dolar. Bu bilgilerle insan olmayı öğreniriz. Konuşmayı, düşünmeyi, çalışmayı becerir hale geliriz. Yaşam sürekli bilgi alış, bilgi değerlendiriştir. Ne var ki, kafamızda bir yerlerde saklanan bilgi yığınının her an belli bir bölümünün bilinçli olarak farkında oluruz. Bazı temel yeteneklerimizi gayret göstermeden sanki kendiliğinden yerine getiririz. Adımızı yazmak, şarkı mırıldanmak gibi. Bazı şeyleri yapmak içinse bilincimizi daha fazla yoğunlaştırmamız gerekir. Kitap okumak gibi. Ama bilinçli olarak farkında olduğumuz bilgiler, her an için sınırlıdır doğal olarak. Bir bilgisayarın
119
120
ekranındaki bilgilerdir o andaki bilinçli bilgimiz. Bilgilerin çoğu yeri geldiğinde ekrana çıkmak üzere bekler. Bir bölümü de başka bilgileri işleyen program bilgileridir. Bir bilgi grubuna, ancak gereksinim duyduğumuzda ulaşırız. Bazen rastgele dolaşan bilinç projektörü ilgisiz bilgi bölümlerini aydınlatır. Bazen çok gereksinim duyduğumuz bir bilgi depodan çıkmaz. Projektör, o bilginin yerini bir türlü bulamaz; bakarsınız, bir kokuyla, bir kişiyi görmekle ya da nedenini anlayamadığımız bir çağrışımla ansızın yüzeye çıkıverir. Ya da rüyalarımızda açığa vurulur bazı anılarımız. Ya da bir duyumu algıladığımızın ayrımında olmayız; ama belleğimize işlenmiştir o veri. İlgisiz bir yerde ortaya çıkar, bilincimizi şaşırtır. Bazen varlığından haberdar olmadığımız ya da bilinçli olarak denetleyemediğimiz bazı duygu-düşünce kümeleri ya da dürtüler bizi zor durumda bırakır. Freud’un üzerinde çalıştığı ve çok etkilendiği histerikkonversif bayılmalar böyle bilinç denetimsiz tepkilerdir. Ya da hasta, belli bir duygulanım yüküyle kör olur, sağır olur, kolu baca- ğı tutmaz olur veya kişi anlamsız bir korkunun esiri durumuna düşer. Tüm bu nevrotik bozukluklar bireyin bilinçlilik halinin kısmen dışında gerçekleşen olgulardır.” O halde karşı çıktığımız ne? Birinci madde, Freud’un bilinç ve bilinçaltını mekanik şekilde ayırmasıdır. İkinci madde, bilinçaltı etkileri esas kabul ederek insanın bilinçli etkinliğinin önemini göz ardı etmesidir. Üçüncü madde de, bunu yaparken birçok bilinçli etkinliği bilinçaltı süreçlere mal ederek insana çarpık bakışı yaygınlaştırmasıdır. Aslında Jung ve Fromm da bilinçaltı ile bilincin kaba ayrımına karşı çıkıp ikinci maddenin kıyısına dek gelmişler, ancak daha ileri gitmekten korkmuşlardır. Fromm’a göre ‘bilinçdışı terimi esrarlı bir sözcüktür.’ ‘Bilinçdışı diye bir şey yoktur; yalnızca bilincinde olduğumuz ve olmadığımız davranışlarımız vardır, işte bu bilincinde olmadığımız davranışlarımıza bilinçdışı diyoruz.’ Jung da şöyle söyler: ‘Freud ruhsal süreçlere durağan nitelik vermekte, bense bu
süreçlere dinamik açıdan bakmaktayım. Benim için her şey görecedir. Kesin bilinçdışı diye bir şey yoktur; nesneleri ancak belli açılardan baktığımızda bilinçte bulamayız.’ Bilinçdışının Marksist eleştirisi ise Caudwell’dedir “Ne denli basit olursa olsun her sinir ağında bütün nöron sistemi gerçekten işin içindedir. Piyanoda bir nota çaldığımızda basılmayan teller de basılanlar kadar işin içindedir, çünkü notanın neyse o olmasına yol açan, iyi ayarlanmış bir ses dizini içinde bulunmasıdır (…) Tüm bilinçli görüngülerde sistemin geri kalan sinir ağları da işin içindedir ve değişmiş olsun, olmasın bunların tüm içsel tepkileri bilinçli görüngü dâhil tüm davranışlara, özel örüntülerin temelini verir. Böylece bilinçdışı bilinç dâhil tüm davranışları değiştirir, diyebiliriz. Yani bilinçdışı sinir ağı ve deneyim, bilincin parçasıdır(…)Elbette ki bilinç ve bilinçdışı kesinlikle belirgin varlıklar olarak birer soyutlamadır. Davranışın bir parçası olan tüm sinir ağlarında değişken bir oran bizim herhangi bir anda bilinç ya da benlik dediğimiz grubu oluşturur… Freudculuk bir tarafın öyküsünü diğerini dıştalayarak kabullenmez. Her ikisini de eleştirmeksizin kabul eder. Böylece çözülmez bir ikiciliğe ulaşır (…) Bilinç tek izli bir etkinliktir, insan bir anda normal olarak ancak tek düşünce dizisini izleyebilir ve bu dizi en güçlü düşünce adamlarında bile bilincin donuk yarı bilinçli bir bulanıklıkla çevrelenmiş nokta ışığında arka arkaya gelmiş birkaç imgeden oluşur. Genelde insan düşüncesinin zenginlik özelliklerinden hiçbiri özelde bilincin etkinliği değildir. Herkes bir anda yalnızca bir şey üstünde yoğunlaşabildiğimizi bilir (…) Eğer iyi eğitim görmüş birinin korteksinin (n) sayıda gizilgüce sahip olduğunu düşünürsek bilinç bir anda ancak n’in çok küçük bir oranıyla ilgilenebiliyor. Geri kalan kısım ise bilinçdışı olarak kalıyor. Bu yüzden korteks öncelikle bilinçli değil, bilinçsiz bir organdır. O tek sahibi olan bir bilgi kütüphanesi gibidir.
121
122
Çok geniş kaynakları olmasına rağmen sahibi bir anda bir kitabın bir satırındaki bir tek kelimeyi tarayabilir (…) Korteksteki bilinç, milyonlarca hücreden birkaçının parlamasıdır (…) İlkellerin dünyasında patlayan gök gürültüsü ve şimşek gibi nedensel görüngülerin tanrıların rastgele davranışlarına yorulması gibi bilinçli dünyada dalgalanmalar yaratan bilinçsiz etkiler de Freud tarafından çarpıtma, ketleme, bastırma, karmaşa gibi kaba isimlerle çağrılır (...) Freud, teorisinin fizyolojik içeriğinin ima ettiklerini kavrayamaz. Bütün sinir ağı örüntüleri deneyimin (ketleme) değiştirdiği bir tepki (içgüdü) den oluşmuştur. Böylece tüm sinir ağı örüntüleri tek bir devre oluşturan değişik oranlarda bilinçli ve bilinçsiz ögeler taşır. Toplum ketleme ve baskılarıyla bilinci yaratarak içgüdüleri kölelik değil, özgürlük yolunda yürütür. Köleleşmiş içgüdüleri özgürleştiren bir şeye Freud gibi ketlenme ve baskı demek önyargılı bir davranıştır.”5 Caudwell’in 30’lu yıllarda yazdığı bu göz yaşartıcı derecede heyecan uyandırıcı görüşlerinin neredeyse hepsi doğru. Neye dayanarak doğru? 80 yıldan beri yapılan bilimsel araştırmalara, açığa çıkan yeni gerçeklere göre doğru. Beyin bu şekilde işliyor, düşünce-duygudavranış, bilinç-bilinçdışı bu. Evrimci psikoloji dalındaki şu iki kitabı okumanızı öncelikle salık veririm: Aklın Tarih Öncesi – Steven Mithen,6 Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür – Robert Kurzban.7 Buralarda tartışılan ve bilimsel kanıtlara dayandırılmaya çalışılan şeyler, ben-benlik nedir, beyinde nerededir, bilinç nedir, bilinçsizlik nedir gibi konulardır. İkincisi çok daha yeni bir kitap. Modüler akıl görüşünü savunuyor. Chomsky popüler hale getirdikten sonra daha da yayılan ve daha çok kanıta dayandırılan bu görüş, insan beyninde-aklında “ben” diye bir ayrı merkez 5
Caudwell, age, 1. cilt s. 161-171.
6
Steven Mithen, Aklın Tarihöncesi, çev. İrem Kutluk, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000 7
Robert Kurzban, Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür, çev. Zafer Avşar, Alfa Yayınları, İst., 2012.
olmadığını, “ben”in çok sayıda akıl modülünün ortak çalışması ve birbiriyle rekabeti sonucunda oluşan değişken bir olgu gibi işlediğini öne sürüyor. “Modül, belli bir işlevi gerçekleştirmek üzere tasarlanmış, bilgi işleyen bir mekanizmadır.” Beyindeki bir fizyolojik işlev mekanizması. Yerleri kabaca belli ama sınırları henüz tam gösterilememiş nöron gruplarının evrimce seçilmiş belli otomatik uyum işlerini yapan düzenekleri. Chomsky’nin bahsettiği şey “dil modülü”ydü. Böyle binlerce göreve dönük binlerce modül bulunur ve belli aynı nöronlar muhtemeldir ki farklı farklı modüllerin parçasıdır. Kitabın Freudculuğu inceleyen kısmından sonraki bölümlerinde bu konulara daha ayrıntılı gireceğiz. Burada sadece Libet ve arkadaşlarının 1991’de yaptıkları bir araştırmadan bahsedelim.8 İnsanın beyninde “ben” diyen daha küçük merkez, bir gerçek “ben” var mıdır? Yoksa insan beyni modüllerin ortak-rekabetçi karmaşık çalışmasıyla mı işlemektedir? Libet’in araştırmasında denekler EEG’ye (beyin dalgalarını kaydeden düzeneğe) bağlandılar. Onlardan istedikleri zaman bileklerini bükme gibi basit hareketler yapmaları istendi. “Libet ve meslektaşları, beyindeki aktivite ile deneklerin bileği hareket ettirme kararını ne kadar farkında olarak verdikleri arasındaki ilişkiyi incelediler.” Deneyde beyin aktivitesinin deneklerin bileklerini hareket ettirme arzularını bildirmelerinden önce geldiğini buldular. “EEG’den başka çok daha gelişmiş fMRI gibi teknolojileri kullanarak yapılan benzer araştırmalar da benzer etkileri ortaya koymuştur. Libet’in deneyine benzer bir çalışmayı irdeleyen Wired dergisinde geçenlerde şöyle bir başlık gördüm: ‘Beyin tarayıcıları daha siz karar vermeden kararlarınızı görebiliyor.’ Neden şimdi bu haber? Kararın verildiği anı, denek kararı verdiğini bildirmeden önce beyin tarayıcılarının göremeyecek oluşu ancak şu şekilde mümkün olabilirdi: Karar vermek için gerekli uzun süreci başlatan o ilk modül, bilinçli farkındalıkla ilişkili o az sayıdaki modüllerden biri olsaydı, bu 8
Kurzban, age.
123
124
vakada beyin aktivitesi ve karar verme duyusu aynı anda gerçekleşebilirdi. Ne var ki karar verme duyusunun beyin aktivitesinden önce geldiği hiçbir senaryo yoktur.” Bunun önemi ne? Kaba bakışla “İşte, Freud’un bilinç öncesinde bilinçaltı fikrinin doğrulanması” diyen çıkabilir. Karar verip konuşan eğer Freudculuğa göre ego ise, ondan önce bir yer var ki, işi ilk o başlatıyor, ama bu yer “benim” diye konuşan yerden farklı bir yer. Ancak kabaca bir benzerlik. Kurzban ve başkaları bunu modüler aklı doğrulayan bir deney olarak kabul ediyor, mekanik biçimde yapılmış bir “bilinçaltı” sınıflamasını doğrulamak için değil. “Ben” diyen ve konuşan farklı bir modül var, bir de asıl kararı başlatan farklı farklı modüller... Ve bu kararlar, farklı kararlara zorlayan farklı modüllerin çatışması sonucunda galip gelenin üstünlüğü doğrultusunda alınıyor. Yani siz Freudculuğa inandığınızda son derece gelişmiş ve karmaşık bir bilgisayar işleyişini, çarklar ve dişlilerle işlev gören ve ancak sınırlı sayıda basit işlemler yapabilen eski tip mekanik bir hesap makinesi şemasıyla açıklamaya çalışıyorsunuz. Alet ve düzen kabaca benziyor, ama işleyiş tamamen farklıdır. Ara saptamalar: İnsanı insan yapan bilinçli etkinliğidir. Bilim bunu gösteriyor. Üretim, sosyal ilişkiler, hayatta kalma mücadelesi, dil… İnsanı hayvandan farklılaştıran uygarlık bilinçaltıyla gerçekleşmedi, bilinçle gerçekleşti. Bilinçdışına bu kadar önem atfetmek onu yüceltmek demek. Uygarlığı, dili, sanatı, bilimi, Freud’u, bilinçdışı mı yaptı, bilinç mi? İkisini birbirinden ayırmanın anlamsız bir düalizm olduğunu gördük, ama insanı insan yapan, Freud’u da konuşturan, yazdıran hep bilinçli etkinliklerdi. Bu bakımdan özgürlük ve iyilik de bilinçaltında değildir, bilinçtedir; bilinçaltının güçlenmesi, özgürleşmesi hayvanlaşmayı ve köleleşmeyi getirir. Peki,
entelektüeller olarak aslında olmayan bir şeye neden bu kadar önem yükledik? Çünkü insanlar bile bile işledikleri, farkında olarak ve hatta ince ince planlayarak işledikleri suçları, kendi vicdanları veya birileri suçladığında başka bir güce, denetleyemedikleri büyük bir güce yüklerler. Bu şeytandır. Freud’un “bilinçaltı” da pek çok entelektüelin, aydının, yazarın, siyasetçinin, sinemacının vb. tümüyle farkında oldukları ve bile isteye gerçekleştirdikleri tüm günahlarını yükleyecekleri güya kontrolleri dışı şeytandı. (Ensest de buna dâhildi, yalan, dost satma, çıkarcılık, korkaklık, düşmanla işbirliği, tutarsızlık… Her şey.) Suçu ona yüklüyor ve rahatlıyorlardı, yazılarında ondan bahsediyor ve arınıyorlardı, o da olmadı psikanalize giriyor, “günah çıkartıyorlardı.” Ahmet Öz dostumun Cogito’da yayımlanan söyleşisinde Karatani şunu söylüyor: “Bununla birlikte, Freudcu psikanalizin bilinç seviyesinde düşünmenin ötesine geçen yeni bir düşünce tipini açığa çıkardığı söylenir. Doktor-hasta ‘diyalog’u sırasında ortaya çıkan bu düşünce ortak kurallara dayalı simetrik bir diyalog değildir elbette. Hem doktor hem de hasta ‘başkasıdır’. Burada mesele, hakikati doktorun sözlerinin göstermesi değildir. Mesele hastanın, doktora karşı çıktığında ya da direndiğinde ortaya serilen ‘bilinçdışı’dır. Diğer bir deyişle, burada diyalog bir fikir birliğine varmayı değil, iki kişinin bakış açıları arasındaki ‘paralaks’ı öne çıkarmayı amaçlar.”9 Sevgili Ahmet, hasta eğer “normal” bir doktorla konuşsa Karatani ve senin dedikleriniz doğru olabilir. Hekim psikanalist olmasa, yani hastayı önyargılı sorularıyla yönlendirmese ve hastanın söylediklerini yine kendi çarpık dogmasıyla yorumlayıp ona baskı kurmasa doğru olabilir. Sadece o da değil. Psikanalizin en çok eleştirildiği konulardan biri de sözde saklı “gerçekleri” ortaya çıkaran bu garip seanslardır. Psikanaliz oturumlarında hasta durmadan konuşmak zorundadır. (Konuşmasa da dok9
Cogito, YKY, Sayı 59, Yaz 2009.
125
126
torun canına minnettir, ama saat parası işlediğinden her hasta bu hakkını kullanamaz.) Doktorsa sorular sorar, aralarda yorumlarda bulunur. Bilişsel psikoloji araştırmaları şunu iyice ortaya koymuştur ki, insan hafızası kolay unutur, kolay yanılır. Sürekli konuşmak zorunda olan ve doktorun yönlendirmesiyle bunu belli mecralarda sürdüren hasta, bazı anılarını gerçeğe uygun anlattığı gibi, daha büyük çoğunluğunu yanlış, hatalı anlatır, hatta elinde olmaksızın uydurur. İşte güvenilirliği son derece şüpheli söz konusu anlatımlar üstüne bir de doktorun o hurafeye dayanan kuramsal yorumları eklenince giderek terapi saçmalama yarışına döner. Bilişsel psikolojide “Source-monitoring error” diye bir kavramdan söz edilir. Kaynağı izleme (kaynağı saptama) hatası diye çevrilebilir. İnsan bir şeyi hatırlarken, neyi gerçekten duymuş, neyi duymamış olduğunu (sonradan düşünüp kafasında uydurduğunu) ayırmakta hataya düşebilen bir canlıdır. Yani hatırladığımızı zannettiğimiz bir şey kulağımızla duyduğumuz, gözümüzle gördüğümüz bir şey değil de, kafamızda canlandırdığımız hayali bir şey olabilir. Bilişsel psikologların önemli bir kısmı “bastırılmış anılar” denen olguya derin bir kuşkuyla bakarlar. Hatırlanan bazı anılar sapmış veya uydurma anılar olabilir. Ayrıca terapistler “hastalarının kafasına bazı düşünceleri ekebilirler.”10 İşte olayın esası bu! Psikanalistler genelde AKP polisi gibi çalışırlar. Hastanın bilgisayarına, beynine gerçek dışı belgebilgiler sokarlar ve bunu zabıt altına alırlar. Freud’un asıl ereği de buydu. Yanlış anladığı, yanlış anlattığı soyut bir bilinçaltı kuramıyla hastalarının kafasına kendi fantastik masallarını yerleştirmek, Oedipus karmaşası gibi saç- malıkları insanlara itiraf ettirmek. Böylece bilinçaltının şifresini, anahtarını kendi ellerinde tutabiliyordu, insanlığın beyniyle sorumsuzca oynayan bir sektin yetkesini tek başına elde tutmak, peygamberlikten öte bir Tanrılık duygusu yaşatıyordu “ego”suna. 10
Robert J. Sternberg, Cognitive Psychology, Thomson-Wadsworth, 2006
Türkiye’de yazar olmak, Freud’un bilinç-bilinçaltı fantezisi (toparlama) Herhangi bir anda kenara çekilin, sakin bir yere oturun ve bilincinizi boşaltmayı, hiçbir şey düşünmemeyi deneyin. Başaramadığınızı göreceksiniz. Meditasyonda çok ileri düzeye yükselenler bile bunu uzun süre başaramaz, onun yerine imgelemi tek bir noktaya odaklamaya yönelirler. Bilincinizi bembeyaz, bomboş yapmaya çalıştığınızda büyük çoğunluğu rastgele, bir bölümü çevre uyaranlarca serpilen, iç içe geçmiş ve birbirini izleyen çok sayıda imge, anı, duygu, düşünce parçacığı, kümesi sahnede bir festivale başlarlar. Ya da uykuda rüya gördüğünüzde. Bilinciniz görünüşte kapalıdır, ama gayet bilinçli konuşmalar, senaryolar içinde yaşamaya başlarsınız, mantıkla mantıksızlık, gerçekle gerçek dışı yoğrulmuş halde resmigeçittedirler. Sakin sakin otururken ayağınızı bir sinek soksa aniden çekersiniz bacağınızı. Sinek soktuğunu ve bacağınızı çektiğinizi hareketi yaptıktan sonra ayırt edersiniz. Buna da refleks diyoruz. Bir önceki bölümde görmüştük, aynı konuda birçok deney gerçekleştirilmişti. İstemli hareketleri yaptığımızda karar alan merkezden önce beynimizde başka bir merkezin çalışmaya başladığı gösterilmişti. Yani karar alan veya kararın farkında olan veya kararın alındığını bildiren beyin merkezleriyle gerçek karar alıcı merkez birbirinden farklı olabiliyordu. Tüm bunlardan çıkarmamız gereken sonuç ne olmalı? Beynimizde veya beynin işlevselliğinde şunlar bilinçtir, bunlarsa bilinçdışıdır diye ayırabileceğimiz ayrı bölümler yok. Şu an bilinçli olan ertesi saniye bilinçsiz hale geçiyor. “Ben”im ve “bilinçliyim” diyen merkez de keza sürekli nöbet değiştiriyor, beyinde veya onun işlevselliğinde “ben”i veya bilinci yerleştirebileceğimiz kalıcı ve aynı nokta yok. Ve belki daha önemlisi, bilinç ve bilinçaltı ayrımı gerçeğe uymadığından “bizi bilinç yönetiyor” veya “bizi esas yöneten, baskın olan bilinçaltıdır” demenin bilimsel bir anlamı da yok. Bunlar fantezi. İlla hangisi baskındır diye
127
128
sorulsa (ki aynı nedenle kısmen anlamsız bir sorudur) elbette bir bütün insanlık durumu-kültürü için de, tek tek insanların bireysel gerçekliği için de “onu asıl belirleyen bilinçli halidir” diyebiliriz. Peki, tüm bunlara karşın niye insanlar hâlâ bilinçdışı kavramını kullanıyor? Birinci nedeni bunun gündelik dile, kolayca kullandığımız rahat kavramlar arasına girmesi. Bir dil alışkanlığı yerleşince bazen karşıdakine laf anlatmak için kolaycılıktan, bazen mecburiyetten, bazen de farkında olmaksızın o kavramı kullanıyorsunuz. Ben bile birçok kez “bilinçaltı” sözcüğünü kullanmışımdır. Düşünsel alışkanlıkları, kolaycı konuşma kalıplarını değiştirmek çok zor. Örneğin Türk filmlerinde polis gelir ve kişiyi “tutuklar”. Oysa Türkiye’de polisin tutuklama yetkisi hiç olmamıştır. Polis gözaltına alır, yakalar vb. Ama belki bin sefer uyarılmış olsalar da Türk filmi polisi “tutuklamaya” devam eder. Akıl bir kez tutuklanmıştır çünkü. Buradaki yorumlarda da gördünüz. Bilinç-bilinçaltı ayrımının hiçbir bilimsel kanıta dayanmadığını, tersi yönde kanıtların ise dağ gibi yığıldığını söylesek de bazı okurlarımız görüş bildiriyorlar: “Ama aslında ben bilinçaltının daha güçlü olduğunu düşünüyorum!” Başka bir temel neden ise bunun bir dünya görüşü, bir inanç sistemi olarak belli tipte kişiliklerin değişmez seçimi olması. Otuz yıldır geliştirmeye çalıştığım temel tezlerimden biri şu: Heraklit’in ve başka birçok düşünürün vurguladığı “karakteri insanın kaderidir” görüşünün günümüz bilgi düzeyiyle güncellenmesi. Kanımca (tezime göre) insan toplulukları belli temel kişilik grupları altında bölünürler. Çağlar boyu değişmez bir gerçektir bu. Kuramı burada anlatmayacağım. Kısaca şöyle özetleyeyim: Hemen her çağda, her toplumda belli tipte kişilik özellikleri fazla değişmeden sabit kalır. Örneğin bir şeylere körü körüne inanma eğilimi gösterenler, sorgulayıcılar. Düzene uyanlar, düzene isyan edenler. Dindarlar, dine inanmayanlar gibi... Freudculuk da bir dogma veya inanç sistemi olarak onu sorgulamadan ka-
bul eden belli kişiliklere bir şekilde çok uyan bir öğretidir ve bizim aksini kanıtlama çabalarımız, ne kadar sağlam kanıtlar ortaya koysak da pek çok vakada bir işe yaramayacaktır. O halde niye bu kadar emek veriyoruz, çaba harcıyoruz? İlk neden, kendimizi rahatlatmak için vicdanımıza “ben görevimi yaptım, tebliğimi yaptım” diyebilmek. İkinci olarak ise, tüm insanlar bir şeye inanmakta veya inanmamakta iki grup altında toplanmaz veya toplansa da bazıları o saflarda gevşek durur, bağımsız durur. İşte giriştiğiniz o ikna çabaları daha çok bu ortadaki, görece bağımsız, daha sorgulayıcı düşünebilen insanlarda işe yarayabilir, yaramaktadır. Bir futbol takımının taraftarı olmak genellikle akıl dışı (bilinçdışı) motivasyonlardan kaynaklıdır zannedilir. Biraz doğruluk payı vardır bunda. Ne ki yapılan birçok çalışma akıl dışıyla açıklanamayacak birçok somut veri sunar bize. Estetik duygular, uyarılma ihtiyacı, eğlenme gereksinimi, kendine güven kazanma, aidiyet hissi kazanma, grup dinamiklerinden yararlanma, ekonomik getiri, kazanma duygusu, ortaya konan başlıca motivasyon kaynaklarıdır. Örneğin Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre başarma-kazanma duygusu (takımın başarısı) taraftar olmaya iten etkenler arasında beşinci sıradadır. Ama gariptir, takımı fanatik olarak tutmaya devam etmek için “başarı kazanma” gereği birinci sıraya geçer. İngiltere’de yapılan başka bir araştırmada takımın başarısının taraftar olmak için çok daha geride yer aldığı anlaşılmıştır. (ABD-İngiltere arası kültür farkı, bizde herhalde başarı beklentisi daha ön sırada yer almaktadır.)11 Bunu niye anlattık? Bir kere takım taraftarı olduktan sonra o takımı bırakan kaç kişi gördünüz? Herhalde pek azdır. Bir dinin mensubu olarak yetiştikten sonra başka dine geçenler? Dinsiz olanları saymazsanız (o da ayrı bir karakterdir), daha da az. Başka deyişle belli kişilik ve çevre etmenleriyle insanlar bir aidiyete kapılırlar (her kişi için çevre-kişilik oranı, baskınlığı farklıdır) sonra da o aidiyetlerini kolay kolay 11
Wann, Melnick, Russell, Pease, Sports Fans, Routledge, 2001.
129
130
terk etmezler. Buna her şart altında çevre etkeni destekte bulunur. Türkiye’de Sünni İslam olmak her alanda başarı getirir, o yüzden Sünni İslam’a bağlı bir kişinin bunun toplumdaki en yaygın yorumundan uzaklaşması çok zordur. Freudculuk da Avrupa ve ABD entelektüel âleminde başarı getirir, en azından dışlanmayı önler. Bir kişinin Freudculuğu bırakması o yüzden de çok çok zordur. Türkiye’de düşünür olmak Burada yazılmakta olan Freud eleştirisi, bugün dünyadaki Freud eleştirisinin en uç noktası. Tevazua gerek yok, bu böyle, siyaset psikolojisiyle bu kadar ilgili, pratiğin içinde, tıbbı, hem psikiyatriyi, hem psikolojiyi, evrimci psikolojiyi, hem de Marksizmi birlikte bilen, bu kadar lüzumsuz disiplinle aynı anda haşır neşir benim kadar gereksiz ikinci bir kişi yok. Peki tepki? Bir potansiyel güç ancak tepkiyi karşılayacak bir maddi güç varsa kinetik güce dönüşür. Sanırım bendeki güç sanal bir güç, o yüzden herhangi bir maddi gerçeklikten yansımıyor, ciddi bir ideolojik tepki de bu yüzden almıyor, tartışma çıkmıyor. Zaten ABD odaklı psikiyatri, psikoloji çevreleri Freudculuğu zararsız hale getirmişler, o nedenle ona yüklenme gereği de duymuyorlar pek. Onu tarihsel bir zenginlik olarak kabul ediyorlar. “Psikiyatri ve Psikoloji, Birleşik Devletler’de uzun süredir psikoanalize meftun durumdaydı. Ancak son yirmi yılda uygun yere konuldu, kesin biçimde ıskartaya çıkarılarak değil, ama artık kendi başına yeterli ve gerekli görülmeyerek. (Tüm iktisadın Marksizm içinde değerlendirildiğini düşünün, yakın zamana dek psikiyatri de psikoanalize bağımlıydı)”12 Onlar uygun yere koyup bırakmışlar, ama biz bırakamayız. Çünkü onlar siyasetle, solla ilgilenmiyor pek fazla. Bizse burada sol içindeki ezici liberal baskıyla mücadele etmek için onun temel direklerinden biri olan Freudculukla baş etmek zorundayız. Nasıl olacak be12
Nassir Ghaemi, A First Rate Madness, Penguin, 2012.
nimki gibi hayali güçlerle bu? Liberallikten kastım, sol içine sol olmayanı katan her türlü ideolojik etki. Geniş anlamda alıyorum bu kavramı. Böyle baktığınızda bizde milliyetçi, ulusalcı, jakoben görünümlü liberaller de çok. Freud’un Cinselliği Freud insanın cinselliğini akıl-ruh yapısında baş yere koymuş ve böylece bir devrim gerçekleştirmiştir denir. Bir yere kadar doğru. Devrim biraz nasyonal sosyalist bir devrim olmuştur yalnız. Cinselliğe bakışı önemserken insanlığın cinsellik bilgisini de dumura uğratmıştır neredeyse yüz yıl. Freud, “İnsanın ruhsal-akli işleyişinde, ruh sağlığında-sağlıksızlığında cinselliğin rolü çok önemlidir,” deseydi ve bunun az çok mantıklı düzeneklerini ortaya koysaydı, amenna. Freud’un insanlık cinselliği dediği şey, şahsının mesnetsiz sapıkça düşünceleridir. Hızla özetlersek şudur: Freud’a göre insanın cinsel arzusu doğumla birlikte başlar. Bu kastettiği cinsellik, libido, simgesel veya metaforik anlamda değildir, basbayağı cinselliktir. Bebek önce annesinin memesini cinsel obje olarak algılar. Basbayağı cinsel obje, lamı cimi, metaforu yok. Sonra ondan ayrılmakla büyük bir cinsel, varoluşsal yoksunluğa girer. (Yalandan kim öldü.) Ama seks güdüsü bu kez kıçına, yani anüsüne inmiştir. Basbayağı kaka yani bok ve onu tutma ve çıkarma hadiselerini bir cinsellik olarak algılar ve onunla halvet olur, ona bağımlı olur, meftun olur. Ondan sonra asıl büyük şehvetli dönem gelir. Çocuk anasına âşık olur yeniden. Fakat babasını da rakip görmeye başlar. Üçlü takılırlar, ancak büyük bir tehdit altındadır. Anasına olan bu şehvetini fark etmekte olan babası her an onu hadım edebilir. Hadım ederse ne olur? Ne olur bu erkek çocuk? Anası gibi olur, öbür kızlar, kız kardeşleri gibi olur, yani pipisiz ve aşağılık bir yaratığa dönüşür! İşte insanın tüm yaşamına yön veren en esas takıntısı, insanın varoluşsal özü bu karmaşadır. Bu dönem fallik dönemdir, ortalama 3-6 yaş arası yaşandığı ile-
131
132
ri sürülür. Bu büyük, bu en önemli karmaşanın adı da şudur: Oedipus kompleksi! Şimdi burada bu kadar kaba şekilde ifade ettim diye, bu ne seviyesizlik diyenler çıkacaktır, bu adam kendini yazar, üstelik düşünür sanıyor… Ama aynen budur işte Freudculuk ve bu deli saçması milyonlarca entelektüelce paylaşılan bir baş kuramdır dünyada. Lacan’ından Zizek’e, Althusser’ine buna inanırlar. Gerçi yeni doğanda bir hafta sonra (erkekte) cinsiyet hormonu hızla yükselir. Üç ay sonra ergenlik öncesi dönemdeki düzeyine düşer. Kızda ise daha değişik bir mekanizma vardır, bir cinsiyet hormonu birkaç yıl yüksek kalır, ardından ergenlik öncesi dönemindeki hale geriler. Buna “mini puberte” adı verilir.13 Evet, böyle bir şey vardır, ama Freud’un takvimine hiç uymamaktadır. Freudcu cinsellik burada ve başka birçok yerde görüldüğü gibi basbayağı erkek bakışlı, (cinselliği adamakıllı baskılanmış her türlü çıkış arayan bir erkek) faşizan bir bakıştır üstelik. Bizde İslam’ı kadınların örtünmesi olarak algılayan ve öyle göstermeye çalışan çıkarcı mı çıkarcı, cahil mi cahil bir kalabalık çevre var biliyorsunuz. İslami çevreden bazı kadınlar, çarşafa ya da türbana girmeyi bir haksızlık olarak değil, hak olarak görür ve bir de bu “hakkın” nümayişlerini yaparlar, bilirsiniz. Freud düşüncesine inanan kadınlar da, Freud kuramı ve pratiğinin kadın düşmanı yönü apaçık ortadayken adeta “ulu elçi öyle emretmişse biz öyle hak ettiğimizdendir” demektedir. Akıl alır gibi değil. Tüm insanlık kurgusu, erkek çocuk, onun anaya aşkı ve babasının onu rakip görmesi üstüne oturtulur; kadınlar ise “Biz ne oluyoruz burada, eşek başı mıyız!” diye itiraz etmez. O kadınlar ki, zaten pipileri olmadığı için eksikli doğmuşlardır, onların hayatta bir kompleksi bile yoktur, sonra ağlamasınlar diye onlara da bir Elektra kompleksi uydurulur. Bu Elektra kompleksi aslında Oedipus kompleksini mantıken temelden götürür, öyle olması gerektir, ama 13
Chris Hayward, Gender Differences at Puberty, Cambridge UP, 2003.
kimde ne mantık arıyoruz? Daha trajik olanı, bu kuram düşünce dünyasının yalıtılmış bir yerinde entel muhabbeti olarak durmaz. Bu sabuklamalarla insanlara tanı konur, bunlarla tedavi edilir… Ve bu arada daha sonrada örneklerini vereceğimiz yüz binlerce profesyonel kakavanlık yaşanır. Biri şudur örneğin: Bir anne, çocuk koruma kurumuna başvurarak, eski kocasının çocuk görme günlerinde dört yaşındaki kızını cinsel olarak suiistimal ettiğini söyler. Adam çağrılıp ifadesi alınır, müphem bilgiler elde edilir. Kadınsa psikolojik incelemeye gönderilir. Psikolog, uygulanan Rorschah testine dayanarak kadının, kendi kişisel sorunlarını çocuğunun sorunlarıymış gibi yansıttığını, depresif bir duygudurumla yorumladığından eski kocasına karşı iddialarının çarpıtmaya dayandığını belirtir. (Rorschah testi: Psikanalitik kaynaklı bir test, bu saçmalık psikanalitik yorumlarla birleştirildiğinde dadından yinmez) Bu yüzden kurum, annenin sonraki şikâyetlerini de incelemez. Bir yıl sonra çocuk kötü bir durumda acil servise kaldırılır. Çocuğa tecavüz edildiği anlaşılır ve rektumunda babaya ait spermler bulunur. (Tarafsız bir textbook’tan: Psychology in Perspective, Carol Tavris - Carole Wade, Longman.) Daha çok var bu bilgilerden, cinselliğin esas bölümü bir sonrakine… *Kaan Arslanoğlu’nun, 2016 yılında İthaki Yayınları’ndan çıkan Evrimci Açıdan Din, Psikoloji, Siyaset kitabının Freud eleştirisine ayrılan bölümlerine yer verdiğimiz bu makale, önümüzdeki sayıda devam edecek.
133
134