th
ch
e
ifta
rl覺k
Bakis Boslugu
Ekin Yaz覺n ve Sinema Mecmuas覺 Say覺:3 2016 Ederi: 3 lira
cem ip irdMA ajeu la N re g s azo h z
Ca
forwh
İÇİNDEKİLER Genel Yayın Koordinatörü Sabri OCAK Editör Muhammed SAĞLAM tahsin bey Çizerler Furkan GÜNGÖR Kapak Sabri OCAK Kapak, The Posters of the 52nd New York Film Festival on Notebook ve Tang Yau Hoong’un çalışmalarından esinlenerek oluşturulmuştur. Tasarım Sabri OCAK 0(536) 705 82 61 sabriocak@yandex.com İletişim bakisboslugufanzin@gmail.com https://twitter.com/bakisbosluguf https://www.facebook.com/bakisbosluguf 0(536) 705 82 61 TELİF HAKLARI MODERN KÖLELERE AİTTİR ©
Önsöz tahsin bey
3
Film Noir’in Tadı Tuzu 4 The Third Man - Erdi KAFA Rahatsız Edici ve Sarsıcı Cache - Hasan NAZLIGÜL
9
Yüksel Aksu’nun Son İncisi 11 İftarlık Gazoz - Sefa GENÇ Evimizdeki Faşizm 14 Çoğunluk - Muhammed SAĞLAM Boşluk 18 Enter The Void - T. Tomris DURGUT Sen Ne Biçim Erkeksin? 20 Force Majeure- Seher DAVRAN Yedinci Senfoni 22 Whiplash - Oğuzcan ÖZCAN Wishbone Ash - Oğuzhan DEMİR Replik 24 The Holy Mountain Alejandro JODOROWSKY Sinema Günlüğü 25 Sinema Kütüphanesi 26 Rüya Defteri 27 Furkan GÜNGÖR
Önsöz
Eski çağın köleliği olmasaydı modernizimden söz edilemezdi. Modern çağın köleleri olmazsa -ki bizler modern çağın köleleri oluyoruz- post modern çağın ilericiliğinden, gelişmişliğinden söz edemeyiz. Elimizdeki enformasyonu işlemediğimiz sürece varlığından şikayetçi olduğumuz hiçbir şey değişmeyecek. Var oluşumuz, fikri varlığımızın gelişmişliğiyle mümkün. “Ağaçların toplanıp yaprakların para olduğu, tahta bir merdivenin otobüse dönüştüğü ve her bir basamağın koltuklar olduğu o müthiş dünya gitgide kaybolurdu. Gerçek dünya ve büyümek hiç de güzel bir şey değil.”*1 Son tahlilde; okumak, yazmak, hepsinden öte düşünüp, bir şeyler üretmek zaruridir. Gerçek dünyayı yaşanılır kılan hakikat budur. Bu hakikat muhakkak ki sinemada gizlidir. Çünkü edebiyatın, tiyatronun, müziğin, fotoğrafın, ekildiği verimli bir topraktır sinema. Yapacak tek bir şey vardır, ekili mahsulü biçmek. Ambarlarınız boş kalmasın! Bakış Boşluğu Fanzin, elindeki bir kaç tohumu bu verimli toprakta işlemek gayesindedir. Derdimiz her şeyden önce sinema, daha sonra da bağımsızlığımızdır. Toprak bizimdir! Okuduğunuz birkaç kitap ve sıkılmadan izlediğiniz yüzlerce film vardır. Tıpkı, hepimiz gibi. Fransız sinemasından sonra insan ilişkileri daha bir komplike sanki! Öyle değil mi? Biz, pusulalarını şaşırmış, nasıl yaşamaları gerektiğini bilemeyen, doğru ve yanlışı ayırt edemeyen ve umutsuzca bir arayış içinde olan insanlarız.*2Kieslowski filmlerinden fırladığımız doğrudur. Birkaç satırdır bir şeyler yapmaktan bahsediyorum mesela yazmaktan; beğendiklerini dile getirmekten; daha çok okumaktan; işi gücü bırakıp bir kaç film çekmekten bahsediyorum. Neyi bekliyoruz? Evimizdeki tekli koltuğa oturup bacaklarımız uyuşana kadar düşündüğümüz şeye aklıselim bir cevap bulmayı mı? Hayatın anlamını çözmeyi, varoluşsal sıkıntıları bir çırpıda silip atmayı ya da o üstün sinema dehası, size vahiy yoluyla bir şeylerin inmesini falan mı? Utanmayın! Yazdığınız yazının en mükemmel yazı olmasını istediğinizi, çektiğiniz ilk filmin dünya sinemasına yön vermesini istediğinizi söyleyin! Haksız sayılmazsınız. Kim istemez ki? Lakin biraz daha oturmaya devam ederseniz bacaklarınız öylesine uyuşacak ki kalktığınız da sendeleyip düşeceksiniz. Ayağa kalkın ve yürüyün, emin adımlarla ileri daha ileri yürüyün! He bu arada her şeyden önce bu sayının çıkmasında şimdilik tek destekçimiz Selma Abla’ya (Selma Kan’a) ne kadar teşekkür etsek azdır. Sanırım son olarak diyeceğim tek şey: Tekli koltuğuzda oturup, ne kadar bekleseniz de gelmeyenler ile değil; SANATLA KALIN! tahsin bey *1Doğaçlama Film Çekmek, Kerem Topuz, Altı Kırk Beş Yayın, 2014, sf:7 *2 Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, Danusia Stok, Agora Kitaplığı, 2010, sf: 70 3
Erdi KAFA
FİLM NOİR’İN TADI TUZU ‘‘The Third Man’’
FİLM OKUMA olan Dr. Caligari’nin Muayenehanesi ve Fritz Lang’ın Metropolis’i ile 1930’lar Fransız sesli filmleridir.”* Film Noir hakkında bilgi sahibi olduktan sonra, tekrar filmimize dönebiliriz. Amerika’da üçüncü sınıf ucuz western romanları yazarak hayatını idame ettirmeye çalışan az ünlü, alkolik Holly Martins, arkadaşı Harry Lime’ın daveti üzerine Viyana’ya gelir. Ancak arkadaşının cenazesine yetişebilir. Film bir yaşayan bir de ölü insanla başlar. Film Noir cesetleri çok sever. İki gün önce, Harry Lime’a evinin önünde araba çarpmıştır. Ve anında hayatını yitirmiştir. Cinayet üzerine ayrı bir ilgi alanı olan Holly Martins, elbette arkadaşının mezarına toprak atıp, meta şehre geri dönmeyecektir. Martins, arkadaşının mezarı başında görünüşte samimi bir insan olan binbaşı Calloway ile tanışır ve acılarını bir nebze olsun dindirmek için içki içmeye giderler. Karakterimizi, binbaşı Callloway ile olan diyaloglarında bir tık daha çözümleme imkanı buluruz. Polislerin, insan hayatına yalnızca eşik bekçiliği yapan yaratıklar olduğu, repliğiyle Martins sayesinde film noir estetiğine bir nokta daha koyarız. Karakterimizin, kitaplarında yenilmiş, düşmüş, karanlık ve aynı zamanda suçlu karakterlerinin sisteme karşı anarşist duruşunu yansıttığını anlarız bu sahne de. Binbaşı Calloway kitapların hiçbirini okumadığını, hatta Holly Martins’i bile yeni tanıdığını
“
...müziğinin, ana fikrine ve eylemlerine kusursuzca uygun düştüğü başka bir sinema filmi yoktur!
“
S
enaryosunu, modern dünyanın karmaşık ahlaki ve siyasi problemleri üzerinde durmayı seven, dönemin casus romanlarının yazarı, Henry Graham Green’in yazdığı, Altın Palmiye ve En İyi Görüntü Oscar’ı ödüllü The Third Man filmi, daha jeneriğinde bizi film noir’nın karamsar ve melankolik havasına dahil etmeyi başarır. Anton Karas’ın zither’i ile seslendirdiği ve filme özel bestelediği bu soundtrack “sinema tarihinin en orijinal soundtrackleri” listesine bir köşeye imzasını bırakmıştır. Sinema eleştirmeni Roger Ebert’e göre “müziğinin, ana fikrine ve eylemlerine bu kadar kusursuzca uygun düştüğü başka bir sinema filmi yoktur” yorumu bu imzanın altını çizer niteliktedir. Filmin açılış sekansında bizleri savaş sonrası dağılmış, eski çekiciliğinden, Strauss’undan eser kalmayan, virane Viyana şehri karşılar. Daha sonra Jean Luc Godard’a esin kaynağı olan savaş sonrası Viyana’sını izlediğimiz planlarla ‘‘Kara Film’’in tadını yavaş yavaş hissetmeye başlarız. Nedir bu kara film veya film noir? Kısaca değinmek gerekirse: “Film Noir, Fransız film eleştirmenleri tarafından ortaya çıkartılmış bir kavramdır. Amerikan suç ve dedektif filmleri, Fransa’da savaş sonrası gösterime girmiş ve böylece Fransız eleştirmenler bu filmlerin bakış açılarının ve temalarının ne kadar karanlık olduğunu keşfetmişlerdir. Film Noir bir tür değildir. Bir mod, stil ya da filmdeki tondur. Fransa’da ortaya çıkan ‘Film Noir’ kavramının Türkçe karşılığı ‘Kara Film’ dir. Kara Film’in temaları göçmen film yapımcıları tarafından Avrupa’daki kaynağından çıkarılarak Hollywood’a ithal edilmiştir. Kara Film’in kökleri 1920-1930’lar Alman Dışavurumcu Sineması’nın örneklerinden
5
söylediğinde Calloway’in yardımcısının “Siz o Martins misiniz?” diye soru sorması ile, Martins’in ölümlü dünyaya ikinci, hatta üçüncü başladığını anlarız. İkinci adamların, yardımcıların, uşakların yazarıdır Holly Martins. Amerika’dan uçup Viyana’da hayatını kapsayan olayların içine düşen avantür yazarımız, olayları pragmatist yazar, meraklı dedektif, arkadaşının kanını yerde bırakmayan bir dost, kimlikleri ile cinayet vakasını çözümlemeye girişir. Film Noir, dedektifleri ve onların gideceği izlerle bizi yanıltmayı sever. Martins sorgulamaya başlar. Olayı gören Harry Lime’ın uşağıyla konuşur. Uşak, olay anında üç kişinin olduğundan bahsederken çok emindir. Ancak üçüncü kişinin, ne suratını ne de herhangi bir belirleyici özelliğini hatırlamadığını söylediğinde, serin serin gizem patlatır yüzümüze. Artık filmimiz iskeletini alır ve organları yerleştirmeye koyulur. Film Noir, gizemi sever. Film Noir, Holly Martins gibileri içine alır. Uşağın verdiği bilgilerle 1-0 öne geçen müzmin yazarımız Holly Martins, göçmen tiyatrocu ve aynı zamanda merhum(!)Lime’ın sevgilisi, Anna Schmidt ile tanışır. Anna, gözüyaşlı suretiyle cenazeden beri gözümüzün önündedir. Ve Martins’in, An6
na’dan öğreneceği bilgilerin dışında ondan hoşlanmaya başladığını görürüz. Sinemasal evrende bizi bir paradoksun içine atar bi nevi. “Holly Martins ne yapmaya çalışıyor? Filmin ilerleyen safhalarında Anna’nın gözüne girmek için mi savaşacak, gerçekten arkadaşının cinayetini çözüp ona karşı son görevini mi getirecek, yoksa yeni kitabının tohumlarını mı ekecek?” Film Noir kafalarda sürüklediği soru işaretini sever ve içimizdeki tüm kirli, çıkar arayan duyguları dışavurur. Merhum(!)Harry Lime’ın uşağını pencereden, Holly Martins’e “Bu gece gel, sana çok önemli bilgiler söyleyeceğim” derken görürüz. Martins için nimettir bu replik. Anna’yı da yanına alır ve gece uşağın yanına gider. Evin önüne geldiğinde, başıbozuk bir kalabalık görür. Martins durur mu? Dalar kalabalığın içine. Evet! Uşak ölmüştür, öldürülmüştür. Uşağı sorgularken kapının yanında onları sessizce dinlerken gördüğümüz, uşağın minik ve çok tatlı oğlunun Martins’i işaret edip Almanca bir şeyler söylediğini görürüz. -Bu sahnedeki çocuk oyuncu çok sevecen, naif bir iz bırakır filme- Elbette kalabalık, cinayeti Holly Martins’in işlediğini düşünür. Ve elbette Martins kaçmaya başlar. Film noir, genellikle cinayet mahallinde, sahte parmak izlerinin, sahte kanıtların, şifreli notların, yanlış yöne sevk eden izlerin bulunduğu tematik klişelere bayılır. Karşımıza çıkan yeni bir planda filmin görüntü yönetmeni Robert Krasker - çok sinematografik görüntülere imza atmıştır, alman dışavurumcu ışığını senaryoya yedirmiş ve daha sonra ustalaşacak (Jean Luc Godard vs.) gibi yönetmenlere teknik açıdan esin kaynağı olmuştur. Gözümüze şık bir ayakkabıyı kadrajına alarak gizemli ve kahraman bir karakteri sokar. Gizemli karakterimiz ters ışıktadır, yalnızca silueti-
ni görürüz Holly Martins’le birlikte. Durur muyuz? Holly Martins’in yanında koşmaya başlarız karakterimizin arkasından. Bu olayın peşinden biraz koşturduktan sonra elbette gizemli adamımızı görürüz Holly Martins’le birlikte. Harry Lime’a can veren ve aynı zamanda senaryo yazarı, Orson Welles. Evet! Üçüncü adam Harry Lime’ın ta kendisidir. Başından beri, Viyana’da penisilin (bir tür küf mantarının metabolizma ürünlerinden elde edilen, birçok bakteri türü üzerinde etkili olan, bakterilerin yol açtığı hastalıklarda kullanılan bir antibiyotik) kaçakçılığı yaptığı, bu ticaretin binlerce insanı sakat bıraktığı, polislerin harıl harıl onu aradığı bilgilerinden sonra, Harry Lime’ın bu egzantrik oyununu da çözeriz. Ve aslında filmin denklemini “Üçüncü adam kim?” matematiğini de, çözeriz bu sahnede. Harry Lime’ın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra resmileşen kapitalizmin arzuladığı adam olduğunu anlıyoruz. Yedikçe doymayan insanoğlunun binevi tragedyasını, içten pazarlıkçılığını, sistematikleştiğini ve gittikçe kaybolan ırksal sürecini görürüz. Harry Lime’la. Mahmut Tali Öngören’in kitle iletişimde şiddet temalı “Bu Ne Şiddet” kitabında şöyle bir anekdotla bu görüşümüzü destekler niteliktedir ve şöyle der Öngören; “…Ve de İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan toplumsal, ekonomik, siyasal, teknolojik ve kültürel değişiklikler kendine özgü dokusu ve iç dinamiği olan bir toplum yapısının doğmasına neden olmuştu. Bu toplum postmodern toplumdur. Postmodern toplumda, cinsellik ve şiddet açık bir şekilde yaşanmaktadır ve sinema salonlarımıza yansımaktadır.” Nitekim Film Noir’da bu özünden koparak değişmeyi, yabancılaşmayı göstermeyi çok sever. Filmde dikkatimi çeken bir sahne de dönme dolap sahnesidir. Harry Lime çok sevdiği arkadaşı, müzmin
yazarımız Holly Martins’i bir dönme dolaba davet eder ve orada her şeyi anlatacağını belirtir. Dönme dolap görsel sanatların hepsinde başlı başına bir “insan” metaforudur. En düşükten, yeryüzünden başlar, yavaş yavaş sonsuz maviliğe doğru yükselir, gökyüzüne ulaşır, ancak hız kaybetmeden tekrar yeryüzüne doğru inmeye devam eder. Gökyüzünde, zirvede kalabilen yoktur. Hiç olmamıştır. Ancak Harry Lime, nefes aldığı dönme dolapta bunun farkında değildir ve arkadaşının, yaptığı işin ahlaki olmadığını söylemesi üzerine “...Onlar işçi sınıfının sağlığından bahsederler ben ise enayi ve ahmakların yaşamaya hakları olmadığından.” gibi uzaylı lafları ederken görürüz. Martins onu gangsterlikle suçladığında ise sinema tarihinde yer edinecek bir replik dökülür Harry Lime’ın ağzından.”... İtalya’da 30 yıl boyunca Borjiyalar hüküm sürdü, bu süre içinde hep kan döküldü, cinayetler işlendi yani hep savaş, kıyım ve terör vardı. Ama Michelangelo, Leonardo Da Vinci ve Rönesans’ı da onlar yarattı. Oysa İsviçre’de 500 yıl boyunca barış, kardeşlik ve demokrasi vardı, ama buna karşılık ne yaratabildiler? Sadece guguklu saati! “ -senaryoya katkı sağlayan ve aynı zamanda Harry Lime’a da can veren usta sanatçı Orson Welles yazmıştır bu repliğiDönme dolap dönmeye devam ediyordur, Harry Lime bu beylik laflarını ederken. Ve nitekim dönme dolap turunu tamamlar ve yere inerler. Film Noir kötüleri çok sever. 7
Eski arkadaşını bir kere daha tanıyan Holly Martins polisle pazarlık yapar. Ve polislerden Harry Lime’a karşılık, sahte pasaportla Avusturya’da yaşayan Rus Anna Schimidt’in yaşam güvencesini ister. Polisler kabul eder. Ederler etmesine de Anna bir türlü gidemez. O, Harry’yi seviyordur. Sevgi tarifini de alırız The Third Man filminin. “Ne olursa olsun, her kötülüğe karşılık, sevgi ve bağlılık” tır Anna’nın sevgi tarifi. Nitekim öyle de olur filmin sonuna kadar sadık kalır Harry’ye. Holly Martins fikrini değiştirip geri dönmek ister. Binbaşı Calloway yine sinsi bir planla bu isteğini kabul eder, ancak onun gibi meraklı bir yazarı son götürmek istediği bir yer vardır binbaşının. Onu, Harry Lime’ın kaçırdığı penisilinler yüzünden sakat kalan çocukların kaldığı bir sağlık merkezine götürür. Müzmin dedektifimiz, Holly Martins burada bir vicdan muhasebesi yapar haliyle. Ve vicdanına sığdıramaz eski dostu, Harry Lime’ı. Daha fazla bünyesinde kaldıramaz ve onu bir planla kanalizasyon çukuruna hapseder. Film Noir, underground’u yerin dibine bayılır. Uzun bir kaçıştan sonra Harry Lime kapana kısılır ve birkaç polis öldürür. Ancak daha fazla kaçamaz. Eline silah alan artık müzmin olmayan yazarımız Holly Martins’in kurşunu ile dönme dolaptan iner Harry Lime. Ancak kolay kolay can vermez. Vurulduğu merdivenlerden hala tırmanmaya çalışmaktadır. Nefesi kesilene kadar sürünür merdivenlerin tepesine çıkmak için. Ancak dönme dolap süresi bitmiştir artık. Geriye kalan yalnızca kaçak penisilinle öldürdüğü onlarca insan ve koca bir HİÇ. Film Noir, nihilizmi sayar. Dünya’daki “iyi” kavramına sadık kalan Holly Martins artık meta şehre, Amerika’ya geri dönecektir. Havalimanına giderken, gözü yaşlılıktan bir türlü kurtulamayan, beğendiği kadın Anna’yı görür. Anlaşılan Martins, meta şehre gitmeyi 8
biraz daha erteler. Çözmesi gereken ki cinayet romanlarına entrika katacağı “aşk” sorgusuna katılacaktır. Son sahnesinde de sinematografik başarısı ile görüntü yönetmeni Robert Krasker’a bir kere daha hayran oluruz. Holly Martins, yaprakları dökülen sonbahar ağaçlarının arasında bir sigara yakar, ve beklemeye başlar Anna’yı. Anna süzülerek gelir ve geçer. Sanırım dedektiflik bir tek “aşk” metasında işe yaramayacaktır. Sahne kararır. Genel itibarı ile The Third Man filmi döneminin bir Film Noir, Kara Film örneğidir. İlk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanmakla kalmayıp ertesi yıl “en iyi İngiliz filmi” dalında BAFTA ödülünü de alır. Ayrıca filme siyah beyaz dalında “en iyi görüntü yönetimi”Oscar’ı verilir. (Robert Krasker), Akademi’de “en iyi yönetmen” ve “en iyi kurgu” dallarında da aynı ödüle aday gösterilir. 1999’da çevrilişinin 50. ci yılı dolayısıyla bir restorasyondan geçirilen film İngiliz Film Enstitüsü’nün (BFI) “En İyi 100 İngiliz Filmi” listesinde başta yer alır. Amerikan Film Enstitüsü (AFI)’nin “En İyi 100 Film” listesinde de 57.ci sırada bulunan film IMDb’nin “En İyi 250” film sıralamasında ise şimdilik 54.cü sırada bulunmaktadır. *Noir Cinema Home Page, http:/noircinema.com/
Hasan NAZLIGÜL
RAHATSIZ EDİCİ VE SARSICI “Cache”
Kendi anlatımıyla “kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler” yapan Haneke’den bizi yine gördüklerimizin gerçek tanığı , hatta suç ortağı hissettirecek, huzursuzluğumuzla ve kafamızdaki soru işaretleriyle baş başa bırakacak bir yapıt. endi anlatımıyla “kimsenin ko- tayı anımsamasına neden olur.Georges’in layca ve içi rahat bir şekilde aklına çocukluk yıllarında evlerinde çalıseyredemeyeceği filmler” yapan şan Cezayir asıllı bir ailenin çocuğu olan Haneke’den bizi yine gördüklerimizin ger- Majid gelir.Majid ailesini 17 Ekim 1961 çek tanığı , hatta suç ortağı hissettirecek, yılında Paris’de yaşanan kanlı gösterilerde huzursuzluğumuzla ve kafamızdaki soru kaybetmiştir.Bu olaydan sonra kimsesiz kalan Majid, Georges’ın sebep olduğu bazı işaretleriyle baş başa bırakacak bir yapıt. Haneke filminde batı toplumunun olaylardan dolayı yetimhaneye gönderilir. yozlaşmasını, sorunlarını ve bunalımla- Bu yüzden Georges in başına gelenler için rını kişilere indirgeyerek işlemiş. Filmin şüphelendiği tek kişi Majid’dir. baş karakteri Georges kitaplar üzerine TV programı sunucusu, eşi Anne bir basım evinde çalışıyor ve oğlu Pierrot ise iyi bir yüzücü. Dışarıdan bakıldığında herkesin ulaşmak isteyeceği güzel bir evleri, mutlu bir evlilikleri, sevimli bir çocukları ve entelektüel bir yaşantıları var.Görünüşte mükemmel bir ailedir karşımızdaki ama yönetmen Haneke olunca hiçbir şey bu kadar basit değil. Bu mükemmel aile eve gelen isimsiz bir paketle huzursuz olur. Pakette Georges’in evinin dışarıdan kayda alınmış görüntüleri ve ağzından kan damlayan bir çöp adam çizimi bulunmaktadır. Gizemli telefonlar ve paketler birbirini izlerken, yaşamına yönelik tehdit olarak algıladığı paketler Georges’in geçmişte yaptığı bir ha-
K
9
“
Mağdurların kaderi hep aynı, zalimler ise her zamanki gibi oldukça küstah!
“
Filmi şöyle de yorumlayabiliriz: Georges entelektüel, kültürlü, başarılı ve zengin yani Fransa’yı temsil etmekte. Ama bu erdemlerine rağmen küçüklüğünde yaptığı hatayı kabul etmiyor, ondan kaçıyor ve rüyalarında bile olayları çarptırıyor. Majid ise acı çeken,mağdur,haksızlığa uğrayan ve fakir yani Cezayir’i temsil ediyor.Bunlara rağmen Georges başına gelen en ufak kötülükte bile bunların sorumlusu olarak Majid’i görmekte ve geçmişiyle yüzleşmek yerine bütün suçları Majid’e atarak kendi vicdanını rahatlatmaya çalışmakta. Georges ile Majid’in ilk buluştuğu sahnede, Majid’in saldırgan olmasını bekliyoruz. Ama hayır! Majid çok uysal ve korkmuş durumda. Georges ise ondan beklenmedik bir biçimde kaba ve çok saldırgan.Yönetmen burada bize şunu anlatmaya çalışıyor; Mağdurların kaderi hep aynı , zalimler ise her zaman ki gibi oldukça küstah!
10
Haneke’nin karakterler ve olay örgüsü aracılığıyla bize asıl vermek istediği mesaj ise; Fransa’da hatta Dünya’da ırkçılığın devam etmesi, entelektüellerin, aydınların bile bu olayı görmezden gelmeleri ve kendilerini bu olayların dışında tutmak istemeleri. Haneke batı toplumlarının kendilerinden olmayana tahammülsüzlüğünü hatta tüm insanlar arasındaki çatışmayı ve samimiyetsizliği eleştirmekten de çekinmemiş. Bunların yanında en ufak sorunlarda bile temelinden sarsılan batı toplumunun kopuk aile bağları ve zayıf ilişkileri de Haneke’den nasibini almış. Uzun ve durgun plan çekimlerin yoğun olduğu filmde Haneke gördüklerimizi ve duyduklarımızı idrak etmemiz için bize fırsat vermiş.S oğuk ve tarafsız gibi duran lakin konunun içeriğiyle her zaman mevkisinde taraf olan kamerasıyla, yer yer bizi röntgenci konumuna sokarak oldukça rahatsızlık vermiş ve suçluluk hissi duymamızı amaçlamış.Belki de Haneke’nin yaptığı en iyi şey bu: huzursuz etmek. Yazımı Haneke’nin Londra daki bir festivalde filmini sunarken söylediği şu sözle bitirmek istiyorum; “Size Huzursuz Seyirler Dilerim”
Sefa GENÇ
YÜKSEL AKSU’NUN SON İNCİSİ “İftarlık Gazoz”
Açlık ordusu yürüyor / ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp / ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta. / Açlık ordusu yürüyor / yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için / hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor / yürüyor ayakları kan içinde. Nazım Hikmet nsanlık tarihinin her devri için geçerli Adem, karnesini gösterdiği tarım işçisi olan en büyük zorluk açlık olsa gerek. olan anne ve babasını sevince boğuyor. Bir Bunun üzerine kurulu bir dünya tarihi ege sahil kasabasının olmazsa olmazı deyazmak mümkün. Belki de tüm olan biten niz kenarı piknikleridir şüphesiz. Ve Adem ödülünü böylece alıyor. Adem’in karnesinbudur... Yüksel Aksu da bunun üzerine bir film deki pekiyileri fark eden kasabanın seyyar yapıvermiş. Konunun ciddiyeti kadar sa- gazozcusu Cibar Kemal’in, Adem için bamimi bir film olmuş. Film, 1980 darbesi basına teklif ettiği çıraklığa can atıyor. Basonrası askeri cunta yönetiminin TRT’de bası oğlunun doktor, mühendis olmasını isyayınladığı ‘‘Türk’e Türk’ten başka dost tediğinden bu işlere bulaşmasını istemiyor. yoktur’’ şarkısını seslendiren, elbisesi bay- Ancak Adem epeyce kararlı. İlk açlık greraktan yapılmış bir kadının karşımıza çık- vini annesine ve babasına karşı gerçekleştimasıyla başlıyor. Sonrasında durumunun riyor ve kazanıyor da. Burada annesinin ve ne olduğunu tam anlayamadığımız ancak babasının sözüne karşı bir illegalite söz kodudaklarının çatlaklığından ve zayıf bede- nusudur ve Adem için bu ilk olmayacaktır. Artık okul bitmiştir yaz tatilinde hem ninden aç bir şekilde ölümle burun buruna gelmiş bir genç ile karşı karşıya kaldığımız çıraklık yapar hem de camideki kuran sahne ile devam ediyor. Dilinde tek bir sa- kursuna gider. Ramazan ayı gelmiştir. Ve herkes oruç tutmaya başlamıştır. Adem de yıklama “ Gazoz… Gazoz…” Bu sahneden sonra yönetmen bizi 1970’li yıllara, bir Anadolu kasabasındaki Dilinde tek bir sayıklama ilkokula götürüyor. Okulun son günü karnesini pekiyle doldurmuş, sevinç içinde “ Gazoz… Gazoz…” boncuk gözlü Adem’i görüyoruz. Çalışkan
İ
“
“
11
oruç tutmak ister. Her ne kadar sen küçüksün denilse de Adem diğer çocuklarında oruç tuttuğunu görür ve gizliden gizliye oruca başlar. Kızgın yaz güneşi, gazoz arabası derken iyice zorlanan Adem sözünü tutmakta kararlıdır. Bu sıralarda anne ve babasının çalıştığı toprak ağası Şevket’in Ankara’da üniversite okuyan solcu oğlu Hasan ile Adem yakın arkadaş olurlar. Hasan, babasından çok işçileri düşünür ve elinden geldiğince onlara yardım etmeye ve bilinçlendirmeye çalışır. Camideki kursta hocanın anlattığı 61 gün kefaret orucu Adem’in kafasına mıh gibi çakılmıştır artık. Öyle ki hocanın çocuklar oruç tutmazlar vurgusunu hatırlamaz ya da hatırlamak istemez. Bu kararlığı, Adem’i eşrefi mahlukat yapacak ve orucu öğretecektir. “Geceyi aç geçirip kılıcına davranmayana şaşarım.” Ebu Zerr Yüksel Aksu ege halkının tüm şirinliğini, samimiyetini ve dürüstlülüğünü gözler önüne sererken onların insani zaaflarını es geçmez. Eksiklerini mükemmel yapmaya uğraşmaz. Çünkü sinema gerçeğin gizlenmiş kesitine açılan bir pencere olmaktan başka nedir ki? Mevcut aşırı iştah ve doyumsuzluk hastalığına karşı, insan iradesinin açtığı bir savaş olmaktan başka nedir oruç? İradi
12
olarak bağımlılıkları ortadan kaldırmaya çabalamaktan başka… İnsanlığın üzerine zulüm ağları ören her düzen, onu açlıkla korkuttu. Kapitalizm, ‘‘eğer bana dahil olup beni beslemezsen aç kalır ve ölürsün’’ tehdidini daha ne kadar sesli söyleyebilirdi. Tüm bu akış içinde bir başkaldırış yolu olan oruç insanın en temel ihtiyaçlarından ayrılması halidir ve bir direniştir. Nefsine ve sisteme karşı insan iradesinin doğruluğu adına bir direnişidir. Film için, sol söylemlerin İslami değerleri kullanarak aşılandığını söyleyen İslamcılar olabileceği kadar sol değerlerin İslami kesime teslim edildiğini söyleyen sol görüşlü insanlarda olacaktır elbette. Ancak bu görüş farklılıkları ortada aşikâr duran insani değerler manzumesini sarsmaz. İnsan için eninde sonunda en kıymete binecek olgu insani değerlerdir. Filmde anlatılanları Anadolu’nun gerçekliğinden, inançlarından kopuk bir sol değer olarak görmek Anadolu halkına ve inançlarına haksızlıktır. Bunu İslamcısı da bilmelidir, Ortodoks Marksisti de. İşte bu noktada Türkiye sinemasına, içinden geldiği Anadolu-Ege insanını, doyumsuz bir ustalıkla tanıtan Yüksel Aksu
yetişiyor. Ve durun ‘‘biz buyuz, anlatılan hepimizin hikayesidir.’’ diyor. Doğrusuyla yanlışıyla, hatamızla sevabımızla ‘‘biz biziz’’ diyor tüm filmlerinde. Aksu ilk sinema filmi olan Dondurmam Gaymak’ta Ula’lı dondurmacı Ali ustanın hazır dondurma kartelleri ile olan amansız mücadelesini o kadar güzel bir pencereden anlatmış ki bir çatışma ortamını gösterirken bunu bir komedi filmine dönüştürüvermiş. Entelköy Efeköy’e Karşı filminde ise bu sefer Muğla’nın bir köyünden, Efeköy’den bizlere sesleniyor. Şehir hayatından çıkıp kaçmak isteyen “entel”lerin, yerleşmek istedikleri köydeki köylüler ile yaşadığı macerayı anlatıyor film. Baştan aşağı hem doyumsuz bir komedi hem de doludizgin bir öğreti barındırıyor. Aksu, Anadolu halkının kendi öz değerlerinden kopuşu sonrası yaşadığı sıkıntıyı, bu kopuş aşamasındaki hatalarını o halkı canından çok severken anlatabiliyor. Aynı zamanda doğayı seven ekolojik anarşistlerin nasıl piyasa koşullarında öz arayışı kaçırdığını da çok açık bir şekilde gösterebiliyor. Salt doğru ve salt yanlış gelenek ya da düşünce anlayışıyla değil, her olgunun yozlaşan kısımlarını eleştiriyle, sağlıklı kalan kısımlarını güzellemeyle ifade edebilecek öz veride bir yönetmen Aksu.
Bu topraklarda Yüksel Aksu ruhu ve ufku taşımayanlar, Yılmaz Güney’in keskin toplum okuyuşundan nasiplenememiş olanlar, Nuri Bilge gibi insanın tüm hallerine meftun ve vurgun olmayanlar yani kısacası toplumu değil de kendi görmek istediği toplumu görenler insanlık adına sinema yapamazlar. Olsa olsa üç beş ödül kapmak için yada yapımcısını tatmin etmek için film yaparlar. ‘‘İnsana dair olanı’’ insanı tanımadan anlatmak mümkün olabilir mi? Yüksel Aksu kendi halkını iyi tanıyor ve anlatıyor. Sinema bu noktadan sonra izlenilebilirlik kazanıyor. Bununla birlikte bu kadar keskin ve net filmlerin festivallerde sıkışıp kalmaması ve gişeyle buluşması adına ciddi bir iş yapmış oluyor. Aksu, vizyon filmlerinin mesnetsiz ve anlatıdan uzak olması ritüelini yerle bir edercesine film yapıyor. Aksu filmleri bu anlamda özellikle yeni dönem sinemacılarına örnek oluşturacak bir sinemadır. - İç ses (Keşke hepimiz tüm bu teknik bilmişlik maskelerinden soyunup, Ahmet Uluçay abinin insanlığını giyinebilsek.)Yeni dönem sinemacılarının ve tüm sinemaseverlerin dimağına unutulmayacak tatta bir eser sunduğu için başta Yüksel Aksu’ya ve bütün İftarlık Gazoz emekçilerine teşekkürler.
13
Muhammed SAĞLAM
EVİMİZDEKİ FAŞİZM “Çoğunluk”
Ç
Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı çoğunluk. Ece Ayhan oğunluk filmi ‘‘Yeni Sinema-
cı’’lardan Seren Yüce’nin çektiği ilk uzun metrajlı filmdir. Filmin başrollerinde; Bartu Küçükçağlayan, Esme Madra, Settar Tanrıöğen ve Nihal Koldaş paylaşır. 2010 yapımı film, Venedik Film Festival’inde ‘‘Geleceğin Aslanı’’ ödülüne layık görülmüştür. Altın Portakal’da ise; en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerini almıştır. Filmin yönetmeni Seren Yüce daha önce ‘‘Yaşamın Kıyısı’’ filminde yardımcı yönetmenlik, ‘‘Takva’’ ve Pandora’nın Kutusu’’filmlerinde ise birinci yönetmen asistanlığı yapmıştır. Bu deneyimlerinden sonra Seren Yüce ‘‘Çoğunluk’’ filmi ile ayrımcılık, ötekileştirme, çoğunluğun muktedirliği, orta sınıfın Türkiye sosyoloji içindeki durumu ve erkek egemenliği; sosyolojik ve psikolojik olarak işlemiştir. Çoğunluk, orta sınıf bir ailede doğup büyüyen Mertkan’ın hayatını anlatır. Babası müteahhit olan Mertkan, küçüklüğünden beri babasının sözünden çıkmamış, onu mutlak otorite kabul etmiş biridir. Annesi ise kocasının otoritesinden sinmiş, bastırılmış bir ev hanımıdır. Mertkan, babası tarafından sürekli ‘‘askere git, komando 14
ol, teröristlerle savaş’’ söylevlerine maruz kalır. O ise arkadaşları ile barlarda eğlenir, arabayla şehri dolaşır. Aynı zamanda Açıköğretim fakültesinde de okumaktadır. Ailenin en küçüğü olmasından dolayı el bebek gül bebek büyümüştür. Toplum tarafından erkek çocuğa bahşedilen rolleri babasının koyduğu sınırlar içinde yapmaya çalışır. Bir gün Burger King’de çalışan Kürt bir kadın olan Gül ile tanışır ve sevgili olurlar. Orta sınıfın doğasında olan çoğunluğa ait olma, kendisini o çoğunluğun sembolleri ile var etme anlayışı burada da kendisini gösterir ve Gül’ün Kürt olması, Mertkan ve ailesi arasında bir sorun oluşturur. Bu sorun Mertkan’ı arada kalmaya iter. Ya çoğunluğun içinde yaşayıp ona biat edecektir ya da onu kabul etmeyip dışlanacaktır. Film bu düzlemde, ayrımcılığın ve faşizmin günlük hayatımıza nasıl işlediğini görmemiz açısından iyi bir örnek. ‘‘Çoğunluk’’ kavramı Aydınlanma felsefesi sonrası modern siyasi düzlemde uygulanan bir kavramdır. ‘‘Çoğunluğun iktidarı, çoğunluğun hakları, çoğunluğun baskısı, azınlığın çoğunluğun karşısında ezilmesi ve ötekileştirilmesi’’ bunların hepsi aydınlanma dönemi siyaset felsefe-
siyle ortaya çıkan demokrasi kavramının ürünleri. Bu yönüyle her zaman ifade edilen ‘‘ demokrasi çoğunluğun diktatörlüğüdür’’ sözü burada doğrudur. Benjamin Franklin bunu şöyle tanımlıyor: ‘‘Demokrasi iki kurt ve bir koyunun akşam yemeğinde ne yeneceğini oylamasıdır. Özgürlük ise tam teçhizatlı bir koyunun bu oylamaya karşı çıkmasıdır.’’ Demokrasi kavramının getirdiği, çoğunluğun iktidarı salt siyasi anlamda değil, halk tabanında günlük hayatımızdaki yaşantılarımızda da kendisini gösterir. Erkek kimliğimiz, kadın kimliğimiz, koca kimliğimiz, siyasi kimliğimiz ve etnik kimliğimiz gibi bize biçilen roller ile bu çoğunluğu belirliyoruz. Ve bu çoğunluğun iktidarı, hakimiyeti anlayışı çocukluğumuzdan beri kurgulanmış bir şey. Ataerkil bir yapıda babanın ailenin reisi olduğu kabulü, kadının anne rolü ile eve hapsolunmuş bir yapı içersinde olması, ergenliğe girildikten sonra erkekler arasındaki muhabbetin spor ve kadın olması her kadının cinsel obje olarak görülmesi , siyasi erklerin uyguladığı baskı sonucu vatan, devlet, silah kutsallığı ve dokunulmazlığı, erkek çocukların mavi; kız çocukların pembe giymesi gibi kurgular kişinin çoğunluğun içersinde kendisini yetiştirdiğini yahut yetiştirmek zorunda olduğunu gösteriyor. Çoğunluk filmi bu durumu hem Kürt-Türk
sorunu üzerinden hem de orta sınıf bir ailenin sosyolojik ve psikolojik yapısını ortaya koyarak anlatıyor. Mertkan daha küçükken evin hizmetlisini aşağılıyor. Annesi ile konuşurken babası gibi lafı ağzına tıkıyor. Bu onda bir güç oluşturuyor. Babasının baskısı sonucu ve kendi yetiştiği toplumdaki yapı onda hep birileri birilerinden üstündür, üstün olana itaat edilmesi gerektiği fikrini oluşturuyor. İşçi patrona; Kürt, Türk’e; fakir, zengine; kadın, erkeğe bu bakış acısı ile yetişiyor. Mertkan korkuyor, korktuğu içinde hem kendisi hem de toplum için çok tehlikeli. Korkuyor çünkü çoğunluğun dışında kalmak istemiyor. Çoğunluğun ona koyduğu kurallar etrafında hayatını şekillendiriyor. Mertkan’ın abisi aslında Mertkan’ın bir sonraki safhası. O, ailenin baskısından kurtulmak için evleniyor hayat kuruyor. Ama aynı çoğunluğun farklı bir şemasına dahil ediyor kendisini. Çoğunluk dediğimiz, bir iktidar aslında, hayatımızın her alanına nüfus eden bazen somut bazen soyut göstergeleri olan bir şey. Bazen çoğunluğa direnirken bile bir çoğunluğun yani iktidarın parçası haline gelebiliriz. Çoğunluk kavramı böyle genel bir kavram Faucault’un dediği gibi ‘‘ İktidar her yerdedir çünkü her yerden gelir.’’ Mertkan karakteri filmde, özenle seçil15
miş biri değil. Sıradan biri, hemen her ailede olabilecek bir delikanlı. Ve Mertkan’ın ailesi hemen hemen Türkiye’nin herhangi bir yerindeki orta sınıf bir aile ile aynı özellikleri taşıyor. Mertkan sorumsuz, bir fikri yok, filmin hiçbir yerinde gülmeyen, düşünen değil itaat eden biri. Babaya itaat ediyor, sistemin istediği biri Mertkan. Baba, devlet rolünde; Mertkan ise halk rolünde olduğu söylenebilir. Mertkan aslında olan bitenin farkında ama ses çıkartamıyor, bir şey diyemiyor, vicdanı sızlıyor bunu filmde söylediklerinden değil ama hareketlerinden anlayabiliyoruz. Anne ise o kadar gerçekçi verilmiş ki filmde ismi yok sadece ‘‘anne’’ hayattaki görevi eş ve anne olmak, bu rollerin dışına çıkmamak. Çıkamadığı için ‘‘bu duygusuz insanları nasıl yetiştirdim’’ diyerek uykuları kaçıyor. Mertkan annesine soruyor ‘‘nasılsın’’ annesi cevap veriyor ‘‘iyi’’ tek kelime. Mertkan ve annesi arasındaki diyaloglar böyle. Böyle bir sevgisizlik, nötrlük hali. Annelerin, pasif izleyici rolünün en yalın halini yansıtıyor. Gül, başka bir hayattan İstanbul’a ge16
liyor sosyoloji okuyor. Oda geldiği yerde aynı çoğunluğun muamelesini görüyor. Aslına Mertkan ile hayatları aynı. Mertkan erkeklik rolü gereği umursamaz ne olursa olsun diyor. Gül ise hayata tutunma derdinde bir el arıyor. Ama Kürt olması, Mertkan’ın ailesinde ters tepkiye yol acıyor. Baba kesin tavrını ortaya koyuyor. O Kürt diyor. Çünkü baba vatanını, devletini sahipleniyor. Sahiplenme, ötekileştirmeyi de beraberinde getirir. Faşizm evimizin içine kadar giriyor. Yeni insanlarla tanıştığımız zaman ikinci üçüncü cümlemizde Nerelisin? diye soruyoruz. Çünkü karşımızdaki kişinin nereli olduğuna göre karakter analizi yapıyoruz. Kendimizi öyle kodlamışız. Hatta öyleki ‘‘ şu şehirden damat alınır ama gelin alınmaz’’ gibi deyişler gayet normal hale bürünmüş durumda. Faşizm ve ayrımcılık kendisini gizleyip ufak parçalar halinde toplumun her kesiminde kendisini gösteriyor. Günümüzde haber bültenlerine bakıldığı vakit, gelen şiddet haberleri bu gizli faşizmin ürünü… Çoğunluğun yarattığı faşizme kendi evimizde, sokağımızda maruz kalıyoruz. Filmde, Gül karakterinin Kürt olması ve sosyoloji okuması dolayısıyla ‘‘Kürt bir kadın nasıl Mertkan gibi birine aşık olur?’’ tarzında eleştiriler yapıldı. Bizim ülkemizde Kürt kimliği bir etnik kimliği ifade etmekten çok politik bir anlam kazandığı için aslında bu eleştiriyi yapanlar da o gizli faşizmin içersine giriyor. Onlara göre Kürt olmak politik ve hayatını şekillendirebileceğin bir kimlik, her zaman ötekileştirilmiş ama ötekileştirmesinin içinde de bir çoğunluk oluşturan bir söylem bu eleştiri. Yani: ‘‘Azınlığın çoğunluğu…’’ Ama Gül, 20 yaşında İstanbul’a okumaya gelen, Burger King’de çalışan bir kadın. Hayata tutunma derdinde bu tutunma politik bir kimlikle değil insani olarak. Gül, bu yönüyle hayata tutunmaya çalışsa bile Kürt olmasından dolayı ona yüklenen
politik kimlik dolayısıyla ötekileştiriliyor. Film, bunu eleştiriyor, dolaylı olarak da filme bu eleştiriyi yapanları da eleştiriyor. Seren Yüce bir röportajında şunları söylüyor: ‘‘Çoğunluk ismini sayısal bir ifade olarak kullanmadım. Bir bakış açısının, yani ötekileştiren, ayrımcılığa yol açan bir bakış açısının, toplumda rahatlıkla kabul görebildiğini anlatmak istedim. Çünkü tehlikesini fark ettirmeden yayılıyor. Kendisinden başka herkesi dışlayıp, düşman ilan ettiğinde kendisi için her şeyi meşru görüyor. Filmde baba ile oğul arasındaki ilişkide görüldüğü gibi bu durum, bu bakış açısı kendinden sonrakilere de aynı şekilde aktarılıyor.’’ Bu durumu hem siyasi olarak hem de kamusal alanda görmek çokça mümkün. Çünkü çoğunluk, sahiplenmeyi sahiplenmek ise ötekileştirmeyi doğurur. Aile içinde, babaya ve babanın fikrilerine itaat, sorgulamayan, sorgulamanın günah yahut saygısızlık olarak görüldüğü bir yapıda yetişen çocuk biat kültürü ile kendisini var eden çocuk, kendisi dışında olanları ‘‘potansiyel suçlu’’ olarak gören çocuk gün gelir toplum içinde katil olmaya doğru seyreder. Toplum, kendi katilini, kendisine zarar vereni; kendisi doğurur, kendisi büyütür. Mertkan’da böyle bir karakter. Aslında bu toplumda yetişmiş her birey Mertkan gibi yetişmiş, yetiştirilmiştir. Çünkü etrafımızda her zaman Mertkan’ın arkadaşı gibi, Gül’ü kastederek ‘‘Böyle Çingeneleri, ko-
münistleri si… atacaksın’’ diyen birçok insan var. Erkek egemenlik ve sınıfsal ayrım her yerde karşımızda… Filmde teknik yönüne gelirsek bazı sorunlar mevcuttur. Filmdeki konunun derinliği ve anlamsal kuvveti çok fazla ama çekim tekniği hususunda bazı aksaklıklar mevcut. Özellikle ışıklar konusundaki eksiklik filmin devamlılığını ve sürekliliğini olumsuz etkilemiştir. Bazı kadraj ve planlar daha iyi açıdan çekilebilirdi. Ama yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olmasından ve daha çok konuya yönelmesinden dolayı bu durum mazur görülebilir. Mertkan karakterini canlandıran Bartu Küçükçağlayan rolünün üstesinden hakkıyla gelebilmiştir. Esme Madra ise, iyi bir oyuncu olacağını bu filmle göstermiştir. 2015 yapımı ‘‘Nefesim Kesilene Kadar’’ filminde de başrolü oynamış ve iyi bir oyunculuk sergilemiştir. Çoğunluk, Türkiye sosyolojisinin bugününü çok güzel işleyip, aktarabilmiş bir film. Ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, faşizmi bariz bir şekilde sunarak değil de sosyolojik olarak anlatan bir film. Bu yönüyle son yıllardaki Türkiye sinemasının bir eksikliğini tamamlamıştır. ‘‘Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle’ yalan söylerler.’’ (En’am Suresi, 116)
17
Tuğçe Tomris DURGUT
BOŞLUK
“Enter The Void”
U
yuşturucu kullanımı, uyuşturucu ticareti ve uyuşturucu bağımlılığı sinema sektöründe oldukça fazla işlenen bir konu. Uyuşturucu bağımlılığının ve bu ticaretin gerek ana konu olarak gerekse arka planda işlendiği filmlerden bir tanesi olan Enter The Void’u sizler için mercek altına aldık. Gelmiş geçmiş en kışkırtıcı filmlerden biri olarak görülen acımasız Irréversible (Dönüş Yok)’un ardından çektiği bu ilk uzun metrajlı filmi, Gaspar Noé’nin tabiriyle “Psychedelic Melodram”. Filmin özetinden önce şu replikleri okumanızı isterim. -Temel olarak öldüğünde ruhun bedenini terk ediyor,başlangıçta tüm hayatın gözünün önünden geçiyor,sihirli bir aynada yansıması gibi düşün.Ardından bir hayalet gibi devam ediyorsun,çevrende olup biten her şeyi görüyorsun , her şeyi duyuyorsun ancak yaşayanlarla iletişim kuramıyorsun. Daha sonra ışıkları görüyorsun, farklı farklı renkte ışıklar;seni varoluşun diğer mertebelerine çıkaracak olan kapılar oluyor,ancak çoğu insan aslına bakarsan ,bu dünyayı çok sevdiklerinden buradan başka bir yere gitmek istemiyorlar,bu durumda yolculuğun berbat yolculuğa dönüşüyor ve tek kurtulma yolu da reenkarne olmak.Aklına yatıyor mu? -Bilemiyorum.Berbat yolculuk ne oluyor? -Berbat yolculuk yalnızca kabuslardan 18
oluşuyor.Kafayı yiyorsun.Gerçeklik tek korkun oluyor,acayip korkuyorsun,zihnindeki şeyler gerçekleşiyor gibi;bu noktada asla ölmemiş olmayı diliyorsun .Sonra bazı yeni ışıklar görüyorsun.Sevişen bir çift olarak karşında duruyorlar,karınlarından ışık çıkıyor,onlara yaklaşırsan gelecekteki olası hayatından bazı kesitler görüyorsun. Sana en mantıklı gelen hayatı seçiyorsun. Son olarak kendini bir rahimde buluyorsun.Reenkarne oluyorsun.Hikayenin sonu . Peki bu renki film ne anlatıyor ? Tokya’da küçük çapta uyuşturucu satıcılığı yapan Oscar , tek ailesi olan kız kardeşi ile ‘uyuşuk’ bir hayat yaşamaktadır.Bir gece polisler tarafından yakalanır ve vurulur. Merak etmeyin hikaye bitmedi! Her şey bu andan itibaren başlıyor.Tokya sokaklarında geçen Enter The Void’u izledikten sonra artık bu şehri yalnızca bu filmle hatırlayacağınız kesin.Kimyasallarla uyuşturulmuş beyinler,bağımlılığını kabul etmeyerek mutsuzluğunu gizleyenler ve ayıkken hiç mutlu olmamış insanlar;Noé ‘nin yarattığı psychedelic dünya sizi içine hapsediyor ve filmin sonuna kadar da yakanızı bırakmıyor.Yüzünü birkaç kez gördüğümüz Oscar’ın gözünden izleyeceğimiz hikayenin oyunculukları tek kelime ile mükemmel. kimyasal madde kullanımı sırasında yaşananları içinize işleyerek hissedeceğiniz,arka sokak macerası olarak başlayıp bir aile dramına dönüşen ve zaman geçişleriyle aklınızı başınızdan alacak bir film.
Film Çözümlemesi Filmde Oscar’ın hayat hikayesini izliyoruz.Tokya’da uyuşturucu satıcılığı yapmaktadır.Ve okuduğu ‘Ölümden Sonra Yaşam’ ile ilgili kitaptanda oldukça etkilenmiştir.Buradaki görsel büyüye ulaşmak için uyuşturucu kullanmaktadır.Konuyu bir yana atarsak ;kullanılan kamera hareketleri ve efektler büyüleyici.Noé izleyicisini tam anlamıyla transa sokmayı başarabiliyor.Filmin Tokya’da geçmesi filme ayrıcalık katan büyük parçalardan biri.Tam anlamıyla hikayesine uygun düşünülmüş. Işıklar ve mekan kullanımı Noé’nin ustalığına unvan verir nitelikte.Kurgu ise oldukça başarılı ve hiçbir noktada açık kalmıyor. Filmde izleyiciyi şartlandırma yok trans odaklı görseller sadece izleyiciyi düşünerek yolu buldurmaya çalışıyor. Enter The Void 29. İstanbul Film Festivali’inde Türkiye’ye ulaştı.Gaspa Noé ile ‘Boşluk’ üzerine yapılan röportajdan kısa bir alıntıyı sizin için derledik. -Enter The Void ( Boşluk ) ‘ u çekmek neden bu kadar uzun sürdü? -Çok pahalı bir film .Rol alan ünlü oyucular yok ama film Tokya’da çekildi.Fransız yapımcılar için Tokya’da bir film yapmak çok riskli bir iş .Tüm bunlar birleşince filme finansman bulmak çok zor oldu . -Peki fim kaça mal oldu? -12.5 milyon euro.Filmin mantığını ve hitab ettiği kitleyi düşünürseniz gerçekten pahalı bir film. -İzleyicinin sınırarını zorlayan filmlere imza atıyorsunuz.Bunun nedenini merak ediyorum. -Arkadaşlarım “Filmlerin çok sert” dediğinde ben de cevap olarak izleyicinin fazla yumuşak olduğunu söylüyorum.Aslında seyirci olarak izlemek isteyeceğim filmleri çekiyorum.Filmlerin ilüzyon olduğunu da unutmamak gerek.Mesela bir teca-
vüz ya da bir cinayet sahnesinde yönetmen bir sihirbaz gibi şapkadan tavşan çıkartır. Eğer bu sahneler çok gerçekçi gözükürse insanlar ‘o şapkadan nasıl tavşan çıktı?’diye şaşırır.Mesele bundan ibaret. -Aldığınız sert eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz? -Biri suratıma yumruk atmadığı sürece sorun yok . -Enter The Void ( Boşluk ) aslında 20 yıldır kafanızdaymış .Bu fikir nasıl belirdi? -19 yaşındayken sinema okulundan mezun oldum.O aralar hem sinema üzerinden düşünüyordum hem de ölümden sonra yaşam gibi konularla ilgili kitaplar okuyordum.Diğer yandan da ot içiyordum.Ve keşke o dumanlı kafayı içeriden gösteren bir film çekilse diye düşünüyordum.Tabi o dönem düşündüklerim ve sonunda ortaya çıkan film çok farklı oldu ama uyuşturucu deneyimi konusunda başarılı olduğumu izleyici tepkilerinden anladım. “Uyuşturucu deneyiminin nasıl bir şey olduğunu anladık ama kullanmayı düşünmüyoruz.’’dedi. “Seyircinin, benim reenkarnasyona inandığımı düşünmesini istedim. Filmin sonunda doğum yapan kadın benim annemdir.’’ Evet gaspar rücu’ya inanmaktadır.Öldükten sonra kendisi olmaya…belkide zamansızlığa… pis’kopat! Enter The Void’u ‘’temiz’’ kafayla izleyin zaten yeterince aklınız bulanacak…
19
Seher DAVRAN
SEN NE BİÇİM ERKEKSİN? “Force Majeure”
F
orce Majeure terimi, hukukta; karşılıklı anlaşmalarda, beklenilmeyen bir durumun ortaya çıkışı nedeniyle, anlaşmayı yapan tarafların birlikte ya da tek taraflı anlaşmayı feshi demek. Filmde beklenmeyen durum çığ, karşılıklı yapılan anlaşma ise evlilik kurumu metaforları üzerinden aktarılıyor. İsveçli çift Tomas ve Ebba, çocukları Vera ve Harry ile Fransa Alplerine tatile gelirler. Ailemiz, bir öğle yemeği sırasında “kontrollü” olarak yapılan çığa yakalanır
20
ve hikaye başlar. Yaşanan çığ olayı, aile içinde sorgulamaları da beraberinde getirir. “Sen ne biçim erkeksin? Sen de adam mısın?” Bu cümleleri pek çok erkek sevgilisinden, karısından, babasından, annesinden, arkadaşlarından, park yeri kavgasına girip tartıştığı hemcinsinden duymuştur. Filmin aile kurumunu, annelik ve babalık rollerini deşmesi, bu cümlelerden yola çıkarak başlıyor denilebilir. Üstelik bu erkek olma, aile reisi olma durumu sadece belli bir coğrafyaya ait değil. Doğu ya da batı ayırt etmiyor. İnsanlık hallerinden hareketle, kadınların da erkeklerin de beklentileri evrensel. Ailemiz çığa kadar gayet uyumlu ve mutlular. Öyle ki dişlerini beraber fırçalıyor, aynı renklerdeki pijamaları giyip aynı saatte uyuyorlar. Bizlere seyirci olarak bu imaj üzerinden “modern Avrupa” yorumu yaptırıyor. Her şey uyum içinde, düzenli ve tıkır tıkır işliyor. Çığ düşmeye başlıyor. Henüz sorun yok. Çünkü olay “kontrollü” bir biçimde yapılıyor. Düzen, işliyor. Turistler, bu anı telefonları ile ölümsüzleştirirken hiç korkmuyorlar. Çünkü her şey matematiksel olarak hesaplanmış. Bilime güveniyorlar. Yalnız bir terslik var. İşler onların beklediği gibi gitmiyor. Doğa, duruma el koyuyor
ve turistler çığın altında kalıyor. O sırada, Ebba’nın kocası, evin babası Tomas, beyazın içinde kayboluyor. Yani ailesini masada bırakıp kaçıyor. Filmin kilit noktasına varmış oluyoruz. Muhteşem uyumlu ailemizde bir çatlak meydana geliyor. Peki bir baba, bir eş olarak Tomas’ ın öncelikle ne yapması gerekirdi? Tabii ki ondan beklenileni yapıp, çocuklarını ve eşini koruması gerekirdi. Peki ya bir erkek çocuklarını ve eşini korumazsa ne olur? Bu soru ile yaşanan olaydaki çatlak biraz daha büyüyor, büyürken derinleşiyor. Bu denli derinleşmesinin nedeni, bu sorunun cevabının olmayışı. Çünkü daha önce böyle bir durum deneyimlenmemiş ve baba ne yapacağını bilmiyor. Sorgulamalarla beraber evlilik kurumu, çığın açtığı çatlaktan deşilmeye başlanıyor. Ebba, her fırsatta Tomas’ ın içgüdüsel olarak yaptığı kaçma olayını hatırlatıyor. Tomas, “Ben varım, erkeğim!” demeye çalıştıkça, iş daha da karmaşıklaşıyor. Tomas’ın bu durumu inkarı da yetmiyor. Ebba kocasından uzaklaştıkça, onu yerdikçe, Tomas gitgide küçülüyor. İzleyicinin gözünde adeta bir zavallıya dönüşüyor. İskandinav, özellikle de İsveç sinemasından alışkın olduğumuz türden absürtlüklerle Turist’te de karşılaşıyoruz. Tomas’ın karısının karşı-
sında, elleri ile yüzünü kapatıp, çocuk gibi hıçkırarak ağladığı sahne, komik ve izleyiciye kahkahalar attırıyor. Tomas’ın erkekliğini ispat çabaları, trajikomik bir şekilde ele alınıyor. Birbirinden uzaklaşan çift, huysuzlaşan çocuklar, finale doğru büyük ihtimalle bir ayrılığın olabileceği sinyalini verse de beklenen son gelmiyor. Ailenin tatilin son günü beraber çıktıkları gezide, Ebba, bastıran tipide kayboluyor. Veee… Kahraman erkek Tomas, kurtarıcı rolünde geri dönüyor. Karısını kucaklayıp, sislerin arasından gururla çıkarıyor. Alplerde her gece sistem, aynı düzen tekrar tekrar kurulmaya devam ediyor. Sabaha kadar iş makinaları kar izlerini yok ediyor. Turistler her sabah tertemiz, kusursuz bir manzaraya uyanıyor. Peki bunu akıllarını kullanarak, bilimin imkanlarıyla yapan insanlar, kendi yaşamlarında bu kadar kolay beyaz sayfalar açabiliyor mu?
21
YEDİNCİ SENFONİ
Oğuzcan ÖZCAN
‘‘Whiplash’’
C
harlie Parker 1920 doğumlu ABD’li jazz sanatçısıdır. Bir söylentiye göre Charlie Parker, Count Basie grubunun elemanlarıyla çalarken, grup elemanları Parker’ın ezgilerinden hoşlanmamış ve grubun davulcusu Jo Jones, Parker’a zil fırlatmıştır. Charlie Parker bu olayla ilgili, sıradanlaşmış ezgilerden sıkıldığı için yeni duygu arayışlarında olduğunu söylemiştir. İşte Parker’ı özgür kılan ve bir efsaneye dönüştüren bu düşüncedir. Whiplash’e Charlie Parker ile giriş yapıyorum çünkü Whiplash her ne kadar anlatısını bu olaydan alsa da daha çok azimli bir davulcu ve otoriter bir öğretmenin arasındaki psikolojik savaşı ele alır. Andrew Neiman, Schffer konservatuarında eğitim gören bir davulcudur. Bu yolda en büyük hedeflerinden biri hayranı olduğu jazz davulcusu Buddy Rich gibi çalabilmektir. Yaptığı davul pratiği sırasında okulun en önemli müzisyenlerinden Terence Fletcher’ın kulağına Andew’in ezgileri takılır. Fletcher, Andrew’in yeteneğini fark ederek onu okulun en prestijli orkestrasına alır. Fakat Fletcher müzik eğitiminde öğrencilerine çok sert davranan, onlara sınırlar çizen ve mükemmeli arayan bir öğretmendir. Kendi egoları çerçevesinde 22
Andrew’den bir Charlie Parker yaratmaya çalışır. Bu noktada ikilinin arasındaki ve kendi içlerindeki psikolojik savaş başlar. Fletcher, Andrew’in iyi bir müzisyen olabilmesi için üzerinde ciddi bir iktidar kurar. Andrew ise hayallerindeki efsane olabilmek için tüm bu iktidar mücadelesine, acımasız eğitime katlanır. Fakat bu noktada evrensel dilden yani müziğin saf felsefesinden uzaklaşan bir öğretmen ve onun yolunda ilerleyen bir öğrenci vardır. Fletcher bir Charlie Parker yaratmak isterken, Charlie Parker’ın müzik felsefesinden çok uzak bir eğitim anlayışı belirler. Parker “Müzik, sizin kişisel deneyiminiz, düşünceleriniz ve aklınızdır. Ne yaşıyorsanız çaldığınızdan o duyulur. Müzikte sınırlar çizilmeye çalışılıyor. Sanatta sınır olur mu ?” sözleriyle sanat ve müzik ile ilgili düşüncelerini sunmuştur. Whiplash’de Fletcher’ın kendi egoları çerçevesinde
yaratmak istediği müzisyen ve Andrew’in peşinde koştuğu müzik algısı Parker’ın bu düşüncesine tamamen aykırıdır. Bu noktada Andrew kendi içindeki savaşı, saf müzik arama arzusunu kaybederek başka birinin cümleleri olma yolunda ilerler. “Otuz dört yaşında sarhoş ve beş parasız ölerek insanların benden bahsetmesini, 90 yaşına kadar zengin ve ayık yaşamaya tercih ederim.” Andrew’in bu sözleri direkt Charlie Parker’ın ölümüne bir göndermedir. Parker otuz dört yaşında ve beş parasız ölmüş bir efsanedir. Kendi cümleleriyle, kendi ezgileriyle yaşamaya çalışan birçok sanatçı gibi beş parasız. Karmaşık düşüncelerini, toplumdan farklı algılarını müziğine yansıttığı için beş parasız. Andrew’in kendi içindeki psikolojik savaşı da bu noktada başlar. Kendi duygularını dökebileceği, kendi azmini yansıtacağı davulunun ba-
şında gerçek bir Charlie Parker olmayı, başkalarının cümleleriyle vuruşlar yapan bir müzisyen olmaya tercih eder. Whiplash bu noktada ciddi bir ego savaşını, içsel bir çelişkiyi ele alır. “Müzikte sınırlar çizilmeye çalışılıyor. Sanatta sınır olur mu ?” Bugün sanatta birçok notanın, birçok rengin ve birçok görselin sınırı var. Oluşturmak istediğimiz düşünceler hep birileri tarafından şekillendirilmiş ve onların takibinde olanların beğenilerine sunulmak için kullanılıyor. Sanat adına oluşturulan “sınırlı ürünler” sadece “Ben buradayım, en çok beni sevin.” den öteye gitmeyen, başkalarının mastürbasyonlarının ürünü haline geldi. Bugün gerçek duygularını tuşelerine yansıtan, renklerini kendi duygularına göre seçen ve sadece “Bakın ben de buradayım.” diye bağırması için yaratılmayan notalara Erkan Oğur’un güzellikleriyle sesleniyorum “Gerçek müzik saftır, onun için akıl gerekmez. O zaten tam ve kâmildir. Zaman, mekan, kültür, millet, kişi, cins, bencillik, matematik, fizik, armoni kaygısı, doğruluk, yanlışlık ve ticaretten muaftır... Bilinmeyen zamanlardır, Dede Korkut’tur, Bach’tır, sendir, bendir. Her yerdedir, yokluğu bile kendisidir ve birdir. Biz onu sadece keşfederiz...” Yaratacağınız her satırın, her rengin ve her notanın tüm sınırlarını kendi duygularınızın belirlemesi dileğiyle.
23
R
Wishbone Ash
Oğu
zh an D E
Mİ
Wishbone Ash 1969 da müzik hayatına başlayan Rock müzik tarihine twinguitars konseptini sokan ünlü İngiliz rock grubudur. Grubun anlamı lades kemiği-külüdür. Wishbone Ash’ın tüm albümleri üzerinde sayfalarca yazılacak değerdedir. Birçok grubu etkilemiştir. Hatta rivayetlere göre İron Maiden gibi büyük bir dev Wishbone Ash’ın ezgilerinden etkilenmiştir. Örneğini 1972 Argus albümünün The King Will Come şarkısının başlangıcı, günümüzün ünlü gruplardan biri olan Volbat’ın Stil Counting’in başlangıcında etkisini göstermektedir. Gelgelelim Wishbone Ash’in doruk noktasına. 1972 yılında çıkardıkları Argus albümü grubun en ünlü albümüdür. Grubun yıldızı bu albümde parladı denilebilir. 7 parçadan oluşan bu albüm hem sözleriyle hem de mükemmel ezgileriyle kalbinizi çalacak. Albümde özellikle The King Will Come ve Throw Down Thes Word adlı şarkılar sizi alıp bambaşka yerlere götürecek. Ek olarak ufak bir şarkıyı da sizlere sunmak isterim. Phoenix adlı yaklaşık 10 dakikalık olan bu şarkı kelimelerle tarif edilemez. Her türlü duyguyu barındıran bu şarkıyı dinlemeden ölmeyin.
Replik
“ 24
Bir peri masalında başladık ve hayata ulaştık! Ama bu hayat gerçek mi? Hayır. Bu bir film. Kamera geri çekil. Biz imgeyiz, rüyayız, fotoğrafız. Burda kalmamalıyız! Yanılsamayı parçalamalıyız. Bu Maya’dır. Kutsal dağa elveda. Gerçek yaşam bizi bekliyor. (The Holy Mountain - Alejandro Jodorowsky)
sinema
gunlugu Ali GEVGİLİLİ “El” Ya Da İnsan Tükenmez
B
Şubat 1967
undan sonra hiç kimse dilediği gibi düşünemez. Kurban geçmiş çağların bir kişisi, Galileo Galilei ya da Oppenheimer olabilir. Bu bir şeyi değiştirmez... Çek, kukla filmcisi Jiri Trnka El’i (Ruka, 1965) bu sözlerle sunuyor. Kendi kapalı evreninde çömlek yapan bir kukla ile canlı bir el’in simgesel serüvenidir bu. Kukla bir çeşit adacak olan evine kapanmak ister; kapısını, penceresini kapar dıştan geleceklere karşı. Ama bir el her kez açar kilitleri. Kutlayı dilediği çömleği değil de, kendi istediğin şeyleri yapmaya zorlar. Bireyseldir ama yine de bir varlık olarak kutlayın zorlar ve onu bir telle çevirmek ister. Biri eldir o, ama yine de bir varlık olarak kuklayı zorlar ve onu bir ele çevirmek ister. Nedir El? Eşyanın fetişi mi, yabancılaşmanın bir simgesi mi, insancıl olmayan
bir totaliterlik mi? Hiç kuşkusuz tümünün bir karması ve toplumcu bir hümanizmaya erişilemedikçe aşılamayacak bir engel... Minik odasında kutlanan giriştiği yalnız savaşın trajik sonu bu deyimler. Tranka’nın çalışması, özüyle de, kukla filminin sınırlarını çok yanlı olarak zorlayan teknik özellikleriyle de dost bir film. *Yeni Dergi, Şubat 1967, Sayı:42, sf:230
25
SİNEMA KÜTÜPHANESİ* Politik Kamera | Michhael Ryan & Dougles Kellner Politik Kamera, altmışlı yıllardan seksenlerin ortalarına kadar, Hollywood sinemasının, politik yönelimlerle ilişkilerine bakıyor. Bu eleştirel bir sinema incelemesi: Karşı kültürden karşı devrime, liberalizm, sınıf ve etnisite, cinsiyet, korku, militarizm, birey ve toplum, temsil ve birçok kavram bu kitabın çerçevesini oluşturuyor. Sinema, politika, kültür zemininde derinlikli bir yaklaşım söz konusu. Ryan ve Kellner, altmışların özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerle örülü toplumsal atmosferinden Reagan’ın vahşi kapitalizmine giden yolu, Hollywood sineması üzerinden kat ediyorlar. Onlara göre sinema ideolojik üretim açısından vazgeçilmez bir araç. Çünkü sinema olguları temsilin süzgecinden geçirerek bize bir yapıntı sunar. Sinemada hep temsil biçimine ilişkin bir tercih yatar. İdeoloji de temsiller üzerinde yükselir; toplumsal kurum ve değerlerle, cinsiyet rolleriyle, kişisel varoluşumuzla ilgili yapıtaşları böylece oluşturulur. Dolayısıyla sinema, hâkim ideolojik hegemonyanın yeniden üretimine katkıda bulunabileceği gibi, alternatif temsiller aracılığıyla onu sarsmayı da amaçlayabilir. Pek çok Hollywood “hikâyesinde” dayatılan toplumsal arzular, korku ve kaygılar boy gösteriyor. Muhafazakâr Hollywood sinemasında bolca rağbet edilen metaforik anlamlandırma biçimi, psikososyal gerilimleri yatıştırmaya yönelik bir boşalım mekanizması oluşturuyor. Böyle olunca, örneğin, Baba’nın erkeklerini bu kadar “erkek” yapanın ne olduğu, Şeytan’daki masum kız çocuğunun neden şeytanlaştığı, Jaws’daki köpek-balığının aslında kime ve neden dehşet saçtığı, Havaalanı ve Yangın Kulesi gibi filmlerde felaketle birlikte nelerin savuşturulduğu, Kıyamet’te Vietnam’la nasıl hesaplaşıldığı, Rambo’nun neden şiddete doymadığı üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor. Patolojik bir eril cinsel kimlikle, bireyci alternatiflerle, seçkin liderlere bağlanmış umutlarla yüklü, karşılanmamış özlemlerin ve hüsran duygularının saldırgan bir şiddete dönüştüğü babaerkil muhafazakâr toplumda, imdat çağrılarını görmek için muhafazakâr kültürel üretimi geri şifrelemek bile çok anlamlı. Ryan ve Kellner, Hollywood’un ideolojik şifrelerini ustalıklı bir içgörüyle çözerek, bize gerçekte ne olduğunu anlatıyorlar. Muhafazakârlık sözlüğünde “erkek” ve “kadın” olmanın, özgürlüğün, başarının, doğanın, ailenin, teknolojinin vb. ne anlama geldiğini merak edenlere ve karşıt, eşitlikçi alternatiflerden umudunu kesmemiş olanlara... *Bilgiler kitapların tanıtım bültenlerinden alınmıştır. 26
RÜYA DEFTERİ Furkan GÜNGÖR
*Kompozisyon, The Holy Mountain(Alejandro Jodorowsky) filminden esinlenerek yapılmıştır. 27
“Denize açılmak gerekli, yaşamak gerekli değil!”
Ece BAŞTÜRK
ÇİÇEK KIZ
“Edie Factory Girl”
Y
“Kısa ama etkileyici bir hayat, çarpıcı bir çıkış ve acıklı bir çöküş”
önetmenliğini George Hickenlooper’ın üstlendiği, başrollerinde Sienna Miller(Edie Sedgwick),Guy Pierce (Andy Warhol),Hayden Christensen (Bob Dylan) olmak üzere 2007 yılında vizyona giren, dram-biyografi türünde bir yapım Factory Girl. Pop Art’da çığır açmış, zamanın aykırı sanatçısı Andy Warhol’un Edie’nin etrafa
30
saçtığı ışığı keşfetmesiyle başlıyor hikaye. Sorunlu bir ailenin hayalperest kızı olarak büyüyor Edie, Andy ile tanıştıktan sonra onun gözbebeği oluyor ama kısa sürede kazandığı şöhretin getirdiği paylaşılamama onu yine mutsuzluğa ve kimsesizliği itiyor. Edie, daha öncesinde şapka imalatı yapmak için kullanılan, Warhol’un elinde yeniden yaratılmış bohem bir cennet olan Fabrikasına adımını atar atmaz çok seviliyor ve biranda yıldızı parlıyor. Gündüzleri dünyaya ismini duyuracak sanatçılarla, şairlerle tanışıyor, birçok filmde rol alıyor. Geceleriyse asıl çarpıcı gerçekle, onu günden güne içine çekecek ve sonunda da yok edecek uyuşturucunun sularına sürükleniyor. Filmde Edie Sedgwick ve Bob Dylan arasında yaşanan aşka da Dylan adı geçirilmek yerine “ folk singer “ olarak anarak üstü kapalı bir şekilde değiniliyor. Bu durum konu hakkında bilgisi olan seyirciyi gülümsetirken, bi haber olanların kafasında soru işareti oluşturuyor. Warhol’un gözbebeği Edie’yi paylaşmak istememesi, Dylan’ın kafasında Edie’nin Warhol’un gözbebeği değil, kolunda gezdirdiği bir süs bebeği olduğunu
“
Hoşçakal demeden gitmelerin farkında bile değildim. Ben bir çiçek kızdım.
“
düşünmesi, doğal olarak ikili arasında çatışma yaratıyor ve Edie hayatının merkezindeki iki önemli erkek arasında dengeyi kuramadıkça kapana sıkışıyor, Warhol’un üzerindeki ilgisini kaybediyor aynı zamanda Dylan tarafından da terk ediliyor. Terk edilişinin ardından Edie filmde “Hoşçakal demeden gitmelerin farkında bile değildim.Ben bir çiçek kızdım” cümleleriyle karşı karşıya kaldığımız yıkılışının sebeplerinden birini özetliyor seyirciye. Bu durumun içinden çıkamaması daha fazla karanlığa sürüklenmesine,bağımlı olmasına neden oluyor. Mekan tasarımı ve sanat yönetimi açısından oldukça başarılı bir film. Sahneler boyunca bize eşlik eden Glam-rock tarzında şarkılar o dönemin kokusunu daha iyi duyumsamamızı sağlıyor. Edie’nin giyim-makyaj tarzı çok başarılı yansıtılıyor fakat Dylan’ın hislerinin, tutkularının gösterilişinde yetersiz kalınması seyirciyi tatmin etmiyor. Filmdeki bazı sahnelerde yoğun didaktik unsurlar veriliyor bunun yerine Edie’nin kendini kaybedişinin altında babası tarafından tecavüze uğraması, çocukluğunda akıl hastanesinde yanlış tedaviler görmesi, annesinin pasifliği, kardeşinin eşcinsel olmasından dolayı ailesinin baskılarına dayanamayıp intihar etmesi gibi yaşadığı trajik olaylar daha baskın şekilde
verilebilirdi. Asıl değinilmesi gereken konuysa senaryoda tek taraflı bakış açısı kullanılması. Bu bakış açısı Andy’nin hayatına ve harikalar fabrikasına kenarları taşlı gözlüklerimizi çıkartıp, çıplak gözle bakmak mıdır bilemeyiz fakat oldukça sert bir iyi-kötü ayrımı… Böyle bir ayrım seyircinin, Andy’nin yarattığı sanat akımını, ulaştığı kitleyi görmesini engelleyip tamamen acımasız, bencil bir adam olarak algılanmasına neden olurken, Edie içinse elinde iğreti sigarası, kalçasından vurulduğu iğnelerle “zavallı küçük kız çocuğu “ damgası yapıştırılıp, içsel dünyasını algılamamıza engel oluyor. Filmin sonuna doğru Edie’nin tedavisini, sağlığına kavuşmuş olduğunu görüyoruz. Tam mutlu sonla bittiğini düşündüğümüzde bir not beliriveriyor ve sarsılıyoruz: “Edie Sedgwick tedavi olduğu hastanede tanıştığı biriyle evlendikten üç ay sonra yirmi sekiz yaşında aşırı dozda uyuşturucudan ölmüştür.”
31