Azizm Sanat E-Dergi Ekim 2014, Say覺 82
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson
Ön Kapak: Melankoli (1514) - Albrecht Dürer Arka Kapak: Yazgılar (1823) – Francisco Goya azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat 2
Editörden Dünyayı, insanlığı, tarihi bir düşünce ve fikir üzerinden yorumlayıp açıklamak yerine din ve ırk bakış açısıyla algılamaya çalışmak gericileşmeyi kaçınılmaz kılar. Yurt dışında düşen bir uçakta ülkemizden biri olup olmadığıyla ilgilenmek, toplu ulaşım aracında yan yana geldiğimiz kişiye ilk olarak memleketini sormak söz konusu tehlikenin en küçük ve masumane başlangıcıdır. Varacağı nokta ise insanlık idealinden, evrensel değerlerden uzaklaşıp yaşanan her gelişmede kendi ırksal ve/veya dinsel kabilesinin çıkarlarını düşünmek olacaktır. Yeni Ortaçağ adlandırmasını git gide daha çok hak eden post modernizmin sosyo-kültürel sahada başardığı yıkımın sonuçlarına daha somut şekilde tanık oluyoruz son günlerde. Ölümlerin sıradanlaştığı, ırk-din temelli nefretin yaygınlaştığı ülkeler listesine son sürat girmiş bulunmaktayız. Gericiliğin, modern öncesi ilkel zihniyetin karanlığı ufkumuzu karartmışken Dürer'in Melankoli'sini kapaklaştırma kararı içinde bulunduğumuz açmazların dışavurumu olarak yorumlanabilir fakat bu yapıt aynı
zamanda
Ortaçağ'ın
skolastik
karanlığını
parçalayacak
Aydınlanma
tohumlarını barındırmaktadır. Benzer tohumlara geç de olsa erişmiş bir yurdun insanları olarak akılcı düşünceyi duygusal güdülenmelere karşı panzehir olarak kullanmalıyız. Kobane'yi yalnızca bir Kürt direnişi olarak görenlere ve bu yorum neticesinde Kürt düşmanlığı üzerinden harekete girişenlere meselenin bu dar ve ilkel bakış açısından taşacak derinliği barındırdığını haykırmalıyız. Anadolu, Orta Doğu ve dünyada yaşanmakta olan savaş ilericilik-gericilik, emperyalizm-anti emperyalizm,
modernizm-postmodernizm,
emek-sermaye
ve
Aydınlanma-
muhafazakarlık savaşıdır. Ve bu savaşın dinsel, ırksal cepheleri bulunmamaktadır. İslam Devleti adlı barbar örgüt, bu savaşın cephesi olarak din, ırk gözetmeksizin katliamlar yapmaktadır. Suriye Kürtlerine yönelmesinin sebebi, 3
bölge
yapılanmasının Kürtlüğü değil
ilerici, laik oluşları ve
Suriye'nin
emperyalistlerce parçalanışına karşı aldıkları tavırdır. Küresel gericiliğin yaşattığı kesintisiz savaş ortamını ilericiliğin zaferiyle aşabilmek istiyorsak söylem ve eylem noktasında safhımızı doğru ifade etmeli, akılcı düşünceyi, Aydınlanmacı ve Sosyalist bir ideolojiyle egemen kılmalıyız. Buna öncülük etmesi gereken öznelerin, bıçak kemiğe dayanmışken birbirleriyle atışmalarına, iğnelemelerine, kıyaslar üzerinden ego tatminine girişmelerine izin vermemeliyiz. Geçtiğimiz ay, sözünü ettiğimiz Aydınlanmacı birikimin en değerli parçalarından birini, Anadolu Rönesansı olarak adlandırdığımız Köy Enstitülerinin yetiştirdiği en önemli kalemlerden Talip Apaydın'ı yitirdik. Örgütümüze söyleşi ve denemeleriyle de destek veren değerli aydınımızı sonsuzluğa uğurlarken dergimizde daha önce yer alan bir denemesini tekrar yayınlıyoruz. Kapaklarımızda da verili olan hüznü ve çıkmazı karşılayacak bir içeriğe sahip olan bu sayımızda farklı içerik ve biçimdeki şiir, öykü ve denemelerin çıkış için uğraşları, savaşımları fazlasıyla baskın. Kafa karışıklığını aşacak yöntemleri güncellemeli ve bir an önce uygulamalıyız. Karanlığın surlarında gedikler açmak adına sanatla kalın dostlar...
Azizm'in Notu: Önümüzdeki ay dosya olarak “Sinemamızın 100. Yılı”nı işleyeceğimiz Azizm Sanat E-Dergi Kasım 2014 sayısı için öncelikle dosya kapsamında olmak üzere dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür,
resim,
video
ve
fotoğrafı
4
Kasım
tarihine
kadar
azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
4
İçindekiler Bayramlarda Çalışırız Bayramlar İçin - Talip Apaydın
s. 6
Yeni Kooperatifçilik Üzerine - Halit Konanç
s. 11
Türkiye'de Sanat Tarihçisi Olmak - Nur Gözde Yılmaz
s. 19
Sanat ve Edebiyatta Keçi - T. Ayhan Çıkın
s. 24
Yalnızlık, Kedi ve Elma Reçeli - Selin Süar
s. 30
Bir Sembol Olarak Sakal - Onur Keşaplı
s. 34
Kakafoni - Ayşıl Susuzlu
s. 38
Sonsuza Dek - Gökay Korkmaz
s. 42
Gecede İsyan - Semih Özcan
s. 43 5
Bayramda Çalışırız Bayramlar İçin * Talip Apaydın
Kurban Bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu… Kar, fırtına, tipi… Eskişehir ovalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kenarına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. Üç gün bayram izni vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik? Köyü yakın olanlar gitti ancak. Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağız çehresiyle bir heykel gibi idi. Yere atlayacaktı sanki. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini gölünce usulca pelerinimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık. – Arkadaşlar, diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, 6
dedi. Olduğumuz yerde birkaç kere sıçramamızı ve kuvvetli bir şekilde tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. – Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var; Ya içeri girip tekrar sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da, kazmayı küreği alıp, yurdunu düşmandan kurtarmaya koşan bir asker heyecanı ile santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun, gidenler kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır… Onu hiçbir kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın. Bakın size bu savaşta geçen bir olayı anlatayım. Görün inanmış insanın gücü neymiş… Biliyorsunuz Alman birlikleri Norveç’i istila ettiler. Fakat Almanlar hiçbir yerde Norveç’teki kadar kuvvetli karşı hareket görmediler. Çünkü Norveçliler yurtlarını seven insanlar. Hürriyetleri uğruna canlarını esirgemezler. Ve sıfırın altında kırk derece soğukta iki Norveçli askerin akıl almaz kahramanlığını anlattı. – Onlara bunu yaptıran güç yurtseverlikti. Aldıkları göreve bağlılıktı. Bir memleket işte böyle insanlar sayesinde kurtulur ve böyle insanların omzunda yükselir, diye bitirdi. – Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işlerini yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Şimdi şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu 7
karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: Bayramlarda çalışırız bayramlar için! Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin. Heyecanlanmıştık. Üşümemiz geçmişti. – Hepimiz geleceğiz, diye bağrıştık. – Bayramda çalışırız bayramlar için! – Bayramda çalışırız, Bayramlar için!.. Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür. Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırık Kız Dağı’ndan doğru zehir gibi bir rüzgâr esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalarla tempo tutuyor. Bu gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşırıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi- köyü yakın olduğu için izinli ya- bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz.
8
Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor: – Bayramda çalışırız, bayramlar için! Arkasından marşımız:
“Sürer eker biçeriz güvenip ötesine Milletin her kazancı milletin kesesine Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.”
Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye’nin, Mesudiye’nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam vermiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor. Ogün kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardında yürüyerek türküler, marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamandı, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı “Ç.K. E.” yandı (Çifteler Köy Enstitüsü). O zamanki sevincimi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. “Yaşa, var ol!” Seslerimiz ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen, en çoşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. “Aferin ulan eller,” diyordu, 9
“bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın.” Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı. Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta “Sağ ool!” diye bağrışıyorduk. – Şimdi, dedi, depomuza su dolacak; banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz! – Yükselteceğiz, diye bağırdık. – Bayramda çalışırız, bayramlar için! – Bayramda çalışırız, bayramlar!.. İçeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu. Birbirimizi tebrik ediyorduk. Unutulmaz bir bayramdı.
* İlk olarak Azizm Sanat E-Dergi'nin Nisan 2009 tarihli 18. sayısında yayınladığımız bu yazıyı geçtiğimiz ay sonsuzluğa uğurladığımız değerli aydınımız Talip Apaydın'ın anısına bir kez daha yayınlıyoruz.
10
Yeni Kooperatifçilik Üzerine Halit Konanç
Kapitalizm feodal kazanımların sağladığı imtiyazlar bağlamında bilim ve teknoloji devrimleri ile endüstri sanayi toplumları yapılanmasında söz sahibi olmuştur. Çıkar ve devamlılık esasında kusursuz işlemesi bağlamında bu kazanımları sisteme monte etmiştir.
Sürecin işleyişinde öngörülemeyen buhranlar paylaşım savaşlarının yaşanmasına neden olmuştur. Bu savaşların neden olduğu yıkım ve çöküşten sistemin sorumlu tutulmaması için bir dizi iktisadi, jeopolitik üretim tüketim bağlamında yeniden yapılanma uygulamaları devreye sokulmuştur…
Bu uygulamalardan en önemlisi kooperatifçiliktir. Savaş sonrası yaşanan ekonomik ve toplumsal çöküş Kapitalizmin kendi ülkeleri içinde müdahaleyi öncelikli kılmıştır. Amerika, Almanya, İngiltere, Japonya ve diğer ülkeler kooperatifçiliği
yeniden
yapılanmanın
motoru
olarak
algılamıştır.
Üretim tüketim bağlamında Ziraat, tarım, hayvancılık, inşaat, taşımacılık, enerji, ulaşım, finans(banka) ve akla gelebilecek her alanda kooperatifçilik teşvik edilmiştir. Proje ve yatırımlarda sağlanan kolaylıklar ile devletlerin yatırım maliyetleri minimum tutulup optimum verim sağlanmıştır.
11
İstihdam ve üretim yatay sermaye katılımı nedeni ile tüketim bandına olabildiğince sorunsuz aktarılmıştır. Bu uygulama Kapitalizme onca neden olduğu yıkımdan öngörülenden daha erken çıkarak aklanmasının yolunu açmıştır…
Kapitalizm kendi yaralarını bu yolla tedavi ederken dünyanın diğer coğrafyalarına kooperatifçiliği sınırlı sorumluluk anlayışı ile sunmaya özen göstermiştir…
Üretim dinamiklerine kendi coğrafyalarında sağlanan kolaylık ve uygulamaları “kapitalizmin arka bahçesi” diye tanımlayabileceğimiz ülkelerde o ülkelerin merkezi otoritelerince dozu ve yöntemi farklılaştırılarak Vizyona sokmuştur.
Neden böyle kısıtlı uygulamaya gerek duyulmuş sorusuna öncelikle cevap vermek gerekir.
Bizdeki kooperatif uygulamalarına baktığımızda bazı sektörlere oldukça çekici bir alan yaratıldığını görürüz.
İnşaat ve taşımacılık başta olmak üzere bazı kooperatif uygulamaları bu nedenle öne çıkar. Özellikle gayrı menkul bir başka değişle arazi yağmacılığında site, toplu konut benzeri hem kentsel hem de sayfiye alanında sermayenin açığa çıkması yaklaşık 50 yıl öncesinde alınan karar ve uygulamalar ile özendirilmiştir. Bu süreçte çarpık kentleşme ve alt yapı ile palazlanan inşaat sektörü diğer sektörlerin de ithalat kalemlerinin “İthal ikamesi” tanımlaması ile bilinen ticari yasa ve kolaylıklar ile açığa çıkarılan atıl 12
sermayenin aktifleşmesine neden olmuştur. Adına “öz sermeye” denen birikim o yıllar arsa ve yapı kooperatiflerine tanınan imtiyazlar ile Kapitalizmin değirmenine taşınmıştır.
Kapitalizm kendi yaralarını hızla sararken arka bahçenin öz kaynaklarını kendi çıkarları bağlamımda koyduğu sözde uluslar arası yasa ve kararlar ile adeta durumdan vazife çıkarırcasına süreklilik esasında değerlendirmenin koşullarını da hazırlamıştır. Kooperatifçiliği bu minval de çifte standart uygulaması ile tedavüle çevirebilmiştir.
Kapitalizm sermayenin küreselleşmesi amaçlı vizyona koyduğu politikaların neden olduğu baskı özellikle karasal ve sucul canlı kaynakların belirgin bir ivme ile eksilmesine yol açmıştır.
Gıda sektörü parlayan bir yıldız misali yatırım alanı olarak öne çıkmıştır. Tröst ve kartel gibi imtiyazlı yapılar bu alanda müthiş yatırımlara girmiş yine durumdan vazife çıkarmışlardır.
Gelinen nokta sistemin kaçınılmaz bir buhranın yıkımını zararsız atlatmak için gereken önlemleri aldığına işaret ediyor…
Kendi ulusal coğrafyalarında günün moda değimi ile “ekolojik” tarım ve hayvancılığı özendirme adına küçük ölçekli sözde aile tarımına verilen destek iyi irdelenmeli. Bu uygulamanın yaygınlaştırılması ilgili STK ve kooperatiflerin devreye sokulmasının ardında kötü niyet aramadan bir başka açıdan bakmakta fayda var… 13
Paylaşım savaşlarının neden olduğu yıkımın olası demografik sorun ve sosyal kalkışmaların önünü kesebilecek en zararsız uygulama kooperatifçilikti…
Kitleler kendi özgüvenlerinin tetiklemesi ile yatırım ve üretimin içine o günkü şartların uygunluluğu bağlamında sorunsuz çekilebilmişti. Zira merkezi otoriteler bu alanda sosyal ekonomik güvencenin zeminini onların tedirginlik yaşamasına neden olmayacak kadar iyi hazırlamıştı. Arka bahçede de kısıtlamalara rağmen benzer koşullar yaratılmıştı…
Kapitalizme İmtiyazlı bir kullanım ve sermaye dolaşım olanağı sunan bu alt uygulama emekçi kesim ile bağı olması istenmeyenleri kapsıyordu. Bu kesime sermayenin kılcal damarları olma görevi onların istemesine gerek kalmaksızın verilmişti ve bu kesim tanımakta zorlanmayacağımız “orta sınıf"tan başkası değildi.
Kooperatifçilik bu işlevi ile de kapitalizmin olası can simidi olma özelliğini buhranlı yıllardan çıkışta korumuştur…
Arka bahçe kooperatifçiliğinin bu günkü durumuna ülkemizin koşulları itibari ile göz atmakta fayda var. Konuyu teknik açıdan ele almaya gerek görmeden bazı başlıkları öne çıkarmanın doğru olacağını düşünüyorum.
Sektörlerin yapısına ve özelliklerine göre bizim ilgi alanımıza girenler tarım ve hayvancılık alanın da yetiştiricilik, üretim yapan kesimi olacak. Tanımlama biraz 14
abartılı görünse de bizde kooperatifler baş ayrı gövde ayrı ayaklar ayrı bir düzeneğin çalışmasına benzer. Elbette bu tanımlamaya layık olmayan kooperatifler var ve onları tenzih etmek gerekiyor.
Kooperatif yönetimleri genelde üyelerin standart
kazanımlarına yönelik mevzuat işlerini yapar zaten bunu yapamazlar ise yasa gereği suç işler. Üyeler ticari mevzuatlar gereği kooperatifle ilişkili olmak zorundadır zira ürünün pazara çıkması ticari tedavüle girmesi mümkün olamaz. Bazı ihtiyaçları yasalar(ÖTV’li mazot vb.) gereği kooperatif kanalı ile karşılanır. Onun dışında kooperatifler yöneticilerinin büyük bir kısmının ikbal kapısı konumundadır. Özellikle balıkçılık sektöründeki kooperatiflerde yönetici ve üyelerinin mevzuat ve bilgi donanımı maalesef görece olarak diğerleri ile kıyaslanamaz derecede düşüktür. Bir çok kooperatifte üyeler yasal baskı nedeni ile kalmak zorunda bırakılmıştır ve üyeleri çekebilecek koşullardan maalesef yoksundur.
Kooperatifçiliğin sosyolojik ve ekonomik politik getirisinin dünya ölçeğinde kimin nasıl algıladığına bakmak bu nedenle öncelik taşıyor. Yeni kooperatifçilik bu bakış tan çıkacak verilere göre daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Konuya bu günün düne göre daha da büyük tehlikeler içerdiği noktadan bakmak gerekir diyorum…
Dünyanın 60 yıl öncesi ve sonrası kaynakların sürdürülebilir ve hakça kullanımının hiç bu günkü kadar tartışmaya açık olmaması. Devletlerin handiyse yağmacılıkla örtüşen kaynak
sahiplenme
histerisinin
hiç
bu
günkü
kadar
açığa
çıkmaması.
Bir yönü ile sistem sorgulaması diğer yönü ile sistem ikamesi dahlinde öncelikli sorun olarak algılanmakta…
15
Sistem yürütücüleri bu güncelliği saptırmak için her türlü kaotik senaryoyu gerek bölgesel gerekse yerel uygulamaktan çekinmiyor…
Olası direnci kırabilme adına verimli arazileri gıda su ambargosu dahlinde bay-pas edebiliyor.
Kısaca tehlike artık çok boyutlu ve müdahale edilemez ise sonucun kazananı da kaybedeni de tatmin etmeyeceği sona doğru artan bir ivme ile gidiyor.
Tam da bu gelinen noktada ihtiyaca göre kaynakları koruyarak sürdürülebilir üretim yasasını koşulsuz ve şartsız uygulamaktır.
Mevcut
kooperatifler
yasasında
yapılması
gereken
tadilatlar
ile
Yerel yönetimlerin katılımı ile yürütme ve uygulama bağlamında bir üst yapı oluşturulur ve bu üst yapının öznesi kooperatif, yerel yönetim, meslek odaları, üniversite, sivil toplum kuruluş temsilcilerinden oluşur…
Bu üst yapı proje yatırım vb. konularda özerk bir konumda olmalıdır. Gerek
ürün
değerlendirmesinde
gerekse
planlamada
özerk
olmalıdır.
Merkezi otorite bu üst yapının sadece denetleme ve kontrolünden her türlü hukuki ve yasal işlemesinden sorumlu olmalıdır.
16
Merkezi otorite bu üst yapıyı geri ödemek koşulu ile finansal kaynak sorununa destek olmalı. Merkezi otorite bu üst yapının sermaye birikimini güvenceye almak için banka kurulmasına katkı sağlamalı.
Yerel yönetim diğer paydaşları ile birlikte çocuk ve gençlerin sürdürülebilir kaynak kullanımı, korunması ve tüketimi esasında mevcut eğitim uygulamaları bağlamında doğa ve çevreye duyarlı dinamik ve sorumlu nesil yetiştirme kampanyası başlatmalı. Kooperatif ve yerel yönetim ortaklığı üreticinin ürününü iç ve dış pazara doğrudan sürebilmelidir. Merkezi otorite bu ürünlerin tüketici bandında sağlıklı kullanımı ile ilgili resmi kurumları aracılığı ile önlemler almalı.
Çokta mevzuat zırvalığına girmenin alemi yok konu bu kadar basit kırmızı noktaları içermekte...
Niyeti fikri ile bir olanlar konunun kırmızı noktalarına kilitlense müdahalenin sanıldığı kadar zor olmadığı anlaşılabilir…
Kaba hatları ve başlıkları ile yeni kooperatifçilik kentin dinamikleri ile oluşturulacak bir üst
yapı
ile
Anadolu’nun
yıllardır
biriken
enerjisini
açığa
çıkaracaktır.
Bir kentte giderek önem kazanan sorun kent sakinlerinin gıda ihtiyaçlarını sağlıklı ve uygun fiyatlarda karşılayabilmektir…
17
Bu düzeneğin lokomotifi üretici birlik ve kooperatifleri olduğunun unutmamak gerekiyor…
Makinist tabi ki önemli… Yerel yönetim ve diğer dinamikler… Yeter ki onlara fırsat verilsin… Vagonlarda gitmenin mutluluğu bir başka olur…
18
Türkiye'de Sanat Tarihçisi Olmak Nur Gözde Yılmaz Ofisten arkadaşlarla mesai saatleri içinde konuşmayı çok severim, onları izlemeyi de. “E ne ara kendi işini yapıyorsun?” diye sormayın, işte o biraz muamma. İşin şakası; herkesten, her şeyden ve her yerden bir şeyler öğrenmeye çalışmak en güzeli ama işin hem de en belalı yönü. Çünkü bazen öğrenmeye çalışma takıntısı(!) insanı zor durumda bırakabiliyor. Sürekli sormak ve sorgulamak bazı mesleklerde işe yaramıyor. Acımasız olan buna inanmamak ve sürekli değiştirmeye çalışmak. Oysaki değişmiyor çünkü değişmesi için önce bazı kafa yapılarının değişmesi lazım. Karışık cümleler mi oldu bunlar? Ama size bu satırları yazarken tam da bunu düşünüyordum. Bu ülkede sanat ile ilgili bir iş yapmak; aramaktan daha zor. Çünkü bulduğunuz zaman karşılaştığınız şeyler ve hayal kurduklarınız çok farklı. Kesiştirmeye çalışmayın, boş yere. İnanın, hiçbir faydası olmuyor. “Fayda sağlamayacağım” deseniz de eğer yaratıcılığınız biraz güçlüyse ve farklı düşünüyorsanız tükürdüklerinizi yalamak zorunda kalıyorsunuz. Özetle; Bu ülkede sanat tarihçisi olmak çok zor iş… Akademisyen olsanız da raportör olsanız da müzede çalışsanız da kısacası yer ve zaman değişse de maalesef bu zorluk değişmiyor. Belki bir tık aşağı belki on binlerce tık yukarı. Ne kadar bürokrasiyle iç içeyseniz adımlarınızı ona göre uydurmanız gerekiyor. Eğer bunu yapmazsanız başınıza her şey gelebilir. “İşten çıkarılmak” belki de bu durumun en çabuk atlatılabilen yönü. Evet, okunduğu kadar korkunç değil. Sonuçta 19
bürokrasinin her zaman her şeyi doğru bir şekilde yaptığı söylenemez; öyle değil mi? Evet, yine mi dağıldık? Aslında bir bütünün parçalarını bir araya getirmeye çalışıyorum. “Bağımsız değiliz. Olmaya da çalışmayalım” gibi bir cümle de kurmayacağım. Bu Soma’da ölen 302 madencimizin ardından “kaderlerinde var” anlayışına(!) benziyor. Demek istediğim gerçekleri bilmeniz gerekiyor bu durumlarda. Gerçek bu, olacak olan bu demek aslında bazı şeyleri kolaylaştırıyor. En azından neye, kime karşı mücadele edeceğinizi öğreniyorsunuz. Ancak karşımıza çıkarılan engeller sonucunda özümüzü koruyabiliyorsak varız bu meslekte! Boyun eğmek olmuyor, bazı şeylerde susmak. Şu anlama geliyor; “Sizi tanıyorum, ne istediklerinizin de farkındayım ancak ben de buyum” diyemediğiniz zamanlarda bir duruş oluyor. Burada pısırıklıktan bahsetmiyorum. “Ama eğer bir şeylerin değişmesini istiyorsak sürekli kavganın hiç kimseye bir yararı olmuyor”, demek istiyorum. Şöyle bir örnek vereyim, diyelim ki bir şirketin Sanat Tarihi raportörüsünüz ve sizden belirli bir süre içerisinde tarihi bir yapının raporu isteniyor. Mümkün olduğu kadar farklı kaynaklardan dayanır, sağlam dayanaklar sunarsanız o raporun kabul edilmemesi imkânsıza yakın. Yakın diyorum çünkü çok fazla çatlak sesi duyabiliyorsunuz o süreç içerisinde. “Şöyle yapma”, “şunu da yaz”, “bu kaynağa baktın mı?” Bir kere sorular; bazen ufuk açmıyor. Bunu görmezden gelmemek gerekir. Sanat Tarihçisi olarak sizin vurguladığınız şeyler bazı meslek grupları tarafından “gereksiz” olarak nitelendirilebiliyor. Siz anlatıyorsunuz, bazen gırtlağınız patlıyor ancak bir faydası olmuyor. Suyun başında oturan insanlar var çünkü. Susmak; işte bu noktada işe yarıyor. Söylediğinizi söyledikten, yazdığınızı yazdıktan sonra hiçbir şey değişmiyorsa susmak biraz olsun insanlarla tartışmaktan daha iyi geliyor insana. Çünkü değişen bir şey olmuyor. Beyin 20
jimnastiği yapmak, fikir alış verişinde bulunmak diye bireysel olarak şahsınıza saldırıyor bazıları, hem de mesleğinizi kullanarak yapıyor bunu. O yüzden sessizce işini en dürüst şekilde yapmak lazım, vicdani anlamda rahata kavuşmak için. İş bulma sıkıntısı bazen ileri boyutlara varıyor. Bu bölümde gruplaşma had safhada. İyi ki bir araya gelip mesleğimiz uğruna kendi çıkarlarını göz ardı ederek maddi ve manevi çalışan insanlar var. Onları takdir ediyorum. Ama halen sırça saraylarından çıkamayan ve kendini sağlama aldıktan sonra “bırakın dünya dönsün” diyen meslektaşlarımız da yok değil. Onların bu lüzumsuz kaprisleri yüzünden birçok tarihi eser çürüyor. Kamu Personeli Seçme Sınavı’na kendi adıma girmek bile istemiyorum. Bir üniversite yıllık yaklaşık 50 mezun veriyor. 20 tane üniversitede bu bölümün olduğunu düşünün. Kaba tabirle 1000 eder. Oysa atanma sayısı sadece 2. Komik, değil mi? “Galeriler eleman arıyor”… İki galeriyle görüşmeye gittim, ikisinde de istenen şuydu: “Siyah pantolon, beyaz gömlek. Sabah 9 akşam 8 sergi varsa 22:00. Çay, kahve servisleri de olabilir arada, ofiste de toz alırsın belki, akşam sergi olursa ikramlarda yardımcı olursun. Ha belki yaparız sigortanı ilk bir ay deneyelim sizi. Bakalım. Yemeğe gelince bak o olabilir. Basın bültenini de yazar; sosyal medyada da duyurursun bu arada? Gelirse müşteriye de satarsın sergideki resimlerden. Komisyon veririm sana. Ha maaş, ah onu nasıl unuttuk! 1000 ile başlayalım, uygun mu?” Yorum yapacak bir şey bulamıyorum. Staj da yapsan aynı bu durum… Çağdaş Sanat adına ne varsa o yüzden sadece “elit” kesimin. “Bizim gibi”lere yer yok. Bizim gibi derken bu işin eğitimini almış insanlardan bahsediyorum. Alayım da
21
yetiştireyim, hem O öğrensin, insan tanısın hem de ben bir insanı sosyal yönden de geliştireyim” diyen çok az insan var… Ülkemizde “gerçek” sanata, sanatçıya, tarihe (Osmanlı hariç), sanat tarihine, arkeolojiye kısaca sosyal bilimlere ve esasen aydınlanmamızı sağlayacak bölümlere bir ilgi gösterilmediğinden, gösterilen ilgiye karşı üç maymunu oynayan bir bakan ama göremeyenler grubu varken işimiz iş… İnanın, bazen iğneyle kuyu kazmak daha kolay diyorum. Zor… Çok zor… “Bazen henüz daha evrimimizi tamamlamamışken nerden çıktı arkadaş bu sanat” demiyor değilim. Toplumsallaşmaktan bireyselleşmeye sonra da yalnızlık ve bencilliğin hâkim olduğu bir hiç olmaya doğru büyük hızla yaklaştığımızı görüyorum. Acımasızlığın zirve yaptığı bir dönem! Gerçekten öyle. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen insanlardan olduk, çıktık. İnsan değiliz aslında. Böyle insan mı olur? Hakikaten bağırıyorum artık! “Nasıl bu kadar bencilsiniz? Bu kadar acımasız, bu kadar kindar, bu kadar öfke dolu ve bu kadar duyarsız?” Size bir şey söyleyeyim mi? Paradan, mevkiden, maldan hiç haz etmiyorum. Maddi düşüncelerden hoşlanmıyorum. Mesleğini sadece “para” olarak gören insanlar; bu mesleği yapmasınlar istiyorum. Çok şey istiyorum, normal şeylerden hoşlanmıyorum.
22
Ama dünya sanırım tersine döndü. Önceden anormal olan şeyler şimdi çok normal. Kötüysen, kabaysan, sesin yüksek ama söylediklerin anlamsızsa o kadar değerlisin. O kadar önemlisin. Ama iyiysen, mesleğini iyi yapıyorsan, yarı aç yarı tok uyuyorsan o kadar değersizsin. Kendi vicdanın temiz olsun, boş ver insanların gözündeki yerini! Ne demiş Özdemir Asaf? “Kendine gel, seni orada bekliyorum.” Kendinize gelin “ey” sanat tarihçileri! Kendinize gelin bence. Bir olmanın zamanı! Sadece bir olmak da yetmez mesleğini iyi yapıp, bu topraklara layık olmanın sırası şimdi! Ben bunları yazarken kim bilir hangi tarihi eser can çekişiyor? Örnek versem mi? İstanbul’da Saraçhane’de Ayios Poliektus Kilisesi, İstanbul Beyazıt’ta Theodosios Zafer Takı kalıntıları… Devamı illa ki var, şimdilik bunlara bakın. Bir sonraki yazımda onları ele almayı düşünüyorum çünkü. Türkiye’de Sanat Tarihçisi olmak mı? “İğneyle kuyu kazın daha iyi” demeyeceğim. Vazgeçmeyin ve önce kendi vicdanınızı temizleyin!
23
Sanat ve Edebiyatta Keçi T. Ayhan Çıkın
Nihayet yaz bitti. O parfüm kokulu denizlerden uzaklaşmak zor da olsa, herkes evine işine döndü. Biz de "keçilerimizi kaçırmamak" için onun insanlara kattığı ekonomik ve mitolojik katkıları yanında "sanatsal katkılarını" da irdeleyelim istedik. Ancak son istatistiklere baktığımızda gerçekten Türkiye'den keçileri 24
kaçırmışız. Nitekim 1960'da 24,6 milyon olan keçi sayısı 2009'da 5,1 milyona düşmüş. 1996'da Kardak nedeniyle neredeyse savaşa giriyorduk. ABD Başkanı Clinton bu kriz hakkında şöyle konuşuyor: "Büromda, Rus Başbakanı Viktor Çernomırdin ile görüşüyordum. Türk Başbakanı Tansu Çiller aradı ve üzerinde 12 keçi yaşayan bir kayacık için Türkiye ile Yunanistan'ın savaşın eşiğinde olduğunu söyledi. Az kalsın kahkahalarla gülecektim."
Bugünlerde benzer bir keçi krizi Suriye ile yaşanmak üzere. Suriyeli mültecilerle birlikte
Suriyeli
keçilerde
sınırlarımızı
aşmış
durumda.
(http://www.haberhakki.com/genel/turkiye-suriye-sinirinda-keci-krizi.html).
"Keçilerimizin büyük çoğunluğunu kaçırdığımıza" göre ya keçi ithal edeceğiz (çünkü ben keçi sütüne, keçi peynirine ve oğlak etine bayılırım; yani keçisiz yaşayamam) ya da ona özlemimizi kaybedilen pek çok değerler gibi şiirlerde, türkülerde, resimlerde, kısacası sanatta yaratacağımız eserlerle gidereceğiz. *** Keçiye edebiyatın ve güzel sanatların her dalında rastlamak olasıdır (1) Örneğin gösteri sanatlarının yaratılmasında ve toplum hayatına girmesinde keçinin önemli rolü vardır. Üzümün (dolayısıyla şarabın) ve kahvenin insana kazandırılmasında keçinin rehberliğine daha önceki yazılarımızda değinilmişti. O nedenle tarihte "ilk sarhoş"un keçi olduğunu ileri sürenler vardır. Yine ilkel topluluklarda yapılan ayinlerde keçi ya da keçi suretine girmiş aktörlerin önemi unutulmamalıdır. Örneğin Tuvin Türklerinde aile ocağı ayininde ateş ve keçi heykeli simgesi esastır. Diğer yandan ilk çağlarda ilahlara sunulacak genç kızların seçiminde, şaman gözlerini bağlar, tesadüfen topluluğun içinden yakaladığı kız ilaha kurban verilirdi. Bunun bir yansımasını Yahudi inanışlarında tanrıya ve şeytana sunulan keçi 25
seçiminde görmek olasıdır. Ayrıca, Şamanların ilahlara kurban seçim törenlerinin, çocukların hâlâ severek oynadığı"Körebe" oyunun kaynağını oluşturduğunu ileri sürenler de vardır (2) . Hollanda, İsveç gibi birçok ülkelerde bu oyunun adı "Kör Keçi" oyunu, Almanya'da ise "Kör İnek" oyunu olarak adlandırılmaktadır.Gösteri sanatlarının en önemli dallarından olan tiyatroda tragedya(ağlatı)'nın büyük bir yeri vardır.
Tragedya, Yunanca "tragoidia"sözcüğünden gelir. "Tragos" keçi, "oiddia" ise ezgi, şarkı
demektir.
Böylece
tragedya "keçi
ezgisi
(şarkısı)" anlamına
gelir.
Tragedyanın kökenleri, Yunan Bereket ve Şarap Tanrısı Dionysos için yapılan şenliklere kadar gider. Buradan da tragedya, "tiyatronun kaynağı" olarak karşımıza çıkmaktadır. Atina'da her yıl yapılan bu Dionysos Şenlikleri'nde tiyatro yarışmaları da açılırdı. "Keçi türküsü" anlamındaki tragedya sözcüğünün, yarışmada birinci olan yazara ödül olarak verilen keçiden ya da oyuncuların giydiği keçi postlarından türemiş olabileceği ya da törenlerin sonunda kurban edilen keçiden de kaynaklanmış olabileceği tezi savunulur. Söz konusu ezgiler ise, koronun tanrıya bağlılıklarını simgelemek için söyledikleri şarkılardır. (3)
Anadolu'nun birçok yöresinde, Örneğin Niğde'de oynanan tulum oyunları, Nevruz şenliklerinde Azerbaycan'da sergilenen "sayacı" gösterilerinde keçi hâlâ önemli bir simge durumundadır. Müzikte de keçi deseninin yeri yadsınamaz. Bilindiği gibi yarı keçi yarı insan olan "Pan", aynı zamanda dansın ve eğlencenin de tanrısıdır. Pan'ın bir versiyonu olan Satir Marsiyas, Frigya'nın Selene kentinde doğmuştur. Dağlarda flüt çalarak dolaşırdı. Flütünün sesi dinleyenlere mest ederdi. Bir gün Apollon'la karşılaştı. Apollon müzikten iyi anlayan, ayni zamanda şiirin de tanrısıydı. Marsiyas, ona meydan okudu. Tarihin ilk müzik yarışması, bugünkü Spil Dağı'nda 26
rengârenk Manisa lalelerinin arasında geçti. Su perileri (Nympha'lar) seçici kurulda idi. Ancak hangisinin birinci olacağına karar vermediler. Seçici kurula nasıl girdiği bilinmeyen Frigya Kralı Midas, birinciliği Marsiyas'a verince, Apollon'un gazabına uğradılar.
Marsiyas'ın
derisi
yüzülüp
rüzgârlı
mağaraya
asıldı.
Midas
da "eşekkulaklı" olmakla cezalandırıldı. Marsiyas'ın derisi rüzgârda güzel tınılar üretti. Yöre halkı onu ebediyen yaşatmak için bir heykelini yaptı. Anadolu'yu vuran depremler onu toprak altında bıraktı. Binlerce yıl toprak altında kalan heykeli bir köylü tarlasında buldu. Heykel 1989 yılında yurt dışına kaçırıldı. Türkiye'nin girişimleriyle 1995'te getirilerek memleketi Manisa Müzesi'ndeki yerini aldı (4)
Edebiyatta da keçi figürü oldukça yaygındır. Grim masallarındaki ve Lafontaine fabllerindeki iki inatçı keçi imgesi dünya çocuk edebiyatının klasikleri arasındadır. Ayrıca yaşlı bir adamla keçisi arasındaki duygusal ilişkiyi konu edinen Fransız yazarı A. Daudet'nin "M. Seguin'in Keçisi" öyküsü de dünyaya mal olmuş bir keçi öykü klasiğidir. (5) Keçi ile ilgili birçok yazılı metin vardır.
Şiirde, keçiyi konu edinen pek çok şiir vardır. Örneğin kırların şairi olarak nitelendirilen Cahit Külebi bir şiirinde "İstanbul'da bir sevdiğim vardı / Keçi yavrusuna benzer" benzetmesi ile çok sevdiği bir kadını keçi yavrusu olarak betimlemektedir. Bir başka ozan T. Ayhan Çıkın da "Çoban" adlı şiirinde "dokudum çadırımı yazdan / bilmem ne der keçilerim / kaçmadı daha / kaçmadı ayazlanmamış dağlara / asmalı bu oğlağı / kınalı kekliğini uçurdu avcıların / kim gönderdi bu yabancıyı / kim gönderdi dağlarıma / asmalı bu oğlağı / asmalı" (6) dizeleriyle
keçiyi
ve
oğlağı
bir
başka
simgesel
boyuta
taşımaktadır.
27
Keçi ile ilgili atasözleri, deyimler, mizah, fıkra, bilmece, maniler, halk türküleri ve oyunları, gibi oldukça geniş bir alan bulunmaktadır. Bu konuları, bu bildirinin sınırları içinde ele almak mümkün olmamıştır. (7,8,9)
Resim ve heykel olarak keçinin oldukça eski bir geçmişi vardır. Eski mağara dönemleri ressamlarının gözde konularından birisi keçiydi. Eski çağlara ait, taş ya da kap-kacak üzerine yapılmış pek çok keçi resimleri/suretleri bulunmuştur. Arkeolojik kazılarla bunların sayısı her geçen gün çoğalmaktadır. Örneğin Sümer tabletlerinin yanında tunçtan yapılmış iki keçi başı bulunmuştur. Örneğin MÖ. 12. yy'da Asurlulara, MÖ. 9. yy'da Hititlere, MÖ. 8. yy'da Friglere ait kaplama levhalarında ortada bir ağaç, bu ağacın iki yanında ağaca bakan bir ya da iki keçi görünen tabletler bulunmuştur. Şanlıurfa'da Asur dönemine ait oturan bir keçi heykeli bulunmuştur; Antalya'da da MS.3. yy'a ait keçiboynuzlu keçi ayaklı satir heykelleri çıkarılmıştır. (10)
Keçi heykeli denilince "çerden çöpten" yapılmış Picasso'nun "Keçi Heykeli(1952)"ni anımsamamak mümkün değildir. Keçi gebedir ve çok sağlıklı görünmektedir. Görende yaşam sevinci uyandırmakta, inatçılığın, dirençliliğin ve aynı zamanda hoş ve sevimli olmanın simgesini iletmektedir seyredene. (11)
28
Türkiye'de keçi resmi deyince akla gelen ilk adlar Bedri Rahmi Eyuboğlu ve Fikret Otyam'dır. Fikret Otyam, adının "Keçi Ressamı"na çıktığını, nafakasını keçi resimlerinden çıkardığını belirtiyor. Türküdeki bir dizeyi uyarlayarak "Ben keçiyim, keçi benim!" diyor. (12) Otyam, Süt Keçiciliği Ulusal Kongresi 2005 vesilesi ile Ege Üniversitesi'nde "Keçi Yarenliği" konulu bir söyleşi yaparak ve keçi resimlerinden oluşan bir resim sergisi açtı. Ancak keçiyi konu olarak ele alan oldukça fazla sanatçının bulunduğu da bir gerçektir.
Çağdaş edebiyat ve sanatta da keçi deseninden yararlanmanın özendirilmesi ve geliştirilmesi sağlanmalıdır. Bu etkinlikler, edebiyat ve sanatta hayvan boyutlu estetiği geliştirecek, kentlerde keçiye karşı olumsuz imajı önleyecektir. Diğer yandan insanların doğayla bütünleşmesinde önemli katkıları da getireceği gibi geçmiş kültürün de daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ve kırsal kesimle de kopmasını önleyecektir. 29
Yalnızlık, Kedi ve Elma Reçeli Selin Süar
Son zamanlarda etrafımdaki kişilerin iki nedenden hayıflandıklarını sıkça duyar oldum: Biri yalnızlık, diğeri ise bunu tam tersi; yalnız kalamamak. Seçici algıdan mıdır bilinmez; karşılaştığım metinlerin, özlü sözlerin, sessiz duruşların, bire bir iletişim kurmak yerine telefonla aşk yaşamanın peş peşe denk geldiği bu günlerde yalnızlık üzerine yazmamak olmazdı.
Hepimiz biliyoruz ki, şehirlerin aşırı kalabalıklaşmasıyla birlikte toplumsal yapıda bozulmalar ve toplum içinde ayrışmalar baş göstermiş, bu da insanları hızla bireyselleşmeye, çevrelerini küçültmeye itmiştir. Bilim adamları, çağımızda yaşanan bu durumun bireyi birçok rahatsızlıkla baş başa bıraktığını, hatta yalnızlık duygusunun kişiyi intihara kadar sürüklediğini belirtmektedir. Aslında yalnızlık kavramı toplumdan topluma değişen bir seyirde ilerlemekte. Örneğin, kalabalıklar 30
içinde yaşamaya alışmış, etrafında ailenin toplandığı uzun yemek saatlerinin hayatımızdan belki yeni yeni eksildiği, komşuluk ilişkilerinin ve insani ilişkilerin hâlâ yaşandığı biz Akdeniz toplumları için yalnızlık, negatif bir etkiyi çağrıştırır. Batı toplumlarındaysa bunun tam tersi; kendi kendine yetebilme, özgürlüğünü kazanma, bağımsız olma gibi birey olabilmenin getirdiği olumlu kavramlarla kendini gösterir.
İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Birey, doğuştan itibaren topluma olan üyeliğini kazanmada belli aşamalardan geçerek kendinden beklenen uygun kurallar ve
hareketlerden haberdar olur. Sosyalleşme, bireyin yalnızca
çocukluğuna ait bir süreç olmayıp, yaşam boyu devam eder. Topluma kazandırılma, toplum içinde var olabilme, birey için önemli bir olgudur. Bu nedenledir ki geçmiş çağlarda kişinin cezalandırılması, toplum dışına itilmesiyle gerçekleşmiştir. Bugün bile mahalle baskısı, sosyal baskı dediğimiz yaptırımlar; toplum dışına itilmek ya da içselleştirilmekle ilgilidir. Ancak, birçok bilim dalının konusu olan ve şimdilerde kitle iletişim araçlarıyla daha da körüklenen yalnızlık hep bu kadar kötü müdür?
Sanat dünyasına bakıldığında en büyük eserlerin yalnızlık ve mutsuzluk sonucu ortaya çıkmış olduğunu görmek olası. Yaratım içine giren, dünya işleyişinin aksaklıklarını gören, insan psikolojisinin derinine inebilen ve toplumu, topluma geri yansıtabilen sanatçı kişiliklerin yaratım dünyasında yalnızlık bir olumsuzluk değil, mecburi bir ihtiyaç halini almaktadır. Yalnızca bu da değil… Bir roman okurken, film izlerken, resim yaparken ya da bir enstrümanla ilgilenirken birey, yalnız gibi görülse de sanat eseriyle iletişim kurmakta ve kendi iç dünyasını daha iyi duyumsayabilmektedir. Buna rağmen, cep telefonu, televizyon, bilgisayar 31
kullanımının yaygınlaşmasıyla beraber hem bireyin kişilerarası iletişiminin boyutu değişmiş, hem de yalnızken yaptığı etkinliklerin sayısı oldukça azalmıştır. İnternete bağımlı hale geldiğimiz modern dünyada böylelikle insanlar kendilerini daha yalnız hissetmeye başlamış ve kendilerini, sayısız kişilerden oluşmuş sanal kalabalıklarda narsistik eğilimleriyle baş başa bulmuşlardır.
32
Yüzümüzü kendimize döndüğümüzde aslında hepimiz böyleyiz. İçinde yaşadığımız hayat koşullarında bunlardan tümüyle sıyrılmak belki çok olası görünmüyor, ancak ilişkimizi sınırlandırmak ve internet bağımlısı olmamak mümkün. Her gün yoğun çalışma saatlerinin ardından eve yorgun argın gelip rutin işleri tamamladıktan sonra belki televizyon karşısına, belki bilgisayar karşısına kurulmak yerine Roş Aşana’da bir kez olsun kedimle yalnızlığın tadını çıkardım. Şehrin gürültüsünü dinlemek pek eğlenceli olmasa da ve geç bir saat olması nedeniyle kimseye konuk olarak gidemeyecek olsam da telefon konuşmalarını bitirip tarçınlı elma reçeli kaşıklamak da güzeldi. Üstelik bunu yaparken kedinin, elma reçelinin ve kendimin fotoğrafını çekip sosyal paylaşım ortamlarına bile koymadım! Herkese güzel bir yıl dilerim…
Shana Tova!
33
Bir Sembol Olarak Sakal Onur Keşaplı Sembol duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaretleri temsil eder. Günümüzde ise şekillerin, harflerin, seslerin ve renklerin de temsil edebileceği kuramsal fikirler ve kavramlardır. Sembol bir fikrin, nesnenin, kalitenin, çoğunluğun vb. kavramların tanımlanmasıdır. Felsefi açıdansa; doğadaki semboller bir belirtinin anlamını ya da sembolizmi temsil eder. Tarih içerisinde doğada görünen bu durumun insan bedeni üzerinde de sembolizm açısından karşılığını bulduğunu söyleyebiliriz. Apaçık sembollerin kullanımının ötesinde kişinin giysileri, saç şekli, aksesuarları ve vücudundaki dövmeler sembol olmuşlardır. Sakal (ya da sakalsızlık) da bu açıdan çeşitli yorumlamalarla birlikte bazı değerli sembolize eden bir biçim halini almıştır.
Antik Yunan'da sakal, bilgeliğin bir sembolü olarak görülmüştür ve büyük düşünürlerin sakallı oluşları neticesinde sakal bırakma yaygınlaşmıştır. Ancak 34
Büyük İskender döneminde, sakal, "düşman askerlerince çekiliyor", gerekçesiyle yasaklanmıştır. Sakalın bilgelik ve üstünlük olarak sembolize edilmesi Rusya ve Orta Asya'da da görülmektedir. Moğol, Çin ve Türk toplumlarında sakalın pek fazla bitmiyor oluşu bir sembol olarak sakalın değerini daha da artırmakta, özellikle yaşlılar arasında sakal, kişiye bir üstünlük sağlayacak sembol olarak yorumlanmaktadır. Benzer şekilde Rusya'da, hem ruhban sınıfı hem de aristokrasi arasında vazgeçilmez bir statü sembolü olan sakal, Türkiye'de "Deli" olarak nitelenen Çar Petro'nun imparatorluğunu modernize etme çabaları altında yasaklanmış, böylece Batı'nın sanatı ve bilimiyle birlikte sakalsızlığı da çağdaşlığın bir simgesi olarak yorumlanmıştır. Fakat bu karar büyük bir tepki topladığında Petro, yıllık 100 ruble sakal vergisi karşılığında isteyenin sakal bırakmasına izin vermiştir. Benzer bir modernizasyon süreci izleyen Osmanlı İmparatorluğu'nda da "gâvur" olarak nitelendirilen İkinci Mahmut döneminde saray çevresi dışında sakal bırakmak yasaklanmış, fakat 19. yüzyıl içerisinde bu yasak terk edilerek bu kez devlet görevi yürütenlerin sakal kesimine yasak getirilmiştir. Müslüman coğrafyasında, peygamberin sakallı oluşundan rivayetle sakal bırakmak yazılı olmayan bir kültürel zorunluluğa varmıştır. Bu durumun güncel örnekleri arasında radikal dinci örgüt Taliban'ın Afganistan'da iktidara gelişi sonrası erkeklere sakal zorunluluğu getirmesi ve bu doğrultuda sakalsız olanlara takma sakal dağıtılması gösterilmektedir. Sakal, kültürden kültüre değişen ideolojik yorumlamalarla ve aynı ülkelerde beliren değişimlerle birlikte farklı değerli sembolize etse de genel itibarıyla erkek egemen yapının bin yıllardır temel aksesuarlarından olmuştur. Sakal çıkması 35
erkekliğe geçiş, sakalın kendisi güçlü ve erkeksi görünümle eş değer görülürken, erkekte sakalın çıkmaması ise zayıflığın, erkeklikten ve dolayısıyla sertlikten uzak oluşun bir yansıması olarak yorumlanmıştır. Bu yorumlanışın bir başka sonucu olarak, özellikle Latin Amerika'daki devrim önderlerinin, başta Che Guevara ve Fidel Castro olmak üzere, neredeyse tamamı sakal bırakmıştır. Bunun gerekçesi olarak hem gerilla mücadelesinde kişisel bakımın zorluğu öne sürülebilir hem de sol siyasetin en büyük kuramcıları Marks ve Engels'in sakallı oluşlarını söylenebilir. Sonucunda ise Latin Amerika'dan başlayarak Orta Doğu ve Türkiye'de solcuların sakal bırakma geleneği ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de 1970'li yıllarda sakalın ve bıyığın semboller olarak aşırı politize olmaları sonucunda 12 Eylül darbesi sonrası alınan kararla üniversitelere sakal yasağı getirilmiştir. Öncelikli hedefin solcu akademisyenler olduğu bu karardan, 1990'larla birlikte İslamcı kadrolar da hoşnutsuz olmaya başlamışlardır. 36
Günümüzde sakalın toplumsal, kültürel veya ideolojik bir sembol olarak kullanıldığını söylemekle beraber, tüketim toplumuna evrilmiş geç kapitalizmle birlikte, bir imaj yaratımı, dikkat çekmek veya sadece beğeni odaklı bir sakal kullanımı da yadsınamaz. Bu açıdan her top sakallıya "modern", her sakallıya "dinci" demek genelleme algısına hizmet ettiğinden doğru bir yaklaşım olmamaktadır.
37
Kakafoni Ayşıl Susuzlu Adam 1 hafta önce izlediği filmle birlikte cümlelerindeki ünlemleri sıklaştırmayı arzu eder olmuştu. Bağırarak konuşuyor, hiç izlenmiyormuşçasına gülüyordu. Sağdaki köpek dişinin lüzumsuz iriliği artık mesele değildi. Yerinde sarsılarak sessizce gülen kadınlar ilgisini çekmiyordu. Hele bir tanesi gülerken elini dehşetle ağzına götürmüştü. Bu en kötüsüydü. Bu ona ilkokul öğretmenini anımsatıyordu. Bu denizin mavisine burnunu tıkayarak dalmak gibiydi, ödlekçeydi. Refleksler özgür olmalıydı, biraz iffetsiz, biraz oynar başlıklı... Erotik olan hadsiz olandı. Hadsiz olmak çirkin olmaktı biraz. Çirkin kadınları özlemişti; saltıklıkla yıkanmış, 2 alana 1 bedavayı vaad eden kadınları. An itibariyle kulak çepherleri hayalet kadınların nefesiyle ıslanıyor, kasıklarına doğru karıncalar yürüyordu. Sol dizi titriyordu. İşe yeni giren kızın kahküllü yüzü gözlerine değmişti aniden. Avuçlarının içi ısınıyordu. Adam aniden bakışlarını başka gövdelerden pis koridordaki kararsız ayaklara çevirdi. Biraz utandığını hissettirmek istiyordu sanki. Gaddarca kapanan kapıların sesiyle kahküller de yerdeki telaşa katıldı.
Ve adam inmesi gereken durağı kaçırdı. Dalgınlığını telafi etmek için çok yorgun hissediyordu. Hem son durağın insanlarının neye benzediğini hiçbir zaman keşfetmemişti. Uyuyakalan yolcular o durakta kendiliğinden mi uyanacaklardı yoksa o mu kollarını dürtecekti bilmiyordu. Bunu öğrenmek için sevimli bir gündü. Acaba hava kararmaya başlamış mıydı? Sonbaharın tahmin edilmezliğine yer altından gülümsedi. Dudaklarını aralayıp ''Good morning Vietnam'' dedi. Yarı
38
çekingen gülümsemesiyle etraftaki reklam panolarında gezindi. Başkalarının onu duymadığını anladığında biraz neşesi kaçtı.
Son durağa, saymaya üşeneceği kadar çok sayıda durak vardı. Yaklaşık bir yıldır da herhangi bir değişiklik yapmadığı müzik listesi kulağında ağırlık yapıyordu. Yeni bir fantazmaya ihtiyacı vardı. Ve birden kahküllü kızı istemediğini farketti; kız o tanıdığı mükemmelliyetçilerden biri gibiydi. Keyfinin geri kalanını da ortamda artan çeşitli vücut kokularına teslim etmek istemiyordu, bu sefer kararlıydı. Kararlılığı hoşuna gitti. Ve bir anda aklına bir his düştü, kalbi de eşlik etti. ''Sanırım aşık oluyorum'' dedi. Nesnesi olmayan bir aşktı bu. Çocuk gibi sevindi. Ansızın sol yamacına kumral, ufak tefek bir kız geldi. Elbisesi dizinin üstüne dökülen, nar kırmızısı güzel bir surattı kız. Adam birkaç kez arka arkaya yutkundu. Sonra kıza doğru biraz eğildi, gözlerini kıstı ve kulağına ''Seni çok özledim desem bana inanır mısın?'' diye kalın bir sesle fısıldadı. Kız yüzünü usulca adama doğru çevirirken nereden geldiği belli olmayan bir yolcu gitarıyla adamın alnına sürtündü. Kız yok oldu. Adam ise tanımlanamayan yolcunun arkasından ''Hadi git öylece! Hayallerimi de al git!'' diye bağırdı. Kimse onu duymadı.
Adam isteksizce pazartesi başlanan diyetler gibi bayağı olmasından korktuğu bir umutsuzluğa sürüklendi. Zihni hızlanıyordu. ''Biraz önce aşık bir adamdın, şimdi bir hiçsin! Vay anasını!'' dedi. Burnundan soluyordu. Yanlızca mutlu olmayı denediği her fırsat bir parçasının ölmesiyle neticeleniyordu. Bir kere de zıtlığıyla var olmayan bir duygu yapışsaydı ya yakasına. Hürriyeti nokta koyduğu her cümlesinde biraz daha kan kaybediyordu sanki. Şans bu ya imdadına eski bir dostu olan Venturi yetişti; ''Less is a Bore'' diyerek adamın kollarını üç noktalı düşlere uzanması için ileriye savurdu. İlk denemesinde noktalara erişemedi. Adam aksine 39
çarprazında duran ayak topukları fena halde ihmal edilmiş kadının sırtına dokundu.
Kadın gövdesindeki dokunuşları farketmeyecek kadar
kendini
endişeleriyle aldatıyordu.
Ee Hangi son durak keşfi? Hangi sevilesi kızlar? Hangi fantazmalar?
''Düşünme oğlum hadi düşünme, akışta kal'' ve benzeri telkinler sıraya girdi adamın kafasında. Şimdiye kadar sokma akıl kelime öbeklerinin pek bir faydasını görmemişti. Hızla kendinden vazgeçti. Şişman bir ergenin zorlukla terk ettiği yere usulca oturdu. Sıcaktı, çok sıcak. Belki biraz serinler diye başkasından kaçamak bakışlarla biraz sempati talep etti. Talebi iki durak arasında reddedildi. Adam sıkılmaya başlamıştı. Yer altında interneti de çekmiyordu. Candy Crush oynamayı da bilmiyordu. Hangi durakta olduğuna bakmadan kendini kapıya zor attı. Eşikte anlık bir yaz rüzgarını saçında duyumsadı. Duraksadı. O esnada arkasından aceleyle gelen yolcu onu iterek kendine yol açmaya çalışıyordu. Adamın omuzları düştü. Yalancı rüzgar da onu gülümsetmeye yetmemişti.
Yeryüzüyle buluşmaya ramak kalmıştı ki yolun karşısındaki hüzünlü Starbucks'ı gördü adam. ''Belki özensiz bir Americano alırım'' diye aklından geçirdi. Sağ cebindeki bozuk paraların çıkardığı sese bakılırsa kahve almalık parası hazırdı. Birden aklına -ressam olduğunu iddia eden- mezarcı Cevat abi geldi. Mezarlara 'kabir' demeyi tercih eden bu abi yolun karşısındaki Starbucks gibiydi. Benzerlerinden daha öteki ve kesinlikle daha bakımsızdı. Cevat abiyle Starbucks'ın kesiştiği yerde - arı ve çiğ ihtiyaçların ortasında dururken adamın telefonu çaldı. Eski kız arkadaşı arıyordu. Adam kısa bir an telefonun ekranına baktı. Aramaya yanıt vermeyecekti, çok meşguldü. Etrafındaki söylenmeyenleri dinlemeye 40
çalışıyordu. Gözleri kapalı, sırtı Starbucks'ın girişine dayalıydı. Rüzgar sonbahar yağmurunu muştuluyordu. ''Gerçekle de mutlu olunuyormuş ya'' dedi adam sırıtarak. Yabancıların sessizliğiyle Starbucks'ın müziği mutlu bir kakafoniye dönüşüp, dans ediyorlardı. Adam yeni gelin edasıyla kahve siparişini verdi, biraz çekingen ve pek de coşkulu.
41
Sonsuza Dek Gökay Korkmaz Ay parlıyor Gözlerine değdikçe... Kadife teninde, Yakamoz Yakamoz Yıldızlar yanıyor. Kamçılıyor, Şaha kalkan Köpük saçların Hırpalanmış, Bronz bedenimi. Her kamçı, Beni sana katıyor...
42
Gecede İsyan * Semih Özcan 1/
Bütün sözcükler aldı başını gitti bu gece kalemimin ucunda ne varsa nokta da bıraktı bitiren olmayı Bütün başlangıçlar yeni fırtınalara gebe virgüller grevde dur-duraksız yaşanıyor heyecanlar Hiçbir soru yanıtını aramıyor artık Yüreğimde yaşattığım yalnızca kanat çırpıntıları.
Acı bütün denizlerimi tuzlarıyla götürdü Buzullarım da tükendi donduramıyorum zamanı Cam kenarları yok.. başımı kendime yaslıyorum. Gecenin ortasında Narcissos gibiyim Kendimden çıkıp yola yine kendime varıyorum 43
Çok bilinmeyenli denklemler takvim yapraklarına Dibi çıkık görüntüler kuyularına çekildiğinde Irmakların suyunu tüketip Bin bir çiçek tomurcuğunda Yine sana dönüyorum.
Eski olan ne varsa kırdı aynaları Fosiller tarihlerine kaçtılar yılların özlemiyle Gel-gitler ay ışığının müziğini dinlemekte “Echo”larını duyuyorum kayaların hüznünde.
Hiçliği ölüme gönderdim varlığını kanıtlasın diye Issızlık kentin kalabalığına vurdu kendini İpe çektim bütün sağanaklarımı. Her gün batımında Çarmıha gömüldüm Börklüce’nin mekanında durmaksızın Yükseldim doğaya,yeşile, ağaçlara, kuşlara, çiçeklere, börtü böceğe
44
durmaksızın Ölümsüzlüğe gömüldüm sonsuz soluksuz.
Mahzenlerimden de dışlandım,insiz kaldım Poseidon bombaları yağdı üzerime Odalarında dolaştım içine giremediğim evlerin Öldürecek kimliklerimi tükettim Deniz kızını aradığım günlerdi Balıklar sürtünürken bacaklarıma ayaklarımın altında deniz kestaneleri.
Sarartılmış kentlerin arnavut kaldırımları yok artık Taşı sıksan kum da çıkmıyor Uzun, upuzun bir tüneldi yeraltım hiçbir tren ışığının uğramadığı. Üçüncü boyutlarımız sürgün filiziydi Vantuzlu baykuşlar örterken geceyi.
45
Yarını hiçbir güne sığdıramadılar Zehir zemberek yaşandı tüm ilişkiler.
2/
Zihnime doğduğunda ilk Mavi bir özleme açıldı sözcüklerim Yaşama benzer bir yanını Sırılsıklam kucakladım. Vanalarını açtım içimde uyanan çocuğun Aphrodite’nin öç aldığı Amazon kızı Smyrna’dan ben yalnızca zevk aldım. Nympha’larımla tutkuyu yaşadım ormanların en mahrem kuytularında dalgaların en hoyrat saldırdığı kıyılarda çoğalarak.
Gitgide ürpertiyorsun zindanımı Kelepçelerim kendinden utanıyor
46
Upuzun bir yolculuğa çıkıyorum hücrelerinde Tepeden tırnağa suretimi kazıyorum bütün görüntülerime Şakıyışlarına katılıyorum yeraltına gömdüğüm tekmil kuşların
Sanmayın ki gün batımının hüznü var gözlerimde Burada ay daha yeni doğuyor.
Resimlerin sesime ne kadar benziyor Prometheus ışıyor gözbebeklerinde. Onuncu köylerinde çoğalıyor simurg’lerim.
Nerde açılmadık kapım kaldı onlara giriyorsun bir bir. Mabetlerime giriyorsun kutsallığından sıyrılıyor notalarım. Lale bahçelerim cayır cayır Saltanat kayıklarımı yakıyorum. İçimdeki tutkulara yasaklar yetişmiyor.
47
Işığına uzanan güne bakanım Hiçbir durakta ineceğim yok Gelişinle bütün sözcüklerim duvarlarını yıktı bu gece. Artık bütün saatler Roma’yı yakıyor Yanıp sönen yakamozlarıyla Geceye ses veren Bütün denizlerin rengi mor kalıyor. Hiçbir yolun aşktan başka çıkışı yok.
Fişimi çekiyor soluğun Yaşama dönüyorum Ellerine ulaşırken Denizi hırçınlığınla seviyorum.
Çekiliyorum dudaklarıma hükmeden Tüm kutsanmış yazıtlarımdan Canım seninle varolmak istiyor. Bir bebek bas bas kimliğini istiyor dünyadan
48
duyuyorum. Aşkın kitabesin uzanırken Kucağında doğuyorum.
Bu gece kendimi özgür bıraktım Yeryüzü yağdı üzerime Karalar dışımda kaldı Okyanuslara gömüldüm. Gök yüzünün sevda kaçkınları tanığımdır.
* Bu şiir ilk olarak Süje Kültür Sanat Dergisi'nin Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır.
49
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
50