Azizm Sanat E-Dergi Mart 2009

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Mart 2009 Sayı 17 Dosya: Sanat ve Kadın Filmmor ile Söyleşi

1


Editörden Meydanlarda, sokaklarda, meclis salonlarında, sinemalarda Receplerin istilasına uğrayan ülkemizde, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü hakkıyla kutladığımızı ve kadınlarımıza haklarını verdiğimizi söyleyebilmek herhalde yapılabilecek en samimiyetsiz şaka olsa gerek. Hele hele kadınlarımızın bir kesiminin “erkeklerden aşağı olma özgürlüğüme hoşgörü gösterin” çığlıklarını anımsadıkça kahrolmamak elde değil. Fakat hata bizlerde… Yıllardır Anadolu’muzda Atatürk’ün kadınlara aşılamak istediği eşitliği, özgürlüğü aktaramadıysak, bu bilinci aşılayamadıysak suç hepimizin. Kadının adının olmadığı yerde elbette dayak olur, töre cinayeti olur, eşitsizlik olur, taciz olur, recepler olur… Olmayan tek şey insanlığın kendisidir. Kadının sesinin çıkmadığı yerde baskı rejimleri daha sinsi olur, meydanlarda küfürler tükürüklere karışır, gazeteler beyaz sayfalarla çıkar, Mustafa Balbaylar tutuklanır… Ve kadının sesi kısık olduğu için bizlerin tepkileri cılız kalır. Böyle bir görünüme sahip ülkemizde mart ayı çalışmalarımızı kadın sorununa ve feminizme ayırdık. Şair-eğitmen Engin Taş sanat ve kadının ayrılmaz bağını anlatıyor bizlere. Ressam-yazar destekçimiz Ümran Bulut’la birlikte Pippa Bacca’yı değerlendiriyoruz, unutmamak unutturmamak için! Şiir bölümümüzde Gülten Akın’ın dizeleri ve sergi bölümümüzde Esen Bozkurt’un fırça darbeleriyle eşitsizliğe karşı duruyoruz. Cumhuriyet kadınının karanlığı yırtan gülüşü Türkel Minibaş’ın aziz(e) anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Sinema yazılarımızda ise popüler feminist sinemanın akılda kalıcı filmlerinden Thelma and Louise hakkında denemenin yanı sıra Marjane Satrapi’nin biyografik çizgi romanından uyarlayıp yönettiği Persepolis’ten derslere davet ediyoruz sizi. Çizgi roman dünyasının feminist yüzünde dolaşmaya devam ederken elbette unutulmaz karakter Kedikadın hakkında sohbeti de yazılarımızda bulacaksınız. Türk sinemasında kadının adının olduğunu herkese kanıtlayan usta oyuncumuz Müjde Ar hakkında çalışmamız da oldukça ilgi çekici. Yine bu ay sinema alanı da dâhil birçok alanda feminist çalışmalar yürüten kadın kooperatifi Filmmor ile yaptığımız keyifli sohbetleri sayfalarımızda bulabilirsiniz. Karanlığın, baskıların, receplerin aşıldığı bir Türkiye hayaliyle tüm bu durumları yaratanların yüzüne hep birlikte “karı(!) gibi güleceğimiz” günlerin uzak olmaması dileğiyle, Sanatla Kalın Dostlar… 2


Azizm’in Notu: Bir süredir yeni çalışmalar yayınlayamadığımız video bölümümüzde bu ay ödüllü senarist Selin Süar’ın yazıp-yönettiği 2004 yapımı “Balık” adlı kısa filmi izleyebilirsiniz. Ayrıca yaklaşan seçimlerle birlikte kızışan ortamda forumumuzda paylaşımlarınızı bekliyoruz değerli dostlar.

3


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Thelma ve Louise (1991) – Ridley Scott Arka Kapak: Adı Vasfiye (1985) – Atıf Yılmaz

4


İçindekiler Kar Altında Ateş: İran Sinemasında Kadın – Sabire Batur

s.6

Thelma ve Louise – Ceyda Şahinoğlu

s.21

Filmmor ile Söyleşi – Tuğçe Duysak

s.26

Kadın Filmleri ve Müjde Ar – Samile Yılmaz

s.31

Persepolis’ten Dersler – Onur Keşaplı

s.36

13: Kedikadın – Cemil Can Söylemez

s.46

Femme’in Fatale Hali – Selin Süar

s.52

Pippa Bacca’yı Değerlendirme – Ümran Bulut

s.56

Sanat ve Kadın – Engin Taş

s.59

Anlayamadığınız Kütle Problemi – Ezgi Sandal

s.60

Mart Dileği – Duygu Yılmaz

s.62

İvedikleşen Bir Sanat: Türk Sineması – Ümit Hüseyin Girgin

s.65

5


Kar Altında Ateş: İran Sinemasında Kadın

Sabire Batur ÖZET 1980’lerin sonlarından başlayarak dünya sinemasının saygın festivallerinde adından sıkça bahsettiren İran sineması, periyodik olarak gelişmesini sürdürmeye devam ediyor. Özellikle 80’lerin ortalarından, 90’ların sonlarına kadar, çocuk kahramanlarla anlattıkları öykülerle, sinemalarına yeni bir anlayış getirmiş, sansürü kırarak sistem eleştirisi yapmayı başarmışlardır. İran Sinemasının yeniden oluşumunda, Cumhurbaşkanı Hatemi’nin, aydınların, sinema yapımcılarının ve seyircilerin payı büyük olmuştur. 1997 yılında Hatemi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, sinema alanında da kendini hissettirir. Sansür kurulunun senaryoları denetleme işlevinin, Hatemi’nin emriyle kaldırılması; sinemada daha gerçekçi ve özgün konular işlenmesine olanak sağlar. İran’ da Hatemi rejiminin değişim rüzgârları, sadece sinemayla sınırlı kalmaz ve ülkenin her kesiminde etkili olur. Özellikle Kadını devrimden sonra kamusal alandan çıkarmaya çalışılan yönetimin, reformcu yenilikleri sayesinde kadınlar, bugün günlük yaşamda, yeniden konumlanmaya başlamıştır. Şeriat kanunlarının işlediği ülkelerinde kadınlar, kendilerini geri püskürten rejime karşı, her alanda etkin bir konum üstlenmeyi başardılar. Özellikle sinema alanında, adını yurt dışında duyurmayı başaran azımsanmayacak sayıda kadın yönetmen yetiştirdiler. İran sinemasında hem kadın yönetmenler döneminin başlaması, hem de kadın konulu filmlerin artması; Hatemi rejiminin reformcu değişimlerinin somut örnekleri olarak İran sineması tarihinde yer alacaktır.

6


Yeni İran sinemasının yönetmenleri, 1990’ ların sonlarından başlayarak günümüze kadar çekilen filmlerinde kadını, odak noktaya yerleştirilerek, toplumsal hayat ve kadının konumunu tartışmakta ve sistem eleştirisi yapmayı başarıyla sürdürmektedirler. Giriş 1979 yılında, İslam Cumhuriyetine geçen İran, toplumsal ve kültürel alanda kısa sayılabilecek bir sürede toplanmayı başarmış ve 1980’lerin sonlarından itibaren, dünya sinemasında önemli bir yere sahip olmuştur. Oysa devrim sonrasında İran’ da koşulların belirsizliği yüzünden bir şey yapılamıyordu.

İslam

cumhuriyeti, bir yandan siyasal yapılanmasını oluşturmaya çalışırken, bir yandan da tam olarak kavramlaştıramadığı İslami değerleri, kültür alanına yaymaya çalışıyordu. Tüm bunların yanı sıra bir de Irak’la başlayan savaş devreye girince, ülkede durum, iyice karmaşık bir hal aldı. Belirsiz ekonomik ve politik koşullarda film yapmak da oldukça zordu. Ama her şeye rağmen devrim sonrasında, şeriatla yönetilen bir ülkenin sineması, kısa bir sürede, kuşku yaratacak kadar ilgiyi toplamayı başarmış, yaşayan, tartışan, tartıştıran bir sinema olmuştur. Bu başarının ardında, büyük bir mücadelenin, azmin ve geleneklerin yattığını söylemek mümkün. İran sinemasını daha iyi anlayabilmek için devrimden sonra katetilen aşamaları bilmek önemlidir. Bu sinema olayını, sadece bir kişiye ya da olaya bağlamak oldukça zordur. İran sineması, kendi koşulları içinde ve yine kendi yöntemleriyle geliştirdikleri özgün bir sinema anlayışa sahiptir. Yeni İran Sinemasının Gelişimi Şah döneminde batılılaştıkları bahanesi ile birçok yönetmen hapis cezasına çarptırıldı, filmleri sansürlendi ya da hiç gösterime girmedi. Daha da önemlisi 7


bazıları idam edildi. Bu dönemde sinema her türlü fuhuş ve bataklığın merkezi olarak görüldü. Sinema salonu sahipleri bile, uyuşturucu kaçakçılığı ve fuhuş ticareti yapmakla suçlandılar. Yapımcılar ve film göstericilerin yaptığı sınırlı değişiklikleri yeterli bulmayan hükümet, filmlerin çekilme ve gösterilme iznini de kendi yetki alanına aldı. Örneğin, 1979 yılında gözden geçirilen 2000 filmden sadece, 200 tanesi gösterilme izni alabildi. Devrimin ilk yıllarında sinema, eğlence değil, propaganda aracı olarak hizmet verdi. Sadece İslami devrimi öven yönetmenlere çalışma izni verildi. İran Sinemasında devrim öncesinde ve sonrasında sinema yakmaya kadar gidebilen sansür, yaratıcılığın önünde de en büyük engeldi. Yakılan sinemaların enkazlarının korunması; yönetmenler, yapımcılar, oyuncular ve seyirciler üzerinde önemli bir baskı unsuruydu. Ancak, gösteri sanatlarının İran kültüründeki kökleri, taziye gibi bir oyun türünün halk içindeki yaygınlığı sayesinde, ulemanın onayını da alan sinemanın, gelişimini kolaylaştırdı.

Tüm bu karmaşa ortamı, sinemanın yeniden yapılanmasına

yardımcı oldu ve kültürel ortamda halkcılık, ahlakçılık, tek tanrıcılık, arınma, politik ve ekonomik bağımsızlık gibi birçok kavramı kapsayan yeni bir sinema anlayışı doğdu. Bu anlayış çerçevesinde gelişen İran sineması, bu günlerine gelebilmek için, oldukça zor birçok mücadele verdi. Bu mücadelelerin başında; sansür, islami değerler, teknik eksiklikler ve en önemlisi de kamuoyunun negatif bakışıydı. İran Sineması'nda sansür kurulu, İslam Orientasyonu ve Kültür Bakanlığına bağlı bir komiteden oluşur. Bu komite, filmin senaryosunu, oyuncularını ve teknik ekibi inceledikten sonra filmin gösterime izin verir ya da vermez. Bazen de kontrollerini daha sıkı yaparak, filmin çekildiği mekânlara giderlerdi. ( Malcy,1995,83)

Sansürün teknik yapısına ilişkin bu katı kurallar islama,

görüntüler yoluyla zarar verilmesini önlemek amacını taşıyordu. Toplumsal ve 8


dinsel yargılara ters düşen en küçük detaylar bile atlanmaksızın sansüre takılır, kadının saçının tek bir telinin bile görünmesi filmin, yönetmenin, oyuncunun, yapımcının geleceğini tehlikeye sokan katı yaptırımların devreye girmesine neden olurdu. “Bazı sahnelerde bir kadınla bir erkek birbirine yaklaşıp ellerini uzatıyorlar, bir sonraki sahnede ise uslu uslu yan yana oturuyorlar veya âşıklar yatak odasına giriyor ve hemen arkasından bahçede dolaştıkları görülüyor...” (Bahman,1988, 173) Daha fazlasına asla izin verilmez. Devrimin ilk yıllarında hükümet ajanları, seti basıp, filmlerin islami ahlaka uygunluğunu kontrol eder, hatta karı koca rolündeki kadın ve erkek oyuncular, çekim süresince evlenip, sonra boşanırdı. Bu “çok katı ve çağdışı kurallardan bıkan yönetmenler çekimlerini bazen başka ülkelerde gerçekleştirmeyi tercih” (Kalary,1995,493) etti. Birçok yönetmen, sansürü aşabilmek için Hindistan, Pakistan ve Türkiye'de film çekme yollarına gitti. Bu durumdan rahatsızlık duyan aydınlar ise, öncelikle B tipi Türk, Hint ve Japon filmlerinin emperyalist ve anti devrimci olduklarını ileri sürerek yasaklanmasında etkin oldular. 1981 yılında Sinema Sahipleri Derneği ve film yapımcıları halka ve hükümete açık mektup göndererek, sinemanın bu kötü gidişatının düzelmesiyle ilgili önerilerde bulundular. Bu önerilerin başında, devrimin hala filmlerde yer almadığı vurgulanıp, bu durumun Şah zamanındaki gibi bir tür bağımlılık olduğunu belirtip, hükümetin acil önlemler alması geliyordu. “1983’te, yeni bir sinema idealiyle işe başlayan Farabi Enstitüsü, farsi film ile entelektüel sinema arasında duran bir sinemayı kendine hedef seçti.”(Sönmez,2000) Farabi Enstitüsü, geçmiş dönemin sinemacılarından farklı, yeni bir sinemacılar topluluğu oluşturmak için, sinema okulları açtı, kurslar düzenledi, seminerler yaptı, sinema dergileri yayınladı. 1980'lerin sonuna doğru Muhammed Hatemi'nin Kültür Bakanı olup, “sinema cami değildir, gericilikle 9


ve cehaletle savaşalım”(Aufderheide,1995,3) demeçleriyle birlikte, Yeni İran Sinemasının önündeki engeller yavaş da olsa kalkmaya başladı. Yönetmenler uzlaşmacı filmler yaparak, halkın anlayabileceği özel kodlar kullanarak seyirciye ulaşmayı denedi. Zaman zaman her iki yolu da kullanan yönetmenler, İran'da sinemanın önünü açmayı ve sansürü aşıp seyircisine ulaşmayı başardı. Farabi Enstitüsü, sadece ülke içinde değil ülke dışında da İran sinemasının varlığını duyurmak amacıyla, ilk yapımlarıyla yurtdışına açılmayı denedi ama politik engellerle karşılaştı. Batı dünyasında önceleri, İran gibi müslüman bir ülkenin sineması, şüpheyle karşılandı. Farabi Enstitüsü festivallere ısrarla film göndermeye devam etti ve,1985’te Emir Nadiri’nin Koşucu filmi, Nantes Film Festivali’nde büyük ödülü kazandı. Ödül, sinema dünyasında olduğu kadar, İran’da da büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Bu film sayesinde, İran sinemasının diğer örnekleri de merakla beklenir oldu. 1990’lı yıllarda İran sineması, birçok uluslararası festivalin resmi konuğu olmayı başardı. Tüm bu olumlu gelişmeler sonucunda ulema, sinemayla barışırken, daha önce sinemayı bir fesat kaynağı olarak gören dindarlar, sinemaya gitmeye başladılar. Sinema oyunculuğu yeniden, saygın bir meslek oldu. Devlet sinemacılara maddi destek sağlamakla birlikte, denetleme hakkına da sahipti. 1998’e kadar senaryoların bir kurul tarafından onaylanması,

Hatemi’nin cumhurbaşkanı

seçilmesinden sonra kaldırdı, uzun yıllar gösterim izni alamayan filmlere de, böylece gösterim olanağı sağlandı. Yeni İran sineması yönetmenleri, oldukça küçük bütçeli filmlerinde, amatör oyuncular, doğal mekânlar kullandılar. Bu filmlerin konuları çok sade ve günlük yaşamdan seçilmedir. Yaşarken gözden kolaylıkla kaçırabileceğimiz, sıradan görünen olaylar, durumlar, insanlar, yalın bir dille aktarılır. Filmlerde sıkça rastlanan; diretmeler, arayışlar, temponun düşüklüğü, aksiyonun, şiddet ve seks 10


öğelerinin bulunmaması, Hollywood yapımlarına alışık seyirci için sıkıcı unsurlardır. İran sineması, insana yönelmiş ve yabancılaşma içerisinde atladığımız küçük ayrıntıları vererek, bizi kendi doğamıza yaklaştırmayı deniyordu. Yeni İran sinemasının, Hollywood’un unutturmaya çalıştığı bu insani duyguları hatırlatması, batıda büyük bir coşkuyla karşılandı. Yeni İran sinemasının başarılı olmasının nedenlerinden biri de, yaşamın içinden görüntüleri, dolaşırken saptıyormuş gibi görülen kameraları, belgesel ve kurmacanın ustalıkla birleştirildiği anlatım tarzlarında gizlidir. Uzun çekimleri, profesyonel olmayan oyuncuların, genellikle kendilerini oynadıkları oyunculuk anlayışlarıyla, biraz yeni gerçekçi, biraz yeni dalga özelliklerini, kendi kültürel birikimleriyle ustaca birleştirmeyi başarmasından gelmektedir. Yeni İran Sineması, islam cumhuriyeti’nin toplumsal yaşamda kurban ettiği, kadınları ve çocukları konu edinerek, kurban eden sistemi eleştirmeyi başarmıştır. İran sinemasında artık, İntihar, psikolojik sorunlar, boşanma, poligami, kısırlık, işsizlik, ergen olmak, sosyal eşitsizlik, uyuşturucu kullanımı, koca dayağı, çocuk istismarı ve fahişelik konu olarak işlenebilmektedir.

Son dönem İran

Sinemasında dikkat çeken başka bir özellik de, kadın yönetmenlerin, kadının toplumdaki yerini tartışan filmler yapmalarına ve buna paralel olarak, kadın oyuncuların sinemada artmasına tanık oluyoruz. Bugün İran’da sinema, geleneksel ve dini değerlerine bağlı olan İranlılar için, gelenekle modernliğin buluştuğu ve tartışıldığı bir sanat. Kadının kamusal alandaki yerinden, İslam dininin sorgulanmasına varıncaya kadar bir dizi kurum ve kavramın tartışıldığı, zengin bir alan. Sansürü aşabilmek için oluşturulan gizli anlamların varlığı, seyirciden; nesnelere, renklere, mekânlara anlam yüklemesi yapmasını talep ediyor. Kısacası, seyircisinden talepleri olan bir sinema. Yorum yapan, tepki gösteren, toplumsal yaşamı değerlendiren seyirciye ihtiyacı var. 11


Tüm bunların sonunda, yeni İran sineması, her konunun tartışıldığı bir ülkenin, nasıl göründüğünü göstermeyi amaçlıyor. İran Toplumunda Kadının Konumu İran toplumu 1979 yılından beri, gerici olarak niteleyebileceğimiz bir rejimin yönetimindedir. Bu rejimde demokratik hak ve özgürlükler son derece kısıtlı yaşanmaktadır.

Kamusal

hayat,

İslam

dininin

kuralları

çerçevesinde

oluşturulmuştur. Bu toplumda en büyük baskıyı da kadınlar yaşamaktadır. Oysa İran’ da “nüfusun çoğunluğu 1998’de 24 yaşından küçüktür ve Şah dönemini

yaşmamıştır...

Kentli

ve

eğitimli

bir

toplumdur.”

(Khosrokhavar&Roy,2000,95) Ama aynı zamanda kadınlarına; boşanma hakkı tanımayan, sokakta iyi örtünmedikleri ya da kocaları veya akrabaları olmayan erkeklerle konuştukları için, dini polisler tarafından sokak ortasında dövülen, ya da kocasının izni olmadan seyahat ettikleri gerekçesiyle cezalandıran ya da kadını zina yapması durumunda recm uygulayan bir toplumdur. Kadınların bu kadar büyük bir toplumsal baskı altında olmaları, intihar olaylarının kadınlar arasında daha fazla olmasıyla kendini dışavurur. “Kadınların intihar olayları toplumda büyük yankı uyandırıyor... 1988 yılındaki intihar olaylarının % 69’u kadın intiharlarıdır…1993 yılında Horasan eyaletinde gerçekleşen 3600 intiharın 2500’u kadındır. (Khosrokhavar&Roy, 2000,62) Cumhurbaşkanı seçilmesinde en büyük desteği aldığı kadınları, seçildikten sonra da unutmayan Hatemi, şeriat kurallarıyla yönettiği ülkesinde toplumsal yaşamdan dışlanan kadının itibarını yeniden kazandırmak için uğraş verdi. “Bu uğraşın sonucunda bugün, günlük yaşamda kadın, yeniden konumlanmaya başlamıştır.”(Khosrokhavar&Roy,2000,167)

Öte

yanda,

erkek

egemen 12


toplumda, kendi taleplerinin meşruluğuna inanan kadınların yönetiminde güçlü bir feminist harekettin varlığı da görünmektedir. “İran’da kadın eşitlik hareketi Ortadoğu bölgesindeki en ilerici ve en güçlü hareketlerden biridir. Bu hareket ne İslam’ın ne de İran İslami rejiminin reforme edilmesini istememektedir. Bu hareket ve İran’da ayağa kalkmış kadınlar, dinin yaşamlarına müdahalesinin sona ermesini istemektedirler.”(Ahadi,2003) İran’daki kadınların hayatı, kontrolün, bürokrasinin ve eşitsizliklerin toplamıdır. Durumlarının bilincinde olan kadınlar, sürekli hükümetten istekleri olan, hakları için mücadele eden, kaderlerine boyun eğmeyen, devrimci ruhla sürekli savaşan, toplumun en homojen kesimini oluştururlar. İranlı kadın; üzerine atılmış karın altında, ateş gibi yanmaktadır. “İranlı feministler gerçek bir kamuoyu oluşturma seferberliği içindedir. Modern İran’ da kadınlar, birçok erkeklerle birlikte, günlük yaşamda karşılaştıkları

sorunların

tamamen

bilincindedirler.

(Khosrokhavar&Roy,

2000,162) “Kadınlar özellikle medeni kanun önünde eşitsizlik yüzünden seferber olmuşlardır; evlilik (Çok eşlilik serbestir), boşanma (erkek karısını hiçbir gerekçe göstermeden boşayabilir oysa kadın yasaların açıkça belirlediği kusurları kanıtlamak zorundadır, sözgelimi evle ilgili gerekli harcamaları karşılamama durumu), çocukların bakımı, miras ve tanıklık(her iki durumdada kadının değeri erkeğin yarı değerine eşittir). Ceza bağlamında da eşitsizlik söz konusudur; erkek kadını öldürürse, kurbanın ailesi kısas yasasının uygulanması için erkeğin ailesine önce kan bedelinin yarısını ödemek zorundadır… Kadınlar 8 yaşında, erkek çocuklar ise 13 yaşında ergin sayılmasına karşın, kadına sürekli ergin olmayan kişi muamelesi yapılır… Buna bir de medeni haklar eşitsizliği eklenir; kadınlar bazı görevlere gelmez (yargıçlık, cumhurbaşkanlığı, rehberlik vb.)(Khosrokhavar&Roy, 2000,158) Kadın hakları savunucusu Şirin Abadi, yıllardır kadının durumunu belirleyen yasalardaki tutarsızlığı ve belirsizliği göstermeye çalışan, İran’nın ilk kadın yargıçıdır ve mevcut sistem tarafından, 13


yargıçlığı elinden alınmıştır. Bugün, Tahran üniversitesinde mücadelesine devam eden, aydın bir İranlı kadındır. Onun en büyük mücadelesi, kadın haklarının korunması ve kollanması olmuştur. Çünkü İslam cumhuriyetinde, “siyasal erginlik yaşı hukuksal erginlikten farklıdır. Bir kadın kimi zaman bir erkeğe eş değerdir (oy verme konusunda) kimi zaman ise değeri erkeğin yarısı kadardır (miras ve tanıklık), bununla birlikte cezai sorumluluğu daha küçük yaşlarda başlar, ama her şeye rağmen yaşamı boyunca ergin kabul edilmez… Abadi, ‘islam, üniter, tutarlı ve homojendir. Yasalar da çelişkiler olmasının nedeni İslam değil, İslam adına ataerkil ayrıcalıklarını sürdürmek isteyen insanlardır’demektedir.( Khosrokhavar&Roy,159) Geçtiğimiz yıl Ebadi’ye Nobel Barış Ödülünün verilmesi, birçok cephede tartışma yaratmaya yetti. Bu ödülün

“Şirin

Ebadi’nin

kendisiyle ilgili

olmaktan

çok

Avrupa’daki

hükümetlerin İran’daki politik gelişmelere dair politik tutumlarıyla ilgili” (İran Komünist-İşçi Partisi, 2003) olduğu görüşünde olanlar ile Şirin Ebadi “İran İslam Cumhuriyeti’nin misojinisine rağmen hayatta kalmayı başarabilmiştir ve aynı zamanda İslami yasalar çerçevesinde olduğu halde çocuk ve kadın hakları konusunda reformlar sağlamaya çalışma” (İran Komünist-İşçiPartisi,2003) larını yıllardır, başarıyla yapmasını övgüyle karşılayanlar bile, bu ödülün siyasal mesajının; Batı devletlerinin, islami rejimin devam etmesinin onayı olarak yorumladılar. İranlı kadınlar için dünya kamuoyunu oluşturabilecek bu çok önemli olayı, siyasal malzemeye dönüştürdüler. İran Sinemasında Kadının Konumu Devrim sonrası oluşmaya başlayan Yeni İran Sineması'nda, kadını konu alan filmlerin, sansüre takılması korkusu, kadını toplumsal yaşamda yok sayan anlayışın

sinemada

da

benimsenmesine

neden

olmuştu.

Hatemi’nin

Cumhurbaşkanlığına gelmesiyle, özgürlük dalgasını arkasına alan yönetmenler, 14


konusu kadın olan filmler yapmaya başladılar. (Panahi’nin Daire, BaniEtemad’ın

Mavi

Yaşmaklı

ve

Mayıs

Kadını

vb.)

Hatemi’nin

Cumhurbaşkanlığından önce çekilen filmlerde, İran’lı kadın, iffetli, tanrı korkusu olan, çocuklarının eğitiminden sorumlu, ev kadını ve anne olarak çizilmiştir. İran sinemasında kadının, meta ya da cinsel obje olarak kullanılmazı söz konusu değildir. Filmlerde kadın oyuncuların makyajlı olmaları ve yakın çekimde gösterilmeleri, konuşmaları, öpüşmeleri, yasaktır. Oysa erkek oyuncular için her şeye izin vardır. Bu durum karşısında yönetmenlerin kadın oyuncularla, kadını konu alan film çekmek istememeleri anlaşılır bir durumdur. 1990’lı yılların başında, özellikle kadın konusunu gerçekçi boyutlarda anlatamayacakları için birçok yönetmen, çocuk kahramanlara yönelmişlerdi. Çocukların hayata ön yargısız ve naif bakışları, politik bir figür olmamaları, seyirciyi soru sormaya yöneltmesi açısından önemli bir unsurdu. Bu filmlerde, İran’ı bir de çocuk gözüyle görebilme ve sorgulayabilme imkânı sunuldu. Bu yöntemle yönetmenler, sansür kurallarına takılmadan, toplumsal eleştiri yapabildirler. Samira Makhmalbaf’ın Elma, Kiarostami’ nin Arkadaşım Evi Nerede?, Ev Ödevi, Ve Hayat Devam Ediyor, Panahi’ nin, Ayna filmleri bu dönemin en iyi örneklerini oluşturur. Yeni İran sinemasının kurucu olarak kabul edilen Kiarostami: “Son 20 yıldır İran sinemasında ailenin, kadının sorunlarını anlatan kadın erkek ilişkilerini gösteren filmler yapmanın imkânı yok. Çünkü İslami baskı nedeniyle kadınla erkeğin sevişmelerini göstermek olanaksız. Erkek kadına dokunamıyor bile, birbirini seven iki insan birbirine dokunmaz mı? Kadını mahremiyetinde bile türbansız, başörtüsüz göstermek mümkün değil. Sabah, bir kadın yatağında uyanıyor, çarşaflı… Böyle şey olur mu? Ben bu yüzden kadın erkek öykülerini anlatmıyorum.”(Dorsay, 1999) demektedir.

15


Toplumsal hayattaki değişimleri bir yansıtıcı gibi sinemalarını aktarmayı başaran İranlı yönetmenler, rejimin ve sansürün yumuşamasının sonucunda özellikle 1990’ların sonundan itibaren, sinemalarında tabu olan, kadın olgusunu tüm gerçekliğiyle işlenmeye başladılar. Samira Makhmalbaf’ın Elma’sı ve Marziyeh

Meshkini’nin

Kadın

Olduğum

Gün

filmiyle

birlikte, Jafar Panahi’nin Daire’si, İranlı kadınların günlük hayatlarında yaşadıkları kısıtlamalar üzerinde odaklanan, polemiğe saplanmadan, hangi sınıftan olurlarsa olsunlar bütün kadınların sistem tarafından ezildiği bir kültürü inceliyor. Toplumdaki radikal değişimlerin sonuçlarını sinemasına aktarmayı başaran Yeni İran sinemasının kurucusu olarak kabul edilen Kiarostomi’nin de, bu yeni eğilime kendini kaptırdığını görüyoruz. On filmiyle ilk kez kahramanını kadın yapan sanatçı, kadını filmlerine gerçekçi olarak almayı, ancak 2002’de başarabildi. Kiarostami’nin sinema yapmaya 70’ lerde başladığı düşünülürse, İran’daki

insan

hakları

konusundaki

ilerlemesinin

ya

da

kadının

“yasallaşarak”,(S.B) toplumsal hayata dâhil olma sürecinin ne kadar zor olduğunu da görmek mümkün. Ancak her türlü zorluğa karşın, İran sinemasında, yeni bir güç oluşmaya başladı. İran sinemasında azımsanmayacak sayıda kadın yönetmen, tarzlarıyla gelişmekte olan kadın filmleri olayını, varlıklarıyla da desteklerler. İran’lı Kadın Yönetmenler İranlı kadın sanatçılar bu gün, kendilerini toplumsal yaşamın her alanından geri püskürtmeye çalışan islami rejime rağmen, özellikle sinema alanında etkin bir rol almışlardır. Kadınların kamera önünde görünmelinin yarattığı problemlerin varlığı, kadınları sinema okullarına gitmeye ve sinemaya kameranın arkasından katkıda bulunmaya iten bir güç oldu. İran sinemasında bugün, birçok kadın 16


yönetmenin varlığından sözedilebilir ve adını yurt dışında duyurmayı başaran azımsanmayacak sayıda kadın yönetmen yetiştirmeyi başaran ender ülkeler arasında yer alır. Rahşan Beni- Etemad, Tahmineh Milani, Samira Makbalbaf, Merziyeh Meşkini, Meryem Şahriyar, gibi önemli yönetmenler filmlerinde; toplumsal yaşamlarında ekonomik ve siyasal açıdan kuşatılmış kadınların öykülerini, gerçekçi ve içten bir bakışla anlatmayı başardılar. Samira Makbalbaf’ın, Cannes’ da ödül alan Elma filmini seyrettikten sonra bir eleştirmenin haklı olarak sorduğu “İran nasıl bir ülke? 12 yaşındaki kızların evlere hapsedildiği mi, yoksa 18 yaşındaki kızların film yaptıkları bir yer mi? Sorusunu cevapsız bırakmıştır.”( Wrıght,2001,171) İran, bir yandan islamın katı kurallarını toplumsal yaşamda, özellikle kadınlar üzerinde hissettirirken, diğer yandan da ortadoğunun en iyi kadın örgütlerine sahip, dinamik bir ülke resmi çizmektedir. Kadını kamusal alandan dışlamaya çalışan zihniyete karşılık, toplumda ilerici bir rol üstlenen İranlı kadın yönetmenler, İran’da kadın olmanın zorlukların bilincinde, gerçekçi filmler yapmışlardır. Ancak İran gibi bir ülkede, birçok zorluğu göze alarak film yapmaya devam etmekteler. Örneğin, İran’ın feminist kadın yönetmenlerinden Tahmineh Milani, son filmi Saklı Yarı’(2000) nın gösterime sokulmasıyla İslam Devrim Mahkemesi tarafından, sanatı kötüye kullanmak ve Tanrıya karşı savaşa girişmiş olanları desteklediği gerekçeleri ile tutuklanır. Eğer suçlu bulunsaydı ölüm cezası alacaktı. İranlı kadınların dramını işleyen ve İki Kadın (1999) ve Şeyhin Efsanesi (1991) filmleriyle önemli bir çıkış yapmış olan yönetmenin tutukluluğunun kaldırılması için, sinema dünyasından birçok yönetmenin (Oliver Stone, Spike Lee, Steven Soderberg, Coppola, Scorsese, Makbalbaf, Kiarostami ve Agnes Varda gibi) önderliğinde başlatılan kampanya sonunda, bir hafta süreyle gözaltında kalan Milani, 17


Hateminin özel izniyle serbest kalabilmiştir. Her türlü zorluğa rağmen, film yapmayı bırakmayan bu sinemacılar, gerçek devrimcilerden oluşan korkusuz insanlardır ve halklarına, yaşadıkları gerçekleri anlatma devam etmektedirler. Örnek Filmler: “Tahmine Milani’nin İki Kadın filminin, senaryosu sansürden geçmesi, tam yedi yıl sürmüş.” (Arslan, 2000 ) Bu film, İran toplumundaki olumsuzlukları gösteren ilk filmlerden. Toplumsal ve politik içerikli birçok filme imza atan Rakhshan Bani-Etemad’in yönettiği Mavi Yaşmaklı filmi, yaşlı yalnız bir adamla genç bir kadının aşkını anlatan öyküsü nedeniyle çevrildiği yıl sansürün büyük tepkisini çekmiş, ancak Locarno Film Festivalinde ödül aldıktan sonra, gösterimine izin verilmişti. Mavi Yaşmaklı filminde yönetmen, anne sevgisi temasıyla, sert bir toplumsal eleştiriyi ve insancıllığı birleştirmektedir. “Rakhshan Bani-Etemad’in yönettiği Mavi Yaşmaklı ve Mayıs kadını filmleriyle, Tahmineh Milani’nin İki kadın’ı arasında ortak özellikler var: Sistemin kadınlar aleyine düzenlenmiş çarpıklıklarını açığa çıkarmak, sisteme (somut olarak yasalara) yöneltilen eleştrilerin yanı sıra erkek egemen kültürü ve onun bütün çirkinliklerini gözler önüne sermek.” (Öztürk,2000) olan bu filmleri, Marziyeh Meshkini’ nin Kadın Olduğum Gün (2000) filmi izler. 9 yaşına giren ve artık ergin sayılan kız çocuklarının, içine itildiği psikolojik ve toplumsal baskılar anlatılır. Samira Makhmalbaf'ın Elma filminde toplumda kız çocuk olmanın dramı anlatılır. Film yaşlı bir adamın, 12 yaşındaki ikiz kızlarını, doğdukları günden itibaren evde kapalı tutmasını anlatır. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak ve gerçek kişiler kullanılarak çektiği filmi için genç yönetmen;“kızların hikayesi benim için bir metafor halini aldı. Onlar İran'da yaşayan bütün kadınları temsil ediyordu. Onlarla aynı mahallede yaşayan diğer kadınların da pencerelerinde kalın demirlikler var. Onlar da 'çador' giyiyor. 18


Onlar da aynı hapishanedeler aslında. Toplumda bir rol oynamak konusunda erkekler kadar özgür değiliz” (Öztürk,2000,7) diyerek, ülkesinin, toplumsal gerçeğinin altını çiziyor. Ancak bu konuda mücadeleyi elden bırakmaya hiç de niyetli görünmeyen, toplumdaki kadının konumunu en gerçekçi ve cesur şekliyle tartışmayı kendilerine hedef seçmiş, aydın kadınların varlığı, İran gibi bir ülkenin geleceği hakkında umut ışığı olarak görülüyor... Kaynakça Kitaplar Bahman, N.,1988, İran, Çev:Kemal Kurt, Belge, İstanbul, ss.172-173 Khosrokhavar, F.,-Roy,O., 2000, İran: Bir Devrimin Tükenişi, Çev:İsmail Yerguz, Metis,İstanbul, ss.62-167 Wright, R., 2001, Son Büyük Devrim, Çev:Şeniz Türkömer, Doğan, İstanbul, ss.171 Dergiler Kalary, M., 1995, “Le Monde D’Abbas Kiarostami”,Çev:Sabire Batur, Chaier Du Cinema, No.493 Malcy, A., 1995, “La Censure”, Çev:Sabire Batur, Chaier Du Cinema, No.493,ss.83 Gazeteler Arslan, T., 14 Nisan 2000, “Oya Gibi İşlenmiş Filmler”, Radikal II, Dorsay, A., 6 Mayıs 1999, “İran Mucizesi”, Sabah Öztürk, R., 6 Mayıs 2000, “İrandan Kadın Filmleri”, Radikal II Öztürk, R., 27 Mayıs 2000, “Komşunun Sineması”, Radikal II Sönmez, N., 8 Kasım 2000, “İran Sinemasının Altın Çağı”, Radikal Web Sitesi 19


Aufderheide, P.,1995, “Gerçek Yaşam Sinemadan Daha Önemlidir”, Çev: Dr. Battal Odabaş, Cinearte, s.2-3 mhtml:file://A:\İranlı Kadın Yönetmenler Ahadi, M., 6 Aralık 2003, “Nobel Barış Örgütüne Açık Mektup’a Cevap”mhtml:file://A:Şirin Ebadi Majedi, A., 6 Aralık 2003, “Nobel Barış Örgütüne Açık Mektup” mhtml:file://A:Şirin Ebadi

20


Thelma and Louise, 1991 yapımı, yönetmenliğini Ridley Scott ve Callie Khouri’nin üstlendiği önemli bir film. Bazı yol filmleriyle özellikle 1979 yapımı Messidor ile benzerlikler taşıdığı söylenmektedir. Yol filmi olarak düşünülse de kadın hareketinin önem verdiği bir filmdir. Birlikte hafta sonu kısa bir kaçamak yapmak isteyen Thelma ve Louise yola çıkarlar. Her şey yolunda gitmektedir, ama mola verdikleri bir barda meydana gelen bir olay tüm planlarını değiştirmelerine yol açar. Artık peşlerinde bir dedektif vardır. Ayrıca yolda Thelma'nın kendini yakın hissettiği J.D. adlı bir otostopçuyla ve Louise'in geçmişte birlikte olduğu Jimmy karşılarına çıkar. İki bayanın çok masum başlayan hafta sonu kaçamakları, gelişen talihsiz olaylar nedeniyle kâbusa ve sonunda intihara dönüşür. Film eşler arasındaki ilgisizlik ve kopukluğa çok güzel bir örnek. Bayanların eşleri tamamen işlerine kaptırmışlar kendilerini ve 21


eşlerine hiç zaman ayırmaz duruma gelmişlerdir. Kadınlar da mutluluğu başka yerlerde aramaya başlamışlardır. Güçlü kadın karakterleri ve bizlere bu yolculuğun bir parçasıymışız hissi veren senaryo ve kurgusuyla harika bir seyirlik. İyi bir yol filmi insanın hayatında yeni bir ufuk açan, içimizde hemen yola çıkıp sadece karakterlerin yaşadığı gibi özgürlüğü hissetme isteği uyandıran, derin mesajlar veren, insanlarda özgürlük hissi uyandırmasının yanında hüzünlü bir yanı olan, her insanın içindeki alıp başımı çekip gitmek istiyorum hissine de değinen çok hoş bir film. İnsanda her şeyi yapabilme gücünü yaratıyor. Sadece arabaya binip uzaklaşmak… Öyle uzaklaşmak ki bir daha asla eskisi gibi olamamak... Görmekteyiz ki, iki kadının amacı sadece günlük yaşamlarının rutininden kaçmak üzere çıktıkları bir yolculuk, yolculuğun başlamasıyla birlikte iki kadının başına birçok olay geliyor. Louise’in, arkadaşına tecavüz etmeye kalkışan bir adamı öldürmesi, bu olaylardan sadece biri.

Modern bir vitrinin ve mitolojinin üreticisi olarak sinema çok sayıda kadın kahraman yaratmıştır. Ancak büyük ölçüde filmin kadın kahramanı tipik olarak yalnızca geleneksel erkek kahramanın içine yerleştirilmiş bir dişidir. Modern yönetmenler kadın karakterleri kahraman mitinde oynatmaya kalktıklarında, genellikle onlara geleneksel erkek kahraman niteliklerini veririler. Kadınlar için modern dönemde modern kadınların özel gereksinimleri, mücadeleleri ve arzularına hitap eden mitsel bir yapı oluşturur. Bu filmde de kahramanlar yolculuklarının her safhasında farklı arketiplerle karşılaşır ve onları olumlu ya 22


da olumsuz bütünler. Modern kadın kahramanın yolculuğu geleneksel kadınsı değerlerin reddiyle baslar. Zayıflık, bağımlılık, duyarlılık ve duygusallığa dair kadınsı stereotipler olumsuz ve küçük düşme olarak algılanır. Bu filmde de karakterler kendileri için tasarlanmış olan geleneksel kadın rollerini oynamak yerine yasamdan daha da fazlasını istemektedirler. Thelma'yla Louise kendilerine tecavüz etmek isteyen birini öldürdükten sonra yollara düşüyor, yolda cinsel tacize uğruyorlar, kamyonunu havaya uçuruyor, soygun yapıyorlar ve en son sahnede üstü açık Thunderbird'lerinde el ele bir tepeden uçuyorlardı. Düşüyorlar mı, sonları ne oluyor bilmiyoruz. Filmin karesi donuyor ve gerisi hayal gücümüze kalıyor. Thelma ve Louise arasındaki ilişkinin ne olduğu tam olarak açıklanmıyor, Louise'in neden Teksas'a gitmek istemediği gibi. Ama hepsi üzerine aşağı yukarı tahminler yürütülebilecek veriler mevcut. Bildiğimiz, son sahnedeki el ele ölüme gitme sahnesinden anladığımız şu: Aralarındaki ilişki dostluktan öte bir yakınlaşmaya işaret ediyor. Kadın dayanışmasını sınırlarını aşan bir yakınlık… “Zaten bütün olayda bir farkında olmama hali baskın.”

Onları kurulu düzenlerini bırakıp kısa süre içinde birbirleriyle olmaya iten, yola çıkartan, kaçıran, öldürten de bu ilk bakışta Aşkın adrenalini. Belirleyici olan cinsellik değil çünkü. Bir bilinçaltı motivasyonu söz konusu burada: Sığınma, kardeşlik, ortaklık vs. Farklı adlar konabilir ama hepsinin kökeninde Aşktan 23


başka ortak payda bulmak güç. Başka yerde eksik bırakılmış, tatmin edilmemiş, yarım kalan bir orgazmın, belki de aralarında yeşermeyen, yeşermesinden korktukları “Yasak Elma”. Thelma ve Louise, 'Katil Doğanlar'ın Mickey ve Mallorie'si gibi güçlerini, var olma sebeplerini 'tutku'dan alan iki karakter. Capote'nin 'Soğukkanlılıkla' romanlaştırdığı katilleri gibi iki erkek ama asla amaçsız, hedefsiz bir cinayet olamaz. İyi kötü, yeterli ya da yetersiz, farkında olunan ya da olunmayan, insanın her adımının bir amacı, sebebi vardır çünkü. Sonuç hiçbir zaman o kadar kolay değil, cinayet hiçbir zaman sanıldığı kadar basit değil ve her zamanki gibi çok sapmalı, çok kafa karıştırıcı, fazlasıyla derin bir mesele. Takip ettiğimiz bir aşk romanıdır aynı zamanda.

Capote gibi başka sesleri başka odalarda ararken bir bakıyoruz ki gerçeğin soğukkanlılığı kapılarını aralıyor bizim için ve şu cümleler dökülüyor ağzından… Şimdi kendimi sahnenin tam ortasına yerleştiriyor ve katı, bireysel bir tutumla sıradan insanlarla yapılmış basmakalıp konuşmaları yeniden inşa ediyordum…

24


Bu filmde bize gösteriyor ki hiçbir canlı sadece kendi kalıplarının içinde var olmaz bazen kendini güçsüz ya da sıkıştırılmış hissederse büründüğü yeni yaradılışıyla eskisine zıt bir karaktere bürünebilir… Yol teması ise onun yeni karakterine sunulan yeni yaşamdır ve yaptığı her davranışıyla yaşamına bir adım daha bağlanır yolun sonuna geldiğinde artık geri dönüş yoktur sadece bir son vardır…

25


Filmmor ile Söyleşi Tuğçe Duysak Kadının kişiliğinin hala erkekler tarafından belirlendiği, 8 Mart’ın çeşitli mağazalarca indirim günü ilan edildiği bu günlerde erkek egemen bir sektörde yer açıp, seslerini duyurmaya çalışan kadınlara destek olan ve projelerle varlığını sürdüren Filmmor’dan Yasemin Temizarabacı ile görüştük. Bize Filmmor Kadın Kooperatifinin kurulum sürecinden ve amacınızdan bahsedebilir misiniz? Filmmor 2002 yılında sinemada cinsiyetçiliğe karşı kendi filmlerini yapmak isteyen kadınların sinema atölyesinde bir araya gelip Klitorist Nedir? isimli 7 dakikalık filmi yapmasıyla başlıyor. Sokaklarda, üniversitelerde, kafelerde kadınlara ve erkeklere “klitorist nedir?” diye soruyorlar ve bunlara alınan cevaplarla bu filmi yapıyorlar. Woman Make Movie isimli yerle iletişime geçiliyor ve bu sene 7.si olacak olan kadın filmleri festivali yapmaya başlanıyor.

Festivalin yapısından ve bu yılın konusundan bahsedebilir misiniz bizlere? Festivalde iki bölüm oluyor. Bir kadınlarla ilgili bir konuyu tema olarak belirliyoruz birde kadınların sineması bölümümüz oluyor. Bu yılın konusu da 26


beden. Beden sadece bizim bedenimiz değil ama sadece bedende değil. Yasalarla yasaklarla dayaklarla engellerle çevrelenmiş bir şey. Sürekli bir utanç halinde sakladığımız kapatmamıza bile başkalarının karar verdiği bir yer halinde. Bizim dışımızda da birçok şey ifade ediyor. Bizde bu yüzden hem çuvaldızlı hem bol iğneli filmler derledik. Meme belası, karanlık kutu gibi uzun metrajlı filmlerimiz belgesellerimiz ve animasyonlarımız var. Ayrıca her yıl festivallerde söyleşirlerde yapıyoruz. Mesela geçen yıl Ağrı da Namus’u konuşmuştuk. Güzel tepkiler almıştık. Bu yıl da festivalde bedenle ilgili söyleşiler olacak; kadın bedeninin seyri gibi. Bu festival dışında yaptığınız başka etkinlikler var mı? Evet. Bu sene olacak olan Atölye Mor ve Kadınların Sinema Atölyesi var. Kadınların sinema atölyesi 2005, 2006, 2007 yıllarında daha önce deneyimi olmamış kadınların ekip halinde ilk filmlerini yapmalarına destek olan bir atölye çalışmasıydı. Burada ekiplerinin ve konularının kadın olduğu filmler yapıldı. Bunlar dışında Kadınların Gözünden ve Namus İçin Neler Çektik film fotoğraf sergisini yaptık. Bir yandan da kadınların yıl içerisinde yaptıklarının kaydını tutup mor gündem adında bir ajanda yapıyoruz. Bizim amacımız kadınların her şeye eşit katılımını sağlamak ve desteklemek bunun içinde medya ve sinemayı kullanıyoruz. Hem kendi ürün ve hikâyelerini yapmalarına hem de bir anlamda kendi tarihlerini kaydetmelerine yardımcı olmak istiyoruz. Kadınların tüm etkinliklerine bizde katılıyor ve oradaki etkinliklerin görsel olarak kaydını tutmaya çalışıyoruz.

MEDİZ (kadınların medya izleme grubu) projesini de desteklediğinizi biliyoruz. Bu gruptan ve faaliyetlerinden de okuyucularımıza bahsedebilir misiniz? 27


Kadınların medya izleme grubu 25 kadın grubunun toplanmasıyla 2005’te kuruldu. Geçen sene ki organizasyonu biz yaptık. Medyada ki yayınları takip edip incelemeler yapıyorduk. Geçen yıl daha büyük bir kampanya yapmak istedik. Bu kampanyanın bir ayağı araştırma olarak yapıldı. Galatasaray Üniversitesi’nden bir ekip gazeteleri, radyo ve televizyon kanallarını araştırdı. Çok şaşırtıcı verilerle karşılaştık. Mesela kadınların gazete künyelerindeki yeri %10’lar, televizyonda ise %16’lar düzeyindeydi. Bizde konferansta bu veriler paylaşılıp Türkiye dışından da gelen konuklarla bu sorunlar tartıştık. Ardından da “Reklâmlar da Cinsiyetçiliğe Son” sloganıyla eylem yaptık. Hala da çalışmalarımız devam ediyor.

Türkiye’de kadın hareketi şuan da ne durumda? Türkiye’nin her yerinde kadın örgütü ve grubu var. Kendi oldukları yerde çok büyük şeyler değiştiriyorlar. Yasal haklarımıza yönelik, şiddete, tacize ve tecavüze karşı hep beraber mücadele edebiliyoruz ve sonucunda çok kazanım elde ediliyor. Ancak bu kazanımların devamını sağlamak zor oluyor. Kanun değişiyor çok seviniyoruz fakat kanunun uygulanmaması sizin sürekli motive olup mücadele etmenizi gerektiriyor. Ayrıca belirtmek lazım bence; kendine feminist demese bile birçok kadın kendi haklarında ve kendi haklarının kendisine verilmemesinin bilincinde ve kendi olduğu yerde mücadele etmekte illa kendince feministim demek ve oraya katılmak zorunda değil. Kadınların kendi içlerinde bir şeyleri değiştiriyor olması bile çok önemli bir şey. Sizin mücadelenize katkı da bulunmak isteyen okuyucularımız neler yapabilir?

28


Ben size destek olmak istiyorum dediğinde çok rahat bir şekilde katılabilir ve herkes tarafından sevgiyle karşılanır. Bir işin ucundan tutmakta, fikir vermekte bir destek bizim için. Film çekimlerine, festival düzenlemelerine üniversitelerde standa açılımları da bizler için destek ama bunu yapmayıp bir mail atması bile bizim için bir güçtür. Çünkü biz kadınlarda kendi yaşamlarını devam ettirmek zorunda kalıyorlar her zaman destek vermek çok kolay olmayabiliyor.

Malum Mart ayındayız. Bizim gibi birçok yerin ilgisiyle karşılaşıyorsunuz özellikle de medyanın bu konuda ki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sadece martlar bize ait gibi görülüyor ve biz mart aylarında nereye koşturacağımızı şaşırıyoruz. Her kanalda bir şey oluyor ve o gün tüm sözümüzü söylemek durumunda kalıyoruz. Ama biz gerek film gösterimlerimizde gerekse kampanyalarımızda sözümüzü söylüyoruz. Son olarak; kadın sorunlarıyla ilgili biri olarak Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı olsaydınız neler yapardınız? Ne kadar ciddi bir soru. Kanunlarda ya da kültür bakanlığının desteklediği projelerde kadınların katılımını destekleyen olumlu ayrımcılık yapılabilir. Kısa ve uzun metrajlı film başvurularında kadınlara belirli bir kota oluşturularak bütçe sağlanabilir. Bu sadece sinemada değil diğer sanat dallarında da kadınların katılımını teşvik edici bir rol üstlenecektir. Bu yoğun temponuzda bize vakit ayırdığınız ve bu keyifli söyleşiyi yaptığınız için teşekkür ederiz. 29


Ben teşekkür ederim. 7. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali ‘nin programına ulaşmak ve Filmmor’ la ilgili daha fazla bilgi almak için www.filmmor.org ayrıca 0212 251 59 94 numaralı telefondan ulaşabilirsiniz.

30


Kadın Filmleri ve Müjde Ar Samile Yılmaz Gerçek adı;

Kamile Suat Ebrem olan 1954 İstanbul doğumlu Müjde Ar,

Tiyatrocu Aysel Gürel ve gazeteci Vedat Akın’ın kızıdır. İlk oyunculuk deneyimine 8 yaşında bir tiyatro oyunuyla başladıktan sonra çocuk dublajlığı ve çeşitli çocuk oyunlarında oynamaya devam eder. Genç oyunculuğa Nejat Uygur Tiyatrosu’nda geçtiğini söyleyen Müjde Ar, lise döneminde de çeşitli tiyatrolarda oyunculuk yapmaya devam etmiştir. Üniversite eğitimini yarıda bırakıp evlendikten sonra bir fotoromanda oynayıp mankenlik yapmaya başlayan Müjde Ar’a Salih Güney’den Aşk-ı Memnu (Halit Refiğ, 1974) dizisinde oynaması için teklif gelir. 8 bölüm bittikten sonra bir günde star olduğunu söyleyen Müjde Ar’a Yeşilçam’dan film teklifleri yağmaya başlar. Bu süre içerisinde ne yapacağını bilemeyen Müjde Ar bir süre bocaladığını ve kendi kendine “kimim ben? Sinemacı mı, tiyatrocu mu, ev kadını mı?” sorusunu sorduğunu söyler. Örneğin, Ahh Belinda filminde de Müjde Ar’ın canlandırdığı kadın karakter tıpkı onun gibi bu sorular arasında boğulmaktadır. Müthiş bir ilgi beklediği ilk sinema filmi Köçek (Nejat Saydam, 1975) tam bir fiyaskoyla sonuçlanır. Hafta bile beklenmeden vizyondan kaldırılır. Kadir İnanır’la Baldız (Temel Gürsu, 1975) filminde oynadıktan sonra, Hollywood’da yapılmış melodramların uyarlamalarında oynayarak sinemaya devam eder. Müjde Ar, Aşk-ı Memnu’da kocasını aldatan ve aşkı seçen özgür bir kadın karakteri canlandırıyor. Bu dizide kendisinden memnun olan bir kocası, özgürlükçü bir sevgilisi ve entrika peşinde koşan bir annesi vardır. Başarısızlığa uğrayan bir karakterdir. Fakat son sahnede, onu ölüme götüren merdivenlerden 31


cesurca çıkarken kabaran göğsü ve açılan saçı, yenilgiye yer vermeyen tutku ve haz dolu bir hikâyeyi sembolize eder. Bu şekilde neredeyse birdenbire bir yıldız olur ve yüzü ülkenin tüm posterleri ve dergi kapaklarını süsler. Bundan sonra Türk sinemasında kadının cinsel kimliği, cinselliği sorgulaması, sevgiyle cinselliği birleştiren bir kadın tipi ortaya çıkar. Müjde Ar, senaryolara ve çekimlere yansıyan bu değişimi şöyle anlatıyor: “Önceleri filmlerde kadınla erkek öpüşürken kamera gülün dikenini çekerdi. Ancak kamera bende kalmaya karar verdi. Küçük küçük öpüşme sahneleri oluyordu. Medya bunu kaçırmadı. Beni yerden yere vurdular. ‘Kaltak’ gibi inanılmaz aşağılamalara maruz kaldım. Türk geleneklerine, örf ve adetlerine aykırıymışım. ‘Acaba doğru mu yapıyorum?’ diye düşünmeye başladım. Ancak sokakta kadınlar yolumu kesmeye başladılar. ‘Çok şükür, oh be! Görüyoruz artık nasıl oluyor.’ İnsanlar o güne kadar öpmek için diken arıyormuş”

1

(Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film

Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2006 ) Başta, can sıkıcı komedilerde genç kız rolünden fahişe rolüne kadar her türlü karakteri canlandırarak geleneksel bir yol izledi. Film ve senaryo kötü olsa bile, Müjde Ar her zaman, ilginç kişiliğini de ihmal etmeksizin, etkileyici, cesur, gülünç, umutsuz veya üzgün olmayı bilmiştir. Ertem Eğilmez ile tanışıp Arzu Film’e girdikten sonra sinemanın ve sinema oyunculuğunun ne demek olduğunu öğrendiğini söyleyen Müjde Ar, sinemada para olmadığı için, 1978 yılında İzmir Fuarı’nda şarkı söylemeye başlar. Amacı; geçimini başka bir yerden sağlayıp, sinemada daha iyi işler yapabilmektir. İki yıl sinemaya ara verir fakat 1980 yılında 12 Eylül darbesiyle birlikte fuar kapatılır.

32


1981 yılında Ömer Kavur’un Ah Güzel İstanbul filmiyle istediği filmlerde tekrar oynamaya başlar. Bu filmler daha içerikli ve kameranın kadının tarafında olduğu filmlerdir. (Dul Bir Kadın, Adı Vasfiye - Atıf Yılmaz. Göl, Ah Güzel İstanbul – Ömer Kavur. Asılacak Kadın – Başar Sabuncu.) Müjde Ar’ın sinemaya girdiği bu dönemlerde Türk Sineması da seks filmleri dönemini yaşar. Müjde Ar bu dönemde kadınların bırakın sinemaya gitmesini Beyoğlu’ndan bile geçmediklerini söyler. Amacı, sinemadan kaçan bu kadınları sinemaya geri almaktır. Tabi Amerikan filmleri furyasından sonra Türk sineması tekrar düşüş dönemine geçer. Bu dönemde Müjde Ar, Şener Şen ve Uğur Yücel ile birlikte kabareler yapmaya başlar. Bundan sonra yapımcılık yapmaya karar veren Müjde Ar, oyunculuk dönemini dörde bölüyor: Aşk-ı Memnu dönemi, melodram ve kadın filmleri dönemi, son olarak da yapımcı olarak Amerikan Sinemasına karşı yapılmış filmler (Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Ağır Roman, Eğreti Gelin) Müjde Ar, sürekli düşmüş ya da düşürülmüş kadın rollerinin değişmez bir kimliğidir. Cinselliğini sevginin bir uzantısı olarak kullanmanın yanında intikam için bir silah olarak da kullanır. Filmlerindeki kötü yazgılı kadının yanında kurtarılmayı bekleyen bir kadın da vardır. Kadını ya cinsellikten soyutlayıp bir melek, ya da tümüyle cinselliğin hiçbir boyut ve duygu içermeyen sınırına tutsak eden şeytan konumuna düşüren sinemamız, Müjde Ar’ın değişik, yadsınmayan ve giderek benimsenen kişiliği ile gerçek kadın kimliğine kavuşmuştur.

2

(Burçak Evren, Yeşil Çam’la Yüz Yüze, Açı Yayıncılık Eylül 1995 İstanbul). Sinemamızda ve toplumumuzda kadın; anaçtır, iyidir, koruyucudur ve ne kadar cinselliğini gizlerse o kadar değerlidir. Müjde Ar kadın karakterlerdeki iyi kadın, şeytan kadın gibi keskin çizgileri olan karakterlere son verip iki karakteri aynı anda ilk kez canlandıran oyuncudur. Bu kadın karakterin ortaya çıkmasında

33


toplumdaki kadın haklarının konuşulmaya başlanması ve feminist hareketin oluşmasıdır. Yani seyirci de artık buna hazırdır. 1980’lerde Toplum ve Sinema 70’lerde sinemada bir yandan seks furyası devam ederken toplumsal konuları işleyen film sayısı da artmıştır. Fahişelerin yuva yıkma öyküleri yerini, umutsuz aşk hikayelerine, neden ve nasıl fahişe olduklarına, bu yoldan nasıl kurtulacaklarının cevabını aramaya bırakmıştır. Örneğin bu döneme örnek olarak Müjde Ar’ın oynadığı ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ filmini söyleyebiliriz. (1973) 80ler darbe sonrası siyasi baskı ve yasaklar dönemi olmanın yanı sıra, liberalleşme ve dışa açılma politikaları ile toplumsal yaşamın ve ahlaki değerlerin de değişim geçirmeye başladığı bir dönemdir. Batılı değerler, toplumsal yapının ahlaki değerlerinde çatışma yaratmıştır. Türkiye’de feminist hareket ortaya çıkmıştır. Cinsellik başta olmak üzere o güne kadar konuşulmayan ve kapalı tutulan konular (cinsel taciz, ev içi şiddet, kürtaj…) daha özgür ve bireysel şekilde gündeme gelmeye başlamıştır. Sinemanın, feminist kuramın ortaya attığı bu alanlardan etkilenmesiyle 80’lerde Türk sinemasında ‘kadın filmleri’ türü ortaya çıktı. Özellikle Atıf Yılmaz’ın filmlerinde öykü; kadın karakterin bilinçlenme, özgürleşme, kendi bedeninin ve hayatının kontrolünü ele alma süreci etrafında şekillenir. Bu filmlerle birlikte yeni bir kadın imgesi de ortaya çıkmıştır. Bu yeni imgeyi oluşturan en önemli unsur ise cinselliktir. Bu dönem filmlerinde fahişeler ve fahişelik de değişim göstermiştir. Genelev fahişesine aşağılayıcı gözle değil insanca bakan ‘Ah Güzel İstanbul’un’ ardından filmlerde Müjde Ar’la birlikte fahişelik de sosyal bir

34


içerik kazanmıştır.3 (Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler 5, Deniz Bayrakdar, Bağlam Yayıncılık, Kasım 2006, İstanbul). “oyuncu olmak başka türlü hayatlarda var olma isteğiymiş” Müjde Ar

35


Persepolis’ten Dersler Onur Keşaplı

Azizm olarak, Mart ayı çalışmalarımızı kadınlara armağan ederken, politik sinemayla ilgili bu köşemizde Marjane Satrapi’nin ödüllü çizgi roman ve filmi, Persepolis’i incelemenin uygun olacağını düşündük. İran’da şeriat devrimiyle gelen değişimi yaşayan, en başta kadınlara uygulanan baskıları gören ve sonraki yıllarda ülkeyi terk eden Marjane Satrapi çocukluk yıllarından itibaren yaşadıklarını kaleme almıştır Persepolis’te. Çizgi roman ödüllerini toplayan ve çeşitli ülkelerde çok satanlar listelerine giren bu yapıt geçtiğimiz yıl Vincent Parannaud ve elbette Satrapi tarafından beyazperdeye aktarıldı. Cannes Film Festivalinde özel jüri ödülü başta olmak üzere sayısız başarı kazanan bu yapıt tekniği anlamında çizgi roman hissini tıpkı Frank Miller’ın Sin City’si gibi birebir yansıtmıştır izleyiciye. O yüzden belki de Persepolis için sinemaya uyarlanmış çizgi roman yerine çizgi romana uyarlanmış film demeliyiz. Persepolis derslerine girmeden önce dilerseniz İran’ın yakın tarihine bir göz atalım. 36


1900’lü yılların başında İran, Kaçar Hanedanı yönetiminde ekonomik ve siyasal anlamda çöküşün ve bölünmenin eşiğine gelmiştir. Böyle bir ortamda orduda önemli bir mevkide bulunan Rıza Han, ordu içindeki ulusalcıları ve özellikle Kazakları örgütleyerek 1921’de darbe yapar. İki yıl sonra siyasi manevralarla başbakanlığa yükselen Rıza Han, Atatürk’ten ciddi anlamda etkilenen bir liderdir. Bu sebeple İran’da çağdaş bir cumhuriyet kurmak ister ancak başta İngilizler olmak üzere emperyalist güçlerin oyunları ve ülke içinde nüfuz sahibi din adamlarının baskılarıyla monarşiyi değiştiremez. Sonrasında ise kurucu meclis 1926 yılında O’nu “şah” ilan eder. Cumhuriyeti kuramamasına rağmen çağdaş bir ülke olma yolunda İran’da büyük reformlara imza atan Şahın en önemli reformları arasında sanayileşmeyi, demiryollarını ve kadınlara tanınan hakları sayabiliriz. Emperyalist İngiltere’nin ve kuzey komşusu Sovyetler Birliğinin baskılarından çekinen Rıza Şah Pehlevi, denge politikası gütmek isteyerek Avrupa’nın yükselen günü Almanya’yla yakınlaşır. Ancak 2. Dünya Savaşı sonunda Almanların yenilmesiyle bu tercihinin sonuçlarına katlanır. İngiliz birliklerinin İran’ı işgalinden sonra tahtı bırakmak zorunda kalır ve ülkeden sürülür. Yerine geçen oğlu Muhammed Rıza Şah emperyalistlerin tüm isteklerine olumlu yanıt verir ve tahtını sağlama alır. 1951 ise İran tahininde bir başka kırılma noktası olup efsanevi lider Musaddık’ın başbakan olduğu yıldır. Önceki yıllardan başlayan ulusalcı ve halkçı politikalarıyla yükselen Musaddık, başta petrol olmak üzere İran’ın doğal kaynaklarının İran halkına ait olduğunu söyler. Önderlik ettiği Ulusal Cephe partisiyle birlikte millileştirme çalışmalarına hız verir. Bu, elbette İran petrollerini elinde tutan ünlü İngiliz şirketi BP ve diğer batılıları kaygılandırır. İngilizler başta olmak üzere emperyalist güçler İran’a ambargolar uygulayarak Musaddık’ın arkasındaki halk 37


desteğini kırmak istedilerse de başarılı olamazlar. Bu gelişmeler üzerine iktidarını tehlikede gören Şah, Musaddık’ı görevden almaya kalkar ancak halkın yoğun tepkileri üzerine kendisi ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Bu olaydan kısa bir süre sonra Amerikan gizli servislerinin planladığı ve yürüttüğü bir darbeyle Musaddık yönetimden uzaklaştırılır ve Şah ülkeye geri döner. Vatana ihanet suçundan bir süre hapis yatan Musaddık ölümüne kadar göz hapsinde kalır. Bir daha politikalarını ve imtiyazlarını bozacak liderler görmek istemeyen Emperyalistler ve Şah ülkede baskıcı bir rejim oluştururlar. Şahı her anlamda destekleyen Amerika, CIA desteğiyle İran’da gizli bir teşkilat oluşturur. SAVAK adıyla kurulan bu gizli teşkilat ülkede muhalefeti yok etmekle görevlidir. Sayısız tutuklamalarda, infazlarda ve işkencelerde bu örgütün imzası vardır. Şiddeti git gide artan baskılar, tüm grupları etkisi altına almaya başlar. Ülkedeki solcular başta olmak üzere liberaller ve diğer kesimler zaten Şah yönetime hep muhaliftirler ancak artan baskılar sonucunda imtiyazlarını kaybetmeye başlayan dinciler de artık muhalefette yerlerini almaya başlamışlardır. 1979 yılındaki şeriat devrimine giden süreçte böyle bir atmosfere sahip İran’da Şah’ın kaçmasıyla beraber sokaklara dökülen solcular ve liberaller ertesi yıl bu sefer Molla Hümeyni tarafından baskı altına alınmış ya da öldürülmüştür. İslam Cumhuriyetini kuran Hümeyni ülkeye şeriat yönetimini getirir. Şahla birlikte imtiyazlarını da kaybeden emperyalistler ise yıllar sonra kitle imha silahı kullandı diye idam edecekleri Irak lideri Saddam’ı, tamda o kitle imha silahlarını vererek İran’ın üzerine gönderirler. Sekiz yıl süren ve milyonlarca insanın öldüğü bu savaş İran’ı yıpratsa da şehitlik propagandasını yaparak Humeyni’nin rejimini sağlama almasına yol açmıştır. Ve İran halen şeriatla yönetilmektedir.

38


Marjane Satrapi, filminde İslam devriminin hemen öncesini ve beraberinde gelişen olayları anlatmaktadır. Sonrasında ise vatanından ayrılmasına sebebiyet veren olayları aktarır izleyiciye. Eserine isim olarak “Persepolis”i seçmesinin sebebi belki o toprakların bir zamanlar dünyanın en ileri medeniyetlerinden birine ev sahibi yapmış olduğunu hatırlatmaktır. Persepolis, milattan önce kurulan ve dönemin gelişmiş imparatorluğu Perslerin başkentidir. Bu yorumumuzla birlikte filmin politik mesajlarına geçebiliriz. Persepolis 90 dakika gibi kısa bir sürede antiemperyalist duruş başta olmak üzere güçlü laik mesajlar da vermektedir. Daha filmin başlarında kızına, yukarıda değindiğimiz İran tarihini kısaca anlatmaya çalışan Marjane’nin babası, Rıza Han’ın ülkenin başına geldiği dönemden bahsetmektedir. Hacivat Karagöz gölge oyunlarını anımsatan bir teknikle aktarılan bölümde Rıza Han’ın Atatürk gibi modern bir cumhuriyet kurmak istemesi üzerine İngilizlerin “neden tüm güçleri Şah olarak kendinde toplayabilecekken başkan olasın, petrolü bize ver gerisini hallederiz” cevabını görürüz. Antiemperyalist duruş, Marjane’nin Viyana dönüşünde yine babasıyla bir diyalogunda izleriz. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşının hiçbir sebep olmadan yapıldığını ve batılı emperyalistlerin her iki tarafa da silah yardımında bulunmasıyla bir milyondan fazla kişinin öldüğünü aktaran baba, izleyiciye batılıların Ortadoğu politikasını bir kez daha göstermektedir. 39


Yukarıda değindiğimiz şehitlik propagandası filmin bir diğer siyasi görüşünü ortaya koyar. Fazla yoruma yer bırakmayacak kadar açık olan bu sahneler filmde tekrarlanmaktadır. “Şehitlerimiz namusumuz için öldü” ya da “ahlaksız davranışlar şehitlerin canını acıtır” gibi söylemlerle ülkenin içinde bulunduğu savaş dehşetini iç politikada yerlerini sağlamlaştırmak için kullanmıştır mollalar. Filmin ideolojik temelinde ise Marjane’nin amcası Anuş’u görürüz. Gençliğinde şahın adamlarından kaçarak Sovyetler Birliğine gittiğini gördüğümüz Anuş, orada Marksist-Leninist teoriyi benimseyerek ülkesine döner ve düşüncelerinden dolayı hapse atılır. Ancak filmde yönetmen, bu karakteri, komünist bir anlatım aracından öte Şahı devirmek için mollalarla beraber hareket eden ve sonrasında %99.99 oyla İslam Devrimine dönüşen olaylardaki yanılgıları temsil eden aydın kesimi yansıtması açısından sunar. Emekçi sınıfın iktidarıyla gelecek özgürlükten bahseden Anuş, şeriatçıların yükselişini geçiş süreci olarak görür. Halkın cahil olduğunu ve özgürlüğünü asla bırakmayacağını düşünen Anuş halkın O’nu asacak yönetime karşı çıkma şansının olmadığını göremez. Çünkü o halk, filmde de Marjane’nin annesinin ağzından duyduğumuz şekilde “Şahtan beter bir yönetim olamayacağına” inanarak gafil avlanmıştır.

40


Filmin laik duruşuna gelecek öncelikle şimdiki İran yönetiminin filmi yasaklarken devlet ve İslam düşmanı olarak göstermesini anımsamalıyız. Film, herhangi bir dinin düşmanlığını yapmadığı gibi sadece İslam’ın bağnazlığını aktarmayı seçebilecekken Hıristiyan bağnazlığa da eleştiri göndermeyi esirgememiştir. Marjane’i kaset alırken yakalayan ve yılanı çağrıştırarak şekilde hareket eden iki kara çarşaflı kadının çizimiyle, Viyana’da Hıristiyan okulunda baskıcı davranan rahibelerin çizimi aynıdır. Persepolis’te elbette İran sokaklarında ki bağnaz uygulamalar sıklıkla resmedilmiştir. Artık duymaya alıştığımız İran ahlak polisinin filmde Satrapi tarafından tek tip çizilmesi belki de yönetimin hedef olarak herkesi tek bir tipe yerleştirme politikasına göndermedir. Ayrıca ülkedeki şeriat uygulamaları filmde net bir şekilde izleyiciye sunulmuştur. Sürekli “başörtünü düzelt” şeklinde uyarılarda bulunan ahlak polisleri, yasaklar sonucunda gizli partiler veren insanların yaşadıkları korkular ve elbette hayatlarını kaybetmeleri, acil hastaların bile ülke dışına çıkmalarına izin verilmemesi ve “Allah isterse düzelir” denmesi, yine yurt dışından İran’a giriş yapanların bavullarında tehlikeli moda dergileri, oyun kartlarının aranması… Persepolis, tüm bu zor koşulları izleyiciyi bir saniye olsun sıkmadan izlettirmeyi başarmaktadır. Bu baskılara dayanamayanların İran’ı terk ettiğini gördüğümüz filmde, hasta Tahir amcaya sahte pasaport düzenlemesi için anlaşılan Koşrov’un yaşamı tehlikeye girdiğinde Türkiye’ye kaçtığını oradan İsveç’e geçtiğini duyarız. Belki çok küçük bir detay ama İran’dan ülkemize kaçan solcuların sığınmalarını imkânsız kılan faşist 12 Eylül yönetimini de anmadan geçemedim doğrusu. Ülkemizden İsveç’e kaçan Koşrov gibi bizim aydınlarımızda çeşitli ülkelere kaçmak zorunda kalmışlardır.

41


Filmin işlediği bu ağır konulara rağmen dinmeyen bir temposu ve oldukça keyifli bir mizah yönü de vardır. Marjane’nle beraber sanki filmin kendisi de büyümektedir. Bir çocuğun hayal gücüyle başlayan film gitgide ergenliğe ve yetişkinliğe doğru yol alır ancak mizah yönünü asla bırakmaz. Örnek olarak ergenlikteki fiziksel değişimin gösterildiği yeri ve aşk acısıyla beraber bulutlar üstündeki mutluluğun nasıl iğrençleşebildiğini gösterebiliriz. Elbette “eye of the tiger” sekansını, televizyondaki “Terminator” karesini ve kaçak kaset satanların “İstevie Vonder-Jichael Mackson-Iron Maiden” seslenişlerini anımsamadan geçemeyiz. Konularımızdan bir diğeri olan kadın teması olarak baktığımızda ise Persepolis’te, baskıyı daha korkunç boyutlarda görmekteyiz. Devrim sonrası bir anda zorla türbana sokulan saçlar için Marjane’nin öğretmenin söyledikleri herhalde dünyada en çok Türk izleyiciye tanıdık gelmiştir: “Türban özgürlüğü getirir. İffetli bir kadın kendini erkeklerin bakışlarından korur. Kendini teşhir eden cehennemde yanar.” Bu söze verilen en iyi cevaplar Satrapi’nin Persepolis’inde saklıdır. Marjane’nin annesi, saçlarını daha iyi kapatması konusunda kendisini kaba bir dille uyaran polise daha saygılı olması gerektiğini söylediğinde cevap olarak “ne saygısı, ben senin gibileri düzüp atıyorum”u alır. Kapanmasına rağmen sözlü tacizlere maruz kalan kadınlar ayrıca rahatsız edici bakışlara da katlanmaktadırlar. Sevgilisiyle buluşmayı bekleyen Marjane’nin kalçalarına bakan adam gibi benzer bir şekilde okula geç kaldığı için koşan kızı azarlayan ahlak polisleri de vardır. Gerekçeleri ise ilginçtir “koşmamalısın çünkü arka tarafın müstehcen bir şekilde sallanıyor”. Görüldüğü gibi kapanmak sapkınlıklardan korunmak için asla çözüm değildir. Zaten baskılara rağmen “insan” olmanın getirdiklerini engelleyememiştir yobazlar. Kızlar erkekler 42


birbirleriyle hala ilgilenmektedirler. Verilen partilerin hepsi alkollüdür. Hatta cinsel çağrışımların engellenmesi amacıyla derste Boticelli’nin ünlü Venüs’ün Doğuşu adlı eserini sansürlü veren yönetime rağmen Marjane ve kız arkadaşları öğretmenlerinin burnundan cinsel organ çizimi yaparak gülmektedirler. Yönetimin kadınlara bakışı konusunda bir diğer örnek yukarıda da değindiğimiz İran-Irak savaşı sırasında asker toplama yöntemleridir. Genç erkeklere verilen plastik anahtarla şehit olduktan sonra kadınlarla dolu cennete girişin güvencesini veren yönetim aslında dünyada tüm bağnaz ve insanlaşamamış erkek egemenliğin cennet hayalini hatırlatmaktadır. Persepolis’te kadın ve özgürlük kavramlarını temsil eden karakterlerin başında Marjane’nin büyükannesi gelmektedir. Torununa verdiği öğütlerle ve ekrana yansıtıldığı şekliyle baskılara boyun eğmemenin sembolü şeklindedir. Örneğin sırf ilişkilerini rahat yaşamak için evlenen Marjane ve sevgilisinin bir yıl sonra anlaşmazlığa düşmesi sonucunda boşanabilmesi için gücü veren büyükannedir. Arkadaşlarının anlattıkları üzerine dul kadınlara yaklaşımın nasıl olduğunu öğrenen Marjane’nin korkusunu, kendisinin boşanmanın daha da kötü karşılandığı zamanlarda boşandığını anımsatarak yıkan büyükannedir. Ayrıca kadın bedeninin resmen ayıplandığı kadın olmanın ise ikinci sınıf insan yaklaşımı gördüğü bu rejimde büyükanne küçük Marjane’i bile hayrete düşürecek şekilde diri göğüslere sahiptir çünkü her gün soğuk suya tutmaktadır onları. Kadınlığın direnişi ise filmde bir sembolle daha da güçlendirilmiştir. Bu sembol filmde yer yer görüntü olarak bazense diyaloglarda karşımıza çıkan yasemin çiçeğidir. İlk olarak bu çiçeği komünist olduğu için idama mahkûm edilen ancak bakire birini öldürmek yasak olduğundan önce tecavüze uğrayan Nilüfer’in elbisesinde görürüz. Daha sonra Marjane’nin anlatımıyla büyükannenin sutyenini her çıkarışında göğüslerinden etrafa büyülü bir şekilde dökülen ve güzel kokular salan yaseminleri izleriz. Büyükanne her sabah topladığı yaseminleri güzel kokmak için sutyenine koyduğunu söyler ve aynı diyaloğu filmin sonunda tekrar izleyiciye aktarır yönetmen. Burada yasemin, her türlü baskıya rağmen kadınların kadın olmaya devam ettiğini, kendini güzel hissetme ve bedenini sevme duygusunun direncini temsil etmektedir. Film, sembolik yaklaşımını, ölüm temasının korkunçluğunu anlatırken de sanatın güzelliklerine ve gücüne başvurarak yapmıştır. Marjane’nin evlerinin yakınında bir bombalama sonrasında ilk defa ölü biri gördüğünde suratının aldığı ifade, ünlü ressam Münch’ün kendinden de ünlü tablosu Çığlık’ı anımsatmaktadır bizlere.

43


Sonuç olarak gündemden düşmeyen “İran olur muyuz?” sorusuna benim vereceğim yanıt, bizim Türkiye olarak kalacağımızdır. Ancak o Türkiye İran’dan bile beter olabilir. Çünkü İran’da şeriat bir günde tepeden geldiği için halk tarafından benimsenmemiştir ve insanlar en ufak fırsatta yönetimin istemediği şekilde yaşamaktadırlar. Ancak biz de İslamcı anlayış alttan alta yayıldığı için gelecekte bir gün insanlar tek doğrunun şeriat olduğunu düşünebilirler. Filmde Marjane’nin babasının, kızıyla sevgilisi el ele tutuştu diye verilen kırbaç cezasından kurtardıktan sonra söylediklerini, umarım bizler çocuklarımıza söylemek zorunda kalmayız “15 yaşındayken annenle burada ele ele dolaşırdır. Ülke aynı ülke ama şartlar artık farklı”. Marjane Satrapi’nin cesur sanatçı duruşundan çıkaracağımız daha çok ders olduğunu hatırlatarak kitap önerisiyle yazıyı noktalamak istiyorum. Bu konularda filmin aktardıklarının ötesine geçip derse devam etmek isteyenlere Stephen Kinzer’in ünlü kitabı Şahın Bütün Adamları’nı, daha çok yasemin kokusu isteyenlere ise Satrapi’nin ülkemizde ikinci baskısına geçen çizgi roman kitabı Persepolis’i şiddetle tavsiye ediyorum.

44


45


13: Kedikadın Cemil Can Söylemez

- "Ökseotu. Eğer yersen ökseotu ölümcül olabilir." "Ama eğer hakkını verirsen bir öpücük daha ölümcül olabilir." - Hangi film bu? - İki ay önce sen yokken ben hakkında birkaç kelime etmiştim, "Batman Returns"den bu sahne. - Ah, tamam hatırladım. Maskeli balo sahnesi, Siouxie and the Banshees'in Face to Face parçası, Bruce Wayne'in ve Selina Kyle'ın maskelerinin düştüğü sahne.

46


- Ta kendisi. - Tahminimce Batman diye değil, kadınlar günü münasebetiyle Kedikadın'a bağlamaya çalıştın mevzuyu. - Ta kendisi. - Selina Kyle ne yapmış kadınlar için? - Valla baya çalışmış. Genelde hırsız olarak görünen bir karakter ama çalıştığı bütün alanlarda erkek hegemonyasını yerle bir etmeği vazife edinmiş kendine. - Ama bir erkeğe pençesini takmış o da... - Batman!

47


- Bravo! Peki bu Kedikadının kimliği hakkında muammalar var neden acaba? - Şimdi şöyle, ilk Batman'in 62. sayısında gözüken Kedikadın maske bile takmaya gerek duymaz. Amnezi geçiren bir uçuş görevlisidr. Hafıza kaybını, korkunç geçmişinden saklanmak için uydurur gerçi. Frank Miller'ın Batman: Year One öyküsünde Kedikadın'ın karakteri yeniden yaratılır ve kedi seven bir hayat kadını olarak karşımıza çıkar, Batman'le karşılaştıktan sonra da kostümlü bir hırsız olmaya karar verir. Bu versiyondan sonra Selina karşımıza kötü karakter olarak değil de bir anti-kahraman olarak çıkar. Zaman zaman suç örgütlerine, mafyaya katılmış olsa da kendi amacı farklıdır. 1992 yılının Batman Returns filmindeki Selina Kyle betimlemesinden sonra ise karakterin popülerliği arttığı için kendi çizgi roman serisine kavuşur. Genelde uluslararası bir hırsız ve kafa avcısı olarak karşımıza çıkar. - Ve unutmaman gereken kısım bütün çizgi roman kariyeri boyunca Batman'in hayatının önemli bir parçası olması - Evet oraya gelecektim zaten...

48


- Ben geldim. Bütün maceralarında-neredeyse- Batsy Kedikadını bir şekilde kurtarır. Onun dışında her karşılaşmalarında aralarında bir flört durumunun bir aşk hikayesinin geçtiğini görürüz, hatta Kedikadın Batman'in tek gerçek aşkıdır da diyebiliriz. Onun dışında ikili arasında, Batman Returns'de olduğu gibi bir kedi-fare kavgası durumu vardır. - Hatta 1950lerde Selina Kyle Bruce Wayne ile evlenir ve de Helena Wayne isimli bir kızları olur. - Selina- Bruce, Bat-Cat arasındaki ilişki paralellik göstermekte zaten. - Bir de Hale Barry'nin oynadığı Catwoman filmi var?? - Evet ya ne hale getirdiler Kedikadın'ı o filmde??? - İsmini bile değiştirdiler değil mi? - Patience Phillips - Selina çizgi romanlar boyunca hırsız oldu, fahişe oldu, şirket sahibi oldu, sekreter oldu ama hiç biri o film kadar başarısız değildi. 49


- Karakterde genelde bir ezilmişlik, horgörülmüşlük, şansızlık var değil mi?;

- Evet ama genel olarak baktığımızda Selina Kyle erkek egemen dünyasından çok zarar görmüş, kullanılmış ve yapılan feci zulümlere maruz kalmış. Ama görüyoruz ki o kadar çeşitli karakter çizgilerinde mutlaka onu Kedi olmaya sürükleyen, baş kaldırmaya iten bir kırılma noktası olmuş. Sadece zulüm gören kadınlara yardım etmekle kalmamış ayrıca hayvan hakları savunucusu olarak da görüyoruz kendisini. -Panter Emel gibi mi? - Ondan biraz daha aktivist gibi. Mesela çok başarılı bir seri olan Batman: The Animated Series çizgi filmlerinde Selina Kyle, Michelle Pfeiffer gibi sarışındır, sonra esmer olur nasıl olduğunu bilemeyiz gerçi, neyse, kendisi hem hırsızdır hem de nesli tehlikede olan kedi türlerinin de yılmaz koruyucusudur. - Michelle Pfeiffer demişken, ne kadar güzel Catwoman olmuştu o...

50


- Evet Tim Burton'ın aklımıza kazıdığı nice karakterlerden biri. - Filmde geçen ikilem mevzusu Burton'ın genelde işlediği konulardan biridir, ayrıca Batman ve Kedikadın arasındaki ilişkiye cuk diye oturur, ki bence bu filmi en çekisi hale getiren unsurdur. Michelle Pfeiffer da her iki karakteri de o kadar güzel oynamış ki aklıma Kedikadın diyince çizgi romandakinden ziyade filmdeki imajı geliyor. - Çok fazla kadın karakter var çizgi roman dünyasında ama en ilginç olanı bu sanırsam - Bütün kadınlar ilginç değil midir azizm?

51


Femme’in Fatale Hali… Selin Süar Pek çoğumuz mitoloji ve din anlatılarında, insanlığın var oluşuna dair çizilen dişi ve erkek karakterlerini Havva ve Âdem olarak biliriz. Geri kalan cennetten kovuluş öyküsü yine bildiğimiz gibi, Havva’nın Âdem’e ‘yasak’ elmayı verişiyle ve o günden bu yana insanoğlunun ‘kadın’ yönünün bin bir musibetle donatılmasıyla son bulur. Kadın ikincil plandadır çünkü o ancak Âdem’in var oluşuyla var olabilmiştir, “kadın her ay regl olur çünkü kuralları çiğnemiştir” gibi… Bir diğer taraftan kadına ait bir özellik olan doğurganlık, tüm musibetlerin nedenlerini açıklayan bir ironi olarak da karşımıza çıkar. Yüzyıllar boyu toprağa ‘ana’ diye hitap edilmiş, yaratılış efsanesinin dışında kadın olarak tasvir bulan Tanrıçalar ‘yenilenme’ ve ‘doğurganlığın’ yansıması olarak vücut bulmuşlardır.

Durum böyle olunca ‘iyi kadın’, ‘kötü kadın’ ayrımı özellikle Sanayi Devrimi sonrası yapılmaya başlanmış, ama kadının ‘fatale’ hali, yani öldürücü, ölümcül, çok tehlikeli, mahvedici, kaderde olan, talihsiz, önüne geçilemez, kaçınılmaz halleri, erkeğin aklını çelen, dişiliğini kullanarak erkeğe istediğini yaptırtan fettan, tehlikeli kadın; geleneksel aile yapısına göre evde erkeğini bekleyen, 52


çocuklarına bakan, erkeğin her dediğini kabullenen kadının karşısında bir aykırılık, bir isyan veya bir ‘Lilith’ olarak yer almıştır. Yeri gelmişken, Tevrat’ta geçen Lilith’ten de bahsetmek yerinde olur. Rivayete göre Âdem’in ilk eşi olduğuna inanılan ve Âdem’le beraber yaratılan Lilith, Âdem’e boyun eğmeyi reddettiğinden ve onunla eşit olduğunu savunduğundan dolayı cennetten uzaklaştırılır. Böylece Âdem’in kaburga kemiğinden Havva yaratılır. Lilith böylece, Havva’dan doğacak her çocuğu öldürmeye yemin eder ve neredeyse her toplumun kültüründe ‘yeni doğum yapan kadının yalnız bırakılmaması’ inancı farklı isimlerde bulunan Lilith’in gelip bebeği öldürme korkusundan kaynak alır. Türk mitolojisinde de yer alan ‘albastı’, ‘alkarısı’, ‘gulyabani’ gibi mitler Tevrat’ta, var olduğu rivayet edilen Lilith’ten başkası değildir. Konuyu çok değiştirmeden tehlikeli kadın imajına geri dönecek olursak, aslında bu tip kadınlardan kadınların da korktuğu ve çekindiği, çünkü onu rakip olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Her ne kadar erkek egemen toplum desek de bütün suçu erkeklerde bulmamız gerektiği yönünde bir düşünceye sahip olmak çok düz düşünmeyi gerektirir. Çünkü aslında elindekini kaybetmekten korkan her kadın, mücadeleyi göze alarak, olayları önceden tartabilerek kendinden hiç beklenmedik davranışları sergileyebilmektedir. Bunun da ötesinde, her kadının ergenliğe girişiyle beraber, diğer kadın rol modellerinden edindikleri izlenimlerle, güzelleşme çabaları, kendini çevresindekilere beğendirme istekleri yalnızca erkekler için değil, kendi cinsiyetindekilerin yanında da onlardan daha iyi olma itkisinden ileri gelir.

53


Özellikle Film Noir (Kara Film) türünde gördüğümüz Femme Fatale, her erkeğin başını döndürebilecek bir güzelliğe sahip, akıllı, baştan çıkarabilen ve böylelikle erkeğe her istediğini yaptırabilen, gerektiğinde cinayet işleyen bir kadın tiplemesidir. Diğer bir deyişle “erkekle işi bittikten sonra”, erkek onun için işe yaramamaya başladığında onu bir karadul gibi kendi hayatı için ortadan kaldırır. *** Vücut hatlarıyla, düşünüş biçimiyle, detaylara dikkat edişi, evi çekip çevirişiyle ayrıcalıklı bir yere sahip olan ve diğer yandan geleceğin Âdem ve Havva’ları üzerinde etki bırakabilmesiyle kadın; erkek egemen sistem üzerinde korkulacak bir yere sahip olmuştur. Hıristiyan Ortaçağı’nda kadına akıl almaz işkenceler uygulanmış, kadın, kurallara karşı geldiği an cadı veya şeytan ilan edilip diri diri yakılmıştır. Tüm kötülükler, kadından gelir. Kötü ruhani güçlerle işbirliği içinde olan, büyüyle uğraşan, aklı kötülüğe çalışan tek varlık kadındır. Çünkü kadın konuşunca, bakınca erkeği büyüler. Denilir ki kadının yedi nefsi vardır, hepsine karşı durur; erkeğin bir, ama erkek ona bile karşı çıkamaz. Erkeğin zayıflığından dolayı din yasalarında ‘tehlike’, ‘satılabilen ve satın alınabilen mal’, ‘köle’ olarak görülen kadının durumu İslamiyet’te, Peygamber’in özellikle de kızına gösterdiği davranışlar nedeniyle biraz olsun yumuşasa da erkek egemen sistemin söz sahibi olduğu yerlerde kadın yine geç kalınmadan aşağılanabilir ve çalıştırılabilir bir statüye sahip olmakta gecikmemiştir. 54


Erkek tarafından bir yandan tapulu mal muamelesi gören kadın, diğer yandan namusunun korunması gereken, olur ya kadına herhangi bir leke gelirse ailenin yedi ceddini etkileyebilen bir ölüm kalım meselesine dönüşen ahlak abidesi konumu, Sanayi Devrimi ve toplumların değişmeye başlamasıyla yavaş yavaş değişime uğramış, eve ekmek getiren yalnızca erkek değil, kadın da olmuştur. Erkek eline bakmamanın ve kazancın getirdiği söz söyleme özgürlüğüyle toplumda sesini daha çok duyurabilen kadın, tercihlerini daha rahat yapmaya başlamış, Âdem’lerin yanında hayat mücadelesinde yer almıştır. Femme Fatale tipler, geleneksel aile yapısına eğilim gösteren kanunlar, kurallar, inançlar çerçevesinde filmlerde bile bir şekilde kaybetmeye mahkûm olsa da asıl tehlike görünenin ardında yatmakta. Çünkü ne kadar reddedilse de her Havva, içinde biraz Lilith bulundurarak kimi zaman bir Femme Fatale olmaktan zevk almakta, her Âdem de bir Femme Fatale’in eline düşmekten ister istemez keyif duymaktadır.

55


Pippa Bacca’yı Değerlendirme Ümran Bulut Tabii utanılır, sıkılınır. En önemlisi içlerin sızıması ve ardından gelen sorular: Türkiye’de sanat nerede? Türk insanı nerede? Sanat ve toplum birlikteliği nerede? Sanatçının asıl adı Giuseppina Pasqualino di Marineo, tanındığı ismi Pippa Bacca. Sanatsal duruşuyla dünya barışına katkıda bulunmak istiyor. Çağdaş sanat açılımlı bir tarzı yeğliyor, gelinliği ile Tel Aviv’e ulaşmak istiyor. Yolu Türkiye’den de geçiyor, ancak geçemiyor ülkemizden sanatçı. Tecavüze uğruyor ve öldürülüyor… Anlatması zor, kabul edilmesi olanaksız bir vahşet! Oysa, sanatsal girişimi sürecinde ülkemizde kayıp olduğu haberi kulaklarımızda çınlamış ve belki de çoğumuzda bu kötü sonu çağrıştıracak düşünceler oluşturmuştu. Çünkü ülkemizde kadına bakış açısının darlığı, yobaz eğilimlerin güncesi biliniyor. Kadının çağdaş duruşuna ve düşünebilmesine karşı sürdürülen savaş da olağanüstü boyutlarda. Gerilemeler çeşitli katmanlarca Türkiye’nin gerçekleri bağlamlı savunulurken özgürlükler ve demokrasi başlıklarının altı hoyratça oyuluyor. Kadının varlıksızlığı neredeyse topyekûn kabul görüyor.

Buna sanata bakışa karşı gelişmemişlik, sanatın paylaşımının ne denli gereksiz kılındığı, düşünsel düzlemdeki geçersizlik de eklendiğinde “Bacca nın işi çok zordu.” demek, bir anlamda bu çağdışı sonuca işaret ediyordu. 56


Çağdaş sanatçılar dünyanın her yerinde üretimsel bağlamlı teknolojiden, zaman dilimselden, mekândan, ses boyutlarından, kokulardan yararlanmaktalar. Bacca’nın tarzını belirleyip yola koyulması bu bağlamda gerçekçi bir yaratışın öyküsüydü. Toplumumuzda sanat gereken biçimde kabul edilmiş olsaydı, genç bir sanatçının özgün tavrıyla yola koyulmasının ilginç ve öyküsel bir yapıta dönüşeceği bilinebilir, kendisine saygı gösterilirdi. Sanat, bireysel bir üretim oluşunun yanında eğitimsel olarak da insansal paylaşıma açık bir olgudur. Eğitimli olunduğu sürece toplumun tüm katmanlarınca hissedilebilinir. Kültürel zenginliğin özüdür. Çağcıl olur, gelecek için aydınlatıcıdır, üretimleri, yaratıcılık, özgürlük bağlamlı oluşumları yönlendirir. Toplumsal gelişmelerde başattır, öncüdür, yönetendir sanat. Yönetilen olamaz!

Söylediğim çağdaş yapılanmalar, bireyler için geçerli tabii ki. İnsanın sadece yeme içme, alış veriş tutkusuyla geçiştirilen beynine sanatın katkısının olabileceğini düşünmek elbet biraz hayaldir. Ancak sanatı insanı insan yapan öncülerden kabul etmemek, ondan yararlanmamak akılsızlıktır. Bu bağlamda Fazıl Say’ın eleştirisiyle ne denli haklı olduğu bir kez daha irdelenmelidir. 57


Safdil oluş bebeklikten başlatılacak eğitimsel bilinçle engellenmediği sürece ne denli çağdışı insanların yetiştiği görülmelidir. Türkiye geneline bakıldığında özellikle çağdaş sanatın paylaşımı İstanbul’ daki çizgisinden tartışmasız farklıdır. Öyküsel, teatral, dışavurumsal, kavramsal çok örnek var İstanbul’da -belli kesimlerce- izlenen. Oysa sanatın paylaşımı toplumsal bir gerçek olabilmelidir. Bacca’ nın yola çıkarken bu paylaşımı içselleştirdiği ve belki de eğitimsel bir döngüyü heveslediği düşünülmesi gerekendir. Sanatçının ülkemizde öldürülmesini hayal bile etmek istemiyoruz. Ama oldu. Değerlendirilmeli.

58


Sanat ve Kadın Engin Taş “Sanatın işlevi nedir?” sorusu sanat tartışmalarında sık sık gündeme gelir. Bu soruya verilen yanıtlar da bir anlamda sanatçının bireyci mi-toplumcu mu olduğu konusundaki yerini belirler. Aslında göz ardı edilen önemli bir şey var: Sanatın işlevi ile kadının işlevi aynıdır. Sanat, olandan yola çıkıp olması gerekeni doğurandır. Kadın da öyledir. Bu bağlamda sanat da kadın da gelişimin en yoğun, derin ve güzel iki öznesidir. Sanat, barıştan yanadır, kadın barışın kendisidir. Sanat, toplumun hep bir adım önünde olan ve onu geleceğe taşıyan; kadınsa o geleceği bizzat doğurandır. İkisi de yapıcıdır, doğası gereği. Bu nedenle sanat da kadın da toplumun bir parçası olarak toplum için vardır. Kadının, yapıcı ve barıştan yana olması, zaman zaman bazı sanat akımlarının (Tabii bunlara sanat denirse) bile tepkisini çekmiştir. Kadını, gelişimin önünde engel, durağanlığın doğurganı görmüşlerdir. Kadını böyle algılayan bu akımın(Fütürizm) sanat anlayışı, sanatın özüne aykırıdır. Kadını küçümseyen, savaşa ve militarizme övgüler yağdıran bir sanat olabilir mi? Hayata böyle bakan birileri, kendilerine sanatçı demiş deseler de sanatçı olabilirler mi? Yaşamı bu şekilde, (savaş-militarizm-kadının aşağılanması, makine tutkusu) algılayanlar elbette kadını gelişimin önündeki engel olarak görürler. Gelişimi savaştan ibaret sayanlar için elbette kadın, ürettiklerinin heba olmasını engelleyen bir güç olacaktır. Hiçbir sanatçı, ürettiklerinin ve emeğinin harcanmasını istemez. En derin ve üretken sanatçı olan kadın, kendisi için dünyanın en güzel sanat eseri olan evlatlarının harcanmasını elbette istemez. İşte aslında tam da bu noktada, doğanın ona bahşettiği doğurganlık ve doğurduklarını koruma noktasında, kadın da gerçek sanat gibi barıştan yanadır, yapıcıdır, toplum için vardır.

59


Anlayamadığınız Kütle Problemi! Ezgi Sandal Erkek egemen bir feodal yapının alışkanlıklarını geninde taşıyan bir Türkiye’de, kadını, erkek hegemonyasından kurtarıp kadın ve erkek eşitliğinin sağlanması zorunlu bir hal almıştır. Hele ki Türkiye’nin içinde bulunduğu son 7 yılda, topluma düşen bu görev daha da büyük bir zorunluluk haline gelmiştir. Kadının toplumdaki rolünü, erken yaşta evlendirilen, evinde oturarak kocasını bekleyen, yemeğini, temizliğini yapan, çocuklara bakan, varsa evde yaşlı, hasta vs. bakımını üstlenen, eğitimsiz, okuyacak da ne olacak mantığıyla gören ve sözüm ona kadını namus objesi olarak nitelendirip sarıp sarmalayıp, içini boşaltıp, üzerine bir barkot yapıştırıp, eşya-mal sıfatını yapıştıran ve tüm bunları halkın geniş kesimlerine benimsetmek amacıyla, çıkardığı yasalarla olsun, yanlı medyasıyla olsun, yurtları; okulları; dershaneleriyle olsun, büyük bir baskı kampanyası başlatan iktidar sahipleri artık kadının uyanışıyla ağır bir cevabı çoktan hak etmiştir. Kadınıyla ve erkeğiyle… Kadını eve kapatıp, salt işinin en az 3 çocuk doğurması olduğunu düşünen bununla da kalmayıp Trabzon’da, “3 yetmez 6 olmalı” diyen zihniyet, kadına bu aklı verirken “ev hanımı” olarak sıfatlandırılıp, gün içinde her türlü işi karşılıksız yapan emekçi kadınlara gelir sağlıyor mu? Hayır! Çıkarılan Sosyal Güvenlik Yasası ile koyduğu engellerle iş hayatında yer alan emekçi kadınlarımıza 6 çocuğun geçimini sağlayacak ne bütçe ne de imkân veriyor! Emeklilik yaşı 65 yapılarak, emekli prim gün sayısı 7 bin günden 9 bin güne çıkarılıyor. Orman işlerinde veya tarım işlerinde hizmet verip sürekliliği olmayan işlerde çalışan kadınlar da zorunlu sosyal sağlık sigortasından yararlanamayacak. Emzirme ödeneğini de yataklı tedavide günlük kazancın yarısı, ayakta tedavide ise üçte iki oranında olarak sunup, pazarlık içine giren hükümetin toplumda ve iş hayatında üreten emekçi kadınlara tavrını açıkça görüyoruz! Çıkarılan Sosyal Güvenlik Yasası, geçim derdindeki kadını tüm bu olumsuzluklar ve engeller içinde ,“Nasıl olsa emekli olamam, sigorta primimi bana öde ya da beni sigortalı yapma” mantığına zorlayarak kayıt dışı çalışmaya yöneltecek veya evine kapatacak ve bu en çok kadınların istihdamını olumsuz etkileyecek! Kadının iş hayatındaki, yargı önündeki, evdeki kısaca toplumdaki rolünün değişmesi ve pozitif ayrımcılık ilkesiyle erkekle eş konuma getirilmesi 60


zorunludur. Okuyan, öğrenen, çalışan, üreten çağdaş, emekçi kadınlarımızın sayısı artmalıdır. Baskının, dışlanmışlığın, ezilmişliğin gölgesinde kalmış kadının artık başkaldırma zamanının geldiğini ve geç bile kalındığını düşündüğümüz şu zamanda kadınlarımızın kurtuluşu adına her türlü mücadelenin destekçisi olunması boynumuzun borcudur. Sayın adaletten ve kalkınmadan yoksun zihniyet, aklınızın her işe çalışıp da bunda takıldığı, duymamak için naralar attığınız, kabullenmemek için çıkardığınız sağlıksız-sigortasız yasaların arkasına saklandığınız, görmemek için gözlerinizi yumduğunuz, öyle bir yumduğunuz ki, o karanlık içine hapsolduğunuz, ürküp, bir türlü anlayamadığınız kütle problemi: "İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?" Mustafa Kemal Atatürk

61


Mart Dileği Duygu Yılmaz Kadınlar, toplumca takılan prangalarla, tabular, “olmazsa olmaz”lar ve olması gerekenler labirentinde kıvranarak ilerlemeye çalışırken, yıl 2009 olsa bile, Nazım ustanın da dediği gibi,”soframızdaki yeri, öküzlerimizden sonra gelen…” yargısı, tüm gerçekliğiyle devam etmekte hala. Kız çocuklarının eğitimini sağlama amacıyla başlatılan çalışmaları yürüten sivil toplum örgütlerinin sayısı, kadınlara yönelik şiddeti engelleme ve bu soruna çözüm bulma çalışmalarını yürüten kuruluşlara yaklaşmış durumda. Bu kuruluşlardan, amaçları çıkar sağlama olmayanları çıkardığımda elimizde kalan komik rakamsa en az bu kuruluşların varlığı kadar düşündürücü. Düşündürücü diyorum; çünkü bu kuruluşların sayısının çoğalması, ilgilendikleri problemlerin çözümsüz biçimde arttığı gerçeğinin canlı bir kanıtı. Köylerde ya da kırsal kesimde yaşayan kadınların sorunları, anlatılamayacak kadar büyük gözükse de kentlerde yaşayan kadınların da en az onlar kadar şanssız olduğunu gösteren birçok anlatı var etrafta. Kentli kadınların mesleği ne olursa olsun ikinci yükümlülüğü evi ve erkeğiyken, yeri geldiğinde ailenin yeri geldiğinde ise annenin bir parçası gibi gözüken çocuk büyütme işi de kadına verilen cezanın taçlandırılmış biçimi. Çalışan erkeğin yaptığı işin, evine para getirme olarak nitelendirilmesiyle birlikte, çalışan kadının çoğu aile içinde boşanma olasılığına karşı, ekonomik özgürlüğünü kazanmaya çalışan, yarı sadık kadın gibi görülmesi ve bazen de bunu yapabilmek için erkeği ikna etmek durumunda kalması, kadının ikinci sınıf insan yerine bile konmadığının önemli bir ölçütüdür. Kadın, önüne konan engeller ve zorlaştırılan şartlarla, adeta erkeğin bir alt sınıfı olarak kalmaya mecbur edilmektedir. Evlilik kurumunun sözde tanımı-ülkemiz için konuşmak gerekirse-erkek için, temiz bir yuva, sıcak yemekler, sınırsız bakım, temiz kıyafetler ve tamamen erkeğe ait bir eşten ibaretken; kadın için, sınırsız hizmet ve sonsuz sadakattir. Erkek, eşini evlilik öncesinde ya da sonrasında aldattığında kaçamak olarak adlandırılırken, kadının en ufak bir hareketi, hayatını değiştirebilir, sokakta yürüyemeyecek hale gelebilir. Doğudaki töre cinayetleri, şehirlerde dayaklara dönüşmektedir. Erkeklerin çoğu, evlendikleri kadın kaçıncı sevgilileri olursa olsun, kadının hayatında ilk ve tek olmak isterler. Evlilik öncesi cinselliğin, kişilerin en doğal ihtiyacı olduğunu savunan çoğu kadın da toplumun koyduğu tabuları, kendileri için henüz devirememiş kişilerdir. Burada sorun, yanlış namus tanımıyla birlikte gelen kadın-erkek ayrımıdır. Burada sorun, kadına bakış açısıdır… 62


Yıl 2009 iken bir şeylerin değişmesinin zor olduğuna inanmak bu kadar zorken, gençlerin eski kavramları değiştirip yanlışları arındırması bir Mart dileği olsun. Kadınlara selam olsun! “ayın altında kağnılar gidiyordu. kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon'a doğru. toprak öyle bitip tükenmez. dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekti. kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle. ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altında akan toprak toprak ve topraktı gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki 63


ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar oynuyordu. ve ayın altında kağnılar yürüyordu akşehir üstünden afyon'a doğru…” Nazım Hikmet Ran Tutunmaya çalışan kadınlar için bir Mart önerisi: “Aysel Özakın-Genç Kız ve Ölüm”

64


İvedikleşen Bir Sanat: Türk Sineması Ümit Hüseyin Girgin Az gelişmiş bir ülkenin kültürünün de mutlaka az gelişmiş olması gerekmez. Rocha Glauber. Skolâstik döneme ait bir kavram olan Sensorium tüm duyu organlarından gelen algıların zihinsel bir tasarım oluşturacak şekilde toplandığı tek bir organ anlamına gelmektedir. 1 Bir başka deyişle insan varlığının dışında kalan her şeyin duyu araçları aracılığıyla temsil edildiği, ancak bu temsil edilme gerçekleşirken, temsil eden kadar temsil edileninde birbirini etkilediği, dönüştürdüğü bir aşamaya sensorium diyebiliriz. İçinde bulunduğumuz dünya da bu temsil etme, edilme işlevi sanat dalları tarafından yapılmaktadır. Modern sanat dallarından olan sinema belki de yapısı ve içeriği ile bu tanıma en yakın olabilecek sanattır. Bir sanat ve endüstri ürünü olarak kültürel hayatımızın içinde olan sinema, icat edildiği günden bugüne kadar sosyo-kültürel, politik ve ekonomik anlamda içinde yaşadığı koşullardan ve çevresinden etkilenmiş ve bu yaşanışları görüngüsel olarak dönüştürerek toplumlar ve insanlık üzerinde yeni anlamlar üretmiş görsel ve işitsel bir sistemdir. Bu yönü ile sinema sadece edilgin bir sanat değil sistem üzerinde de doğrudan etkinliği olabilen bir sanattır kısacası sinema bir ışık kaynağından çıkan ışınları hareketli resim film şeridinin üzerinden geçirmek ile kalmamıştır çok daha ilerisine gitmiştir. Bu ilerleme sürecinde sinema insan yaşamını gerçekçi bir şekilde ele alan anlatılar gerçekleştirmesinin yanında, katarsisi de (filmi izledikten sonra izleyicide oluşan rahatlama) hedefleyen filmler yapmıştır. Katarsis zihinsel süreçlerin geri plana itilip duygusal süreçlerin öne çıkarıldığı bir durumdur. Düşünmeyi ve zihinsel edimi daha geri plana iten anlayış ise bugün modern toplumların başlıca özelliklerindendir. Düşünemeyen modern insanın bilinçdışını dahi ele geçiren kitle iletişim araçları dolayısı ile sinema, toplum içindeki bireyi eşik bekçilerinin söylemlerinden de yararlanarak conformist ve edilgin bir hale getirmiştir. Böyle bir arzusu olan iktidar özneleri toplumun nesne konumundan, kendisini ve çevresini; din, okul aile kurumlarını sorgulayan özne konumuna çıkmasına hiçbir zaman izin vermemişlerdir.2 Bu dayatmacı ancak ikna yollu modelle yaşamaya alışmış olan toplum bireyleri artık uzun süren sessizlikleri ile tepkilerini göstermektedirler. 1

Metin Gönen Paradoksal Bir Sanat Sinema, versus Kitap Mart 2008 , s.25 Ertan Yılmaz ,Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam filmleri, Antrakt Sinema Kitapları 1. Baskı Eylül 1997 s.9 2

65


Modernizmin kökenleri ilk olarak Avrupa’da atılmıştır. Bu anlamda zihinsel ve kültürle anlamda Avrupa ile aynı yoldan gitmeyen bir topluluğun, (günümüzde bu toplumları 3.dünya olarak adlandırılmaktadır) modern toplumlar olarak adlandırılamayacağı kesindir. Ancak bu toplumların tepeden inme modern anlayışı ve kendi benlikleri arasında kalmış sıkışmış toplumlar olabileceğini belirtmek gerekir. Türkiye’de Osmanlı Devleti’nden, Cumhuriyetin kuruluşuna ve günümüze kadar kendi doğrultusunda ilerlemek isteyen ancak darbe ve baskı rejimleriyle modernizmin şablonlarına uydurulmaya çalışmıştır. Batılı diplomatların, devlet adamlarının yerli işbirlikçilerle anlaşmaya vararak kendi kafalarında ki şablonu ülkemize uydurmak istedikleri, bu yüzden de kendi yolunu çizmeye çalışan bir ülkenin evlatlarının acılara gark olduğu bir duruma sürüklenmiş durumdayız. Dolayısı ile modernizmin hiçbir aşamasından geçmemiş, sanatsal ve kültürel anlamda modernizmle çok sonraları tepeden inme şekilde tanışmış Türkiye’nin, modernizme karşıt olarak ortaya çıkan akımlar ile de çok yakından bir ilişkisi olmamıştır. Sanatın soyutlanmasına karşı çıkmak amacı ile ortaya çıkan, sanatın eşitlenmesi amacını güden ancak bu tavrı ile sanatın yok olmasına metalaşmasına yol açan pop-art sanatının temsilcileri, tüm dünyada sanat eserlerinin ucuzlaşmasına yol açmış, sanatı zihinsel ve kültürel süreçten uzaklaştırarak, hazır eşyaya dönüşmesine neden olmuşlardır. Sanatın ruhunu öldüren bu düşünceler sanatı hazır üretime sokmuşlardır. Tüm sanat dalları gibi sinema sanatı da bu olanlardan payına düşeni almış içi boşaltılarak ucuzlaştırılmıştır. KENDİ ÜLKELERİNDE BELLİ BİR DOYUMA ULAŞTIKTAN SONRA HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ DIŞ PAZARLARA AÇILMA GEREKSİNİMİ DUYAN Amerikalı pop art sanatının temsilcileri, bu işler için her zaman kültürü ve zihinsel süreci düşük olan, etkilere açık kendini anlamlandırmaktan yoksun ne birey ne de toplum olmanın ayırtına varamamış olan toplumlara yönelmişlerdir. Türkiye toplumu gibi ülkelerin pazarlarına öncelikle kendi kültürlerini sinema ve diğer sanatlar aracılığıyla sokarak, kültürlerini yaymışlardır. Zaman içerisinde özellikle 1970 ve 80lerle birlikte ucuz kültürlerini dünya pazarına sokan Amerikan sinemasının Türkiye’de 90lı yıllarda daha popüler bir hale girdiğini görürüz. Bu dönem cumhurbaşkanı Özal’ın iktidar da olduğu yıllardır. Recep İvedik olgusunu kurgusal ve zihinsel açıdan daha iyi anlamlandırabilmek için Özal döneminde yaşanılan sıkıntıları, sinema alanında yapılan icraatları bilmek bizim açımızdan önemlidir.

66


Türk modernleşmesinin asıl sorunu Türk toplumunun kültürel anlamda kendisini modernizme hazır hissetmemesinden kaynaklanmaktadır. Halk için halka rağmen anlayışını benimseyen politikacıların kafalarında ki resim her zaman halkın içinde yaşadığı gerçeklikten çok farklı olmuştur. Halk sıkıntı içinde karnını doyurmaya çalışırken modern profil halkın ne giyeceği ve nasıl davranacağı üzerinde yoğunlaşır örnek olarak. Cumhuriyetin kuruluşundan 80li yıllara kadar kendi kurtuluşunu ve kaderini tayin etmek isteyen genç, devrimci halk zihniyeti batılı güçlerle işbirliği halindeki yerli işbirlikçiler tarafından her zaman kısıtlanmış kendisi olmaktan çıkartılmış bastırılmıştır. 80li yıllara kadar kendi yolunu bulmak isteyen ancak devamlı susturmalarla karşılaşan toplumun 80 darbesi ile birlikte siyasetten, sanattan kültürden politikadan eli ayağı kesilmiştir. Bir suskunluk döneminden sonra iktidara gelen yeni politikacılar Türkiye’nin yönünü tam olarak, her açıdan batıya çevirmekte bir beis görmemişlerdir. Dünyada neo-liberal etkiler, emperyalizm ve kapitalizm akımları almış başını yürürken Özal döneminde Türk dış politikası da gümrük birliği vb… uygulamaları kabul ederek ülkenin yarı sömürge haline gelmesinin önünü açıyordu. Turgut Özal iktidarı dünyadaki neo-liberal etkilere Türkiye’ye bir açık pazar haline getirerek cevap veriyordu. Ülkemize giren her türlü dış kaynaklı ürünün yanında kültürel ürünlerin de girmesi kaçınılmazdı. Özal döneminden önce aralarından çok az nitelikli filmler çıksa da yılda 200 den fazla film yapılırken, özal döneminde iç piyasayı ve sinema salonlarını Amerikan film şirketlerine açarak bir anlamda Türk sinemasında yapılan film sayısı azaltılmış yılda bir iki filme düşürülmüş ve bu anlamda Türk sinemasının ölümüne imza atılmıştır. Uzun yıllar kendisini toparlayamayacak olan sinemamızda ki bu kısırdöngüye yine aynı dönemin basiretsiz politikaları ve biçimden ve içerikten yoksun insan modellemeleri karikatürleştirilerek damgasını vuracaktı. Türkiye de sanat ve siyaset artık sokaktaki insan ve zengin kodaman insan çizgilerinden saptırılarak, bir maganda köylü-kentli ayrımlaşmasının üst sınırlarına uzanacaktı. O dönemde büyük şehirlere yapılan göçleri de eleştirmek anlamında değişen mizah anlayışı ile (Gırgır ekolünden Leman ekolüne)doğulu vatandaş varoşlarda yaşayan uyumsuz yere tüküren, kadınlara kızlarla sarkıntılık yapan birey olarak adlandırılacaktı. Mizah dergilerinin cinselliğe ve ötekileşenin reddedilmesine dayalı bu bakış açısı içimizde ki ötekini dışlamak adına AngloSakson Protestan beyaz Amerikalıların, yurtlarında yaşamayı dar ettikleri Kızılderililere bakış açısına karşı kültürü ötekileştirmek ve ne dediğini 67


dinlememek açısından az da olsa benzer. Mizah dergilerin ve gazetelerin bu maganda açılımına karşı, ötelenen istenmeyen şey devamlı olarak en yakınımızda ortaya çıkar. Mağarada doğan İbrahim Tatlısesleri, Küçük Emrahları, Mahsun Kırmızıgülleri aşağıladığımız ancak içselleştiremediğimiz bir döneme gireriz. Bunun yanında Türkiye’de bir maganda kültürü yaratmak adına mizahından etkinliğinden popüler müzik anlamında da bahsetmek gerekir. Bu kentli insandan farklı dikkatli dinlenmediğinde ne konuştuğu anlaşılmayacak olan insana, bu kendi ırklarını bulundukları şehirde söyleme kompleksine kapılmış insanlara karşı, çocuklara karşı birde Grup Vitamin çılgınlığı başlamıştı. Müziklerin içi espri ile karışık ideoloji kokardı. Kısacası bugün Recep İvedik karakterini eleştirmeden evvel geçmişten günümüze gelen süreci biraz da olsa bilmemiz gerektiği kanısındayım. Tüm bunların ışığında Recep İvedik filmini incelemek daha yararlı olacaktır. Gelelim filmin öyküsüne ve bende yarattığı izlenimlere… İş dünyasının ölçütleri Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi Avrupa Birliğine almak için bin dereden su getirttikleri kriterlerden bile daha zorlu olduğu günümüzde nitelikli bir eleman olabilmek için ve bir işe girebilmek için kendi alanım için başvurduğum iş yerlerinden birinin ilanını aktarmak isterim sizlere. 25 yaşını geçmemiş üniversite mezunu, askerliğini bitirmiş ve alanı ile ilgili tüm bilgileri bilmeli en az iyi derecede yabancı diliniz olması gerekmektedir. Gerçekten de bu aymazlık ve düşüncesizlik milyonlarca gencin üzerinde büyük baskı yaratırken Recep İvedik’in bu kuralların tam dışında davranması bizi güldürüyor.

Günümüzde sinemamız ve şov dünyamızın bu kadar iç içe geçtiği bir dönemde TV de ki şov programlarının ve şovmenlerin yapmış olduğu sulu şakaların 68


sinema perdesine yansıtıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Televizyonlara çekilen her türlü seviyesizliğin sinema sahnesine de yansıması ülkemiz tarafından artık oldukça normal karşılanır bir durum oldu. Buna daha önceden yapılmış olan Kahpe Bizans vb… filmleri ekleyebiliriz. Star anlamında bu filmlerden belli bir ölçüde ayrılsa da ele almış olduğu konular bakımından tam bir güncellik taşır Recep İvedik. Filmi öncelikle bir sinema filmi olarak değerlendirip değerlendirmemek gerektiği konusunda kararsızım. Çünkü film Şahan Gökbakar’ın daha önce televizyonda yayınlanan komedi şovundan skeçlerinden oluşan bir karakterinin beyaz perdeye sinematografik bakış açısı ve bir dramatik kurgudan yoksun halde çıkartılmış bir kopyası. Bu bağlamda Recep karakteri Türk toplumunun beslendiği yerden çıkış noktası sağlamış. Küfür, Türk toplumunun maalesef kendisini ifade etmek amacı ile kullandığı en genel tabir, Türk insanı zihinsel ve kültürel açıdan tam bir gelişme sağlayamadığı için gittiği her yere kendi kültürünü de götürmekte bir beis görmez ve gittiği yerlerin sınırlarını da çizen bu iletişim Türk insanının her yerde küfür etmesine ve bir zaman sonra küfürü normalleştirilmesine neden olur. Recep İvedik beni de güldürdü. Film genelde belden aşağı esprilerle dolu. Bu anlamda film halkımızın cinsel düzeyde nerede bulunduğunu da bana gösterdi. Bunu bir kendini beğenmişlik havası içinde düşünmedim ya da aydın kimliği ile dışlamak adına da söylemiyorum. Yapılan esprilerin bir kısmına bende güldüm sonuçta bu ülke de yaşayan hiç kimse gökten zembille inmedi. Bu bakımdan racon gereği gülmemek ya da kendini kasmak da en az bu filmi yapan zihniyet kadar sakıncalıdır bana göre. Filme gittiğimde insanımızın bastırılmış duygularını bütün çıplaklığı ile gördüm. Ayrıca bizim dünyamıza daha sonradan girmiş olan sınırları aşan öğretileri kapitalist üretim tarzına karşılık gelen yeni adapte olma kültüre insanımızın adaptasyon sürecini anlamak zor olmadı. Gerçekten de Türkiye’nin kapitalistleşip neo-liberal düzene ayak uydurmaya başladığı dönemleri hatırlıyorum da… o restoranlar vb… bizim için hiç konuşmayı bilmeyen bir çocuğun çevresinde ki kelimeleri tanımaya çalışması kadar yabancıydı. Türk aile yapısına ve örf adetlerine uygun olmayan bir süreç yaşandı ve bu süreç yaşanırken içimizdeki ötekini de dışlar olduk… Kadının metalaştırılması hızla gelişti.

69


Recep İvedik karakteri ilk filme göre sakalları daha uzamış daha eşkıya tipli tam da Özal dönemine ve gırgır, maymun gibi dergilerin maganda tiplemesi ile bize sunmuş olduğu tiplemelere daha yaklaşmış. O dönemde sokaktaki insan zengin ama gururlu eleştirel yoksul figürlemesinden, doğudan göç eden kıllı uyumsuz, insan ile yeni yeni modernleşmeye başlayan ve her hareketini kendi karakterinin tam zıttı bir şekilde kaskatı bir kontrol altında tutmak isteyen sahte modern Türk insanı ile çakışmaktaydı. O dönemlerde mizah unsurunun hiç bu kadar kötüye kullanıldığı yıllar olmamıştı herhalde sokakta ki insan mizah dergileri ile ayrımlaşmaya başlarken, yenin yeni ortaya çıkmış olan Grup Vitamin yapmış olduğu esprili şarkılarla bir anda kentli gençlerin beğenisini kazanıyordu. Şarkılarının bir kısmında maganda vb… sözcükleri kullanan bu grubun asında alttan alta bir ırkçı propaganda yaptığını anlamak ve bugünlerde dışlanmış olan ötekileştirdiklerimize bugün nasıl çılgıncasına güldüğümüzü anlamak bakımından yararlı olabilir düşüncesindeyim. Kadınlar havalı oldular ancak bu film Türkiye’nin çok küçük bir kesimine seslenen bir filmdir bana göre kırsal kesimden gelip de şehir yaşamına uyum sağlayamamış birisinin ve bu yüzdendir ki bu kişi yeni yaşamında uyum sağlayacağı adapte olabileceği kanallar aramaktadır. Örneğin gecekondu varoşlarına hapsolmuş bir kişi hem kendi kültüründen tam anlamı ile kopmamak için memleketinin manzaralarına yaklaşabilmek adına kendi memleketlisinin kurduğu bir gruba üye olabilir, tuttuğu takımı sonuna kadar destekler onu hayata bağlayan ve sistemin ona sunmuş olduğu bütün olanaklarını bu anlamda 70


sınırsızca kullanır bastırmış olduğu duyguları tatmin edebilmek için. Her bastırılan ve ötelenen şey de elbette en yakında çıkacak olandır. 90lardan sonra hızla yabancılaştırılmak istenen Amerikan Sinema öğelerine göre koşullanan, American Pielara gülmek zorunda bırakılan ve zamanla alışıp bunlara gülen, güldükçe içindeki bastıran ötekileştiren Türk insanının içinde ki sese kulak vermesinin bir sonucudur Recep İvedik ancak içindeki ses artık Türk halkını dışındaki sesi dahi bastırmıştır. Türk halkı bir canavar yaratmıştır her alanda, başbakanı küfürlü konuşur, milli takım teknik direktörü etrafa hakaretler yağdırır, oyuncuları basın tribününe el kol hareketi yapar... Siyasetçiler sokak ağzıyla atışır ve bu ülkede her gün onlarca namus cinayeti sokak kavgası olur. Kahve kültüründen tutunda stat kültürümüze kadar her yerde birilerine bir şey yapmak, vurmak incitmek isteğindeyizdir. Bizden olmayan şerefsizdir! Bu bazen bir hakem bazen yabancı bir teknik adam bazen Kürtçe konuşmak isteyen bir sanatçı, bazen kendi Türkçesinin içine etmiş bir sanatçı parçası bazen o bazen de ta kendimiz ne dersiniz aslında bu biraz da kendimize olan sevgimizin eksikliğinden kaynaklanır olamaz mı? Bireyin ve toplumun birbirlerini bu kadar fazla etkilediği toplum sayısı herhalde çok azdır. …ayrıca modern insan fazla konuşmaz susar, oysa Recep daha doğal hiçbir şeyi kafasına takmıyor yeni düzene ayak uydurmaktansa içindekini bir çocuk gibi doğrudan söyleyebilme cesaretine sahip. Cinselliğe yapmış olduğu vurgular zaten eskiden beri Türk sinemasında espri konusudur. Aslında Türk insanının hala kendi cinselliği ile nasıl problemli olduğunu göstermektedir. Başkasını rezil etmek, gülmek, dalga geçmek, eleştirmek ama genelde kırıcı olmaktansa verici olmak günümüz modellerine ters, çünkü günümüzde susmak patrona yalakalık yapmak birbirinin arkasından çukur kazmak moda. Oysa Recep İvedik herkesin yüzüne istediği şeyi çatır çatır söylüyor. Ninesini bile eleştirebiliyor. Herkesin hayatına birden girip eleştirmesi ile modern insanın bireyselliğine son veriyor bizler ise modernizmin m sinden geçmemiş bir toplum olmamıza rağmen kültürümüze ters bir akış yüzünden güldürmek, gülmek ruha uygun her hareketin birden yok olması ve bu kadar bastırılmış olan şeyin en sonunda patlayarak Recep İvedik’e gülmesi olarak algılanabilir. Yani Türk toplumunun bu az gelişmişliği, ayrıca üstüne zorla giydirilmeye çalışılan modern kültür sinema anlamında Hollywood genel kalıpları, Amerikan kökenli esrarengiz adamların yakışlıklı gençlerin mantıklı karar vermelerinden oluşan Lost, Prison Break, Desperate Housewife gibi dizilere ilgi ile yaklaşan ve neden hoşlandığını bile bilmeden izleyen bireylerin infilak etmesidir İvedik. Olmadığın istemediğin şey en sonunda en yakınında ortaya çıkar. İş bulmak Türkiye’deki en büyük sorun iken henüz modernleşememiş kalifiye eleman da büyük 71


sektörlerin en büyük sorunudur ve bu yüzdendir ki hala eğitim sistemi ve iş sektörleri arasındaki fark hızla artmaktadır. Bizler liselerimizden binlerce Recep İvedik çıkarıyoruz daha sonra bu Recep İvedikleri üniversite yollarında harcayarak onlardan ülkeyi kurtarmasını bekleniyor. Ahmet Kaya bir zamanların Recep İvediğiydi diyor Birgün köşe yazarı İlyas Başsoy. Gerçekten de öylemiydi? Yani herkes kahkahalar atıp Ahmet Kaya ya gülüyor muydu yoksa onu fikirleri yüzünden bugün İvedik’e gülen insanlar linç mi etmek istiyordu, istiyorsa neden? Dün gece Ahmet Kaya‘yı ve ölümünden dolayı Yusuf Hayaloğlu’nu anma gecesi vardı Siyaset Meydanı’nda. Geçmişe ait görüntüler ve açıklamalara yer verdi Siyaset Medyanı ve halk tarafından çok tutulan bir sanatçının o malum magazin gecesinde aldığı ödülden sonraki açıklaması ve bu açıklama sonrası başına gelenler kısaca özetlendi. Yaşantısı ve dramı ve bir anda halkın gözünden nasıl düştüğü aklıma gelmişti. Birden bu çöküş aklıma dün İvedikleştirerek, fikirlerinden dolayı saygı duymayıp çirkinleştirerek vicdanımız rahatlattığımız nice Kürt kökenli vatandaşlarımızı da getirdi. Doğal olarak bugün devlet Kürtçe konuşuyor ancak dün Kürtçe klip ve şarkı çekeceğim diyen birisi tukaka denilerek uzaklaştırılıyordu memleketimizden. Dün bu insanlar iğrenç zavallı diyerek, itilip kakılırken, onların yaptığı her hareket modern dünyaya zıt iken bugün o kişileri onlara gülerek içselleştirerek laf ettirmiyoruz. O kimseleri doğal bulmasak bu kadar güler miydik? Ya da bu durum yine gülmecenin o büyülü özelliğinden mi kaynaklanmaktadır, gülmecede özdeşleşme kurulmaz, çünkü aslında güldüğümüz kendimizde görmek istemediğimiz ancak hep içimizde yaşattığımızdır? Bu yüzden mi? Filmde ki tipler Recep karakterinin kendilerine göre anlamsız hareketlerine ilk başta tepki veriyorlar ancak karakterinin ağzını bozması ile birlikte (bas git, konuşma ulan demesiyle vb…) sinerek köşelerine çekiliyorlar. Bu halleri ile Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan azar yiyen ve yediği tüm azarlara rağmen sahibine sadık bir ev hayvanı gibi yine de gidip onu seçen, yapılan her türlü politikayı hazmeden Türk halkının %47sine yakışacak bir tutumu benimsiyorlar. Filmin kahramanının isminin ve hareketlerinin başbakanla adaş olmasının ve üslupsal anlamda hareketlerinin birbirlerine teğet geçmesinin son dönemlerde Baykal ve Erdoğan arasındaki üslup ve maganda tartışmaları eksenin de bakarsak bir bağı olabilir düşüncesinin getiriyor insanın aklına.

72


Recep İvedik 2 filmi birincisinden daha farklı ilkine göre dramatik öğeler daha az kullanılmış bu durum ilkini birincisinden daha iyi bir izlenim vermekte. Bu durum izleyicinin bir sinema filminde değil ardı ardına Amerikan klasik anlatısındaki güldürü filmleri gibi gagların arka arkaya sıralanmasından oluşmuş skeçleri izlediği bir TV programını izlediği hissine kapılmasını sağlıyor. Bu diyalogların hiç birinde tam anlamı ile yok sayılamaz yine de bazı diyaloglar ilginç derece komik ve insanımızı güldürür cinsten. Recep İvedik karakteri filmi bir aşk filmine çevirmektense karakterin zıtlaşmaları üzerine oturtmuş ki film ikinci filmle son bulmasın ve cukkasını uzun yıllar doğrultabilsin. Arabası ve iri yapısı arasında tam bir paradoksal çözümleme var gibi bu slapstick güldürüden beri yapılan bir şey uyumsuzluklar vb… Bu da demektir ki aslında Türk sineması kendi özlerinden ne kadar uzaklaşmış ki bunlara gülüyor kitleler. Gölgesizler filminin yönetmeni Ümit Ünal’ın Birgün Pazar ekinde söylediği gibi her ülke kendi sinemasını yaratır. Ve hak ettiği layık olduğu sinemayı yaratır. Bugün de Türk halkı kendine layık olan Recep İvedik’i yaratmıştır. Her ne kadar Türk halkı biz bunu yapacağız demese bile Recep İvedik’e bu kadar sahip çıkmaları ayrı bir sorunsaldır. 70lerin sonu ile birlikte erotik sinema furyası ile sanattan uzaklaşan ve aileyi sinemadan uzaklaştıran sinemamız, bugün Recep İvedik filmleri ile birlikte getirilen yasağa uymamakta zorlanıyor, öyle ki bu durum insanın aklına internet çağında hiçbir şeyin fazla saklanmayacağı su koşulda sansürlerinde elbet yok edilebileceği anlamına geliyor. Oysaki burada önemli olan sansür değil, Türk aile yapısına sakıncalı görülen bu filmin (kendi birkaç gözlemime dayanarak konuşuyorum) fazla ahlaksız bulunmaması. Son dönemlerde değişen ne oldu 73


bilmiyorum ancak özel kanalar ve yarışma programları Türk aile yapısını o kadar çökertmiş olmalı ki bugün bu filme girmek isteyen 13 yaş altı çocukların aile büyükleri ile sinema görevlileri arasındaki tartışma beni gerçekten şaşırttı. Ya halkımız hiç olmadığı kadar isyankâr bir tavır takınır oldu bunca yolsuzluklara karşı susarken ya da halkımızın ahlakı bozuldu, öyle ya biz küçükken televizyonda bir sevişme sahnesi çıktığında ya annelerimiz gözlerimizi kapatırdı ya da bakkala yollanırdık. Değişim bu açıdan bile belli oluyor. Artık aileler destekler olmuş bazı şeyleri, ancak burada ki asıl tezatlık zaten bastırılmış bir cinsellikle psikolojik çöküşe uğramış Recep İvedik karakterinin bu kirli düşüncelerin çocukların zihninde meşrulaştırmak isteğidir. Recep İvedik karakteri ikinci filmde içinde bulunduğu topluma uyum sağlamak amacı ile nenesinden aldığı öğütleri dinleyerek sosyal yaşama adapte olmaya çalışıyor. Ancak bunu tam anlamı ile başaramıyor. Özellikle dramatik yapıdan eksik olmasına rağmen Türk milletinin neye güldüğünü ve zihniyetinin neye çalıştığını çok iyi gören bir anlayıştır bu. Bugün küreselleşen ekonomi nazarında büyük kentlerin her yanı filmdeki lüks restoranlarla Çin, İtalyan vb… restoranlarla farklılığı anlamak istercesine yoga, salsa, tango kursları ile dolu, oysaki bunların hepsi birer zihniyet sorunu bu yüzden aslında oraya gittiğinde her Türk insanını içinden geçirdiklerini dışına yansıtmaktadır Recep İvedik. Oysaki çelişki de burada başlamaktadır. Recep İvedik resimleri, tişörtleri bir zaman sonra basılacak oyuncakları McDonaldslarda satıldığında eleştirmiş olduğu tüm eleştirileri yeniden üretecek ve kapitalizmin gereklerine uyduracaktır. Ve modernleşme aşamasında ki Türk insanını yaşamış olduğu hayata uyumunu sağlamak ve gerekli katarsisini sağlamak amacıyla yapılmıştır. Bu anlamda herkes sinemadan çıktıktan sonra eski yaşamına dönmeyi tercih edecektir. Yoga yaparken hocanın Recep’e karşı hoşgörüsüzlüğü batılı insanın doğulu insana olan bakış acısını ne kadar da güzel yansıtıyor. Tüm bu yapılan eylemler ne kadar da ciddiyetle ele alınıyor nerede durması nerede konuşması ve nerede bilmesi gerektiğini bilir bir toplum gibi olduk. Oysaki gülmek ruhun nefesidir ve zaman mekân tanımaz, gülmek devinimdir. Hayattır ve hayattan para uğruna kariyer uğruna vazgeçilemez eğer vazgeçilirse de günümüz dünyasının ruhsuz kendi bedeni içine sıkışmış hareketleri kısıtlanmış üstün insanına dönüşüvermeniz olasıdır. Gerçektende bilinmeyen bize ait olmayan müzikleri dinleyip kasım kasılacağımıza kendi müziğimizle coşmak önemlidir.

74


Recep İvedik filminde kaba güldürü öğelerine sıkça rastlıyoruz. Kaba güldürüde esas amaç güldürmektir diğer öğeler ise daha sonra gelir bu söylem her ne kadar basit ve ucuz komedilerin popüler komedilerin önünü açmak amacı ile kullanılmış olsa da özünde doğru bir yaklaşımdır. Recep İvedik karakteri, Aristotales’in katarsis ve izleyicinin kendisi ile seyirci arasında özdeşleşme kurmasını sağlamak amacı ile kahramanla özdeşleştiriyor. Bu yüzden sinemanın 7 ölümcül günahından bir kaçını birden yapmış oluyor. Cinsellik ayıptır toplumumuzda bastırılmıştır. Ancak bu komedi cinsel anlamda değişen Türkiye koşulları ile birlikte 70li yılların erotik komedi filmlerini artmayacak hatta birçok yerde geçecek seviyede cinsel anlamlı kaba espriler içermesine karşılık, hatta 13 yaş üstü sınırı konulması ve çocukların izlenmesi yasaklanmasına rağmen ben sinemaya çocukları ile girmek isteyen aileler hatta izin verilmediğinde tartışma çıkararak kaçak giren aileler gördüm. Bu küçük anekdot bile Türkiye’de yaşanan hızlı değişimler sonucu Türk aile yapısının özel televizyonlar ve devamında nasıl değiştiğini göstermektedir. Ben cinselliğe bir ket vurulmadığını düşünüyorum çünkü yapılan esprilere saatlerce gülen ve etrafında ki kızlar güldüğünde birbirini dürterek “kıza bak lan o da gülüyor” diyerek şaşkınlığını gizleyemeyecek kadar içinde bulunduğu durumu kavrayamayan genç insanların konuşmalarına tanık oldum. Recep İvedik ne çok orijinal bir söyleme sahip ne de farklı bir şey yapmış. Karakter, çocukken yapmış olduğumuz şakaların ve kapitalist sistemin ruhumuza ket vurmadan önceki dönemlerini bize hatırlatmak amacında, insanın vücudunu ilk kez tanıdığı, yabancı bir nesne ile karşılaştığında onu ilk önce tadarak ağzına alarak yaşadığı insanlığa ilk adıma atılan dönemleri ayrıca 90 sonrası ülkemize girmiş olan Özal dönemi icadı restoranların neo-liberal aktivitelerin ve buna uyum sağlayarak kendi kültürüne yabancılaşmayı çağdaş ve medeni sayan insanın da o zamandan bu zaman içine düşmüş olduğu komik durum anlatmakta. Takım elbiseleri iş hayatı ciddiyet ve tüm bunlara uymak zorunda kalan insan profili ve her daim gülümseyen yüzler Recep İvedik filmlerinde görünmekte her daim gülümsemek ve sistemin güvenilirliği kapitalizmin ana koşullarından birsidir. Recep bir zamana kadar bu insanların arasında oluyor. Oysaki Recep karakteri bir yanlışa düşüyor ve bu yanlışla asla bir Kemal Sunal karakteri olamayacağını ilan ediyor. Çünkü Kemal Sunal ne olursa olsun içine girmiş olduğu sistemlerin eleştirisini yapan bir şahsiyetti köylüydü, saftı bazen küfür de ederdi, ancak en sık kullanmış olduğu küfür essoluueşşek bile kodamanlara yapılan bir çalımı andırırdı. İvedik ise nedensiz ve amçsız bir baskının dışa vurumu hep söylenmek ve yanılmak istene anlık hareketlerin dışavurumu ve bu yüzden bu özelliği ile bir kaba güldürü türünden ve hazır tüketim nesnesinden öteye geçemeyecek bir soap opera yani bu harekete ve kaba saba biçime dayandırılan hiçbir güldürü örneğinin falzla yaşamayacağı bir gerçektir. İvedik’in davranışı hiçbir şeye karşı 75


değil, bu filmde Kemal Sunal filmlerinde ki gibi fakir ve hakkı yenilen insanlar yok ve bu insanların karşısında dönemi şekillendiren baskı unsurları da yok. Bugün ülkemiz insanı çok mu mutlu ki onu baskılayan tek şey sisteme adapte olamaması mı ki İvedik sadece bunları konu alıyor? Bir diğer bakımdan İvedik asla bir Kemal Sunal olamaz çünkü her zaman sistemle uyumun bir simgesi, bir bakıma bütün bu yazılanlar dahi Recep İvedik filminden anlam çıkartmak zorunda olan sinema eleştirmenlerinin zorlama olarak uydurdukları düşünceler olarak gelebilir. Belki gerçekten de Recep İvedik karakteri ne kadar zorlama ise bu filmden çıkarılmaya çalışılan düşüncede bu anlamda bir o kadar zorlamadır. Aslında bu tarz filmlerini içinde yaşadığı toplumları aydınlatma, eleştirme ya da ileri götürme gibi amaçları yoktur. Bu filmler oyuncusundan yapımcısına kadar milletin cebine göz diken onların parasını alma amaçlı filmlerdir. Bu film içeriksel olarak hiçbir eleştiriye sahip olmayabilir ancak bu filme gitmek bu filme gitmek bizim aslında tartışmamız gereken sorunsaldır. Bu yüzden bu filme mesaj kaygısı ile yapılmış bir film demektense bu fi Kemal Sunal’ın Şaban tiplemesi halk masallarımızda ki keloğlan tiplemesi ile özdeştir. Bu yüzden kendi kültürümüzden gelen bu saf, köylü ama bir yandan da başı sıkıştığı zaman uyanık davranarak sorunların üstesinden gelebilmeyi başaran Kemal Sunal’ı Türk halkı bağrına basmıştır. Çünkü o Türkiye’nin en çalkantılı yıllarında, ülke sermayesinin dış pazarlara açılıp yabancı sermayenin ise ülke ekonomisine egemen olduğu koşullarda bile halkını ülkesini satmaz. O iktidar ve yönetenlere karşı her zaman söyleyebileceği iki çift sözü olan bir halk kahramanıdır. 100 numaralı adam filminde kolay yoldan para kazanmak için ahlakını, vicdanını hiçe sayan, tüm değerlerin göstermelik olduğunun bir göstergesi olan kişilerin para için gözü dönmüşlerin foyasını onlara güzel bir oyun oynayarak ortaya çıkarır. Oya Aydoğan ile başrolü paylaştığı halk çocuğu filinde ise alt tabakadan gelen genç bir adamdın reklâm yıldızlığına kadar uzanan macerasını anlatmaktadır. Çok paralar kazanıp şanın şöhretin içinde yüzmesine rağmen, sattırdığı ürünlerle ilgili fiyaskodan haberdar olur olmaz, içinden geldiği halkına gerçeklerini söyleme kararı alır. O iktidarları dahi yöneten ağızlarının suyunu akıttıran sermaye sahiplerine ağzını alabildiğince açarak, o malum sırıtışını takınarak Anadolu şivesiyle güzel bir eşşolueşşek patlatır. O bu cesareti kendinde bulabilendir. 1980’lerle birlikte yaşanan darbeye bağlı olarak değişen toplumsal ve ekonomik süreçler, Türk sinemasını toplumsal ve siyasi yaşamdan uzaklaştırır. Bu dönemler mevzu bahis edilen Kemal Sunal filmleri azaldı sistem Sunal’dan intikam almak adına O’nu kalıplaştırdı. O’na giydirdiği kıyafetler ve o kıyafetler özgü davranış kalıplarını uygulamak zorunda bırakılan Sunal anarşist kimliğini yitirmeye başladı. Böylece kıyafetin biçimsizliği bedenin ruhun hareketlerini engellemesine dönüşerek Sunal’ı komik ve eleştirel olmaktan uzaklaştırdı. Sistem bunu yaparken askerlik ve polis kurumlarından 76


destek aldı. Kemal sunalın en son düşünüleceği yer düzenin kurumlarını temsil eden bir dedektif ya da üniformalı bir kimliktir. Ölmüştür orada Sunal doğal olarak. Dikkatli bakarsanız hantallaştığını harekete edemediğini görürsünüz. Yıllarca Şaban olarak çökerttiği kurumlara onu geri yollayan diziler sanki ona özür diletmek istemektedirler.3 O büyük anarşisti öldürmek pahasına. Bu yüzden izleyici onu Sinan Çetin’in yönettiği Propaganda filminde bir gümrük amiri olarak izlemekten rahatsızdır. Kalıplara sokulan Kemal Sunal ölü bir Kemal Sunal demektir. Bugün sinemamızda ne arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratmamak adına en büyük cezaları alabilen, yaramazlığın, sorumsuzluğun ama aynı zamanda şerefin ve onurun temsilcisi olan Hababam Sınıfı karakterleri yer almakta, ne de dayanışma ve işbirliğinin timsali, aile kavramını yücelten gülen gözler gibi klasiklerin yansıttığı mutlu ve onurlu aile tipine rastlanmaktadır. Bugün aile kavramı televizyonlarda magazin haberlerine konu olmaktadır. Tüm güzellikler dışa açılan duyarsız pencereden, modernleşme adına takip edilerek yozlaşmanın önü açılmaktadır. Eğer bugün Münir Özkul’a Türkiye’nin son yıllarda üzerine çöken sis bulutunu aydınlatması amacıyla bir şeyler söylemesi gerektiği ifade edilse, O hiç kuşkusuz hepimizin aklına kazınmış, aile kurumunun önemine dikkat çeken repliklerinden birisin bugünün koşullarına uydurarak söyleyecektir. “Ben bir karıncayı bile incitmeyecek olan ben Yaşar Usta ben, eğer aileme zarar verirsen, eğer onların kılına bile dokunursan hiç acımadan hiç çekinmeden şuracıkta vururum seni ve arkama dönüp bakmam bile” bu sözler bugün Türk toplumunu yozlaştıran Amerikan güdümlü işbirlikçilerine, politikacılara, sapkınlara, yalancı televizyon sunucularına ve bitiminde bu yalan dünyaya bir isyan olarak ele alınmalıdır. Bu sözler Türk insanının gülme kültürünü değiştiren yozlaştıran Recep İvediklere, Murolara, Kahpe Bizanslar’a söylenmelidir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti aile kurumunu ötelemiştir. Münir Özkul arkasını dönüp gittiği yerden öyle görünüyor ki hala geri dönememiş, çünkü eğer geri dönüp de bu yaşanılanlara bir ceza verebilseydi bugün toplumumuz bu halde olmazdı. Münir Özkul bizim toplumumuzun bir yansımasıdır sevecen, ahlaklı, dürüst insanların hala yaşadığına dair son ayakta kalan yitmemeye çalışan bir sembol. Ancak bugün bu sembolü alıp içini tüketmek istiyorlar, gözleri dönmüş halde hiçbir söyleve kulak asmayarak ilerliyorlar ve durmaya da niyetleri yok. Şahan Gökbakar’ın açıklamaları ise filminden daha çok konuşulacak durumda. İlk başta kültür bakanının filmin 13 yaş altına yasaklanmasına manidar gönderen Şahan Gökbakar daha sonra sanat filmleri için de açmış ağzını yummuş gözünü. 3

KEMAL SUNAL, TV VE SİNEMADA KEMAL SUNAL GÜLDÜRÜSÜ SEL YAYINCILIK 1. BASKI , EKİM 2005 s: 42

77


Kendisi sanat filmlerine çok fazla para harcanmadığından ancak buna rağmen her ne kadar anlaşılmaz olurlarsa ödülleri ve paraları kaptıklarından bahsetmiş. Yani bir bakıma Gökbakar’ın yaptığı film güzel film diğer insanların yaptığı tukaka olmuş. Sanat filmlerinin anlaşılmazlığından bahsediyor, öyle ya dünya sinema tarihi ya da sanat tarihi Şahan Gökbakar’ın ağzından çıkacak olan bir iki kelimeye bakıyor. Her ne kadar sinematografik açıdan eksik, sinemanın metaforuna ait imgeler kullanmadığı insanları düşünmeye itmektense doğrudan kaba güldürü ile zamanlarını iyi geçirtmeyi hedefleyen Recep İvedik filmi kadar hiç biri masum değil bu aynı her türlü pisliğin içine girip de, en küçük bir eleştiride mağdur rolü oynamayı bilen siyasetçilerimizin tavrına ne kadar çok benziyor. Filme gülmüş olmak bu filmden haz almak, gülmek kimsenin tekelinde değildir gülünebilir. Ancak tüm bir sinema sanatı tüketime ve haz alınmaya yönelik bir sanat değildir, öncelikle Recep İvedik’in yaptığı sanat değildir. Recep İvedik göstermek istediklerini o değerli kameranın gözünden göstermek istediklerini akıllıca göstermeliydi. Gerçekleri vb… yazının başında belirttiğim gibi, Leman dergisinin uzantısı olan yeni mizah anlayışı temsilcilerinden Penguen yazarı Serkan Altuniğne ile yazılan senaryo da eleştiriye açıktır. Bu yeni mizah anlayışı tamamı ile belden aşağıya dayanır belden aşağı espri cinselliğini bastırmış, birbirini tanımayan bazı kırsal kesimlerinde yine mizah dergilerinde konu da olmuş hayvanlarla ilişkiye kadar giden çarpık bir cinsellikten bahsediyoruz. Modernleşme düzeyinde bu kesimden kendisini ayırmış ve onları dışlamış kaç tane aile yeteri cinsel eğitim verebilmiştir çocuklarına bilmiyorum. Zaten bu işin eğitimi alınsaydı kadın ve erkek cinsel anlamda sınıflandırılmasaydı konumlandırılmasaydı sanmıyorum ki bugün bu esprilere gülebilelim ülkemiz de maalesef espri anlayışı bastırılmış kuşatılmış ve sonun da canavarlaştırılmış cinsellik üzerinden yürümektedir. O yüzden ince esprilere zekâyı zorlayacak esprilere herkesin gülmesini zaten bekleyemeyiz. Ancak herkesin gülmek zorunda olmadığı gibi gülenin de sisteme gereği dışlanamayacağı ancak zihinsel ve kültürel anlamda içinde bulunduğu durumun fakına vararak kesin bir eğitime ihtiyacımız olduğu ortadadır. Şahan Gökbakar’ın Facebook yorumu da ilginç her ne kadar eleştirisi Facebook’a giren nedenlerin tümünü tam olarak karşılamasa da doğruluk payı olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak internet, msn ve facebook gibi siteler gerçekte adına insanlar arası iletişimsizliğin başladığı yerde kök salmış şeylerdir. Ve gerçekten de bazı insanlar tarafından “kadın ve kız tavlama yeri” olarak tanımlanmaktadır. Ancak burada Şahan kendisi ile çelişkiye düşüyor çünkü yapmış olduğu film her ne kadar Starbucks vb yerlerin çelişkisini gözleriniz önüne serse de içerik olarak sistemin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey yapmamaktadır. Belki de bu film adına bu kadar çok yazılar yazdırarak amacına ulaşmaktadır. Belki de sinema eleştirmenleri sanat eleştirmenleri bu tarz filmlere birden fazla anlam 78


yüklemektedirler. İzlenmeden önce kimsenin gözünde önemli olmayan bu filmleri birden bu kadar önemli hale getiren ve izlenmesini de sağlayan yazarlardır belki de. Yapımcı Faruk Aksoy konuşuyor: “Birçok sinema salonu kapanacaktı. `Recep İvedik`, çok ciddi bir krize engel olmuştur. Aşağı yukarı sektöre, sadece biletten 35 milyon YTL girmiştir. Bu nedenle `Recep İvedik`in sinema sektörüne katkısı 105 milyon YTL civarındadır. Bazı çokbilmişlerin `Bu da film mi?` dedikleri `Recep İvedik` çekilmeseydi, 105 milyon YTL sektör içine girmemiş olacaktı. Sosyologların işin içine girmesi son derece sevindirici. Sosyologların fikirlerini dile getirmeleri benim çıkarımadır. Çünkü Türkiye`de insanların neye ağladığını, neye öfkelendiğini bilmezsem değerlendirme yapamamam. Ama belli bir kesimin filmi yerden yere vurmasını da anlamadım. Hatta eleştirileri beni çok güldürdü. Popüler filmleri eleştiren köşe yazarları ikiyüzlüdür. Çünkü popüler filmleri kaleme aldıklarında okunacaklarını biliyorlar. Neden Yumurta hakkında tek kelime yazmadılar. Haydi, eleştiriyi bırak, övücü tek kelime bile yok. Çünkü o tür filmleri yazarlarsa okunmayacaklarını biliyorlar. Yumurta’yı kaç kişi izlemiş ki yazısını kaç kişi okuyacak? Ben Recep İvedik ile Cannes`da ödül alacağım mı dedim? Anlamadığım `sanat` filmlerine dünyanın 8. harikasıymış gibi bakılırken, popüler filmlere öcü gibi bakılması... Pardon ama varlık nedeniniz popüler filmler çeken yapımcılardır.” Bugün gerçekten de böyle görünen bu durum zamanında bir kitle kültürü yaratmak adına ortaya çıkmıştır sanırım tarihi bilinçten yoksun bu açıklama talihsiz sayılabilir. Sanat filmlerinin asıl derdi neden halkın popüler kültürü olamadığıdır. Niceliksel anlamda sanat filmlerinin eleştiren Faruk Aksoy daha da üslupsuzlaşarak sanat filmlerinin varlığını, kendilerine borçlu olduğundan dem vuruyor, kendi varlıklarının ise kime borçlu olduklarını arkalarında duranların kim olduklarından bahsetmiyor, Türkiye’deki bilinçsiz siyasetin, 90lı yıllarda Amerikan sineması, ortalığı kasıp kavururken Özal özel bir anlaşma ile Yeşilçam’ın ve sinemanın sonunu getirmişken Amerikan sineması piyasaya tam anlamı ile egemen olmuşken, şimdi övünerek yapmış olduğu ucuz kahramanlığı neden yerine getirmemiş sormak isterdim? O gün bir çok insan için dramatik kurgusu ve yapısı sağlam ve Türk insanını güzel şeylerden hoşlanabileceğinin kanıtı haline gelen Eşkıya filmi ile kendine gelen toparlanan Türk sinemasının, yozlaşmış bir kitle kültürüne muhtaç olmadığı açıkça görülmekteydi. O zaman neydi bu insanları bu yapımcıları böylesine pervasızca konuşturan, eğer değişen dünya düzeni ve ekonomik anlamda neo-liberal şekilde yaptığınız her saçma işin, Türk insanını espri gücünü aşağılayan her işin tutması sizi böyle konuşmaya yüreklendiriyorsa şunu da unutmamalısınız ki siz bugünkü varlığınızı Türkiye de sanat filmlerine borçlusunuz. Eğer bu ülke de zamanın da 79


ki kadar sanatsal, politik toplumsal filmler olmasaydı, bilinçli düzeyli ve zihniyeti güçlü bir toplum bastırılmamış olsaydı bu özelliklerinden dolayı siz ortaya çıkıp da sanat filmleri ve bu filmlerin gidişatı hakkında otorite gibi yorum yapamazdınız. Çünkü o zaman böyle bir şey yapsaydınız, suyun üzerine yansıyan narsistin bedeni gibi gerçekleri size hemen gösterebilen bir ayna ile karşılaşır ve kendi çirkinliğinizden utanarak ticarete ya da başka bir işe girişirdiniz. Zaten sizin ifade ettiğiniz Amerikan sinemasının pazar ilişkileridir. Eğer biraz merak ediyorsanız Amerikan sineması hiçbir zaman sanattan sayılmamıştır çünkü sanat filmleri para getirsin diye yapılmaz. Bu, Andy Warhol ve Türkiye’de de sizin gibilerin ürettiği bir zihniyettir o yüzden saldırmadan önce bir daha düşünün.

80


81


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

82


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.