E Sa der i 20 yı: :3 16 1
s y i lv
ia
evic
kosm k o kiru
osult
yavu
zÇ
a nR etin
BRES
SON
İÇİNDEKİLER Genel Yayın Koordinatörü Sabri OCAK
Editör
Ece BAŞTÜRK Muhammed SAĞLAM
Kafa Takımı
Ece BAŞTÜRK Oğuz Can ÖZCAN Muhammed SAĞLAM tahsin bey
Çizerler
Esra Nur KURT Özlem ÇAĞAN Furkan GÜNGÖR
Kapak
Sabri OCAK
Tasarım
Sabri OCAK 0(536) 705 82 61 sabriocak@yandex.com
İletişim
bakisboslugufanzin@gmail.com https://twitter.com/bakisbosluguf 0(536) 705 82 61 0(538) 293 26 96 TELİF HAKLARI MODERN KÖLELERE AİTTİR ©
Önsöz Kafa Takımı
3
Kendi Sentezine Ulaşmış Bir “Tin” KOSMOS - Muhammed SAĞLAM
4
SYLVIA: Estetik Bir Ölüm Ece BAŞTÜRK
7
IKIRU Üzerine Emre AKAY
9
KISA’dan Hisse: EVICKO 10 tahsin bey Yeşilçam Sosyolojisine Bi’bakış 15 SULTAN - Muhammed SAĞLAM Sinema Kütüphanesi 20 Sinema Günlüğü 21 Sevgili Chaplin & Mutluluk Denen Musuzluk Ali GEVGİLİLİ Yedinci Selfoni 24 YAVUZ ÇETİN - Oğuz Can Özcan Replikler 25 Bir Taşra Papazının Günlüğü Robert BRESSON Depiaf (İlistrasyon) 26 Furkan GÜNGÖR İF İstanbul 27 Tanıtım Afişi
Önsöz Merhaba, orta sınıf sendromu yaşayanlar, varoluşsal sıkıntılar çektiğini sananlar, Kafka’yı Prag’da bırakanlar, Dostoyevski’yi saklanarak okuyanlar, Stocholm sendromunu yaşayamayanlar, proleteryayı meze konusu yapanlar, Marks’ın ruhuna fatiha okuyanlar, sonradan görme entellektüeller, devrimi Etiler’de yapanlar, Bağçılar’ı yok sayanlar, kahrolmayanlar, çırılçıplaklar, ayetleri sermeyeye feda edenler, anti-kapitalist kapitalistler, muhafazakar anarşistler, en çok ben bilirimciler, manik- depresifler, şizofrenler, İkinci yeniye küfür edemeyenler, solculuk taslayanlar, oralet içemeyenler, minimalist çizgiler, post- modernistler, yapıbozuma uğrayanlar, sevemeyenler, yalancılar, riyakarlar, ayağına bok bulaşanlar, anadoludan uzaklaşanlar, Ortadoğu’ya şiir yazanlar, kitaplara ihtiyaç anında sarılanlar, meselesi olanlar, olmayanlar, ütü yapmayı bilmiyenler, ontolojik çıkarlar, modernizm eleştirisi yapan modernistler, bizler, sizler, ölümle derdi olmayanlar, KPSS’ye çalışanlar, 3 çocuk diyenler, profosyoneller, amatörler, kavramlara boğulanlar, Valar Morghulis’ciler, içeridekiler, dışarıdakiler, gericiliğin devrimciliğini savunanlar, kravat takmayanlar, aynasızlar, cüppe giyenler, aydınlananlar, karanlığa gömülenler, sokakta yaşayanlar, sokak olamayanlar, etrafa aforizmalar saçanlar, bizler, bizler, burada olanlar ve buranın dışında olanlar hepinize Merhaba….! Varolmanın dayanılmaz ağırlığını tattığımız ilk günden beri sanat, evren içindeki yaratılışımızı tanımlamanın, varoluşun gizemini anlamanın belki de tek yoluydu. Sinema sanat denilen bu olgunun yedinci basamağında yer almakta. “Sinema Sanatı”, kendisinden daha önce varolan sanatlar arasında bir köprü... İlk sinema aşıkları sinemada roman yazdılar, resim yaptılar, drama gerçekleştirdiler yani diğer sanat dallarına ait öğeleri filmsel durum içinde işlediler; Sinema resim sanatından beslenen ve kendine özgü görsel estetiği, bu estetik yapı üzerine kurulu ‘görsel hazza’ sahiptir. Film, bir kitaba göre daha kısa süreli anlatıma sahip olmasına rağmen, bir kitabın sahip olmadığı “görsel” olanakları doğasında barındırır. Böylelikle sinema, anlatı özelliğinin derinliğinden dolayı en güçlü bağını edebiyatla kurmuştur. Yazıyla aktarılamayan gösterilmiştir. Bununla beraber müzik de en başından beri sinemanın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Sessiz filmler canlı müzik eşliğinde gösterilmiş, görüntünün müzikal potansiyeli daha o zaman keşfedilmiştir. Sinema, görsel terimlerle tanımlanan müzikal kavramlar dizisinden yararlanır. Kısaca sinema,diğer sanatların çoğunu kaydetmek için kullanılabilir ve diğer sanatlar sinemanın içinde yer alan değerlerdir. Tüm sanatlar birbiriyle ilişki içinde,birbirlerini tamamlayan parçalar taşır. Sinemayı anlayabilmek için onu oluşturan diğer sanatlara yakın olmak gereklidir. Şiir tercüme edilemeyen, Sanat tanımlanamayan, Sinema da büyüsünü açıklamakta zorlandığımızdır biz aciz insanlar için. Ama yine de biz sinemayı diğer sanatları içinde ahenkle birleştiren bir sanat olarak anlatmaya çalıştık. Bakış Boşluğu’nun sayfalarını dolduracak sizden gelen film okumaları, musiki bir dokunuş, sinema günlükleri,kitapların analık ettiği filmler ve birkaç kırık çizgi fanzinimizde birleşiyor Sanatla kalın! Kafa Takımı 3
KENDİ S
ENTEZİN
Ş BİR "TİNE "
ULAŞMI
Muhammed SAĞLAM
“Adaletin yerinde kötülük var. Aslında insanoğlunun başına gelen hayvanların da başına geliyor. Başlarına gelen şey aynı. O nasıl ölüyorsa öteki de öyle ölüyor.”
B
eyaz bir örtü ile açılıyor ya sahne! Hani içinde ‘‘gelmek ve gitmek’’ olan… Mekânın belirsizliği içinde kayboluyor ya insanlar. Hani iyilik ve kötülük üzerine kelam ederken dışarda silah sesleri ve toplar patlıyor ya! İnanç ve inançsızlık üzerine düşünürken insanın hayvandan bir farkı olmadığını söyleyen bir insan çıkıyor ya karşımıza! Mezbahanelerde öldürülen hayvanların bakışları ile son nefesini verecek olan insanın bakışı arasında hiçbir farkın olmadığını bize gösteren sahneler! Büyük bir hapishanede kuşlar gibi özgür olabilmeyi, sınırsızlığı ve saf güzelliği, düzen ve uyum içinde yaşayabilmek var ya! Düzen ve uyumun içinde ‘‘işe yaramazlık’’anlamı da bize: Her kötünün içinde bir iyi her iyinin içinde bir
kötü olduğunu açığa çıkartıyor ya! İyi ve kötü üzerine konumlanmış ahlakı yıkan bir şaman tüm dikkatleri üzerine çekiyor ya! İnsanların hem korktuğu hem saygı duyup medet umduğu bir adam var ya! Ötekilerin dünyasına umut olarak gelen, bir maneviyat aşığı! Hani aşkı arayabilmenin felsefesini yapmak ve bunu köhnemiş, erkekleşmiş, hastalıklı bir mekânda dile getirmenin zorluğu var ya! İktidarın kapısına kilit vurulduğu, emir-komuta zinciri içersindeki kasabada duvarların arasında yalnızlaşmak, çay içmek; arafta olmanın hikâyelerinin anlatıldığını hissetmek var ya! İdealin görüntüsü… Nietzsche’nin ‘‘üstün-insan’’ kavramı, Kant üzerine ahlak yorumu… İşte, buradaki bütün cümlelerin altını doldurabilecek bir film: Kosmos!
‘‘Kosmos’’ ideali belki de Kierkegaard’ın şu cümlelerinde saklı: "İnsan ruhsal olan ile bedensel olanın sentezidir. Ama ikisi bir üçüncüde hemhal olmazsa sentez düşünülemez. Üçüncüsü tindir." Kosmos, doğal olandır. Çünkü doğal olan sentez olandır aslında. Kosmos, ‘‘Aşk arıyorum’’ diye (o) fırtınada bütün nefsanî duygularından kendini ayırarak post-modern aşklara inat ‘‘hayvani bir aşk’’ arıyor. Çünkü biz biliyoruz ki insan masumiyetini, içtenliğini, saflığını, özgürlüğünü kaybetti. Yani insan ilkelliğini, doğallığını kaybetti. Kosmos’un ‘‘hayvani aşk’’ı bu doğallığı ve ilkelliği tekrardan açığa çıkardı. Ve kendi sentezine ulaşmış bir ‘‘Tin’’ olarak kendisini gösterdi. Diyordu ya Kosmos ‘‘Bedenin istediği aynı zamanda ruhun istediği de değil miydi?’’ Sahi öyle mi gerçekten? 5
Sürgün olarak gelen öğretmenle beraber olmasını bununla açıklayabilir miydik? Materyalist zevklere karşı ruhun dirilişi..! Filmin konusu, teması; ne anlattığı, ne anladığımız yahut ne anlamamamız gerektiği üzerine genel açıklayıcı şeyler yazmak belki de filmin ‘‘zamansızlığına’’ karşı gelmek olur. Birçok fotoğraf karesinin birleşimiyle oluşmuş bir film. Gerçekliğin içindekilerle değil dışında kalanlarla uğraşan bir film. Bu yönüyle izleyiciyi aktif hale getirip onların zihin dünyasına seslenip kendilerini bulmalarını ve sorgulamalarını sağlıyor. Sinema, yedinci sanat olarak ifade edilir ya bunun en iyi örneğini veriyor Reha Erdem diğer altı sanat dalından bağımsız olmayarak. Filmde mekânın ismi geçmiyor lakin biz oranın Kars olduğunu anlıyoruz. Kars’ın soğuğunu size hissettirerek üşüten, beyaz örtü ile soğuk savaş dönemi mimarisini andıran coğrafyayı çok güzel aktarmış bir film. Bu yönüyle Türkiye sinemasında; mekânın ‘‘karakter olarak’’ yansıtıldığı ender filmlerden biridir Kosmos. Filmin en önemli öğelerinden olan ‘‘ses’’ ise kulaklarımıza direk hitap ediyor. Bu arada filmin müzikleri de A Silver Mt. Zion’un parçalarından seçilmiş, bu da ayrı bir etkileyicilik katmış filme. Filmi bitirdikten sonra ise David Lynch filmleri ile paralellik kurulabilir. Anlambilimsel alarak birçok soru sorup birçoğunun cevabını bulamayabiliriz. Bir karışıklık, çı6
kışsızlık… Diriltmek ve ölmek gibi… Aslında Kosmos’da bunu anlatmıyor muydu? Filmin başındaki kahvehane sahnesinde aforizmalarını! savururken aklıma Tin suresi 4. ve 5. ayetlerde ‘‘Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık sonra onu aşağıların aşağısına indirdik’’ ayeti geldi. Evet, insan ziyan içinde, her şeyi yapan kendisi! Ne diyordu Kosmos: ‘‘İyiyle kötünün, cömertle cömert olmayanın başına gelen şey aynı. İyi adam nasılsa, suç işleyende öyle. Yemin edenle yeminden korkan aynı birbiri gibi. Hayatta, her şeyde bela şu ki; herkesin başına gelen şey aynı, hem de insanoğlunun yüreği kötülükle dolu ve ömürleri devamınca yüreklerinde delilik var ve sonra ölülere katılıyorlar. Çünkü bütün yaşayanlarla beraber olan için ümit var, çünkü sağ köpek ölü aslandan iyi, çünkü yaşayanlar biliyorlar ki ölecekler fakat ölüler bir şey bilmez ve artık onlar için bir ödül yok, çünkü onların anılması unutulmuş.’’ İnanç, umut, aşk ve bir tin…. Neptün ile kuşlar gibi konuşup uçuşurken Tevrat’tan alıntı yapalım ve diyelim ki ‘‘Çünkü aşk hastasıyım ben, sol eli başımın altında olsun, sağ eli beni kucaklasın!’’ Son sözleri Kosmos’a bırakalım: “İki kişi bir kişiden iyidir. Çünkü düşerlerse biri arkadaşını kaldırır. İki kat iplik zor kopar. Ruhum, beni dinlemediği zaman çıkıp iskeletime diyorum ki, ağzınla acele etme ve yüreğin söz söylemeye tez olmasın. Çünkü Allah göklerde ve sen yerüstündesin.”
Ece BAŞTÜRK
SYLVİA ESTETİK BİR ÖLÜM
"Tutku; seni tüketecek maceraların arkasından korkusuzca yürümek.Gerçeği arzulamak. Cesaret; çoğu insanın istediği şeyler fakat çok az insanın istediği kadar tehlikeli ve şiddetlisi. Kargaşa; süregelen bir arayış. Hırs; daha iyi yazma hırsı. Ve tıkanmanın verdiği kuşkuyla düştüğün kaçınılmaz korku girdabı. Çelişkiler… Ah aşk, kırgınlık ve kaos. Bipolar bozukluk; dengelenemeyen yetersizlik duygusu. Kendini ‘hiç’in içine atarak var olmaya çalışmak. İtiraf; feminist bir uyanış. Kadının isyanı. Ruhsal acı; fazlasını isteyip bulduklarınla yüzleşme, yaşadığında düştüğün dehşetle gelen öfke ve yoğun kararlılık. Özenle seçilen sözcükler… İnce ayrıntılar… Sert ve vurucu imgeler; bir bıçak gibi kesen sancının karnını.
Bilinç dışı…Uyanış… Travmalarında sanatsal bir ölüm yaşayıp kendini doğurmak şiirlerine. Yazdıklarınla gücünü keşfederek varlığını ispatlamak. Yıkılmış inançlar. Kafanı mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar etmek. Ve kurtarılmak istediğini belirten bir not bırakmak yanıbaşına. Bir şeylere inanmadığını gösterirken bile aslında inandırılmak istediğini not düşmek dünyaya. Tüm bunlar ‘Sylvia’. " Yönetmen Christine Jeffs’in beyazperdeye taşıdığı Sylvia Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow, Daniel Craig ve Lucy Davenport’un rol aldığı "Sylvia " adlı film 2004 yılında yayınlanmıştı. Filme genel olarak baktığımızda; Sylvia Plath, İngiltere’nin önemli edebiyatçılarından Ted Hughes ile evliliğindeki hayal kırıklığı ve yıkımı üzerinde durulurken, Ted ile olan ilişkisinin de onu ölüme sürüklediği düşüncesinin hakim olduğunu görürüz. Filmde büyülü bir şekilde birbirlerinin kaderi olduklarını düşünecek kadar tutkulu bir aşk yaşıyorlar ama bir süre sonra birbirlerini yok etme potansiyelleri ortaya çıkıyor ve bu potansiyel aşka baskın geliyor. Sonrasında bu iki şairin aslında zıt karakterlere sahip olduklarını, aralarında büyük bir rekabet olduğunu en başından beri onlara çekici gelenin, birbirlerini yok etme potansiyelleri olduğunu görüyoruz. Karakterleri, evliliğe bakışları kadar şiir anlayışları da zıt olan bir çift var karşımızda. 7
Ted hughes, akılcı şiirler yazmayı tercih ederken, Sylvia hislerinin ön planda olduğu itirafçı/gizdökümcü şiirler yazmaktaydı. Toplumun " anne " algısına göre çok daha özgür,korkusuz ve tehditkar bir kadındı. Hughes edebiyat alanında büyük ilgi görüp - ki bu ilgi sadece edebiyat çevresinden değil yoğunlukla kadınların ilgisiydi - takdir edilirken; Sylvia geri planda bırakılıyor, hak ettiği değeri göremiyor ve bu yüzden de büyük bir kaygıyla karanlığa sürükleniyordu. Filmde başarılı bir şair olmakta azimli, kendini zaman zaman yazmak konusunda tıkanmış bulan Sylvia’nın yaşadığı sarsılmayı görüyoruz. Bu durumu filmdeki Sylvia Plath karakterinden şu alıntıyla özetleyebiliriz : “Bazen katıymışım gibi hissedemiyorum. Görünmezim. gözlerimin arkasında hiçbir şey yok. Bir insanın negatifiymişim gibi. Sanki asla bir şey düşünmemişim gibi. Hiçbir şey yazmamış, hiçbir şey hissetmemişim gibi. Tek istediğim karanlık. Karanlık ve sessizlik.” Filmde daha çok ikilinin ilişkisine yer verilmesi, ölümünde aldatılmasının etkisine yoğunlaşılması, aşkının verdiği kıskançlık hissi yüzünden deliren bir kadın portresi çiziliyor kafamızda. Oysa intiharı8
nın arkasında daha derin sebeplerin etksini de barındıran bir kadın Sylvia. Aldatılışının ardından filmde geçen “Bir şeyden sürekli korkarsan, onun gerçekleşmesine sebep olursun.”cümlesi kendi korkularını kendi yaratmış ve kendine çekmiş olan Sylvia’nın her şeyin farkında olduğunu ve kabullendiğini gösteriyor. Film boyunca; Sylvia’nın iç sesini yeterince duyamayız, çocuklarına olan sevgisi, babasına karşı duyduğu kırgınlık, öfke ve yarım kalmışlık hissi eksik kalır, sağlam imgelerle dolu şiirleri yer verilmez ve bu yönüyle edebi kimliğinin yeterince vurgulanmayışı izleyiciyi tatmin etmekte yetersiz kalır. Ölümüne yakın Sırça Fanus'u yazıyor Sylvia. Ve yaşamının son zamanlarda en güzel şiirlerini yazdığını söylüyor ve yazıyor da. Filmde son günlerine doğru yazdığı bu kitap daha fazla vurgulanabilirdi. Her ne kadar Sylvia’nın intiharı eşi Ted ve evliliğindeki çalkantılar üzerinden yansıtılmış olsa da yazdıkları; basılmayan, dergiler tarafından reddedilen, anlaşılamayan, hayata bambaşka gözlerle baktığı için dışlanmış, yeteneği ortada bir yazar olduğu halde dergiler ve yayın evleri tarafından gerekli ilgi verilmemiştir. İntiharı sonrası yazıları büyük ilgi gören Sylvia’nın şüphesiz ölümündeki en büyük sebeplerden biri sistem tarafından yaratılmış duygusal yıpranma ve kaygıdır. Üstelik intiharın sebebini bir kişiye bağlamak, bardağı taşıran son damlaya bu yükü bindirmek fazlasıyla yüzeysel bakmak olacaktır Sylvia'nın hayatına. Çocukluk döneminden beri gelen sorunlar, evlilik hayatına ayak uyduramayışı, sürekli gördüğü elektro şok tedavileri, babasına duyduğu nefret, mutlak düzene ayak uyduramayışı gibi pek çok sebep de kendisini ‘Sırça Fanus’un içinde çaresiz, çıkışsız bulmasında etkili olmuştur.
Emre AKAY
H
ayatının son 30 yılını bir masabaşında sadece mühür basarak geçiren Watanabe-san bir yıldan az ömrü kaldığını öğrenince bürokrasi makinesinin ayak işleri ve doğurduğu anlamsız meşguliyetin ezilmişliğini üstünden atmaya , yaşamaya karar verir. Dönemin Japon bürokrasisine bir eleştri niteliği taşıyan bu filmde , tiye alınan asıl mesele makamı korumanın en iyi yolunun hiç bir şey yapmamaktan geçmesidir. Bunun yanında insanı yaşam ve ölüm hakkında düşünmeye sevk ettiren bu yapıtta , bizlere dayatılan rutinin dışına taşmak ele alınıyor. Yani film içerisinde bürokrasi fikrine bakıldığı zaman , onun ölümün ta kendisi olduğu rahatça görülüyor. Yaratıcılığı , verimliliği kısıtlayan ama yeri geldiğinde olumlu sonuçları kendine adayan saçma bir denetim mekanizması... Sinematografik açıdan değerlendirildiğinde , Ikiru filmi bir çok ilke imzasını atmış. Japon sinemacılığında bir devrim niteliği taşıyan bu film sahne geçişleri ve ışık
Ikıru Üzerine*
kullanımıyla döneminin oldukça üstünde. Ayrıca ayna çekimleri ve Watanabe-san'ın ölümünden sonra kullanılan flashbackler çok etkileyici. Bir çok close-up barındıran Ikiru da başrolu Takashi Shimura canlandırıyor. Bu filmin yapımına kadar , geleneksel epik Japon Samurai kullanımları ön plandayken , Ikiru ile psikolojik dram kategorisi Japon sinemacılığına kazandırılmış oldu. Yönetmene gelince , Akira Kurosawa 1910 yılında Tokyo'da dünyaya geldi. Kurosawa film piyasasına 1936'da senaryo yazarı olarak girdi. Aynı zamanda resme yeteneği olan Kurosawa , her filminin senaryo aşamasında filmin ''story-board''unu çizmiştir. Akira Kurosawa 57 senelik film kariyerinde 30 film yönetmiş ve ''İmparator'' lakabını kazanmıştır. 'Talihsizliğin asaleti hakkında söylenenlerin gerçek olduğunu şimdi anlıyorum. Çünkü talihsizlik bize gerçeği öğretir. Kanser,hayatınız konusunda sizin gözlerinizi açmış.'' ''Hayattan zevk almak insanların görevi. Boşa geçirmek, tanrının bu büyük hediyesinin kutsallığını bozmak. Hayat konusunda açgözlü olmalıyız.'' IKIRU filminden. *http://sinekal.com/single2.html 9
n
‘da
k
a ıs
h
e s is
tahsin bey
F
“Çehov’dan esinlenerek bir ilişkinin tarafları arasındaki eşitsizliği sessizce dillendiren bir film...”*
ilm Ziya Demirel tarafından 2012’de Prag’da çekildi. Ziya Demirel bu sıra da Prag’da senaryo ve yönetmenlik eğitimi görmekteydi. Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra Prag’a geçen Demirel, Ankara’da tiyatro da yaptı. Sarı Sandalye Tiyatro Topluluğu’nda sahnelenen bir oyunu var. 1988 Adana doğumlu Demirel genç yaşta başarılı birçok işe imza attı. Son filmi olan Salı(2015) 68. Cannes Kısa Film Festivali’ne gösterildi. Tiyatro ile lise yıllarından itibaren içli dışlı olan Demirel oyunculuk konusunda Robert Bresson’u akıllara getiriyor. Minimalist tavırlar filmlerinde dikkat çeken bir unsur. Film boyunca hiç müzik kullanılmamış oluşu tüm gerilim ve duyguların ses kurgusuyla yapılmış olması ve ‘Eva’ karakterini canlandıran Julia Panagiota Tasiou’nun oyunculuğu ise tüm duyguları mimikleriyle veriyor olması, minimalist tavrı çok iyi özetler. Oyunculuğun anlık, tesadüfî bir olgu olduğunu düşünen ve olayları çekim sırasında biraz akışına bırakan, doğal oyunculuğa, tesadüflere yer vermeyi seven bir yönetmen. Evicko’ya dönmek gerekirse, film bahsettiğimiz bu oyunculuk konusunda çok iyi bir örnek. Evicko Çekçe’de “Evacık” anlamına gelmekte. Hikâye Çehov’un “Anita” adlı eserinden yapılmış uyarlama bir film. Eva
...sessizliğiyle, güzelliğiyle, vücudundaki kara lekeleriyle, gözleriyle Schepenhaur’ un kadın ‘id’ine öyle uzak ki...
“
“
karakterinin nereden çıktığı meçhul lakin bu çok bilindik olan ‘‘Rus kadını sadık olur’’ söylemini akıllara getiriyor. Filmin konusu tam anlamıyla sadakat olmasa da aşkın bir iktidar meselesi olduğu gerçeğini bir tokat gibi yüzümüze vuruyor. Milan sevmek zorunda mı yani Eva’yı? Göz yumamayacak kadar acı... Eva sessizliğiyle, güzelliğiyle, vücudundaki kara lekeleriyle, gözleriyle Schepenhaur’ un kadın ‘id’ine öyle uzak ki... Aşk nedir? Birini ne kadar sevebilir insan? Kadınlar mı daha çok sever yoksa erkekler mi? Dokunduğunda parmaklarının ucundaki evreni ne kadar hissedebilirsin? Mümkün mü tüm varlığınla başka bir varlığa ait olmak? Milan bir tıp öğrencisi ve sevgilisi Eva ile aynı evde yaşamakta. Film çiftin sadece bir gününe mercek tutuyor. Olaylar belli belirsiz bir anda başlıyor ve yine belli belirsiz bir anda bitiyor. Zaman ve mekândan soyutlandığını söylemek pek de yanlış olmaz, çünkü zaman kavramını en basit haliyle anlatacak olan saat, film de durmuş; mekansızlık ise filmin renkleriyle -sığ, soğuk hatta mavi tonlarında- sağlanmakta. 11
Filmin renkleri sadece bu belirsizliği değil izlemekte olduğumuz hikâyenin dramatikliğini, soğukluğunu, belki de ağırlığını bu yolla göstermiş. Değinilecek daha birçok konu var lakin film başarılı bir sinematografiye sahip. Zaten neredeyse gittiği tüm festivallerden ödülle dönen Evicko’nun bu başarısı su götürmez bir gerçek. Eva’nın karakterini ve duygularını dışa vurmak için kullanılan yakın, asimetrik çekimler ve aktüel kamera hareketleri hem izleyicinin Eva’yı içselleştirmesini sağlamış, hem Eva’nın sessizliğini tamamlayıcı bir unsur olmuş hem de hayali, soğuk bir atmosferin resmini çiziyor bize. Evicko Milan’nın sürekli tekrar ettiği bir kaç Latince terimle başlıyor. Hemen ardından gördüğümüz kemikler, kağıt, kalem vs. Milan’ın aslında ders çalıştığını görürken aynı zamanda Milan’ın sorumluluk sahibi, pozitif bilimle meşgul biri olduğunu düşünürüz. Bu sırada bir sahne dikkat çekiyor; Milan ayağa kalkıp odada volta atarken, Eva, elinde örmekte olduğu kazağı Milan’a hissettirmeden omuz ölçüsünü 12
alıyor. Milan terimleri ezberleyemeyince sevgilisi Eva’dan yardım istiyor ve meraklı gözlerle Milan’ı izleyen Eva koşulsuz yardım etmeyi kabul ediyor. Filmin ritmi bu noktada biraz artıyor çünkü gördüklerimiz bizde de ilk başta şehvet duygusunu uyandırıyor. Gerçekten de bir kaç dakika sonra sevişeceklerini düşünmeden edemiyor insan. Demirel’in amacı da bu olsa gerek. Milan, Eva’yı masaya oturtuyor ve kemiklerine dokunmaya başlıyor. Bu noktada Eva’nın, Milan’ı ne kadar arzuladığını, sevdiği adamın parmaklarını hissediyor olmaktan aldığı zevki, Milan’ın dudaklarına yönelişini görüyoruz. Eva’nın o masum sevgisinin bir fotoğrafından başka bir şey değil gördüklerimiz. Film Milan’ın, Eva’nın sevgisine karşılık vermiyor oluşu üzerine kurulu olduğu için zaman zaman karşıt duygular yaşatıyor. Ardından gelen sahnede Eva o ağır gerçekle yüzleşiyor; Milan’ın hissetmiyor oluşu... Eva o an belki de kadınlığını sorgulamakta sonra değer verdiği adam için ne yapması gerektiğini düşünmekte... Eva’nın başını ters çevirip aynadaki yansımasına bakıyor oluşu derin anlamlar taşıyor içinde. Eva, o evde Milan için bir yansımadan öteye gidemediğini usulca fısıldıyor kulaklarımıza. Eva’nın film boyunca sessizliğini koruyup tüm acılarını, yalnızlığını kısaca yoğun olarak hissettiği her şeyi vücudu ve kameranın ona olan yakınlığı, asimetrikliğiyle anlatıyor oluşundan bahsettim. Dilek Aydın’ın bu konudaki yorumunu da dikkate alacak olursak “...karakterin sesini dahi duymadan, sadece gözleri ve beden diliyle karşılıksız sevginin yaralayacağını anlayabiliyoruz.”* Karşılıksız sevgi filmde o kadar mutlak ki filmin sonunda Milan’ın gırtlağını sıkmamak içten bile değil... Milan’ın Eva’nın kemiklerini bulmak
için kullandığı siyah boya... Eva’nın vücudunda savrukça dolanmaktadır Milan. Dokunuyor lakin hiçbir şey hissetmiyordur. Duygulardan yoksundur. Sevdiği kadına dokunuyor olmak onun için bir anlam taşımıyor. Milan’ın düşündüklerinin karşıtı duygulara sahip Eva, tüm olanları koşulsuz kabul etmiştir. Buna ister aptallık deyin, ister sadakat, isterseniz de aşk... Belki de Eva, Milan’ın bir şeyler hissediyor olduğu yalanını kendisine söylemekle avunmaktadır. Milan’ın umarsızca Eva’nın vücuduna çizdiği yarıklar biz insanların, kaybettiğimiz duygularımızın yüze vurumundan başka bir şey değil. Bu duygulardan -yani aşk ve şehvet bilhassa sevgi gibi- eksik oluşumuz, bize hisseden bir varlığa siyah çizikler atma hakkını vermiyor. Bizlerin sevgi konusundaki çelişkimiz de bu işte: Çıkarlarımız... Milan’a kızmaya hangimizin hakkı var. Demirel sadece bu acınası durumun portresini çiziyor bize. Milan çalan bir telefonla beş dakika sonra gelmek üzere terk ediyor evi. Eva gözleriyle saati süzüyor. Bekliyor... Demirel Eva’nın yalnızlığını, film boyunca başarılı bir şekilde yaptığı ses kurgusuyla anlatıyor bize. Masanın gıcırtısı, Eva’nın nefes sesi... Bu bizde bir şey olacak beklentisinden çok, biraz önce Eva’nın bakışlarıyla anlamlandırdığımız derin bir yalnızlık duygusu uyandırıyor. Eva varlığını anlamlandırmak istercesine odayı düzenlemeye başlıyor. Belki de bunu bile Milan için yapıyordur ki bu daha kuvvetli bir yorum olur çünkü kısa bir süre sonra Milan’ın, Eva’nın vücuduna çizdiği kara çizgilerin tekrar üzerinden geçiyor. Hala o kalpsiz adama itaat ediyor. Bunu yaparken bize hala aynada bir yansımadan ibaret olduğunu gösteriyor. Lakin şimdi daha bir hırçın, canını yakmak istercesine çiziyor vücudunu. Kemiklerini söküp çıkarmak istercesine... Bu durum o an izleyicide “ka-
dın acı ister bundan zevk alır” düşüncesini tetikliyor olabilir. Bence acı çekmeyi istemekten çok kendine kızıyor Eva. Eksik hissediyor. Tamamlanmayı arzuluyor. Belli ki Milan uzun zamandır böyleydi. Filmin sonunda da anlayacağımız üzere böyle olmaya devam edecek. Peki, Eva neden tüm bunlara katlanıyor? Tahammül sınırı ne Eva’nın, ya da Milan gördüğümüz kadar kalpsiz değil mi? Halinden memnun. Peki, ama Milan, Eva’yı kaybetmekten hiç mi korkmuyor? Eva yaralarını belirginleştirdikten sonra tekrar sevdiği adam, Milan’a kazak örmeye devam eder. Lakin kazak düğüm olmuştur. Demirel, film boyunca göze batan birçok kırılmayı o kadar sade yansıtıyor ki buda Eva’nın kazaktaki düğüm aracılığı ile artık çıkılmaz bir noktada olduğunun göstergesi gibi. Eva kazakla uğraşmaya devam ediyor ve o sıra başını saate yöneltiyor: Saat dört! Milan’ın onu ne kadar yalnız bıraktığını, terkedilişinin somut bir karşılığının olmayışı; Eva’nın hissettiklerinin hiçte öyle bir kaç dakikalık duygular olmadığının göstergesi... Eva bu durumu o kadar kabullenmiş ki başını önüne eğip dişlerini sıkarak tepki veriyor adeta. Tabi bu mimiklerin tek nedeni çözmeye çalıştığı düğüm değil belli ki. Eva elindeki düğümle uğraşırken heyecan birden artıyor filmde. Bir gürültüdür alıp başını gidiyor bir an.
13
Gürültü diyorum çünkü kaynağı belirsiz da sanki Eva’nın saflığına, temizliğine, bir ayak sesleri ve şıngırdayan anahtar sesleri atıfta bulunuyor gibi. bir birini takip edip öylece kayboluyor boşEva, artık eski Eva değil ya da Demirel lukta. Acı! Bu çok büyük bir gerilim yara- böyle görmemizi istiyor ki Eva kendisi için tıyor. Çünkü Eva’nın tahammül sınırlarının bir şeyler yapmaya -bir çorba- soğan soyabirden patladığını görüyoruz. İzlediğimiz rak başlıyor işe. Soğanın bilinçli bir tercih bir kaç dakika ne çok soyut kavramı içinde Olduğunu düşünüyorum çünkü bir türlü barındırıyor. ağlayamayan, sürekli içine atan Eva’ya Eva öyle acı yutkunuyor ki uğradığı ha- bir yardım eli uzatıyor sanki soğan. Öyle yal kırıklığının ardından içinizin sızlama- oturup ağlayacak bir kadın da değil ayrıca. ması mümkün değil. Düğümü ne kadar uğ- İçine atan ve belki de sırf bundan çok acı raşırsa uğraşsın çözemeyeceğini görüyor çeken bir kadın... ve Milan’a ördüğü kazağı hınçla sökmeye Eva kendisi için yaptığı çorbadan bir başlıyor. Parçalıyor adeta. Ağlamak istiyor kâse dolduruyor. Tamda bu sırada Milan Eva, lakin sadece dişlerini sıkıyor ve acı bir eve geri dönüyor. Eva’ya doğru dürüst seinlemeden başka bir şey duymuyoruz. Ka- lam dahi vermeden anatomi kitabını eline zağı parçaladıktan sonra ayaklarının altına alıp Eva’dan çorba istiyor. Eva duraksıyor alıyor. Yere öylece bom boş bakıyor Eva. ve önündeki soğan kabuklarını yavaşça ve Kazağın rengi ile yerdeki halının renginin teker teker topluyor. Bu sırada Demirel aynı tonlarda olMilan’ı bulanıklaştıraAğlamak istiyor Eva, la- rak onu kadrajda silmek ması insanı düşündürüyor açıkçası. kin sadece dişlerini sıkı- istiyor adeta. Milan tüm Sanki kazak artık bunların üstüne Eva’ya yor ve acı bir inleme... halının bir parçası onsuz bir hiç olduğungibi! Sanki en başından beri orada olması dan söz ediyor. Eva birden Milan’a bakıgerekiyormuş gibi. Kazak halının üzerin- yor. Milan’ın tüm söyledikleri ve o anki de öylece dururken biz akan bir su şırıltı- fluluğu ile ne kadar da kalpsiz ve bencil bir sı duyuyoruz. Akabinde Eva’nın aynanın adam olduğunun tablosu oluyor gördüklekarşısında az önce aşkla çizdiği kemikle- rimiz. rini şimdi nefretle Milan’dan temizlediğini Eva, Milan’ın bu söylediğinden sonra izliyoruz. Başladığında aynadaki yansıma- kendi içinde tekrar bir umut hissediyor ve sı bulanık temizliği bitirdiğinde görüntüsü Milan’a doğru bakarak ufak bir tebessümünetleşiyor. Bu önceden bulanık bir Eva mün ardından, kendisi için yaptığı çorbayı iken artık bir yansıma olmaktan kurtuldu- ona götürüyor. Bu sırada biz Eva’yı asiğunu gösteriyor bize. Eva kara lekelerin- metrik bir şekilde görüyoruz. Bu da her ne den kurtuluyor ancak kızarıyor vücudu. kadar da cefakâr ve saf olsa da bu olanın Bedel ödüyor. Siyahtan çok daha derin bir yanlış olduğunu düşündürüyor bize. Eva leke kalıyor sol köprücük kemiklerinin tam yine geriye dönüyor. Milan’ın kaldığı yerüstüde aynı zamanda kalbinin de. den kemiklerin isimlerini saymaya devam Eva’nın giydiği beyaz elbise bu sahne- edişi hayata olan maddesel bakışının besden sonra daha bir anlamlı oluyor. Eva’nın tesini dinletiyor bize ve daha sonra beyaz salaşlığı, bulunduğu durumun içinde ezil- bir jenerik... diğini, yorulup dağıldığını ve acı çektiğini gösteriyor aslında. Elbisenin beyaz oluşu
“
“
*http://www.altyazi.net/ayinkisasi/evicko/
14
m a ç l i s Ye
e n i s i j olo’ bakış y s o S bi
Muhammed SAĞLAM 7’den 70’e herkesin en azından bir tane film ve oyuncu sayabileceği, kuşaklararası birliğin oluşmasına vesile olan, eskimeyen ve eskimeyecek olan sinema kültürümüzdür. eşilçam, İstanbul'un Beyoğlu sem- Kemal'in niyeti Sultan'ı evlenme vaadiyle tinin Taksim'e yakın kısmında kandırıp gönül eğlendirmektir, Sultan da yer alan bir sokak. 1980 öncesi 4 veledine baba olur diye Kemal'e inanır, döneminde film şirketlerinin çoğunluğu- sonra aşık olur. Sultan'ı isteyen bir de Baknun yazıhaneleri bu sokakta bulunduğu kal Bahtiyar var ki kendisini Şener Şen için, Türkiye sinemasının "Yeşilçam" diye canlandırıyor. Neticede olaylar gelişir, Sulanılmasına neden olmuştur. Bunun dışın- tan Kemal'in kendisini oyaladığını anlar, da Yeşilçam’a neden Yeşilçam dedikleri tam Kemal’i vuracakken vazgeçer, Bahüzerine farklı anlamlar da çıkartabiliriz: tiyar'la evlenmeye karar verir. Bahtiyar, ‘Ulu çınar’ları yetiştirmesi, çamlar gibi Sultan'ı istemeye gelir, o arada Kemal de yaprak dökmemesi -her daim aynı kalma- oradadır, sonra Sultan'la Kemal'in çamur sı-, çam ağaçları gibi dimdik durması gibi güreşi sahnesi yaşanır. Sonra mahalleli evzengin anlamlar yükleyebiliriz. Bu zengin lerinden atılır, Sultan öfkelenir kendi evini anlamları açığa çıkartan ise Yeşilçam sine- yıkar, bu arada Kemal pişmanlıktan dostu masının ‘‘ gerçeklik ve duyguyu’’ çok iyi Asiye İle dertleşirken Asiye, Kemal’e ‘’kaişlemesinden gelir. Öyle ki neredeyse her dınlar gelinlik ve yüzüğe dayanamaz’’ diye Yeşilçam filmi Türkiye sosyolojisinin çırılçıplak gerçekliğini ve duygusunu ortaya koyduğu için bir tez niteliğindedir: Kibar Feyzo, Derviş Bey, Dila Hanım, Dönüş, Açlık, Susuz Yaz, Gurbet Kuşları, Sultan, Banker Bilo, Kapıcılar Karalı ve daha birçok film. Bu köşede ele alacağımız film ise: ‘‘Sultan’’
Y
Sultan filmi, senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı, yapımcılığını Ertem Eğilmez’in üstlendiği, yönetmenliğini Kartal Tibet’in yaptığı, başrollerinde Türkan Şoray ve Bulut Aras’ın oynadığı bir gecekondu anlatısıdır. ‘‘Sultan’’ yani Türkan Şoray, 4 çocuklu dul bir kadındır, filmimiz de İstanbul'un varoş bir mahallesinde geçmekte. Mahalleyi satın alıp sakinlerini evden çıkarmaya çalışan zengin ve kötü adamlar, bunlarla işbirliği yapıp paraları cebe indiren bir muhtar vardır. Muhtarın oğlu minibüsçü Kemal, Sultan'ın peşinden koşar. 16
nasihat verir, Kemal de gelinlik ve yüzükle Sultan’a gider ve mutlu sonla film biter. Sultan, birçok film arasından sıyrılıp hala ekranlarda gösterilen ve her gösterildiğinde yüzümüzde tebessüm, kalbimizde kırgınlık oluşturan bir filmdir: Karısıyla sürekli kavga eden Erdal Özyağcılar’ın kâğıt oynarken kızı yere attıktan sonra 'İskambilde bile karıya tahammülüm yok!' dediği sahne, "cokomel istiyorum! cokomel istiyorum!" diye Sultan’ın en ufak veledinin yakarışlarının olduğu sahne, Sultan, çeşmeye su doldurmaya gittiği vakit, Kemal de minibüsü yıkatmak için çeşmeye yanaştırır. Sultan'ı orada görünce takar Ferdi Tayfur'u teybe: ‘‘Çeşmenin başınaaaaa, bir güzel inmişşşş…’’ nağmeleri arasında diker gözlerini Sultan'a, Sultan’ın kızardığı, daha bir güzelleştiği sahne, ‘’Söyleyin bana nerde o Kemal pezevengi, gören duyan yok mu?’’ deyip Kolombo’dan (İlyas Salman) silahı kapan Sultan’la beraber koşturan mahalle halkı, evlerin yıkılması ve daha birçok sahne. Ve bu sahneler genelinde tek bir siyasi söylem olmadan sınıf çatışmasını bu kadar iyi anlatabilen ender bir film. Sultan filmi; dul kadın olmak, çarpık kentleşme, komşuluk, fakirlik gibi hala var olan meseleleri çok güzel aktarabilmiş bir yapıttır. Filmin sosyolojik yönü bu meseleler etrafında şekillenmiştir. Cumhuriyet’in ilk yılarında Osmanlı’dan miras kalan iktisadi yapının tarıma dayanması neticesinde bir burjuva toplumu yaratılması ile endüstri toplumuna geçisin adımları atıldı. Bu adımlar Menderes döneminde temellendirildi ve ondan sonra 1960-1980 yılları arası Türkiye’sinde ‘’endüstri toplumu’’ olma yolunda büyük gelişmeler yaşandı; büyük şehirlerde fabrikalar kuruldu, bu fabrikaların sayısı arttırıldı, Hulusi Kentmen görünümlü fabrikatörler
yaratıldı, fakir ama gururlu gençler, işçi oldular. Tabi bu işçilere, entelektüel birikime sahip Osmanlı ve Cumhuriyet aristokrasisinin çoğunlukta olduğu büyük şehirlerde rastlamak pek mümkün olmuyordu. Bundan dolayı ‘‘köyden kente göçler’’ yaşanmaya başlandı. Köyden kente göç eden ‘‘Mavi yakalı’’ işçiler, Türkiye’nin endüstri toplumuna geçişin en önemli olgusudur. Ama bu göç edenlerin hepsinde temel mantık ‘‘abi ne iş olsa yaparımdır’’. Bu mantıkla ‘‘taşı toprağı altın’’ denilen İstanbul gibi şehirlere göç eden Anadolu insanı, şehrin modernitesinden kendisini soyutlayıp bulundukları şehrin tepelerine doğru çıkıp kendi kültürlerini yaşamaya başladılar ve kendi Anadolu kültürleri ile Kent kültürü arasında sentez oluşturdular. Bu durumu en iyi özetleyen 1950’lerin gazetelerinde yer alan ‘‘ Halk denize akın etti vatandaş denize giremiyor’’ manşetleridir. Vatandaş; modern görünümlü, laik, kentli, aydın; Halk ise; gün görmemiş, köylü, muhafazakâr… İşte, köyden kente göçün şehirdeki ‘‘köylü’’ ‘‘kentli’’ imgesi ve bu imgelerin kültür yapıları ve bu yapıların sentezi beyazperdede anlatılmıştır. Bu anlatılardan en iyisi ise ‘‘Sultan’’ filmidir. Film, Fatih Sultan Mehmet Köprü’sünün yapıldığı, Küçük Armutlu olarak ifade 17
18
“
Sen Fedai, sen Recai, sen Hüdai. Bu da bu eve geldiğine göre olsa olsa Enayi olur.
“
edilen yerde çekilmiştir. Köprü yapılacak ve gecekonduların olduğu mahalledeki evlerin yıkılması lazım. Çıkarcı müteahhitler ise muhtarla birlik olup arsaları ve evleri değerinin altında almak için mahalleliyi kandırmaya çalışır. Filmin diğer yüzünde ise; kapalı bir toplum yapısı ile oluşan gecekondu mahallesi, şehrin bireyselliğinin aksine, Anadolu’nun komşuluk hukukunu, birliğini, beraberliğini ve kardeşliğini bizlere gösterir. Mahallelinin kent kültürü ile yakın ilişki kurduğu etmen ise ‘‘sinema’’dır. Ferdi Tayfur’un ‘‘Derbeder’’ fil-
mini izlemek için bütün mahallelinin, çoluk çocuk herkesin sinemaya gittiği, yiyecekler ve içeceklerle bir ev havasının verildiği sinema ortamı, film başlamadan ağlayacak oldukları film için mendillerin hazırlandığı bir sahnede Kemal, sinemada bağıran Apo’ya ‘‘ Sus ulan medeniyetsiz ahır mı burası’’ demesi: Kent kültürünün mahalleliye sunduğu eğlence aracı olan sinema üzerinden Anadolu/gecekondu kültürünün, kent kültürü arasındaki sentezinden açığa çıkan bir ‘‘medeni olma’’ durumu söz konusudur burada. Bu gecekondu ve kent kültürü arasındaki sentezi açığa çıkaran diğer bir durum ise ‘‘arabesk kültürüdür.’’ Bu kültür 1960’lı yıllarda Suat Sayan’ın ‘‘Sevmek günah mı?’’ adlı şarkısı ile doğmaya başlamış daha sonra Orhan Gencebay’ın çıkarttığı plaklar ile gecekonduda yaşayan ‘‘ denize akın eden halk’’ tarafından ilgiyle karşılanmıştır. 1970’li yıllara gelindiği vakit gecekonduda yaşayan insanlar Orhan Gencebay’ı, Ferdi Tayfur’u, İbrahim Tatlıses’i kendilerinden görüp benimsemişlerdir.‘‘Ayağında Kundura’’ ile hafızalara kazınmış şarkılar, kentin taşra kesimini oluşturan insanlara bir yaşam tarzı sundu ve bu yaşam tarzı da kabul gördü. Filmdeki minibüsçü Kemal, o arabesk kültürü içinde var olan bir yaşam tarzı ile karşımıza çıkar aslında. Mesela ‘‘Çiçek Abbas’’ filmi bu arabesk kültürün en önemli yapıtlarındandır. Her filmde, alt gelirli insanların hikâyeleri anlatılırken bu kültür es geçilmemiştir. Çünkü Yeşilçam’daki filmler sosyolojik temeli olan yapıtlardır. Aslında arabesk kültürü, taşradan kente gelmiş insanlar için bir tu-
tunma, sığınma, var olma, direnme kendi kültürlerini gösterebilme ‘ biz buradayız’ deme şekli. Sultan filminde hep beraber mahallenin ‘‘Derbeder’’ filmini izlemeye gitmesi, Kemal’in çeşme başında Sultan’a Ferdi Tayfur’un ‘‘Çeşme’’ şarkısını açması. Aksaray- Taksim dolmuş minibüslerinde her zaman, Ferdi’den, Orhan’dan, İbrahim’den şarkılar çalması bu durumun en önemli göstergesidir. Filmde diğer bir mesele ise Sultan’ın 4 çocuğuna bakması hayatın ona getirdiği zor durumlara göğüs gererek mücadele etmesidir. Tek istediği de 4 çocuğuna hayırlı bir babalık yapacak birisini istemesidir. Bizim toplumumuzda ‘dul kadın’ genellikle mahalle baskısı etrafında şekillenmiş ve olumsuz bir noktada düşünülür. Taciz edilir, bütün erkeklerin gözü ondadır, mahalle tarafında davranışlarına dikkat edilmesi istenir, komşular gözetler, eve kim girdi kim çıktı, nereye gitti diye sizin anlayacağınız bu toplumda ‘dul kadın’ olmak büyük bir mücadeleyi gerektirir. Sultan, o mücadeleyi o dik duruşu başarabilmiş bir karakterdir. Sultan karakteri, erkeksi bir karakter olarak, sert, dediğim dedik erkeklerin ondan korktuğu tabiri caizse ‘Osmanlı kadını’ havası içersinde kendisini gösterir. Aslında bu Sultan’ın o kültürün içinde ‘dul kadın’ olma durumundan dolayı geliştirdiği geliştirmek zorunda olduğu bir korunma refleksidir. Filmin sonlarına doğru evlerin yıkılış sahnesi bir gerçekliğin ve sadece 70’li yılları değil günümüzde Kentsel dönüşüm adıyla yapılanları da bize göstermektedir. Filmin belki de özet sahnesi olan eve getirilen yavru köpeğin bakışları ile Sultan’ın bakışları hem filmin özeti hem Türkiye sosyolojisinin özetini, masum ve çaresiz bakışlarla gösterir. O sahnede yavru köpeğe isim bulmak için ne diyordu Sultan: "Sen Fedai, sen Recai, sen Hüdai. Bu da bu eve geldiğine göre olsa olsa Enayi olur." 19
Sinema Kütüphanesi* André Bazin, sinema kuramı denince akla gelen ilk isim, bir film filozofu. Bugün film çalışmaları diye bağımsız bir disiplinden, entelektüel bir uğraştan bahsedebiliyorsak, bu büyük ölçüde Bazin’in sayesinde. Fransız Yeni Dalga akımının ve auteur kuramının fikir babası, sinema tarihindeki en etkili yayın olan Cahiers du Cinema’nın kurucusu ve editörü, İtalyan Yeni Gerçekçi akımının en önemli kuramcılarından olan Bazin, Godard’ın “Sinema hayattır” düsturunu kırk yıllık kısa yaşamıyla özetlemiş biri. Bazin, film çeker gibi, kare kare ördüğü yazılarında, sinema nedir sorusunun yanıtını; sinemanın öğelerinde, film dilinde, sinemanın diğer sanatlarla olan ilişkilerinde, Chaplin, Bresson, De Sica gibi büyük yönetmenlerde, “Yer Sarsılıyor”, “Sahne Işıkları” gibi başyapıtlarda arıyor. Renoir’ın söylediği gibi, “bir gün sinema yok olsa da yaşamaya devam edecek” bir çalışma. "Herkes senaryo yazabilir" iddiasıyla yola çıkan bu kitap, büyülü fenerin aydınlattığı sihirli dünyaya girmek isteyen tüm senaryo yazarı adaylarına "kalemi, kağıdı alın ve yazmaya başlayın" çağrısında bulunuyor. Senaryo yazma tekniğinin tüm aşamalarını örneklerle destekleyerek anlatan bu pratik rehber zihninizden geçen öyküleri sinemanın sözcük ve tümceleriyle, yani çekimler, sahneler ve sekanslarla yazma konusunda size yol gösterecek. Çekim ölçeklerinden diyaloglara, olay örgüsünden kişilere kadar film dilinin tüm unsurlarını ayrıntılı bir biçimde ortaya koyan bu kapsamlı kitap, beyaz perdede öykü anlatma sanatına sağlam bir ilk adım atmanızı sağlayacak. Doğaçlama tekniği belirsizliklerden dolayı riskli, uzun süren tekrarlardan, harcanan metrelerce filmden ve yükselen yapım maliyetlerinden dolayı çok da tercih edilmemeye başlamıştı. Ancak artık gelişen teknoloji ve dijital devrim bize sınırları giderek genişleyen ve ucuzlayan bir alan açmaktadır. Artık cep telefonları üzerinde bulunan kameralar sayesinde bile yüksek görüntü kalitesine sahip çekimler yapmak mümkün hale geldi. Artık maliyetler düştüğüne göre geriye sadece yaratıcılık ve eylem kalmıyor mu? Sen yoksan film de yok.... 20
*Bilgiler kitapların tanıtım bültenlerinden alınmıştır.
sinema
gunlugu
Ali GEVGİLİLİ
SEVGİLİ CHAPLIN... Ocak 1968 Yetmiş yedi yaşında 90'ıncı filmini çeviren bir yönetmen salt bunun için bile kutlanabilirdi. Ama o yönetmen Charlie Chaplin olursa... Hong Kong'la Kontes'in (The Countess From Hong Kong,1966) batılı eleştirmenlerce neden sevilmediği anlaşılır ancak. ABD dışişleri bakanı olma umudu içindeki genç bir petrol milyonerinin (Marlon Brando), yolculuk ettiği gemi Hong Kong'a uğradığı sırada karşılaştığı düşmüş bir Rus soylusu ( Sophia Loren) ile kendi düzeninin gereklerini tanıma serüvenidir Chaplin'in anlattığı, ya da ABD'nin egemen sınıflarının bir başka yargılanışı ...Amerika'ya sığınmak isteyen kontesin kaçak girdiği milyonerin kamarasında geçirdiği birkaç gün boyunca, kamaraya gelip giden garson, uşak, gazateci ya da konuklara görünmemek için odadan odaya, dolaptan tuvalete bir kaçıp saklanma dalgası arasında, üstelik Şarlo filmlerinin çoğu oyunları da tekrarlanırken, 77 yaşındaki bir halk sinemacısı bütün bu küçük ayrıntıların ötesinde,savunduğu kavramlarla korkunç çelişmeler içindeki ikiyüzlü, yabancılaşmış bir Amerikalı politikacı-milyonerin portresini bütünler. Filmde çağdaş anlatım olanaklarından yeterince yararlanmadığı için, öze yönelmiş bir sanatçı olarak kim suçlayabilir onu? Chaplin salı insandan yana bir romantik değil, devrimcidir de. Bazen eski kalmanın da bir devrim olacağını bilecek ölçüde. Sinema insan ve devrim içindir. Chaplin ile bir kez daha anlaşılır bu. *Yeni Dergi, Mart 1968, Sayı:42, sf:228 22
Ali GEVGİLİLİ
“MUTLULUK” DENEN MUTSUZLUK Ocak 1968 Mutluluk (Le Bonheur 1965) Agnes Varda'nın kentsoyluların beynini yıkama denemesidir. Işıl ışıl renkler içinde belirli bir estetizmle, çağımızın yarı yarıya kentsoylu töresinin kendine köle ettiği sıradan insanların düşleri gerçekleşir perdede. Genç bir marangoz (Jean Claude Drouot), şirin karısı ve iki çocuğu, günebakan çiçeklerinin güneşle birlikte döndüğü yeşil tarlalarda, korular altında bir düşü andıran mutluluklarıyla, kentsoylu töresinin daha doğuştan itibaren insanlara çizmek istediği görünümün gerçekleşebilir olduğu duygusunu vermek isterler. Kamera aileyi sonra evlerinde, işlerinde, bahçelerinde de yakalar. O iyi, güzel ahlaklı kişilerin okuduğu dergilerdeki cicili bicili resimler gibi, öyküler gibi... Bu "gösterilmiş" mutluluk, marangozun tatlı ve sevişmesini biraz iyi bilen bir posta memuresiyle (Marie-France Boyer) tanışmasıyla yeni bir döneme girer. Sevimli marangoz artık karısıyla da yeni dostuyla da mutludur. Estetik, bu kez, sevişen kadının kıvrımlarını, sinemanın en ölçülü sahnele-
rinden biri içinde yakalar. Tarlaların yine öylesine güzel,korulukların gölgeli ve şirin olduğu bir başka günde, marangozun karısı öteki kadının varlığını öğrenir ve kocası çimenlerde uykudayken, göle atıp öldürür kendisini. Mutluluk'un belki de tek gerçek sahnesi budur. Yapay ve salt estetik olmayan. Marangoz bir süre acı çeker. Sonra, bu kez, sevişmesini biraz iyi bilen postacı kızla, iki çocuğunu da yanına katarak yine o koruluğa gider. Mutluluğa... Filmin son çekimleri yine de bir şeyi sezdiremeye çalışmadan edemez: Marangoz yaşantısının ilk döneminde mutlu olduğunu sanır, ikinci döneminde ise mutlu olmadığını bilir ama mutlu görünür... Varda'nın usta bir alayla, kentsoylu yaşantısından yanaymış gibi çekilmiş filminin, zayıflığı da bu inceliğinde gizlenir. Sıradan kentsoylu film biterken erkeğin sadakatsizliğini suçlar da kurum olarak aileyi yargıya çekmez. Bir masal mutluluğunun yitirilişene karşı, masalın kendisi gerçekmiş gibi ona özürler arar ve Varda estetiğinin olanca güzelliği içinde beyin yıkama denemesini bitirir böylece... *Yeni Dergi, Mart 1968, Sayı:42, sf:229 23
Yedinci Senfoni
Oğuz Can ÖZCAN
(Yavuz Çetin 1970-2001) Altın Çoçuk’un İğnelerinden
Ülkede yetişen sayılı gitar virtüözlerinden Yavuz Çetin, küçük yaşında eline aldığı ‘‘Cura’’ ile müzik hayatının ilk adımını attı. İlk akustik gitarını 1985’te edinen Yavuz, kısa bir sürede Akın Eldes’in tabiri ile “Bir Amerikalıdan daha iyi blues çalan adam.” oldu. 1992 de İstanbul barlarında Blue Blues Band ile “İstanbul’a Ait” olmaya başlayan Yavuz 1997’de “İlk” albümünü çıkartır. Birçok değerli müzisyen Yavuz’a albümünde eşlik eder. Ama her şeyden önce sorun Yavuz’un dünyaya eşlik edememesiydi. 2001’de aramızdan ayrılmaya karar veren Yavuz, bize son olarak güzel parçalarını, Boğaz Köprüsü’nde 97 model Peugeot aracını ve bi’ adet Fender Stratocaster’ını bıraktı. Öldükten sonra yayınlanan “Yaşamak istemem artık aranızda” parçasıyla geride bıraktıklarına; tüm hislerini ve bize dayatılmış birçok şeyi anlattı. İnsana değer veren şeyin ölüm olması ne kötü! Victor Hugo “Müzik, kelimelere dökülemeyen ve hakkında sessiz kalmanın imkansız olduğu şeyleri ifade eder.” der. Yavuz da notalarıyla; Cihangir sokaklarını, huzursuz insanları, sıkıntılı ve donmuş dostlukları, çıkar dolu dünyamızı yüzümüze vurdu.
24
“Ağlamayı sevmem ben, kendimi pek üzmem, şarkılarda mutluluğu yaşarım ben.” diyen güzel adama “Yaşamak istemem artık aranızda” dedirtebildi bu “doymak bilmez maymunlar.” Şimdi bizler de bu “Doymak bilmez maymunları” karşımıza alarak yaşıyoruz. Alacağı her kitapta çok satanlar listesine bakmak zorunda bırakılan, gireceği her sinema filminde “kaç gişe yapmış, ona göre izleyeceğim” diye karar veren, basacağı her notaya mekan sahibi tarafından onay verilen müzisyenleri kabul etmeyerek “Eğitilmiş köpekler” olmayarak duruyoruz önlerinde. Batırmak istediğimiz her iğneyi beyaz perdeye, notalara ve kalemlere yansıtarak aktarıyoruz, aktaracağız. Bende Altın Çocuğun bastığı her notaya saygılarımı sunarak başlıyorum bu iğnelemeye. Bu ülkeden, bir kez dinlediği parçaya* “Kayıt” diyerek tek seferde çalan, müzisyenliği doruklarında bir adam geçti… Yavuz’un güzelliğinin değerini bilemedik, geriye kalanları unutmamak dileğiyle. En sevdiğim mısralarıyla: “Benden bir ruhsuz yaratmayı Nasıl başardınız? Benden bir hissiz yaratmayı Nasıl başardınız? Benden bir uyumsuz yaratmayı Nasıl başardınız? Benden sizden biri yaratmayı Nasıl başardınız?” Ne mutlu sanatını “doymak bilmez maymunlar”a yapmayan insanlara. Neticede “Yapılan işin saçmalığı seyirci sayısıyla doğru orantılıdır.”
*Deniz ARCAK - Bırakın Beni
Replik
Bir Taşra Papazınız Günlüğü - Robert BRESSON
“
Tartışmamızın anıları... Beni güçsüz düşürecek kadar canlı bir şekilde zihnime doldu. Muslin duvağı kaldırdım ve alnındaki saçları parmaklarımla taradım. Ona “huzur sizinle olsun” demiştim ve huzuru dizlerinin üzerinde kabul etmişti. Birinin, sahip olmadığı bir şeyi başkasına vermesi ne kadar tuhaf. Ah! boş ellerimizin mucizesi.
25
Furkan GÜNGÖR
26
27
Her şey söylendi... Kelimelerin anlamları değişmedikçe ve anlamlar da kelimeleri değiştirmedikçe, acının bir yakasında günlük hayatını yaşayanların, diğer yakasında yaşayanlara göre farklı bir dine ihtiyaç duyacakları apaçık değil midir? Bizden önce, burada hiçbir şey yoktu, hiç kimse. Burada tamamen yalnızız. Burada eşsiz, tüyler ürpertici derecede eşsiz. Sözcüklerin ve deyimlerin anlamı artık algılanmıyor. Tek başına bir sözcük veya resimdeki bir ayrıntı anlaşılabilir ama bütün anlamı yakalanamaz.Bir zamanlar 1’i bilirdik. “2” yi de bildiğimize inanırdık. Çünkü 1+1=2. “+” nın anlamını bilmek gerektiğini en başta unuttuk. İnsanların yüzyıllardan beri yaptığı yanlışlıklar insanlığı yok edecektir. Ben, Alpha 60... Bu yok oluşun yalnızca mantıksal aracıyım.
ALPHAVILLE