BELEŞTEPE
İÇİNDEKİLER Merhaba... Golü Kendi Kalemize Atmışız Hemde Rövaşatayla / Furkan Çelik Çocukların Fendi Hacı Bakkalı Yenecek / Ferhat Talan Beleşe Felsefe / Rıdvan Akar Bir İmkansızlık Fikri Olarak Metin Tekin / Elif Çongur Şelola Kartal Şelola / Mustafa Dermanlı Yesiç Abi İyidir / Ahmet Büke Balon / İbrahim Dervişoğlu Düşlere Bulanmış Zamanlar / Sinan Yılmaz Dergicilik Üzerine Birkaç Söz / Hakan Kirezci Hem Gol Hem Penaltı / Doğan Dikdere Tribünden Düş Yoluna / Özge Sadet Beşiktaş Sevdasının Yanına Anarşizmi Koyup Yürümeye Başlamıştı / İlke Şimşek Yepyeni Umutlarla Yeni Bir Kışa Doğru / Sait Hopsait Futbol Borsada Değil Çarşı’da Güzel / Gökçe Şahin Milliyetçilik Virüsü ve Futbol / Temel Demirer Tarih Yanılanların Soyunma Odasıdır / Emre Tuncal Saat Dokuz Oldumu... / Gizem Şahin Eski Futbol Yeni Futbol / Ozan Şahin Bir Sabotaj Öyküsü / Tamer Doğan Toprak Saha / Önder Abay Sahada Onlar da Vardı / Arat Saadetyan Hayat Futbola Fena Halde Benzer / Vedat Altun Bir Ölümün Güncesi / Utkan Çalışkan Çocuklar Ölmesin Maçada Gelsin / Röp: Selin Görkem Beşiktaş Halkın Takımıdır / Orçun Masatçı Mücadele Gücü Yüksek Seyri Düşük Platonik Bir Aşk / Mithat Doğan Türkiye’de Kaç Büyük Takım Vardır / Baran Doğan Ben Futbolcunun Erkek ve Hetero Olanını Severim /Açelya Kirezci Yaşamın Akşam Suyu / Sevecen Tunç
TASARIM Gizem Şahin - Cerem Beyazıt
2
Futbolun Edebiyatı
MERHABA!
Şimdi yeni satırlarımızı çiziktiriyoruz siyah-beyaz meşale dumanlarımızla gökyüzünün sayfalarına… Yıkılmış
bir kentin mağrur esaretinde, göğe uzanmış ellerimizin ve güneşi hapsettiğimiz parmaklarımızın cesaretinde, uzaktan gelen marşların ezgilerinde, birazdan kapatacak bir meyhanenin kederli sandalyesinde… Hep sıcak bir Temmuz gecesini andırır yazdıklarımız… Gökyüzündeki onlarca yıldızın komünal hayatına imrenip, yine de gözlerimizi ay ışığına kilitlerken peşinden koştuğumuz bir kuyu suyu tazeliği, bir sıcak ekmek buharı, akasya kokulu bir nefes heyecanı ile dolanıp durur yanı başımızda çocukluğumuz
yamalı şortuyla… Belki tanırsınız bizleri… Suya yazı yazmanın peşinde olduğumuzu sananlara inat denizleri denizlere taşımanın kavgasında olanlarız… Hem zaten, geride kalan bitmeyen maçlar değil midir? Geride kalan, ulaşılması için; sesimizdeki çığlığı, cebimizdeki parayı, gözümüzdeki ışığı feda ettiğimiz günler değil midir? Ellerimizi deplasmana süzülen bir otobüs penceresinden uzatıp baharı okşadığımız günler değil midir onlar? Yellere karşı koyan saçlarımızın atkılarımıza dolanmasına gülmemiz değil midir? Statlardan sokaklara
taşıyoruz kavgayı… Hasretimiz de, sevdamız da, heyecanımız da bundan değil midir? Siyahla beyaza olan inancımızla, bir deplasman günü, sabahın ayazında soluğumuzu kesen soğuğa karşı sımsıcak dostluğumuzla, yaşamın her alanındaki adaletsizliklere karşı duruşumuzla, değerlerimizle, inançlarımız ve kavgalarımızla yaşama tribünden bakarken yeni sayfalara yeni yazılar yazıyoruz. Dergimizin ilk sayısı ellerinizde. Esmer çocukların düşleriyle çıktık yola… O zaman uğur ola… Haydi VİRA!
3
BELEŞTEPE
GOLÜ KENDİ KALEMİZE ATMIŞIZ HEMDE RÖVAŞATAYLA Furkan Çelik
Az sonra stattaydık ve modernleşmiş turnikelerden geçerken, bir bilet ile üçlü turnike yaptığımız anılar canlandı gözümde. “5 nolu turnike bozukmuş, kombineler tekrar basıyor” diye alelacele yapılan telefon konuşmaları, hızlıca buluşmaya çalışmalarımız...
Her zamanki gibi semte vardı-
ğımda maça saatler vardı. Köyiçi’nin havasını soluyup Akaretler’i tırmandıktan sonra Şairler Parkı’na vardım. Şairler Parkı’nı ve maçtan önceki halini bilen bilir. Duvarlardaki her tuğla başka bir sırta destek olur, parktaki her heykel siyah beyaz formalarla çevrilir. Ben de kendi heykelime, *ismi yazmayan tek şaire bir selam çakarak biramı açtım. Her şey olağandı ama bir yerlerde bir farklılık vardı sanki. Her yer çok kalabalıktı, sezonun açılış maçıydı sonuçta. Normaldir dedim kendi kendime. Birazdan yeni stadı göreceğimi düşündükçe içim bir acayip oluyordu. 1066 gün geçmişti aradan. İnsan bıraktığı gibi bulsun istiyor o kadar zamandan sonra. Biliyordum yeni bir statla karşılaşacağımı, ama ne bileyim istemeden tanıdık bir iki şey kalmıştır belki diye düşünüyordum.
4
Hasret bitti diyordum da asıl hasret şimdi başlıyordu. Arkadaşımın saati söylemesiyle düşüncelerimizden sıyrılıp ağaçlı yola doğru yürümeye başladık. Kulaklarım arkadaşımın sözlerinde, gözlerim ağaçlı yolun son virajında devasa yapılmış yeni statta… Dışarıdan bu kadar heybetli görüntüsü acaba içinde neler var dedirtmiş, daha da heyecanlandırmıştı bizi. Az sonra stattaydık ve modernleşmiş turnikelerden geçerken, bir bilet ile üçlü turnike yaptığımız anılar canlandı gözümde. “5 nolu turnike bozukmuş, kombineler tekrar basıyor” diye alelacele yapılan telefon konuşmaları, hızlıca buluşmaya çalışmalarımızı ve kombinelerimizi arkadaşlara ulaştırma çabalarımız... Şu an yürüdüğüm koridorlar 1066 gün önceki koridorlara hiç benzemiyordu.
Her adım atışımda başka bir anı canlanıyordu gözümün önünde. Koridorları bitirip merdivenlere yöneldiğimde İnönü Stadı’ndaki ilk maça gidişim geldi aklıma. O merdivenleri çıkıp yeşil sahayı gördüğümde kalbim tüm gücüyle göğsümü dövmüş, nefesim kesilmişti. Şimdi de aynı heyecanı yaşayarak çıktım merdivenleri. Aynı heyecanla baktım yeşil sahaya. Bütün yenilikleri gördüm bir anda. Tribünlerin yeni hali, sağım, solum... Bir saniyede anladım bütün değişiklikleri. Ne kadar da dik yapmışlardı tribünleri. Eskiden en büyük tehlike tribünlerin arasındaki setten düşme ihtimalimizdi, şimdi bu dik tribünlerde her ihtimal düşecek gibi duruyordunuz. Set dedim ya; herkesin bir hatırası vardır sette. Bir zamanlar biletlerin değişen fiyatları yüzünden kapalı
Futbolun Edebiyatı kapılarla ayrılan kapalı alt-üst tribünlerini herkes bilir. Beşiktaş’ın parası yetenlerin değil Hakkı Yetenlerin takımı olduğunu da. Bu yüzden “hakkı yeten” arkadaşlarımız elini uzatırdı setten birbirine. Bazen tutmak için, bazen tutunmak için... Benim de elimi çok tutmuşlardır. Sanki çocukluk arkadaşıymışız gibi öyle sıkı kenetlerdik ki ellerimizi... Eğer biraz cılızsa beni tutan, hemen iki üç kişi daha destek atar, havalanırdım kapalı üste doğru. Bir selam çakıp kapalı kutudaki yerimi alırdım hemen. Şimdi kapalı alta doğru baktığımda derin bir uçurum... Araya da localar koymuşlar, aşağıdan yukarıya kimse elini uzatamasın, sanki kavuşamasın diye yapmışlar. Halbuki 1066 gün önce yıllarca biz bağırmadık mı “Stadın her yeri loca olsa da / Sevenleri kimse ayıramaz ki...” diye. Şampiyonluk maçı için aylar öncesinden çift sopalı pankartlar yapılmıştı. Birçok taraftar elini taşın altına koyup 2000’e yakın İtalyan pankartı hazırlamıştı. Topçular sahaya çıkıyorken hepsi açılacak ve muhteşem bir görsel şölen olacaktı. Hepsi hayallerde kaldı. Belki 200 tanesi anca aynı anda açılmıştır. Yarım yamalak bir görüntü oluştu. Kapalıda çok koreografi denemesi olmasa da on bin kişinin püskül sallaması, Beşiktaş dövizleri tutması, yaratıcı onlarca pankartımız hep anılarımdaydı. Şimdi büyük bir hezimet yaşararak maç çıkıyordum. Güçlü bir üçlüyle maç başladı. Beşiktaş daha ilk dakikalardan sağlı sollu yükleniyor gelecek golün haberini veriyordu. “Allahını seven defansa gelsin” sözü tersine dönmüş, herkes olanca gücüyle hücuma yükleniyordu. Gomez’in imdadına Marcelo yetişti. Attığı iki golle takımı yokuş aşağı boş vitese aldırdı. Takım rahatlayınca bir deniz havası alayım diye sola doğru döndüm. Denizi göreceğimi düşündüm bir an ama karşımda, denizi arkasına alan cefakâr Eski Açık’ın yerinde kapalı Denizbank tribünü vardı. Ne martılar vardı, ne deniz... Sol kanatta İsmail Köybaşı resitalini izlerken eski açık-kapalı arasındaki teller takıldı gözüme. Kocaman dikenli tellerin yerine bir sıçrayışta
Eskiden *Kapalı kutu’da tavana dokunabilirdin elini uzattığında. O tavandı sesimizi tutup tüm statta dolaştıran. Şimdi tavan çok yukarda, yarım kalmış hayallerimiz gibi. atlayabildiğin çit yapmışlar. Şimdikiler şanslı diye düşündüm çünkü biz o tellerde montlarımızdan, gömleklerimizden, lise formalarımızdan bir sürü parça bıraktık turunculardan kaçarken. Şimdikiler şanslı mı dedim? Dalgınlığıma geldi bir an, unuttum gözetleyenleri ve passoligçileri. Tolga’dan sezonun intikamını alırcasına kurtarışlar gelirken, Gomez kapanışı kimseye bırakmam diyerek topu ağlara gönderdi. Son dakikalardayken şampiyonluk şarkıları statta yankılanmaya başladı. Ama tribün senkron olamıyordu. Kapalı alt ile üst arasında uçurum vardı, sette durması gereken amigo yeri setin neredeyse 15 sıra üstündeydi. Amigo kontrolü sağlayamıyordu, yetişemiyordu sesi. Her şey karmakarışıktı. Bizim evimiz değildi sanki burası. Eskiden *Kapalı Kutu’da tavana dokunabilirdin elini uzattığında. O tavandı sesimizi tutup tüm statta dolaştıran. Şimdi tavan çok yukarda, yarım kalmış hayallerimiz gibi. Şimdi virajda freni tutmayan otobüs gibi
ağır hareket edip, geç dönüyoruz. Hakemin son düdüğü ile tribünler havaya, yedek kulübesi de sahaya doğru fırladı. Kupayı almıştık, şampiyonduk. Seviniyordum. Gerçekten çok seviniyordum. Sağıma soluma baktım. Eskisi daha iyiydi be. İçimde 132 desibellik bir sıkışmışlık hissettim. Maçı kazanmıştık, şampiyonduk. Ama bir gol yemiştik. Çok fena bir gol. Ne evimiz kalmış, ne anılarımız. *Takoz Recep gibi golü kendi kalemize atmışız. Hem de röveşatayla. Geçmiş olsun... * Melih Cevdet Anday’ın heykeli *Kapalı Kutu: İnönü stadında kapalı üstün ortasındaki koltuksuz bölüm *Takoz Recep: Malmö maçında kendi kalesine röveşata ile gol atan Beşiktaş defans futbolcusu Recep Çetin *Püskül show Stoke City maçı 2011
5
BELEŞTEPE
ÇOCUKLARIN FENDİ HACI BAKKALI
YENECEK
Ferhat Talan
En şişmanımız, en yeteneksizimiz, en “topu olmayanımız” kaleci olurdu. Kendi içimizde bazen “adaletsiz” olurduk, yine de alırdık kalecimizin gönlünü. Sokakta öğrendik futbolu. Siyah-beyaz TV başında farklı renklere sevdalandık. Kimimiz Sinyor Bartu oldu, kimimiz Metin Oktay, kimimiz de Metin-AliFeyyaz. Kan ter içinde, limitsiz, sadece salçalı ekmeğin bölebileceği bir tutkuyla eskitirdik zaten eski olan ayakkabılarımızı. En şişmanımız, en yeteneksizimiz, en “topu olmayanımız” kaleci olurdu. Kendi içimizde bazen “adaletsiz” olurduk, yine de alırdık kalecimizin gönlünü. Penaltı olursa ona attırırdık. “Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim ;çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi” diyen Albert Camus gibi kalecimizi hazırlardık hayata, beklediği yerden göndermezdik topu. Kumaşı terletse de, yeni alınan formamızı uyurken de çıkarmazdık üzerimizden. O bizim
6
en kutsal kıyafetimizdi. Hayal etmeyi o formanın içinde öğrenirdik, ilk hayal kırıklıklarımızda o formanın içinde olurdu. Terli formalarımızla, tuttuğumuz takımın şifreli yayınlanan maçları için kahve camekanlarının en arkasında sıralanırdık parayla maç izlememek için, Beleştepe usulü. Tuttuğumuz takım eğer bir derbide yenilirse “gözümüze muhakkak toz kaçtığından” ya da büyük birisi “ayağımıza bastığından” dolayı göz yaşımız akardı. “Ağlıyor” dedirtmezdik. Sokağın tozunu, toprağın, çimin, dizimizin kanını hiçbir deterjan temizleyemezdi. Daha sonra komple sokakları “temizlediler” çocuklardan. Birlikte top oynamamızdan rahatsız olan mahallenin huysuz bakkalı zengin oldu. Eskiden topumuzu kesemeyen huysuz bakkal bu sefer sahamızı elimizden
aldı. Önce sahalarımıza ucube binaları diktiler sonra kale yaptığımız ağaçları yerinden söktüler. Huysuz bakkal artık sadece zengin değil aynı zamanda sporu “yöneten” kişi, bazen başbakan, bazen cumhurbaşkanı bazen başkan olmaya çalışan kendini de padişah sanan bir deli. İşte biz burada, sokakları çalınan çocukların ruhuyla, mahallenin bakkalıyla amansız bir mücadele içindeyiz, sayfalarımız domates-peynir, salçalı ekmek, terleyen çocuk, patlayan kames topa sürülen sabun, yırtılan forma, kanayan diz, kabuk bağlayan yara, olmamış erik ve haşlanmış mısır kokar. Sevgili okur, Biz burada 9 kat kames topumuzla çift kale maç yapıyoruz, mahallenin huysuz bakkalının bahçesine eriğe dalıyoruz. Sen nerdesin ?
Futbolun Edebiyatı
“BELEŞE” FELSEFE Rıdvan Akar
Beleştepe göreve çağrıldı ve 10 dakika sonra asayiş berkemaldi. Beleştepe, stadın rengi, halkın takımı olmanın gereği, yoksul rüyaların locasıydı. Stat yıkıldığında inşaat oradan seyredildi. Adı
“Beleş”ti. O “Beleş”ten yararlanmayana taraftar denmezdi. Parasız günlerin tribünüydü. Görünmeyen kalenin büyüsü, polisin copu, tehlikeli sevinçlerin uçurumu, “Herkes görsün beyler”in oturma düzeniydi. Stadın 4. tribünüydü. Kapalı önce yeni açığa, sonra numaralıya, ardından eski açığa bağırır ve nihayet “Beleştepe” ile tezahürat biterdi. Kapalı “siyah” dediğinde, hançerlerimizdeki son nefesle “beyaz” derdik. Alkışlandıysak birbirimizi kutlar, “unutulmadık” derdik. En çok copuyla dağıtmaya çalışan polisin hiddetinden değil, hele hele gözümüzün gördüğü keleyse. Orada gol yemekten çekinirdik. Bir de stada sinen o ölüm sessiz-
liğinden, göremediğimiz kalede golü yediğimizi anlardık. Beleştepe’ye köfte ve kokoreç servisi olmazdı. Tezgâhlar oradakilerin parasının olmadığını bilirdi. Beleştepe’dekiler eğer ortam uygunsa ikinci yarıda açılacak kapının hayalini kurar, değilse takımını yalnız bırakmazdı. Yıllar geçip cebim para gördüğünde, yani kapalı kombinemle stada gittiğimde bir Galatasaray maçı vardı. Polatgillerin hırsı yüzünden artık rakibin deplasmana gelemediği bu meşum zamanlardı. Galatasaray’ın taraftarı da takımına destek için İnönü önlerine çıkarma yapma kararı almıştı. Taksim’den inmeye başladıklarını duymuş, Kapalı kıpırdanmıştı. Stadın kutsiyetine
halel mi gelecekti? Sonunda çare Beleştepe’de bulundu. Beleştepe göreve çağrıldı ve 10 dakika sonra asayiş berkemaldı. Beleştepe, stadın rengi, halkın takımı olmanın gereği, yoksul rüyaların locasıydı. Stat yıkıldığında inşaat oradan seyredildi. Sanki eşsiz bir doğa manzarası varmışçasına kimileri saatlerini orada geçirdi. Stat bittiğinde Beleştepe’ye yukarıdan bakan Ritz’in fiyakası bozulmuş, “Biz de o muhteşem stadın yanı başındayız” reklamları ile yönünü belirtme dönemi başlamıştı. Şimdi Beleştepe müdavimlerinin önünde siyah bir perde var. İyi ki o perde bizim hafızalarımızda değil, zira Beleştepe bir felsefeydi ve şimdi dergilerde yaşıyor.
7
BELEŞTEPE
BİR İMKANSIZLIK
FİKRİ OLARAK
METİN TEKİN Elif Çongur
Metin Oktay da Metin Kurt da Metin Tekin de sadece futbolu değil, yaşadıkları ülkeyi ve hatta bence dünyayı daha güzel bir yer yapan çok acayip insanlardır.
Bu
ülkenin futbolunun Metin’leri; Oktay’ı, Kurt’u, Tekin’i, üçü de çok güzel insanlardır. Başka, çok başka, bambaşka insanlar. Metin Oktay da, Metin Kurt da, Metin Tekin de sadece futbolu değil, yaşadıkları ülkeyi ve hatta bence dünyayı daha güzel bir yer yapan çok acayip insanlardır. Onları anlatmalara doyamazsın. Yazmalara, bakmalara filan doyamazsın. Onları hakkıyla, layıkıyla, tamamıyla anlatmak olanaksızdır. Böyle bir imkânsızlık fikri üzerine inşa edilecek bu satırlar. Metin Tekin’in imkânsız güzelliğini anlatmaya çabalayacak. “Metin” sağlam, dayanıklı, güç-
8
lü anlamına gelir ki Metin Oktay gücünü, o şahane fotoğrafta elini üstüne koyduğu kalbinden alır. Fotoğrafı bildiniz. Üstünde parçalı forma, eli göğsünde, gözleri hafif yerde. Metin Oktay gücünü; paradan puldan, attığı golden, hamilerinden, ağabeylerinden, şundan bundan değil ordan alır. Kalbinden. İsmini de aynı böyle alır, layıklıyla taşıyacak birine verir. Metin Tekin, adını Metin Oktay’dan almıştır. Maça beş sıfır galip başlamıştır. Metin Kurt gücünü, halka en yakın yerde, çizgide durmasından alır. Doğru bildiğinden şaşmaz, hep iyiden, haktan, insandan yana topların peşinde koşar. Düşer kal-
kar bi daha koşar. O da sanki ismini alır Metin Tekin’e verir. Metin Tekin maça on sıfır galip başlamıştır. Lefter de sanki rüzgârını alıp vermiştir ona, bence fırtınalığı Lefter’den gelir. Metin Tekin maça on beş sıfır galip başlamıştır. Metin Tekin, hanesine taa baştan yazılmış bu golleri alır teek teek doğru kalelere atar. İsim babasının “Bizi sevenleri üzmeyelim baba” cümlesindeki gibi, Metin Tekin de onu sevenleri hiç üzmez. Metin Tekin biriciktir. Tarif edilemezdir. Tekrarlanamazdır. Hem şimdi ve burada olacak kadar sahi hem gerçek olamayacak kadar güzeldir. Hep başka bi za-
Futbolun Edebiyatı
Yuvaya bakan üç kartal. Bence gerçek değil. Böyle güzel gerçek olmaz. Duruşlara bak. Beden dili dedikleri şeyin dili tutulur kalır. mana ait gibidir. Ama buradadır. Metin Tekin imkânsızdır. M.C Esher’in akıl almaz güzellikteki ama olanaksız eserleri gibidir. Sonsuzluk, perspektif ve paradoksu bi daha bi daha çizen, başladığı yere dönen ama aynı zamanda sonsuza giden eserleri gibi. Metin Tekin zamansızdır. Başka vakitlerden bu günlere armağan gibidir ama güzel bi gelecek fikri kadar umut verir. Bence Metin Tekin iskendere tereyağın döküldüğü o acayip andır.
İki fotoğraf var bendeki Metin’i anlatan. Biri şu baştaki : Bir fotoğraf bu kadar mı aydınlık, bu kadar mı serin, bu kadar mı günaydınlı olur? Bu kadar mı düne, bugüne, yarına aynı biçimde ait olur? İmkânsız. Diğeri de şu yukarıdaki: Feyyaz’lı ve Ali’li fotoğrafı. Türkiye futbol tarihinin rakı-roka-balık kadar muazzam üçlüsünün fotoğrafı.Birbirinden güç almanın, birbirine omuz vermenin, bir arada bu kadar güzel durmanın
fotoğrafı. Yuvaya bakan üç kartal. Bence gerçek değil. Böyle güzel gerçek olmaz. Duruşlara bak. Beden dili dedikleri şeyin dili tutulur kalır. Hem uzak hem yakın bu fotoğraf. Hem ev sahibi hem misafir bu fotoğraf. Hem âşık olmak hem kavuşmak bu fotoğraf. İmkânsız. Bu satırlar Metin Tekin’in imkânsız güzelliğini anlatmaya çabalayacak demiştim. Olmadı. Olmaz çünkü. İmkânsız.
9
BELEŞTEPE
ŞELOLA KARTAL ŞELOLA ! Mustafa Dermanlı
Tuttuğun takımın attığı üç tane golü görememem, üstelik ilk maçında böyle bir şanssızlıkla karşılaşmamın hüznünü o an anlamadım ama yıllar sonra dank etti kafama.
Üç gol atmıştık ama üçünü de
göremedim! Hatta bir tanesinde herkes “goool” diye havaya zıplayınca, ben de hareketlenmiş tepemdeki direğe kafamı çarpmıştım. Hem golü görmemiş, hem de kafayı sertçe çarpmıştım direğe. Hatırlayanlar bilir; 80’li yıllarda (hatta 90’ları da kapsar) ön taraflara yığılma olmasın, izdiham olduğunda taraftarlar tutunup da durabilsinler diye statlarda kale direğinin ufağını andıran demirler olurdu. İşte o demirlerdi kafamı çaktığım. Devre olunca babam, “Çişin var mı?” dediğinde “Yok” deyince kıpırdamadık yerimizden. Zira tuvalete gitsen zaten kuyruk, dönsen yerin kapılmış. Yoktu çişim, yerimizden ayrılmak istemiyordum. Köfte yedik, yanına da yoğurt. Sonra maç bitti, üç tane atmıştık. “Şelola Kartal şelola” diye bağırıyordu herkes, ben de bağırıyordum: “Şelola Kartal” Tuttuğun takımın attığı üç tane golü görememem, üstelik ilk ma-
10
çında böyle bir şanssızlıkla karşılaşmamın hüznünü o an anlamadım ama yıllar sonra dank etti kafama. Keşke en azından gollerden birini görebilseydim. Ama gördüklerim de oldu. Mesela Sarı Fırtına Metin’i, Atom Karınca Rıza’yı, daha sonra Cağaloğlu’nda babamların matbaasında da göreceğim kaleci Zafer’i gördüm. Kartondan şapkalı insanları, topun peşinde koşan pire kadar topçuları herkesin pür dikkat izleyişini, bir torba konfetinin takım sahaya çıkarken babamın avuçlarının arasından nasıl da süzüldüğünü gördüm. Nihayetinde eve geldik. Mahallede havam büyüktü tabii. “Oğlum büssürü gol attık, hepsini de gördüm yaaa” diye sokak ortasında havalı havalı dolanışım. Güzeldi sanırım, güzel günlerdi. Meraklısına notlar: Not.1: Aslında babam “Çişin var mı” diye sorduğunda vardı çişim, ama dönüp de yerimiz kaybolur diye var diyemedim. Çocuk hali; ikinci yarı ortalarında çişim iyice sıkıştırdı. Kafamı koyduğum direğe
tutunarak, devre arasında seyyar satıcıdan aldığımız plastik yoğurt kasesine işetti babam. Not.2: Gittiğimiz maçı yıllarca bilemedim, biletini de saklamamış babam. Fakat skoru bildiğimden ve sarı kırmızılı rakip taraftarları hatırladığımdan, Vala Somalı’nın kitabından yıllar sonra bir Malatya maçı olduğundan emin oldum. 1984-1985 sezonu, 15 Eylül 1984 tarihi bir köşede duruyor şimdi. Not.3: Maçı 3-1 kazanmıştık. Goller ise Necdet, Kovacevic ve Fikret’tendi. O sezon Fenerbahçe ile birlikte 50 puan toplamıştık. Ama averajla onlar şampiyon olmuştu. İki puanlı sistemde, Fenerbahçe’ye göre daha fazla galip (19’a 18) gelmemize rağmen şampiyon olamamıştık. Eğer üç puanlı sistem olmuş olsaydı, o zaman 1 puan farkla şampiyon biz olacaktık. Not.4: “Şelola Kartal Şelola” o dönemin en bilinen galibiyet tezahüratlarındandı. Aslı ise “Şen Ola Kartal, Şen Ola”ydı!
Futbolun Edebiyatı
YESİÇ ABİ İYİDİR..
Ahmet Büke
Annemle
babamı hatırlamıyo-
rum. Babaannem, “Annen bir melek değildi,” der hep. “Baban da çok haylazdı.” İkisi de olaylara karışmış. Dedem bir defasında, onların tutulduğu yere götürdü beni. Altay-Gençlerbirliği maçı vardı ve Yesiç ceza sahasının hemen dışından serbest atışa hazırlanıyordu. “Sana bunu söylemem lazım evladım,” dedi. “Bu stadyumu kullandılar. Tam orta saha çizgisinden tel örgüyle ayırmışlar. Bir tarafta kadınlar, öteki tarafta erkekler ters kelepçeliydi yerde. Bakkal Nihat’ın tanıdığı bir komiser vardı, o soktu beni. O zaman gördüm. Babanın beli kırık olduğu için kımıldanamıyordu. Anneni hiç fark edemedim o kalabalıkta, ama buradaydı.”
Annemi nereye yatırmışlardı acaba? Yesiç’in topu öpüp koyduğu yerdeydi belki de.
O dakika futboldan soğudum. Üstelik gol de gelmişti. Yesiç defans oyuncusuydu ama yüz seksen küsur maçta oynayıp attığı kırk beş golün çoğu serbest vuruşlardandı. Önümüzden, açık alnı ve seyrelmiş saçlarıyla, gülerek koşup geçti. Altay tribünü yıkılıyordu. Dedemle biz yerimize çivilenmiş gibiydik. Gözümü sahadan alamıyordum. Allah affetsin, ama babamı düşünmüyordum o anda. Annemi nereye yatırmışlardı acaba? Yesiç’in topu öpüp koyduğu yerdeydi belki de. Ya da şimdi, kalecinin çaresizce çöktüğü çizginin üzerindeydi. Belki parmaklarıyla çimenleri okşamıştı. Sabah çiğ yağar Alsancak Stadı’na, deniz iki adım ileride. Uzanıp damla damla yutmuştur. “Çok kaldılar mı burada?” “Doksan gün kadar.” “Sonra?” Dedem sonrasını anlatmadı. Maç bitmeden çıktık. Bizden sonra yine vaveyla koptu. Yine gol geldi Altay’dan. “Dede,” dedim, “peki, söylemiyorsun ama anladım, ikisini de orada öldürdüler. Neden hiç mezarlığa gitmiyoruz?” Dedem konuşmadı. Seyyardan köfte aldı ikimize. Yü-
rüye yürüye siloların dibine vardık. Sırtımızı duvara verdik. Açtık, lakin ikimiz de kıyma kokan sıcak ekmeği dişleyemiyorduk. Memeleri sarkmış bir köpek geldi, durdu karşımızda. Kuyruğunu salladı, burnunu yere eğdi kaldırdı. Kocaman siyah gözleriyle içimize kadar baktı. Ekmekleri attık önüne. İki ayağıyla önüne çekti, çöktü yere. Çok aç olduğu belliydi. Çocuklarına süt yapacak üstelik, ama bize bakmaktan yiyemedi. Dedem, “Kalkalım, yoksa yemez” dedi. Lokması büyürmüş boğazında kederimiz yüzünden. Evde kapıyı babaannem açtı. Onu görür görmez ağlamaya başladım. Dedeme döndü, “Anlattın mı?” dedi. Dedem terasa doğru yürüdü. O kadar zırladım ki kirpiklerim döküldü az biraz. Babaannem termosifonu yaktı. Ne zaman kederlensem, keseleye keseleye yıkar beni. Akşama da en sevdiğim yemeği yapmış: Fava. Sizi bilmem de, futbolu, yeşil sahaları falan hiç sevmem ben. Yesiç hariç ama. Çok pis şutları vardı ve hep gülümserdi.
11
BELEŞTEPE
U
yandım. Güzel rüyamın ağzımda bıraktığı o şekerli tadı fırçalamak içimden gelmedi. Yüzümü tıraşa tuttum. Evet, hâlâ gülümsüyordum. Aynaya bakarken yakışıklı olduğumu bile düşündüm. Sonra yatağımın yanındaki “Büyük Saat”in kapağını gördüm. Turgut Uyar’a sövdüm. Canım sıkılmıştı. Evde kahvaltı yapmadım. Dairede yaparım diye kurdum. Evden çıktım. Simit fırının önünden geçerken durdum, iki simit aldım. Daireye geldim. Saate baktım. Dairenin çay ocağına oturdum. Muammer, çay çökmüş mü diye demliklere göz gezdiriyordu. “Çökmüş mü?” diye sordum. “Daha ister,” dedi. “Bekleriz,” dedim. “Bu arada, günaydın Muammer.” “Günaydın Rıza Bey.” “Simit aldım, yer miyiz?” Kafasıyla olurladı Muammer. Sehpanın üzerinde duran gazetelerden birini aldım elime. Gözlerim hemen arka sayfa güzelini aradı. Ben de sırf günüm güzel geçsin diye gazetenin arka tarafını çevirdim. Büyük bir ciddiyetle Latin Amerika’ya taşınmayı tasarlarken, Muammer önüme bir bardak çay koydu. Karşıma oturdu. “Nasıl koydular ama Fener’e?” “Deniz Feneri’ne mi?” “Arsenal’i diyorum. Valla bu gâvurlar futbol oynamıyorlar, sanki şiir yazıyorlar.” Benim futbolla ilgili bildiğim tek şiir Can Yücel imzasını taşıyordu: ISPOR Dünya bir meşin toparlaktır Allah da gol Edebiyat külliyatı savurduğu yaratıcı küfürlerden oluşan bu adamın anlamsız bir futbol müsabakasına “şiir” anlamı yüklemesi dikkatimi çekti. Elimdeki gazetenin spor sayfasını açtım. Muammer haklıydı. Spor yazarlarına göre de durum böyleydi. Dün gece benden habersiz bir şiir yazılmıştı. Okudum. Tüm gazetelerin spor sayfalarını okudum. Yetmezmiş gibi bilgisayarın başına oturduğumda da internetteki spor haberi sayfalarına baktım. Şiir gibiymiş. Futbol beni sarmaya başlamıştı. Öğlen olmuştu. Sabahtan beri internette gezindiğim için birkaç dosyayı bilgisayara işlemeyi ertelemiştim. Bu nedenle yemeğe çıkmadım.
12
BALON
İbrahim Dervişoğlu
Tüm gazetelerin spor sayfalarını okudum. Yetmezmiş gibi bilgisayarın başına oturduğumda da internetteki spor haberi sayfalarına baktım. Şiir gibiymiş. Futbol beni sarmaya başlamıştı. Benimle birlikte birkaç arkadaş kalmıştı dairede. Maaş bordrolarımızın en kıdemlisi Kemal ağabey “Bir şeyler sipariş edelim” dedi. Feyza Hanım, ben ve Lütfü bu öneriyi kabul ettik. Levent, yeni evli olduğu için evden getirdiği sandviçle doyuracaktı karnını. Kemal ağabey hemen, pide salonu sahibi olan kaynını aradı. Biraz hasbıhal ettikten sonra kendine bir buçuk yumurtalı söyledi. Bana baktı. “Kıymalı” dedim. Feyza Hanım, kuşbaşılı kaşarlı; Lütfü ise pastırmalı karışık istedi. Lütfü’nün dairede kendine ait bir tuvaleti olmadığı için kaşlarımızı birbirine yaklaştırarak ona bakınca tercihini kıymalı pideden yana değiştirdi. Pidelerimizi yerken herkes küçük-
ken annesinin verdiği salığı sımsıkı tutar gibiydi: “Ağzın doluyken konuşma.” Sonra sessizliği Kemal ağabey bozdu. “Şu hoca yok mu, o yiyor Fener’in başını. Arkadaş, bu on birle mi çıkılır Arsenal’in karşısına?” Levent de destek verdi bu görüşe. Asıl ilginç olan Feyza Hanım’ın da futbolla ilgilenmesiydi. Dayanamadım. Ağzımın kenarından sızan hayvansal yağları peçeteyle sildikten sonra “Bence antrenörün bir suçu yok, o mu oynuyor sahada futbolu?” Herkesin yüzünü bana çevirmesinden cesaret almış, bugün okuduğum spor gazetelerinin köşe yazarlarının fikirlerini kendi düşüncemmiş gibi yansıtmaya başlamıştım, galiba başarılıy-
Futbolun Edebiyatı
Yeni aldığım ayakkabılarımı ve formamı giyindim. Oturma odama gelip uyduruktan birkaç ısınma hareketi yaptım. Sonra başladım çalışmaya. Ayaklarımın, dizlerimin, başımın üzerinde defalarca sektiriyordum balonu. dım da: “Savunma, sadece savunma oyuncularının görevi sanki. Günümüz futbolu takım savunması yapmayı zorunlu kılıyor. Koşacaksın arkadaş, kim olursan ol koşacaksın. Şimdi hatırlamıyorum takımını, şey var ya hani?” “Kim, Ronaldo mu?” “Yok ya, şey yok mu?” “Messi?” “Yok ya… Neyse, o saydıklarınız da koşmuyor mu? Bir takımın savunması hücum oyuncularından başlamalı. Sahada basılmadık yer bırakmayacaksın. Bence öyle yani.” Dinleyenler etkilenmişti. Pidelerimizi çiğnemeye devam ederken Kemal ağabey “Sen takım bile tutmazsın ki!” dedi göbekteki boşluktan sağlam bir koşuyla faydalanıp sonuca gitmeye çalışan bir hücum oyuncusu gibi. “Futboldan anlamak, onu sevmek için illaki takım mı tutmak lazım Kemal ağabey?” İyi bir savunma örneği sergilemiştim. Ama bu kadardı. Şimdi korunaksızdım işte. Dönen topu bir daha karşılayamayacaktım. Tıpkı Fener gibi acizdim. Kaygıyla pidemden bir ısırık aldım. Cevabın gecikmesinden sorumun yerine oturduğu anlaşılıyordu. Sonra sessizliği pastırma seven arkadaşımın telefon görüşmeleri bozdu. “Akşamki maça bir eksiğimiz var.” Kemal ağabey “Mehmet de mi gelmiyormuş?” diye sordu Lütfü’ye. “Yok, baldızını istemeye gelecekler-
miş,” dedi öbürü. Ardından Kemal ağabeyin birbirine fazla yakın olan gözleri bana baktı, sonra benim yaşlardaki Lütfü’ye. Ben özgüven dolu bakışlarımı Lütfü’ye çevirdim. Lütfü, “Bu akşam 10-11 maçımız var. Oynar mısın?” diye sordu. Bu soruyu bekliyordum, bu soruyu istiyordum, futbolu seviyordum. Ağzım dolu olduğundan kafamı aşağı yukarı salladım. Lütfü’nün keyfi yerine gelmişti. Fener maçından biraz daha konuştuk. Akşam vergi dairesi kadrosunu nasıl mahvedeceğimizin planlarını kurduk. Mesai bittiğinde paltomu giymek için ayaklandım. Paltomu askılıktan alırken omzuma dokundu Halil ağabey: “Tıpkı söylediğin gibi galibiyete koşullanırsak hiç kimse alt edemez bizi. Sen toptan anlarmışsın be Rıza.” “Anlamaz mıyım be ağabeyim?” “Aslanım Rıza, kartalım Rıza, atom karınca Rıza!” Halil ağabeyin çocukken en sevdiğim çizgi film kahramanının adıyla bana hitap etmesi çok hoşuma gitmişti. Arkadaşlarımın benden önce çıkmasını sağlamak için biraz daha oyalandım dairede. Çarşıya çıkıp ayakkabıcıya uğradım. Bir halı saha ayakkabısı ve forma almalıydım. “Forma var mı?” diye sordum satıcıya. “Var” dedi satıcı, “Hangi takımlısın?” “Arsenalliyim” diye cevapladım. “Bergamplısı var” dedi. “Bergamplıyım zaten” dedim ben de. Bunu söylediğimde satıcının neden güldüğünü çok sonra anladım. Uygunundan bir çift de halı saha ayakkabısı aldım. Kafamda eve giderken bakkaldan bir plastik top almak vardı. Maça kadar evde çalışmayı planlıyordum. Ama bekâr bir adamın eve plastik topla girmesini çok garip bulabilecek komşularımdan çekiniyordum. Sonra bir kırtasiyeye girdim ve evime gizliden gizliye sokabileceğim birkaç balon aldım. Akşam yemeğinden sonra balonlardan birini alıp şişirmeye koyuldum. Başım dönmeye başladı. O akıl bulanıklığında şişirme işinde biraz ileri gitmişim ki ilk balon patladı. Çok korktum. Damağımı kaldırdım, su içtim. İkincisini temkinli temkinli şişirdim, bağladım. Balonu kanepemin üzerine bırakıp yatak odasına gittim. Yeni
aldığım ayakkabılarımı ve formamı giyindim. Oturma odama gelip uyduruktan birkaç ısınma hareketi yaptım. Sonra başladım çalışmaya. Ayaklarımın, dizlerimin, başımın üzerinde defalarca sektiriyordum balonu. Sanırım bazıları yetenekli doğuyordu ve ben de onlardan biriydim. Terlemiştim. Soluklanmak için kanepeye uzandım. Hiç sokağa salınmadan büyütülmüş olmama hayıflandım. Annem dışarı salsaydı beni, kim bilir, belki ünlü bir futbolcu olacaktım. O zaman Latin bir manita yapabilirdim kendime. Tam bugün retina kaydına aldığım arka sayfa güzeliyle başrollerini paylaştığım bir hayal kurmaya başlamıştım ki telefonum çaldı. Arayan Lütfü’ydü ve maçın iptal edildiğini söylüyordu. Ben bozulduğumu belli etmemeye çalışarak “Lig uzun maraton be Lütfü, önümüzde maçlara bakarız” dedim, güldü. Telefonu kapatır kapatmaz sinirden yerde duran balona olanca gücümle vurdum. Evet. Aynen böyle oldu. Var gücümle vurdum. İnsanın üzerine basmaya bile kıyamayacağı yemyeşil çimlerle kaplı bir futbol sahasındaydım. Etrafıma bakındım. Tribünler hınca hınç dolu. Binlerce flaş yanıp yanıp sönüyor. Yaklaşık 10 metre ötemdeki kaleci koruduğu kalesini ortalamış. Top beyaz bir noktanın üzerinde... Spiker bağırıyor: “Evet sayın seyirciler. Topun başında Rıza Öndemir. Rıza bu atışı gole çevirirse Belediyespor, Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olacak. Yapılması gereken şey basit: topa vuracağım ve tarihe altın harflerle kazınacağım. Toptan biraz daha açılıp ellerimi belime koyuyorum. Delici bakışlarımla zebella gibi kaleciyi süzüyorum. Tribünler çılgınca adımı zikrediyor: Rı-za, Rı-za, Rı-za… Tribünlere dönüp sağ yumruğumdan çıkardığım işaret parmağımı dik bir şekilde burnuma yaslıyorum. Çılgın kalabalık mesajı alıp susuyor. Kollarımı iki yanıma salıp hız limitimi aşarak koşuyor ve topa olanca kuvvetimle vuruyorum. Ama o da ne? Top çok az ilerledikten sonra havada türlü dönüşler yapıp daha kaleye olan mesafenin yarısına bile gelmeden yere doğru alçalıyor. Tribünler hayatımdaki en büyük utancımı ünlüyor: AAAAAAAA! “AAAAAAAAA!” diye bağırarak uyanıyorum.
13
BELEŞTEPE
Yüzünü bir kez güldüremediğim anneme, beni hiç dövmeyen babama, Ertuğrul’a, kim olduğumu bilmesine gerek olmayan ilkokul aşkıma, bizi şampiyonluktan eden ama benim de yine hiç küfür etmediğim Fevzi’ye, “mutsuzluğa da varım” diyenlere ve en sevdiğime... 90’ların başı.
Ankara’da, etrafı hep gecekondularla dolu olan iki apartmandan birinde yaşıyoruz. “İnşaat ya resulullah” diyenler o zaman şimdiki kadar fazla değil. Kentsel dönüşüm, kentsel sömürü henüz girmemiş hayatımıza. Hala top oynayabildiğimiz kocaman alanlar var. Mahalle maçları yaptığımız, oturup gazoz içebildiğimiz, yuvarlandığımız, kavga ettiğimiz. Kavgaları biz genelde oyun olsun diye ederdik. Bizim jenerasyonun özlemle anlattığı o mahalle kavgaları bizim oralarda hiç olmazdı. Yani ne bileyim, ellerimize sopalar alıp gidip basmadık bir mahalleyi mesela
14
DÜŞLERE BULANMIŞ ZAMANLAR Sinan Yılmaz
hiç. Eksikliğini hissettiğim de söylenemez. Sabah güneşin doğmasına müteakip çıkıp, akşam balkondan annemizin bağırma sesini duyana kadar devam eden maçlar kıran kırana geçerdi. Nasıl bir ciğer varmış yahu, hala aklım almaz. 10 saat aralıksız top oynayabilmek nedir? Bir formam var, Beşiktaş forması. Çakma ama aşığım, üzerimden çıkarmıyorum. Sağı solu yırtılmış, yuvarlanmaktan renkleri solmuş, birbirine girmiş ama seviyorum. Onu giymeden çıkmıyorum maçlara. Herkesin Şifo Mehmet olduğu zamanlarda ben Ertuğrul’dum. Neden o kadar çok sevdiğimi Ertuğrul’u, hala bilmem. Bir gün geldim okuldan, formamı giyip çıkacağım dışarı (Sabahçı-öğlenci vardı o zamanlar. Sabahçı olmayı hep
daha çok sevdim ben). Formamı arıyorum ama yok. Anneme sordum, bilmiyor. Sonra gözüme çarptı banyonun önündeki kovanın içinde. Anlam veremedim önce, yıkanmak için orada duruyor olamazdı çünkü vardı merdaneli bir çamaşır makinemiz. Aldım kovanın içinden ama sadece yarısı. Tahmin ettiğiniz gibi annem o formayı yer bezi yapmıştı. İlk hayal kırıklığım. İlk çaresizliğim. Burnumun sümüğü, ağzımın salyası, gözümün yaşı birbirine karıştı. Şimdi ne söylediğimi hatırlamadığım bir sürü şey söyledim anneme. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum, ben bağırdıkça annemin terlik darbeleri kafamda, ağzımda patlıyor. Koşa koşa çıktım evden, bir daha dönmeyi de düşünmeyerek. İlk defa formasız oynadım o
Futbolun Edebiyatı gün, ilk defa gol attıktan sonra “Ertuğruuuul” diye bağırmadım. Maç bitti, akşam oldu, eve dönmeme fikrim kayboldu. Kabul edersiniz ki 9 yaşındaysanız aldığınız kararları uygulamak biraz zor olabiliyor. Annem karşıladı, kızdı baya. Eve; kan-ter, toz-toprak içinde geldiğim her gün kızardı zaten ama o gün biraz daha az kızdı sanki. Öğlen yeterince dövdüm nasılsa diye düşündü belki de bilmiyorum. Ama o gün anladım bir şekilde annemin de üzüldüğünü halime. Pişmanlığı vardı sanki. Ama nereden bilsin kadın, 9 yaşındaki oğlunun en sevdiği şeyin, “artık hiçbir şeye benzemediği için yer bezi olmayı hak eden” forma olduğunu. Onun bu halini kullanmak için ben kızmaya başladım bu defa, dudaklarımı bükerek, kendimi acındırarak. Tepki vermedikçe ben dozu arttırdım, sesimi yükselttim, şu anda yine hatırlayamadım bir sürü çirkin şey söyledim. Kafama, yine şu anda ne olduğunu hatırlayamadım bir cisim inene kadar devam etti bu, sonra ağlayarak uyumuştum. Sabah uyandığımda şefkatle bakıyordu bana... O günden belliydi belki de benim annemin yüzünü bir kez olsun güldüremeyeceğim. O günden belliydi belki de, ben annemin yüzünü bir kez olsun güldüremesem de o şefkatle bakmaktan vazgeçmeyecekti. İlk hayal kırıklığımı bu şekilde tatmıştım, hâsılı... Hayal kırıklıklarımızın müsebbipleri, ne yazık ki annemiz kadar şefkatle bakmaya devam etmiyorlar her zaman. İlkokul aşkım Filiz’den de ayrılmak zorunda kalmıştım yine o dönemlerde. Taşınmıştık. Gizlice çantasına mektuplar bırakırdım ben, yine şu anda tam olarak ne yazdığımı hatırlamamakla beraber; “seni çok seviyorum, benim kim olduğum önemli değil” gibi şeyler yazan mektuplar. Yine kabul edersiniz ki 10 yaşında bir çocuksanız,
Tribünler yabancı cisimler atıyor. Alakasız pozisyonlarda takımı eksik bırakıyor, penaltıya sebebiyet veriyor, hiçbir şey yapmasa ofsayta düşüyorlar. aşkınızı izah etmekte zorlanmanız çok normaldir. Bir keresinde onu sevdiğimi belli etmek için, beslenme çantamdaki küçük çokokrem kutusunun üzerindeki alüminyum folyoyu yüzüne sürmüştüm. Küçük küçük, derin olmayan ama oldukça fazla çizikler oluşmuştu. Babası babamın arkadaşıydı, o babasına, babası da babama söylemişti ama allahtan bizi hiç dövmeyen bir babamız vardı. İkinci hayal kırıklığım da buydu sanırım; yüzünü alüminyum folyo ile çizecek kadar çok sevdiğim Filiz’den ayrılmak zorunda kalmam. Bana sorarsanız, o da bana karşı boş değildi ama... Sonra işler değişiyor tabi, büyüdükçe kirleniyoruz. Büyüdükçe, öğrendikçe, kirlendikçe daha çok çirkinleşiyoruz. Kimse kimsenin her şeyi olmuyor artık. Herkes her şeyi biliyor artık. Bizim şansımız olsa gerek, ya da şanssızlığımız; bize gelenler artık tecrübe kazanmış oluyorlar. Hep bizden önceki ilişkilerinde her şeyi yapan taraf onlar oluyor, hep her şeyi yapmalarına rağmen üzülen taraf onlar oluyor, hep bizden öncekiler için her şeyi yapmış ama artık bunun gereksiz bir çaba olduğunu fark ediyorlar.
Hep bu yüzden bize geldiklerinde eksik bir şeyler var diyorlar. Yani sanki hayatımız çok güzelmiş, her şey yerli yerindeymiş de, sanki çok güzel, çok sevdiğimiz işlerde çalışıyor, çok güzel paralar kazanıyormuşuz da, sanki devletimiz her hakkımızı çok güzel koruyor, gözetiyormuş da, sanki sağlığımız çok iyiymiş de, sanki çocuklar ölmüyor, savaşlar olmuyormuş da, tek eksiğimiz ilişkimizde ne olduğunu bilmediğimiz eksiklikmiş. Ben bunu anlamıyorum, anlamadım, anlamayacağım... Bize gelene kadar başkaları için her fedakârlığı yapanlar, bize geldiklerinde (burada bir parantez açmam gerek. Biz dediğim kişiler; hala yalansız, dolansız, amansız sevenler. Sevdiğinin gözlerinde boğulanlar, sabah uyandığında hayatta olduğundan önce aklına sevdiği gelenler, yüreği akanlar, gözyaşları akanlar, düşlere bulanmış zamanlarını sevdiğinin yüreğine armağan edenler... Hepsinin yüreğinden öpüyorum) rüzgâr ters yönden esiyor. Hakem taraf tutuyor, tribünler yabancı cisimler atıyor. Alakasız pozisyonlarda takımı eksik bırakıyor, penaltıya sebebiyet veriyor, hiçbir şey yapmasa ofsayta düşüyorlar. Bizi, son dakikada rakip baskısı bile yokken ayağının altından topu kaçırıp gol yediği için şampiyonluktan eden, ya da küme düşüren kaleci ruh haline sokuyorlar. Sanki yıllarca küfür edecek birileri bize, hatırladıkça... Mutsuz etmemek için öldürmek reva mıdır? Mutlu olmak kural mıdır? Emrah Serbes yazmıştı, Behzat Ç’de Erdal Abi canlandırmıştı; “Mutsuz olalım. Hep mutlu olunacak diye kural yok ya, biz de mutsuz olalım, olmaz mı?” Motorları maviliklere, topları ceza sahasına, yüreğimizi götürdüğü yere sürelim... Olmaz mı?
15
BELEŞTEPE
DERGİCİLİK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ...
Hakan Kirezci
Eski bir dergi gazisi olarak kendilerine naçizane birkaç önerim olacak. İlki şudur: Çıkarmayın. Dertsiz başınıza dert almayın. Dergicilik tekneciliğe çok ben-
zer. Bir tekne sahibinin mutlu olduğu sadece iki büyük an vardır hepi topu; ilki tekneyi alırken ikincisi de satarken demişler. Dergicilik bir tür virüstür diyebiliriz. Ancak bu virüs, diğerleriyle kıyaslandığında şöyle bir farklılık arz eder ki o gidip kimseye bulaşmaz, birileri gelip ona bulaşır. Beleştepeli genç kardeşlerim de işte gelip bu virüse bulaşmışlar sonunda. Yalnız tanıtımlarından anladığım kadarıyla, kendilerinden önceki bazı akıllıların(!) tecrübelerinden dersler çıkarıp gemiyi taraftarın tahta iskelesine bağlamak yerine, palamarı edebiyatın sağlam(!) babalarına atmayı tedbiren ihmal etmemiş görünüyorlar. Yani taraftarın okumaya dair ilişkisinin duvar yazılarının ötesine pek geçemediğinin gayet farkındalar. Bu nedenle olmalı ki bol sloganlı ve daha da bol resimli fanzin çıkarmak yerine –yazar listesinden açıkça görülebildiği üzere- akıl fikir sahibi ciddi yazarlara ağırlık vererek edebiyat dergileri havuzuna
16
maşrapayı daldırmışlar. Eski bir dergi gazisi olarak kendilerine naçizane birkaç önerim olacak. İlki şudur: Çıkarmayın. Dertsiz başınıza dert almayın. Bu yazdıklarımı eğer kendilerinden başka birileri de okuyabiliyorsa sanırım bu geç kalmış bir tavsiye oldu; geçelim… Mademki bu kanattan hücum etmeye kararlısınız, mübalağa bir cenge hazır olun derim. Futbola dair solcu solcu yazılar yazıp futbola siyaseti zaten bulaştıracaksınız da ben işin şu edebiyat kısmına biraz takıldım. Dönemin modası yeraltı edebiyatı üzerinden bir şeyleri okuturum kaygısıyla dizüstü edebiyatına fazla prim vermeyin derim. Gördüğüm kadarıyla o türün yayın organları sadece kahve fincanı ve bir paket Camel’ın yanındaki Kürk mantolu madonna kapak fotosundan öte itibar gören bir şey değil gibi. Fazla kafa şişirmeyeyim. Neler yapılmaması gerektiğine dair bir iki kelâm ettim diye “Peki abi ne yapılmalı?” diye soru sorma-
yı aklından geçirenler varsa diye cevabını da şuraya koyayım: “Ne bileyim yav? Onu bilseydim zaten, hâlâ çıkarmakta olduğum bir dergi olurdu” İşin mavrası bir yana; taraftarın çıkardığı bir yayın organının uzun yıllar yaşaması ütopya da olsa, sürekli yenilen bizim tarafın bir şekilde ses çıkarıp tarihe not düşmesi anlamında çok önemli bir işlevi olduğu su götürmez bir gerçeklik. Bu konuda verilen ve verilecek olan tüm emekler gün gelir karşılığını bulur. İşte o gün geldiğinde sanık değil savcı sandalyesinde oturacak olanlar, bu emektarlar olacaktır elbet.
Sadece yazıların değil bizlerin de derleneceği günlere daha çabuk ulaşabilmek umuduyla maşrapanız deliksiz, daldırdığınız havuzun da suyu bol olsun çocuklar.
Futbolun Edebiyatı
Hem Gol Hem Penaltı Doğan Dikdere
Futbol, eylemler, iş güç, trafik , darbe, dikta, stres, sgk , metrobüs, gelir vergisi, ofsayt , transfer, pankart derken dergi sayfalarının içinde bulduk kendimizi.
Eğer futbol ile edebiyatın yolu
bir yerde kesişiyorsa spor yazarınınki de edebiyat eleştirmeni ile kesişecektir. Necati Cumalı, yıllar önce yazmıştı: “Gerçekte, spor yazarı da, sanat eleştirmecisi de davranışlarında aynı ölçülerle hareket ederler. Her ikisinin de yazdıklarında nesnel (objektif) davranmak ellerinden gelmeyen bir tutumdur. Duygularına bağlı kalmaktan kurtulamazlar. Biri kulüp, oyuncu tutar; öbürü yazar kayırır.” (Vatan, 1957) Futbol, eylemler, iş güç, trafik , darbe, dikta, stres, sgk , metrobüs, gelir vergisi, ofsayt , transfer, pankart derken dergi sayfalarının içinde bulduk kendimizi. Şampiyonluğun keyfinden olsa gerek. Passolig-ebilet , şifreli kanallar , 5 hakem ve çizgi teknolojisi dayatılırken nasıl edebiyat yapacağımı bulmaya çalışıyorum. Mahallenin çocuklarını basketbola özendiriyorum boyları uzasın
diye ama onlar gazozuna futbol maçı yapmayı tercih ediyorlar otobanın kenarındaki çimlerde. Mahallenin abisi olarak gazozu hep ben alıyorum çünkü veletlerin hepsi bi takımda, ben ise hem kaleci hem oyuncu oluyorum maçta. Bizim zamanımızda mahallenin abisinin yenilmesi söz konusu değildi neyseki aştık bu problemleri. Semt bizim aşk bizim diyorum , ay sonuna yaklaştıkça rant kimindi? Diye soruyorum. Tekele yine zam gelmiş gelde içme. Edebiyat diyorduk ; futbolun edebiyatı. Futbolcu kayırmalar , eyyamcı hakem , tüpçü federasyon , menajerlere yedirilen paralar , milli takımın “hak etmediği” primler hepsi aslında dibe vurmuşluğumuz. Bunlara inat güzellikler de var elbet t trübünde , sokakta sevdasını şarkılara ,marşlara dökmüş , takımının formasıyla başı dik gezen taraftar ve hak arama mücadelesindeki o güzel insanlar.
“Maç başladı Seyirciler oyun peşinde Oyuncular top peşinde Maç bitti Taş, minder, şişe Tekme, tokat, kroşe Seyircisi, oyuncusu Hepsi hakemin peşinde.” (Ümit Yaşar Oğuzcan - Taşlamalar, 1966) Bütün o laf kalabalıklarının, sloganların, marşların ,ezber edilmiş herşeyin üstünde duran tek bir gerçeklik, tek bir yoldaşlık var; Kendi hayatını bir fikrin bizzatihi kendisi kılan, yüreğinde beleştepe’yi taşıyanlarımız var. Futbolun , sporun ne olduğunu biliyoruz , baba hakkıları , atom karınca rızaları biliyoruz. Eski açığın sesini kapalıya , yeni açığın sesini beleştepeye teyelliyen şeyin ne olduğunu biliyoruz. Mekânın bir belleği, zamanın bir mânası, bizim bir tarihimiz var. Bunları Biliyoruz. “çok sevdik be abi”
17
BELEŞTEPE
TRİBÜNDEN DÜŞ YOLUNA Özge Sadet
Haticem,
Sana seslenmeyeli sanki binlerce yıl geçti ve sanki dün gibi… Seni anlatan bir yazı yazacaktım ama bunu içinde sen olmadan nasıl anlatabilirdim ki... Bazen gözlerimi kapadığımda senin yüzünü düşünüyorum. Bir anı düşüyor aklıma; 2013 ilkbaharında sen üniversiteye hazırlanırken seninle ilk maça gidişimizi hatırlıyorum ve Şairler Parkı’nda beni beklemenizi... Gözlerindeki heyecan sanki dün gibi aklımda. Ben kardeşim, Beşiktaşlı olmayı senden öğrendim. Beşiktaş’ın Halkın Takımı olduğunu; haksızlığın, adaletsizliğin karşısında olduğunu senden öğrendim. Sana son maç için söz vermiştim ve maç biletlerinin çıktığı gün Kapalı Alt’tan aldık biletlerimizi. İnönü Stadı’nı son kez, stadın en güzel yerlerinden birinde izleyecektik. Beşiktaş’ta durup dururken bir gaz saldırısının içinde kaldık, hayatımızın ilk biber gazını orada yedik. Hani bazen çekilmemiş fotoğraflar vardır ya; işte o gaz bulutunun
18
içinden koşmanı, yanan gözlerini minik parmaklarınla ovuşturmanı ve stadın önünde bekleyen polisi alkışlarınla protesto etmeni hatırlıyorum... İşte o zaman ben senin cesaretini gözlerinde gördüm. İnönü’yü seninle beraber kapattık; şarkılarla, marşlarla, bazen biber gazından, bazen de duygudan ağladık. Beraber kızdık, tepki gösterdik Beleştepe’de maçı izleyen taraftarı polisin kovalamasını. Şimdi Haticem, geriye kalan birkaç fotoğraf stadın etrafında çektiğimiz, birkaç atkı, bir iki forma, hırka her aldığında poşetini bile özenle sakladığın, İnönü’nün koltuğu dışarıda fotoğrafını çektiğim ve bir de yarım yamalak anlatabildiğim anılar... Seni Beşiktaş atkıları ile uğurladık. Hani bahsettiğin “Abla birden çok tribün var, mesela Halkın Takımı, Beleştepe, Son Barikat gibi...” diye anlattıklarınla uğurladık. Bu şampiyonluk senin için dedik, senin için gittim yeni stada, senin için bağırdım, senin yerine heyecanlandım ve sevin-
dim. Bu şampiyonluk senin için olsun dedim. Keşke orada seninle olmayı ne kadar istediğimi, bir sesini duymayı ne kadar özlediğimi anlatacak bir kelime olsa dünya dillerinde. Sen Ezgim, bitmeyecek şarkım, “Karanlığın ardından güneş doğacak, şarkılar söyleyecek o gün çocuklar” dedin, “Yarınlar bugünden güzel olacak” diye inandın ve çıktın savaştan yorgun çocukların gülümsemesi için Suruç yollarına… Gözlerinin yaşarmasına kıyamadığımız, rüzgâr gelmesin diye çaktırmadan arkasında durduğumuz, gözümüzden sakındığımız kardeşlerimizi, kokusuna hasret kaldığımız annelerimizi, babalarımızı katlettiler. Şimdi biz adaletin kalan kırıntılarını arıyoruz senin ve tüm 33 düş yolcusu için. Adaletin bir gün herkese lazım olacağını biliyoruz ve bu sebepten Suruç için adalet, herkes için adalet arıyoruz...
Futbolun Edebiyatı
BEŞİKTAŞ SEVDASININ YANINA
ANARŞİZMİ KOYUP YÜRÜMEYE BAŞLAMIŞTI İlke Şimşek
O gün orada değildim ama o ateşte yandım kül oldum... 20.07.2015...
Vatan, ailesinin Fırat’ı, kocaman kara
gözlü çocuk, asi, dik başlı çocuk. Ve en çok da bir Beşiktaş sevdalısı. Öyle bir sevda ki; her defasında eylemlerde, mitinglerde ekip Çarşı grubuyla katılıyordu. Vatan büyümüştü, Beşiktaş sevdasının yanına anarşizmi katıp yürümeye başlamıştı. O kadar emin adımlarla yürüyordu ki, bir gün her şeyin değişeceğine inanıyordu. Onun inancı etrafındaki herkesi inanılmaz etkiliyordu. Kobane’ye gideceğini duyduğumuz an refleksle “Gitmemelisin” dedim. Onun bana söylediği şey şuydu: “Ben gitmesem, sen gitmesen o insanlara kim yardım edecek?” O an ben gidemediğim için utandım. Daha bizim için küçük olan Vatan’ımızın büyüdüğüne şahit oldum o an. Öyle büyümüş ki hiç görmediği, bir kez bile göz göze gelmediği insanlar için, ne olursa olsun orada olmalıyım dedi ve gitti... Ne yazarsam yazayım hep eksik, hep yarım. Şimdi bir yerlerde bizi izliyor, bizimle sevinip bizimle üzülüyor, Beşiktaş maçlarını bizimle beraber izliyor buna inanıyorum... Vatan ve onun yol arkadaşları olan 33 güzel insanı unutmadık, unutturmayacağız!
19
BELEŞTEPE
YEPYENİ UMUTLARLA
YENİ BİR KIŞA DOĞRU.. Sait Hopsait
“Beşiktaş sermayesi insan olan bir kulüp”, Baba Hakkı’nın Süleyman Seba’yı alnından öptüğü fotoğrafa bakın, Beşiktaş’ı görürsünüz. Bu insani sermaye Şeref Bey’den bugüne değin kurulan ve bütün vicdani değerlerin savunulmasını kapsayan “iyi insan olmadan iyi Beşiktaş’lı olunmaz” felsefesinin de temelidir aynı zamanda. Başarısız, boktan bir kışı geride
bıraktık.. Bir sürü çocuğu öldürdüler. Bir kez olsun yüzlerini görmediğim çocukları, oturup tahta iskemlelere, iğreti bir sehpanın üzerindeki dumanı üstünde tüten çaylarımızdan yudumlayıp, belki de ilk sevdalarımızı konuşacakken yitirdik. Güzel günlerimizin hayata tutunmamızı sağlayan en güzel düşlerini yitirdiğimiz gibi geride bıraktık canlarımızı. Bir kez buluşup, sıkıca sarılamadan, etrafımızı sarmış tüm çirkinliklere inat acı acı gülemeden, elimizdeki bir parça ekmeği koparıp, bölüşemeden, bağdaş kurarak yanaşmaya çalıştığımız yer sofrasında aynı çorbaya kaşık sallayamadan, mükellef bir
20
rakı sofrasında hayata dair sunturlu küfürler savuramadan, bir sokakta iki adet taştan ibaret, karşılıklı kurulmuş daracık iki kaleye gol atma çabasıyla üç kornerin bir penaltı ettiği kuralının geçerli olduğu dünyada buluşamadan kaybettik tüm güzellikleri. Zaman elimizden kayıp giderken zamana karşı direnen tüm çınarlarımızdan aldığımız yaşama enerjisini hala koruyoruz belki ama, gerçeği kabul etmek gerek; “Boktan bir kış geçirdik... Kanımız bile doğru düzgün akmadı.” Aynı gökyüzü altında, aynı yıldızları seyrettiğimiz, hayallerimizi paylaştığımız dostlarımız vardı bir ara. Her şeyi paylaşmak üzerine kurulu bir
dünyanın, asla kopmayacağını düşündüğümüz bağlarını inşa etmiştik kendimizce. Belki de kışın beraberinde getirdiği ataletle, hiç kopmayacağı yanılgısıyla kurduğumuz bağlar için artık daha fazla çaba sarf etmekten vazgeçip, yeni bir adım atmaya değer görmediğimiz ilişkilerimizi bitirdik. Acımasızca yıkıp geçen zamana karşı, gidenlerin ardından dilimize doladığımız hüzünlü türküler ile bir de bazen –yoğunlukla sarhoşkenaklımıza düşen birlikte yaşanmış anılar kaldı geride. Kötü şeyler gördük koca bir kış boyunca. İçimizden kopup yitenler kadar canımızı acıtan, çevremizde meydana gelen ve asla kayıtsız kala-
Futbolun Edebiyatı mayacağımız, yüreğimizi paramparça eden olaylar. Gülerek hatırladıklarımıza kıyasla yoğunlukla hüzünle hatırladığımız şeyler yaşadık hep. Tek bir terazinin iki ayrı kefesine koyduğumuzda hep mazinin hüzün dolu ağırlığı çöktü üzerimize. Zaman zaman içimizdeki yaşama isteğini, gözlerimizdeki yaşama ışığını kaybedecek sınıra ramak kalsa da, yeniden, yeni bir umutla sarıldık hayata. Eski bir aşkı yeniden diriltircesine, yeniden aynı şevk ve coşkuyla saldırdık yaşama.. Şimdi, “başarısız geçirdiğimiz bir kış”ın ardından yitirdiğimiz tüm anılar belleğimizde kayıtlı kalarak yeni bir kışa hazırlanıyoruz. Geride bıraktığımız kış boyunca çok canımız yandı. Gözyaşlarımızı akıttık içimize, acı çekip, bağıra bağıra sevda türküleri söyledik ama tek bir konuda, hep bir ağızdan haykırmaktan vazgeçmedik: Beşiktaş’ı üzmesinler! Tutkuyla bağlı olduğumuz armanın hayata ilişkin tutunabileceğimiz -belki de- tek bir umut olarak yanıbaşımızda durmasından ileri geliyordu bu his. Beşiktaş, yani yaşamak için küçücük bir umuda ihtiyaç duyduğumuz her anda yanımızda bulduğumuz “soylu sevdamız”, asla yalnız bırakmayacağımız bir sevgilinin, bizi terk etmeyeceğine olan sonsuz inancımızdı bizim. Başımıza ne gelirse gelsin, zamandan ve kişilerden soyutlansa da benliğimiz , yeryüzünün
sınırsız coğrafyasında bir başımıza kalsak dahi yanımızda olan bir sevgili, yüreğimizde yaşatacağımız bir sevda olan Beşiktaş! “Beşiktaş sermayesi insan olan bir kulüp”, Baba Hakkı’nın Süleyman Seba’yı alnından öptüğü fotoğrafa bakın, Beşiktaş’ı görürsünüz. Bu insani sermaye Şeref Bey’den bugüne değin kurulan ve bütün vicdani değerlerin savunulmasını kapsayan “iyi insan olmadan iyi Beşiktaş’lı olunmaz” felsefesinin de temelidir aynı zamanda. Varoluşunun temeline insani değerleri yerleştiren bu kulübün sarıldığı tüm etik değerler ve geride bıraktığımız kıştan biriktirdikleriyle birlikte –tıpkı bizler gibi- yeni bir sezona, yine bir heyecan ve aşkla başladığı günleri yaşıyoruz. Geçmişten alışık olduğumuz ayakoyunlarını, kurulması muhtemel kumpanyaları, bu coğrafyanın kerameti kendinden menkul futbol otoritesinin, sarıldığımız tüm vicdani değerleri hiçe sayarak atacağı adımları, uygulayacağı politikaları bugünden kestirmek güç değil -geçmişte yaşadık, artık tecrübeliyiz, hatta yenilerine hazırız. Beşiktaş için umut, her zaman dağların ardında olmuştur. Bu kulüp hiçbir zaman, kolaylıkla erişilebilen başarıların kolay kazanıldığı kadar kolaylıkla yitirilen tatminini yaşamamıştır. Bir umudun peşinde dağları dolaşan bir seyyahtır adeta; asla geri
adım atmayan, yoluna çıkan sayısız engele rağmen, yolunda pusuya yattıklarını, arkasından çelme attıklarını bilerek, yıkılmadan yürüyen bir seyyah.. Kazandığı sportif başarıların hikayesini dinlediğinizde, asla eksik olmayan emek, çaba ve alın terinin izlerini hissedersiniz. Etik değerlerini koruyarak bugünlere gelmiş bu kulübün, akıttığı alın terinin karşılığını -sportif anlamda- alamadığı nice örnek, nesnel yazılmış bir tarih kitabının sayfalarında saklıdır. Varsın tarih kitapları öyle yazsın. Bizler her zaman olduğu gibi sportif başarıların değil, arma sevdasının peşindeyiz. Benliğimizde var ettiğimiz Beşiktaş’a ilişkin tüm değerleri korumaya ve sevdamıza sahip çıkmaya devam edeceğiz. Yeni bir kışa, yeni umutlarla hazırlanırken tek bir beklentimiz var Beşiktaş’ımızdan: “Dağları un eden Ferhadın gürzü” misali dağların ardındaki umuda koşması... Unutmayalım, “hesap dağlarladır, umut dağlarla!” * Her ne kadar başka insanlar ve başka amaçlar için yazıldıklarını bilsem de, yazının muhtelif yerlerinde dizelerinden alıntılar yaptığım Turgut Uyar, Cemal Süreya, Nazım Hikmet ve Ahmed Arif’e sonsuz saygıyla..
21
BELEŞTEPE BELEŞTEPE
FUTBOL BORSADA DEĞİL ÇARŞI’DA GÜZEL Gökçe Şahin
Zenci ya da melez, topundan başka oyuncağı olmayan yoksul çocuğa futbol, en azından sosyal açıdan yükselme fırsatı veriyor. Top onun inanabileceği tek sihirli değnek. Belki ekmeğini ondan çıkarabilir; daha da ötesi top onu kahramana, hatta bir ilaha dönüştürebilir. Eduardo Galeano - Gölgede ve Güneşte Futbol
Bir şarkının saksafonda süzülen
yeri gibi başlıyor gün. Hızlanıyor, hızlandıkça dolanıyor dile. Eller başlıyor ritme ve sonra koşuyor adımlar semte… 2,5 sezonu aşkın süre sonra stada dönen Beşiktaş için hazırlanıyoruz. Evde sıradan bir gün. Anneme hadi sen de gel diyorum. Manidar bir bakış atıp gidiyor diğer odaya. Ben hazırlanıyorum marşlar eşliğinde. Çok iyi ajitasyon oluyor. Sonra annem yanıma gelip kıyafetinin nasıl olduğunu soruyor. Siyah pantolon, beyaz tişört giymiş iki gözümün çiçeği. Metroya biniyoruz. Yolcuların yarısı formalı. Kadınlar, çocuklar, erkekler… Her Beşiktaşlı birbirine bakıp gülüyor. Selam-
22
laşanlar var. Karanlığın vurduğu meyhanede, yan masadan uzanan sohbetin sıcaklığına dönüyor. Kadıköy’den Beşiktaş vapuruna biniyoruz. Bu sefer kimse Kaybedenler Kulübü’nü oynamıyor. Herkes hangi iskele olduğunu iyi biliyor. Vapur yanaşıyor. İnen yolcular bu birlikteliğe tebessüm ediyor. Farklı takımdan insanlar bizi selamlıyor. Heyecanımızın rüzgârında sohbete gelen genç bir Fenerli, “Futbol dostluk, futbol kardeşliktir” deyişimizi destekliyor. Gözümüzde Ali İsmail Korkmaz canlanıyor. “Kardeşimsin” diyoruz. Yolcular gidiyor. Vapur sırası bize geliyor. Neredeyse turnikeden atlayacağız. Bu kadar mı Gezi olur?
Yolcular açık alana doluyor. Marşlar, ıslıklar, alkışlar denizin dalgalarına çarpıyor. Karabataklar beyaz köpükler ile birleşip Beşiktaşlı oluyorlar. Bilirsiniz Kız Kulesi’ni geçince semt görünmeye başlar. Biz o gün semti göremedik. Her yer duman, her yer çArşı… Önümüzden büyükçe bir yük gemisi geçiyor. Deniz yolu kurallarına göre kaptanın ona yol vermesi gerekiyormuş. Biz mecburen duruyoruz. Semt hala yanıyor. Bekleyince herkes yük gemisine bağırıyor. Kaptanın hoşuna giden bu durum onu bir anlık, işinde çoğul hissettiriyor. Çünkü çArşı bunu gerektirir diyoruz. Basıyor vapurun kornasına.
Futbolun Futbolun Edebiyatı Edebiyatı
Herkesin siluet olarak göründüğü bu coşkunlukta bayraklar rüzgâra yön veriyor. Koşan bir Beşiktaşlıya yaşlı adam; ‘’Dur oğlum, çok kalabalık, takılıp düşeceksin’’ deyince, ‘’Çok bekledik be abi’’ diyor genç adam... Denizdeki her vapurda Beşiktaşlılar var. Karşılıklı tezahüratlar yapıyoruz. Kaptanlar birbirine vapur düdüğü ile sesleniyor. Bir vapur giderken bir vapur gelir ya hani, işte siyah derken beyaz geliyor yankılanan ses ile… İstanbul’un iki yakası paylaşıyor renkleri. Vapurdan iniyoruz. Her yerde
fişekler, halaylar, davullar, bayraklar, şarkılar var. Annem nasıl heyecanlanıyor bu görüntü karşısında… Tarif etmem namümkün. Caddeye çıkıyoruz. Stada giden yol beyaz, mavi, kırmızı fişek dumanları ile yanıyor. Herkesin siluet olarak göründüğü bu coşkunlukta bayraklar rüzgâra yön veriyor. Koşan bir Beşiktaşlıya yaşlı adam; ‘’Dur oğlum, çok kalabalık, takılıp düşeceksin’’ deyince, ‘’Çok bekledik be abi’’ diyor genç adam… Yolun ilerisinde, dumanların arasından çevik kuvvet görünüyor. Canım çArşı, yine korkutuyor kukla askerleri… Fikret Orman ‘’Halkın takımı olan Beşiktaşımız, halkın Cumhurbaşkanı ile Vodafone Arena’yı açıyor’’ deyince, stada alınmayan halk tarafından yuhalanıyor. ‘’Korkma la biziz, çArşı’’ diyoruz. Dağılıyor şehrin her yerine bu ses… Gün doğdu bir kere! Polisin tabancasından çıkan ilk gaz fişeği ile açılışımızı yapıyoruz. ‘’Nerede kalmıştık?’’ bakışını
takınıp açılışa birer sigara yakıyoruz. Ne de olsa mühim olan kibriti çakmaktır. Futbolun borsada değil çArşı’da güzel olduğunu gösteriyoruz. Maçlar için dönen karaborsa yerine Beleştepe’de izlenen maçların kardeşliğini, varoşa başka bakan gökyüzünü, topraktan yeşile dönen sahaları yazmaya ve yaşamaya devam ediyoruz. Hikâyelerimiz, tutkularımız, renklerimiz, isyanımız ve sevdalarımız yola düşüp futboldaki yerini alıyor. Kapitalist ve faşist sisteme karşı hepimizin ceza sahasında olduğu bu maçta şampiyonluk tıpkı Beşiktaş gibi bize düşecektir. Çünkü yaşam bizden yana… Bu şampiyonluk; tomaya karşı yollara koyulan Poma’ya, Davulcu Vedat’lara, Beleştepe’de kısılan seslere, kavga günlerinde asla yalnız kalmayan çArşı’ya, stadı biber gazı ile açan taraftara, gönlün haritasında sınır olmayan sevdalı Beşiktaşlılara gelsin.
23
BELEŞTEPE
MİLLİYETÇİLİK VİRÜSÜ VE
FUTBOL Temel Demirer
“Oynadığımız bu oyunda, kazanmak söz konusu değil. Ama bazı yenilgiler ötekilerden daha iyidir...”[1] Şenol Güneş’in ifadesiyle, “Es-
kiden toklar maç seyreder açlar oynardı, şimdi açlar seyrediyor toklar oynuyor”ken; bu tanım, günümüzde futbolunun nasıl bir hâl aldığını anlatır hepimize... Görülmesi gerek: Günümüz futbolu, bir oyundan çok bir endüstri hâlini aldı... Gösteri sanatlarını -sıradanlaştırılmış bir fabrikasyon ve bayağı sunum ile- pazarlayarak kapitalist sanayinin kitlesel üretim çemberlerini, toplumsal hayatın bütününe yaygınlaştıran bu sektör; futbol gibi spor[2] dallarını da iş alanları arasına kattı. Seyirlik gösteri sektörünün, büyük finansal kaynakları cezbedebilen asalak işkollarından biri olduğu açıkken; kapitalist toplumda, futbol bu nedenle artık bir “spor dalı” değil, bir “endüstri” olarak anılır oldu. Futbol, yerkürenin en popüler “show”u, “show-business”ı hâline ge(tiri)ldi. Evet, “Futbol asla sadece futbol değil”dir; ancak, futbol artık para-
24
dan başka hiçbir şey değildir. İş bu nedenle sokaktan borsaya yönel(til)en futbolun endüstriyel müdahaleden (şirketleşme süreci ve borsadan) etkilenmediğini kimse iddia etmesin sakın! Futbol, kapitalist popüler kültürünün can alıcı öğeleri arasında yer alır. Futbol ve çevresinde oluşan kültür, oyunun kendisine özgü tiyatro benzeri ritüellerini taşıyan nitelikleriyle, insani varoluşun evrensel çelişkilerini oynayan ve seyredenlere yaşatan bir dünyayı temsil eder. “Umut ve korku, sevinç ve hayal kırıklığı, haz ve acı, savunma ve saldırı, galibiyet ve yenilgi, fizik güç ve şiddetin denetimi gibi kutupsallıkların dolayımıyla, insani varoluşun evrensel çelişkilerini cisimleştirmekte, ve böylece mimetik ve kathartik bir anlam” kazandırmaktadır.[3] Futbolun bir politik manivela ve toplumdaki sınıf egemenliği biçimini gündelik hayatta yeniden üretip, meşrulaştıran araç olması yanında; mitik, dinsel, simgesel, sınıfsal, ata-
erkil, milli, vs. anlamlar taşıdığı da bir “sır” değildir. Pascal Boniface ‘Futbol ve Küreselleşme’sinde, “Herkes, futbolun milliyetçiliğe ne kadar ihtiyacı olduğunu anlatıyor, oysa belki milliyetçiliğin futbola daha fazla ihtiyacı var. Bir ulusu bayrak altında bir araya getirmek için siyaset, ekonomi, kültürel aktiviteler çoğu zaman yetersiz kalırken, bir futbol müsabakası bütün bir milleti aynı doğrultuya çevirebiliyor,”[4] notunu düştüğü toplumsal bir fenomen olarak futbol, bir oyun olmanın ötesinde bir takım iktidar ve güç ilişkilerinin oluşmasına ve aktarılmasına katkıda bulunan bir spor dalıdır. Bir kolektif kimliğin kurulması ancak diğer kolektif kimliklerin kurulmasıyla yani bir ilişkiler bağlamında gerçekleşeceği için genellikle “diğerleri”nin referans alınmasıyla “diğerleri”ne karşıt olarak üretilir. “Spor, özellikle profesyonel spor ‘yenilecek, alt edilecek’, ‘diğer(ler) i’ni gerektirdiği için, bu tür simge ve inanç kümelerinin üretilmesi yani
Futbolun Edebiyatı türdeş olmayan bir ‘biz’in içinde- şı’ olarak geçen bu olayın bilanço- ve milliyetçiliğin ilişkileri, bir araya ki gerçek farklılıkların silinerek bir su; 2100 ölü, 12 bin yaralı… geldiklerindeki yansımaları; futbo‘kurmaca ulus birliği’nin kurulması El Salvador ve Honduras arasın- lun, milliyetçilik açısından bir tür için çok elverişli bir ilişkisel mekân da göçmenler yüzünden ortaya çı- ‘av sahası’ olduğu temel argümanı sunar.”[5] kan gerginlik ile başlamıştı her şey üzerinden düşünüldüğünde daha Hobsbawm’ın da ifade ettiği gibi, ve bir futbol maçıyla patlamıştı… da boyutlu ve dikkat çekici bir hâle “Milletleri ya da devletlerini temsil 27 Haziran 1969’da ise El Salva- geliyor”ken;[7] Fransız gazeteci eden sporcular hayali toplulukların dor, Honduras ile bütün ilişkilerini Maurice Barrès’in, “Milliyetçilik, esas temsilcileridir. Sporu her ko- kesmiş, iki ülke arasındaki sınır ka- her sorunu Fransa’ya bakarak çözşulda erkekler adına, milli duyguları patılmıştı. Futbol maçıyla birlikte mektir,”[8] formülü de; milliyetçi aşılamanın benzersiz ölçüde etkili iyice gerilen ortam bir türlü yatış- düşünce yapısının iyi bir özetini bir aracı durumuna getiren etken, mamış. Ve 14 Temmuz’da El Salva- sunar aslında: Fransa’nın sorunlarıen az politikleşmiş ya da kamusal- dor uçakları Honduras’ı bombala- nı, Fransa’nın ne olduğunu Fransız laşmış bireylerin bile kendilerini pra- maya başlamıştı. olmayan unsurların dışlanmasıyla tikte her insanın olmasını istediği ya Savaş sadece dört gün sürdü an- çözebileceğine inanan bu düşünce da ömrünün bir anında kendisinin cak iki ülkenin barış anlaşması imza- yapısını ülke adlarını değiştirerek olmak istediği kadar mükemmel laması tam on iki sene aldı. Ve her her yere uygulamak mümkün göolan genç insanlazükmektedir. rın sembolize ettiği Milli değer ve milletle rahatlıkla menfaatler her özdeşleştirebilşeyin üstünde mektedir. Milyongelir, bunlara ayların oluşturduğu kırılık gösterenhayali topluluk on lerin söz konusu bir isimli bir ekipte millet içinde var daha gerçek göolmaları yaratırünmektedir. Birey lan “ulus-devalkışlamakla yetinlet” için zararlı se bile, kendi milolarak algılanır. letinin bir sembolü Nitekim milliyethâline gelmekteçilik konusundir.”[6] daki temel refeFutbol, milli kimrans çalışmalar Futbolu, dünyayı saran, milyarlarca insanı da “milliyetçiliği liklerin kuruluşunda etkin, saldırgan, -hem maddi hem manevi anlamda- peşinden sürük- yaratanın millet fetheden, güçlü erleyen bir tür ‘yeni din’ olarak adlandırmak mümkün- değil milleti yarakeklik mitinin vücut tanın milliyetçilik bulmasında önemli se milliyetçilik çok uzun zamandır zaten böyleydi, olduğu”nun altını bir rol oynarken, sı- böyle: Kitleleri ajite eden, harekete geçiren, ‘akıl tu- çizmektedir.[9] nıfsal, etnik, dinsel, tulması’na sokan bir zihniyet örgüsü. Bu noktalar ataerkil kimliklere üzerinden bakıldıeklemlenerek “öteğında milliyetçilikilik” formlarının yeniden üretil- iki ülke ekonomik ve toplumsal ola- ğin insanları galeyana getirmenin, mesine de katkıda bulunuyorken; rak büyük yıkıma uğradı. “kitle insanı” hâline sokmanın en unutulmamalıdır ki milliyetçiliğin kolay biçimlerinden birisi olduğunu ve cinsiyetçiliğin yeniden üretildiği Kolay mı? söylemek abartılı olmayacaktır. İşte alandır da. Kıvanç Koçak’ın ifadesiyle, “Fut- futbol tam da bu yüzden milliyetbolu, dünyayı saran, milyarlarca çiliğin önde gelen av sahalarından Futbol ve siyaset sarmalında öyle insanı -hem maddi hem manevi an- biridir. Çünkü stadyumlar, oradaki bir yaşanmışlık daha vardı ki; “Yok lamda- peşinden sürükleyen bir tür atmosfer, tüm genişliğiyle futbol artık” dedirtecek düzeydeydi! ‘yeni din’ olarak adlandırmak müm- âlemi milliyetçi duyguların kabarİki komşu ülke El Salvador ve künse milliyetçilik çok uzun zaman- maya en müsait olduğu alanlardır. Honduras arasındaki üçüncü maç dır zaten böyleydi, böyle: Kitleleri “Nasıl” mı? sonrası çıkan ve 100 saat süren bir ajite eden, harekete geçiren, ‘akıl Bir örnek olay olarak Mart savaş! tutulması’na sokan bir zihniyet 2007’de Euro 2008 elemeleri için Dünya literatürüne ‘Futbol sava- örgüsü. Bu iki büyüklüğün, futbol Atina’da karşı karşıya gelen ve
25
BELEŞTEPE Türkiye’nin 4-1 kazandığı maçtan sonraki manşetlere bakmak, derdimizi anlatmakta yeterli olacak: “İşte Mustafa Kemal’in Çocukları” (Fanatik), “Atina Fatihleri” (Hürriyet), “Yunan’ı Topa Tuttuk” (Posta), “Atatürk’ün Aslanları” (Sabah), “Ne Mutlu Türküm Diyene” (Fotomaç), “Denize Döktük” (Takvim), “Fatih Sultan Terim” (Vatan). Futbolda, tribünde milliyetçiliğinin net şekilde görüldüğü; teorinin pratikle kesiştiği bir başka örnek de Hrant Dink’in katledilmesinin ardından statlarda yaşananlardır. Cinayet ardından, tepki gösteren insanların kullandığı “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı hedef alarak yaratılan, “Hepimiz Ogün’üz, Hepimiz Türküz” sloganı birçok statta yankılandı. Özellikle cinayet sonrasında oynanan Elazığspor-Malatyaspor maçında ise “akıl tutulmasının” net örnekleri görüldü: Aralarındaki rekabet husumet boyutunda olan iki takımdan Elazığlı taraftarlar Dink’in Malatyalı olmasına gönderme yaparak “Ermeni Malatya” tezahüratı yaptılar. Açılan “Ne Ermeniyiz Ne Malatyalıyız Biz Elazığlıyız Türkiye Sevdalısıyız” pankartı da milliyetçi hezeyanın doruk noktalarındandı. Malatyalıların bu tezahüratlara ve pankartlara verdikleri tepki ise daha da ironikti belki de: “PKK Dışarı”! Futbol söylemi militarizm ve ataerkil şiddet kültürüyle beslenirken; örneğin Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığı dönemde gazete manşetlerine bakarsanız tarihsel göndermelerle “Fatih Avrupa’yı fethetti” ya da “Fatih’in aslanları” veya “Türkler Viyana kapılarına dayandı” gibi söylemlerle haberleştirilir. Ayrıca futbol medyasının şiddet ve milliyetçilik içeren söylemleri gazete başlıklarında yansır: Fotomaç: “Haydi korkma vur yumruğunu. Avrupa bombalanacak” (16 Eylül 1992); “Türksün Bugün Ezer Geçersin” (27 Ekim 1992); “Türküz Güçlüyüz ve Yeneceğiz” (10 Haziran 1996); “Gidin vurun gelin” (16 Eylül 1997); “Korkma Sön-
26
Futbol söylemi militarizm ve ataerkil şiddet kültürüyle beslenirken; örneğin Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığı dönemde gazete manşetlerine bakarsanız tarihsel göndermelerle “Fatih Avrupa’yı fethetti” ya da “Fatih’in aslanları” veya “Türkler Viyana kapılarına dayandı” gibi söylemlerle haberleştirilir. mez Bu Şafaklarda Fenerbahçem, Galatasarayım, Beşiktaşım, Trabzonsporum. Göster şu Avrupalıya Türkün kim olduğunu. Haydi korkma vur yumruğunu. Avrupa bombalanacak” (16 Eylül 1992); “Dağıtın şu İngilizi” (20 Ekim 1993); “Türksün bugün ezer geçersin” (27 Ekim
1992); “Yedin mi Türkün lokumunu hırbo İngiliz” (5 Kasım 1993); “Aslanım İngilizleri evinde tokatlayacak” (7 Aralık 1994); “Ya İstiklal ya ölüm maçı” (29 Mart 1995); “Heyt! Var mı Avrupa’da bize yan bakan. Avrupalıyız daa” (25 Haziran 1996); “İnönü’de boğarız” (20 Kasım 1996);
Futbolun Edebiyatı “Gösterin şu Almanlara” (21 Ekim 1999)… Fanatik: “Cimbom saatli bomba” (15 Ekim 1996); “Sınır ötesi harekât” (10 Eylül 1996); “Savulun Türkler geliyor” (11 Haziran 1996)… Gündelik hayattaki milliyetçiliğin, milli kimliğin, cinsiyetçiliğin hatta faşizmin üretilmesinde bu derece başat bir rol oynayan futbolun Türk milliyetçiliğindeki tarihsel karakteristik “devletin-milletin varlığının iç-dış düşmanlar tarafından sürekli tehdit altında olduğu” fikriyle birleşmesi futbol âlemindeki milliyetçiliğin temelinde de yatmaktadır. Bu bağlamda futbol atmosferinin, statların milliyetçi sembollerin topluma yayılması için gösterdiği kolaylık “futbola siyaset karışmasın” naifliğinde ele alınabilecek kadar basit olmaktan uzak gözükmektedir. Zira futbola (bir takım tutmaya, bir takım kimliğine ait olmaya) dair duygusal tavırlar, “akıl tutulmasına” yol açabilecek derecede büyük bir “tutkuyu” içinde barındırmaktadır. Bu anlamıyla milliyetçiliğin “reaksiyoner” tavrının futbolda kendini göstermesi sanıldığından daha tehlikeli bir hâle bürünebilir. Gerektiğinde hukukun, insanlığın, sosyal hayatın kısaca her şeyin üstündeki Türk milletinin çıkarlarının savunulmasının bir aracı olarak görülmeye başladığı noktada futbol, milliyetçilikle iç içe geçerek tehlikeli bir silah hâline gelebilir. Evet futbol, özellikle ulus inşa sürecinde ve milliyetçi söylemde, “biz” ve “onlar” ayrımının yeniden üretildiği alanlardan biri. Türkiye’de futbol kültürü son yıllarda ideolojik söylemlerin yoğunlaştığı bir alan hâline dönüştüğü bir “sır” değil. Kabul etmek gerek: Toplumsal körlüğümüzün, milliyetçi histeriyle katmerlendiği bir kesitten geçiyoruz. Ulaşılan nokta José Saramago’nun körlük metaforuyla açıklanabilir; insanı, yaşamı, etik değerleri sorguladığı ‘Körlük’ romanındaki üzeredir...
Zira futbola (bir takım tutmaya, bir takım kimliğine ait olmaya) dair duygusal tavırlar, “akıl tutulmasına” yol açabilecek derecede büyük bir “tutkuyu” içinde barındırmaktadır. İnsan(lık)ın yüreğini ezen, kötülük ve şiddetin hâkim olduğu kapitalist dünyada içinde yaşadığımız/ debelendiğimiz toplumsal körlük, bir tokat gibi yüzümüze çarparken; “Inter nos dictum sit/ Laf aramızda kalsın” futbolun da bunlara dahil olduğunu unutmamak gerekiyor. NOTLAR [1] George Orwell. [2] Spor öncelikle, emeğin ürettiklerini mülk edinen köle sahipliğinin ve erkek-egemenliğinin bir etkinliği idi. İlk çağlarda, kölelerin, esirlerin ve kadınların Olimpiyat oyunlarına seyirci olarak bile alınmadığını biliyoruz. İnsanlık tarihinde devletin ortaya çıkışının spor ile
yaşıt olması, her ikisinin köklerinin toplumsal sınıflaşmanın başlangıcında bulunmasıyla ilişkili gözükmektedir. (K. Fişek, Devlet, Boş Zaman, Spor, Bilim Sanat Yay., 1982, s.4-7.) [3] Necmi Erdoğan, “Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik”, Birikim, No:49, 1993, s.26-33. [4] Pascal Boniface, Futbol ve Küreselleşme, NTV Yay., 2007. [5] E. Mutlu, “Avrupa’yı Salladık”, Cogito Şiddet Özel Sayısı: 6-7, YKY, 1996, s.374. [6] Eric Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, Çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 1995, s.170. [7] Kıvanç Koçak, “Milliyetçiliğin Bir Av Sahası: Futbol”, Cogito: “Dünya Gözüyle Futbol” Dosyası, No:63, Yaz 2010, YKY. [8] Aktaran: Stefan Breuer, Milliyetçilikler ve Faşizmler-Fransa, İtalya, Almanya Örnekleri, çev: Çiğdem Canan Dikmen, İletişim Yayınları, 2010, s.18. [9] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler-Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev: İskender Savaşır, Ayrıntı Yay., 1993; Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev: Günay Göksu Özdoğan-Büşra Ersanlı Behar, Hil Yay., 2008; Eric J. Hobsbawm, Milletler Milletler ve Milliyetçilik-Program, Mit, Gerçeklik, çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 1995.
27
BELEŞTEPE
TARİH YANILANLARIN SOYUNMA ODASIDIR Emre Tuncal
Dünyanın en eski okulunda, Misak-i Milli’de, arka bahçede benim için hayat durdu, hayatımın ilk çalımını attım. Sanırım bundan sonra çalım atamayacağım hiçbir defans yoktu. Valla o gazla sürekli çalıma giren, her maça koşan, her maçta yardıran tip oldum.
Tarih
benim için benim adımı söyleyebildiğim günlerde başladı. Benden önce nereyi fethettiler, kim hangi savaşı kazandı inanın umurumda değildi. Çünkü ben yokken, hiçbir şey yoktu benim için. Bu kadar lafın üzerine bencil biri olduğumu düşünmek gerek. Herkes kadar öyleyim. Tarih sanırım 1989, top oynamayı hiç sevmiyorum. Futbol bana göre değildi, yani izlemesi iyi de oynaması çok fenaydı. Mahallede çocuk yerine konmuyorum, ileride mahallede adam yerine konmamama da değineceğim. Biraz sosyalleşmek adına maçlara girmeye çalıştım, o zamanlar sosyalleşmenin ne demek olduğu bilmiyorum, cümle içinde de kullanmazdım. Yedek beklediğim günlerin ardından bir maça sonradan alınmış, saniyeler geçmeden bir iki sene önce kırdığım bacağımın üzerine düşmüştüm. Çok canım acıdı, hemen eve getirdiler, kırık olmadığını anlayınca önce annemden, sonra da babamdan dayak yedim. Bu benim mahallede iyice rezil olmam demekti, topa bile vuramadan düşmüştüm. Tarih düşenleri yazmaz, fakat burada tarih umurumda değil, ben unutmadım o düşüşü. İlkokul sonlarına kadar hiçbir maçta oynamadım, zaten oynatmazlardı, en fazla izledim. Abimler futbol delisiydi
28
çoğumuz gibi. Bir akşam TV’de “Süper Frikik” gibi ismi olan bir programda Sergen’in hareketleri hoşuma gitmişti, ertesi gün kesinlikle bir maça girip aynısını yapacaktım. Şafak diye bir arkadaşım vardı, teneffüste ona oynamak istediğimi söyledim. Hiç oynamadığım için hemen oyuna almadılar, kenarda bekledim. İlk teneffüs öyle geçti. 2. teneffüs Şafak “Yerime oyuna gir” dedi. Bu arada Şafak ilkokuldan sonra denizde boğularak ölmüştü, bunu 10 sene sonra öğrendim. O çocuk kaldı biz büyüdük, iyi bok yedik. Rahmetlinin yerine oyuna girip, o hareketi yaptım. Topun üstüne basıp sağa çekip ayak içiyle çalım attım. Dünyanın en eski okulunda, Misak-i Milli’de, arka bahçede benim için hayat durdu, hayatımın ilk çalımını attım. Sanırım bundan sonra çalım atamayacağım hiçbir defans yoktu. Valla o gazla sürekli çalıma giren, her maça koşan, her maçta yardıran tip oldum. Ben oynadıkça büyüdük, büyüdükçe arkadaşlar oynamaz oldu, herkes bir kızın peşine düştü. Yavaş yavaş tek derdi futbol olanlar kendi aramızda kümelendik. Lisede herkesin biralarla toplandığı ortamda ben Okocha’nın, Moldovan’ın gidişine; onlar Hatice’nin, Nermin’in gidişine içti. Biliyorum anlatım bozukluğu var, fakat
düzgün anlatsam böyle ifade edemem. Tam bir kızdan hoşlanır gibi oldum, o da benden hoşlanır gibi oldu. Fakat bazı şeyler ters gitti. Karşı apartmanın 3. katındaki kız Gülten, akşam kafasını demirlere koymuş bana bakıyordu. Sokak lambası patladığı için el salladığımı görmedi sanırım. Ben de ona bakmaya başladım, 1 saat bakıştık. Sonra Gülten’e bir şey oldu, bayılıp düştü. Aşağı nasıl indim, nasıl 3 kat yukarı çıktım bilmiyorum. Kapıyı Gülten açtı, sarı saçları parlıyordu. “İyisin çok şükür!” dedim, omuzlarından tutup salladım. “Bırak be manyak” dedi kapıyı kapadı. Eve geçtim, balkona oturdum ve Gültenlerin balkon ışığı yandı, annesi yerdeki viledayı kaldırıp tekrar balkon demirlerine bıraktı. Bir saat viledaya bakıp hayal kurmuşum, yalan yok ereksiyon filan da olundu. O günden beri karşı cins yelpazem hayli geniştir. Her gün çalım manyağı yaptığım arkadaşlarımın o yaz aylarında sırayla Gülten’le sevgili olduğunu görünce öyle pek de çalım atmanın bir boka yaramadığını anladım. Aklımla pipim yer değiştiği zaman diliminden sonra ne topa vurmak, ne çalım atmak, ne gol atmak… Ne bileyim total futbol, estetik futbol beni sarmaz oldu, her şey düz, her şey kazanan odaklı olmalıydı. Kazandım, makineleştim, kaybettim.
Futbolun Edebiyatı
SAAT DOKUZ OLDU MU... Gizem Şahin
Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek. Çünkü çok yanıyor.
S
aat dokuz oldu mu, annem yatağıma gönderir beni. Hele yarın okul varsa. Saat dokuz oldu mu, gün biter hayaller başlar. Bazen en renklisinden bir şekerleme, bazen en gollüsünden bir şampiyonluk olur hayalim. Saat dokuz oldu mu, düşlerim siyah beyazdır. Boyum en sonunda 1.50’yi geçmiştir rüyamda. Kocaman olmuşumdur artık, Kapalı’dan bir bilet alabilecek kadar kocaman… Babamla el ele tutuşup ağaçlı yoldan yürüyebilecek kadar. Babamın boyu çok uzun. Omzuna alırsa beni her yeri görebilirim. Omzuna alır mı? Alır tabi. Babam kıyamaz o kadar yolu yürümeme. Şeker de alır. Şampiyon olacağız o kadar, bir şekerin lafı mı olur? Şekerimi yerken giderim stada. Saat dokuz oldu mu, başlarım “Yağmurlu bir günde görmüştüm seni” diye. Yağmur yağar mı? Yağsa güzel olur. Benim rüyam çünkü bu, benim düşlerim. Saat dokuz oldu mu, annem uyudu sanır beni. Ama ben hayal gücümün sonsuz denizinde kıyıdan çoktan uzaklaşmışımdır. Saat dokuz oldu mu, bütün kardeşlerim için güzel düşler kurarım. Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek.
sıkı yumarsam geçer belki. Nefesimi tutmam da gerek ama yapamam ki ikisini aynı anda. Biber gazıymış adı, babam söyledi. “Şimdi geçer, yum gözlerini” dedi. Ama geçmiyor. Bitse geçer ama polisler yine atıyor. Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek. Sımsıkı kapamalıyım.
Hani hayalimdeki şeker vardı ya, ağaçlı yoldan geçerken yiyecektim... Vazgeçtim. Başkası yesin. Boğazım yanıyor, şimdi yiyemem. Şeker yerine su olabilir mi? Hayalimi değiştirebilir miyim? Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek. Ellerimi kenetlemeli, gözlerimi yumup nefesimi tutmalıyım. Siyah beyaz düşlerim gri bir gaz bulutunun altında kaldı. Ben daha yedi yaşındayım, niye polisler hayalimi aldı? Başka taraftarlara da atıyorlar mı biber gazı? Biz Beşiktaşlıyız, o yüzden mi? Stada ilk vuruşu yapan sarı kepçeyi sonrasında polise karşı kullandık, ondan mı? Adaletsizliklere daha az dayanıklıyız, Beşiktaş’ın her sokağını barikatlarla öreriz bazı ayların 1’inde, o yüzden mi? “80 kişi geldik, 79 kişi dönmeyiz” dedik diye mi? Polisler herkese biber gazı atıyor mu? Ya birinin kafasına çarparsa? Çarptı di mi baba? Sen anlatmadın ama ben gördüm. 15 yaşında, 16 kilo kalan çocuğu gördüm. Polisler birinin ağzına sıkmış biber gazından, dil kanseri olmuş. Gaz yiyen tüm kardeşlerimi gördüm, bazen saat dokuz olduğunda, bazen saat dokuz olmadığında… Her şeyi gördüm. Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek. Gece gündüz hayallerimde olan Beşiktaş’ımı, sadece bir maç izlemek isterken yanan gözlerimi, kesilen nefesimi düşünmem gerek. Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek. Gözlerimi sıkıca yumup, öfkeyle bileylenmem gerek. Gözlerimi tekrar açtığımda boyum hayalimdeki gibi 1.50’yi geçmiş olmayacak ama ben çok büyümüş olacağım. Saat dokuz olmadı ama gözlerimi kapamam gerek, bir daha kapamamak için...
Çünkü çok yanıyor. Sım-
29
BELEŞTEPE
ESKİ FUTBOL YENİ FUTBOL Ozan Şahin
Biz, sokakları sabahtan akşama kadar top oynayarak dolduran ve mahallenin muktedir ablalarına, amcalarına zor günler yaşatan nesil, doğal olarak bugün de ülkenin muktedirlerine zor günler yaşatıyoruz. Geçmişe yapılan vurgu, bugünü
anlamaya ve tecrübe kazanmaya hizmet etmediği sürece, geleceği önyargılarla dolduruyor ve yarını kurmanın da önündeki en büyük engel haline geliyor. Futbolun bugün geldiği noktayı anlamanın önündeki en büyük engelin de bu olduğunu düşünüyorum. Ve bundan dolayı futbolun bugünkü sıkıcılığından, hayal ettiğimle gerçekte gördüğüm arasındaki farktan dem vuranlardan biri de benim. Ve o eski heyecanı ve tutkuyu hissetmeyenlerdenim anlayacağınız. Peki ne değişti? “Nerde o eski maçlar, nerde o eski heyecan?” Son yıllarda mevcut iktidar tarafından çokça dillendirilen bir
30
söylem var. “Yeni Türkiye”… Bu söylem üzerinden birçok şey konuşuldu, konuşulmaya da devam ediliyor. Özünde her şey biraz daha kirletilirken, içi boşaltılırken kimileri için ise siyasetin, medyanın, sporun, kısacası yaşamımıza dair ne varsa yeni çıkarlara ve şartlara göre dizayn edilmesini anlatıyor, “Yeni Türkiye”. Ve bu yenileşmeden herkes payını alıyor. Futbol da bundan müstesna değil... Türkiye ne kadar “yenileşiyorsa”, futbol da o kadar yenileşiyor. Televizyonlarda her gün ne derece aynı insanlar siyaset yapıyorsa, nasıl toplumca aynı politik hapı yutuyorsak, o ölçüde de aynı televizyon programlarını, aynı spor
yorumcularını izliyoruz. Birisi çıkıyor neredeyse 10 senedir “Issız bir adada” aynı hikâyeyi anlatıyor ve biz ekranlara kilitleniyoruz. Bu aynılık futbolu da çürütüyor, bizleri de... Tabi ki bunları söylerken “Eski Türkiye”nin iyi veya temiz olduğunu değil, bugün gelinen noktada “Yeni Türkiye”nin ve onun getirdiği “Yeni futbolun” nasıl giderek tekelleştiğini, çürüdüğünü ve heyecanını yitirdiğini vurgulamak istiyorum. Zira bugün kim, neredeyse her gün bombalar patlarken, çocuklar ölürken, yaşamın her alanına saldırılırken eskisi gibi futboldan zevk alabiliyor? Başka bir ifadeyle bey-
Futbolun Edebiyatı nimiz ve ruhumuz sürekli bunlarla kirletilirken kim durup yalnızca futbolu düşünmeye zaman bulabiliyor? Velhasıl futbol eskisi gibi tat vermiyor... Çocuklar eskisi gibi sokaklarda oynamıyor. Kaldı ki onlara vakit geçirebilecekleri, top oynayabilecekleri alanlarda bırakılmıyor. Kentsel dönüşüm, sermayenin kâr hırsı ve doğa düşmanlığı, “Yeni Türkiye”de öyle bir saldırı haline geliyor ki, zaten çocuklarımızın oynayabileceği alanlar hızla daralıyor. Yeşil alanlar azalıyor, toprak sahalar üzerinde AVM’lerin, binaların yükseldiği yerler haline geliyor. IŞİD, Stad de France’ın dibinde insanları katlettiğinde artık futbol, futbol olarak kalmıyor. Bu yüzdendir, Euro 2016 katliam tehditlerinin gölgesinde geçiyor. Yaratılan korku atmosferinde maç izlerken dahi, bu korku zihnimizde kendini diri tutuyor. Yahut Fransa’daki sınıf kardeşlerimiz sokaklarda direnirken, insanın gönlü maç izlemeye el vermiyor, izlese de aklı orda kalıyor... Firuzağa’da oruç tutmayanlar linç edilirken, biz futbolcuların oruç tutup tutmadığını merak ediyoruz. Passolig denilen uygulama futbolu daha da ticarileştirirken, toplumsal kontrolü pekiştiriyor ve biz futboldan, tribünlerden soğuyoruz. Bu da “Yeni Türkiye”nin getirdiklerinden... Hesap verme, istifa gibi kavramlar da “Yeni Türkiye”de sözlükten çıkardığımız kelimeler artık. Muktedirler yaptıklarından dolayı ne kadar hesap vermiyorlar ve vermemeyi normalleştiriyorlarsa, futbolun yönetenleri de bunu aynen uyguluyorlar. Ülkenin milli takımının başındaki kişi başarısızlığın sorumlusu olarak kendisini görmüyor, milyon dolarlar almasını eleştirenlere de ateş püskürüyor. Bu cesaret elbette kendisinden değil, normalleştirilen ve bize dayatılan
bu yeni tablodan geliyor. İşte tüm bunları düşününce değişimin nedenini anlamak çok da zor olmuyor. Çünkü ülke olarak değişiyor, toplum olarak dönüşüyoruz. Biz, sokakları sabahtan akşama kadar top oynayarak dolduran ve mahallenin muktedir ablalarına, amcalarına zor günler yaşatan nesil, doğal olarak bugün de ülkenin
muktedirlerine zor günler yaşatıyoruz. Özellikle bu kendini Gezi’de en çarpıcı biçimde gösterdi. Yaşam alanlarımızın, özgürlüklerimizin alabildiğine daraltılmaya çalışılması, bizleri de alabildiğine bu engelleri yıkmaya, futbol sevgimizi ve isyanımızı da toplumsal mücadeleyle birleştirme noktasına itti ve itmeye devam ediyor...
31
BELEŞTEPE
BİR SABOTAJ ÖYKÜSÜ Tamer Doğan
Bütün eylem planı yapılmıştı. Acemi
ama kararlıydı mahallenin devrimcilikle yeni tanışan gençleri. Fabrika inşaatının duvarlarını iki kişi yıkarken, çimentolar yırtılıp su ile kullanılamaz hale getirilecek, son olarak keresteler yakılıp malzemeler içine atılacak ve imha edilecekti. En az bir hafta ortadan kaybolacaklardı, aksi halde gözaltında kaybedilme olasılıkları yüksekti. Mahallenin tam ortasında yükselmişti fabrikanın inşaatı. Bu yüzden de sabotaj eylemi bütün komşuların gözü önünde cereyan etmişti. Eylem baştan sona başarılıydı, her aşama planlandığı gibiydi. Komşuların tanıklığı hariç. Çok geçmeden mahalleyi beyaz Toroslar sarmıştı... Dönemin Refah Partili teyzeleri dahil, kimse satmamıştı mahallenin devrimci gençlerini. Bütün mahalle üç maymunu oynuyordu işkencecilere... Gençlerin derdi neydi? Makine kırıcılar gibi davranmadıkları kesindi. Çok değil, bir kaç ay öncesine kadar
bu fabrikanın yapılmaması için bütün mahalleden imza toplamış ve föyleri mahallenin kanaat önderi sayılan üç yaşlısına teslim etmişlerdi. Yaşlılar ise imzaların ilk sayfasını değiştirerek mahallelinin fabrika inşaatına onay verdiğini beyan eden dilekçeleri sunmuşlardı. N’apsındı devrimci gençler? Ne pahasına olursa olsun devrimci bir eylemden başka seçenekleri kalmamıştı. Bu arsa, mahallelinin kuşaklardır futbol oynadığı, gençlerin inşaatlardan kereste çala çırpa kale yaptıkları, üç kornerin bir penaltı ettiği ortak alandı. Sadece futbol maçı değil, kadınlı-erkekli voleybol, yakan top ve istop dahil bir çok oyun burada oynanıyordu. Hurdacıdaki basketbol potasını oraya dikebilmek için topluca hurda taşımışlardı ve yine o kanaat önderlerinden birinin bahçesinde sökülmüş potayı gördüklerinde amcaya ceza vermemelerinin tek nedeni, içlerinden birinin babası oluşuydu. Hem de aralarındaki en iyi
oynayan ve sol ayağını mükemmel kullanan arkadaşlarıydı o. Mahalle maçları açısından kritik bir önemi vardı o sol ayağın. Beşiktaş’ın üst üste şampiyon olduğu yıllardı... Çocukluğumuz devrimcileşme sürecine doğru evrilirken, futbol hayatımızın değişmez parçasıydı. Abimler bizim evin önünde maç yapmaya karar verirlerdi ve topluca o arsaya doğru koşardık. Tam maç başlamak üzereyken abim beni eve gönderir, esemsportlarını (spor ayakkabıya nedense öyle derdik) getirmemi buyururdu. Gelenekti, evin küçüğü evin hizmetçisiydi (Türcü olmasın diye it demedim). Ayakkabıları getirmek, sonradan da olsa maça girebilmemin kapısını aralıyordu. Aksi bir tavır içerisine girersem o kapıyı tamamen kapatacağımın bilincindeydim. Kaldı ki o yaşlardakiler için büyükleri ile futbol oynamak, yeteneklerini sergilemek ve takdir edilmek en önemli amaçlardan biriydi. Koşarak getirdiğim ayakkabılardan sonra Quaresma edasıyla kenarda beklerdim. Yedek kulübesi yoktu elbette, kale arkasındaki toplardık. Ayrıca oyuncular sakatlansa bile oyuna devam ettikleri için ya annelerinin çağırması ya da birine küsüp çıkması gerekiyordu ki bu olasılıklardan biri genelde gerçekleşiyordu. Terlikle futbol oynama yeteneğim o yıllarda gelişmişti. Yoksulluk edebiyatı olsun diye değil, tek ayakkabımız olurdu ve onunla futbol oynamak hayatımızdaki en önemli yasaktı. İşte böylesi bir arsada futbol oynayarak büyüdük, borsadaki futbola alerjimiz buradan geliyor. Bütün çocukluğumuzun geçtiği o arsaya fabrika dikenler, karşılarında devrimci abi ve ablalarımızı bulmuştu. Bizim kuşağın tamamına yakını devrimciliği böyle bildi, tanıdı, bilinçlendi ve örgütlendi. Futbol oynamayı ise hiç bırakmadık...
Terlikle futbol oynama yeteneğim o yıllarda gelişmişti. Yoksulluk edebiyatı olsun diye değil, tek ayakkabımız olurdu ve onunla futbol oynamak hayatımızdaki en önemli yasaktı.
32
Futbolun Edebiyatı
TOPRAK SAHA
Sonra maç bitti, biz yenildik. O gün yenilmeyi öğrendik bir daha kavga çıkarmadık. Bir süre sonra sahaya getirdiği barış yetmedi Özgür abiye. Tüm ülkeye barış getirmek adına üniversiteyi bırakıp gerilla olup dağlara çıktı.
Önder Abay
Bak Önder senin dövmek istediğin çocuğa bak, yaşadığı eve, babasının gelirine yedikleri sabah kahvaltısına bak. Bak hepsi seninle aynı. Bu senin rakibin değil senin aynın. Toprak sahada maç yapmanın
avantajlarından çok dezavantajları vardır. Mesela en fazla iki kere yere düşebilirsin; çünkü ilk düşüşünde kırılmayan bacak kemiğin ikincide kesin kırılırdı. En azından çatlardı. Bunu bilen topçular çok hırslı ve sert oynardı. Yenilsek de karşı takıma zarar vermek takım şifremizdi. Çünkü bizim mahallenin çocukları yenilmezdi. Ola ki yenilecek gibi olacaksa maçın sonlarına doğru rakibe çift dalar, birini sakatlar, geriye kalanları döverdik. Hem sahada hem hayatta kendimizi kazanmış sayardık. Özgür Abi’yi tanıyana kadar. Özgür Abi üniversite öğrencisi, yeşil montlu, gayet sakallı, solcu biriydi. Mahallemizin abisiydi. Nurten teyzenin büyük oğluydu. Babası fabrikada çalışırken elektrik akımına kapılarak ölmüş bir işçinin oğluydu. Bizimle konuşurken hep
“Arkadaşlar” diye hitap ederdi. Bir gün son derece heyecanlı mahalle maçında yenilirken biz yine pisliğe yatmıştık. Defans oyuncumuz Muzo rakip takım forvetine çift dalmış, itiraz eden sol bek oyuncularına ben kafa atmıştım. Tam kavga başlarken mahallenin en güzel abisi asker botlarıyla toprak sahamıza giriş yaptı. Bizi ayırıp bana esaslı bir tokat yapıştırdı. Sonra hepimizi çevresine toplayıp konuşmaya başladı: “Önder bu tokadı sana haksız olduğun halde şiddet gösterdiğin için attım. Böyle maçlarda rekabeti değil dayanışmayı ve ortaklaşmayı öğrenmeniz gerekiyor. Bak Önder, senin dövmek istediğin çocuğa bak, yaşadığı eve, babasının gelirine yedikleri sabah kahvaltısına bak. Bak hepsi seninle aynı. Bu senin rakibin değil senin aynın. Sen kendin gibi olana saldırma. Onunla anlaşmanın yollarını
bul. Bu sahada kavgayı değil barışı yüceltin arkadaşlar. Biz aynı mahallenin çocuklarıyız, biz bize benzer birbirimizi anlarız. Barışmak bizim en büyük gücümüz, kudretimiz olacaktır” diye bitirdi konuşmasını. Sonra maç bitti, biz yenildik. O gün yenilmeyi öğrendik bir daha kavga çıkarmadık. Bir süre sonra sahaya getirdiği barış yetmedi Özgür Abi’ye. Tüm ülkeye barış getirmek adına üniversiteyi bırakıp gerilla olup dağlara çıktı. O zamanlar bizim mahallede gerillalara terörist deniyordu. Bir kaç öğretmenim ileride ne olacağımı sorduğunda “Özgür Abi gibi olacağım” dediğim için çok dayak yemişliğim vardır. O günden sonra hiç görmedik, haber almadık kendisinden. Ta ki Amedspor oyuncusu Deniz Naki’yi görene kadar. Özgür Abi’nin çok benzeri Deniz Naki’nin, aynı onun gibi güzel düşleri, aynı onun gibi güzel bir cesareti var. Deniz Naki de en az Özgür Abi kadar barış istiyor. Ve ikisi de barış talep etmenin suç olmadığını ama zor olduğunu biliyor. Önce Özgür Abi’nin öğüdünü sonra da Deniz Naki’nin cesaretini tekrarlıyorum. “Bu sahada kavgayı değil barışı yüceltin arkadaşlar.” Barış istiyoruz. Hem sahada hem de hayatta barış talebimizden vazgeçmeyeceğiz. Barış bu topraklara hâkim olana kadar mücadele edeceğiz.
33
BELEŞTEPE
SAHADA ONL
Bir zamanlar bu toprakların spor hayatında Ermeni dalında öncülük ettiler. Önceliğimiz futbol; o yüzde yürüyeceksek de elbet başı Lefter Küçükandonyadi
Bir
zamanlar bu toprakların spor hayatında Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de vardılar ve birçok spor dalında öncülük ettiler. Önceliğimiz futbol; o yüzden futbol üzerinden yürüyelim. Futbol üzerinden yürüyeceksek de elbet başı Lefter Küçükandonyadis çekecektir. Ver Lefter’e, yaz deftere! Futbola Büyükada’da başladı. Taksim Spor Kulübü’nde yetişti. 2 yıl Taksim takımında yer aldı. 1947’de Fenerbahçe kulübüne girdi. Lefter, 1964’e kadar toplamda 17 yıl giydiği Fenerbahçe forması altında 400’ün üzerinde gol kaydederek erişilmesi güç bir rekora imza attı. Bu süre zarfında, Türk futbolunun efsaneleşen isimlerinden biri olarak tanındı. Lefter Küçükandonyadis’i 2012’de kaybettik. Ne ilginçtir ki cenazesi, adını varlık vergisinin en önemli isimlerinden Şükrü Saraçoğlu’ndan alan Fenerbahçe stadından kalkacaktı. Fenerbahçeli yöneticilerin, Küçükandonyadis’in Rumluğuna vurgu yapılan sorulara “Hepimizden daha fazla Türk’tü” söylemleri ile cevap vermeleri ise aklımızda kalanlar arasındadır. Nikola Büyükvafiadis, nam-ı diğer Boduri Hatırlayacaklarımız arasında en hüzünlü hikaye muhtemelen ona
34
aittir. Boyunun kısalığı nedeniyle ‘Boduri’ lakabı ile anıldı. ‘Manita’ adını taktığı çalımlarıyla meşhur oyuncu, futbola Beyoğluspor’da başlar. 23 Aralık 1940’ta Şeref Stadı’nda Galatasaray ile Beyoğluspor karşı karşıya gelir. Boduri de bir gün önce askere alınmıştır. Yöneticiler Boduri’nin maçta oynaması için izin ister. İzin verilir. Kışın sert bir günü, üzerinde ince bir tulumla kulüp binasına gelen Boduri bir hayli üşümüştür. Maçtan sonra da birliğine dönmesi gerekiyordur. Ancak titreme geçirir. Birliğine bir sonraki gün gitmesi için izin istenir. Ne var ki gece sevkiyat vardır ve asker Boduri’nin de orada olması gerekiyordur. Boduri o gece Sirkeci’den Kilyos’taki birliğine giderken yolda fenalaşır. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’ne kaldırılır. Zatürreye yakalanan 21 yaşındaki genç oyuncu birkaç gün sonra hayata gözlerini yumar. Son maçını, yetiştiği Beyoğluspor’a karşı oynayacaktır Boduri. Hristo Kostanda 5 sezon üst üste şampiyon olan, 144 maçta 599 gol atan ve sadece 81 gol yiyen takımın belkemiğiydi o... Baba Hakkı Yeten, Voleci Şeref Görkey, Şükrü Gülesin, Baba Hüsnü Savman, Çengel Hüseyin Saygun, Kemal Gülçelik gibi isimlerin yer aldığı efsane kadro içindeydi. 1936-1947 yılları arasında 7
sezon Beşiktaş’ta oynayan, 2 yılını da Beyoğluspor’da geçiren Hristo, Beşiktaş tarihinin en iyi sağ beklerinden biriydi. Niko Kovi Beşiktaş’ta oynayan Rum oyuncularından biri de Niko Kovi’ydi. 1953 doğumlu Niko, 1968-1973 yılları arasında Vefa’da, sonrasında ise 5 sezon siyah-beyazlı takımda yer aldı. Niko Kovi, 3 kez A Milli Takım formasını giydi. Kovi, Beşiktaş ile lig şampiyonluğu kazanamadı ama Kara Kartallar’ın kazandığı ilk Türkiye Kupası’nda büyük rol oynadı. 1975’te Trabzonspor ile oynanan kupanın ilk maçını Beşiktaş 1-0 kaybetmişti. İkinci maçta Kovi’nin attığı golle 1-0’ı yakalayan siyah-beyazlılar, maçı 2-0 kazanarak kupaya uzanmıştı. Rober Eryol Galatasaray’ın efsane futbolcularından Rober Eryol Musevi’ydi. Çeşitli takımlarda amatör futbol oynadıktan sonra 1947’de Galatasaray’a transfer oldu. Eryol, 1953’te Çanakkale Şehitler Anıtı’nın yapılması için üç büyükler arasında düzenlenen turnuvada da oynamıştı. Bu maçlar onun için anlamlıydı. Zira dedesi Çanakkale’de hayatını kaybetmiş, arkasında 7 çocuk bırakmıştı. Birçok şehidimiz gibi onun da dedesinin mezarı bilinmiyordu. Turnuvayı Galatasaray
Futbolun Edebiyatı
LAR DA VARDI
iler, Rumlar, Yahudiler de vardılar ve birçok spor en futbol üzerinden yürüyelim. Futbol üzerinden is çekecektir.
kazandı. 2000 yılında hayata gözlerini yuman Rober Eryol ise, yapılan Çanakkale Şehitler Anıtı’nı dedesinin mezarı olarak kabul ettiğini açıklayacaktı. Garbis İstanbulluoğlu, namı-diğer Tenekeci Garbis Garbis, Taksimspor’un forvet hattında yer alırdı. Babası teneke soba atölyesinde çalıştığı için herkes ona ‘Tenekeci Garbis’ derdi. Futbola, doğduğu semtin takımlarından olan Kadırgaspor’da başlar. 1950’de Vefa’ya transfer olur. Burada 90 lig maçına çıkan Garbis İstanbulluoğlu, 52 gol atmayı başarır. 1957’de Vefa’dan ayrılır. Sonrasında Taksim’de forma giymeye devam eder. 1952-53 yılları arasında Türkiye Milli Takımı formasını giyer. Yıllar sonra Milli Takım formasıyla bir fotoğrafının olmaması onu üzer. 1989’da Gazeteci Cem Atabeyoğlu’ndan Milli Takım formasını giydiği bir fotoğrafını bulmasını rica eder. Cem Atabeyoğlu 1950’de Türkiye ile Yugoslavya’nın 2-2 berabere kaldığı maçta çekilmiş bir fotoğrafını bulur. Garbis İstanbulluoğlu çok mutlu olmuştur, “Mezarımdaki fotoğraf bu olacak” der. 1994’te ölen Tenekeci Garbis’in mezarında haç ve ay-yıldız bir aradadır. Garbis Parsehyan, nam-ı diğer Gözlüklü Garbis Lakabı ‘Gözlüklü Garbis’ti. Göz-
leri ileri derecede bozuk olduğu için çerçeveli gözlükleriyle Taksim’de forma giyiyordu. Yağmur çamur demeden gözlükleriyle top oynayan bir futbolcuydu. Öyle ki, maç esnasında gözlüklerini formasına silerek temizliyordu. Adana Demirspor-Taksim maçında bir futbolcu ile çarpıştı. Gözlüğünün sol sapı yanağından içeri girdi. Gözlük parçası yanağından çıkarıldıktan sonra maça devam etti. Garbis Parsehyan Türkiye Futbol Federasyonu’ndan izin alarak, sahaya gözlükle çıkan ilk futbolcu olur. Garo Hamamcıoğlu Taksimspor’un efsane golcüsü Garo Hamamcıoğlu, Taksimspor’da yetişti, ardından 19 yıl boyunca oynayacağı Sarıyer’e transfer oldu. Sarıyer’in kaptanlığı yaptı, defalarca gol krallığına adını yazdırdı, Sarıyer’de 393 resmi, 91 özel karşılaşmada toplam 483 kez forma giyerek en fazla forma giyen 3. oyuncu oldu. Sarıyer’de toplam 165 gol atarak, hala daha Sarıyer tarihinin en golcü futbolcusu unvanını elinde bulunduruyor. Azmi ve çalışkanlığıyla öne çıkan Garo Hamacıoğlu, futbolu yetiştiği Taksimspor formasıyla bıraktı ama takımından kopamadı, bugün Taksimspor’un başkanlığını yapmaktadır. Yıllar Sonra Aras Özbiliz Bugün üst düzey spor ortamında artık Ermeniler, Rumlar ve Ya-
Arat Saadetyan
hudiler yok. 1940’larda iyi kötü isimlerine rastlarken; varlık vergisi, 6-7 Eylül Olayları, 20 Kura Askerlik derken ticareti ve mülkiyeti Türkleştirme politikalarının sonucunda artık yoklar. Futbolda son temsilcilerini 1980 yılında futbolu bırakan Sarıyer’in efsane golcüsü Garo Hamamcıoğlu ile hatırlıyoruz. O tarihten bugüne onların adlarını artık rastlamıyoruz. Bu yalnızca cemaatin küçülmesiyle açıklanamaz elbet, keza cemaat neden küçüldü sorusu da ayrı bir meseledir. Şimdi yıllar sonra sahalarımızda, hem de Beşiktaş forması ile bu topraklarda doğmuş bir başka Ermeni futbolcuyu izleyeceğiz. İstanbul Bakırköy doğumlu futbolu Hollanda menşeli Aras Özbiliz… Muhtemelen bu coğrafyada kalsaydı yetenekleri asla bu seviyeye gelmeyecek ve hak ettiği değeri göremeyecekti. Onun Hollanda macerası yolunu yine doğduğu topraklara, hem de ne mutlu ki Beşiktaş’a getirdi. Bu sezon Beşiktaşlısı, Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı bütün Ermenilerin “Aras bu hafta ne yaptı?” diye soracağından en ufak bir şüphem yok…
35
BELEŞTEPE
HAYAT FUTBOLA Vedat Altun
FENA HALDE BENZER “Hayat, futbola fena halde benzer” diyordu, Savaş Dinçel, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde. “İstediğin kadar yeteneğin olsun, iyi bir takımın yoksa kaybedersin. Evet, kaybedersin…”
Futbolu hayat şekillendirir biraz,
yön verir, kendine benzetir ve bir bakarsın ki hayatın aynısını oracıkta görüvermeye başlamışsın. İnanmak istemesen de bir yerlerden yakalar seni. Gördüğün, yaşadığın, inanmak istemediğin, sinirlendiğin ve tabi ki mutlu olduğun her şeyin bir kopyası aslında oynanıverir yanı başında. Biraz fazla buğulu oldu cümleler, bir “Hoh” deyip yazmaya başlayalım en iyisi. Futbol her yerde devam ediyor, hayatımızın devam ettiği gibi.Bir tarafta taraftarı fişleyip, “İstemedikleri taraftarları” stada almamak için geliştirdikleri mucizevi araç passolig uygulanmaya devam ediyorken, diğer tarafta kendi yandaşına rant sağlayan, kendinden olmayanları ise bir bir fişleyen hükümetin fişleme belgeleri açık açık ortaya çıkıyor, bunu ortaya çıkaran basın emekçileri ise basın toplantılarına
36
bile alınmıyor. Bir tarafta milyonlarca dolar ligin tepesinde hunharca harcanıyor, geri kalan liglerde oynayan futbolcusundan emekçisine herkese bir gün oralara gelebilme hayalini gerçekleştirme özgürlüğü bırakılıyorken, bir tarafta ise kocaman bir servet, bir avuç sermayedarın elinde hunharca tepeleniyor, geride kalan herkese ise, “Bir gün sen de böyle olabilirsin” umudunun peşinden gitmek kalıyor. Rahmetli Metin Abimiz, Metin Kurt, kendisi için çekilen belgeselde şu anıyı paylaşıyordu; “Genç bir çocuk, benim oturduğum yerin üstüne vuruyor ve “Metin Abi” diye bağırıyordu. Ben de döndüm ne istediğini anlamaya çalıştım. Benim ayakkabı bağımı istiyordu. O sıra bakarken bir şey dikkatimi çekti. Çocuğun ayakkabısı yoktu, ayakları çıplaktı”. Yoksulluğun geldiği o dönülmez
noktayı anlatan simsiyah bir hikâye. Hayatla bağı ise istemediğimiz kadar gerçek. Soma faciasında madenden çıkarılan, ama sedye kirlenmesin diye çamurlu ayakkabılarını işaret eden madencinin hayatla kurduğu bağ da en az o çıplak ayaklı çocuk kadar gerçekti. Bir ayakkabının var olup olmaması ancak böyle bir noktada kesişebilirdi. Hayatın yansımasının her bir karesi aslında bu kocaman sahada apaçık meydandaydı. Ne görebilecek göz ne de duyabilecek kulak bırakmışlardı bu hengâmenin içinde. Atılan bir gol, bir yerden sonra değersizleşmiyor muydu? Anlık sevinçlerin hayatın içindeki kısacık mutluluklardan farkı ne idi? Hayattan zevk almak için, bezen stresimizi atmak için, bazen ise hayata tutunmadaki tek bağımız olan futbol, hayatın ta kendisi olmamış mıydı? İstediğimiz kadar gol atsak da, şampiyon olsak da, yensek de yenilsek de, düzinelerce gol yesek de değişmeyen o futbol sevgimiz, o çıplak ayaklı çocuğun ayağının çıplaklığı gerçeğini de değiştiremiyordu işte. O gerçek hayattan kopmamak için belki de oracık da duruyordu. Ve belki de unutulsun diye, o “İstenmeyen taraftarlar”ın içerisine ayağına ayakkabı alamayacak olan taraftarlar da alınıvermişti. Paran yoksa ne bu hayatta ne de bu tribünlerde bir koltuğa sahiptin. Savaş Dinçel çok güzel diyordu: “İstediğin kadar yeteneğin olsun, iyi bir takımın yoksa kaybedersin, evet kaybedersin”. Hiç takım olamadık, takım olmaktan korktuk. İzlemeyi tercih ettik. Böylesi hep daha güzel oldu. Yığınlar hareket ederse ettik ama sonra tekrar kabuğumuza çekildik. Bir olunca tarih yazmayı öğrendik ama karşımızdakine “The end” diyemedik. Evet, kaybederiz; örgütlenmeyi, takım olmayı bilemedikçe kaybederiz. Tribünlerden izlemeye devam ederiz hayatı, tıpkı futbol gibi. Ama eğer bir gün aynı ayakkabıyı giyme iradesini gösterip takım olabilirsek, attığımız golün sevincini 90 dakika değil bir ömür yaşarız.
Futbolun Edebiyatı
BİR ÖLÜMÜN GÜNCESİ Utkan Çalışkan
“Ölümler çıplak gelir, geceyi indirir yavaşça gözlerime benden geçmek kolay değil, feryad eder ateş sözlerime…” Bir akşamüstü adım sorulmuş mahallenin tüm evlerinden… O kadar uzağa gitmedim, gidemedim. Sarsıldı birkaç kez yeryüzü ayaklarımın altında. Nasıl da sıcakmış ölüm anne, göğsüm kıpkızıl bir yangın yeri diye düşündüm çığlıklar içinde ve hala minicik bana bakarken kanı asfalta damlayan çocukların elleri. Telsizlerden anons edilen “çok sayıda yaralıdan” biriyim. ”Nerelisin diye soranlara yaralıyım diyorum” yazılı arabesk kokan bir arsa duvarı geliyor aklıma, gülümsemeye benzer bir mimik dolaşıp duruyor dudaklarımın kenarında. Gözlerimden ambulans ışıkları geçiyor, gözlerim donmuş bir ekran gibi aynı karelerde takılıp kalıyor. Ateşböceği sandığım bir sigara külü ya da bir yanan bir kâğıt parçası üzerimden geçip gidiyor. Ben dâhil, küsuratlı sayıda insan yavaş yavaş ölüyor. Son dakika haberleri başlıyor ansızın. Telaşlı bir ses tonuyla konuşuyor spikerler, adımı söylemeden benim de dâhil olduğum çok sayıdaki insanın “meydana gelen patlamada” yaşamlarımızı yitirdiğimizi anlatıyorlar. Kedimden bahsederler mi acaba? Evli ve hiç çocuk babası biri olarak öldüğüm için anlamlı olur aslında. Ölümler anca o za-
man güzel oluyor gibi sanki, televizyon ekranı başında bir teyze “ah yavrum daha yeni nişanlanmış” demeyecekse neye yarar ki ölmemiz? Hele eşim de hamileyse daha bir katmerli oluyor haber jeneriklerinin sesi… ”Zbaaaam! Eşi 3 aylık hamileydi!” diyorlar statik ses tonu sahibi haber seslendirmecileri. Kedimden bahsetsinler istiyorum, apartman kapımın önüne çizilmiş çArşı yazısını zoomlasın kameralar, merdivenlerden yavaş yavaş çıkan muhabir “İşte bu apartmanda oturuyordu talihsiz genç” derken ayağı takılsın mesela. Ne bileyim ya, sıradan olmasın o an; bir değişiklik, bir “şey”lik olsun istiyorum. Bir sonbahar yaprağı gibi sessizce düşmek istemiyorum toprağa. Ben ölürken bir kadın bilmediğimiz bir dilde ağlıyor. Gözyaşları daha bize ulaşmadan gözaltına alınıyor aynı kadın. Çocuğunun akranları elleri yar göğsünde yeni sabahlara uyanırken ve yollarda taze ekmek taşıyan fırıncı kamyonları gezmeye başladığında, kırlangıçlar düşlerine yenik düşmüş, mevsimlerden vazgeçmişlerken havada bir gri ilkbaharla, otopsiye gelen savcı arabasına mendil satmaya çalışan çocuklarımız küfür yerken üniformalı amirlerden, yere kapaklanıyor aniden kadın. Çocuğunun cansız bedenini öpmeye çalışırken tutukluyorlar kadını. Sonra o kadını gösteriyorlar benim ardımdan televizyon ekranlarında. Çocuğunun kurumuş dudaklarında çamur
lekesi, üzerinde çıplak kadın resimli bir gazete sayfası, ölü bedeninin yanında bir postal gölgesi. Gözbebeklerinden kuşlar uçuşmuş, zınk diye bir ses gelmiş göğüs kafesinin tam ortasına oturmuş, ağırlaşmış bedeni, morarmış ayak parmakları, o incecik esmer rengi solmuş. Sessizliğin ortasında sesi kalmış “ahh daye” derken... Adresler bulunmuş, evlere karakol kurulmuş, ananın çocuğu vurulmuş. Hadi kapatın üstümüzü. Yok, korkmayın, nasılsa üşümez ölü bedenler. Ama annemin yüzünü parçalamasını görmeyeyim açık kalan gözlerimde. Hadi kapatın üstümüzü. Yok, korkmayın, nasılsa üşümez ölü bedenler. Ama bak okula gidecek birazdan sabahçı öğrenciler. Hadi kapatın üstümüzü. Yok korkmayın, nasılsa üşümez ölü bedenler. Ama çok zayıfladım son günlerde ve birazdan evden çıkar, böyle görmesin beni esmer sevgilim. Hadi kapatın üstümüzü. Yok, korkmayın, nasılsa üşümez ölü bedenler. Ama hala başladığım yerdeyim durmadı dünya, dönmedi başım. Koşuşturmalarım, çabalamalarım. Öte yanda akan suların rengine takmışım kafayı ölür-ayak, zamansız açan erik ağacına bakmışım. Kendimden geçmişim. Ölmüşüm... Ölmüş... Öl...
37
BELEŞTEPE
ÇOCUKLAR ÖLMESİ
“Çocuklar Ölmesin, Maça da Gelsin” pankartı Amedspor taraftarla-
rının açtığı bir pankart olmaktan çıktı, şimdi kurgusu tamamlanmak üzere olan bir belgesel haline dönüşüyor. Barikat, Mor Barikat, St. Pauli, Vamos Bien ve Sol Açık taraftar gruplarının yer aldığı bu belgeselin detaylarını, pankartın politik sürecini belgeselin yapımcısı olan Onur Öncü ile konuştuk. Selin: Amedspor Futbol Kulübü’nün taraftarları olan Barikat ve Mor Barikat maç esnasında “Çocuklar Ölmesin Maça da Gelsin” pankartı açtı ve maç çıkışı polis tarafından gözaltına alındılar. Peki, seni bu belgeseli yapmaya iten sebepler nelerdi, öncelikle buradan başlayalım mı? Onur Öncü: Türkiye liglerinde sürekli olarak pankart açma kültürü mevcuttur ve bu pankartlar sorun olmaz. Son derece masumane bir cümle olan “Çocuklar Ölmesin, Maça da Gelsin” çok sorun oldu. Bu slogan nereden çıktı, asıl politik olan kısmı burasıdır. Çözüm süreci AKP tarafından 24 Temmuz’dan sonra fiilen sonlandırıldı. Çözüm sürecinin bitmesiyle beraber devlet tarafından sistematik şekilde Kürt coğrafyası şehirlerinde OHAL uygulamaları ilan edilmeye başlandı. 16 Ağustos’ta ilk olarak Muş-Varto’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Varto’dan sonra Cizre, Silopi, İdil, Lice ve Sur gibi birçok yerde
38
sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Bu yasaklar sonucunda yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu süreçte en çok hayatını kaybeden nüfus ise çocuklardı. Böyle bir dönemde Amedspor’un aldığı sonuçlar halkı bir nebze de olsa umutlandırdı. Amedspor Ziraat Türkiye Kupası’nda Süper Lig ekiplerinden Başakşehir takımı ile deplasmanda 2-2 berabere kaldı. Taraftarlar da bu süreç içerisinde bir ezberi yıkmaya ve Kürt coğrafyasında olan bitene ses çıkarmak istiyordu. Bizim toplumumuzda biraz; “Sanatçı siyaset yapmaz, futbolcu siyaset yapmaz, esnaf siyaset yapmaz” algısı vardır. Onlar yapmıyorsa kim yapıyor bu siyaseti? Siyaset bütün yaşam alanlarımızı kapsayan birincil özne olmuş durumdadır. Haliyle bu öznellik temeliyle Amedspor taraftarları da “Kürt coğrafyasında 3 aylık Miray bebekler ölmesin” dedi, “12 yaşındaki Uğur Kaymaz’lar ölmesin” dedi ve son olarak “Çocuklar Ölmesin, Maça
da Gelsin” sloganını kullandılar ve bu taraftarlar gözaltına alındı. Amedspor Başakşehir’den sonra Bursaspor ile eşleşti. Zorlu bir Bursaspor maçına çıktılar. Bu maç da son derece önemliydi. Çünkü 2009 yılında o zamanın Diyarbakırspor’u Bursaspor ile oynamıştı ve bu maç çok olaylı olmuştu. Dönemin Diyarbakırspor’u Bursaspor maçına giderken linçle karşılaşmıştı. Bursalılar Diyarbakırlı taraftarları linç etmişti ve süreç sonunda, o zamanki devlet politikası sonucunda Diyarbakırspor kümeye düşürülmüştü. Aslında Diyarbakırspor’un bir üst lige de çıkması da bir devlet politikasıydı. Şimdinin Amedspor’u da, dönemin Diyarbakırspor’u gibi Bursa’da linç propagandasıyla karşılandı. Bursaspor-Diyarbakırspor öncesi Bursa da inanılmaz bir propaganda yapıldı. “PKK’liler buraya geliyor, onları buraya sokmayacağız” ve “Taraftarı buraya sokmayacağız.” Bu cümleler sonucunda valilik
Futbolun Edebiyatı
İN MAÇA DA GELSİN Röp: Selin Görkem
taraftarın stadyuma girmesini yasaklıyor. Bursaspor taraftarı Osmanlı kıyafetleri giyiniyor, teknik direktöre padişah sıfatı takılıyor, diğerleri yeniçeri ve kazasker oluyor, maç ölüm kalım meselesine dönüşüyor. Maça çıkan Diyarbakırsporlular bu zor şartlara rağmen maçı 2-1 kazanıyor. Beni bu belgeseli yapmaya iten birinci sebep bu maçı izlemem oldu. İkinci sebep ise şu; spiker maçı anlatırken Amedspor takımından “onlar” diye bahsetmeye başlaması ve Amedspor gol atınca üzülmesiydi. En son ben aynı spikerin Bursaspor-Glasgow maçında üzüldüğünü hatırlıyorum. 2-1 Glasgow kazanıyordu ve spiker “Yine gol yedik, kaybediyoruz” demişti. Spiker ötekileştirici bir dil kullanıyordu; Amedspor demiyor, “Ahmedspor” gibi ifadeler kullanıyordu. Sonra oturdum, düşündüm ve “Böyle bir belgesel yapmalıyım” dedim. AKP yandaşı olan bütün medya, Amedspor galibiyetlerini şike adı altında haberleştiriyor, taraftarından terörist olarak bahsediyor. Belgesel için bir üçüncü sebebim daha var; Deniz Naki maçtan sonra attığı golü ve bu galibiyeti Sur’da ölen çocuklara armağan ettiği için, 12 maçlık rekor düzeyde bir ceza verildi. Dördüncü ve son sebebim de St. Paulili taraftarlar da Leipzig maçı esnasında tribünde bu pankartı açarak Amedspor’a destek verdi. Selin: St. Pauli maçından sonra Fenerbahçe-Amedspor maçı oynandı ve asıl bana göre üzerine çok fazla konu-
şulması ve hiç unutulmaması gereken bir fotoğraf karesi çıktı. “Çocuklar Ölmesin, Maça da Gelsin” pankartını iki kulüp oyuncuları bir arada tutarak maça çıktılar. Bunun sende bir etkisi oldu mu? Onur: Ben belgesel çekme kararını verdiğim zamanda Fenerbahçe-Amedspor eşleşmesi oldu. Bir maç başlıyor, dünyaca ünlü futbolcular var sahada ve bu pankart açılıyor. Maç sadece böyle bir sürprizle başlamadı, maça seyirci alınmadı ve taraftar sahanın 200 metre dışında “Amedspor” diye bağırmaya çalışırken polis toma ile saldırdı. O saldırı anını hepimiz izledik. Yukarda F16’lar uçuyor, Vitor Pereira kulağını tutuyordu. Biz bu şekilde maçı izlerken Diyarbakır’da bir çocuk öldürüldü. Bu maçtan sonra bu pankart daha da gündem haline geldi. Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, “seremoniye izinsiz pankart ile çıkılmasını” ve “talimatlara aykırılığı” gerekçe göstererek Amedspor’a 5.000 TL para cezası verdi. Literatüre göre suç unsuru teşkil eden kısım “Çocuklar Ölmesin” kısmıdır ve bu kısmı Fenerbahçeli oyuncular tutmaktadır ama ceza Amedspor’a verilmiştir. Amedspor gücünü tamamen halktan, taraftardan ve oradaki iradeden alır, karşısında ise devlet vardır. Taraftarı her gittiği deplasmanda linç ediliyor, ırkçılığa uğruyor ve maçlara alınmıyor. Fenerbahçe ile beraberliği yakaladıktan sonra Amedspor Kadıköy’e geldi.
Selin: Geldi ve çok güzel geldi. Biz maçı Kadıköy’de Barikat ve Mor Barikat ile birlikte izledik. Bende Fenerbahçe atkısı, bir diğerinde Beşiktaş şortu, birinde Amedspor forması; anlayacağın çok renkli bir halimiz vardı. Ama asıl güzeli; bir ağabey gördük oğlu ile maça gidecekti. Üzerinde yarısı Amedspor yarısı Fenerbahçe renklerinde, elleriyle diktiği forması vardı. Maça girdi mi giremedi mi bilmiyoruz, belki şu an bu satırları denk gelip okuyorsa bize mutlaka ulaşsın :) Diğer trajikomik kısım ise maçı izlemeye başlayacağımız an Emniyet Müdürü ve polisler geldi. Kafenin dışına barikat kurdular, gövde gösterisi yaptılar ve bizim maçı bitirmemizi beklediler. Onur: Kadıköy sokaklarına Fenerbahçe taraftarı olan Vamos Bien ve Sol Açık tarafından yarı Amedspor yarı Fenerbahçe formalı “Çocuklar Ölmesin, Maça da Gelsin” sloganlı pankartlar asıldı. Bu aslında Gezi’den önce görmediğimiz, hatta sadece Gezi’de gördüğümüz bir olaydı. Belgeselimiz böylece taraftarlar arası dayanışmanın da belgeseli olmuş oldu. Selin: Sen bu belgeseli yaparken en büyük dayanışmayı bağış usulü gerçekleştirerek yaptın, öyle değil mi? Onur: Sosyal medyanın da etkisiyle İndigo sitesinde hesap açtık ve Türkçe,
39
BELEŞTEPE İngilizce, Almanca yazılar yazarak bağış toplamaya başladık. Siteye ek olarak da dayanışma kartları basarak dağıtımı yaptık. Selin: Bir yandan bağış toparlanırken sen artık yola çıktın. Bu belgeseli üç ayaklı; Amed-Almanya ve Kadıköy şeklinde çektin. Bu süre zarfında çeşitli zorluklarla karşılaştın mı, bize bahseder misin? Onur: Öncelikle Diyarbakır’a gittim ve burada 20 gün kaldım. Antrenmanlara gittim, maçları izledim, röportajlar yaptım. Biliyorsun ki Diyarbakır siyasi konjonktür olarak şu an çatışmaların olduğu bir dönemdedir. Bu çatışmaları oyuncular futbol oynadıkları her an yaşıyorlar. Örneğin; Deniz Naki ile röportaj yaparken 200-300 metre arkamızda bomba patladı. Selin: Aslında konu Yoğurtçu Parkı’na da gelmişken, Fenerbahçeli taraftarlar için burasının mabet olduğunu da okurlarımıza hatırlatalım. Bende Fenerbahçe’li bir taraftarım ve Kadıköy sakiniyim. Yoğurtçu Parkı, Passolig geldiği dönemde Vamos Bien’in radyodan maç dinlediği bir yerdir, herkesin toplanma alanıdır. Bu kadar önemli bir merkezken son dönemde işlenmiş bir cinayet var; sizin tam röportajlarınızı alanda bitirdikten sonra kazma küreğin sokulduğu, denetlenmediği ve kadın arkadaşımız Şule İdil Dere’nin parkta yürüyüş yaparken çamur taşıyan kamyonun altında kalarak öldürüldüğü bir alan halini aldı. Bu olayı da hatırlayıp öyle devam edelim söyleşimize. Keza aslında sen Kürt coğrafyasından bahsederken maç esnasında öldürülen çocuklardan bahsettin. Bizlerin yaşam alanları bu kadar kısıtlanmışken yaşamaya çalışmak, devam etmek büyük mucize. Burada iki ayağını bitirdin ve Almanya’ya geçtin. Orada neler geçti başından? Onur: Almanya’ya giderken St. Pauli taraftarlarının röportaj vermeme ihtimali çok yüksekti. Öncesinden çok görüşmemiz oldu ve bu görüşmeler pek de iyi geçmedi. Şansımızı denedim ve gittim. Kaybedecek bir şeyim yoktu. Almanya’ya gittiğimde St. Pauli’de yüz yüze görüştüm arkadaşlarla. İlk görüşme olumsuz geçti çünkü beni tanımıyorlardı. Bölgede yaşayan arkadaşlar sayesinde bir defa daha görüştük, o
40
zaman ikna ettik ve röportajlarımızı yaptık. Belgeselde yüzleri gözükmüyor, sadece gözleri gözüküyor. En ilgi çekici olaylardan biri şuydu; taraftar kulübe hâkim. Bir festival düzenliyor ve bunu stadyumun içerisinde yapıyor. Stadyumun anahtarı onlarda. Selin: Bu durumun en minimalist şekli Amedspor taraftarları olan Barikat ve Mor Barikat için de geçerli mi? Düşünsene Türkiye’de bir futbol kulübüsün ve “Biz Deniz Naki’yi istiyoruz” diyerek bir oyuncuyu kulübüne aldırıyorsun. Onur: Örnek olarak gösterebiliriz, kulübün üzerinde bir etkisi var; bunu “Çocuklar Ölmesin” pankartını açarak, bir futbolcuyu istediklerini söyleyerek bir taraftar algısı oluşturuyorlar. Selin: Belgesele dönecek olursak; şu an ne aşamadasınız? Muhtemelen bu röportaj yayınlandığında kurgun bitmiş, artık gösterim sürecin başlamış olur, değil mi? Onur: Gösterim yerlerini yavaş yavaş ayarlamaya çalışıyoruz. Diyarbakır için
taraftarlarla konuştuğumuz bir gösterim planımız ve İstanbul için bir kaç yer var. Bunların duyurusunu taraftar gruplarının sayfasından ve kişisel hesabımdan paylaşıyor olurum. Net olan ilk gösterim St. Pauli’de stadyumda gösterilecek, sonra Berlin’de, Franfurkt’ta, Amsterdam’da gösterimi yapılacak. Gösterimler ücretsiz olacak ama bazı istisnalar olabilir; örneğin Diyarbakır’da bunu paralı yapabiliriz. “Çocuklar Ölmesin, Maça da Gelsin” diyoruz, tamamen bölge çocuklarına destek amaçlı paralı yapabiliriz. Bunlar da kolektif bir karar sonucu netleşir. Selin: Çok keyifli bir röportaj oldu. Bizler de yeni bir dergi çıkardık, ilk olarak seni ve belgeselini paylaşalım istedik, okurlarımıza söylemek istediğin son bir kaç cümlen var mı? Onur: Hepimizi derginin varlığı çok mutlu etti. Ben Beşiktaşlıyım, sen Fenerbahçelisin ve oturmuş bu dergiye yazı yazıyorsun, konumuz ise Amedspor, St. Pauli ve Fenerbahçe. Renklerin kardeşliğinin bu şekilde bir aradalıkla var edilmesi futbol dünyası için çok kıymetli. Teşekkür ederim.
Futbolun Edebiyatı
BEŞİKTAŞ HALKIN TAKIMIDIR Orçun Masatçı
Çocukluğumuzda izlediğimiz filmler-
den midir, yoksa anlatılan hikayelerden mi bilinmez; hayal gücümüzün ve gerçeklerimizin sınırlarını çocukluk günlerimiz belirler. İşte o günlerden bu yana efsane yaratmakta hızlı davranışlarımız ve yarattığımız efsaneleri bir günde çöpe atışlarımızın sebebi biraz da memleketin atmosferiyle aynı. “Kurtaracak olan kendi ellerimizdir bizi” cümlesini her fırsatta söylesek de, o mahirliğe erişmekte pek başarılı olduğumuz söylenemez. O zaman geriye tek bir şey kalmakta: Kurtarıcı/lar bekleme. Kahramanlar yaratmakta üstümüze yoktur ama tıpkı olmayan öyküleri anlamlandırmakta becerimiz gibi, yarattığımız kahramanları yenecek en gül yiyecek olarak soframızın üstüne koyarız. Biraz düşünün seneler içinde hayatınıza giren çıkanları, hayatlarına girip çıktığınız insanları, sizin koyulduğunuz yerleri... Şimdi açıkça söyleyeyim ki kişisel bir bedbahtlık yazısından ziyade, bir şeyi anlatmaktır derdim. Beşiktaşlıların çıkarttığı bir dergi olduğu için değil, hayatımın her alanında Beşiktaş ve Beşiktaşlılar olduğu için bir güzelleme olacak elbette bu yazı. Geçtiğimiz günlerde politikayla ilgilenen ve elbette birçok kitabı devirmiş, kişisel olarak sevdiğim bir arkadaşım, “Beşiktaş halkın takımı değildir” diye yazmış ve altına da hepimizin bildiği endüstriyel futbol bilgilerini sunmuştu. Öncelikle tüm takımların halkındır elbette. Çünkü halk tarifi, bir ideoloji için
bir araya gelmiş kitleler olarak değil bilinçlenmesi ve ayaklandırılması gereken yığınlar olarak tarif edilir. Burada bizim “halkın takımı” derken neyi tariflediğimizi bildiği için, biraz onun üstünden yazmış eleştirisini. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün memleketteki her şeyi düzelterek devrim yapmasını beklemek ya da her Beşiktaşlıyı devrim saflarındaki bir militan sanmak ve öyle olmadığını anladığında dünyalarının yıkılması başta belirttiğim çocukluk hastalığımızdan başka bir şey değil. Takımlarda neyin simgeleştiğine dikkat etmek gerekir. Bu takımın içeriden, dışarıdan, soldan ve sağdan her gün darbe almasına karşı yıkılmayan bir çArşı grubu var. O grubun içindeki insanların homojen bir yapısı olmasa da herkes bilir ki, çArşı soldur, vicdandır işte kardeşim. Facebook sayfasından yaptığı önemli anmalara bile en ufak destek gelmezken, altında bin bir yorumla cebelleşir halkın takımı olmayan o taraftar topluluğu. Hem öyle sizin son dönemlerden hatırladığınız gibi Haziran ayaklanmasıyla filan değil; Optik Başkan’dan bu yana alanlardadır çArşı. Kimliğini saklamaz ve her yerde de taşıdığı sorumluluğun bilinciyle olmaya çalışır. Devlet tiyatrolarını yakından ilgilendiren TÜSAK yasa tasarısına karşı daha devlet tiyatrosunun bir kısım oyuncuları bile tepki koyamazken, Halkın Takımı dergisi olarak bildiri yazılmış, sempozyumlara yollanmıştır. Çevre eylemlerinde, insan hakları eylemlerinde, hayvan hakları eylemlerinde hep o vardır. Ulan her gün saldırdığınız şu ca-
nım taraftar topluluğun Youtube’den açın da bir Van depremiyle ilgili videosunu izleyin. Gözlerinizden yaş gelmezse biraz düşünmek lazım. Hülasa; kısa elden bir kaç örnekle anlatayım istedim. St. Pauli, Livorno çok sevilir bizim memlekette fakat en az onlar kadar direngen ve ayakta kalan bir futbol takımının taraftar topluluğunu yok etmek için herkes çalışabilir. Niyetiniz bu olmasa da her şey niyetle ilişkilendirilemez. “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla örülüdür.” Çok ciddiye alırım bu cümleyi; bir kaç kez yaşarken cehenneme gitmişliğim de vardır hani. Gittiğim yollarda dönüp arkama baktığımda ise o taşları döşeyenin hep ben olduğumu görmüşümdür. Bu yazıyı 1600 yıl önce Roma’da düşünceleri yüzünden yakılan Giordano Bruno heykelinin yanı başında, onun gözlerinden Metin Altıok’un şiirlerini, Hasret Gültekin›in türkülerini duyumsayarak yazıyorum. Henüz ayağa kalkamadık birlikte, uzat elin de düşelim karanlığın peşine. Beşiktaş’a baktığım zaman gördüğüm tek şey aşk ve aydınlıktır. Endüstriyel futbol martavalları çok da bağlamıyor bizi. Karşılıksız sevmenin ve birbirine tutunmanın ne demek olduğunu iyi biliriz biz. Yozlaştırmaya çalışanlara ve yok olmamızı bekleyenlere ise Optik Başkan’ın kararlılığıyla haykırmaya devam ediyoruz: “Biz buraya 80 kişi geldik, 79 kişi dönmeyiz!”
41
BELEŞTEPE MÜCADELE GÜCÜ YÜKSEK
SEYİR ZEVKİ DÜŞÜK PLATONİK BİR AŞK
Mithat Erdoğan
Radyosunu yeni açan dinleyiciler için canlı yayınlanan maçın skorunu söyleyen spiker kadar ince düşünceli,
ci
Son dakikada bulduğu golle maçı çevirip kritik bir haftayı daha üç puanla kapatarak küme düşme potasından uzaklaşan ve bir nebze de olsa rahat bir nefes alan takımı çalıştıran Yılmaz Vural’ın galibiyet sevinkadar eğlenceli, Kalecisi uzatma dakikalarında kırmızı kart gördüğü ve takımının başka oyuncu değişikliği hakkı kalmadığı için penaltı atışları esnasında kaleye geçmek için gönüllü olan Ludogorets stoperi Cosmin Moti kadar özverili olurdum ve seni çok mutlu edebilirdim. Şayet birlikte olsaydık…
42
Futbolun Edebiyatı
TÜRKİYE’DE KAÇ BÜYÜK TAKIM VARDIR? Baran Doğan
Bu soruya nasıl cevap verirsiniz? Kimileri beş diyebilir. 2010 yılında Bursaspor şampiyon olduğu için “büyük” sayısını beşe çıkaranlar vardır muhtemelen. “Bursaspor, o günden beri bir büyük takım havasında mıdır?” sorusu da cevaplandırılmayı beklemektedir. Zirve noktasında geriye düşmeye başlayabiliriz. “Dört büyükler” düşüncesi oldukça yaygın kabul görmektedir. Basın yayın kuruluşlarının söylemlerinde bu düşünce hâkimdir; Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor Türkiye’nin dört büyük takımıdır çoğunluğa göre. Fikirlerimizi sona saklayıp devam edelim. Aynı basın yayın kuruluşlarının bazı muhabirleri, bazı köşe yazarları ve bazı Anadolu takımı futbolcuları bazen ağızlarından “üç büyükler” diye bir tabir çıkarırlar. Trabzonspor’u dışarıda bırakan bir söylemdir bu. Gerçekçi ama kullanılması biraz ayıp kaçan bir tabirdir. Üçten önce iki sayısı geliyor. Az sayıda da olsa “iki büyükler” düşüncesine sahip olduğunu bildiğimiz insanlar var. Bu dergiyi yayına hazırlayanlar ve derginin okuyucuları arasında bile, sanıyoruz, epeyce bir sayıda böyle düşünen insan var. Bu kişiler ezici bir çoğunlukla Beşiktaşlı. Bunlar elbette takımlarını çok büyük ve değerli görüyorlar ama diğer iki takımla eşit şartlara sahip olmadıklarını düşünüyorlar. Bu eşitliksizlik alenen değil de dolaylı yoldan yapılıyor diye düşünüyorlar. Bilemiyoruz, alenen yapıldığını düşünenler de vardır belki. Burada büyük takımdan kastedilen şeyin ne olduğunu aşağı yukarı herkes anlıyor. Bir değer atfetmekten ziyade
birileri tarafından, çeşitli sebeplerden dolayı ve de çeşit çeşit yollarla avantajlı hale getirilen takımları kastediyoruz. Bir Trabzonsporlu için neredeyse dünyada takımından daha değerli bir şey olmayabilir. Bütün dünyanın birleşip Trabzonspor’a karşı olduğunu, bunun için gizli örgütler falan kurduğunu da düşünebilir. Bir Beşiktaşlı için de takımı, bir futbol takımdan çok öte bir anlam ifade edebilir. Başarılı olması için takımının, Fenerbahçe ve Galatasaray’dan iki kat fazla çaba sarf etmesi gerektiğini düşünebilir. Ancak bir Fenerbahçeli veya Galatasaraylının belli maçlar veya dönemler haricinde “mağdur” olduklarını, kendilerine karşı kumpas kurulduğunu düşündükleri pek görülmemiştir… Elimizde “iki büyük takım” düşüncesini destekleyen istatistikler de mevcuttur. Trabzonspor 1974-75 sezonunda birinci lige çıkmıştır. 41 senedir birinci ligdedir ve şampiyonluk mücadelesi vermektedir. O tarihte Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş da şampiyonluk mücadelesi vermekteydiler ve bunlardan hiçbiri Trabzonspor birinci lige çıktı diye mücadelelerinden vazgeçmemişlerdir. Yani sözün özü, 41 yıldır bu dört takım şampiyonluk mücadelesi vermektedir. Bu arada, bize göre Bursasporlular bırakın şampiyonluk mücadelesi vermeyi düşünmeyi, hala şampiyon olduklarına bile inanamamaktadırlar: “Nasıl olur?” Peki, “sondan iki” büyük takım olan Beşiktaş ve Trabzonspor’un baş başa şampiyonluk mücadelesi verdiği sezon sayısı sizce kaçtır? İki (rakamla 2)…
1981-82 sezonunda Beşiktaş 44 puanla (iki puanlı sistem var) şampiyon olurken, 43 puanlı Trabzonspor ikinci oluyor. Hemen arkalarından 41 puanla yine Fenerbahçe stepneye yatmış bu arada. Yaşımız yetmediği için o sene ne oldu da böyle bir şey ortaya çıktı, bilemiyoruz. Diğer sezon ise 1994-95 sezonu; Daum’un Beşiktaş’ta şampiyonluk yaşadığı sezon. 79 puanlı şampiyonun ardından 76 puanlı ikinci geliyor. Neyse ki zirve yarışında baş başalar. 69 puanlı üçüncü Galatasaray’ın bu iki takıma elleşmesi mümkün olmamış. Bu sezonu yaşımız gereği hatırlıyoruz. Şota gibi olağanüstü bir futbolcu vardı Trabzonspor’da. Öyle ya da böyle… İddiamız net: Türkiye’de Fenerbahçe, Galatasaray dayatması vardır. Bu dayatma örtülüdür ama çeşitli araçlarla desteklenmektedir. Bu dayatmanın olduğu yerde başka bir takımı tutmak başlı başına bir değer ifade eder ve tuttuğunuz bu başka takımın başarılı olması da bu yüzden iki kat fazla değerlidir. Hababam Sınıfı Uyanıyor’da (1977) bir sahne vardır. Fenerli Hababam maça kaçar, dönüşte her zamanki gibi Mahmut Hoca onları merdivende beklemektedir. Şaban bombayı patlatır: “Biz zaten hayatta iki şeyden çekiyoruz. Bir Mahmut Hoca bir de Trabzonspor!” Herkesin birbirinden çektiği bir futbol ortamına kavuşmak dileğiyle, ilk sayısında Beleştepe Dergisi’nin okurlarını selamlıyorum…
43
BELEŞTEPE
BEN FUTBOLCUNUN
ERKEK VE HETERO
OLANINI SEVERİM
Açelya Kirezci
Eğer futbolu seven bir kız çocuğuysanız, “Say kız bakalım Beşiktaş’ın ilk on birini” ani ataklarına karşı hep tetikte olmalısınız. Kadınlarının da futbol tutkunu oldu-
ğu bir ailenin içine doğdum ben. Bizim ailede kadınlar futbol sevenler ve sevmeyenler diye değil, “Beşiktaşlılar” ve “Beşiktaşlı olmayanlar” olarak ikiye ayrılırdı. “Bir tane de onlar için okudum” diyen anneanne evinde kimsenin kalbi kırılmasın diye Beşiktaşlı olurdum, sırf muhalefet olma düşüncesinden ileri geldiğini sandığım farklı renk sevdalısı büyükanne ve hala yanında başka takımlı... Aklım bu mevzulara pek ermezdi o zamanlar, rengârenk bir dünyam vardı, bundan da hoşnut sayılırdım. Ta ki, gönlümü Ferdinand’a kaptırana kadar... Eğer futbolu seven bir kız çocuğuysanız, “Say kız bakalım Beşiktaş’ın ilk on birini” ani ataklarına karşı hep tetikte olmalısınız. Çünkü futbol bilginiz her an birileri tarafından sınanabilir. Çarpım tablosunu bile güç bela ezberleyen ben, uzun bir dönem (80’li yılların sonu, 90’lı yılların ortası) Beşiktaş’ın kadrosunu yedekleri ve mevkileriyle sayabilir pozisyonda kaldıysam; bunun sorumlusu işte tam da bu zihniyettir. Büyüdüm sonra, yaşım otuz beş oldu, maruz kaldığım soruların şekli şemali değişti. “İlk on bir” yerine “ofsayt” soruldu bu kez. Ofsayt gibi basit bir kuralı anlamak sadece erkeklere
44
bahşedilmiş bir yetenekmiş gibi; ofsaytı anlatmaktan beslenen, bundan güç alan erkeklerce sınava tabi tutulmaya devam ettim. Ettik. Çünkü futbol güzeldi güzel olmasına ama bütünüyle eril bir alandı. Sahada koşturan “yirmi iki erkeğiyle”, maçı yöneteni, anlatanı, yorumlayanıyla, sayıca ezici bir üstünlüğe sahip olan tribünleriyle... Hatta bu eril dünyada var olmaya, kabul görmeye çalışan maalesef “maskülenleşmiş” kadınlarıyla... En düşünceli olanlarının (Beyler küfür etmeyin, bayan var) ve en kibarlarının (Aslında kadınlar için ayrı bir tribün olmalı, rahat ederler) bile yeri geldiğinde geçici iktidarı eline geçirmiş olmanın verdiği sarhoşlukla, karşı takım futbolcularının, taraftarlarının hayatlarında önemli yeri olan kadınlara küfür etmekten geri kalmadıkları bu algı tribün kültürüne öyle bir işlemiş durumda ki, bu küfürlerin nesnesi olmaktan rahatsızlık duyan kadınlar bile çareyi erkekleşmekte buldu. 03.05.2012’de Beşiktaş’ın cezası nedeniyle seyircisiz oynadığı bir maçta, bir nevi “boş koltuk” muamelesi gören kadın taraftarların tam 6 dakika boyunca rakip takıma toplu olarak küfür ederek, kulübün para cezası ödemesine neden olması; şiddetin sadece şekil değiştirerek, kadınlar içinde de varlığını sürdür-
düğünü göstermesi açısından önemlidir. Futbolu “erkek işi” gören, kendisinden olmayanı olumsuz bir referans olarak alıp hakaret ve küfür malzemesi haline getiren zihniyet, sadece kadınları değil, eşcinselleri de yanında yöresinde görmek istemez. Çünkü homofobik ve cinsiyetçi dil, karşı tarafı sindirmek için önemli bir koz olarak elde tutuluyor, üstelik bu dili besleyenler sadece tribünler değil; spor medyasının (AMK Spor), sosyal medyanın, kulüp başkanlarının (Bizi kadın gibi yaşatmaya da kimsenin gücü yetmez), teknik adamların kullandığı dilin de şiddet üretimine ciddi oranda katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. “Hormonlu tavuk yemeyin, homoseksüel olursunuz” beyanıyla aynı zamanda Lambdaistanbul’un her yıl en homofobik ve transfobik kişi ve kurumlara verdiği Hormonlu Domates ödülüne de layık görülen, Türkiye’nin tartışmasız en büyük “düdüklerinden” Erman Toroğlu’na göre, bir hakem kesinlikle eşcinsel olamaz. Bunu da şöyle sağlam temellere dayandırıyor Toroğlu: “Gizli gay futbolcular var mı? O zaman gizli olarak gay hakem de olabilir. Ama kâğıda kaleme düşüp
Futbolun Edebiyatı anlatabilmek için pek çok talk-show’a katıldı, röportajlar verdi. The Sun gazetesi Fashanu’nun samimi röportajını “1 MİLYON POUND’LUK YILDIZ: BEN
tescillenmişse, müsaade edin de hakem olmasın. İstediğiniz mesleği ona yaptırın ama bana biraz hakemlik yönü ters geliyor. Hele erkek maçlarında bu arkadaşların duygusal düdük çalacaklarını tahmin ediyorum. Mesela yakışıklı, sert futbolcu lehine daha çok düdük çalıp penaltı vereceklerini zannediyorum.” Dünyada da durum pek farklı değil. 52 kez Alman milli takımında oy
namış olan Thomas Hitzlsperger, düzenlediği bir basın toplantısında eşcinsel olduğunu açıkladığında, artık “milli” bir oyuncu değildi. “Kim olduğumdan hiçbir zaman utanmadım ama aynı masada oturduğum 20 genç
“Bu notu biri bulduğunda, umarım ben buralarda olmayacağım. Gey ve kamuoyunun tanıdığı bir insan olmak gerçekten çok zor...” diye başlayan bir not bırakarak intihar etti.
erkeğin eşcinsellerle ilgili şakalarını dinlemek her zaman kolay olmadı” diyen Hitzlsperger’in futbol oynama arzusu daha ön planda olduğu için, bu açıklamayı da kariyerini sonlandırdıktan sonra yapmayı uygun görmüştü. Daha sonra katıldığı bir radyo programında ise şunları söylemişti: “Hala önümüzde uzun bir yol var çünkü alacağımız tepkiden korkuyor ve ne olacağını bilmiyoruz. Ben futbol oynadığım dönemde böyle bir açıklama yapmayı hayal bile edemezdim.” 90’lı yıllarda eşcinsel olduğunu açıklayan Justin Fashanu, Hitzlsperger’den farklı olarak, bu açıklamayı yaptığında kariyerinin zirvesinde genç bir futbolcuydu. İngiltere’de 1 milyon poundluk bonservis barajını aşan ilk siyahî futbolcu unvanlı Fashanu’nun gay olduğunu açıklamasından sonra kariyeri büyük bir hızla düşüşe geçti, hatta bitme noktasına geldi. Kendisini
GAY’İM” başlığıyla manşetine taşıdığında, Fashanu için de yolun sonuna gelinmişti. 2 Mayıs 1998’de “Bu notu biri bulduğunda, umarım ben buralarda olmayacağım. Gey ve kamuoyunun tanıdığı bir insan olmak gerçekten çok zor...” diye başlayan bir not bırakarak intihar etti. Böyle bir ortamda ara sıra da olsa içimize su serpen gelişmeler yaşanmıyor değil. 2009 yılında eşcinsel olduğu gerekçesiyle hakemlik kariyerine son verilen Halil İbrahim Dinçdağ’ın TFF’ye karşı yürüttüğü mücadelede, mahkeme TFF’nin 3 bin TL maddi, 20 bin TL manevi tazminat ödemesi yönünde karar verdi. Bu durumu “29 Aralık 2015 futbolda homofobiyle mücadele ve LGBT hareketi için Türkiye’de bir zafer” olarak değerlendiren Dinçdağ’ın mücadelesi bitmiş değil. Tabi bizim de. Dinçdağ’ın hakemlik mesleğine geri dönmesi durumunda, o çok sevdikleri tezahürattan yoksun kalacaklarından korkan kitleye inat; tribünlerdeki, sokaktaki, medyadaki cinsel ayrımcılığa karşı sesimiz her zamankinden gür çıkmalı. UEFA’nın uluslararası alanda ses getiren “Say No Racism” politikasına ilham kaynağı olan İspanyol Vallecano tribünlerinde başlayan tribün mücadelesi, bizlerin de omuz vermesi ile büyüyecek, bu önyargı duvarı aşılacak. Başka bir dünya da, başka bir futbol da bizlerle mümkün.
45
BELEŞTEPE
YAŞAMIN AKŞAM SUYU Sevecen Tunç
Şerif Meriçli için... Şeref Bey Amca yıllar sonra yeniden bu sabah, uykusundan yorganı tekmeleyerek uyandı. Yetmiş altı yaşındaydı. Topa vurmayalı nereden baksanız yirmi senesi vardı. Çocukluğunda abisi ile sobanın kenarına serili dar döşeği iki ucundan paylaştığı zamanlar, tekmeleri arada
“
Celal Usta pamukları dövdüğü hallaç yayını alınca eline... “Profesyonel olunca,” diye bağırmaya başlıyordu Şeref, “sana Kapitone makinalarından alacağım da beni dövdüğün için kendinden utanacaksın!” abisinin yüzüne isabet eder, her ikisi de korku ve heyecanla yataktan fırlardı. Sabırlıydı Adnan abisi. Kardeşinin düşsel şutlarını canı çok yanmadıkça sineye çeker, “Ah,
46
merkez muhacim, bu seferki gollük pası kime attın?” diyerek alaya bile alırdı. Şeref Bey Amca’nın çocukluğu Karagümrük’te geçmişti. Ama o semtin takımını değil, hayranı olduğu Tahtabacak İsmet’in Vefa’sını tutardı. Abisine sorsanız Şeref Bey Amca vefasız mı vefasızdı... Mahallesinin takımı dururken, öte mahallenin takımını tutmak da ne oluyordu ki? Karagümrük çeyrek asırlık mazisiyle İstanbul’un ve Cumhuriyet’in en eski kulüplerindendi. Her biri milli takım namzedi futbolcusuyla İkinci Küme’de aslanlar gibi mücadele ediyordu. Ancak ilgisizlikten yakınıyordu Karagümrüklüler. Cihan Harbi bittiğinden beri kentte pıtrak gibi türeyen köksüz kulüplere bile devletin eli uzanırken, kırmızı-siyahlılar kaç yıldır Halk Fırkasının salonunu lokal olarak kullanıyordu. Üstelik o Halk Fırkası ki Maarif Vekili Hasan Ali Bey, Karagümrük’ün Çukurbostan namı ile maruf toprak sahasını Vefalılara peşkeş çekmişti de işte o günden sonra iki komşu semtin arası iyice açılmıştı. Ama tüm bunlar on ikilik Şeref’in umuruna mıydı? O, Tahtabacak İsmet’e takmıştı bir kere. Bir vurdu mu topa, beş minare boyu... Bir maç çıkışı Şeref’in ceketine Vefa’nın yeşil beyaz çubuklu, mineli rozetini iliştiren de İsmet’ti. Karagümrük fakirdi, Vefa okullu... Hem kaleci Faruk da doğma büyüme Karagümrüklü olmasına rağ-
men Vefa’da oynamıyor muydu? Öyleyse Adnan abisi neden ona bu kadar kızıyordu? Futbol sevdası başına belaydı Şeref’in. Bir kere, futbolla dersleri beraber götüremiyordu. Okulla meşin top arasında muvazene kurmak, Vefa’nın İngiltere’den getirdiği ecnebi takım karşısında beraberlik golünü bulması kadar zordu. Sonra, bu iptila yüzünden en çok ana babasına zulmediyordu. Anası, mahalle maçlarında çamura batan okul formasını haftanın beş günü temizlemekten bir nebze şikayet etmiyordu da babası, yardım edeceğim diye geldiği yorgancı dükkanından futbol topu yapmak için elyaf ve pamuk aşırmasına tahammül edemiyordu. Celal Usta pamukları dövdüğü hallaç yayını alınca eline... “Profesyonel olunca,” diye bağırmaya başlıyordu Şeref, “sana Kapitone makinalarından alacağım da beni dövdüğün için kendinden utanacaksın!” Gelin görün ki Celal Usta’nın utancı, oğlunun Vefa’nın B takımıyla Şeref Stadı’na çıktığı bir bahar günüyle sınırlı kaldı. O gün oğlunu izlemeye Karagümrük’ün amigosu Gardrop Fuat’la gitmişti. Stadın denize nazır ahşap tribününde az sayıdaki şakşakçı, kah bezik kah tavla oynayarak maçın başlamasını beklerken, Celal Usta’nın gözleri denizin sahayla, orta saha çizgisi doğrunca buluştuğu noktada bekleyen kayıkçıya takılıvermişti. Ta ki Gardrop, denize kaçan topları toplamakla mükellef bir görevli olduğunu açıklayıncaya kadar, Boğaz’ın akşam suyunda balık tutmak yerine beyhude bekleyen bu balıkçıya bir anlam verememişti. Şeref Bey Amca, daha maçın ilk dakikalarında, ahretlik kahramanı Tahtabacaklığa soyunup beş minare boyu diktiği topu, Çırağan’ın pencerelerinden birine gönderdi. Celal Usta o an kendi kendine, bu saraya da bir top toplayıcı gerek, diye söylendi. Pencerenin geniş
Futbolun Edebiyatı
“
“Bütün yaşamım” dediği bir fotoğraf çerçevesi ise o fotoğraftaki en net yüz, İstanbul’un yüzüydü. Futbolun bir de... Gerisi bulanıktı.
pervazına ilişmiş onlarca kuş bir anda havalanıp kanatlarınca yaracaktı göğü. İşte Şeref Bey Amca’nın, Vefa rozeti gibi ömrü boyunca taşıyacağı lakabına kavuşması da böyle oldu. O günden sonra Yorgancı Celal’in oğlu, Kuşçu Şeref namına mazhar oldu. O gün Şeref Stadı sanki toprak bir saha değil; gayyanın kuyusuydu. Yumruklar, tekmeler gırla gidiyordu. Tribünden ise hakeme yine o mahut terane okunuyordu. Ne olduysa maçın bitimine yakın, rakip takımdan iri kıyım bir oyuncunun ayağını uzattığı meşin yuvarlağa Şeref’in kafa topu diye yükselmesiyle oldu. Aldığı darbe göz sinir sistemini felç etti Şeref Bey Amca’nın. Aylarca açamadığı sol gözüne, Surp Pırgiç’teki en son ameliyattan sonra yeniden kavuştu. Bu maç böyle bitmeseydi belki de Kuşçu Şeref ismini bir Tahtabacak İsmet gibi, Mehmetçik Basri, Baba Gündüz, Tenekeci Garbis gibi herkes hatırlayacaktı! Hayat mecmuasının sayfalarında boy gösterecek, belki Varol Ürkmez gibi beyaz perdeye bile konuk olacaktı. Şeref Bey Amca isterdi ki Vefa’nın A takımına çıksın, yeşil-beyazlı mukaveleye çıngıraklı imzasını çaksın, aldığı transfer parasıyla da babasına Kapitone’sini alsın.
Olmadı... Onun futbol serüveni de pür amatör olarak kaldı... Şeref Bey Amca geçmişini bu kadar berrak kılan şeyin futbol olmasına şaşarak yataktan kalktı. Yetmiş altı yaşındaydı. En yakın zaman, en uzaktı onun için. Çocukluğum, diye düşündü. Kör Galip ile Tahtabacak’ın pasları gibi seyyal... Ya şimdim? Geleceğim? İstanbul’da doğmuş, iki yıllık askerlik ve birkaç küçük seyahat dışında tüm anıları bu mavisel kentte birikmişti. “Bütün yaşamım” dediği bir fotoğraf çerçevesi ise o fotoğraftaki en net yüz, İstanbul’un yüzüydü. Futbolun bir de... Gerisi bulanıktı. Şeref Bey Amca alelacele giyinip üstünü, Kalfaefendi Sokağı’ndaki evinden çıktı. Asmalı’dan aldığı sıcacık simitleri Surdibi’ndeki kıraathanede demli bir çay eşliğinde yemeyi düşünürken, aklına daha parlak bir fikir geldi. “Şimdi, akşamki Fener maçının kaç kaç biteceği kahve ahalisinin tek istifhamıdır. İddialara tutuşulur, bahisler oynanır. Kaldıracak kafam yok gayrı,” diyerek Mumhane’nin Ayvansaray Caddesi’ne bağlandığı dar sokaklar boyunca dola düşüne Haliç’e indi. Parktaki iki halı saha da doluydu. İlkinde Eyüpspor’un minik takımı antrenman yapıyor; diğerinde ise hafta sonu tatilini fırsat bilen bir grup veteran, Şeref Bey Amca’nın futbol demeye dilinin varmadığı bir top oyununu icra ediyordu! Minikleri izlemeyi tercih etti Şeref Bey Amca. Çocukluğunda Çukurbostan sahasındaki idmanları izlemek de en büyük zevkiydi. Hatırladığı kadarıyla sahayı salı, çarşamba ve perşembe günleri Vefa, pazartesi ve cumaları ise Karagümrük kullanıyordu. Ah, nasıl sevdalıysa, Vefa’nın antrenörü Necdet Hoca’nın futbolcuları bile bıktıran kültür-fizik ve nefes idmanlarını dahi kaçırmıyordu. Seneler geçmişti... Acaba çocukluk rüyalarının yılmaz jönlerinden kaçı hala yaşıyordu?
Şeref Bey Amca, eski günlerde antrenmana dalıp akşam yemeğine geciktiği gibi, bu defa da kahvaltısını yapmayı unuttu. Soğuyan simidini Dolmabahçe’deki çay bahçesinde yemeye karar verdi. Aheste aheste yürüdü durağa doğru. Otobüsten Kabataş’ta indiğinde, Dolmabahçe istikametine bir insan selinin akmakta olduğunu gördü. Aynı anda Beşiktaş’ın da bugün maçının olduğunu hatırladı. “Hey gidi, koca Mithatpaşa!” dedi İnönü Stadyumu’na dönerek yüzünü. Duhuliyede Adnan abisinin omzunda izlediği maçları anımsadı. 75 kuruşluk toprak altı tribününden 125 kuruşluk açık tribüne ancak liseden sonra, fabrikada çalışmaya başladığı zaman terfi edebilmişti. Kapalıda maç izlemek için ise, senelerce beklemesi gerekecekti. Nerede olursa olsun, sol gözündeki görme kaybından ötürü, ve üstelik Gazhane’nin dumanları arasında, oyuncuları seçmekte hep zorlanıyordu. Stadyuma akın edenler arasında yeşil-beyaz atkılı gençleri gördüğünde, seneler sonra Vefa’yı Mithatpaşa’da izleyecekmiş gibi içi bir hoş oldu. Neden sonra aklına geldi; “artık futbolun Vefa’sı yoktu...” Tramvay yoluyla Dolmabahçe arasına kurulu atkı tezgâhlarından birinin önünde durdu. Yüzlerce rengin arasında gözleri hala Vefa’nın yeşil-beyazını arıyordu. Sonra bir başka yeşil-beyaz ilişti gözüne. Satıcıya 10 lirasını uzattı. Önce denizin kıyısına inip, saatlerdir bitiremediği simidiyle martıları doyurdu. Sonra boynunda Bursaspor atkısı, yakasında Vefa rozeti ile stadyuma doğru yola koyuldu.
47