Erzurumlu usttegmen kara fatma

Page 1

ERZURUMLU ÜSTEĞMEN KARA FATMA

MİLLİ MÜCADELENİN UNUTULAN KAHRAMANLARI ERZURUMLU ÜSTEĞMEN KARA FATMA Balkan Harbi yıllarında savaş ile yüz yüze gelen daha sonra ülkesi işgal edildiği için kendini savaşın içinde bulan Fatma Seher ya da diğer lakabıyla ‘Kara Fatma’nın adını ilk kez ilk okul sıralarında duymuştum tıpkı Nene Hatun gibi. Fakat Nene Hatun somuttu: resmi vardı, büstü vardı… Oysa Kara Fatma sadece konuşmalarda bir isim olarak geçerdi. Kimdir, nedir, necidir bilmezdik… İsimlerini saygıyla andığım, ellerini hasretle öptüğüm ilk okul öğretmenlerim bize bu memleketin hangi badireleri atlattığını, çekilen yokluk günlerini, ülkenin işgalini, nasıl kurtarıldığını ve bu mücadeleyi veren insanları dillerinin döndüğünce anlatmış, hatta bizleri müze olan yerlere, tarihi kalıntılara götürmüşlerdi. Bu çok güzel, verimli gezi görsel eğitime çok iyi bir örnekti. Gittiğimiz yerlerden biri de ’93 Harbi’nin geçtiği, Nene Hatun ve Erzurumluların savaştığı yerlerdi: Erzurum’daki tabyalar... Meşhur Aziziye Tabyası. Demek ki o günler, -1960 sonrası- öğretmenlerimiz de Kara Fatma hakkında pek fazla bilgiye sahip değillerdi ki bizlere de fazla bir bilgi vermemişlerdi. Zaten toplumda ‘Kara Fatma’ hakkında geniş bilgi olsaydı en azından şehirde bir meydana, bir caddeye veya bir okula onun adı verilirdi ta o zamanlarda. Sanıyorum ülkede de kimse bir şey bilmiyordu bu konuda. Yalnız şu kadarını söylemeliyim ki toplum tarafından, insanlar hatta okumuş insanlar tarafından da tarihimizde binlerce kahraman, bilim adamı, halk adamı, filozof olmasına rağmen biz o değerleri bilmiyoruz. İşin daha da kötüsü araştırmıyoruz. Bir avuç bilim adamının araştırması elbette ki bizim başımızın tacı; ancak toplum geçmişinden habersiz. Bin bir güçlükle yapılan araştırmaları dahi okumuyoruz. Okumaya zaman ayırmıyoruz. Oysa geçmişi bilmekle, geçmişten ders çıkarmakla geleceğe emin adımlar atılır. Çok bilinen ama her


defasında okumaktan büyük zevk aldığım, ‘İstiklal Marşı’ şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un şu çok anlamlı dizelerini paylaşmak istiyorum: ‘Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? “Tarih’i” “tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’ Çok beğeniyorum bu sözü: ‘ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’ Evet, maalesef ders alınmıyor tarihten. Alınmadığı için de tekerrür ediyor. Geçmişlerinden dersler çıkaran milletler şüphesiz aynı hatalara düşmüyorlar. Onlar iyi analiz ediyorlar geçmişlerini; ayrıntılarına iniyorlar, istişare ediyorlar, yapılan hataları görmezlikten gelmiyorlar. Sadece övünerek boş laf üretmiyorlar. Belki acımasızca eleştiriyorlar ama bu eleştirilerden kimse kırılmıyor. Çünkü her şey kendi milletleri için, kendi devletleri için yapılıyor. ‘İbret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..’ Kısa, özlü, anlamlı ve tarihi öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu anlatan çarpıcı ifade… Biz ibret almıyoruz! Tarih Derslerimiz ilköğretim ve lise müfredatında, olayları uzun uzun anlatmaktan, olayların ve kişilerin doğum ve ölüm tarihlerini ezberlemekten, yapılan anlaşma maddelerini sıralamaktan öteye geçmiyor! Zaten tarihimiz tam anlamıyla da anlatılmıyor. Anlatılan ise zevk vermiyor. Bu sistem, tarih okuyan çocuğu Tarih Dersi’nden uzaklaştırmaktan, Tarih Dersi’ne sıkılarak girmekten başka bir işe yaramamıştır! Birkaç Türk bilim adamı dışında, araştırılması gereken yedi bin yıllık Türk Tarihini yabancı Türkologlar bize anlatmışlardır, bizim nasıl bir geçmişimiz olduğunu yazmışlardır. Bu konuda Prof. Dr. Şerif BAŞTAV, ‘Türk Kültürüne Hizmet Eden Macar Türkologlar’ başlıklı makalesinde konuyu ayrıntılarıyla anlatıyor. Ayrıca Avusturyalı Türkologlar, Britanyalı Türkologlar, Fransız Türkologlar, Rus Türkologlar Türk Tarihi hakkında önemli çalışmalar yapmışlardır. Bütün dünyada ilgi ile karşılanan fakat henüz bizlerin tanımadığı ve eserlerini okumadığımız Türkologlardan W.Radloff, Joseph de Guignes, Thomsen, E.Chavannes, W.Bang, R.Grousset, W.Eberhard, Laszlo Rasonyi isimlerini sıralayabileceğim onlarca Türkologlardan sadece birkaçıdır. Çok uzaklara gitmeye gerek yok; 100 yıl önceki yakın tarihimizi incelememiz, inceleyip de ders çıkarmamız, bize bugün içinde bulunduğumuz vurgun, talan, savaş dünyasının ve bu dünyayı cehenneme çeviren emperyalist güçlerin milletlere ve insanlara yaşattığı cehennemden kurtulmamızı sağlayacaktır. Yarınlarda karşılaşabileceğimiz her türlü olumsuz koşullardan kurtulabilmenin yolunu açacaktır. ‘Neden? Nasıl? Niçin?’ sorularını araştırmaya başlayacağız. Şüphesiz bu soruların cevapları sorgulandıkça aynı hatalar tekrar edilmeyecektir. Ders alınmadığı, ibret alınmadığı taktirde Büyük Güçler masum insanları ezmeye devam edecektir. 93 Harbi ile başlayan Osmanlı Devletinin çöküşü, toprak kaybı, insan zayiatı Balkan Harbi ile katliama dönüşmüş, akıl almaz sürgünler yaşanmış;


Sarıkamış yenilgisi ile Rusların Anadolu içlerine yürümesi kolaylaşmış, Türk Milleti yoksul ve yorgun düşmüştü. İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar yüzyıllardır gerçekleştirmek istedikleri emellerine kavuşmuş, Türk topraklarını kendi aralarında paylaşmışlardı. Osmanlı devlet yönetimi acz içerisindeydi. Zaten Yabancı Güçlerin, Emperyalist Güçlerin yapmak istediği de buydu: Osmanlıyı acze düşürmek ve ortadan kaldırmak! Yaralı aslana son tekme atılmak üzereydi. Yüz yıl önceki olaylardan ders çıkardığımız, ibret aldığımız pek söylenemez. Dün, Büyük Güçlerin yazdıkları senaryolar gereği Osmanlı Balkanlarda topraklarını kaybetmişti. Bu gün de aynı güçlerin yazdıkları senaryolar gereği Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti toprak kaybetmekle tehdit edilmektedir. Tarihten ders alınmıyorsa bu son kaçınılmazdır! Birinci Dünya Savaşı bahane edilerek yok edilmeye çalışılan, Anadolu’dan atılmaya çalışılan Türk Milletinin silahı olmayan, sayısı az ama azimli, cesur ve halkı ile el ele mücadele eden inançlı bir ordusu vardı. Bu ordu, vatan topraklarını işgal etmek isteyen düşman kuvvetlerinin yanında asıl savaşını, ‘Büyük Güçlere teslim olalım, onlarla baş edemeyiz!’ diyen korkak, Türk Milletinin karakteristik özelliklerini kaybetmiş ya da kaybettirilmiş sivil ve askeri güçlere karşı vermişti. O günler, çeşitli hilelerle aziz vatanımızın bütün kaleleri zaptedilmişti; Devlet yönetimi emperyalist güçler tarafından kuşatılmıştı. İşgal günlerinde ecdat yadigârı vatan topraklarını düşman çizmesinden korumak için bir araya gelen bir avuç Anadolu insanı Kuvayı Milliye dedikleri ordusuyla Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmıştı. İrfan sahibi Anadolu insanı askerini yalnız bırakmamış kadınıyla erkeğiyle vatanını, namusunu, bayrağını korumak için eline silah almıştı. O gün eline silah alanların bu gün ne adlarını biliyoruz ne de varlıklarından haberdarız. Oysa bir Ayşe Çavuş, Demirci Mehmet Efe, Torosların Kartalı Kılavuz Hatice, Gökçen Efe, Çete Ayşe, Çakırcalı Mehmet Efe, Yörük Ali Efe, Antep Savunmasının kahramanlarından Cücüş Baba, Şahin Bey, Hayme Ana sadece adları anılmayan kahramanlardan birkaçıdır. Biz dünyada eşi benzeri olmayan halk filozofu Nasrettin Hoca’nın kıymetini bilemedik, Keloğlan’ı anlayamadık, Köroğlu’nun, Karacaoğlan’ın tadına varamadık bir Kaşgarlı Mahmut’tan haberimiz bile yok! Astronomi bilmiyle uğraşan dünyanın en önemli bilim adamı İbrahim Hakkı unutulmuş durumda. Daha isimlerini sayabileceğimiz yüzlerce Türk bilim, sanat adamı, düşünür var. Biz bu isimleri ne kendi insanımıza duyurmuşuz ne de yabancı insanlara tanıtmışız. Bu insanları ve düşüncelerini anlatan ne roman, tiyatro yazmışız ne hayatlarını anlatan filmler çekmişiz. Koskoca bir Yunus Emre’yi ve felsefesini yansıtan, sanat değeri taşıyan mermerden ya da granitten, bakınca insanda hayranlık uyandıracak bir heykelini yapabilmiş miyiz? Bu Türk Milleti için büyük bir eksikliktir! Yapamamışız, tanıtmamışız; çünkü tanımıyoruz, bilmiyoruz. Tarihi öğrenmekteki maksat bu


olmalıydı. Bu değerler çocuklarımız için moral kaynağıdır. Bu vefasızlık o insanlara yapılır mı? Yabancı ülkelerle kıyaslamıyorum bile çünkü Batı anlayışı geçmişini unutmamıştır. Gezdiğiniz her meydanda Batılı ülkeler, tarihleriyle ilgili zenginlikleri heykellerle, anıtlarla, rölyeflerle ve resimlerle bütün insanlara sunmuşlardır. Bu sanat eserlerini görünce imrenmemek elde değil. Şimdi sizlere kendi tarihimizden belki adını dahi hiç duymadığımız, duymuş olsak bile özünü, sözünü kavrayamadığımız, her tarafından vatan, millet, Türk olmanın gururu fışkıran bir kadın savaşçıdan bahsedeceğim. Kuvayı Milliye ile Milli Mücadeleye katılmış, bütün Anadolu’da direniş göstermiş cengaver Türk kadınlarından biri de Fatma Seher’dir. Dünyada hiçbir kadının ulaşamayacağı bir mertebeye ulaşan Fatma Seher’in hayatı bütün insanlık için ibret alınacak hikayelerle doludur. Yiğitliği, cesareti, esareti, gururu, hüznü, vefasızlığı 67 yıllık ömrüne sığdıran eşsiz kahramanlardan biri. Balkan Harbi yenilgisinden sonra tayini Sarıkamış’a çıkan Erzurumlu Fatma Seher’in eşi Binbaşı Derviş Bey, gittiği cephede şehit olur. Fatma Seher doğru dürüst bir evlilik yaşamadan çocuklarını aldığı gibi İstanbul’daki kardeşlerinin yanına gider. Giderken Edirne’de kocaları savaşta şehit olan kadın arkadaşlarını da götürür. Kardeşi Süleyman namı diğer ‘Deli Sülo’ Kasımpaşa’nın hem en kuvvetli kabadayısıdır hem de kurduğu çeteyle işgal güçlerine karşı direnmektedir. Çeteye Fatma Seher ve kadın arkadaşları da katılır. İşgal güçleri İstanbul’dadır. Bu zilleti görür ama dayanamaz: ‘Kadın isem Türk değil miyim, elbet bize de düşecek bir vazife vardır!’ diyerek, mücadele edebilmek için İstanbul-Samsun yoluyla Sivas’a giden Mustafa Kemal’den görev ister. Ancak burada şu cümlenin altını çizmek gerekir. 1919 yılları, ülke savaş halinde ve her taraf işgal edilmiş durumda; doğru dürüst eğitim almamış 30 yaşlarında bir kadın, ‘Kadın isem Türk değil miyim?’ diyerek görev arıyor. Buradaki Türklük bilinci, Türk olma şuuru insanı heyecanlandıran, etkileyen, hayranlık uyandıran bir anlayıştır. O günler için böylesine anlamlı bir düşünce bir çok düşünürde bile henüz olgunlaşmamıştı. Sanıyorum Kara Fatma’nın en önemli yanı, ondaki Türklük bilincinin bu denli gelişmiş olmasıdır. İşte bu bilinçle yola çıkan Kara Fatma Sivas’ta Mustafa Kemal’i aramış ve bulmuştur. Bu karşılaşma tarihi bir karşılaşmadır ve kendisi şöyle anlatır: ‘Mustafa Kemal’in Sivas’ta faaliyete geçtiğini haber aldığım dakikadan itibaren duyduğum sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan sonra Sivas’a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru’yla Samsun’a, oradan da Sivas’a vardım. Sivas’a üç günde geldiğini, üzerinde çarşafın olduğunu, Paşa ile konuşmak istediğini, bunun üzerine yakında bulunan bir lokantaya kabul edildiğini, İstanbul’dan geldiğini, Edirne’de düşmanla mücadele ettiğini, kocasının şehit olduğunu ve görev istediğini bildirir: ‘Adın ne senin?’ ‘Fatma, Paşam!’ ‘Peki, silah kullanmasını bilir misin?’ ‘Bilirim elbet!’


‘Ata biner misin?’ ‘Binerim… Hem de yavuz binerim, ben İbrahim Yahya Ağanın kızıyım, at üzerinde büyüdüm...’ ‘Peki harpten, ateşten hiç korkmaz mısın?’ ‘Muharebe bana bayram yeridir Paşam, ne korkması...’ İşte o an Mustafa Kemal elini omzuma koydu ve ‘Bundan sonra düşman senden korksun, bütün kadınlarımız senin yiğit, ak yüreğini taşısın, Kara Fatma…’ Erzurumlu Fatma Seher’in ‘Kara Fatma’ oluşu Sivas’ta böyle başlamıştır. Daha sonra ise Mustafa Kemal eline aldığı kâğıda bazı notlar yazarak Kara Fatma’ya vermiş: ‘Haydi göreyim seni, verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul’a git, hazırlan ve işe başla!’ demiştir. Fatma Seher, Mustafa Kemal’in bu isteği üzerine Sivas’tan hemen İstanbul’a geçer. O artık sırtında siyah askeri bir ceket, altında zığva pantolon, ayağında çizmesi, elindeki kamçısıyla Milli Mücadelenin amansız bir kadın direnişçisi olmuştur. Kısa boylu, zayıf, enerjik yüzlü, kara gözlü, şahin bakışlı etkileyici bir kadındır. Omuzdan aşağı fişeklik takar; belindeki geniş kuşağında tüfek mermisi, uzun kaması ve tabancasıyla pür silah dolaşır; başına doladığı yemenisi ile insanda önce derin bir hayret hissi uyandırır, sonra da bu hayret hissi yavaş yavaş kendini efsanevi kahramana duyulan saygı, hürmete dönüşür.


Yanında oğlu Seyfettin, 9 yaşındaki evlatlığı Fatma, kardeşleri Mehmet Çavuş, Süleyman, arkadaşları Topkapı Pire Mehmet ve Laz Tahsin, eşleri şehit olan Ayşe ve Zeynep’ten oluşan önceleri on beş kişilik daha sonra yüz elli kişiye varan çetesiyle Yunan Ordusuna, Ermeni ve Rum çetelerine ve ayrıca eşkıyaya göz açtırmadan mücadele etmiştir. İzmit ve havalisine, Sakarya ve çevresine, Bursa, Balıkesir, Eskişehir, Afyon, Kütahya hatta İzmir’e kadar bütün bölgede milisleriyle beraber mücadele eden, direnen efsanevi bir kahraman olur. Adı bütün yurtta duyulur. Gittiği her yerde saygı görür.

Kara Fatma oğlu Seyfettin ve kardeşi Süleyman ile… Kara Fatma’nın adı o kadar yaygınlaşır, asker arasında o kadar sevilir ki askerlere moral kaynağı olsun diye resmi yaptırılır ve bütün askeri birliklere dağıtılır.


Kara Fatma İznik Kocaeli Bölgesinde silah arkadaşları ile. Müfrezesine artık kırk üç kadın yedi yüze yakın da erkek katılmıştır. 1. ve 2. İnönü Savaşları, Eskişehir, Afyon, Kütahya Muharebeleri, Başkomutanlık Meydan Muharebesinde canla başla mücadele etmiş, kadın milislerinin tümü şehit olurken kendisi de yaralanmış ve esir alınmıştı. Esaretini kendisi şöyle anlatıyor: ‘Altımdaki Ceylan isimli atım, güzel talim ettirilmiş çok akıllı bir hayvandı; âdeta bir piyade neferi gibi düşman mevziine sokulmakta fevkalâde mahirdi. Afyon civarındaki Sürmeli köyünde bulunan düşman mevziine, taarruz esnasında hayvanımla sokulmak icap etti. Bu esnada düşman tarafından bir kement atılarak yakalanmıştım ve hayvan da şahlanarak bizim tarafa firar etmeye muvaffak oldu; ben de bu suretle düşmana esir olmuştum. Beni yakaladıktan sonra gözlerimi bağladılar. Kendi mevzilerinin iki saat gerisinde bir yere götürüldüm ve burada gözlerimdeki mendil çözüldü. Sürmeli köyünde kurmuş oldukları karargahlarında yarım saat bekletildim. Benden izahat almak için mütemadiyen sıkıştırıyorlardı; ben de sorulara kaçamak cevaplar veriyordum. Bunlar arzu ettikleri maksadı temin edemediler. Bunun üzerine, Başkumandanları olan Tirikopis’in yanına götürdüler. Beni görünce son derece hayretle baktı ve “Sen Kara Fatma!” diye üç defa hayretle ismimi tekrarladı. Biraz sonra hayret etmesinin sebebini son sualinden anladım. Meğer bunlar, Kara Fatma’yı devâsa bir şey tahayyül ediyorlarmış ve bende bunlara cevaben “Anadolu’daki Kara Fatmalar’ın en kuvvetlisi benim” demiştim. Beni bilahare bir yere kapadılar. Evvela başıma dört tane süngülü nöbetçi diktiler; birkaç gün geçtikten sonra bir kişiye indirilmişti. Her gün beni mütemadiyen dövüyorlardı. Gücüm tükenmeye başlamıştı. Bir gün nöbetçinin yanına bir misafir arkadaşı geldi. Şarap içiyorlardı. Misafir olan arkadaşı kalktı gitti. Bu nöbetçi şarap içmeye devam ediyordu. Her halde çok içmiş olmalı ki sabaha karşı sızdığını gördüm.


Fakat bir türlü inanamıyordum. Bir iki yoklamadan sonra hakikaten sarhoş olduğuna kanaat getirmiştim. Elindeki silahı alarak ortalık ağarmadan yola çıktım. On dokuz gün esaretin öldürücü ezalarına maruz kaldıktan sonra nihayet bir hayli müşkülattan sonra kaçmaya muvaffak oldum.


Kara Fatma ve silah arkadaĹ&#x;larÄą


Bursa’nın işgalini duyunca halime bakmadan Sürmeli köyündeki ovada kıtamın başına geçtim. Bu muvaffakiyetimden dolayı Üsteğmen’liğe terfi edildim.’ Milli Mücadele yıllarının efsanevi kahramanı, bir kadın olarak dünyada eşine benzerine pek rastlanılmayan cesaretin, özverinin, korkusuzluğun, vatan ve millet aşkının timsali olan Türk savaşçısı, direnişçisi Kara Fatma, binlerce hatırayla dolu cephe hayatında Romanlara, filmlere konu olabilecek bir hayat yaşamıştır. Onu ve on bir yaşlarındaki evlatlığı Fatma’yı hayatları boyunca etkileyecek anılardan birisi de İzmit dolaylarında geçmiştir. Fındıktepe 11.Yunan tümeni tarafından işgal edilmişti. Tepe’yi ele geçirme görevi Kara Fatma’ya verilmiştir. Genel taarruz yapılır. Çok şehit verirler. Küçük Fatma erlere matara ile su dağıtırken, bulunduğu yere şarapnel mermisi düşer. Fatma’nın sağ elinin parmakları kopar. Bu savaşta Kara Fatma ise göğsünden vurulur. Hücum devam eder ve tepe alınır. Fındıkepe’de Türk bayrağı dalgalanırken kardeşi Mehmet çavuşun kollarına yığılıp kalır... İzmit- Kızılay hastahanesinde gözlerini açtığında, kızı Fatma da yanındaki yatakta yatmaktadır. Hemen kızını sorar. İyi olduğunu öğrenir ancak asıl haber kendisiyle ilgilidir. Doktor, ‘Konuşup kendinizi yormayın!’ der, ‘Göğsünüze bir şarapnel isabet etmiş, nefes alırken canınız yanacak, bir süre, iki üç ay at binmek, yorulmak yok, şarapneli çıkaramadık, o madalyanız oldu artık, zarar vermez size, merak etmeyin!..’ Kara Fatma üzülmüştür, kendisine yakışır cevabı hemen verir: ‘Gavur hep içimde mi duracak!’ İyileşip hastaneden çıktıktan sonra Kara Fatma artık kızı Fatma’yı cepheye götürmez. Ama küçük Fatma’nın isteği, hevesi, kararlılığı bu gün yetmiş milyon insanı şaşırtacak düzeydedir. Böylesine bir vatan sevgisi dünyada az rastlanır. Anasına şöyle der: ‘Ana, sen bana küçük bir tabanca al, sağ elimin parmakları yok ama ben sol elimle de ateş ederim!’ Böyle bir cevabı verecek dünya üzerinden kaç kişi var acaba? İşte böylesine yüksek vatan aşkı, böylesine cesur insanların sayesinde bu topraklar Türk vatanı oldu. Bizim, tarihi okumamız, ondan ibret almamızın nedeni bu olmalıdır.


Kara Fatma Üsteğmen ve Bölük Komutanıdır. Kara Fatma bir eylem kadınıdır. Ama unutulmasın ki eğitim görmese de içindeki cevher, ailesinden aldığı kültür onun bir fikir, bir filozof kadın olmasını da sağlamıştır. Milli Mücadele bitmiş, İstiklal Harbi kazanılmış ve Cumhuriyet kurulmuştur. 1930 yıllarında onu ziyarete gelen bir gazeteciye verdiği beyanat bu gün dahi kimsenin düşünemeyeceği, söylemeye cesaret edemeyeceği sözlerdir. İleri görüşlülük, geleceği okuma ve gelişmişliğin nasıl olacağını kısa, özlü olarak anlatıyor: “Çocuklarımız mutlaka okumalıdır. Ben çok iyi biliyorum ki bugün Anadolu’da erkek ve kız çocuklar okuyacak olurlarsa Anadolu’nun hali değişecek, Türkün yüzü gülecek, işi düzelecek, bütün batıl düşünceler ortadan kalkacaktır. Bugün Anadolu’da bir ailede iki erkek varsa yanı başında on da kadın vardır, bunun için kadın-erkek hep beraber çalışmalıdır. Bunun kimseye bir zararı yoktur; belki faydası vardır. Kadın peçesiz ve yüzü açık gezmekle iffetini kaybetmez! Zira memleket bizden o kadar çok hizmet istiyor ki, bunlar arasında peçe ve çarşafı düşünecek halde değiliz!’ Ne yazık ki eylem kadını, direnişçi, aynı zamanda arif olan Kara Fatma Cumhuriyet kurulduktan sonra kendisine bağlanan Üsteğmenlik maaşını, ‘Vatana hizmetin bedeli olmaz!’ diyerek kabul etmez ve Hilâli ahmer’e (Kızılay) bağışlar. Bu günlerden sonra maddi sıkıntılar, kimsesizlik, sahipsizlik, yoksulluk günleri başlar. İstanbul-Kasımpaşa’da yaşamaktadır. Başını sokacak evi dahi yoktur. Hastalığı artmıştır. Zaman zaman günlük işlerde çalışmayı denemiştir. Komşularına muhtaç durumdadır. Komşuları sahipsiz Kara Fatma’yı evine en yakın Galata’daki Rus Manastırı’na yatmaya ikna eder. Artık bundan sonra bir süreliğine Kara Fatma Rus Manastırı’nda yaşamıştır.


Milli Mücadele’nin efsane komutanı Üsteğmen Kara Fatma Rus manastırında Evet bir süre burada kalır; ama ne kadar kaldığı, sonraları ne yaptığı belli değildir. Yine yokluk, açlık, konuya komşuya muhtaç olan bir süreç devam etmiştir. O yıllar tesadüflerle hayatından kesitler öğreniyoruz. 67 yaşına geldiğinde Hürriyet Gazetesi onun Darülaceze Hastahanesinde yattığını duyurur. Ne yazık ki hastahaneye yatırılışından on bir gün sonra hayata gözlerini kapadığı yine aynı gazeteden öğreniriz.

Kara Fatma’nın Darülaceze’deki son günleri ve gazetedeki ölüm haberi… Ülkemizde vatansever bir insanın hazin öyküsü böyle noktalanıyor tıpkı diğer varlığından dahi haberdar olmadığımız milli kahramanlar gibi! 1888 yılında Erzurum-Aşkale’de dünyaya gelen efsane kadın kahraman Kara Fatma, 2 Temmuz 1955 tarihinde çok sevdiği vatan topraklarında kimsesiz, fakr u zaruret içerisinde hayata veda ediyor.


Bu gün yaşadığımız bu toprakların vatan olmasında ailesinin, kardeşlerinin, çocuklarının kanı pahasına mücadele ederek savaşmış bu yürekli, korkusuz insanın büyük payı vardır her ne kadar bizler bilmesek de… Sadece ve sadece bizlerin özgürce yaşamasını, ezanların özgürce okunmasını, Türk Devleti’nin ebediyete kadar yaşamasını hedef almış bir amaçtı bu hedef. Başka da bir amacı yoktu. Kara Fatma tarihin derinliklerinde bağımsızlık için mücadele etmiş sayısız kahramanlarımızdan sadece biridir. Bu kahramanlar mutlaka gün yüzüne çıkarılmalıdır. İbret dolu hayatları genç nesillere anlatılmalıdır. Hayatlarının anlatıldığı filmleri, romanları, tiyatro oyunları ile tüm dünyaya tanıtılmalıdır. İsimleri meydanlara, caddelere, okullara verilmelidir. Heykelleri, hayatını anlatan anıtsal eserleri yurdun her yerine, şehitliklere inşa edilmelidir. Bu yüce gönüllü insanlara vefa borcu ödenmelidir. Nasıl bir toprağa bastığımız halka, vatandaşa, gençliğe anlatılmalıdır. Bu sadece bir görev değil, geçmişimizle ilgili hafızanın hatırlatılmasıdır. Unutulmamalıdır ki kahramanlarını hatırlamayan, unutan milletler kahraman yetiştiremez!1 Mehmet Dağıstanlı Araştırmacı-Yazar


Bursa NilĂźfer'de Kara Fatma Heykeli


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.