Azizm Sanat E-Dergi Ocak 2020

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Ocak 2020, 145. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak İlham/İfşa/Saat Remedios Varo 1955/Kesit Arka Kapak Dalgakıran Chris Marker 1962

Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

Editörden

4 6 10

Yaşasın Ütopya Ersin Yurtseven

Anımsama Nilay Yıldırım

36 39

Yaşam Terapisi İsmet Şengül

Boğulmuşların Üçlemesi Batuhan Suiçmez

16 34

Uzamsız Usta Uzamları Ziza Rumas

Manifesto

Yas Nilgün Zülfü Işık

41 48

The Irishman’i Scorsese Eleştirse, Bir Kral Daha Çıplaklaşır mı? Onur Keşaplı


4

1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür


5

ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007


6

EDİTÖRDEN Kendimizi nasıl da önemli hissediyoruz öyle değil mi bir yılı geride bırakmayı başarıp yenisine adım atarken? Hele de o yıl bir on yılın kapanışı ve yenisinin açılışına denk geliyorsa. Ya da bir asrı veyahut bin yılı! 20 yıl önce eş zamanlı olarak yüz ve bin yılın kapanışına şahit olmuş kuşaklarız ne de olsa. Jennifer Lopez, Waiting For Tonight adlı, günümüz popüler terörü karşısında “başyapıt” yanılsamasına neden olabilecek parçaya imza atmıştı, hatırlanacağı üzere. Ucuz bir alaycılık ile yılbaşı kutlamalarını hafife almanın peşinde değiliz. Aksine, sonlar ve ilkler arasında yaşadığımız bireysel hüzünheyecanların kitleselleşmesi, insanlık idealinin en azından ortak paydaşlık gösterebilmesi açısından kayda değer olduğunu düşünüyoruz. Ne de olsa zamanı bölmek gibi muazzam bir meydan okumayı başarmış bir türe mensubuz. Aydınlanmanın akılcı gücü sayesinde, yirmi dört saat, üç yüz altmış beş gün gibi haklı bölmeler kadar, yedi gün gibi ne idüğü belirsizlerin de oluşu zaman olgusunun soyut somutluğuyla baş başa bırakıyor ölümlü belleklerimizi. Milyarlarca insanın “vakit nakittir” gibi klişe bir mecazda bir araya gelmesinde, zamanı somutlaştırma zorunluluğu yatmıyor mu? Yine de ne kadar somutlaştırabilirsek somutlaştıralım, git gide ucuzlaştırılan zamanın göreceliği yaklaşımıyla da beslenerek bir bilinmeyen olmaya, mucizevi kalmaya devam ediyor, tüm aydınlanmacı kazanımlarımıza rağmen. Morrissey ve Siouxsie Sioux’nun zamanı bir rüya olarak yorumlayışı bizi kamaştırmıyor mu Interlude’da? Geçmiş-Şimdiki-Gelecek olarak üç parça ya da Geniş şekliyle tek parça halinde yutmaya/yutturmaya çalıştığımız zamanın, geç kapitalizmin işlevsiz sürati ve bitmek bilmeyen boş zamanlar korkusu nedeniyle şimdiki zamana çakılı hale getirilişine boyun eğmemiz nasıl açıklanabilir? Zaten algılamakta güçlük


çektiğimiz bir çerçeveyi “anı yaşa”yarak rafa kaldırmamız pekâlâ anlaşılabilir. Yine de, şimdiki zamanın aslında mümkünatsız oluşundan hareketle yitirdiğimiz ve/veya hiç yaşamadığım anları tekrar tekrar kurgulayıp yaşar hale gelmek, Leibniz’in “şimdiki zaman gelecekle doludur” sözünü akla getirmiyor mu? Felsefe gibi sanat da bu amansız ve mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu kovalamacada bir dayanak, bir yoldaş oluyor neyse ki. Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ün de Alexander’ın “Yarın ne kadar sürer”ine Anna’nın filme adını veren cümleyle karşılık vermesi, başlı başına bir yanılsama olabileceği gibi kurgu becerimizin katsayılarımıza göre gayet haklı bir hakikat halini alamaz mı? Tüm bu safsatayı, 145. sayımızda “zaman” dosyasını işlediğimiz tuzağını hazırlayan tüm bu safsatayı yazma sebebimiz bizleri kurcalayanların sizin de huzurunuzu kaçırmalarını temenni etmemiz kadar, aslında basit bir talepten kaynaklanıyor; zamanı daha akılcılaştırabilme ve bu sayede mutlak surette, iğdiş edilmemiş ya da sömürülmemiş bir hayal gücüne teslim edebilme amacı. “Milat” olarak kabul edileni kabul etmeme tepkimesiyle başlanmalı pek çok şeye. Doğumu kadar yaşamı, varoluşu şaibeli bir figürün dünyaya geldiği iddia edilen anı, “milat” kabul etmek kabul edilemez bir şaka gibi; “bu kadarı da olmaz” dedirtecek cinsten hani. Kaldı ki anlatılanlar doğru olsa bile evrenselliği veya küreselliği bir an bile hedeflenmiş olmasına rağmen karşılanmamış bu doğumun tüm insanlık için bir başlangıç, bir sıfır noktasını olacağının kabulü kabul edilemez. Bizce eğer ille de bir milada ihtiyaç duyuyorsak, buna yazının bulunuşu ile başlanabilir, daha sonra yeni milatlara varmak kaydıyla. Yazının başlangıcı tam olarak an halinde değerlendirilemiyorsa o noktada hayal gücümüz devreye girebilir ve yuvarlak bir rakamda, örneğin yedi binde, anlaşabilir ve insanlığın ortak bir hayal gücüne sahip olabileceğini tüm evrene iletebiliriz! Ne de olsa bir bakireden doğduğu iddia edilen, yeryüzünden kayıtsız/izsiz geçmiş bir üç

7


8

harfliyi milatlaştırarak, tür olarak bir masala inanma becerisini evrene zaten iletip el âleme rezil olmadık mı, ne kaybedebiliriz ki? Ama ne kazanacağımızın merakıyla kaplanmayı tercih edebiliriz de. Tıpkı Walter Benjamin’in, Pasajlar’da yaptığı gibi. Tarihe – ve aslında bir bakıma zamana – tarihsel materyalist bir yöntemle yaklaşmayı öneren Benjamin’e göre geçmiş, şimdilerde her zamankinden de yaygınlaşan bir uygulama halini alan nostaljik bir güvenli bölge sunmaktan fazlasına tekabül etmelidir. Sovyet sinemasının kuramsallaştırdığı montaj kavramını alıp edebi montaj haliyle hemen her şeye uygulayan Benjamin için geçmiş, olmuş olduğu gibi kabul edilecek bir donukluktan ziyade şimdide parlayarak beliren anılar haliyle, kolektif düş gücüyle harmanlanarak yeniden kurgulanabilir, böylelikle egemen sınıfın ganimeti olmaktan çıkıp bugünün deneyimiyle yeniden inşa edilebilirdir. Bireysel ya da toplumsal olarak, yitirilmiş geçmiş anlar gerçek olsalar bile onları şimdiki zamanda alımlarken yitirmeye devam etmek geleceği de yitirme tehlikesini barındırır. Hâlbuki gelecek ve geniş zaman, tamamlanmamış kurgularıyla montaj kuramına ve Benjamin’in diyalektik imgelerine açık haldedir. Bu sayımız, ütopyasıyla beraber gelecek ülküsünü de yitiren türümüze ütopyasını geri getirmek gibi büyük bir iddiası olmayan, ancak ütopya fikrinin henüz tam olarak toprağa gömülü olmadığını da kanıtlayan, genç bir kalemin öyküsünü içeriyor. Ayrıca anımsatıcı bir şiir ile anı öznelleştirerek üç parçaya ayırıp tıpkı zamanı üç dilime bölen hamleyi hatırlatan şiirsel bir üçlemenin yanında, yaşayan(!) en büyük(?) yönetmen Martin Scorsese’nin son filmi The Irishman üzerine kapsamlı eleştirimize de bakınca, bu sayımızın içeriğini, sanki deneme tadındaki girizgâhımıza göre yontma çabamız iyice ayyuka çıktı. Gerçi tüm bunlar akışta, kurgumuzda meydana geldi. En azından dürüstüz ve okurlarımıza montaj kapasitemiz konusunda gözbağcı davranmıyoruz. Bireysel olarak varabilsek de kitlesel halde varabildiğimizde hakkını verebileceğim geniş zaman uzamına ulaşabilmek adına,


Sanatla kalın. Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Şubat 2020 tarihli 146. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 5 Şubat tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

9


10 Boğulmuşların Üçlemesi Batuhan Suiçmez

Boğulmuşun Şarkısı Ben boğulmuşum zencar yosunlar arasında, saçlarımda buklelerdir onların dokunuşları; yüzüm parlak, yüzüm ak ve bende gördüğü kendi gözleridir insanların. Arada bir iç geçirir biri,


11 sonra yele, kuşa, teknelere söver; biri gelir arada çılgınca esner, öteki hoyrat naralar biriktirir dalgalar üstünde. Rahatsız etmez beni ama tüm bu çalkantılar, suyun yedi kat altında beşikteyim ben sanki. Merak ederim ama yine de, merak ederim o mercanlar kaç çift göz saklar içlerinde, gerçi yaşarken de hiçbirini görmemiş hiçbirini işitmemişimdir ki. Ah, ama ne çare! Su çeker beni, deniz çeker, karşı kıyılar çağırır; birlikte sürükleniriz bir başka kıtalara; bazen irin, kan ve ter bulandırır suyu, o vakit de kulaçlar atarım durgun kollarımla. Ve ben, daima böyle göçebe, gezmemişimdir bunca ülke henüz hayattayken; şimdi hepsinden özgürüm, hepsinden daha hür; bundandır aramaları beni insanların her kıyıda, her köşede. ***


12

Çektim Gittim Kıyıdan Üç Gün Oldu Çektim gittim kıyıdan üç gün oldu, suların üstünde mantar tıpa gibi sallanıyorum; beynim sallanıyor, midem sallanıyor kusmak için tutunduğum son anıyı. Çektim gittim kıyıdan üç gün oldu. Ateşe veriliyor tekneler ve sular, deniz mezarlığındaki hurdanın altı.. ah, binlercesinin hatırası, umutları gün görmüyor tozuyan sularda. Çektim gittim kıyıdan üç gün oldu.


13 Sallanıp karışıyor ellerimle kumlar; hangisi kum, hangisi ellerim? Benim sevgili gözlerim, derinlerde şimdi, balıklara yuva. Etim titriyor, kemiklerim; ağzım burnum su içinde; aşağıdan yukarı dans eden köpükler, beklemesinler beni, artık gelemem. Çektim gittim kıyıdan üç gün oldu. ***


14 Gerisini Artık Sizler Düşünün Ben geçiyorum yangınından evrenin. Gerisini artık sizler düşünün. Mercanlar gövdemde birer hamak ve yok oluyorum geceleri dalgaların türküsüne karışarak. Geçiyorum: bandıralar, yelkenler, güverteler.. Geçiyorum: atlaslar, kıtalar, iller.. Ardımdan gözü yaşlı el edenler, gerisini artık sizler düşünün. Kandıramaz beni artık kayaların arasından parlayan güneş, ne de yer üstündeki gizler.. Bağırmasınlar, söyleyin o zavallılara: “Alesta! Alesta!” Gidiyorum, koyvermiş kendimi, bilmeden bir rota. Gidiyorum bulmaya çocuk kalbimi, suların yedi kat altında. Gerisini artık sizler düşünün. ***


15

Görseller: Genç Kurban (1855) – Paul Delaroche Kumsalda Yaz Gecesi (1903) – Edvard Munch Deniz Kenarında Keşiş (1810) – Caspar David Friedrich San Giorgio Maggiore’de Alacakaranlık (1908) – Claude Monet


16

Yaşasın Ütopya Ersin Yurtseven

Merhaba yoldaş. Karşımdaki koltuğa oturabilirsin. Duydum ki açıklanabilenden daha fazlasını soruyormuşsun. Elimden geldiğince yardımcı olacağım. Lütfen sözümü hiç kesmeden hikâyemi anlatmama izin ver. Benim gibi yaşlı bir kadından neler öğreneceğine şaşıracaksın Doğduğum yerin adı Dünya. Uzun süren savaşlar ve mücadelelerin yerine bir şekilde kusursuz düzenin geçtiği bir gezegen. İnsanlar ırk, dil veya din diye ayrılmasının bittiği bir dönemdi. Her birey insan olmak ve topluma hizmet etmek için yaşıyordu. Giydiğimiz kıyafetler vücudumuzu tam kapatacak ve birini ötekinden ayırt edemeyecek şekildelerdi. Göğsümüzün sol kısmında o anda alınan işin veya yaptığımız eylem her neyse onun anlamını taşıyan sayılar vardı. Her an her şeyimiz


kaydediliyordu. Bireyselliğin en büyük felaketlere yol açacağı düşüncesi yüzünden artık kimse birbiri ile konuşmuyordu. Tüm yapılacak işlerimizi ve ihtiyacımızı tabletlerdeki mekanik ses aracılığı ile yapıyorduk. Sürekli ifade ettiği anlamı değişen sayı grupları, zihnimizden çıkmasını istediğimiz şey için kafamızın içindeki aparat sayesinde sadece bir şifre olarak ağızlardan çıkıyordu. Aynı anda ana makineye de ifade ettiği anlamı ile birlikte giden şifre, karşıdaki kişiye ulaştığında ana makine ile doğrulanarak çözülüyor ve anlatılmak istenen şey beyne iletiliyordu. Bu şekilde kimse birbirini dinleyemiyordu. Bütün bunlar sayesinde konuşmak denen güç denetim altında kalıyordu. Din konusuna geldiğimizde ise… şey. Tamamen ortadan kalkmıştı. Kendimi tanıdığım ilk zamanlar ile alakalı tek hatırladığım şey bir odadaki ekrandan genel kültür, ahlak ve meslekler ile alakalı bilgi aldığım. Tarihe karışmış aile kavramından ne haberim vardı ne de o konuda bir eksikliğim. Oda pek geniş olmamasına ve görünürde hiç pencere veya kapı olmamasına rağmen ferah bir havaya, spor ve aktivite saatlerinde gerekli malzemeleri veren duvarlara sahip. 10 yaşıma kadar hiç odadan çıkmadan sadece topluma uyum sağlamam için gerekli bilgileri aldım. O sıralar bilmiyordum ama her bilgiyi ne düzeyde alabildiğim, neye daha çok ilgi duyduğum hemen kaydediliyor ve ona göre yönlendiriliyordum.5 yılım ise tüm meslekleri öğrenmem ve hangisinde ustalaşacağımı seçmem için ayrıldı. Gideceğim yer için hiç kaygılanmıyordum. Tabletim tam olarak hangi numaralı yoldan gideceğimi, hangi numaralı odaya gireceğimi, hangi numaralı hareketi yapmam gerektiğini söylüyordu. Kesinlikle bu dönemde çalışmam istenmedi. O dönemde bir tek sorun vardı o da sürekli olarak soru soruyor olmam. “Neden “kelimesini kullanmam bir süre kısıtlansa da kendimi çok zorlayıp tekrar kurma çabam sonucunda kısıtlama kapatıldı. O gün de bir mesleği yakından

17


18

incelemiş ve dinlenmek üzere tabletin yönlendirdiği bir odaya geçmiştim. Daha yeryüzüne çıkma iznim yoktu ama yeraltında daha görülecek bir sürü iş vardı. Yatakta uzandım. Diğer odalardan hiç farkı olmayan odada belki bir detay görürüm umudu ile etrafa baktım. Uzanmaya geldiğim yatak dışında tek eşya bile yoktu. Diğerleri ile bire bir aynı bembeyaz bir oda. Çıkmaya çalışmadıkça kapı bile görünmüyordu etrafta. Elimdeki tableti duvardaki yuvaya yerleştirip diğer tableti aldım. Yine kafamda cevaplanması gereken sorular vardı. Tableti açtım. O anda görsel bir açıklama yapmadığı için boyutu küçülmüştü. Sadece ortasında ses çıktıkça sayılara dönüşen uzun çizgi vardı. Bir de ortasında yaptığım eylemi yani yatakta dinlenmeyi ifade eden sayı vardı. Aynı değerdeki sayı benim de göğsümün sol üstünde duruyordu. Tablet, neden dilimizdeki her nesnenin ve insanın değeri değişiyor, tek sayıya sahip olamazlar mı? Bir de kusursuz olmasına rağmen neden eşyalarımız değişiyor? Neden diğer insanlar ile konuşmamam gerekiyor? Kayıtlara göre sana daha önce de açıklama yapıldı. Unutmuş olma ihtimaline karşı tekrar açıklama yapılacak. Değişken ifadeler kullanımda kolaylık sağladığı için kullanılıyor. Konuştuğun veya kullandığın şeylerin değişken olması kişiliğin için en iyisi. Bir nesneye veya kişiye olması gerektiğinden fazla değer yüklemek düzeni bozar. Evet evet daha önce de söylemiştin. Ama bunu yaşamadan nasıl bilebilirim. Bu dediklerin benim için yeterli değil. Bir şeyin eksikliğini hissediyorum. Hissettiğin boşluğu engellemek düzenlemeler yapılacaktır.

için

duygularında

Hayır anlamıyorsun. Bu tarif edilemez bir şey. O şeyi bilmediğim halde yokluğu bitiriyor beni.


Hissettiğin o detay aşk olarak saptandı. Üstün insan duyguları teknolojisi sayesinde zaman içerisinde yenilmiş bir hastalık. İnsanların cinsel birleşme ile üredikleri zaman diliminde neslin devamlılığı için yararlı olmuş olan ama günümüzdeki üretim imkanları ile işlevini yitirmiş bir duygu. O zaman nasıl ben onun yokluğunda bu hale geliyorum? Sanki sadece o değil başka şeyler de var. Bunun sadece üremek ile ilgili olduğunu sanmıyorum. Aşk sadece bir kişiye değil bir nesneye fazla bağlılık ile de oluşabilir. Diğer hissetmeye çalıştığın duygular ise kendini tam olarak tanımamanın getirdiği korku ve hüzün. Bunları hissetmen engellenebilir ama vücudunun ısrarı seni yoruyor. Kendini sakinleştirmeye çalış. Bırak o zaman hissedeyim. Durdurma onları. Başka bir ben olabilir mi diye merak ediyorum. Eğer sağlık bütünlüğünü koruyacak şey bu ise sevginin bir kısmını odanın solunda oluşacak olan tabloya yönlendirilecek. O anda sol tarafta bir tablo belirdi. İçimde bir şeyler olmaya başladı. Bu kesinlikle iştahın kabarması için verilen açlık duygusu değildi ama midemde tarif edilemeyeceğim şeyler oldu. Ayağa kalktım ve tabloya ilerledim. Yaklaştıkça duygu daha da güçlendi. Yürümekte zorlanmaya başladım. Tabloya ulaştığımda ellerim ile ona dokunma isteğine karşı koyamadım. Mekanik ses birden pür dikkat izlediğim tabloya olan odağımı bozdu Sevgi adındaki bu duygu düzen ve toplum adına olmadıkça kullanılması sakıncalıdır. Sevdiğin ve değer verdiğin şeyler senin ilerlemeni yavaşlatır. Toplumun bu kadar gelişmediği dönemde insanlar sadece sevdikleri için toplum kurallarına ve zamanında kusurlu olsa bile düzeni sağlayan devletlere

19


20

karşı çıkmıştır. Günümüz teknolojisinde henüz yok edilemese de etkilerini azaltmak ve kısa süreli yönlendirmek mümkün kılınmıştır. Bakmış olduğun tablo soyut sanatın bir parçası. Soyut sanat nedir? Anlatılmak istenilen duyguların boya ve fırça yardımı ile duyuların ötesine hitap edilerek aktarılması. İnsan dili dışında iletişim kurulabilir mi? İnsan dili, ü.s(Ütopya Sonrası) dönemde kullanılmaya başlanmış bir dildir. Kendisi hariç yaygın bir iletişim şekli yoktur.

Tam anlamadım ü.s(Ütopya Sonrası) nedir?

Üstün düzen anlayışına sahip insanlar tarafından yapılmış devlet olan Ütopya’nın kuruluş yılını 0 olarak kabul eden takvim çeşidi.

Peki insan dili olmadan önce ne konuşuyorlardı?

İnsanlar ilkel olarak kabul edilen ü.ö (Ütopya Öncesi) dönemde harf tabanlı çeşitli diller üretmiş ve iletişim ihtiyaçlarını karşılamışlardır. O dönem dillerini duymak istiyorum. Bir örnek dinletir misin? Bir süre oluşan sessizlik söylememem gereken bir şey söylemişim gibi hissetmeme sebep oldu. Ben tam vazgeçecekken tablet sonradan adının müzik olduğunu öğrendiğim bir ses oynattı. Hayatımın o anına kadar duyduğum en güzel şeyiydi. Hayatımın mekanik bir ses ile geçtiğini düşünürsek buna şaşırmak yersiz olurdu. Bu kadar güzel bir şeyi daha önce duymamış olmanın kırgınlığı ile bir soru daha sordum.

Bunu neden daha önce oynatmadın?


Müzik, sayı tabanlı olan insan diline geçmek için vazgeçilmesi gerekenler arasında yer almıştır. Bireysel ısrar dışında çalınması yasaklanmıştır. Ama anlamıyorum. Bu kadar güzel bir şey yanlış olamaz. Peki vaz geçilen diğer şeyler nelerdi. İlkel alışkanlıkların özendirilmemesi adına kısıntı erişim altına alınmış bir bilgiye ulaşmak istiyorsun. Her insan eşit demiştin. Ben de öğrenmek istiyorum. … Tablet! Özür dilerim ben, ben yanlış bir şey söylemek istemedim. Yönetici mesleği sanat bölümü üzerine kaydının oluşturulması için sesli onayını almam gerekiyor. Ülkelerin dilleri, alışkanlıkları ve kültürleri üzerine dersler alacaksın. Öğrendiğin bilgiler ve günümüz düzenine dair yaptığın analizler insan ırkının gelişmesi için kullanılacaktır. Çok kusurlu olmadıkça her birey topluma kazandırılmalıdır. Evet, benim olmak istediğim kişi bu. Peki ya diğer insanlar? Her insan bilmesi gerektiği kadar bilmeli ve yapması gerekenleri yapmalı. Bu durum en uygar yöntemler ile gerçekleştirilmeli. Yöneticilik mesleğinden çıkabilecek, temel düzeni sarsmayacak yenilikler ile bir gün sanat diğer insanlara da ulaşabilir. Kusurlu olmadıkça yaratıcı fikirler toplum yararına kullanılmalı. O kararımdan sonra yıllar boyunca çok ağır eğitimler aldım. Sayı dilini tamamen bıraktım. Dili anlamam için kafama yerleştirilmiş olan aleti de çıkardılar. İpler hala ana makinenin elinde olsa bile duygularım da serbest bırakıldı. Tabletim artık

21


22

kitap şeklinde gelmeye başlamıştı. Ben soru sormadıkça görev vermedi. Daha önceden belirlediğim yemeğimi yemekhanede göğsümdeki sayı sayesinde rahatça alıp yiyebiliyordum. Eskiden matematik denen şey için kullanılan bu sayılar çok rahatsız ediciydi. Sürekli etraftan gelen sayı seslerini yöneticilik okumam sayesinde kazandığım müzik dinleme hakkım ile bertaraf ettim. Müzik, diğer insanların buna erişememesi ne yazık. Tablet bana çok büyük bir arşivin olduğundan ve benim de arşive katkı yapacağımdan bahsetti. Gerçi hala dönemini ağır dil ile ifade eden müzikleri vermiyordu ana makine. Sadece beyin yıkarcasına mutlu insanların içerikleri vardı. 15 yaşıma basmam ve bitmek bilmeyen ısrarlarım ile birlikte biraz daha durgun ve diğer duygulara yönelik seçeneklerim oldu. Yönetmek diğer meslekler gibi olmadığından 25 yaşıma kadar beklemem gerekiyordu. En azından beklerken ders aralarında izleyecek güzel şeylerim oldu. Bütün bunların sahte olduklarını bilerek ve sanata olan hayranlıkla izledim. Aynı zamanda derslerdeki başarım sayesinde neredeyse her dildeki içeriği isteyebiliyordum. Dillerin kendi kültürleri olduğu için birbirlerine çevrilmiş hallerini izlememem tavsiye ediliyordu. Hem kim ağzı ve kelimeleri birbirine uymayan insanları izler ki. Bütün bu duygu karmaşası ve uğruna çabalanan şeyler yüzünden uzun bir süre boyunca beni bu yola sokan şeyi unutmama sebep oldu. Tamam ben ileride yöneteceklerden biriydim ama ne yapacağımı nasıl yapacağımı daha bilmiyordum. Duvardan gelen kitaplar ve bir duvarda açılan filmler. Yine hayatım sadece düzenin istediği gibi çizilen düz yolda gidiyordu. Filmlerde gördüğüm kahramanlıklar yoktu hayatımda, birlik olmak ise sadece uğruna çalıştığımız söylenen toplumdan ibaretti. Ben bunları düşünürken mekanik ses kitaptan yükseldi.

65, bir sorun mu var.

Omzumda gerçekten de o sırada 65 yazıyordu. Anlamını veya o anda hangi görev veya eyleme karşılık geldiğini


bilmiyordum. Kafamın içinde bile yalnız kalamadığımın bilincine vararak cevap verdim.

Kitap, artık öğrenmek istiyorum.

Tam olarak neyi öğrenmek istediğini açıklarsan yardımcı olabilirim. Benden sakladığınız şeyi. Gördüğüm kadarıyla geçmişte de insanlar mutluydu. Hatta mutsuzluk sadece eğlence konusu olarak ekranlara sığdırılmış. Peki neden bunca kısıtlamaya gidildi? Ne oldu da bu kadar değiştik? Tam olarak anlayabilmen için sana gerçekler gerektiği ölçüde veriliyor. Geçmişe dair sadece genel kanıya vardığında yaptıkları yanlışlar ve yanlışların doğurduğu sonuçlar gösterilecektir. Artık sizin çizginizden ilerlemek istemiyorum bana bu düzenin kuruluşunu anlatmanı istiyorum. Bütün bu düzen ne için kuruldu. Bunun için hazır değilsin, benden bunu isteme. Sonuçlarına katlanman gerekir. Hangi sonuçlar? Gizli bilgi. Yine mii? Her neyse, ne olursa olsun görmek istiyorum. Kişisel ısrarın üzerine görmeye hazır olduğun var sayılacak ve tarih en gerçek hali ile karşına çıkacak. Açılan kapıdan dar alana girmen gerekiyor. Taşıtın içinde hareket ederken korkma. Canlandırma odasına geldiğinde tarih gözlerinin önünde yaşanacak. Anlayamadığın detayları sana en yakın odada ders olarak alabilirsin. Kitabı koymam gereken alana bıraktıktan sonra bana söylediği gibi dar alana girdim. Odaya vardığımda duvarlara

23


24

kitabı almak için baktım ama duvardan kitap çıkmadı. Bu odanın hep gördüğüm odalardan tek farkı daha büyük olmasıydı. Odanın bir ucunda küçük metal bir kutu gördüm. Zarar olasılıklarını düşürme amacıyla bütün metal aletlerin kaldırıldığını sanıyordum. Metal kutunun yanına vardığımda plastik küçük kutular gözüme çarptı. İlkel teknolojinin video oynatıcıları aklıma geldi. Çok sonra öğrenecektim ki ana makine bu kayıtları kişilerin zihinlerinden alarak oluşturuyordu. Tek tek kutuların üstündeki yazılara baktım. Farklı dillerde olay ve kişi isimleri vardı. Dillerin kendi kültürleri olduğu için bunu normal karşıladım. Çok sayıda yer ve savaş isimleri vardı. Ne çok savaşmışlar diye düşündüm içimden. Savaş hakkında tek bildiğim ise bazı konuda anlaşamayan ülkelerin uzun süren tartışmaları ve daha detaylarını öğrenemediğim çeşitli hesaplaşmalardı. İlk sırada yer alan kutunun üstünde YAŞASIN ÜTOPYA diye büyük bir yazı vardı. Arkasındaki açıklamaya göre ilkel topumdan günümüz yaşantısına benzer bir düzenlemeye geçişte önemli isimlerin yaşanmış konuşmasıymış. Onu aldım ve oynatıcıya taktım. Birden makine duvara çekildi ve oda içinde görüntüler oluşmaya başladı. Odanın yeni aldığı biçimi hiç daha önce gördüğüm odalara benzemiyordu. Üstünde düzenin kıyafetlerinden olmayan biri, üstü bayraklar ve kağıtlar ile dolu bir masanın arkasında oturuyordu. Sadece filmlerde gördüğüm yaşlı yüzü oldukça kusurluydu. Bir diğer kişi de masanın ön tarafında duruyordu. Üstündeki pijamanın tuhaflığı istemsiz gülmeme sebep oldu. Bir an yaptığım şeyin çok yanlış olduğunu fark edip özür diledim. İkisinin de yüzleri ve elleri kusurlu, kıllı ve çirkin duruyordu. Ben yokmuşum gibi davranmaya devam ettiler. Masaya yaklaştım, dokunmaya çalıştığımda elim masanın içinde kayboldu. Bunun izlediğim filmlerin daha gelişmiş bir versiyonu olduğunu anladım. Küçük dikdörtgen kutu ses çıkarmaya başladı. Kutunun bir parçasını kulağına


götürdüğünde bunun o zamanların iletişim aracı olan telefon olduğunu hatırladım.

Evet, gelebilir.

Aldığı parçayı geri yerine bıraktı. Arkamda bulunan kapının açılış sesine döndüm. İçimden düzen aşkına, gerçekten eskiden arkasında kimin veya neyin olduğunu görmeden açılan kapılar mı vardı, burunlarının bu kadar kusurlu olmasına şaşırılmamalı dedim içimden. Uzun boylu, sıska ve yine kusurlar ile dolu bir yüze sahip olan bir insan daha. Yüzünde hafif ama ürkütücü bir gülümseme vardı. Göğsünün sol tarafında Ütopya vatandaşı yazıyordu. 5 koca adımda salonun ortasına ulaştı. Bir küçük öksürüğün ardından konuşmaya başladı. Söze başlamadan önce, bay başkan. Sizin bu konudaki her açıklamanıza çeşitli kanallar aracılığı ile ulaştığımı ve buraya onlar için gelmediğimi belirtmek istiyorum. Çoktan doğru olanı gördüğünüzü ve gerekli imzaları atacağınızı düşünüyorum.

O zaman bir an önce burayı terk edebilirsin Candar!

Beni yanlış anladınız, buraya geliş amacımın sizden ne şekilde olursa olsun gerekli onayı almak olduğunu söylemek istemiştim. Siz de taktir edersiniz ki bir Ütopya için tarih kitaplarında tüm ülkelerin onayları ve büyük fedakarlıkları ile kurudu yazması bizim ikincil amaçlarımızdan.

Bu ne cüret, general derhal tutuklayın şu adamı!

Bunu derken pijamalı adama bakıyordu. Adının general olduğunu sandığım kişi ayağa kalktı. Belindeki metal aleti aldı. Üstünden tutup çekti ve çıt diye bir ses çıktı. Bu aleti masanın arkasındaki adama yöneldi ve bir cümle kurdu.

Artık yetkiler sizde değil.

25


26

Dur yoldaş, bu kadar çabuk ölmesini istemiyoruz. Şimdi durumun ciddiyetini anladığınızı düşünüyorum bay başkan. Beni bir tabanca ile korkutabileceğinizi mi sanıyorsunuz adiler. Durma sık. Hain. Vatan haini! Sesi öyle sert ve güçlü çıkmıştı ki korkup birkaç adım geri adım attım. Tam olarak ne olduğunu anlamamıştım. Ne istiyorlardı bu insandan. İlk başta odaya giren Ütopyalı konuşmaya başladı. Ona hain demeye hakkınız yok. Siz, milyonlarca insanı yaşamak zorunda oldukları hayatlara terk ettiğiniz an insanlığa ihanet ettiniz. Bir şans sunuldu. Dünya devleti kurulacaktı ama kişiliğinizden büyük koltuğunuz buna izin vermedi. Şimdi de altınızda deprem oluyor ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Hayır efendim ölmenize kesinlikle izi veremem. Benden ne istiyorsunuz? Her ne kadar etkisiz olsanız da Ütopyalı kardeşlerim tarih kitaplarında bütün devlet yöneticilerin ağzından YAŞASIN ÜTOPYA cümlesinin çıktığını yazsın istiyorlar. Çocuklar iyi şeyler duymayı hak ederler değil mi? Bunu yazarken yanında suratıma tutulmuş silahtan bahsedilecek mi? Bilmesi gerekenler dışında pek yayılacağını sanmam. Konumuza dönecek olursak. Sizinle öncelikle konuşarak anlaşmaya çalışacağım. Olur da başarısız olursam gerisini yoldaş İsmail halledecek.

General İsmail bunu nasıl yaparsınız?

Benim bir kızım var ve onun bu rezil hayatı yaşamasını istemiyorum. Beni olmasa da onu kabul edeceklerini söylediler. Hem bunu bireysel olarak kabul eden tek ben değilim. Bay başkan. Sizce insanlar enerji rezervlerinin neredeyse tamamen boş olduğunu öğrendiklerinde ne yapacaklar.


Sizin yeni bir kaynak üretebildiğinizi duymuştum. Madem elinizde enerji var neden bu dert oluyor? Henüz çok kararsız bir yapıya sahip. Geliştirilmesi lazım yoksa cihazlara sürekli hasar verir. Bunlar milyar dolarlık hasarlar olur ve emin olun her işin ücretsiz olduğu bir Ütopya ’da bile tamir ettiremezsiniz. Sadece zamana ihtiyacımız var ve bu şu an hiç elimizde olmayan tek şey zaman. Tamam, diyelim ki insanları tek çatıya topladınız. Yine de değişen bir şey olmaz. Elinizdeki kaynak yetmeyecek. İşte bu konuda hemfikiriz. Yoksa her ülkenin sadece yöneticileri ve orduları ile ilgilenmezdik. Kısaca sadece boğaz eksiltiyoruz. Genel bir temizlik diyebilirsiniz buna. Boğaz kesmek, kitlesel katliam. İsimlerini istediğiniz kadar değiştirin yapacağınız haltın boyutunu veya etkilerini değiştirmiyor. Onların ölmesinin sebebi sizsiniz biz değil. Şuursuzca çoğalma ve verimsiz hayat şartları. Ütopya var olmak zorunda çünkü insan kötülüğü başkalarından öğreniyor. Ütopya var olmak zorunda çünkü insan ne yaşamayı ne de olduğu yaşamı seçebiliyor. Sözde sendikalarınız ve para babası patronlarınız. İşin kendisinden, veriminden öte kazanılan paraya bakıyor olmanız. Her değere para biçerken insan beyninin ezber yeteneğini karşılıksız alan reklamlarınız. Şiddet ve sapıklık sürekli olarak kendini toplum içinde yetiştiriyor ki bunda haber… Yeter! Bunların bir tanesi bile milyonlarca masumun katledilmesini gerektirmez. Başlarına gelen dertlere sadece böyle olması gerekiyormuş, bu da bizim sınavımızmış diye katlananları daha doğrusu onların arasındaki katlanamayanları kurtarmak yanlış değil. Hem biz harekete geçmezsek insanoğlu acı çekerek can verecek. Bizim yaptığımız ise büyük kayıplar ile devam etmek.

27


28

Bunun kararını vermek sana düşmez. Tanrı’yı oynayamazsın. Ben Tanrı’yı oynamıyorum. O varsa bile bizi bu sefalete terk etmiş olmalı veya bizim acı çekmemizden zevk alıyor olabilir. İnsanoğlu makine gücünü yükselttikçe etkisini yitirdi. Bunu tarihte bile görebilirsin. Ben daha iyisiyim. Ben insanım. Kafir! Biraz olsun inancın olsa insanların devamı için bile olsa bu katliama göz yummazdın. İnsanlığın devamı... Bitmiş doğal kaynakların arkasından bakan yöneticilerin karamsar bakışları arasında çıkan cümlelerdi. Artık toprağın verimini yitirdiğini gördüklerinde ikna oldular. Kimse bireysel mutluluğu önemsemediği için olması gereken şeylerdi.

Bana bunu senin ayarlamadığını söyle!

Çocukların eline oyuncak silah verenlerden daha suçlu değilim. Tamamlanması için formülün neredeyse bir yılı var ve temizliğin arkasından depodaki kaynaklar bize yetecektir. Toprak olayına gelece olursak onu diğer Ütopyalılar halletti bile. Hem düşünsenize, sadece bir cümlenizle oğlunuz yaşayacak. Adı neydi? Fark etmez, yaşı Ütopya alımları için tutuyor. Başkanın gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Cama doğru ilerledi. Candar, Generalin başkanı engellememesi için bir işaret yaptı. Başkan dışarıya baktı. Yanına gittim ve baktığı yere baktım. Parkta oynayan çocuklar vardı. Mutlu görünüyorlardı. Bulunduğum zamanda fazlası yasak olan mutluluk onlar için pek sorun değilmiş gibi duruyordu. Başkan, ses tonu değişmiş bir şekilde sordu. Bana Ütopya’yı anlat. Oradaki çocukları. Çalışanları. Ütopyalıları anlat.


Orada çocukların arabasına binmemeleri gereken kişiler yok. Ders çalışırken kafalarını karıştıran acaba ilerine ne olacak sorusu olmayacak. Sınav denen saçmalık ortadan kalkacak ve her öğrenci öğrenebildikleri kadarıyla, ilgilendikleri konulara ilişkin sınırsız ve tamamen doğru kaynaklara ulaşabilecekler. Herkes bilecek ki her birey bir şekilde topluma kazandırılacak ve diğer herkes ile aynı haklara sahip olacak. Başkasının kafasına basarak yükselme devri kapanacak. Çalışmak tek doğru olacak ki o da gereğince. Çalışmak ise şimdiki para kazanmak için ne dolaplar çeviririm şeklinde değil de acaba daha fazla ne yapabilirim diyen insanların rahat koşullarda yaptıkları işlerden ibaret olacak. İnsan ilişkileri de iyileşecek. Neden bir başkası sizin arkadaşınıza gösterdiğiniz değeri hak etmesin? Neden arkadaşlarınız yabancılara gösterdiğiniz saygıya laik olmasın?

O sırada telefon çaldı. General telefonu açtı.

Hayır, burada değil. Kendisi rahatsız edilmemek istediğini söyledi. Elbette, iletirim. Telefonu kapattı. Sayın başkan, haberlere bakmanız isteniyor. General eline kumandayı aldı ve duvarın bir kısmını görüntüleri aktarması için çalıştırdı. Görüntünün etrafı siyah çerçeve ile kaplıydı. Bir kişi vardı ekranda. Başkan gibi şık giyimli biriydi. Başkent düştü diye bağırıyordu. Seferberlik ilan edildiğini söylüyordu. Kendi ordularının Ütopya birliklerine katıldığını anlatıyordu.

YAŞASIN ÜTOPYA

Bunu başkanın dediğini düşünüyorum çünkü hemen arkasından general elindeki şeyi başkana doğrulttu. Büyük bir ses çıktı. Kulaklarım çınladı ve bir süre gözlerimi açamadım. Açtığımda ise başkanın kafasında bir delik vardı ve yerler kıpkırmızıydı. Ağlamaya başladım. O kişiyi tanımasam da içimi kaplayan korku ve üzüntü tüm bedenimi ele geçirdi. Bir süre

29


30

duvarın köşesinde kafam bacaklarıma gömülü durdum. Kaç dakika orada o şekilde durduğumu bilmiyorum ama mekanik sesin beni uyarmasına yetecek k adar olduğunu biliyorum 52.52 iyi dinlemeliydin.

misin?

Hazır

olamadığın

uyarısını

Ben iyiyim. Sadece bu kadarı çok fazlaydı. Çok fazla. Çok fazla. Çok fazla. Çok fazla Birden tüm vücudum gerildi. Kısa bir süre yerde titredim. İçimdeki his kaybolmuştu. Üzgünüm 52. Kendine gelmen için seni şoklamam gerekti. Bir süre için tüm duyguların askıya alındı. Uzun süre tutamam. Duyguların geri gelmeden önce kendini toparlamalısın.

Ben iyiyim. Sadece…

52?

Bana bir isim veremez misin? Bu sayıdan tiksinmeye başladım. Pekâlâ Canfeza, fiziksel ve ruhsal verilerin kendini çabuk toparladığını gösteriyor. Güçlü birisin. Kayıt durdurulmuştu. Başkan gibi diğerleri de kımıldamıyordu. Aralarından geçtim. Cama yöneldim. Generale benzeyen kişiler etraftaydı. Az önce parkta oynayan çocuklar şimdi başkana daha çok benziyorlardı.

Sözlerini tuttular mı?

Sorunu daha net sorman gerekiyor.

Başkana ve generale verdiği sözü tuttu mu?

En iyisi kendin görmen.

Oda tekrar beyaz halini aldı. Duvarın içine gömülmüş olan makine yine ortaya çıktı. Bana üstünde B planı yazan kutuyu


yerleştirmemi söyledi. Yapmam ile birlikte kendimi çok geniş bir odada buldum. Odanın duvarları bembeyazdı. Tıpkı, tıpkı düzenin duvarları gibi. Sol tarafımda büyük dikdörtgen bir makine vardı. Üstünde çok sayıda ışık, ekran ve girinti çıkıntı vardı. Üstünde büyük kırmızı bir düğme vardı. Sol yanında ise parlak bir tüp. Düğmenin yanında iki kişi vardı. Henüz kaydın başlamadığı hallerinden belli oluyordu. Mekanik ses yine konuşmaya başladı Ben o gördüğün şeyim. En azından kalan parçalarım onu andırıyor. Candar bulunduğum binlerce odalı bu yeri üretim yeri olarak kurgulamıştı. İnsanların cinsel birlikteliğine dayanan nesil yerine benim geçmem gerekiyordu. Kişiliği çok kusurlu ve diğer insanlara zararı dokunabilecek olan bireyleri seçip hemen etkisiz hale getirmem için bütün beyinlere tam erişimimi sağlayan frekanslarım bile ayarlıydı. Tüm bilgi kaynakları belleğime yüklendi fakat tek sorun vardı.

Enerji kaynağın.

Akıllı bir çocuksun. İzinle kaydı başlatıyorum.

Sendeyim.

Lafa önce Candar girdi.

Evet ben de tehlikenin farkındayım fakat başka çaremiz kalmadı. Hem uydu ile olan bağlantıyı sonunda kurduk. Eğer çalıştırabilirsek ana makine tüm dünya ile bağlantı kurabilecek. Üretiliş amacından farklı olarak tek yapması gereken ilk açılışta tüm insanları öldürmesi. Eğer bu şeyi çalıştırırsak seni beni hatta yaşatmaya söz verdiğimiz yüzlerce insanı öldürebilir. Düşük bir ihtimal. Sığınağı etki alanı dışında tutması için ayrı bir kod girdim. Hem direniş birliklerinin burayı bulması an meselesi.

31


32

Dünyayı mezbahaya çevirme sevdan olmasaydı belki başarılı olabilirdik.

Sus, şu sesi duydun mu?

Hangi sesi?

Candar yanındakinin bir anlık dalgınlığından faydalanarak düğmeye bastı. Ardından bir süre birbirlerine baktılar. İkisi de gülmeye ve birbirlerine sarılmaya başladılar.

Bak gördün mü bir şey olmadı.

Ardından yere düştüler. Kan çıkmadı veya büyük bir ses ama öldüklerini anlamıştım. Bu sefer ağlamadım, hatta hiç üzülmedim. Ama bir detay dikkatimi çekti. Sonradan ters giden şeyler için uyarı amaçlı yaptığını öğrendiğim sesler ve ışıklar yükseldi. Kayıt tekrar durdu. Ana makine, kendisinin şimdiki halini görmek isteyip istemediğimi sordu. Kabul ettim. Karşıma çıkan manzara iç karartıcıydı. Artık ışıkları çok soluk yanıyordu. Yanındaki tüp sönmek üzereydi. Ana makinenin dikdörtgenlerinden eser kalmamıştı. Sanki erimiş ve sönmüş gibiydi. Ana makine, iyi misin? Canfeza, ben bozuluyorum. Bu sorun değil. Yapım amacım olan insan soyunun devamlılığını sağladım. Sığınak kusursuz insanlar ile doldu fakat şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Sen kusurlusun. Tıpkı benim gibi. Tıpkı Candar gibi. Hataları görebiliyor ve bu uğurda savaşabiliyorsun. Henüz insanlar formülü bitirebilecek veya beni tamir edebilecek düzeyde değil ama senin bana ihtiyacı olmayan toplumu yaratabileceğini biliyorum. O günden sonra yıllar boyunca ideal toplumu oluşturmak için diğer yöneticiler ile birlikte çalıştım. Gerçi benim işim pek toplumun düzeni değildi. Benim işim sanat eserlerinin günümüze uyarlanmasıydı. Makinenin zor durumda kaldığı için


kullandığı sayı dili kaldırıldı ve yerine şimdi kullandığımız dil geldi. Bir diğer işim de bu dilin sanatı desteklemesi oldu. Ne yazık ki ana makine kurtarılamadı. Kaynak bitmeden hemen önce yedek güçlerin yerini söyledi. Artık kendisine ihtiyaç olmadığını ama çok özlersek yine çalıştırabileceğimizi söyledi. Gerçi günümüzde senin de bildiğin üzere formül tamamlandı ve ana makine sonsuza dek çalıştırılabilir. Yine de başlarken hepimizi öldüreceği korkusuyla çalıştıramadık. Eğer hala kafanda soru işaretleri varsa alabilirim. Sonuçta merak etmek güzel bir kusur.

33


34 An覺msama Nilay Y覺ld覺r覺m


35

Seninle yaşamak Ne güzel aklımda. Ayakkabını bağlarkenki, Gülen, genç yüzünü hatırlamak, Bir şehirde, ansızın, kısacık. *** Görsel: Ayna ve Kız (1961) – Elmer Bischoff


36

Uzamsız Usta Uzamları Ziza Rumas

Sallanan masamın üzerine tutunmaya ant içmiş sigaram ve kitapsızlığım, patlamış mısır tabağım ve de bardağımın içindeki tahılın sıvı haline inat yaşama devrilen şehr-i Diyabekir. Bizimkisi, bir masa zeminini terazi dengesine uygun yayamamış, dört ayağını eşitçe uzunluk ölçüsüne vuramamış bir ustanın elinden çıkma yazgıdır yaşadıklarımız. An gelir bir gün bir masaya kolunu dayadığında çaprazlama sallandığına şahit olursun, ilkin zelzele korkusu ile masanın üzerinde bulunanların üzerine düşeceği-döküleceği endişesine müteakip şöyle eğilip altına bakınırsın, sallarsın,


sağa sola götürüp getirirsin ve ne yaparsan yap bir türlü dört ayağının üzerine oturtamazsın. Zeminin mi yamuk olduğu yoksa masa ayaklarından kısa görünenin mi fazla kesildiğini anlama çabasından sonra karar kılıp, havada kalan ayağın altına bir kâğıt parçasını katlayıp sıkıştırırsın. Masa sabit durur, zemin diye her ne var ise dengeye oturur. Bir kâğıt parçasının yapabildiğini akledemeyip ölçüsünü tutturamayan ustaları hiç hatırlamazsın bile. Zira ayağının altında herhangi bir zemin, dirseğini dayadığın yerden yükseltili bir masanın zahiri varlığına aldanırsın. Dünyaya gözümüzü açtığımız ilk yılın bitmesini takip eden günlerde üzerine basarak varlığına erdiğimiz şu toprakların iki meyvesi olan anne babamız adlı usta eller tarafından iyi ölçülüp biçilmeden ortaya çıkarıldığımız bir masa ya da zemin cismi olarak hayatın içine atılırız. Ergenlik serencamından evvel dünyanın en akıllı ve yetenekli ustaları olarak algılayıp bildiğimiz ebeveynlerimiz, dengesizlik zehrinin vücuda hücumunu takip eden günlerin ardından algımızdan alçak bir yere oturtmakla yetinmeyip gözümüzün gördüğü eksiklikleriyle dillenen aklımızca onları küçük görürüz artık. Kendince en zeki varlık, varlık sahasına inmiştir. Sonra dengesizlik virüsüne bulanmış başka bir zıt cins varlığa gönül kaptırarak dünyanın başına musallat günler başlayıverir. Eğik ezilmiş zemin gibi atmosferin altında zelzelenen bir kurgu ve sallantıdaki duygu mantık ikileminden hangisinin zafer kazanacağını bilmeden duyguların zinciri altında maşuk cenderesinden geçerek ayrılığa müteakip acı avuntusunda bir edime savrulur. Çekilen acı ile vücutta yerleşke kuran duygusallık virüsünün reaksiyonuna eklemlenen başka insansı varlıkların

37


38

verdiği ve tattırdığı acı tecrübeler, beceriksiz ustalığına eklenmiş onlarca ustanın uzatma dakikalarını oynamalarına alışarak, dünya yüzeyinde pislik yuvarlamaca mesleğine tutunmuş bir canlı olduğunu son nefesinde anlar. Uzamsızlıktan ustalık uman sorgulamalarınız kar etmedi, toprak altında allanarak topraklaşma müebbetine yatmış sayından yoksun aydınlar. Onca biçim verilememiş biçimsizliğin girdabında hayatın dengesizlik denklemini çözemeden, dünyadan göç etmiş bütün filozof beyinlerin bir bütün vücudunu ustaca yiyen toprak solucanlarına selam olsun. İşinizi ustaca yapacağınız kavuşmamıza ne kadar kaldığını bilmeden sizleri özlemle anıyorum. *** Görsel: Kitap, Pipo ve Bardaklar (1915) – Juan Gris


39 Yas Nilgün Zülfü Işık

Kabul etmeliyim, Gittin. Kangren olmuş parçalar veda edemez. Kangren olmasaydı, veda etmezdi, çünkü Senin parçandı! Belki o parça, Başka yok oluşların yerine koyduğun, Kendine yarattığın bir hayaletti!


40

Neden kabul etmiyorsun yok oluşları! Yeni varoluşunla barışmak neden zor? Yürümek, zehri atacak, Esas parçalarını bulacaksın belki! Kalırsan, bu zehir seni çürütecek! Yürümenin erdemi mi, çürümenin kokusu mu? Bilirsin, her güzel şey, çürüdüğünde yok olur ve etrafını da çürütür. Sen kimsin? Kendini çürümeye teslim eden bir dilenci mi? *** Görsel: Sahilde (1932) - Esaias Thorén


Yaşam Terapisi İsmet Şengül

Ve insan, gelişiyle ihtişamlı, yaşantısıyla umarsız ve bencil, gidişiyle küçük olan insanlık. Hayat durmak bilmeyen kesintisiz bir akış içerisindedir. Asıl olan bu akışa hangi boyutta kaptırdığımızdır kendilerimizi. Böylesi ihtişamlı bir akış içerisinde ya ustalaşırsın, ya da ömrün boyunca bir çırak olarak kala kalırsın. Hayata çırak başlayıp ve çırak olarak kalanlar, paylarına düşen her olumsuzluğu kabullenip boyun eğmekten başka hiçbir şey yapamazlar. Ne yapayım kaderimmiş, şansım yok, talihsizlik işte, ben hep böyleyim ne yapsamda olmuyor. Bu gibi söylem ve düşünceler le

41


42

kendi dirençlerini kırdırıp gardını düşürmelerine sebep olurlar. Oysaki her ne kadar olumsuz düşünürseniz bir o kadar çıkmazda kalırsınız. Olumlu bak hayata, hayat olumsuzlukları asla kabul etmez. Unutmayınız ki yaşamak direnmektir, direnci olmayan bir yaşam kölelikten ötesi değildir. Eğer ki zorluklarla yüzleşmeden, acılarla restleşmeden hayata yabancılaştırırsanız kendinizi, kendinize bile ters düşerek hayatın çizgisinden çıkar gidersiniz. Ben bu değilim ve bu olumsuzlukları asla Kabul etmiyorum diyebilmelisiniz. Hayat benim, bende hayatımın işkencecisiyim dersen iz kendi celladınız olmaktan başka bir işe yaramazsınız. Ve boynunuzu vererek giyotine kurtulmak yerine çaresiz çırpınışlarla düşmesini beklersiniz, artık kesip atsın şu işe yaramaz kellemi diye. Zamanın sizlere yüz vermediğini düşünüyorsanız sizlerde o yüzsüzlüğe direneceksiniz. Doğruluğa yönelerek olumlu olacak şeylere inandırınız kendinizi. Çünkü inandığınız doğrular sizlerin gerçeği olacaktır. İşte o zaman başarılarınızın anahtarını çevirmeye ramak kalmış demektir. Gabala pazar aldığımız bir ömrü süregelmekteyiz. Gabala Pazar aldığımız bu ömür ama yarım adımlık, ama bir adımlık olur ve lakin yarım adımı geçmez genelde. Siz, siz olun o yarım adımı bir adıma çıkarayım diye değil en iyisinde nasıl yaşarım diye gayret sarf ediniz. Öncelik kendinize, sonrasında çevrenize nasıl fayda sağlarsınız diye hesap içinde olunuz. Yaşam sonsuzluktur bu mucizevi varlığımızla o sonsuzluğu nasıl ne kadar yaşarız ve mükemmelliğimizle nasıl taçlandırabiliriz diye bakmalısınız hayata. Bir başkasının düşünce ve fikirlerini kendi yapınıza empoze etmek yerine kendi doğrularınızı bularak sadece kendiniz olunuz, bir başkası olmaya çalışmak sizi siz olmaktan koparıp atar. Sora benim kendime söylediğim şu mısraları tekrarlar durusunuz.” Ne ben beni bulabildim kendimde, nede kendim beni buldu bende”.


Sizler var edemezseniz kendilerinizi kendinizde, kendinizi nasıl bulabilirsiniz ki bir başka bedende. Her sabah gözlerinizi açtığınızda vayyy ne kadar güzel bir sabah diyerek daha bir umut, daha bir şevkle başlayın gününüze. Güzel bir hayat için, güzel düşünceleriniz ve berrak hayalleriniz olmalı. Hayalini kurup, olmasını istediğiniz bir hayat doğrultusunda, somut ve sağlam düşüncelerle adım atmalısınız her yeni güne. Bizler ki Hayata nasıl bir mesaj veriyorsak hayatta bizlere aynısını verecektir. Yani hayatı bir ayna gibi düşünün, aynaya nasıl bir yansıma veriyorsak oda bize aynısını gerisin geri yansıtacaktır, ne fazlası ne eksiği. Yaşamlarımız önümüz sıra dursuz duraksız sürüp giden, akışı hiç sekteye uğramadan bizleri kendi zamanımıza taşıyan uzun mu uzun bir yoldur. Elbette ki eninde sonunda bir varış noktamız mutlaka olacaktır. İşte bu varış noktasına kadar yolu yürünemez bir eziyete çevirdiğimize mi, yoksa zorluklardan, olumsuzluklardan uzak mükemmelliklerle yürüdüğümüze mi bakmalıyız. Bembeyaz ak be ak bir tuvalin üzerine doğarız. Hayatlarımız bir tuval, yaşamlarımız ise hayatın kusursuz sanatıdır. İşte bütün mesele bur dan başlar. Yaşamlarımıza nerden nasıl başlayacağımızın belirleyicisi olan beyinlerin ve o beyinlerin yönettiği ellerin bizleri nasıl şekillendirip yaşam boyutuna taşıyacaklarıdır. Temeli sağlam olup da güçlü kolon ve kirişlerle desteklenerek yükselen binalar gibiyiz. Nasıl bir temele kurarsak ömür binamızı öylece yükselir gider. Şimdi, fayans işlerini yaptığım bir inşaatın şantiye şefliğini yapan bir dostumdan bahis edeyim size. Bir gün sohbet

43


44

anımızda inşaatın çok güzel çizilmiş bir projesi olduğunu, harika bir kaba işçilik yapıldığını söyledim. Bana dönerek evet ismet usta temeli ve zemin katı çok iyi sulayamadık o yüzden beton sıcak havada yandı ve doğal olarak çok sağlam olduğunu söyleyemem, ama üst katları çok sağlam oldu çünkü her gün sabah ve akşam düzenli olarak suladık betonları. Bense şaşkın bir gülümsemeyle şefim iyi güzelde bacaklar değilmi dir gövdemizi taşıyan, ne söyleyeceğimi kestiremediği bir bakışla evet dedi, peki bacaklarımız zayıf, güçsüz, dermandan, dirençten yoksun olursa o kocaman gövdeyi nasıl taşıyacak söylermisin. Elinde su şişesini bırakıp suratını ekşiterek, ben hiç o açıdan düşünemedim, vay be o zaman binamız hem zayıf, hem de çürük oldu desene. İşte bizlerin ömürleri ve o ömrümüzü dolduran yaşamlarımızda bir bina gibidir. İyi bilinmeli ki yaşamlarımızı paha biçilemez bir tablo haline getirmek kendi ellerimizde. İyi odaklanamazsanız yaşamlarınıza sadece karalama yapılan bir tuvalden hiç bir farkınız olmaz, ama iyi bir yön tayin edici olursanız yaşamlarınıza o yaşamlarınızın da tadına doyum olmaz. Unutmayınız ki güç noktası tamda olduğunuz andadır. Asla çaresiz hissetmeyiniz kendinizi. Kendi düşünce gücümüz bizleri değişimin olacağı noktaya getirir. İşte o ana kadar yaşadığımız olumsuzluklar kalıcı bir hasara yol açmadan önemini yitirmelidir. Ve her gün sizleri kendilerinizden nefret edecek boyuta getirmemelidir. Biz insanlar istediğimiz an kendilerimizi rahatlıkla değiştirebiliriz. Sorunları hayatlarınızdan tek gerçekmiş gibi görme algısını uyandırarak ruhlarınızı köleleştirmeyiniz. Ve sizleri abad edecek unsurları hayatlarınıza katarak dünya cennetinde tüm güzellikleri doyasıya kendilerinize yaşatabilirsiniz. Bütün çirkinlikleri ve kokuşmuşlukları cehennemin ta dibine göndererek Ruhlarınızı özgür kılabilirsiniz.


Eğer ki kendinize arka olup el atacak durumda değilseniz, şunu iyi biliniz ki tamda orta yerindesinizdir bir çöl yangının. En güvenilir limanda, en berrak sularda kendi ufkunuza yol almasını iyi biliniz. Kaptanınızda siz olun, mürettebatınızda. Hiç kimseyi kendi rotanızı belirleyici olarak tayin etmeyiniz. Bunu başarabilmek ellerinizde. Zihinlerinizi başkalarının baskısı altına verip zincirletmeyiniz. Kendi kölenizde, kendi efendilerinizde kendileriniz olunuz. Sizlerin olan düşünce özgürlüğünüzü, kendileriniz için her zaman diri tutup yaşatınız. O mevcudiyetiniz in yegâne temsilcisi, uygulayıcı, sahibi gene sizlersiniz. Bu güne kadar tam anlamıyla sizlere ait olmayan yaşantılarınızın hesabını iyi yaparsanız, bundan sonra yaşayacağınız sürece sahip çıkmasını da iyi bileceğinizden fazlasıyla eminim. Şu an bulunduğunuz noktaya kadar kendi hayatlarınızda iyi bir oyun kurucu olamadığınıza inanıyorsanız, bundan sora geride kaldığına kanaat getirdiğiniz yaşantılarınızda iyi bir oyun kurucu olarak rol almasını biliniz. Ve yaratıcılığınızı kendi zihinlerinize bırakınız. “temmuz sıcağında özünü harmana seremeyenler, zemheri ayazında bile yanar kavrulur”. “kendi hamurunu bozuk ellerde yoğurtanın, mayası da, özü de çürük olur”. Unutmayınız ki sizlere sunulacak olan önerileri iyice incelemeden onay butonuna basmayınız. Bir daha geri alamayacağınız bu aceleci onay, yanlışlar zincirine halka yaparak zamanın çöplüğüne kaldırıp atar sizleri. Ya köklü bir değişimi amaç edineceksiniz, ya da ret ederek değişimi kendi enkazınızla baş başa kalıp, çeresizce çırpınıp durmayı tercih edeceksiniz.

45


46

Her zaman için kendi güç merkezinizi kendileriniz oluşturunuz. Her başlangıç yepyeni bir umut, her umut yepyeni bir gün, yepyeni bir gün ise sıfır kilometresiyle sizlere açılacak olan yepyeni bir kapı olacak demektir. Sonsuz mekân kusursuz ve gizlerle doludur. Ve sağlamasını tutturabileceğiniz denklemleriniz olsun. Sağlamasını yapamayacağınız problemlerle meşgul etmeyin beyinlerinizi. Çok fazla meşguliyet, çok fazla sonuçsuzluk demektir. Kendi çıkmazlarından sıyrılıp kurtulamayanlar hep başka, sözüm ona yol göstericilerin ortaya çıkmasına vesile olurlar. Burada niyet ve tıynet çok önemlidir. Ne yazık ki asla tam olarak bilemezsiniz kimin kim olduğunu ve nasıl biri olduğunu. Doğrumu dur, yanlışmı dır, eğrimidir, düzmü dür, gerçekmi dir, yalanmı dır. Kendi rotasyonunuzda kendileriniz yön belirleyici olunuz bir başkası değil. Güzel huyla güzel ve olumlu şeyleri düşünüz her daim, çünkü düşüncelerin hızına asla yetişemezsiniz, çok hızlı hareket ederler yakalayamazsınız. Çünkü düşünceler çok hızlı tetik düşüren seri bir mekanizmadır. Ol sebeptendir ki olumsuz düşüncelerle belleğinizi ve kendilerinizi boş yere meşgul etmeyiniz. Eğer ki güvenilir sözcükler ırmağında bulamıyorsanız kendilerinizi o yoldan uzak durunuz, yoksa bulanık akan sulara kapılarak bir hiç olup gidersiniz. Yarınlarınızı iyi bir belirleyici olarak, tarafınıza düşüreceğiniz oluşumları doğru kararlar üzerinden hareket ettirerek, atacağınız temele en uygun zeminin hazırlayıcısı olarak, kendi yaşam döngünüzde iyi bir bina kurucusu olmayı amaç ediniz. Tarifi aptallık ve ahmaklıktan başka bir şey olmayan bir duruma neden düşüresiniz ki kendilerinizi. Aksi halde bu durum, zararlı olduğunu bile bile her gün aynı yiyecekleri ısrarla tüketmeye benzer.


Bizlere zarar veren yiyeceklerden nasıl ki kendilerimizi uzak tutabiliyorsak, hayatlarımızı da olumsuz ve gereksiz yönde etkileyip sürekli erozyona uğratacak olan karmaşık ve sonucu olamayan düşüncelerden neden uzak tutamayalım ki. Bunu başarabilmemiz için illaki birilerinin tekeline mi düşmemiz gerekir. Peki ol vakit bizler ne işe yararız. Sorunlarınız ve yıkımlarınız çığ gibi üzerlerinize geliyorken yapabilecek çok fazla bir şeyiniz olmadığını da iyi bilmelisiniz. Ama bu noktadan sonra bilmeniz gereken çok şeyler olduğunu da göz ardı edemeyiz. Beyinsel ve fiziksel fonksiyonlarınız kendi akışınızda geleceğinizi yaratmaktadır. Eğer her aşamanızda erezyona uğruyorsanız köklü bir değişimi gerçekleştirebilmek için yekvücut olarak harekete geçirebilmelisiniz kendilerinizi… *** Görsel: Selvi ile Buğday Tarlası (1889) – Vincent van Gogh

47


48

The Irishman’i Scorsese Eleştirse, Bir Kral Daha Çıplaklaşır mı? Onur Keşaplı

Rastlantıların belirleyiciliği kişiyi rahatlıkla soyut çerçevelere sığdırabilir/sığındırabilir. İnançlı biri için rastlantılar “kader” ile ifade edilebilir; sözde laikler içinse “şans” belirleyici olabilir ki sözcüğün kökeninin Fransızca oluşu laiklerin sözdeleri için ayrı bir albeni taşıyor da olabilir. Jakobenlik katsayısı nispeten yüksek laikler içinse rastlantıların taşıyacağı belirsizliklerin doğurabileceği tehdit unsurlarının kaygıları, işin şansa bırakılmaması ve rastlantı yanılsaması altında belirli bir hatta ilerlenmesini pekâlâ zorakileştirebilir. Bu hayli zorlama sözcük havuzunda seyir alırken, Taxi Driver başta olmak üzere dönemin kült yapımlarına öykünen bir doku ile hareket eden, DC’nin Joker’inin gösterime girmesiyle, Taxi Driver’ın – kimilerince


yaşayan en büyük yönetmen olarak nitelenen – yaratıcısı Martin Scorsese’nin, DC’nin rakibi Marvel’i taşladığı bir söyleşinin yayınlanmasına rastlantı denilebilir. Empire’da yer alan söyleşide(1) Marvel filmlerini sinemadan ziyade tematik oyun parklarına benzeten Scorsese’nin elbette büyük yankı uyandıran sözlerinin, büyük beklentilerle yaklaşmakta olan yeni filmi The Irishman’e yönelik alakayı arttırdığı gerçeği ise, kışkırtıcı yaklaşımının zamanlamasını, en hafif tabirle, manidar kılmaya yeter.

49


50

Kader veya şans ile açıklanabilecek bu rastlantılar dizisinde rastlantısal olmayan unsurlar ise, Scorsese’nin “kendisini ifade etme” amacıyla, Marvel filmleri neden sinemadan saymadığını izah ettiği, The New York Times’da yayınlanan yazısı(2) ve bu yazının ülkemizde ve dünyada süratle “manifesto” haline dönüştürülüp yüceleştirilmesi. İnanma eylemine ve kutsallara duyulan ihtiyaç yalnızca din başlığı altında değerlendirilmemeli. Pekâlâ, dünyevi ve daha da küçültürsek sanatsal kapsamlarda da şeylerin oldukları gibi ve de olduklarından fazla şeylere sahip olduğuna, işaret ettiğine inanmak “iyi” hissettiriyor. Bunların ikonlara, putlara ve – risk alma pahasına – tanrılara evrilmesi ise inanma ihtiyacının, kendini kandırırken başkalarına yönelik düşünsel despotlara dönüşmeye taşınmasına neden olabiliyor. Scorsese’nin oldukça planlı ve bir o kadar da sıradan yazısının, yediden yetmişe çoğunluk tarafından sinemasal bir kutsallıkla pankartlaştırılması, niyet açısından yıkıcı olmayan saiklerle güdülense de sonuç babında, yıkıcı diyemesek de yıpratıcı ve yanılsamacı bir hüviyete bürünüyor. Sonuçta “yaşayan en büyük yönetmenin” oldukça ortalama cümlelerle, genel geçer ve son derece öznel ve de fikren yaşlı ifadelerle dolu içerikteki bir yazıyla ortaya çıktığı gerçeğini dürüstçe ve yüksek sesle dile getirmek, yitirmekte olduğumuz ve muhtemelen çoktan yitirdiğimiz somutluk ve hakikatinin üzerine toprak serpmekten farksız olacaktır.


Bu yazı The Irishman’in eleştirisi olmadığı gibi Scorsese sinematografisinin, filmografisinden yola çıkıp masaya yatırıldığı bir kapsama da sahip değil. Burada yapılmak istenen, 2019’un en iyi filmlerinden sayılıp modern bir başyapıt olarak kucaklanan bir filmin, manifesto benzetmesiyle abartılan bir metin üzerinden değerlendirilmesidir. Filmin ve metnin imzacısının aynı olması ise, ironi amacı taşımaksızın söylemek gerekirse, sadece bir rastlantı. Sonuçta bir başka kralın daha çıplak olduğunu önermek ölçülü bir tespit gibi duruyor. Zira “putları yıkmak” ve “ikonları parçalamak” gibi daha sözel şiddet içeren ifadelere de başvurulabilinirdi. Çıplaklığın şiddetindense, en fazla estetik kıstaslarımız bağlamında endişe duyulabilir. *** Yıl boyunca, sinema oyunculuğunun iki devi, Al Pacino ve Robert De Niro’nun başrolleri paylaştığı film olarak duyurulan ve Scorsese’nin bir dönem vazgeçilmez oyuncusu olan De Niro ile yirmi yılı aşkın sürenin ardından yeniden bir araya gelmesiyle anlam kazanan The Irishman’de, özellikle Goodfellas ve Casino ile sanatsal zirvelerini Scorsese filmlerinde yaşamış Joe Pesci’nin de ekipte yer alması, toplamı daha da çekicileştiriyor. Ancak gerek Netflix ABD verilerine göre filmi başladıktan sonra yüzde 18 gibi oldukça az oranda bir kitlenin(3) tamamlayabilmiş olması, gerekse bu toplamda yaş ortalamasının yüksek oluşu, önceki cümlede anılan adların, popüler kültürde sahip oldukları zeminde ciddi bir erozyonun yaşandığını gözler önüne seriyor. Hal böyle olunca, “film sinemada izlenir” söylemini “manifesto”sunda da dile getiren Scorsese’nin yeni yapıtının, dijital platformların en küresel ve popülerinde gösterime girmesi ve söz konusu söyleşi ile buradan koparılan tartışmaların, filmin tanıtım paketine dâhil edilebileceği görülmekte. “Yaşayan en büyük yönetmen” ve “yaşayan en büyük oyuncular”ın getirildiği bu içler acısı durum, yazının amacının ötesinde ürkütücü bir hegemonyaya göz kırpıyor.

51


52

Yeşim Tabak’ın çevirisiyle, Altyazı Dergisi’nin internet sayfasında yer alan(4) “manifesto”da Scorsese, Marvel filmlerine yönelik nefreti olmadığını, sadece kuşak farkıyla veya kişisel beğenilerle anlaşılabileceği üzere bir uzaklığa, mesafeye sahip olduğunu ifade ediyor ilk olarak. Yanlış anlaşılmış olduğunu düşünen yönetmen, kendi sinemasal beğenisini ve bir filmden, yedinci sanattan beklentisini şu şekilde açıyor; “Benim için, sevmiş ve saygı duymuş olduğum sinemacılar için, benimle aşağı yukarı aynı zamanda film yapmaya başlamış arkadaşlarım için, sinema -estetik, duygusal ve ruhani- keşifle ilgiliydi. Karakterlerle ilgiliydi; insanların karmaşıklığı ve birbirine karşıt ve bazen çelişkili doğaları, birbirlerinin canını yakma ve birbirlerini sevme ve birdenbire kendileriyle yüz yüze gelme biçimleriyle ilgiliydi. Ekranda ve dramatize edip yorumladığı hayatta beklenmedik olanla yüzleşmekle ve sanatta neyin mümkün olduğuna dair algıyı genişletmekle ilgiliydi.”


53

Buradan hareketle, seyirci/eleştirmen Scorsese’nin yaklaşımıyla yönetmen Scorsese’nin yeni yapıtı The Irishman’e göz atabiliriz. Film, 1960’ların ve 1970’lerin ABD’sinde, bir dönem devlet başkanı kadar popüler olan, kamyoncular sendikası lideri Jimmy Hoffa’nın cinayete uğrayıp kayboluşunu, yakın ilişkiler içinde olduğu, İtalyan organize suç örgütleri ve o örgütler adına başlangıç itibarıyla Hoffa’nın koruması/yardımcısı/dostu konumunda olan tetikçi Frank Sheeran’ın hayatı üzerinden anlatıyor. İrlanda kökenli oluşuyla filmin adını da verirken De Niro tarafından canlandırılan karakterin, boyacı betimlemesiyle anılan tetikçiliği ve mafya içindeki yükselişi, Hoffa ile ilişkisi, Bufalino ailesi ve Hoffa arasındaki çatışmada arabulucu rolünden doğan gerilim, filmin karakterler bağlamında sürpriz bozan içerikli sonuna rağmen Scorsese’nin beğenisini ifade ettiği çelişki, karşıtlık ve gelgitleri kapsayan bir içerik sunuyor. Ancak aynı karşılığı, sanatta neyin mümkün olduğunu ve beklenmedik gelişmelerle yüzleşme anlamında alabildiğimiz şüpheli.


54

The Irishman, yönetmenin eleştirdiği Marvel filmlerinin dijital gücünü, birkaç on yıla yayılan hikâyesinde oyuncularının gençleştirilmesi noktasında kullanırken, bunu yeni bir uğraş sanması kadar zanaatkârlık ve bu işlemin gerçekten gerekli olup olmadığı ayrımlarında sınıfta kalıyor. Klişe ve “yaşlı” bir tabirle, yaşları kemale ermiş oyuncuları, hırslı, yükselişteki karakterler olarak seçmek, yıldız oyuncuların sönmediğine inanılan halelerine zorlama bir yaslanma iken, sahip olunan yeteneğin de akılcı kullanılamamasına yol açıyor. Öyle ki, genç bir baba olan, yüzü gençleştirilirken gözleri muhtemelen yeryüzünün en renkli gözlerine dönüştürülmüş De Niro’nun, kelimenin tam anlamıyla “canlandırdığı” Sheeran’ın, kızını ittirdiği için kaba kuvvete başvurarak hırpaladığı market sahibini dövdüğü sahne, yaşlı oyuncunun vücut dilinin kaçınılmaz yaşlılığı nedeniyle, doğru müzik tercih edildiğinde bir komedi halini alacak kadar eğreti. Halbuki James Mangold’un yönettiği Logan filminde çoğu şiddetli sahnede Wolverine’i canlandıran Hugh Jackman yerine daha genç bir vücudun yer alışı ve onun bedenine Jackman’ın yüzünün efekt olarak iliştirilmesi örneği The Irishman’de çok daha isabetli olurdu. Scorsese’nin “yeni nesil makyaj” olarak değerlendirdiği gençleştirme efektinin sırıtışı noktasında film,


özellikle De Niro ve Pesci sahnelerinde Muppet Show ile Olacak O Kadar arası bir “olacak iş değil”lik halini alıyor. Bu sayede The Irishman vesilesiyle sanatta, en azından Scorsese için neyin henüz mümkün olmadığını yakalama şansına varırken beklenmedik olanla yüzleşme faslında beklentiler güdükleşiyor. Bu noktada sanatta neyin mümkün olduğu ile yeniliklerle yüzleşme açısından Ari Folman’ın, Stanislaw Lem’in öyküsünden serbestçe uyarladığı The Congress’i izlemek zihin açıcı olacaktır.

55


56

Manifestosunda Scorsese, kendi kuşağı için sinemanın bir sanat formu olduğunu, italik vurguyla yazarken, sinemanın ana akımda Chaplinlerle, avangartta Vertovlarla, kendisinden takriben 50 yıl kadar önce sanat olarak kabul görmeyi başardığından bihaber olabilir mi? Sinemayı sanat olarak görme ve bunun için çalışma güdülenmesinde Scorsese, sinemayı edebiyat ve müzikle eş gördüğünü ekliyor. Bu argümanı da Bergman’dan Godard’a uzanan bir örneklemle izah ediyor ki buna karşı çıkmak ne mümkün. Ancak andığı adların, en başta edebiyattan yani metin odaklı anlatıdan uzaklaştırdıkları ve bu sayede özerkleştirdikleri sinema sanatında, Scorsese’nin filmlerinin edebiyat ile olan mesafesi, örnek verdiği sanatçılarla kıyaslandığında, tartışma içermeyecek kadar zıtlık taşıyor. Sinematografisinde deneysellik içermeyen bir yönetmenin son yapıtı The Irishman’in bir kitaptan uyarlanması verisi de, eleştirmen Scorsese’yi boşa düşürüyor.

Scorsese, bir franchise olarak eleştirdiği Marvel filmleri ile kendi kuşağının franchise’larını kıyaslarken Hitchcock örneği veriyor ki bu oldukça sofistike bir örnek olarak üzerine gidilmediği taktirde yazara haklılık sağlıyor. Ancak Hitchcock’un


türler arası geçişkenliği ve ana akım içinde denemeleri göz önüne alındığında, sırf çok sayıda film çekti diye ona franchise demek aslında küçümseyici bir tabir. Filmlerinin benzeşimi üzerinden Scorsese kuşağında bir yönetmenin filmografisine franchise denilecekse buna Woody Allen ve Scorsese’nin ta kendisinden daha uygun başka bir ad bulunamaz. Franchise kavramının bugünkü karşılığı üzerinden Marvel’ı eleştirmeyi sürdüren Scorsese şunları yazıyor; “Ama bugünün franchise filmlerinin aynılığı başka bir şey. Benim bildiğim hâliyle sinemayı tanımlayan unsurların birçoğu, Marvel filmlerinde var. Olmayan şey, keşif, gizem ve hakiki duygusal tehlike. Hiçbir şey riske edilmiyor. Filmler belli talepleri tatmin etmek üzere yapılıyor ve sınırlı temanın çeşitlemeleri olmak üzere tasarlanıyorlar. Devam filmi diye geçiyorlar ama ruhen yeniden çevrimler bunlar. İçlerindeki her şey resmî olarak tasdik edilmiş, çünkü başka türlüsü olamaz. Modern film franchise’larının doğası bu: ta ki tüketime hazır hâle gelene kadar pazar araştırması, seyirci testi, muayenesi yapılmış; modifiye edilmiş, tekrar muayene edilmiş ve tekrar modifiye edilmiş.”

57


58

Bu cümleleri reddetmek, sinema ile etkileşimini akılcı bir nesnellikle temellendirenler için imkânsız. Ancak Scorsese imzası burada tutarsızlık olarak işliyor zira Marvel’ı Marvel yapan ve eleştirilen unsurların tamamının, Scorsese’nin kuşağından dostu, George Lucas ve onun Star Wars filmleriyle yapıldığı gerçeği, Scorsese’nin ne dün ve ne de bugün dostuna eleştiri yöneltmemiş oluşu, yönetmen/eleştirmeni “adam kayırır” seviyeye düşürüyor. Zira Scorsese’ye göre Marvel’de ne var ise Star Wars’da vardı, Marvel’da ne yok ise Star Wars’da da hiç olmadı.

Yazının bir sonraki paragrafında Scorsese, Paul Thomas Anderson, Claire Denis, Spike Lee ve benzeri usta yönetmenlerin her yeni filmlerinde izleyiciye sundukları yenilikler ve yaşattıkları heyecanların övgüsü üzerinden Marvel sinematik evreninin yoksunluklarının altını çiziyor. Do The Right Thing’den 25th Hour’a uzanan yönetmenlik yolculuğunda Spike Lee’nin kimi ortak motifler ve konular haricinde ana akımdan


denemeciliğe uzanan zengin bir yelpazesi gerçekten de var. Paul Thomas Anderson içinse biçimsel örtüşme dışında içerik olarak her defasında yeni anlatılarla baş başa bırakıldığımız doğru. Öyleyse The Irishman’e bir de buradan bakalım; zira yazar Scorsese’ye göre iyi sinema, yönetmenin sağladığı yeniliklerden doğan heyecana indirgenmiş durumda.

The Irishman, klasik bir Scorsese filminden beklenen her şeyi veriyor; ana karakterin aynı zamanda anlatıcı olduğu bir işitsel hudut, hırsıyla yükselen ancak aynı hırsı yüzünden meseleyi “tadında bırakma” becerisinden yoksun olma nedeniyle düşen bir erkek, gündelik dışı uç yaşamlar ve olaylar, eril bir dil, aşırılaştırılmış sanat yönetimi ve kostüm, takip odaklı plan sekanslar, şiddetin pornografik sunumu, gerçek olaylara dayalı olmasına rağmen ahlaki bir kaygı içermeme, mümkünse mafya/ organize suç odağı. The Irishman, yönetmen Scorsese tarafından daha önce defalarca tekrarlanmış imajların, görsel ve işitsel mizansenlerin, üç buçuk saat boyunca bir kez daha yinelendiği, yeniliksiz bir film. Öyle ki, Scorsese filmografisine buradan

59


60

giriş yapanlar için bile yeniliksiz, heyecansız, yavan ve en önemlisi defalarca izlenmiş/işlenmiş – daha iyi işlenmiş – bir anlatı. Yazar Scorsese’nin yukarıda alıntıladığımız Bergman üzerinden kendini haklı çıkarma gayreti, akla Bergman gibi teatral bir yönetmenin, Fransız Yeni Dalgası sonrası, adeta kendisini baştan yaratarak kotardığı Persona’yı getiriyor. Burada bir auteur yaratıcının kendisini yeniden kurgulaması söz konusu. Scorsese ise günümüzde imzasız olarak da pekâlâ izleyici karşısına geçebilecek banallikteki The Irishman’de, bir yönetmen olarak kendisini ne kadar uzun süredir yenilemediğini, dünya sinemasını takipten – Oscar ödülünü borçlu olduğu Uzak Doğu yeniden çevrimleri furyası hariç – ne kadar uzak olduğunu açığa çıkarıyor. Burada, bir sinemacının kendisini sürekli yenilemesinin doğru olacağı gibi bir dayatmanın taraftarı olmadığımızı belirtmeliyiz. Örneğin Angelopoulos’un, ömrü boyunca aslında tek bir büyük anlatıyı filme aldığını hatırlayabiliriz. Ya da Haneke’nin bilhassa içerik olarak aslında hep aynı şeyi çeker olduğunu söyleyebiliriz. Fakat yazar Scorsese’nin sinemasal beğeni kıstaslarından ilerleyeceksek, The Irishman “olmamış” bir film.


Scorsese’nin muhalefet şerhine rağmen The Irishman’i tüm dünyaya aynı anda sunan Netflix’in kapanış kredileri düşmanı izleme hizmetinin, filmin hemen devamında sağladığı, The Irishman: In Conversation adlı masa başı sohbetinde filmin başrolleriyle oturan yönetmen, başarısız olduğunu dile getirmenin güç ancak bir zorunluluk olduğu yüz gençleştirme efektlerinin “özövgüsü” dışında, ton olarak yavaşlığın ekibin yaşından kaynaklandığını iddia ediyor. Olaylara, tarihe bakışlarının yıllar içinde değiştiğini, yaşlandıkları için bu nispeten yakın tarihe de daha ağır, ayrıntılı bir bakış açısı getirebildiklerini dile getiriyor. Öyleyse Scorsese’nin 2004’te çektiği Aviator’ın yavaşlığı için, başrol Leonardo Di Caprio’nun ruhen yaşlı olduğunu farz etmemiz gerekecek, Scorsese görüşlerini doğru bellersek!

Dağınıklığı pekiştirmeden, yaşlı olduğumuzu da belli etmeden, ağır metnimizi toparlamaya başlarsak, Scorsese’nin yazısını toparlarken ne kadar doğru ifadelerde bulunduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Sinemanın yeni yüzyılında yaşanan seyir değişiminin yarattığı dönüşümlerin ötesinde asıl endişe

61


62

duyulması gerekenin, sistem içinde “kademeli ve istikrarlı olarak riskin elenmesi” olduğu ve bugün birçok filmin, “anlık tüketim için kotarılmış mükemmel birer ürün” halini aldığı yazan, eleştirmen Scorsese, yönetmen Martin Scorsese’nin Hugo ile üç boyut teknolojisini belki de en yetkin halde kullanmanın haricinde son yirmi yılda ne gibi riskler aldığına/alamadığına baktığında neler yazacak diye merak ediyoruz. Zira Hollywood’un ve dünya sinemasının en nüfuzlu yönetmeni risk alamadığını son filmiyle kanıtladığına göre ana akımda, kimin nasıl risk alabileceğini merak etmemek elde değil. Neyse ki risk alamayanlar kadar alabilenler de mevcut; hem de inanılması güç olsa da Hollywood’da bile mevcut. Pek çok ad sıralanabilir ve bunların çoğu bilinir olmayabilir ancak dünden Stanley Kubrick’i, bugündense, aynı çıtada olmasa da Christopher Nolan’ı anmak sanırız ki yeterli olacaktır.

Scorsese’nin kaleminden hareketle yavan, sıradan ve dürüst olmak gerekirse kötü bir film olan The Irishman’de, Robert De Niro kabul etmemesi gereken, genç/hırslı yükselişteki tetikçi rolüyle kötü bir sahneleme ortaya koyarken geçmişteki


başarılı sahnelemelerinin tamamında ele avuca sığmayan bir karaktere can veren Joe Pesci, geçmişiyle tümüyle zıt, ağır ve usul bir karakteri canlandırırken korkunç yüz efektlerinin de payıyla, sınıfta kalıyor. Öte yandan Al Pacino, “düşünsene, Scarface öyle bitmeseydi ve Tony Montana yaş alabilseydi” şeklinde çılgın bir fikirle, kendisi için daha risksiz bir karakteri oynarken filmin diğer ağır toplarına nazaran varlığını korumayı başarıyor. Yine de “Pacino ve De Niro Başrollerde” cümlesindeki ihtişam, gerçekleştiği oldukça az sayıda filme yüklü gelmeyi sürdürüyor. İkiliyi birlikte oynatma cüretini gösteren ya ürkek ya da sıradan olurken, cüreti cesarete dönüştüren Michael Mann’ın yönettiği Heat’i anmadan geçmeyelim ve filmin müziklerinde Joy Division yorumlayarak bir diğer cüret gerektiren eyleme imza atan Moby’nin New Dawn Fades’ini buraya ekleyelim; https://www.youtube.com/watch?v=fN5hSvu1dzw ***

63


64

Bize bu biçimsiz yazıyı/eleştiriyi yazdıran Scorsese’ye her ne olursa olsun üretkenliği için teşekkür etmek gerekirken asıl yazdırıcı unsur olan, Scorsese ve seviyesinde kodlanan hemen her şeye ve herkese dokunulmaz payesi biçtikten sonra kantarın topuzunu hepten kaçırıp müritlere evrilenlere teşekkür etmek gerek. Bu oluşumda, dokunulmazlara ne zaman dokunsak, kralları ne zaman çıplak ilan etsek, ne zaman put kırıcılığına ya da ikon parçalayıcılığına öykünsek bizi “kıskançlıkla” suçlayıp b*klayarak bloklayanlara, sürpriz bozan bir önizleme olarak, saldırı önleyici yanıtımızla noktayı koymak rastlantısal bir manidarlık içerektir. Gerçi burada Aki Kaurismäki‘nin Scorsese’ye yönelik, The Guardian‘da yayınlanan boğab*kuyla bezeli sekter hücumunu(5) burada alıntılasak bile kimilerinin ezberinde herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Ne de olsa güvenli bölge gibisi yok! Sonuç olarak yok yere yüceltici müritliğin hakkını verdiklerine inanıyorlarsa burada ne demek istediğimizi de özellikle onlar kavrayabilir olacaklar. İyi niyetimize teşekkür etmelerine ise gerek yok. Zira gerçekten de “it is what it is”, öyle değil mi? 1https://variety.com/2019/film/news/martin-scorsesemarvel-theme-parks-1203360075/ 2https://www.nytimes.com/2019/11/04/opinion/martinscorsese-marvel.html 3- https://www.birgun.net/haber/the-irishman-i-izleyenlerinyalnizca-18-i-filmi-bitirebildi-279176 4http://www.altyazi.net/haberler/scorsese-yazdi-marvelfilmleri-neden-sinema-degil/ 5https://www.theguardian.com/film/2012/apr/04/akikaurismaki-le-havre-interview


65


66


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.