AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Nisan 2020, 148. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Sis Adolph Gottlieb 1961 Arka Kapak Ölü Doğa, Heykel ve Gölge Francis Bacon 1984
Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com
www.azizmsanat.org
İÇİNDEKİLER
4 Editörden
6 10
Umutsuzluğun Şarkısı Batuhan Suiçmez
Allanmış Anlam Arayışı Ziza Rumas
21 23
Platform, Sıradaki Kat ve Eşitsizliğe Giriş Onur Keşaplı
Doğa, Yalnızlık ve İki Kitap Pınar Kumandaş
15 19
Kanlı Gölge Ferhat Özkaya
Manifesto
26
Sistemsiz Sistem: 2+2=5 Deniz Eren
4
1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür
5
ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007
6
EDİTÖRDEN Küresel salgının basıncı karşısında, sosyalleşme gereksinimlerinin özünü unutmuş sosyal bir hayvan olarak insanlık, faydalı olma/faydalanma ve tüm bunları yaparken mutlak surette görünür olma gayesinde bocalıyor. Öyle ki, salgından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, olmaması gerektiği konusunda kitlesel bir aydınlanma, alternatif – ve şüphesiz havalı – bir salgın olarak yükselişte. Kimsenin “nasıl” sorusuyla uğraşmak istemediği bu iddialı söylem, aydınlanmak ve aydınlatmak için kıyameti beklemiş olmanın dayanılmaz hafifliği eşliğinde parlaklığını yitiriyor. Hâlbuki bir şeyleri daha az ya da daha çok yapma konusunda farkındalık kazanmak bu kadar gecikmiş olmamalıydı fakat şimdiki zamanı ebediyen yaşama iddiasındakilerin ölümsüzlük yanılgısı ahmakça olduğu kadar zayıf bünyeler için albenili. Hipokrat yemininin mesleğini doğru yapmanın ötesinde mesleğini sağlıktan zengin olmak gibi aşağılık bir fikre imkân tanınmadığı, sağlıklı bir ülkede yapıp yapmamaya kadar varması gerektiğini, zengin Avrupa’ya yardım eden, metruk Küba kanıtlamış olabilir mi? Ablukalara direnen bu küçük ülkenin komünizm deneyiminin sağlıkta serbest piyasacıların önleyici tıp düşmanı politikalarına tur bindirdiği zaten bilinen bir gerçek değil miydi? Küba’yı alkışlayanların kendi ülkelerinin bu konuda neden Küba gibi olmadığını sorgulamadıkları, yakın bulundukları yönetme heveslisi partilerin üyelerini bu başlıklarda sıkıştırmadıkları bir dünyada yaşamaya devam edecek miyiz Covid-19 sonrasında da? Egemenler hazırlıklarını şimdiden yaparken, muhaliflerin, etkileri hiç olmadığı kadar azalmış filozoflar liginin konuyla ilgili görüşlerini insanlığa hizmet eder edalarla çok sayıda dile çevirmek ve yayınlamaktan başka hazırlığı var mı kıyamet sonrasına? Bunlar, belli ki büyük beklentiler. Büyük
olduğu sanılan küçük eylemlerin değişimlerini beklemek belki daha makuldür. Mesela her yıl binlerce yerleşimde on binlerce kez düzenlenen beş para etmez akademik ve sözde bilimsel etkinliklerin çevrimiçine dönmesi bir zorunluluk olmalı. Aynı şey sanatsal faaliyetler için de düşünülmeli. Etkinliklerin konuk kotası olmalı. Aksi takdirde bedava gezme amaçlarının hiçbir b*ka yaramayan bilimsel ve sanatsal etkinlik örtülü yalanı dur durak bilmeyecek. Avcı toplayıcı ve göçebe köklerimizin tadına yeterince varamamışçasına küresel yağmacı/talancılara dönüşmek zorlaştırılmalı. “Büyüme” gibi soyut bir hedefi, penis boyu ölçen ergenler misali, yegâne hedef belirlemek piyasa adlı ucubeye bile yakışmıyorken piyasa gibi bir ucubeyi kurgulayacak kadar zekâ sahibi türümüzün bilimsel ve sanatsal üretimlerine hiç yakışmıyor. Onların nelerin yakıştığını çok iyi biliyoruz; insanlığın sosyal zekâsının ortası zirvesi sanatsal ürünlerin, insanlığın teknik zekâsının paydaş zirvesi internetten, olması gerektiği gibi süresiz ve bedava olarak paylaşılması. Ancak bunun bir hayal olduğunu, eskimiş filmlerini bile sınırlı gün için lütfedercesine yayına sokanlar, bağımsız salonları ve filmleri korumak adına yola çıkan ancak kendi prestiji dışında koruyuculuğu devre dışı bırakanlarla anlamış bulunmaktayız. Hiçbir işe yaramayacak tepkilerimizin kimselerin tadını kaçırmasını istemeyiz; ne de olsa tadımızın kaçması pek de mümkün değil, öyle değil mi? Huxley’nin bile öngöremediği kadar ucuz hazza bulanmışlığımızla, tutarsızlıkları, yalanları (Bknz: bir yazarımtrağın, Boğaziçi mezunuyum diye yalan söyleyebilecek kadar korkusuzlaşması), seviyesizliği, sevimsizliği ve dahası biricik olduğunu sandığımız benliklerimizle çelişecek her şeyi hoşgörüyle karşılayabilecek bir alıklığımız var artık. Çok uzun ve anlaşılmaz cümlelerimiz yerine şunu versek anlaşılır mı acaba: Gezi’nin dayanışmacı ruhunun Gezi’nin ucuz mizahına nasıl yenildiğini, PSM kod adıyla anılan yerleştirmenin nasıl afiyetle yenildiğine bakarak anlayabilirsiniz.
7
8
Bakmayın bu tepeden bakan, tepeden inmeci tavırlarımıza. Azizm Sanat Örgütü kendini işlevsiz hissediyor nicedir. O kadar işlevsiz ki, yeni bir hamle yapma için hatırı sayılır bir güdülenme bulmakta zorlanıyor. Mananın rafa kaldırılması, türümüz için ideal bir arınmaya yorulabilirdi ancak mutlak çürümeden yol almasıyla mana yitimi, anlamı, işlevi, faydayı da beraberinde aşındırıyor. Hâlbuki rekabeti ortadan kaldırmak bir bakıma mana baskısını sağaltmaya yarayabilirdi. Aksine, manasızlaşma özgürlüğünün bile rekabetle p*ç edildiği bir dönemdeyiz. Azizm Sanat Örgütü, belli bir sona ilerlerken, sonda çakılı kalmak ya da yeni patikalar meydana getirip getirmeme arasında bocalamakta. Bu iyi bir şey, zira mana ve işlevden özerk bir arınıklığa varmak, dosta düşmana herkese önerebileceğimiz – ama elbette hakkını veremeyecekleri – uçarı bir his. Bu hissi duyumsayanlarla, deneyimlemek isteyenlerle, bize daha fazla duyumsatmak ve deneyimletmek isteyenlerle yola koyulmaya hazırlanmak heyecan veriyor. Bu ay salgından soyutlanabildiğimiz kadarıyla bir içerik hazırlamış bulunmaktayız. Shaun Tan’ın Kızıl Ağaç’ı ve Mark Jenssen’in Ada’sı ile doğadan ve bahardan koparılmışlığımıza isyan ederken, 23 Nisan’ın 100. yılına da selam veriyoruz. Zamanın sevimsiz ruhunu yakalamayı, marifetmiş gibi, başaran Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metrajı The Platform / El Hoyo ile zamanında bir başka zamanın ruhunu yakalarmış gibi yapan, Denis Villeneue’nun Next Floor adlı kısa metrajına dair eleştirilerimiz sayfalarımızda. Sinema yazılarımızda ayrıca Babak Anvari imzalı 2+2=5’e değiniyoruz. Zamandan muaf tutmayı başardığımız öykü ve şiirler ise her zamanki gibi, çağrışım yetimizi besleyecek türden.
İlerlemek için kıyamete gereksinim duymamak adına,
Sanatla kalın.
Azizm’in Notu: Örgütümüzün kuruluşunun 13. yılını kutlayacağımız, Azizm Sanat E-Dergi’nin Mayıs 2020 tarihli 149. sayısı için, başta Aydınlanma teması olmak üzere, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 1 Mayıs tarihine kadar azizm.sanat@ gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
9
10
Doğa, Yalnızlık ve İki Kitap Pınar Kumandaş
‘Bazen gün doğar ve hiç umut getirmez beraberinde. Ve gitgide kötüleşir her şey, Bir kasvet çöker üstüne. Kimse anlamaz halinden. Dünya sağır bir makinedir artık, Ne his vardır içinde ne de mantık.’ Avustralyalı sanatçı Shaun Tan’ın Kızıl Ağaç adlı kitabı böyle başlar. Kızıl saçlı küçük bir kız, güne mutsuz uyanır, karamsar düşünceleriyle yol alır. Günün sonunda, odasına girdiğinde bir kızılağaç (tam da hayal ettiği gibi) yerin ortasında durmaktadır ve birden bu ağacın sıcaklığı içini de kaplar, kız yeniden mutlu olur.
11
Hepimiz bir süredir aynı günleri üst üste yaşar gibiyiz. İçimizde bir karamsarlık, dışarıda renklenmeye başlamış ağaçlar… Herkes uzun ve soğuk geçen kışın ardından baharın gelmesini iple çeker. Havalar ısınır, doğa uykudan uyanır, stresli bir günün başlangıcında ya da bitişinde çiçek açmış bir ağaç görmek bile insana umut verir. Şimdilik bu baharı camdan izleyecek gibiyiz. Nedense içimde hiç olmadığı kadar doğaya ulaşma, kuş sesleri duyma, yapraklara dokunma isteği var. Sanki eskiden yeterince doyamamışım, hayatın telaşından kurtulup etrafıma bakamamışım ve artık doğayla iç içe olmak için çok geç kalmışım gibi geliyor. Shaun Tan, kitaplarında insanın içine hapsolduğu karanlık, endüstriyel dünyayı ve bu dünyanın depresif yansımasını başarıyla işleyebilen sıra dışı bir sanatçı. Eserlerinde yazını oldukça az kullanıp yorumu okuyucunun hayal dünyasına bırakmayı sevdiğini düşünüyorum. Karanlık şehirlerin, uçsuz bucaksız fabrikaların arasından bir görünüp bir kaybolan tuhaf yaratıklarınınsa hep sıcak ve samimi bir tarafı var.
12
Kızıl Ağaç da aslında çok az cümlesiyle bir kızın içsel yolculuğunu, izole olduğu dış dünyaya dair umutsuzluğunu anlatıyor. Öte yandan her zaman yaptığı gibi, yaşanan mutsuzluğun ardından gelen, insan olmaya dair en güzel şeylerden biri olan iyimserliği ve umudu okuruna anımsatıyor.
Shaun Tan, Pelikan Temizliği, Monger Gölü,2003 (detay) Doğa ve kuşlara özlemden söz ederken bir de resmini paylaşmak istedim. Soğuk renkleriyle kendine has bir durgunluğu olsa da insanın içini ısıtan bir yanı yok mu? Aklıma gelen bir başka kitapsa Shaun Tan’ın renklerinden ve anlatımından çok farklı ve nedense ben de onun gibi umut verici bir kapanış yapmak istedim.
13
Hollandalı illüstratör sevgili Mark Janssen’in çocuk kitabı Ada’da, okyanusta çıkan apansız bir fırtınadan küçük teknesiyle kurtulan bir babanın, kızı ve köpeğiyle birlikte bir adaya ulaşmasıyla başlıyor hikâye. Aslında ada sandıkları bir kaplumbağanın sırtı. Gel zaman git zaman günler ve mevsimler geçiyor, denizin ortasındaki kaplumbağanın sırtında, zorlu kış günlerinin fırtınalarını ve ardından göçmen kuşların getirdiği rengârenk baharı izliyoruz. Muhteşem resimleriyle Ada, ne zaman okusam beni içine hapsolduğum apartman dairesinden çıkarıp bir kaplumbağa sırtından yapılmış adaya götürüyor. Kim bilir belki şimdilerde bizler de kendi adalarımızda yaşıyoruz. İnsanlardan uzak, her şeyden uzak… Neyse ki kuşların sesini her zamankinden daha çok duyar olduk, rüzgârda esen yaprakların seslerini de öyle.
14
Kaynak: http://www.shauntan.net https://en.wikipedia.org/wiki/Shaun_Tan Gรถrseller: www.pinterest.com
Umutsuzluğun Şarkısı Batuhan Suiçmez
I. Bir adım atsam sanki, kayacak zemin altımdan; dünya tepetaklak olacak ve bana hiçbir şey bırakmayacak o eski duyumlardan, gördüklerimden, işittiklerimden! Sanki, evet, sanki bir adım atsam yuvarlanacağım düpedüz eski yaralar içinde; zaten zar zor elimde tuttuklarım bile dökülecek avuçlarımdan; evet, bir adım, bir adım nelere kâdir bir bilseniz! Çok çektim bunun yorgunluğunu ben, çokça kez çalkalandı kanım
15
16
tükürükle, salyayla, kusmukla, iğrenç nefeslerle; çokça kez ayaklar altında ezildi kaburgalarım ve bana çıkacak hiçbir şans bırakmaksızın yüreğimden çokça kez alay edildi, gülündü duyduklarıma. Bir de deli muamelesi yaptılar üstelik, üstelik ben de onayladım bunu başımla, yazdıklarımla; üstelik, hem de kaç gece, kaç gece sığınıp kovuğuma kaçtım, ey dostlar, belki siz bilmezsiniz, ama ben daima kaçtım. Ve ağladım, bolca gözyaşı döktüm bütün bu olanlara; ama biliyorum, iyi biliyorum daha aşağısı yok bu çukurun, bundan sonrasında yatan şey tıslamaları değil cehennem ateşinin; çünkü yok, yok bundan bir kademe aşağısı; bir kuyudayım, kendi çığlıklarım içinde boğulmuş.
II. “Binlerce hayal usulca yanıyor içerimde, Ara sıra, kalbim bir meşe gibi Bir dalın kırıldığı yerden kanı altın akan.” (A. Rimbaud) Gece çökecek, yıldızlar bile ışık saçmayacak artık; önümde upuzun açacak kendini girift bir sokak, ben ise bilmeden ne yola gireceğimi, ah, nasıl, nasıl ilerleyeceğim o zaman? Sevmemi bekleyecekler benden, öpmemi, dokunmamı; ben de uyacağım bu beklentilere usulca, sunacağım yüreğimi demir bir tepside önlerine ki yesinler, yesinler ve ardından kussunlar!
17
18
III. “Mekândan boşa yardım diliyorum, Sonu ve ortayı bulmak için, Altında, alevli, ateşli bir gözün Kırılıyor kanadım, biliyorum.” (C. Baudelaire) Paramparça ediyor kendini ansızın içimde bir yürek dolusu mekânsızlık; ne kovalıyorum saatleri, ne de bekliyorum onları. Ama yine de, o kadar acımasız sayılmazdı belki yaşamım bana kendimi bir güleç suya atmamı fısıldamasaydı. Yaşamım kendinden yöne haklı, binlerce sebep sunuyor suyun sevgili kollarına; ben ise bitkin, bungun ve buruk sürüyüp taşıyorum kendi yüreğimi ağzımda. *** Görseller: 1- Siyah Yer II (1944) – Georgia O’Keeffe 2- Marianne von Werefkin 3- Gelgitte Düzlükler (1912) – Karl Schmidt-Rottluff
Allanmış Anlam Arayışı Ziza Rumas Gölgesizler Sofrasızlığıyla Haneye Hasret Hane-i Sagîr
Anam merhume vasfına ermeden yıllar önce: “Allah hiçbir evi direğinin gölgesinden mahrum bırakmasın.” derdi. Bizim evin direği babam göç edeli on yıldan fazla olmuştu. Ondandı ki mevsimler boyu güneşin kavurganlığı evimizin en kuytu köşesinden eksik olmaz, gölgesizliğin gölgesine muhtaç yetimler olarak büyümeye yeltenirdik. Az biraz sonra ergenliğin paradoksal dünyası soyut işlemsel dönemine giriş dizinin ilk bölümlerinde kendimi bulmuştum. Somut varlıkların bedene yükü yetmiyormuş gibi bir de soyut varlıkların ezici çoğunluğu karşısında
19
20
yüreğimin zelzelesi ve damarlarımdaki tsunaminin etkisi altında dünyayı anlamaya çalışıyordum. Kasabamızın altı kilometre ötesinden sesiyle cisminin ve siluetinin gelişini haber veren Thames kamyonun kızıllığıydı sonradan düşlerime hunharca dalan. Türkan Şoray rüyama girip Al Yazmalım yazılı kırmızı kamyonun üzerinden etimi çiğ çiğnemek üzere etrafa doluşan kadın ordusunun içine fırlatıyordu beni. Kırmızı ojeli dudakların arkasına gizlenmiş vampirdaş dişleri, kızıl rujlu uzun tırnakları bedenimi pare pare ederken o ise kamyonun üzerinden kahkaha atıyordu. Bedenim kendi kanında allanırken emdiği süt bütün uzuvlarından gelen Kadir İnanır, çivilerle nallanmış uzun topukların altında öylece ölü yatıyordu yanı başımda. Somyanın üzerinde girdiği savaştan yenik düşen bedenimin iki çukuru gözlerim, iki ablamın çağrısıyla krater göllü dolu yaşlarla açılırken anamın etrafında kahvaltı semasına durmuş ev ahalimize anlam arayışından yorgun düşmüş bir filozof edasıyla bakınıyordum. Yılların özlemle sabahını çektiğim ve yemesine doymadığım kahvaltılığımız olan tuzlu un kavruğu sofradan bana veda eder gibi el sallıyordu. Hayata tutunduğum bir dal daha git gide soyutlaşan anlam dünyamdan kopmuştu artık. O gün bugündür öncesinde yiyebildiğim kahvaltıların acısını katmerlice çekip alan hayat, yarım saatlik üç öğün beslenmemi, yirmi dört öğünlü günlük gamlarını ruha aşılayıp bedeni girdaplarla doyurdu. Ah evladım, gölgesini vermekten yoksun bir bedende gözlerden ırak bir yüreğin nasıl yandığını ancak sen bilirsin. Bedenimizin güneşte yanmasına yanmadık biz, yüreğimizi kışın kırkından çıkarken karın ak ateşinde küle dönüşüne inat gölgesizlerin yalnızlığına bağladık. *** Görsel: Güneşi Beklerken (2018), Nusaybin.
Kanlı Gölge Ferhat Özkaya
yoksul bir gülümseme gibi dolanıyorum geçtiğin sokaklarda. birbiri ardına uzanmakta caddeler, insanlar, maskeler yüzlerinde kimsesizlikten bir bulut. gördüm uçurumda solan son çiçeğin kıpırdayışını, kıpırdadıkça koptu içimde sağanak, mezar taşları dizildi umut ektiğim bahçelere. usul usul yitirdi rengini baktığım ufuk çizgisi sözcükler ezildi ağzımda, taşıdığım yükten, toplayıp bir köşede gömdüm benden geri kalanları kadim bir sır gibi unutuldum zihninin ormanlarında, döküldü yaprakları gülüşünle suladığım ağaçların aldandım ve kanadım, gözlerine yuva yapmış bahara,
21
22 kıyametimdir gölgende kanayan gölgemin tükenişi. artık hangi zaman dilimi kabul eder kederimi yıkıldı gölgenden gözlerine astığım son köprüde. ayrık otuyum yoksul bıraktığın gülümsemede çoğalan. *** Görsel: Gökyüzünün Kasları (1927) - René Magritte
Sistemsiz Sistem: 2+2=5 Deniz Eren
23
24
“Aslında herkes dâhidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçecektir.” Einstein’nin bu sözü, dünyanın büyük bölümündeki eğitim sisteminin yüzyıllardır neye hizmet ettiğinin bir göstergesi gibidir. Eleştirmekten ve sorgulamaktan yoksun bir nesil inşa eden dayatmacı eğitimin sisteminde asıl sorgulanması gereken şey eğitim sistemini değiştirmek değil, eğitimin ne olduğundan çok nasıl olduğunun ele alınması olmalıdır. İlk eğitimin ailede verilmesini ele aldığımızda eleştiren bir ebeveyne sahip olmak yaşadığımız çağın eleştirisini yapmak bizi ön plana çıkartıyor gibi görünse de, bireyleri tektipleştiren ezberci eğitim sistemi altında sürü psikolojisine uyarak çoğu kişinin kendini bastırmasına da neden olmaktadır. Korkunun Gölgesinde isimli ilk uzun metraj filmi ile adını duyurmaya başlayan İran asıllı Britanyalı sinemacı Babak Anvari 2011 yapımı ilk kısa metraj filmi olan 2+2=5’te dayatmacı eğitim sistemi vurgulanmaktadır. Film, altı dakika boyunca bir sınıf, bir öğretmen ve dikte ettirilen düşünceler etrafında geçiyor. Senaryo basit gibi görünse de derin ve vurucu. Film, öğretmenin sınıfa girmesinden hemen sonra müdürün megafondan öğrencilere “size bildirmeliyim ki bugün okulunuzda bazı değişiklikler olacaktır, öğretmeniniz size bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi verecektir” demesiyle başlıyor. Devamında öğretmenin öğrencilerine 2+2’nin bundan sonra 4 değil 5 olduğunu ezberletmeye çalışmasıyla yönetmen, insanların düşünceleri değiştirilmek istendiğinde bunun her yol ile yapılabileceğini izleyiciye gösteriyor. Eğitimi kontrol edenler ne isterse onların öğretildiği eğitim sisteminde azıcık eleştirmek isteyen kişileri herkese ders olması niteliğinde çarkın dışına attığını görüyoruz. Filmi izlerken çarkın dışında kalmamak adına sürü psikolojisine uyan öğrencilerin bir süre sonra eleştirmekten yoksun bireyler haline geldiğini
günümüze bakarak öngörebilmek mümkün. Filmin alt metnini incelediğimizde yönetmen Anvari’nin eğitim sistemi üzerinden İran yönetiminin baskıcılığına gönderme yaptığını söylenebilir. Yönetmen, diktatörlük rejiminin simge isimlerinden olan İran Dini Lideri Hamaney ve Devrim Muhafızları gibi totaliter sistemin örneklerini, müdür ile öğretmen figürü üzerinden izleyiciye göstermektedir. İran sisteminde meşru görülen ideal yurttaş örneğine bakacak olursak, öğretmenin gözünde kabul gören tek bir öğrenci tipi olduğunu görmekteyiz. Sistemde İslam dininin Şii mezhebinden olmayan ve Fars etniğinin sosyokültürel egemenliğinin hâkim olduğu ataerkil bakış açısının dışında kalanlar, doğrudan ötekileştirilerek düşman olarak görülüyor. Düşüncelere hükmedeceğini sanarak kendinden olmayan herkesi çarkın dışına atan sistemin unuttuğu tek şey ise hakikatin sonsuza dek baskılanamayacağıdır. Yönetmen Anvari de filmi “İstediklerinizi yaptırsanız bile hak daima galip gelir.” Sözüyle bitirerek hem filmi özetlemiş hem de vermek istediği mesajı doğrudan izleyiciye iletmiştir. Son olarak müziğin insan üzerindeki etkisini göz önüne aldığımızda filmde arka fonda konumlanan müzik daha etkili kullanılabilseydi yapıtın bırakacağı etkinin daha kalıcı olabileceği söylenebilir. https://www.youtube.com/watch?v=L7LBh24Ov24
25
26
Platform, Sıradaki Kat ve Eşitsizliğe Giriş Onur Keşaplı
Salgının dayattığı yalıtılmış yalnızlık, gösterme ve görünme üzerine kurulan yeniyetme yaşam formlarını yerle bir ederken, süreci üretmek için değerlendirenler de yok değil. Üretimlerin büyük bölümünün salgından nasibini alan içerik ve biçimlere sahip olmaları elbette anlaşılır fakat hayal gücü ve çağrışım becerisini biraz olsun geri kazanabilmek, muhtemelen yalnızlığa dair daha esaslı pansuman görevi görecektir. Diğer taraftaysa, salgına rastlayan kimi işlerin talihsizliği ortada. Kaçış amaçlı hamlelerin dönüp dolaşıp aynı kaçma hissine geri gelişi, tüketme güdülenmesinin çıkışsızlığının da altını çiziyor. Fakat bu esnada ortaya çıkan bir yapıt, zamanın ruhunu, virüs öncesini de kapsayacak şekilde fazlasıyla işlerken, zamanın ruhundan ve durumunda en çok nemalanan platform olan Netflix’ten çıkması yeterince manidar değilmiş gibi adının da The Platform oluşuyla komploculara iş çıkarıyor. Öncesinde çektiği iki kısa filmin ötesinde, daha çok yapımcı unvanıyla isim yapmış Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metrajı olan The Platform / El Hoyo, David Desola’nın öyküsünden yine Desola tarafından sinemaya uyarlanan distopik bir yapıt. Başrolünü, Guillermo Del Toro’nun başyapıtı Pan’ın Labirenti’nde kısa ancak akılda kalıcı sahnelemesiyle dikkat çeken Ivan Massagué’nin oynadığı film, zamansız ve mekânız bir düzlemde geçiyor. Despotik bir yönetimin hüküm sürdüğü filmlik düzlem, suçluların cezalarını çekeceği, bununla beraber kimi hak taleplerinin de sonucunda karşılanabileceği, betonarme bir hapishanede vücut buluyor. Her katta iki kişinin kaldığı, ortasındaki boşluktan ötürü “Delik” olarak adlandırılan bu yerleşkede filme de adını veren, üzeri yiyecek dolu platform, her gün birkaç dakikalığına katlarda durarak yukarıdan aşağıya doğru hareket ediyor. Delik’te geçen her ayın sonunda hükümlüler kendilerini yeni bir katta, kimi zaman başka bir
27
28
kişiyle birlikte buluyorlar. Dolayısıyla yiyeceklere erişim şansları, her ay bulundukları kat numarasına göre değişim gösteriyor. En tepede birden başlayan ve filmin sürprizini bozmamak adına yazmamayı tercih ettiğimiz, en alttaki kata kadar inen platformdaki yiyeceklerin, belli bir rakamın altında kalan katlara yetmez oluşu, filmin temel çatışmasını doğuruyor. Alt katlarda meydana gelen açlığın tetiklediği cinayetler, intiharlar ve insan eti yeme alışkanlıkları, hayatta kalma adına iyilik ve kötülük ile flört eden insan doğasını odağına alıyor.
Diploma almak adına, Delik’e gönüllü olarak dâhil olan ana karakterin izleyiciyle eşleştirilmesiyle, yerleşkenin ve distopyanın işleyişinin gözler önüne serildiği The Platform, bir deney olarak da yorumlanmaya müsait. Yönetimin her gün itinayla hazırladığı ve menüsünde tüm hükümlülerin en sevdiği yemeklerin de bulunduğu platformdaki yiyeceklerin aslında her gün her kata yetecek kadar olduğu gerçeğinin
öğrenilmesi ise deneyi bir insanlık sınavına dönüştürüyor. Ana karakterin dayanışmacı ve eşit paylaşımcı tutumu, bu fikrine yanaşılmaması ve maruz kaldığı grotesk şiddetle beraber yerini özne olarak liderleşme ve öne çıkarak müdahalede bulunma gereksinimine bırakıyor. Burada insanlığın paylaşımcılığının, kendiliğinden, akılcılıkla filizlenebileceği fikri, öncü ve sekter müdahale olmaksızın bunun şekillenemeyeceği düşüncesiyle aşılıyor. Bir bölümü önceki ay alt katlarda kıtlık çekmiş olanların, takip eden ayda üst katlara taşındıktan sonra, platformdaki yemekleri ihtiyaçları kadar temin etme fikrine yanaşmamaları, filmde lider ve mesih gibi sıfatlarla anılan ana karakterin, apar topar edindiği yoldaşıyla beraber işe koyulmasını tetikliyor. İlk elli katı tehditle yemeksiz bırakmalarının son kata kadar yemek ulaştırma ve bir tatlıyı, yönetime mesaj olarak dokunulmamış halde geri gönderme planları, platformu The Platform’un mesajına dönüştürüyor. Bu da ister istemez akla, 20. yüzyılın önde gelen iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ın “Araç mesajdır” önermesini getiriyor.
29
30 Herkese yetebilecek zenginliğin, üst katlardakilerin düşüncesiz, dayanışmasız, bilinçsiz (ya da bilinçli) bir şekilde hırsla, arsızca ve hadsizce davranarak tüketmeleri neticesinde herkese yetmemesini, oldukça dolaysız bir sembolizmle anlatan bir filmin, McLuhan’a atıfla, sinema aracını, mesajının ta kendisine dönüştürdüğü söylenebilir. Hemen her yıl güncellenirken soru işaretini ünleme çevirerek kötüye giden, dünyadaki toplam gelirin büyük bölümünün birkaç kişiye ait olduğu verisinin ve şimdilerde Covid-19 salgını nedeniyle sistemin insan sağlığını bile zenginleşme aygıtı olarak görecek kadar onursuz zihniyetinin ayyuka çıkışı şüphesiz The Platform’u manalı kılıyor. Filmin güncelliği ve zamanın kötücül ruhunu somutlaştıran içeriği, sinematografik becerilerinden bağımsız olarak önemli. Filmin, aslında hemen herkesin bildiği fakat dönüştürecek cesarete, fikre, bilince, arzuya, gereksinime, güce sahip olmadığı gerçeği ise The Platform’un iletisine yönelik sunduğu çözümleri ve verdiği sonu daha belirleyici hale getiriyor. Müdahale olmaksızın, insanlığın dayanışmacı ve eşit paylaşımcı bir hal almayacak olduğunun kabulü, aynı anda hem insan doğasının – hayatta kalma içgüdüsünün tetiklemesiyle – kötücül bir öze sahip olduğu hem de tarihte Jakobenlerin veya Bolşeviklerin yaptığı gibi devrimci bir hamle olmaksızın değişimin yaşanamayacağı anlamına geliyor. Bu iki zıt düşünce yapısının aynı potada eritilmesi ne kadar sorunluysa, filmin sonunda umut verecek bir ucu açıklık vermesi de, distopyaların alışılageldik karamsarlığı açısından olumluya yorulabilir. Yine de bu naifliğin, The Platform distopyasında işe yarayacağını düşünmek için, sisteme dair daha fazla fikre sahip olmamız gerektiği ortada.
31
Film ne yazık ki bunları sunmuyor ki zaten aslında bir B filmi estetiğinin daha çok yakışacağı The Platform’un Jon D. Domínguez imzalı steril görüntü yönetimi ile Azegiñe Urigoitia dokunuşlu sade sanat yönetimiyle seviyesini biraz şaşıran iddialı, kirsiz bir hüviyete bürünüyor. Burada dikkat çeken unsur ise yapım tasarımda tercih edilen öğelerin minimalist bir modernizme işaret etmesi. Sinema tarihi boyunca kötü karakterin ve kötü gelecek öngörülerinin vazgeçilmezi olan modernist estetik motifi, The Platform’un da vazgeçemediği bir ezbere dönüşüyor. Billy Wilder’dan Jacques Tati’ye, James Bond filmlerinden Alfred Hitchcock filmografisine uzanan geniş bir yelpazede modernist mimarinin kötücüllükle ilinti sunumu (Bennett, 2015), ya da kötülüğü modernist motiflerle sunma eğilimi ilginç bir ortak payda doğuruyor. Öyle bir ortak payda ki, Yıldız Savaşları’nda İmparator’un meşhur Ölüm Yıldızı’ndan, Mad Men’in anti kahramanı Don Draper’ın New York dairesine kadar uzanan (Palumbo, 2020) irili ufaklı kötülükleri tek potada buluşturabiliyor. Blade Runner filmlerinin büyük ve çoklu ölçekte sunduğu modern kötülük, The Platform’da brutalist mimari ile inşa ediliyor. Modern olanın sadeliğini, insani canlılıktan uzakta konumlandıran ön kabule yaslı bu tavır, filmde Delik’i, sosyalist
32
modernist çeperleri andıran bir görünüme büründürüyor. Moderniteye yönelik kuşkucu yaklaşımın, sosyalizm ile bir tutulan baskıcı rejimler klişesiyle buluşması şüphesiz filmin önermesiyle örtüşen mesajıyla çelişki doğuruyor. Fakat The Platform’un yayınlandığı platformun, salgın günlerinde yüklü bir serveti işsiz kalan sektör öğelerine pay ederek, uçsuz bucaksız birikimini, hayırseverlikle örtmedeki başarısı, ayrıntılardaki çelişkiyi alıklaştırılmış seyir zevkiyle – hatırı sayılır bir çoğunluk için – buharlaştırıyor.
The Platform’un güncel ve genel siyaset ile onun işleyişi üzerine söylemeye çalıştıkları ve bu uğraşta kullandığı “delik”, yukarıda Blade Runner adıyla bahsi geçen serinin ikinci halkası 2049 başta olmak üzere İçimdeki Yangın, Tutsak, Düşman ve Geliş gibi iz bırakıcı filmlerin yönetmeni Dennis Villeneuve’nun, 2008 tarihli kısa filmi Next Floor’la epey örtüşüyor. Zira Next Floor’da da bir ziyafet var ve ziyafete dâhil olanların hırslı, gözü dönmüş açgözlülükleri, yemek masasının, masanın konuklarıyla beraber sürekli bir sonraki kata – buradaki örnekte bir alt kata – düşmesine yol açıyor. Filmi izlemek, yakın dönemin en önemli yönetmenlerinden
birinin gelişim basamaklarına tanıklık etmekle beraber, The Platform’un ilhamlarını edinmek açısından önemli; https://www.youtube.com/ watch?v=t60MMJH_1ds&feature=emb_title İki film birlikte düşünüldüğünde, Next Floor’un The Platform’un öncüsü olduğu, ikilinin sinemasal evrende zıtlıkları ve benzeşimleriyle birlikte anılmaları gerektiğinin altını çiziyor. Next Floor’da yemek platformu işlevi gören masanın ve en önemlisi yemeklerin yenilişlerinin, yakın planlar ve ayrıntı çekimlerle kadraja alınışları, The Platformla çelişecek bir grotesklik barındırıyor. İkili arasındaki en büyük ayrım burada başlarken Next Floor’da bu kez aç gözlülüğün bir deneye tabi tutulduğu söylenebilir. Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma’sında geçen “Yiyin efendiler yiyin, (…) Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” dizeleriyle örtüşen davranıştakilerin, açgözlülükleri neticesinde sürekli bir alt kata düşer olma gerçeğine rağmen davranışlarını değiştirmemeleri, Next Floor’da yönetimin kimin elinde olduğunu merak ettiriyor. Filmin sonunda arsızlar kümesinin cezasını bulduğunu düşünmek, arındırıcı bir umut şüphesiz ancak The Platform’u, Next Floor’un gayri resmi devam filmi olarak kabul etmek, sonda değişikliklere yol açıyor. Sistemin aşırı yüklemeden meydana gelen delikleri, sistem ve düzen karşıtlarını terbiye etmek için kullanacağı, delikli bir hapishane yerleşkesine dönüştürmüş olduğuna inanmak içten bile değil. Hal böyleyken, Next Floor’un çekildiği 2008 yılında, küresel sermayenin girdiği ekonomik kriz ortamı ve akabinde tüm dünyada yaşanan başkaldırıların öncülendiği umutlu bir isyanın vuku bulduğu hatırlanmalı. Ancak The Platform’un çekildiği 2019’da, aradaki yıllarda ortaya konan sistem karşıtı direnişlerin hiçbir somut kazanım elde edemediği gibi sistemin tüm iğdiş edilmişliğine rağmen nüfuzunu arttırdığı gerçeği var. The Platform’un, bunun kabul edilmişliğine karşı bir
33
34
isyan, bir umut ihtiyacı olarak okunması olası. Bu içeriksel, biçimsel ve en önemlisi tarihsel çerçevede, iki filmin benzeşme ve ayrışmalarının bir benzerini Christopher Nolan’ın Kara Şövalye Üçlemesi’nin [Yarasa Adam (Türkçe yazınca hiçbir havası kalmıyor öyle değil mi? Emperyalizmin başarılarını uzakta aramamalı) Üçlemesi] 2008 ve 2012 tarihli halkaları ile Todd Phillips’in 2019 tarihli Joker’inde (Şakacı? Şaka şaka.) de görmek mümkün.
Sonuç olarak The Platform – ve Next Floor – yakın geçmişte ve salgınla iyice belirginleştiği üzere günümüzde küresel sistemin nasıl işlediğine, işlerken ne boyutta bir eşitsizliğe yol açtığına, dayanışmayı unutmuşluğumuzunsa bunda rol oynadığına işaret eden bir film. Eşitsizliğin altınız çizmesi doğru olsa da film, bu açıdan bir yenilik içermiyor. Önemi ise bu sisteme ve bize tutulmuş aynadaki yansımayı öteleyen, boş veren herkese izletilmesiyle işe yarar bir hal alabilir. Yine de bu noktada bile, filmin naifliğini, gerçekçilik
kılıflı idealizmini açık etmek ve tam da bu tavra müdahale etmek gerekiyor. The Platform, en iyimser ihtimalle, kendisini, sinema filmini, mesajın kendisine dönüştürse bile, Toronto Film Festivali’nde yer almasının ardından, artık sinemanın değil küçük ekranın bir parçası. Netflix’in klasik televizyondan farkı olduğu, tüketiciyi daha özgür bir özneye dönüştürdüğü ise, özneleri tektipleştirip yığın haline getirdiği gerçeği göz önüne alınarak kabul edilebilir ancak. Zira “arkaik televizyon ile zamane televizyonu olan Netflix arasındaki fark esasen, ilkinin seri üretime dayanmasıyken, ikincisinin hiper-seri üretime dayanmasıdır” (Çal, 2020).
Bağışçıların cirit attığı, hangi bağışın yasal, hangisinin caiz olduğunun tartışıldığı, her nedense niçin birilerinin hep bağışlara/yardımlara muhtaç olduğununsa hasıraltı edildiği, bitmek bilmeyen şimdiki zamanda bu müdahale acil bir ihtiyaç. Tıpkı, Bertolt Brecht’in İyilik Neye Yarar şiir/sorusundaki “İyi insan olacağınıza, öyle bir yere götürün ki dünyayı, iyilik
35
36
beklenmesin!” çağrısının bir ütopya olmak zorunda olmadığını kabul edip hakikat olmasına yönelmekten başka çare olmadığı gibi. Bireysel veya çoğulcu olmak fark etmeksizin, aklı ve hayal gücünü düete çağırıp ayağa kalkmalı, deliklerde değil gözümüzün önünde, göz göre göre devinim kazanmış distopyayı alaşağı etmeli.
Kaynakça Bennett, L. (2015). Why Film Villains Love Modern Architecture. https://architizer.com/blog/inspiration/collections/modernarchitecture-a-home-for-film-villains/ adresinden elde edildi. Erişim Tarihi: 05.04.2020 Çal, H. C. (2020). Televizyon Üzerine Eleştirel Notlar. https:// manifold.press/televizyon-uzerine-elestirel-notlar adresinden elde edildi. Erişim Tarihi: 05.04.2020 Palumbo, J. (2020). Why Movie Villains Love Modern Architecture. https://edition.cnn.com/style/article/movievillains-modern-architectre/index.html adresinden elde edildi. Erişim Tarihi: 05.04.2020.
37
38