Beleştepe 3. Sayı

Page 1

FUTBOLUN EDEBİYATI

“Bana Bir masal Anlat Şenol Hoca” “Deplasman Yolunda Dolarsa Gözlerin”

“Sen, Ben, İkimiz, Biz, Hepimiz...” Açelya Kirezci - Arat Saadetyan - Azad Aydın - Can Bal - Elif Çongur - Emir Altıntaş Erdinç Habip - Ferhat Talan - İskender Demirel - İsmail Sarp Aykurt - Hakan Kirezci Kerim Akbaş - Mete Gürkan - Mustafa Derman - Mithat Erdoğan - Orçun Masatçı Önder Abay - Özgür Ozan Yılmaz - Serkan Deniz - Serkan Osanmaz - Sinan Yılmaz Utkan Çalışkan - Ufuk Bıyık - Vedat Altun - Vedat Özdemiroğlu - Zeynep Nadir

MAYIS 2017 / İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR / SAYI: 3 FİYATI: 5 TL


FUTBOLUN EDEBİYATI

BU SAYIDA

MERHABA!

Biz sevinmek İçin Sevmedik / Özcan Sapan 2 Gölgede ve Adana’da Futbol / Ferhat Talan 4 Atkısı Boynunda / Elif Çangur 7 Hayalbaz Ali’nin Ölümü / Orçun Masatçı 8 Hafta İçinin Yorgunluğu / Kerim Akbaş 10 Ahhlar Ülkesi / Sinan Yılmaz 12 Tribünlerde Kesintisiz Faşizm / Hakan Kirezci 14 Sahalarda Onlar da Vardı / Arat Saadetyan 17 Herkesin Beleştepe’si Kendine / Burcu Ay Özger 21 Ben Sebalı Oldum / Özgen Aydos 22 Beşiktaşlı Olmak / Ayhan Güner 24 Bizler Hayatın Makul Çocuklarıyız, Beşiktaş Hariç / İmgesu Ünal 26 Recep Abi / Serkan Osanmaz 28 Optik Başkan’ın Öğrencileriyiz / Can Bal 30 Bozcaada’dan Beşiktaş’a Bir Rüzgar Eser / Mustafa Dermanlı 31 Top Çizgiyi Geçse Ne Olur, Geçmese Ne Olur? / Özgür Ozan Yılmaz 32 Biz de Yenildik / Vedat Altun 34 Kadınlar Günü / Önder Abay 36 Ofsaytı Bilen Kadınlar / Açelya Kirezci 38 Futbol Yürek İşidir Erkeği Kadını Olmaz / Serhat Akay 40 Messi’den Cristiano’ya Bir Çalım Hikayesi / Osman Bulugil 42 Futbol’da Doğan “Güneş”i Basketbolda da “Ufuk”ta Görebiliriz / Mete Gürkan 44 Karar Verin: “Sizin Muhammed Ali’niz Hangisi?” / Temel Demirer 48 Bir Sur’un Dibinde Saklı Düşler / Utkan Çalışkan 53 Barcelona Kulübüne Mektup 54 Kısa Kısa... 56

İstanbul Çalışma Grubu

Özcan Sapan Burhan Gümüş Doğan Dikdere Sinan Yılmaz Ferhat Talan

Ankara Grubu

Ufuk Bıyık Serkan Osanmaz

Özge Ünal Haydar Aktan Erdal Bozoğlu

İzmir Grubu

Açelya Kirezci Ergin Yaldız

Redaksiyon

Açelya Kirezci

Yenilgi..


BELESTEPE

Ah Şu Bizim Arafta Kalmalarımız, Ah Şu Romantikliğimiz Mete Gürkan

Ah şu bizim romantik yönümüz, ah şu hüzündaş ikilemlerimiz. Gelenekle modernitenin, eskiyle yeninin, yaşanmışlıklarla yeni yaşanmışlıklara yelken açma isteğinin arasındaki gelgitlerimiz.

S

üleyman Seba o gün hınca hınç doluydu yine. Şubat 2000’i gösterirken takvimler, daha şimdilerdeki kadar kurumsallaşmamış, maddi gücüyle Avrupa’da da söz sahibi olmamış Türkiye Basketbol Ligi’nde derbi günüydü. Maça iyi başlamıştı Beşiktaşlı basketbolcular. Takım etkili savunma yaparken, hücumda da Praskevicius’un ve Muratcan’ın üçlükleriyle arayı açıyorduk. İçeride de Bud Eley sıcak günündeydi, potayı da iyi savunuyordu doğrusu. İkinci yarı bir ara Fenerbahçe ivme yakalasa da Beşiktaşlı taraftarlar küçük salonda 10 bin kişilik Abdi İpekçi etkisini yaratmıştı bir kere. Küçük hacimli salonun ana tribünü ve diğer üç köşesindeki portatif tribünler, parkenin üstünde baskıyı alabildiğine kurmuştu. Yeniden toparlandı siyah beyazlı ekip. Faruk ve Rüçhan da devreye girdi. Bir derbi kazanılmış, Süleyman Seba’da da yine çok keyifli bir basketbol ambiyansı yaratılmıştı.

Yıllar sonra yine Süleyman Seba’dayız. Yıl 2015, bu kez 15 yıl geçmiş; salonda ise çok büyük deği-

22

şiklikler yok. Armanın gururu hentbolcular, bu kez parkede olanlar. Türkiye’de hentbolun son 10 yılına damga vurmuş hentbol takımıydı ve bu sene Türkiye liginde biraz daha zorlanıyorlardı. Rakip, Gökçekgillerin takımı Ankara Büyükşehir Belediye. Siyasi rüzgârın da etkisiyle yatırım yapmış Ankara BB, lig kupasını istiyordu. Üstelik rakipte bir yıl sonra Beşiktaş’ta göreceğimiz, Türkiye’nin en iyi hentbol kalecisi Yunus Özmusul vardı. Tek galibiyet ile ligi yine kazanacaktı Beşiktaş ama son saniyeye kadar maçtaki heyecan bitmek bilmiyordu. Ama hentbol efsaneleri Rasiç, Ramazan Döne, Ninçeviç başta olmak üzere takım ağırlığını ortaya koydu. Maç sonu taraftarın gururu hentbolcular ile taraftarlar parkede sevinçle coşkuyla buluşuyor, sarılıyor, bir oluyorlardı son saniyede gelen galibiyetin ve şampiyonluğun da etkisiyle. Bu kez tribünler tek taraflı ama tek tribünde 1000 kişi bile yine katlarca fazla etkinin yaratıcıları konumundalardı.


FUTBOLUN EDEBİYATI

Ve bir yıl sonra yine Dikilitaş’ta Çitlenbik otobüs durağının arkasındaki bu küçük salondayız. Bu kez ise sahada engelsiz kartallar var. Tekerlikli sandalye basketbol takımımız ezeli rakip Galatasaray ile oynuyor. Türkiye’de engelli basketbolu şubesini ilk açan camia Beşiktaş, sonraki yıllar Galatasaray’ın bu alana yoğun yatırımı sonrası rakibinin gerisinde kalmış durumda. Ama sezon başında rakibin de zayıflamasıyla, hedefler zirve için konuyor. O gün de en önemli maçı bu uzun yolun. Galibiyetle bir hafta kala ligin şampi’si olacak Beşiktaş RMK Marine, bir hafta sonra da şampiyon. Bu kez Süleyman Seba diğer iki maç kadar dolu değil ama tribünlerde heyecan da, coşku da üst seviyede yine. Yine son topa kadar çekişmeli geçen maçı engelsiz kartallar kazanıp bir engeli daha aşıyorlar. Süleyman Seba Spor Salonu. Üç maç, üç anı. Bunlar sadece benim de salonda olduğum ve aklımda yer etmiş maçlardan birkaç örnek. Eminim sizlerin de bu salonda nice maçları, anıları, sevinçleri, hüzünleri, yaşanmışlıkları vardır. Aynı Akatlar Spor Salonu’nda olduğu gibi. El-Amin’in Ülkerspor, Arroyo’nun Fenerbahçe’ye karşı son dakika üçlükleriyle adeta yıkılan Akatlar gibi belki de kimbilir. Gelecek yıl veya muhtemel sonraki yıllarda Süleyman Seba ve Akatlar’da da bir ikilem yaşayacağız. Bir yandan anılar, yaşanmışlıklar olacak tartıda, bir yanda ise artık eskimeye yüz tutan yapılar, ihtiyacı kaldırmayan tesisler, bir modernleşme gerekliliği olarak duracak. Aynı İnönü Stadı’na vedadaki ve yeni

stat Vodafone Arena’ya geçişteki halet-i ruhiyeler yaşanabilecek bu süreçte. Gönül verdiğimiz takımın daha ilerilere gitmesini görme arzusu, bir yanda o alamet-i farikamız, kaybetmeyi istemediğimiz nostaljik, hüzünlü yönümüz, beyaza bazen ağır basan siyahımız, bürünüverdiğimiz griliğimiz... Bir yandan yeni salon için Akatlar’ı ve de muhtemelen Süleyman Seba’yı terk edecekken, bir yandan yeni salonun inşasını Vodafone Arena gibi, adeta kendi evimiz inşa ediliyormuşcasına sosyal medyadan takip edeceğiz, Stat Abi belki Salon Abi olacak bu sefer. Ve bizim içimizdeki tartının yanı sıra bir de işin Beşiktaş’ın sporcuları ve emekçileri tarafı da olacak. Onlar için de adeta bir ikinci ev, hele ki hentbol takımı için adeta bir yuva olan veya basketbol takımının kendini daha bir ait hissettiği Akatlar’ı bırakması da kolay olmayacak. Ama diğer yandan hep akıllara da düşen, özellikle armanın gururu hentbolcularımızın herşeyin en iyisini hak ettiği fikri de. Gerçekten de iki sezondur İstanbul’da uygun salon olmadığı için Şampiyonlar Ligi maçlarını İzmit’te oynamak zorunda kalan hentbolcularımızın açısından bakarsak, çok daha modern bir tesiste oynamak, antreman yapmak, belki de en çok onların hakkı. En çok belki de onlar salonda fotoğraflarının, kazandığı kupaların flamaların asılı durmasını hakediyor, öyle değil mi? Başta da dediğimiz gibi; ah şu bizim romantik yönümüz, ah şu ikilemlerimiz. Neyse ki biz Beşiktaş’ın yaşattığı ikilemleri de arafları da seviyoruz.

3


BELESTEPE

Japon Pazarının Plastik Taraftar Modeli Hakan Kirezci

Bundan 4-5 yıl kadar önce, bünyesinde bulunduğum bir taraftar oluşumun dergisinde şöyle bir şey yazmıştım. “İşçiyiz biz, memuruz, esnafız, işsiziz, cahiliz. Türküz ve Kürdüz; Alevi, Sünni, Yahudi, Marunî, Yezidi veya dinsiziz. Toprakta karınca, suda balık, havada kuşuz biz. Korkağızdır bazen, bazen de cesur; hakîm ve çocuğuzdur bazen. Yeşil bir ağaç gibi güler ve merasimsiz ağlar ve ana avrat küfrederiz: Taraftarız biz, halkız.” Biraz ajitatif olduğunu düşünenlerle hemfikirim ama kitle iletişiminde ajitasyon önemli bir enstrümandır; ben de bunu kullanmaya çalışmışım biraz. Küfrederiz demişim. Taraftar olarak, halk olarak küfrederiz; yalan değil. Ana avrat tabiri orada cinsiyetçiliğe düşmüş, o konudaki olası eleştirilerle de hemfikirim. Orada da onu küfretmenin derecesini belirleyen bir kalıp olarak kullanmışım. Şimdi buradan nereye geleceğim? Japon bayrağı meselesine geleceğim. Konuya aşina olmayan okurlar için bu hikayenin başladığı güne gidelim. 2001 senesi. Fenerbahçe kendi evinde güzel bir seri yakalamış ve üst üste 24 maç kazanmış. Hatta 1 maç daha kazanması durumunda tüm dünya liglerinde, evinde en fazla üst üste maç kazanan takım olma rekorunu Boca Juniors’tan alacak. 25. maça denk gelen 2 Aralık 2001 akşamında Şükrü Saraçoğlu’nda rakibi Beşiktaş oluyor. Fenerbahçe camia olarak yenilmeyeceklerinden o kadar eminler ki daha maçtan önce rekorlarını kutlamaya başlamışlar bile. Maça oyun kurucu olarak elinde sadece Tümer ile çıkan Beşiktaş 38. dakikada onun

44

da atılmasıyla oyun kurucusuz maça devam etmek zorunda kalıyor. Baskıyı artıran Fenerbahçe 2. yarının hemen başında 1-0 öne geçiyor. Maçın devamında ise şemsiye dönmeye başlıyor. O dönemin efsane defans oyuncusu Ronaldo 2 gol atıp rekor hayalleriyle birlikte Fenerbahçe’nin yenilmezlik serisine de son veriyor. Misafir tribüne giden 1.600 Beşiktaş taraftarı galibiyetten ve Fenerbahçe’nin 24 maçlık yenilmezlik serisinin bozulacağından öylesine eminlermiş ki yeni evli kadının bakire olduğunun kanıtı olarak ele güne sergilenen ve kadim Anadolu kültüründen gelme kanlı çarşafa gönderme olsun diye, ortasında kırmızı bir lekenin olduğu büyük bir beyaz bez pankartı önceden hazırlayıp maça öyle girmişler. Haliyle maç sonunda bu pankartın açılmasıyla bugünlere kadar sirayet eden bir gelenek de her Fenerbahçe-Beşiktaş maçında yerleşik hale geliyor. Yapılan işin Japon bayrağını andırması da artık her Fenerbahçe-Beşiktaş maçı öncesi Beşiktaş taraftar profillerinde Japon bayrağı paylaşılması olarak yaygınlaşıyor. Her ne kadar, ilk ortaya çıkışındaki esprinin gücünü takdirle karşılamış olsam dahi, devamında kullanılmasından hem rahatsız olmuş hem de sürdürülme gereğini bir türlü anlamlandıramamıştım. O zamanlar ortada bir realite vardı. Günün anlam ve


FUTBOLUN EDEBİYATI

önemine dayanarak bir de espri planlanmış ve hayaŞu bekaret çarşafı göndermesine yapışıp, çok çok ta geçirilmişti, eyvallah olmasına eyvallah ancak her ağır ünlemlerle kendini ifade ettiğini sanan kadınlara bir Fenerbahçe-Beşiktaş maçı öncesi bu Japon bayrağı lafım. Yok. Sanırım bu “hanım” kızlar, kendilerini ersululuğunun gerekçesi ne ola ki? kek –dolayısıyla erk- dünyasına atıp delikanlı(!) olmayı En temel argümanları “biz taraftarız, küfrederiz, insan olmaya tercih eden bir nevi canlı türevi olmalılar; rakiple dalga geçeriz” oluyor ve bunu da tamamen ciddiye bile alınmaya değmezler. Erkek olanların ise bu yanlış olarak “tribün kültürü” kavramı içerisine so- işle derdi nedir onu anlamakta daha bir zorlanıyorum. kuşturmaya çalışıyorlar. Etik nedenlerle gelen eleşti- Bir gün gelip, kızlarını everecekleri damatlarının ilk gece rilerin sahiplerini, “tribüne gitmeyen, evinde oturup sonrası mahallede kanlı çarşafla dolaşmasını gururla seymaç seyreden çekirdekçilerin entel dantel mızıldan- redip bir de arkalarında davul da çalacaklar mı? Yanlış maları” şeklinde, herhangi bir zekâ gerektirmeyen olarak tribün kültürü adını taktıkları bu ucube kavramın amigoluğunu kadim insanlık kültürüne değişecektanımlamalarla püskürtmeye çalışıyorlar. ler mi? Bu soruların karşılığını da merak etmekteyim. Cevaplayabilecekleri düzeyde sorular olsa kendi“Tribüncülükte bunlar mubah” diyenlerin genelerine şunları sormak isterdim: linin “tribünlere siyaset sokmayın” diyenler arasın-Tribün kültürü dediğiniz şey nedir? dan çıkması tesadüf müdür? Ha, bu genelin dışında -Parasını verip bilet, kart, kombine vs alabilecek olup, yani bayrak ritüelininin savunucusu durumda durumda olmanız ve de senede toplasan toplasan 15- kalmasına karşın tribüne siyaset sokma işine sıcak 20 maçlık bir seride 40 santimlik kıçınızı plastik bir duranların siyasetten ne anladıklarını da ayrıca sorkoltuğa yerleştirebilmiş olmanız sizi diğer taraftardan gulasak mı? Sorgulamayalım. Pek dişe dokunur bir daha mı üstün kılıyor? şey olduğunu sanmıyorum çünkü. -Hele bir de her deplasmana gidebilecek kadar Sözün özü arkadaşlar, sıradan bir solcu olabilmenin işsiz güçsüz ya da kıl tüy sahibi olmanız, sizi neden di- alfabesini bile yarıya kadar sayabilmekte acziyet gösteğerlerinden daha iyi taraftar yapıyor? Mesela orta hal- renlerin kadim değerlerimizi yavaş yavaş çiğneyenlerin li bir şirkette muhasebe müdür yardımcısı ya da bir iş tekerlerini yağladıkları bu utanç çağında dik durabilhanının çaycısı olduğunuzu varsaysak, bu deplasman mek bile bir karşı koyuş, bir mücadele biçimidir. Öyle işini, işten atılmadan nasıl kıvırabiliyor olacaktınız? sosyal medya ortamlarında yapabildiklerini iddia ettikTribün kültürü üzerine dem vuranların daha fair play kavramından da bihaber olmalarını, “adil oyun” anlamındaki kavramın “centilmenlik” anlamına geldiğini sanmalarını, her lafı edildiğinde “s.kmişim fairplayini ulan” şeklinde ünlemelerini, sonra da bir adaletsiz davranışa maruz kaldıklarında höyküre höyküre ortalığı velveleye vermelerini, kendilerinin herkeslerden daha büyük taraftar olmalarına bağlayabilir miyiz? O halde bunların alayı benim taraftarlığımı istedikleri gibi sorgulayabilirler zira cehalet ve hoyratlığın aleyhime verdiği her hüküm benim için onur madalyası hükmündedir.

leri arasında gerçekte tek yapabilecekleri küfür etmek ve aşağılamaktan ibarettir. İşte bu yüzdendir ki nezakete ibnelik, cinsiyetçilik karşıtlığına feminiklik (kendi tabirleri), saygıya ise “babam olsa tanımam” demeleri. Ben Beşiktaşlıyım, Beşiktaş taraftarı değil. Bunun ne anlama geldiğini anlamayanlara bir şeyleri anlatmak gibi ne bir niyetim, ne de derdim var. Sadece yıllardır dediğimi tekrarlayarak bitiriyorum.

Sizin Beşiktaş’ınız başka, benim Beşiktaş’ım ise bambaşka.

5


BELESTEPE

Temmuz Sıcağı Ekim’i Kavuruyor Can Bal

93

yılının Haziran ayıydı. Okullar iki hafta önce kapanmış, yazlığı olanlar yazlığına, köyü olanlar köyüne gitmişti. Mahalledekilerin çoğu gibi Benan’lar da yazlığa gitmişti. Ve ben ona bütün bir kış açılamamıştım. Benan’ın abisi Numune Kenan kardeşine olan aşkımı duysa, beni beş yüz metre ilerdeki BelPa’nın* bahçesine gömerdi. Neyse ki Akif ve Baran dışında kimse Benan’ı sevdiğimi bilmiyordu.

yeni çıkmıştı. Arkasında Çanakkale Şehitliği vardı ve babamın dedesi o şehitlikteydi. Bakkalın önünde oturmama rağmen parayı harcayamıyordum. Fuat Bakkal’ın önünde Baranla Akif ’i beklerken, Naciye Hanım teyzelerin yeni kiracılarının taşınmasını izliyordum. Zihnimi tamamen boşaltmıştım ki... “Naber la, aptal âşık, Benan’ı mı düşünüyon?” diyerek enseme bir şaplak atmış ve yanıma oturmuştu Ankara o kadar sıkıcı geliyordu ki bana, cebim- Baran. “Şşş sessiz ol la, Fuat duyacak!” deki 500 binin bile hiçbir değeri yoktu. Oysa bu mor “Tamam sustum.” para, zamanının en yakışıklı parasıydı. 93 yılında

Mahalleye yeni taşınan, ilk maçında forvet oynar. Bir süre devam eden sessizliği bu sefer de çorapsız ayaklarına annesinin pazar terliklerini geçirip gelen Akif bozmuştu. “Benanlar gitti la sabah. Gaste almaya giderken gördüm.” Bütün yazı üstünde geçireceği gök mavi pijamalarıyla önümüzde dikilen Akif ’e, Baran da ben de cevap vermemiştik. Çünkü o an, taşınan ailenin bizle yaşıt oğlu yanımıza doğru geliyordu. “Selam. Yukarıya çıkarmamız gereken halılar var, yardım eder misiniz?” Haydar’la böyle tanışmıştık. Halıları ve saksıları taşıdıktan sonra annesi Nevruz teyze bize gazoz

66

parası vermişti. Haydar da bizle gelmişti. Bakkalın önünde oturup gazoz içerken “Sana hoş geldin maçı düzenlememiz lâzım” dedi Akif. “Hoş geldin maçı mı? O nasıl oluyor?” “Normal maç işte, şu arkadaki boş arazide yapıyoruz. Mahalleye yeni gelen biri olursa onunla tanışmak için. Mahalleye yeni taşınan, ilk maçında forvet oynar.” “Güzelmiş. Ne zaman yaparız?” “Cumartesi günü yaparız hem Utku’lar da gelmiş olur.” Cumartesi günü sözleştiğimiz saatte hepimiz arazideydik. Haydar dışında hepimiz. Haydar gelmeyince, biz de Baran’la Haydar’lara gittik. Kapıyı Hay-


FUTBOLUN EDEBİYATI

Çocukken saf saf baktığım televizyondaki alevlerin sıcaklığı, o cumartesi günü Haydar’ların kapısından yüzüme vuruyordu. Aynı sıcaklığı o bir dakikalık saygı duruşu sırasında da yüzümde hissetmiştim. Ve anlamıştım ki; Madımak Oteli’nin önünde tekbir çekenler, daha o gün Türkiye-İzlanda maçına biletlerini ayırtmışlardı. dar’ın annesi Nevruz teyze açtı. Saçları darmadağındı, gözleri şişmişti. Karne günleri alışkın olduğumuz, umutsuz anneler gibiydi. Oysa en kötü karnenin bile yaratacağı aile içi şokun, geçtiğimiz iki hafta içinde çoktan “seneye düzeltirim” diye verilen sözlerle tatlıya bağlanmış olması gerekiyordu. Burnunu çekerek “Hoş geldiniz, içeri gelsenize çocuklar” dedi Nevruz teyze. İçeriden, anlamadığımız ağır bir matem sıcaklığı vuruyordu yüzümüze. “Yok, biz girmeyelim Haydar yok mu?” diye sorduğum sırada Haydar göründü arkadan. Annesi içeri geçince, “Neden gelmiyorsun Haydar?” diye sordum. “Bugün gelemem” dedi. Nedenini sorduğumda gözleri doldu. “Bugün gelemem işte…” dedi. Biz de daha fazla üstelemedik. Haydar’a hoş geldin maçını hiç düzenleyemedik, çünkü Haydar o yaz sokağa hiç çıkmadı. O zamanlar olayın farkında değildim. Televizyonda bir yangının önünde tekbir çekenleri gördü-

ğümde hiç garipsememiştim. Çünkü hiçbir şey anlamıyordum. 2015, 13 Ekim’de Konya’da oynanan Türkiye-İzlanda maçı öncesi, 10 Ekim Ankara Katliamı için düzenlenen saygı duruşu sırasında çekilen tekbirleri görünce de hiç garipsememiştim. Çünkü her şeyi anlıyordum. Çocukken saf saf baktığım televizyondaki alevlerin sıcaklığı, o cumartesi günü Haydar’ların kapısından yüzüme vuruyordu. Aynı sıcaklığı o bir dakikalık saygı duruşu sırasında da yüzümde hissetmiştim. Ve anlamıştım ki; Madımak Oteli’nin önünde tekbir çekenler, daha o gün Türkiye-İzlanda maçına biletlerini ayırtmışlardı.

7


BELESTEPE

Bu Aşk Her Aşka Benzemez Mustafa Dermanlı

Dünyanın siyah ve beyazdan ibaret olduğunu, ölüm ve yaşam dışındaki her şeyin sanal olduğunu gösteren değerli varlık.

B

irikmişlerimin kâh yettiği, kâh içeri girdiğim geçen yaz sonu, kıt kanaat geçindiğim günlerde bizi bir telaş almıştı. Bizim ekibin bir kısmı kombinelerini almış, tüm sene boyunca ‘sen’inle buluşacakları günleri iple çekiyorlardı. Cem’le telefonda konuşup birbirimizi ikna ettik ve “Bu dünyada tutunacak kaç şeyimiz var ki?” dedik. ‘Eski Açık’ta bir sene boyunca buluşmak üz’re kıydık biz de nikâhı! Yağmuru, çamuru, yakıcı güneşi veya ayazında ‘cefakâr’ âşıklar olarak yanındaydık ya daha ne isterdi bu gönül.

berler veren Ferdinand’a, çamurlar içindeki formasıyla mücadele veren İlhan Mansız’a, Takoz Recep’e, Fransa’da doğan Pascal’a, adam gibi adam olan Ertuğrul’a, Atom Karınca Rıza’ya, gördüğüm en klâs 10 numara Sergen’e de bir göndermeydi.

Gecelerin erkenden geldiği, gökyüzünün görünmediği kış mevsiminde, Ay’ın kendini narince gösterdiği bir anda, oyundan bir an olsun kopmuşken, tam da dakikalar 85’i gösterince tüm stadın seni uyarmasıydı düşündürücü olan. Bu yüreğin güzelliği, hep bir ağızdan, -takım o anda yense de yenilse de hiç önemli değil- yumrukları sıkılı bir vaziyette kadın-erkek, genç-yaşlı herkesin Gündoğdu Marşı’nı söylemesinden geliyordu.

materyalleri ve siyah-beyaz efemeranın tümünün başköşelerde tutulması, saklanması bile mirasların en büyüğüydü. Aşkı saklardı insan kendi içinde, büyütürdü.

“Bugün keşke çubuklu formaları giyseler” tümcesinde biraz istek, biraz da geçmişe öykünme vardı. Sanki sevgilisi ile buluşacak heyecanlı âşığın içindeki duyguların aynısıydı bizimkisi. Bu geçmişe öykünme bir anlamda, fuleli koşularla sol taraftan alabildiğine koşan Sarı Fırtına Metin’e, Kral Feyyaz’a, müjdeli ha-

yumrukları havaya kaldıran taraftarlara, isyanı en önde tutanlara, haksızlığa uğrayana destek veren tribünlere, ırkçılığa karşı duran ve “Hepimiz zenciyiz” diyebilen koca yüreklere, “Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar diyen” Şenol Hoca’ya ve siyah-beyaz futbol takımının formasını giyen tüm futbolcularına bin selam olsun.

Sana olan tutku, “Seni sevmek güzel şey” diye başlayan şiirin satır aralarında, bir Zeki Demirkubuz filminin en kuytu yerinde, ne bileyim, Feridun Düzağaç’ın en demli ezgisinde ya da semte yakın bir parkta karşımızdaki duvara Aragon’a inat çizilmiş “Mutlu aşk Soranların anlamadığı, ait hissetmenin ne demek vardır” yazısının ta kendisinde öylece yer ediniyordu. olduğunu bilmeyenlerin şaşkınca baktıkları bir haldi Doksanlı yıllardan bugüne biriktirilen maç bibizimkisi. İçten içe sevdiğimiz İngiliz takımı Liverpo- letleri, duvarlara asılan Baba Hakkılı posterler, futol’dan sekiz yediğimizin ertesinde bile elimizde şarap bolcuların fotograflarının yer aldığı tespih, çiklet paşişesiyle Şairler Parkı’nda yağmura tutulmanın güzel- ketlerinden çıkan futbolcu kartları, önemli maçların liğiydi. Evet, ‘sevinmek için sevmemek’ti. sonuçlarının yer aldığı gazete kupürleri, yüzüncü yıl

Ve bugün, uzun yıllar sonunda mutlulukla kucaklaştığımız, milyonlarca seveniyle hasret giderdiğin mayısın bir günü. Denizleri, Sinanları, İbo’yu, nice yiğitleri sonsuzluğa uğurladığımız o meşum, hüzün dolu onlarca mayısa direnircesine… İbrahim Karaca’nın, “… karanlığın işi nedir mayıs doğmasın diyedir / geArt arda aldığımız yenilgilerle, uzun süre şampi- ceye ışık saçanın sevdası ölesiyedir…” dizelerine huşu yonluğa hasret kalmamızla, Anadolu takımlarının bile içinde bir dokunuşla, yıllarca acıyla nihayetlenen mabazen gerisine düşmemizle dalga geçenlere verilen en yıslardan bir mayısı huzur ve mutlulukla bitirdiğimiz, güzel yanıttı “Pazara kadar değil, mezara kadar bizim yaza merhaba dediğimiz bir sene oldu. aşkımız” demek. Öyle ya her aşk arasında yaşanılan Seyirci olmak yerine, bilakis taraftar olanlara, semt ufak tefek sorunlardı bizimkisi de. takımı kültürünü yaşatanlara, dakikalar 85’i gösterirken

8


Diğer Stadyuma Bağlanıyoruz

FUTBOLUN EDEBİYATI

Serkan Osanmaz

Ç

Çalışmaya gitmediğim bir gün cesaretimi toplayıp çevirdim düğmesini televizyonun. İlk çıt sesinin arkasından karıncalanan ekranda yarım, cızırtılı, soğuk bir amcanın “Metin” diyen sesini duydum. Derken “Ali” ve “Feyyaz” dedi. İçim içime sığmıyordu. İlk tanışmamız olacaktı Beşiktaş’la. Daha önce sadece arkadaşlarımdan -ki onlar da evinde televizyon olan diğer arkadaşlarından öğrenmişlerdi- adlarını duyduğum adamlar belirecekti birazdan ekranda. Seksen dokuzuncu dakikaydı ve bir anda diğer maça bağlandılar. Galatasaray sekiz sıfır öndeydi ve averajla Futbol diye bir şeyin varlığını daha yeni öğren- Beşiktaş’ın önünde şampiyon olduğu anonsu yapıldı. Koşarak uzaklaştım oradan gözlerim doldur bomiştim. Serhan ve Murat vardı en yakın arkadaşlarım, Beşiktaşlılardı. Bir de Atom Karınca Rıza. Bizim şalt talimi yaparak. Tepesi vardı bizim mahallenin, oralıymış diye bile tutan vardı Beşiktaş’ı. Bir gün öyle şimdilerde zengin bir AVM’ye ev sahipliği yapan. okul çıkışı mahalledeki en yıkık evin önünde Beşiktaş- Hüngür hüngür ağladım bir defa Beşiktaş’ı göremelı yaptılar beni. Hem Rıza onlardaydı hem de en yakın dim diye. Son gördüğüm yüz Süleyman Seba, son arkadaşlarım Beşiktaşlıydı. Daha futbolun ne olduğu- duyduğum söz “şerefli ikincilik” oldu o yıl televizyonnu bile bilmiyordum. O yıllar kan kardeşliğin meşhur da. Sonra hep işe gittim, bir de okula. Bir defa Beşikolduğu yıllar ya; biz kendi canımızın yanmasına acı- taş’ı görme şansım oldu, onu da diğer maça bağlanan maz, arkadaşımızın canı yanmasın diye kan akıtması- yayın engelledi. Çocuktum daha, dokuz yaşıma yeni na göz yumamazdık. Beşiktaş kardeşliğiydi bizimkisi. girmiştim. Bir defa göremedim Metin’i, Ali’yi, FeyDerken bir gün ansızın televizyonla tanıştım yaz’ı. Bir de bizim oralı Atom Karınca Rıza’yı...

ocukluğumun sonları, delikanlılığımın ilk yıllarıydı. Sekiz yaşındaydım. Gecekondu mahallelerinde sekiz yaş delikanlılıktı. Öyle sokakta top oynamak olmaz, okul çıkışı bir ekmek fazladan girsin diye eve pazarda soğuk su satılıp çalışılırdı. Babam inşaatta demirci, annem konfeksiyonda temizlikçiydi. Köyden geleli bir kaç yıl olmuş, kardeşim anne kucağının sıcaklığına doyamadan annem işe başlamıştı. Babamınsa ne zaman geleceği belli olmaz, erken gelirse sırtına sokaklarda satabileceği bir şeyler katar yeniden gözden uzaklaşırdı.

maddi durumu bizimkinden azıcık iyi olan bir komşunun iki gözlü evinin salonunda. Ne yalan söyleyeyim, televizyon büyülü bir şeydi. O an evden bile büyük geldi gözüme. Haberler bitti, televizyon kapatıldı ve herkes çay içip derin bir muhabbete daldı. Bense hala aptal aptal, karartılmış ekrandan bir umut bekliyordum. O yaz babam senetle bize televizyon aldı. Sonradan öğrendim, kazandığı maaş kadar taksiti varmış meğer bu meretin.

Sonra hep büyüdüm, dokuz yaşım olmadan. Stadyumda Ali’yi gördüm, sağ açıktan bindiren Metin’e bağırdım, gözü yaşlı Rıza’nın jübilesinde ağladım, Feyyaz’ın jübilesiz bırakmasına yandım ama hiç televizyondan görmedim onları. Bir de hiç dokuz yaşım olmadı. Ne zaman çocukluktan konuşulsa yanımda, dokuz yaşım geldi aklıma. Bir de daha açılmayan ekrandan gelen o ses: “Diğer stadyuma bağlanıyoruz.”

9


BELESTEPE

Erkekler İkiye Ayrılır ve Maç Yaparlar Önder Abay

D

oksanlar, orta okul yılları. Mahallenin bütün piçleri bizim okulda okuyor. Genelde derslerimiz boş geçiyor. Boş geçen derslerde okulun bahçesindeki toprak sahada maçlar yapıyorduk. Üç korneri penaltı sayıyor, taşın üzerinden geçen topu “Direeekkk” diye bağırarak gol saymıyorduk. Ben ileride oynuyor, açıklardan açılan ortalara kafaya çıkıyordum. Okulumuzda okuyan piçler futbol oynamaz, sahanın kenarına toplanır oynanan maçlarla ilgili kritik yaparlardı. Onlara top geldiğinde kendi aralarında topu çevirirler, artistlik hareket yapmaya çalışırlardı. Sıkıldıklarında ise topu bize geri verirlerdi, öyle maça devam ederdik. İtiraz etsek bu piçler tarafından dayak yerdik. Her neyse, bir gün ezeli rakibimiz 7/C ile sınıf maçımız vardı. Bütün sınıfın umudu benim atacağım gollerdeydi. Yine okulun bahçesindeki toprak sahaya çıktık ve yine okulun piçleri sahanın kenarında maçı izlemek üzere topladı. Maç başladı. İlk on dakikada iki gol gedik. İlk yarının sonuna doğru, orta sahaya açılan ortaya muhteşem bir yarım vole vurarak topu doksanlara astım. Yani muhteşem bir gol attım. İkinci yarı bu golün gazı ile hızlı başladık. Sınıfın kızları da maçı izlediği için ben daha da gaza geliyor, bildiğim bütün hareketleri sergiliyordum. Orta sahada rakibin ayağından aldığı topla rakipleri çalımlayarak ceza alanına doğru gidiyordum. Ters bir hareket yaptığım için ayağımdaki top fazla açıldı ve taç çizgisinin gerisinde bekleyen piçlerin arasına gitti. Piçlerden en psikopat olanı topun gelişine bir vurdu; top sahaya penceresi olan müdür yardımcısının camını kırarak odaya girdi. Herkes korkudan dondu. Ben ceza sahanının ortasında bir heykel gibi kalakaldım. Müdür yardımcısı elinde topla kırılmış pencereye açıp sahaya doğru “Kim vurdu lan bu amına kodumun topuna?” diye bağırdı. Kimse cevap

1010

veremedi. “Kimse dağılmasın, birazdan geliyorum oraya!” dedi sonra kızgın halde. Korkulu bekleyişimiz başladı. Piçlerden biri gelip bana “Bizden birini okursan seni her gün döveriz” dedi. Müdür yardımcısı sinirli şekilde sahaya geldi. Ben hala ceza alanının orada bekliyordum. Millet korkudan kenara çekilmişti. Hoca tam önümde durup “Ben size hayvan gibi abanmayın demiyor muyum lan bu topa?” deyip esaslı bir tokat geçirdi. Sonra “Sen mi vurdun topa?” diye tekrarladı. Ben kafamı 60 derecelik açıyla “evet” manasına gelecek şekilde öne eğdim. Hoca bu hareketimden sonra girişmeye başladı. Tekmelerle tokatlarla beni penaltı çizgisinden orta sahaya kadar döverek sürükledi. Bütün okula, 7/C sınıfına en çok da Zehra’ya rezil olmuştum. O gece topa vurup camın kırılmasına neden olan piçlerden ikisini bıçakladım. Beni döven hocanın arabasının camlarını kırdım. Tekerlerini kestim. O piçler ekibinin en aranan üyesi oldum. Bugün hala uyumadan önce gözlerimin önüne o gün yediğim dayak geliyor. Dayak yediğim için değil, haksız yere dayak yediğim için hiç unutamıyorum. Eğer ben o haksız dayağı yemeseydim belki futboldan soğumayacak iyi bir futbolcu olacaktım. Ben hayatımda bir kere “HAYIR” diyemedim ve hayatım değişti. Önümüzde yaklaşan bir referandum var. Eğer burada da “HAYIR” diyemezsek kötüye giden bir hayatımız bile olmayabilir. İnsanların seçimleri kaderlerini de belirler. Bu oylama tarihi oylama. Bu partilerin üstü bir oylama. Hayır demek, reddetmek cüret ister; bu kez o cesaretle karar vermek vakti. Bu kez korku yok, düşmanın gözlerinin içine dimdik bakma vakti. Hayatımızın bütün hayırlarını bu seçimde değerlendireceğiz.


Doğrudur, Ermeniler Beşiktaş’ı Sever

FUTBOLUN EDEBİYATI

Arat Saadetyan

B

eşiktaş’ın Lyon’a 2-1 mağlup olduğu Avrupa Ligi çeyrek final ilk maçının başlamasına dakikalar kala iki takımın taraftarları arasında çıkan arbedenin ardından Lyon taraftarları sahaya inmişti. TRT Spor canlı yayınında Beşiktaşlı eski futbolcu Ali Gültiken’le birlikte statta yaşananları anlatan Alper Bakırcıgil, olaylarla ilgili ‘Ermeni diasporasını’ hedef gösterecekti. Ali Gültiken ise, “Ermeni vatandaşlarımızın tamamını bu işin içine sokmayalım. Ermeni cemaati Beşiktaş’ı çok seven bir topluluktur. Beşiktaş’a gönül vermiş binlerce insan tanıyorum. Taraftarların içinde olayı terörize etmek isteyen yapılar olabilir” ifadelerini kullanacaktı. Ali Gültiken haklıydı; Ermeni cemaati Beşiktaş’ı çok seviyordu. Bunun en büyük nedenlerinden biri ise Ermeni cemaatinin takımı olan Taksimspor’dur. Bugünkü Çırağan Sarayı’nın olduğu yerde bir zamanlar Şeref Stadı mevcuttu. Şeref Stadı’nda sabah Taksimspor idmanlarını yaparken, hemen onların ardından Beşiktaş sahaya çıkardı. Taksimspor maçlarını Şeref Stadı’nda, Beşiktaş ise Dolmabahçe’de oynardı. Beşiktaş ile Taksimspor’un aynı idman sahasını paylaşması elbette ki Ermeni cemaati açısından çok önemliydi o dönemlerde. Düşünsenize Beşiktaş ile idman sahasını paylaşıyorsunuz. O vakitler Taksimspor’un idmanını izleyenler elbet Beşiktaş’ın da idmanı izliyorlardı ve pek tabi ki Taksimspor’a gönül verenler aynı zamanda Beşiktaş’a da gönül vermişti. Kısaca olsa da tanıyalım Taksimspor’u. Taksimspor 1940 yılında Nor Şişli, Eseyan ve Güneş takımlarının birleşmesi ile kuruldu. Renkleri sarı-kırmızıdır. Galatasaray’dan ayrılan Güneş takımının renklerini almıştır. Oyuncular ağırlıklı olarak Ermeni cemaatine dayanıyordu ama bünyesinde Türk sporcular da bulunuyordu. Kulüp o dönemler birçok badire atlattı. İkinci Dünya Savaşı, varlık vergisi, askerlik, oyuncuların varlık vergisini ödeyememelerinden dolayı

Aşkale’ye gitmeleri, oyuncu sıkıntısı çekilmesi, döndüklerinde kulübün binalarına, şampiyonluk kupalarına, madalyalarına el konulduğunu görmeleri... Bütün bu sıkıntılara rağmen Taksimspor, 1950’lerin ortalarından 1960’ların sonlarına dek gayet başarılıydı. 1956-57 İstanbul Amatör Küme şampiyonu oldu. 1963-64, 1964-65 ve 1966-67 sezonlarında İstanbul Profesyonel Mahalli Lig şampiyonluğunu kazandı. Üstelik bu son mahalli lig şampiyonluğu, Türkiye 2. Ligi’ne terfi anlamına geliyordu. Ne var ki orada fazla tutunamadılar, 1967-68’de bir sezon oynadıktan sonra sonuncu olarak küme düştüler. Taksimspor’da birçok oyuncu yetişti, elbette başı Lefter Küçükandonyadis çekti. 1965-67 arasında 2 sezonda toplam 2 lig maçında Galatasaray kalesini koruyan Yervant Balcı yine Taksim’den yetişti. 5 kez A Milli Takım’da yer almış ‘Tenekeci Garbis’, yine Galatasaray’da 1 yıl top oynayan Varujan Aslanyan, Gözlüklü Garbis, Diran Vanlıyan, Aleksan Dadyan, Minas Asa, Onur Belge, Metin Türel ve profesyonel futbolun vitrinindeki son Ermeni Sarıyer’in gol makinesi Garo Hamacıoğlu akla gelen ilk isimler. Garo Hamacıoğlu 20 yıla yakın süredir.

11


BELESTEPE

Sorunları Yaratanlardan Çözüm Beklemek Tuhaf Olur Kerim Akbaş

Tribünlerde şiddet, nefret ve küfür üçgeninde daha çok olsa da tabii ki Beşiktaş’la da ilgili abimiz Cem Dizdar’la bir söyleşi gerçekleştirdik. Doğrusu, Arat Saadetyan soruları hazırlamıştı fakat ben de dayanamayıp birkaç soru ekledim. Bir hadiseyi çözmekten ziyade bir sohbeti paylaşmak gibi oldu bu söyleşi. Üç sıkı Beşiktaşlı, birbirinden güzel cevaplar... Arat Saadetyan: Küfür ile başlamak istiyorum hedef(ler)e yöneltilmiş ‘olumsuz toplumsal isyan’a öncelikle; insan neden küfür eder, neden küfür et- dönüşüyor. meye ihtiyaç duyar ve futbolla küfür neden bu kadar Kerim Akbaş: Tribünler ve taraftarlar özelinde iç içe? sporda şiddetin, nefret söylemlerinin ve küfrün bir Cem Dizdar: Bunlar hayli derin sorular. Daha rahatlama biçimi olduğu savunulur. Halk arasında, çok psikoloji ve ‘sosyal bilimlerin’ alanıyla ilgili ko- özellikle Anadolu kıraathanelerinde karşılaştığım nular. Bu konularda söyleyeceklerime de yanıt değil, gerçek bu. Başka türlü rahatlayamadıklarını savunup küfre sığınan çok geniş bir kitleden söz ediyorum. olsa olsa ‘yaklaşım’ denebilir... Abi, bu rahatlamaysa eğer onlara göre, sanırım geİnsan sanırım değiştirmeye, dönüştürmeye gücü nel tabirle ortada psikolojik bir sıkıntı vardır. Bunu yetmediği yerde küfür ediyor! Bu da dönüştürme nasıl değiştirebiliriz? Zaten değişim içerisindeki bir gücü olmayan ‘alt’ durumlara -sınıf, kültür, çaresiz- toplumda spor genelinde bir barış ne zaman söz kolik vb.- işaret eder. Vücut hastalığını ateşle gösterir nusu olur? ya, herhalde durum biraz böyle. Olan biten karşısınCem Dizdar: Durumu psikolojik sıkıntı ile açıkda patlamamak, hayatta kalmak için ‘dilin ateşlenmesi’ gibi bir şey diyebiliriz küfür için. Küfür eden lamak doğru olmaz. Mesele açıkça toplumsal. Zaten sorudaki, ‘’Anadolu kıraatöznenin bir itirazı olduğu açık ancak bu başka, daha hanelerinde’’ bedönüştürücü bir dille yapılamaz mı, herhalde sorun lirlemesi bu. Elbette bunlar bireysel düzeyde söylenebilecek ç o k şeyler... şey Konu futbol olunca mesele biraz boyut değiştiriyor. Cemal Süreya’nın söylediği şeyden çıkıyor iş; “Küfür diyorum bir saldırmama eylemidir.” O kadar insan, aynı anda, o kadar yüksek perdeden, melodik ve öfkeli! Birden ‘kişisel’den ‘toplumsal’a geçiyor küfür ve açıkça saldırgan bir eyleme dönüşüyor. Ben bunu biraz, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ ile açıklama yanlısıyım. Kolayca ve eğlence görünümü altında olumsuzluğa meylediyor taraftar. Elbette kitle psikolojisi dinamikleriyle de yaklaşabiliriz hadiseye! ‘Hadise’ diyorum çünkü o kadar insan aynı anda küfre başlayınca iş ‘kişisel itiraz’dan çıkıyor ve çoğunlukla yanlış

12


FUTBOLUN EDEBİYATI

anlatıyor. Alt ve bağımlı sınıftan insanların devamlılık gösterdiği mekanlarda, bunlara ‘ucuz bira satan birahaneler’, ‘mahalle meyhaneleri’ de eklenebilir, dilin ağırlıklı olarak ‘argo’ olması anlaşılır bir durum. Gelirleri hayli düşük, satın alma güçleri sadece yaşamaya yeten insanlar yaşadıkları dönemin ‘kültür iklimi’ne eklemlenemezler. Yani üniversite kantinindeki -şimdiki üniversitelerden(!) söz etmiyorum- tartışma konularını o mekanlarda beklemek manasızdır! Aşırı çalışmanın yorgunluğunun, emeğin karşılığının alınamamasının, geçici işlerin, işsizliğin, çaresizliğe rağmen umudun, gelecek tasavvurunun, yaşadıkları hayatın estetiğinin bir dili olacağı muhakkak. Bu da küfür ile harmanlanan bir dil. Hatta küfür, ‘alt kültür’ dilinin kreşendosu! Aynı zamanda bir ‘maço gösteri’ küfür. Bu nedenle de erkeklik gösterisine ihtiyaç duyulan her yerde kullanılıyor. Kadınlar arasında bile ‘güç gösterisi’ gerektiğinde taklit edilmesi bu nedenle. Aynı zamanda ‘seksist’ ve ‘erotik’ de! ‘Yasaklı’ olması da kışkırtıcılığını besliyor. Bu kadar ve daha fazla gerekçeden beslenen hayli kullanışlı bir dil... Ve sadece stadyuma ya da belirli coğrafyalara özgü değil. O nedenle ‘ortadan kaldırılması’ doğrudan yaşamdaki ‘eşitsiz’, ‘olumsuz’ ilişkilerin ortadan kaldırılmasına bağlı. ‘İyi niyet temennileri’ ya da ‘öğüt’ veya ‘ceza’nın işe yarayacağını düşünmüyorum.

Arat Saadetyan: Küfür ve yaratıcılık arasında ilişki nedir? İyi slogan bulunamadığı için mi yoksa iyi küfürler sloganda mı? Cem Dizdar: ‘Argo’ da bir dil olduğu için çağırışım, benzetme, kökenden yararlanma, kökü değiştirme gibi dil özelliklerinden yararlanır. Aynı zamanda yaratıcı bulunduğundan insana komik gelen bir yanı da vardır küfürün. Özellikle rakip takımlar için tribünlerde hep birlikte uzun uzadıya söylenen ve zaman içinde yeni eklerle çoğaltılan küfürlü tezahüratlar buna örnektir... “Çıktım taşın üstüne...”, “Kabotaj bayramında...” vb... Bu tezahüratlar komiklik gerekçesiyle iğrenç küfürlerle doldurulurken taraftar aynı tezahüratı karşı taraf okurken ‘özne’nin kendi takımı/kendi olacağını aklının ucundan bile geçirmez. Çünkü küfürlü tezahüratta sadece takım adı ya da simgesi geçer. ‘Kartal’, ‘kanarya’, ‘cimbom’ vs... Tezahüratta özne gizli, cisimsiz, şekilsiz olduğu için küfür de ‘kabul edilebilir’ bulunur. Bu durum da ‘çarpıtılmış bilinç’e örnek gösterilebilir. Küfürsüz marşlar arasında uzun ömürlü olanlar da yok değil. Bunlar rakibe karşı değil takımı övmek üzere yapılan ‘beste’lerdir.

Elbette özendirmemek, karşı dil geliştirmekten vazgeçmemek de önemli...

13


BELESTEPE

“Dört sene üst üste şampiyon olduk”, “Gücüne güç katmaya geldik” vd... Yani küfürsüz slogan bulmak gibi bir sıkıntı olduğunu düşünmüyorum tribünlerde. Ancak kazanma baskısı, yaşamdaki olumsuzluklar gibi nedenler stadyuma gidenleri öyle ya da böyle avuçlarına alıyor ne yazık ki... Arat Saadetyan: Ezilenler rahatlamak için küfür ediyor. Yönetici ya da karar verenler, futbolcular neden küfür ediyor? Cem Dizdar: ‘Rahatlamak’ için değil ‘itiraz’ için küfür ediliyor diye düşünüyorum. İtiraz için dönüştürücü dil ya da araçlara sahip olamadığından bu yola giriyor birey. Futboldaki küfür de ‘öğrenilmiş bir şey’. Çoğu taraftar, sanki hakeme ya da futbolculara küfür etmezse maça gitmediğini, takımı tutmadığını/ sevmediğini/savunmadığını düşünecek(ler) gibi davranıyor. Bu algı da onu olumsuzluğa nefer yapıyor!. Beri yandan futbolda sürekli ‘adalet yok’, ‘hakkımız yendi’ türünden sloganlarla karşılaşan özellikle genç taraftarda gelecek maçlara dönük bir önlem de küfür. Sanırım böylece takımının hegemonyasını yaygınlaştırdığını da düşünüyor alttan altta.

alakalı çevreyle ilgili geniş bir okuma yaptım. Şöyle söylüyor orada: ‘’Medyada şiddet üzerine yapılan en sistematik nicel çalışmalar, şiddet vakalarının sıklığının toplam programlarla bağlantılı olarak değerlendirilebildiği yer olan televizyon üzerine yürütülenlerdir. Medyada şiddet alanında yaygara koparanlardan bazıları, bir gencin 18 yaşına gelene kadar 200,000 simülasyon şiddet hareketi ve 16,000 öldürme sahnesi gördüğünü iddia etmektedir.’’ Gerek televizyon programlarındaki, gerek saha içi-dışı şiddet ve nefret söylemlerini en aza nasıl indirgeyeceğiz? Toplum buna hazır değil, gibi görünüyor. Bunu en aza indirgeyerek şekillendirmemiz gerekmiyor mu oysa tırmandırmak yerine? Cem Dizdar: Kısa vadede çözüm varmış gibi durmuyor. ‘Oyun’u normalleştirmeye başladığımızda çevresindeki olumsuzluklar da normalleşmeye başlar. Ne var ki, oyunu yöneten muktedirler bilerek ya da bilmeyerek oyunu şimdiki düzensizliğinde tutmayı başarıyorlar! Bu da şikayet ettiğimiz her tür olumsuzluğu yeniden üretiyor. İşe küfürden değil, yönetici ve yönetim mekanizmalarının değişimini talep etmekten başlamak gerekiyor.

Arat Saadetyan: Futbolda küfrü ortadan kaldırKerim Akbaş: Abi senin önerilerinden David Trend’in Medyada Şiddet Efsanesi isimli muhteşem mak gerçekçi bir hedef mi? Küfürsüz bir tribün hayal çalışmasını okuduktan sonra, o kitapla ve konusuyla edebiliyor musunuz?

14


FUTBOLUN EDEBİYATI

Cem Dizdar: Bu ‘küfür’ sorununa fazla takılı gördüm sizleri. Küfür meselesi futbolun diğer sorunları yanında çözümü en kolaylardan biri! Bir alandaki toplu dönüşüm çevresindeki her şeyi de dönüştürmeye başlar. Küfür de buna dahil...

Cem Dizdar: ‘Muhafazakar’lık sanki soruda olumlu bir durum gibi kullanılmış! Eğer toplum muhafazakar olarak algılanıyor/tanımlanıyorsa ve ortalık küfürden geçilmiyorsa yanıt da sorunun içinde gizlidir zaten, değil mi?

Arat Saadetyan: Bugüne kadar duyduğunuz en Bizim tribünlerdeki ‘sınıf algısı’ndan söz edecek ilginç küfürlü tezahürat, tribünde sizin tanıklık et- kadar tribünleri tanıdığımı iddia edemem. En azıntiğiniz başınıza gelen küfür vakaları neler? Tribün dan böyle bir gözlemim, araştırmam, anketim yok küfürleri kategorilere ayrılırsa karşımızda nasıl bir elimde... seyirci buluruz? Arat Saadetyan: Küfür eden tribün mü iyidir, suCem Dizdar: Çok var ama adını zikretmeye değ- san tribün mü? Tribünler ya susuyor, ya küfür ediyor mez. Böyle yaparsak aslında itiraz ettiğimiz şeyi alt- sanki… tan alta yeniden üretmiş oluruz. Cem Dizdar: İkisinden birini seçmek zorunda Arat Saadetyan: Tribündeki küfür durumuna bamıyım? İkisi de olmasa, olmaz mı? Ben küfür etmekarsak bizim ruh halimiz nedir? den, coşkuyla tezahürat eden birçok tribünde maç Cem Dizdar: Kendi adıma konuşmam gerekir- izlediğimi hatırlıyorum. se elimden bir şey gelmediği için biraz sinirli, biraz Kerim Akbaş: “Medya, insanları içinde yaşadıkları kızgınım bu küfürlü tezahürat konusunda. Ancak kabalaştırılmamış, içinde melodi ve ölçülü mizah ba- adaletsiz dünyayı sorgulamaya sevk edecek bir sessizlik rındıran küfürlü tezahüratı duyduğunda da hafiften kalmasın diye, uyduruk ve geçici şeylerle dikkat dağıtıyor.’’ John Berger, son kitabı Hoşbeş’te söylüyor. gülümseyenlerden biriyim... Bu cümle bize hiç yabancı değil. Medyanın bugünü Arat Saadetyan: Muhafazakâr bir toplumuz ama hakkında ne düşünüyorsun abi? tribünlerde ve hayatın içinde eril ve cinsiyetçi küfüCem Dizdar: John abinin sözünün üzerine söz rün sınırı yok. Tribünde sınıflara göre küfürün rengi söylemek beni aşar. Konu John Berger olunca bana değişiyor mu?

15


BELESTEPE

okumak ve anlamaya çalışmak düşer! O saptamayı bizim ülke ya da dünyaya yeniden uyarlamaya da gerek yok zaten. Bu kadar insan John Berger olmadan benzer şeyleri söylüyorsa durum küresel ölçekte apaçık ortadadır.

Arat Saadetyan: “Futbol bir mutluluk oyunu” cümlesinden ilerlemek istiyorum. Beşiktaş Futbol takımı, iki sezondur taraftarını fazlasıyla mutlu ediyor. Burada Fikret Orman yönetiminin hakkını vermek gerekiyor. Bu başarıda zorunluluktan da olsa dört yıl önce başlatılan yeniden yapılanmanın önemli rolü Kerim Akbaş: Yine John Berger: “Her türlü ütopvar. Yarım yamalak da olsa bu yeniden yapılanma ya vizyonunda mutluluk mecburidir. Bu da gerçekhali fark yarattı. Bu bize bir şeyler anlatıyor sanki. te elde edilemeyeceği anlamına gelir. Onların ütopya mantığı içinde şefkat bir zaaftır. Ütopyalar şimdiden Cem Dizdar: Beşiktaş söz konusu olduğunda bir nefret eder. Umudun yerine Dogma koyarlar. Dogmalar ‘yapılanmadan’ söz edilebilir mi, emin değilim. Takıtaşa kazınmıştır; hâlbuki umutlar bir mum alevi gibi mın yaş ortalaması 30’a yaklaşmışken bu fazla iddialı kırpışır.’’ Futbol söz konusu olduğunda Avrupa’da ba- bir belirleme olur. Ama bir şeylerin değiştiği de muşarı diye adlandırdığımız şeyler kimilerine göre bir hakkak. Beşiktaş’ta da durumun diğer takımlardan ütopyaya dönüştü. Ulaşılamayacak bir ütopya ve on- farklı olmadığı kanaatindeyim. Artık ülkemizde maçlar bu ‘’mutluluk oyununu’’ oraya şartlandırdı. Tek lara ‘’Kazanacaksak’’ gidiliyor. Beşiktaş’taki fark biraz gerçek kıstas başarı, tek mutluluk kupa, tek ütopya da rakiplerinden önce ‘batağa saplanma’nın avantajı yıldızlara dönüştü. Futboldan zevk almak ve futbolu oldu. Fark ediliyorsa önemli iki rakibi Fenerbahçe ve bir ‘’mutluluk oyunu’’ olarak okumak günümüzde, Galatasaray iki sezondur ciddi mali kıskaçlar altında. en azından kendi kuşağım için söyleyeyim, unutul- Beşiktaş bu periyodu doğru bir teknik adamı takıdu. Bunu kırabilecek miyiz, yoksa bu uçurum daha mın başına getirerek ve borçları ‘yapılandırarak’ hayli da mı büyüyecek? avantajlı geçiyor. Yine de yakın gelecekte yeni mali zorluklar açısından kulüpten iyi sinyaller gelmiyor. Cem Dizdar: Uğraşmadan hiçbir şey yapılamaz. Burayı da göz ardı etmemek gerek. Bunları duymak Uğraşırsak olur. Yazıp okumadan, okuyup yorumlainsanların hoşuna gitmiyor ama “gözümüzdeki kıymadan, yorumlayıp değiştirmeye çalışmaktan gayrı mık en iyi büyüteçtir.” elimizde, en azından benim bildiğim, bir aracımız yok! Zevk almadığımız, alamadığımız hiçbir şeyi geKerim Akbaş: Efsane Kapalı tribünü yeni stadyuliştiremeyiz. ‘Oyun’ şimdilik bizim açımızdan vahim mun da gelişiyle önce Passolig, sonra mimari açıdan bir seviyede görünüyor ama bugün burada itiraz ede- şimdiden inanılmaz özlediğimiz bir şeye dönüştü. Bu rek pekala gelecek için bir şeyler inşa edebiliriz. Aksi, arada tribün de dönüştü. Çoğu eski tadı olmadığınyani “değiştirmeye gayret etmeden böylece devam et- dan dem vuruyor... Ben örneğin, inat ettim, Passolig mek” zaten benim anladığım futbola da uymaz! almıyorum, dolayısıyla içim kaynıyor hala... Passo-

16


FUTBOLUN EDEBİYATI

lig’im olmadığı için statta Avrupa maçlarını dahi bu ne kadar böyle gider, kestirmek benim açımdan izleyemiyorum. Orada olamamayı kaldıramadığım zor... zamanlar oluyor, genelde kaldıramıyorum. Ne yapaArat Saadetyan: Yeni bir stat ihtiyacının en bücağız? Tribünlere ne oluyor Cem abi, ne olacak? yük nedeni olarak yeni gelir kaynaklarının yaratılmaCem Dizdar: Sorun tek başına Passolig değil diye sı gösteriliyordu oysa stadın bitmesiyle birlikte Bedüşünüyorum. Passolig’in hukuken Avrupa kupala- şiktaş Yıldırım Demirören döneminin 3 katı borca rında geçerli olmaması gerekir ama ülkemiz bir ‘oldu ulaşmış gözüküyor. bitti’ ülkesi ve bu tür olumsuzluklara itiraz eden saCem Dizdar: Bu sorunun yanıtı da üç soru önyısı ciddi anlamda düştü. Gözle görülür bir kabulceki yanıt da var. Mesele ‘borç’ olduğu kadar gelir lenmişlik söz konusu. Doğrusu benim bir çözümüm yok. Ama tribünler söz konusu olduğunda şunu kalemlerinin nerelere harcandığının takibi ve bazı biliyorum: “Bugün bana yarın sana.” Şampiyonluk ‘para kara delikleri’. Ülke futbolunun yönetim biçiyarışında gerideysen maça giden sayın da azalır... Bu mi tüm bunları denetleyecek şeffaflıktan her kademe hayli uzak... tamamen oyunun ‘yeni tarifi’ ile ilgili bir durum. Kerim Akbaş: Futbola harcanan uçuk miktarlar sadece transferler için, altyapılarda ne yazık ki hiçbir hareketlilik yok. Bu sistem böyle de devam edecek gibi görünüyor. Yabancı kuralı, tekrar yerliye dönelim söylentileri... Ne oluyor, bir sakin olun, diyesi geliyor insanın. Nedir abi tüm bu curcuna? Kendimizi Cem Dizdar: Bence var. O stadyum, içeriye giren her maç oyuna ikinci yarı girip, her maç PFDK’ya insanların afiyetle eğlenmelerine izin vermeyenlerce sevk edilen altyapıdan yetişme topçu gibi hissediyoyönetiliyor. Maç önü ve arası insanlar biraz da arka ruz. koridorlara yani alışveriş alanlarına doluşsun diye gümbür gümbür, kulakları sağır edercesine müzik Cem Dizdar: Dediğim gibi, bunlar her düzeydeki basılıyor içeri. Eğlenmek, kendi sesini duymak, teza- yetersiz yönetimlerle ilgili sıkıntılar ve futbolun sık hürat kurgulamak ve ona eşlik etmek imkansız hale sık tekrarlanan, ‘yapısal sorunları’. Çözüm için gegetiriliyor. İstiyorlar ki, “Paranı ver kuzu kuzu maçını rekli düşünsel atmosferin oluşturulması için elimizizle”. Çoğu insan da böyle yapıyor zaten! Çoğu açı- den, aklımızdan geleni yapabilmeliyiz. Yoksa zaten sından “Alan razı satan razı” durumu yani... Ancak sorunları yaratanlardan çözüm beklemek tuhaf olur. Arat Saadetyan: Çarşı, Beşiktaş tribünlerinin en büyük dinamiği, Vodafone Arena ile birlikte biraz geri plana düşmüş gibi duruyor. Eski coşkularını hissettiremiyorlar sanki? Vodafone Arena‘nın etkisi var mı bunda?

17


BELESTEPE

UEFA’yı Alacağız Diye Vefayı Vermeyelim Sinan Yılmaz

... Dürüst, düz, net bir insandı Vedat Okyar. Beşiktaşlılık belki de en çok ona yakışırdı. “Güzel insan” lakabı boşuna takılmadı ona.

K

im söyledi hatırlamıyorum, ama şöyle bir şeydi; “En büyük hatanız, bir Beşiktaşlıyı laf sokarak üzeceğinizi zannetmek. Sizin trajedi dediğiniz şeyleri biz rakıya buz diye koyuyoruz.” Muhtemelen 6-0 yenildiğimiz Kiev maçından sonraydı. Üzerine düşünmek, konuşmak gerek. Konuşacağız... Geçenlerde bir arkadaşım, ailesinin tamamı başka bir takımı destekleyen 8-10 yaşındaki yeğeninin, “Ben Beşiktaşlıyım” deyip ailesine resti çektiğinden bahsetmişti. “3-5 sene önce olsa, yazık çocuğa derdim ama artık iyi ki Beşiktaşlı olmuş diyorum” dedim. Öyle değil miydi ama, neler gördük, yaşadık. Son dakika golleri, mağlubiyetleri, kaçan şampiyonlukları, kalbimizi durduran karambolleri, 2-0 öndeyken üstelik rakip 10 kişi kalmışken puan kaybettiğimiz maçları da görmedik mi? Üzerimize oynanan oyunları, haksızlıkları, kırmızı kartları, verilmeyen penaltıları... Ondan değil miydi ‘şerefli ikincilikler’ tanımı? Her defasında “Sevinmek için sevmedik” deyip, “Aldırma

18

kartal aldırma” deyip göreceğimiz güzel günleri hayal ettik, motorları maviliklere süreceğimiz... Ve mavilik göründü. Önce stat bitti, sonra şampiyonluk geldi. Kiev’de talihsizlikler peşimizi bırakmadı, şampiyonlar liginden elendik ama ben çok da üzülmedim açıkçası. Zira, işte UEFA kupasında bence final bile göründü... Güzel oynayan, kazanmayı bilen, oyunu tutan bir takım var artık. Son dakikalarda öndeyken bile, içimizde bir kuşku olurdu eskiden, şimdiyse 3-0 gerideyken, 4-3 kazanacağımıza inandıran bir takım var. İyi ki var... İyi ki var da, oralardan buralara gelen takım, feda sezonları geçiren takım neleri feda etti, etti mi ya da? Biz taraftarlar trajediyi çoğu zaman rakımıza buz diye koyduk, “Canın sağ olsun Beşiktaş’ım” demesini bildik, Beşiktaş için ter döken herkesi kucakladık, sahiplendik hatalarıyla beraber. 30 liralık feda tişörtü alabilmek için 5 km’lik yolu yürüyerek gittik, biriktirdiğimiz yol parası ile aldık tişörtleri ama acaba eksik bir şeyler de yaptık mı? Öyle ya,


FUTBOLUN EDEBİYATI

Çok eskiye değil, Deli İbo’nun kulüpten ayrılmasına gidelim. Bence kırılma anı orasıydı... Cefa çekmeyi biliyoruz ama vefa duygusunu kayıp mı ettik? Ki yanılmıyorsam Deli İbo’nun hala kulüpten alacağı var, istemediği... Takımımız elbette endüstriyel futbolun içinde, elbette bu sektörde sermaye, faşizm, ırkçılık, cinsiyetçilik, türcülük, homofobi almış başını gitmiş. Bu gerçekler bir kenarda dursun; bizler tam da bu yüzden, bu gerçeklerin ortasında Beşiktaşlı duruşundan bahsediyoruz.

Yeni stadımızda, tribünlere efsanelerimizin isimleri verildi, biliyorsunuz. Şeref Bey, Hakkı Yeten, Vedat Okyar gibi... Yani şöyle bir düşününce, dışarıdan bakılınca vefa örneği gibi duruyor. Oysa işin aslı öyle mi bir bakalım.

Şeref Bey’den Baba Hakkı’ya, Baba Hakkı’dan Süleyman Seba’ya, Seba’dan Vedat Ağbi’ye ve bizlere miras kalan duruştan bahsediyoruz.

Yıllarca emek verdi Beşiktaş’a. Kulübümüz de sağ olsun ismini vermiş bir tribüne. Ama gelin görün ki stadın açılışına, ismini tribüne verdikleri Vedat Okyar’ın ailesi çağrıldı mı? Ben söyleyeyim; çağrılmadı... Ki Vedat Ağbi’nin oğlu Suat Okyar, aynı zamanda 19 yaş altı kadın milli takımının da teknik direktörlüğünü yapıyor hala. Tüm zorluklara rağmen...

Seba’nın ‘şerefli ikincilikler’ sözü bu duruştan değil midir? Daha birkaç gün önce attığı bir tweetten dolayı işinden edilen Rıdvan Akar var. Kişisel olarak doğru bulmasam da yazdıklarını, Rıdvan Akar Beşiktaş’ın evladıdır. Bir tweet yüzünden işinden edilmesi kabul edilemez. Sevgili Özcan Sapan sormuştu geçenlerde; “Beşiktaş kendi evlatlarını yiyen bir canavar mı?” Olmasın... “Üzerimde Beşiktaş forması varken yalan mı söyleyecektim?” diyen Vedat Okyar’la son mu buldu bu duygu? Bulmasın...

Ne olursa olsun doğru bildiğini içinden geldiği gibi konuşan, dürüst, düz, net bir insandı Vedat Okyar. Beşiktaşlılık belki de en çok ona yakışırdı. “Güzel insan” lakabı boşuna takılmadı ona.

Şampiyonluklar, başarılar, kupalar çok güzel, amenna. Ama eksik bir şey var, daha doğrusu bir şeyler eksiliyor bizde, farkında mısınız? Ben vefanın eksildiğini düşünüyorum. Üzülüyorum ve sanırım elimden de bir şey gelmiyor. UEFA’yı alacağız diye vefayı vermeyelim.

19


BELESTEPE

Gülüşü güzel olandan korkulmaz... Zeynep Nadir

- Abi hangi takımı tutuyorsun? - Gençlerbirliği. - Abi asıl takımın ne? - Gençlerbirliği - !!!”

Yıllarca bu diyaloglara muhatap olmasına ragmen, hiçbir zaman bu duruma bozulmayan, aksine, karşısındakine neden yaşadığı kentin takımına taraftar olunması gerektiğini usul usul, bıkmadan usanmadan anlatan biriydi Ural. Hiç futbol izlemeyen bir kadını, beni bile, ‘eş durumundan Gençlerli’ vasfından kendiliğinden çıkarmış, Alkaralar’a gönülden bağlı olmama önayak olmuştu. Bunu yaparken, sadece taraftarlığını gözlemlemeniz yeterliydi, bir süre sonra, Gençler’in maçını kendiliğinden kaydeder olmaya başladım; üyelik aidatlarının zamanını kaçırmamasını gerektiğini hatırlatan, “Çocuklara forma yaptıralım”, “Arabaya koltuk için forma yaptıralım,” diyen birine dönüştüm. Kendisi gibi benim de Alkaralar poları olmadan eksik hissettiğimi, “Antep deplasmanı ne zamandı?” demeye başladığımı farkettim, Deplasmanlar bizim için yaşamımızın en keyifli zamanlarıydı, 1 dakika fazla uyumak için her yolu deneyen Ural, deplasman yolculukları öncesi, herkesten önce kalkar, bardak termosuna kahvesini hazırlar, yol için sevdiği CD’leri hazırlardı ve yola çıkardık. Yol boyu nereler gezilir, görülür önceden fizibilite çıkarmış olurdu zaten, yolculuklarımızda Alkaralar’dan yakın dostlarımız da olurdu genelde, yaşamımın en güzel yolculuklarıydı, zamanla deplasman yollarımıza kızlarımız da katıldı. Gittiğimiz her deplasmanda rakip takımın taraftarları o kadar güzel ağırlardı ki bizi! Öyle ki, Ordu deplasmanında, önce onları taa Ankara’dan, sadece o maç için oraya geldiğimize ikna etmemiz

20

gerekmişti, -çok inanılmaz gelmişti onlara- sonra, misafir tribünü, çay, simit, su, döner ikramlarıyla donatılıp, üstüne başka bir ihtiyacımız olup olmadığı bile sorulmuştu. Atkı değiş tokuşu olmazsa olmazımızdı. Ural, Sol taraftar gruplarının atkı koleksiyonunu yapmaya başladığında ilk başta ne kadar atkı olabilir ki demiştim ancak, dört raftan oluşan büyük bir dolaba bile sığmaz olunca, kendi katkımı da anımsadım, yine farketmeden, iş için gittiğim illerden Ural’a atkı aldığımı, arkadaşlarıma atkı siparişi verdiğimi farkettim, Kıtalararası uzaklıkta eski bir Gençlerbirliği emektarı olan Rafi Abi’nin varlığını öğrenip yaşadığımız heyacan ve onunla bir araya gelme çabamız aslında salt futbol sevgisi değildi. Bir yerlerde bizim gibi olan, sarılsak saatlerce ağlayıp güleceğimiz, konuşacağımız dostlarımız olduğunu bilmek ve onları çoğaltmaktı aslında. Ural’ın yaşamdaki duruşu, etik değerlere bağlılığı, sadece aile, iş ve özel yaşamına değil, futbol sevgisine de yol göstermışti. ‘Tribün kültürü’ çok özel ve korunması gereken bir değerdi bizim için, küfür edilmezdi, hele hele rakip takımın taraftarına, asla! Tribün, yaşamın bir kesitiydi, evlenen, boşanan, çocuk sahibi olan, yitirilenler; Hamdi Abi, Ali Kitapçı, Elvin Buğra Arslan ve niceleri, cismi değilse de ismiyle orada olurdu. Ve çekirdek çitlerken bir yandan maçı izleyip, bir yandan sohbet ederek kendimizi sağalttımız anlar... Maç sonrası toplanıp bira içmeye gitmek, kızlar doğduktan sonra daha az dahil olsak da arayı kapatmak için evde biramızı yudumlaya devam ettik hep... Ural’ı kaybettiğim gün, aklımdan geçen tek şey O’nun Alkaralar ve Gençlerbirliği atkıları, formalarıyla uğurlanmasını istediğimdi, burnu-


FUTBOLUN EDEBİYATI

mun ucunu göremediğim halde istediğim tek şey buydu. Tribün arkadaşlarımız zamanla dostlarımız olmuştu zaten, uğurlama sırasında yine Gençlerli dostlarımız yanımızdaydı, Ural’ı onlar da omuzladı, Ural’ın devrimci kimliği, uğurlamayı öyle bir hale getirdi ki, sosyal, mesleki, akademik ya da özel çevresinin yanı sıra futbola dair yüreklerine dokunduğu, yüreğine dokunan herkes oradaydı, Forza Livorno, Adana Demirsor ve daha niceleri... Ural için yapılan kırmızı-siyah pankarta herkesin eli değdi, Beleştepe, polisin tribünde açtırmadığı pankartı ayrıca omuzladı, Gümüşlükspor, DevAds Ural için pankart açtı; futbol asla futbol değildi, evet, Berkin Elvan adına açtırılmayan pankart için biz ne yaptıysak, başka tribünler bugün Ural

için aynı duyarlılığı gösterdi. Şimdi Ural’la biriktirdiğimiz anılara, deplasmanlara, yaşamın kalanına, kızlarımızla, kırmızı-siyah tezahüratlarıyla, omzumuzda Alkaralar keçisiyle, yine elele, yine aynı tribün kültürüyle, ama bir yanımız hep eksik kalarak devam edeceğiz. Biliyoruz ki yalnız değiliz. Dünyanın dört bir yanından, farkli tribünlerden dostlarımız var, çoğalarak, türküler söyleyerek, içtiğimiz her rakıda o muhteşem gülüşünü anarak yaşamak ağrısı kalsa da bize... İyi ki var oldun Ural’ım, iyi ki sevdik birbirimizi, biz birini bulmadık yaşamda, birbirimizi bulduk, daha ne isterim ?... DİP NOT: Cesaretimi topladığım bir gün, Ahmet Kaya’yı alıp, Eymir’de bira içeceğim senin için, can’ımın içi...

21


BELESTEPE

Taraftarlık Üzerine Anti-Tezler Vedat Altun

Ben tribündeki taraftarlara baktığımda, gözlerinde sıkışmışlığın, ezilmişliğin izi olan onlarca işsiz görüyorum. ‘Aslında birleşirsek her şey ne kadar da kolay olabiliyormuş’ diyen bir gençlik görüyorum, paylaşmanın ne olduğunu tribündeki merdiven basamaklarında öğrenenleri görüyorum.

Futbol sadece futbol değildir; futbol alemi politikanın, zamanın ruhunun, toplumsal eğiliminin parlak bir aynasıdır. Tersi de var; dünyaya, hayata, insanlık hallerine bakmayı bilmeyenin, sahada olup bitenlere dair anlayışı ve bunlardan aldığı haz kıt olur”. Tanıl Bora, böyle yazıyordu “Takımdan ayrı düz koşu” kitabında. “İnsanlık hallerine bakmayı bilmeyenin...” ne güzel bir açıklamadır aslen. Tribünde ya da evimde oturup maç izlerken ve karşımdaki iki takım da benim tuttuğum takım değilken seçim yapmakta çok zorlanmam. Hangisi daha gariban ise onu tutarım. Garip de olsa bu hep böyle olur. Öyle ki; gariban takım demokratikleşmeden, özgürlükten nasibinin almamış bir ülkenin, bir şehrin takımı olsa bile. Karşıdaki takım Avrupa’nın en demokratik, en sosyal, en fazla hukukun üstünlüğünün olduğu bir şehrin, ülkenin takımı olsa da ben diğer takımda hep sokak aralarında ayakları çıplak top peşinde koşan sokak çocuklarını görürüm. Bilirim ki o topçular sıcak antrenman odalarından, disiplinli bir eğitimden, bilimin ve fiziğin kuralları üzerine kurulu bir antrenman anlayışından, her sahaya çıkarken giyilen temiz krampon ve kıyafetlerden nasibini almamıştır. Onlar formasız, ayakkabısız sokaklardan çıkıp gelmişlerdir buraya. Yüzlerindeki hırs sadece başarının değil, geçmişin yaşanmışlığının izidir. Taraftarlık meselesine gelirsek, taraftarlık üzerine en fazla yapılan eleştirilerden birisi sol cenahtan

22

gelir ve aslında çok da nettir söylenen; Taraftarlık gericidir, insanı uyutur, apolitize eder, aptallaştırır... Aslında uyutan, aptallaştıran, apolitize eden taraftarlık değil kapitalist düzendir. Taraftarlık, şimdiye kadar insanların düzene angaje olması için yarattığı pek çok silah ya da araçtan birisi olabilir. Ancak bu taraftarlık mevzusunu tek başına tu kaka görmek anlamına gelmemelidir. Kapitalist düzenin elinde taraftarlık dışında başka uyutma ve apolitize etme araçları da vardır. Örneğin medya da düzenin elindeki en güçlü apolitikleştirme ve uyutma araçlarından birisidir. Ancak bu gerçeği görmezden gelerek, medyayı tamamen düzenin eline teslim ederek, alternatif medya araçları yaratmadan verilecek mücadelenin başarıya ulaşması da güçleşir. Taraftarlık tam medya örneği ile örtüşmese bile nasıl bakmamız gerektiğini dair bir bakış açısı sunmaktadır bize. Nasıl ki düzenin tersine dönecek ve halktan yana olacak bir medya, mücadele damarlarına daha fazla kan akıtacak ise yine gücünü halktan alan taraftarlık da silahı tersine döndürdüğünde düzen için hiç de hoş olmayan fırsatlar ortaya çıkaracaktır. Haziran direnişi ile bunun ne kadar güçlü olabileceğini görmüş olduk. Sonuç olarak taraftarlıktan gericilik çıkmaz, en fazla düzenin yetiştirdiği gericiler kendilerini bu alanda var etmeye çalışırlar. Yine en fazla söylenen tezlerin başında; taraftarlığın bir lümpen kültür, toplumda dışlanmışların kendilerini ifade ettiği yer olduğu savunulur


FUTBOLUN EDEBİYATI

Taraftarlığı tek başına bir kalıp altına sokmak tabi ki zordur. Homojen bir yapıdan bahsetmiyoruz. İçerisinde her açıdan farklı etnik, dini ve sınıfsal kimlikleri barındıran bir toplam söz konusudur. Lümpenlikten bahsedenlerin nasıl bir azınlıktan bahsettiğini az çok tahmin edebiliyoruz. Ancak taraftar dediğimiz toplamın içerisinde işsizinden asgari ücret ile geçinen işçisine, üniversite öğrencisinden memuruna kadar herkesi bulabiliriz. Lümpen kültür deniliyor; çünkü küfür var, darp var, hakaret var, cinsiyetçilik var, yeri geliyor bıçak var, kan var. Bazı zamanlarda azınlık da değil, herkesi içine alabilecek kadar çoğunluk da var. Önce çok değil 20 sene öncesine gidelim, gözlerimize getirelim yan yana oturan şu anki yaratılmaya çalışılan tabir ile iki düşman takım taraftarlarını, farklı takım formaları ile stadyuma birlikte giden taraftarları, küfretmeyen, hakaret etmeyen sahaya sadece konfeti atan taraftarları. Sonra 2013 Haziran’ına dönelim, ayrı takım formaları ile barikatın

arkasında göğüslerini siper eden taraftarları görelim. Taraftarlık nasıl görmek istiyor isek bir yerden sonra öyledir. Kötü olarak yaftalarsan, altını dolduracak onlarca neden bulursun. Lümpen olarak bu kültürü yaftalamak her ne kadar başka açılardan anlam kazansa da, taraf olmayı becerebilen ve en azından hayatın bir köşesinde kalmaktansa bir tarafta kalmayı tercih eden insanlar için fazla cüretli bir laftır. Yine dillendirilen diğer tezlerden birisi; taraftarın her türlüsünün holigan olduğudur. Holigan zaten kelime anlamı ile sadece taraftarlığa içkin bir kelimedir. TDK sözlüğünde de aynen şu şekilde yazmaktadır; “Özellikle futbolda fanatizmi besleyen, aşırı davranışlarda bulunan ve çevreye zarar vermeye eğilimli taraftar”. Tabii ki bunun sahiplenilmesi, “böyledir ama bir de şu tarafı vardır” denmesi anlamsızdır ve hatta tartışmaya bile gerek olmayacak bir şeydir. Ancak taraftarlığı tamamı ile bununla suçlamak da pek hakkaniyetli değildir.

23


BELESTEPE

Ben tribündeki taraftarlara baktığımda, gözlerinde sıkışmışlığın, ezilmişliğin izi olan onlarca işsiz görüyorum. ‘Aslında birleşirsek her şey ne kadar da kolay olabiliyormuş’ diyen bir gençlik görüyorum, paylaşmanın ne olduğunu tribündeki merdiven basamaklarında öğrenenleri görüyorum. Taraf olmayı becerebilmiş, hayattan kopmamış, hayatının içine renk katmış öğrenciler, memurlar görüyorum. Bu yüzden düzene teslim edilmeyecek kadar değerli bir alan burası. Sırtımızı dönmeyelim, taraftardır kolay kolay unutmaz, benden söylemesi! Maradona Tanrı’nın eli dediği golü attığı maçta bir de o en ünlü 8 kişiyi ipe dizerek golü atmıştı, aynı maçta. Bu maçtan yıllar önce İngiltere, Güney Amerika’da bulunan Falkland adaları için sömürücü ve savaşçı bir politika izlemiş, Güney Amerika’da Thatcher’ın yaptığı bu alçaklığa büyük tepki doğmuştu. İşte bu müdahaleden sonra yapılan bir Arjantin – İngiltere maçı idi bu. Kafalarda eminim ki hala o izler vardı. Tanrı, İngiltere’nin yaptığı alçaklığa pirim vermemek için mi o golü Maradona’ya attırdı bilemem. Ama burası yeşil sa-

24

hadır. Dünyanın her yerinde eşitsizlik, adaletsizlik, sömürü her geçen gün artarak devam etmektedir. Ancak milyonların umudunu ve hayallerini kitledikleri 90 dakikada her iki taraf da eşittir. Güçlü ve güçsüz ülkeye göre değil, oynayan futbolculara göre, takımın fiziksel ve teknik kapasitesine göre belirlenir. Haklı ve haksız yoktur, kazanan ve kaybeden vardır. Her ne kadar futbol adaletsizdir deseler de, şartlar hep eşittir. Ve dünyanın en büyük eşit ve adil mücadelelerinden birisi o 90 dakikada verilir. Bu yüzden ne yukarıdaki maçı ne de Irak’ın ABD’yi 2-1 yendiği maçı unutamam. Demem o ki, burası futbol sahası. Sadece tribündeki taraftarlarda değil, sahadaki oyunda da bir eşitlik var. Bu eşitlik içinde oynadığımızı bildiğimiz için maçta verilen her türlü adaletsiz karara karşı sesimizi yükseltiriz. Bu dünya, bu ülke bu kadar adaletsizken sesimiz çıkmamışken, taraftarlar tribünde hep adalet arayışında idi. Bu yüzden de adalet ve eşitlik mücadelemizde onların yeri her zaman olmalıdır. Yeter ki düzen tarafından kirletilmelerine izin vermeyelim.


Kara basma iz olur

FUTBOLUN EDEBİYATI

Elif Çongur

B

en Beşiktaşlı Amca’yı daha önce anlattım aslında. Anlattım ama doyamadım. Yetmedi. Bitmedi. Geçmedi bende bıraktığı iz. Bir kez de burada size anlatmak istedim.

Doğduğum yerde durmadan, durduğum yerde kalmadan, hiçbir ders yılına aynı okulda başlamadan geçti çocukluğum. Küçük kasabalar. Küçük okullar. Küçük dünya. Annemle babamın dediğine göre, babamın artık Ankara’da çalışacak olması çok iyi olmuştu çok. Ne biçim özlemişlerdi. Ne kadar uzun sürmüştü Ankara hasreti. Benim için de çok iyi olacaktı, daha iyi eğitim alacaktım, istersem istediğim sporu bile yapacaktım. Aman zaten bana neydi. Yeni yer yeni arkadaşlar demekti. Ankara da duyduğuma göre çok eğlenceliydi. Fakat okulun uzakta olması diye bi şey duymamıştım. Uzak ne onu da duymamıştım zaten. Benim bildiğim hayat; ev, kantin, lokal, okuldan ibaretti ve hepsini şöyle bi baktın mı yan yana görmen gerekti. Ev değil apartman, kantin değil market, lokal değil restoran, okul değil ilkokul deniyordu burda. Yan yana filan da değillerdi. Hiç birine yürüyerek gidemiyordun. Uzak buydu demek. İlk gün annem, çok alışık olduğum yabancılığımın elinden tuttu, arabayla götürdü bıraktı okula. Dönüşte öğretmen beni servise götürecekti, öğretecekti nerden bineceğimi, servis dedikleri neyse o beni yarın sabah alacaktı, sonra ben hep o servise binecektim. Annem servis meselesini anladığıma, kocaman okula hayran hayran baktığımı görüp iyi olduğuma emin olunca beni öptü, öğretmene teslim etti gitti. Hiç mevzu değildi. Alışıktım her sene her sene yeni sınıfa girmeye. Öğretmen “Arkadaşımız aramıza yeni katıldı” filan gibi bi şeyler söyledi, kimse oralı olmadı. Yanımdaki kızın gözünün içine baktım baktım, tek laf etmedi. Şu zil bi çalsa iyiydi. Tenefüste sınıftakilerle bahçede oynuyor olacaktım. Geldiğim yerlerde öyle olurdu. Merasimsiz olurdu. Kolay ve çabucak olurdu. Bu defa

öyle olmadı. Bana “Nerden geldin?” filan demiş olmaları gerekiyordu. “Bizimle bahçeye gelsene” demeleri, “Sen de yer misin?” demeleri gerekiyordu. Demediler. Kimse bi şey demedi. Dokunsalar ağlayacaktım, dokunmadılar. Uzak buydu demek. Beslenme saatinde her gün bir veli, sınıf mevcuduna göre yiyecek içecek şeyler getirirmiş, öyleymiş adet, ama ben okula yeni gelmişim, bilemezlermiş, yarından itibaren bana da yemek gelecekmiş. Bi bunu dedi öğretmen. Bi de servis dedikleri şey olduğunu anladığım, tepesinde “Beşiktaşlı Amca Tur” yazan kırmızı minibüsün önünde duran adama “Hadi yeni öğrencimiz size emanet Beşiktaşlı Amca” dedi. Onu da bana demedi zaten. Eve gitmek, hemen eve gitmek, hemen şimdi eve gitmek istiyordum. Gözümün yaşı şurama kadar geliyor, ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum. Evde ağlayacaktım. Ağlaya ağlaya anneme anlatacaktım. Konuşacaktım Ankara’dan taşınacaktık. Hemen yarın taşınacaktık. Bu, bu okula son gelişimdi emindim. Nereye oturmam gerektiğine bakarken “’Kara basma iz olur’ türküsünü biliyor musun?” diye bir

25


BELESTEPE

cümle duydum. Kimse cevap vermedi. “Ayıp etim tabii, önce ismini soralım, sonra türküyü” dedi bu defa o ses. Bana mı diyodu ki. Bana demiyor olma olasılığından çok korktuğum için kafamı kaldırıp bakamıyordum. “Ben Beşiktaşlı Amca” dedi, “Ankaramıza, okulumuza, servisimize hoş geldin. İsmini bi öğrenelim hele”. Bana diyodu galiba. Kesin bana diyodu. İnşallah bana diyodu. Kafamı kaldırdım, hayatımda bu kadar beyaz saç, bu kadar siyah göz görmemiştim. Bana bakıyor, bana diyor, yaşasın bana soruyordu. “Elif ” dedim. “Hoşgeldiiiiin Elif Abla” dedi. Sabahtan beri biriktirdiğim yaşlar gözlerimden boşanıverdi. Çok üzüldükten sonra gelen rahatlama ağlaması. Yalnız değilim ağlaması. Oh be ağlaması. “Bugün muavinim Elif abla, o ne derse o, atla bakalım yan koltuğa” dedi. Motoru çalıştırdı “Kara basma iz olur” diye başlattı türküyü, bütün servis cevap verdi “Güzellerde naz olur.” O gün evine teslim etmek için emanet aldığı o çocuk için çok fazlasını yaptı Beşiktaşlı Amca. Öğretmenin, müdürün, onun bunun görmediğini gördü. Derdimi beş dakikada çözdü. Serviste kim var kim yok tanıştırdı, kaynaştırdı, “Elif Abla, ilk günler misafir sayılır okulda bi saniye yalnız komayacaksınız” dedi. O gün üzerime çöken yaban kederler hemencik dağıldıysa, ertesi sabah o servise koşa koşa bindiysem ve hatta Ankara’yı sevdiysem ondan sebeptir. Beşiktaşlı Amca’dan sebep. Uzak diye bi şey yoktu demek. Onun için çocuklar müşteri değil, emanetti.

26

Yıllarca hiçbir karşılık beklemeden, para mara düşünmeden “Astarı yüzünden pahalıya geliyor bu iş” demeden, hemen her gün serviste paketler dağıttı. Paketlerden bazen leblebi tozu çıktı, bazen pamuk helva, bazen can erik. Ankaralı hatrı sayılır sayıda çocuğun Beşiktaş taraftarı olmasının da sebebi oldu. Beşiktaşlı Amca, o çocuklara Beşiktaş aşkını üfledi. Başka takım tutanlara, mesela bana, sevdiğinin sevdiğini sevmeyi öğretti. Ben bir Fenerbahçeli olarak, Beşiktaş’ı Beşiktaşlı Amca seviyor diye sevdim. Ondan takım tutmanın biraz da birbirini kızdırmaktan, tatlı tatlı itişmekten, yenilen takımla ilgili şakalar yapmaktan duyulan zevkle ilgili olduğunu öğrendim. Bu işin kırmadan dökmeden ötelemeden yapılabileceğini gösteren şahane cümleler duydum. Yıllar sonra, taa üniversite zamanında önce arkadaşım, sonra dostum, sonra kardeşim olan bir kral Beşiktaşlı’yla o serviste yıllarca birlikte okula gittiğimiz ortaya çıktı. Demek ikimiz de Beşiktaşlı Amca’dan öğrenmiştik aşkla sevmeyi, aşkla sevileni akılla anlamaya çalışmamayı, sevdiğinin sevdiğini sevmeyi. O halde bu yazı Beşiktaşlı Amca’ya, onun sayesinde Beşiktaşlı olan Ateş Yalazan’a ve Ateş Yalazan sayesinde Beşiktaşlı olan oğluma da selam çaksın. Çok aradım izini bulamadım Beşiktaşlı Amca’nın. Yaşıyorsa ömrü uzun, gittiyse ruhu şad olsun. Beşiktaşlı Amca kızmasın ama kara basalım bu yazı ondan bir iz olsun.


İşçiler ve Futbol: Birliktelik ve Ayrılık

FUTBOLUN EDEBİYATI

İsmail Sarp Aykurt

... Futbol, kapitalizmin bir payandası haline tam olarak geçmiştir. ...Böyle bir ideolojik kuşatma altında futbol, bugüne kadar geçirdiği evrelerle, piyasalaşmış ve sektörleşmiş bir pazarda, yeni bir şey vaat etmekten oldukça uzaklaşmış durumda. Buna göre de, işçi sınıfına kendi geçmişine sahip çıkıp, geleceğini kazanmaktan başka bir çıkış yolu kalmıyor.

H

er yerde ve çoğu zaman tartışılmıştır futbol ve işçi sınıfının ilişkisi. Kimilerinin hiçbir bağlantı kuramadığı ya da buna yeltenmediği, kimilerinin de hala dimağlarında ‘hayaller’ üretmeye devam ettiği bir çağda yaşamayı sürdürüyoruz. Baştan ilan etmeli, futbolun da ilk ortaya çıktığı dönemlerdeki içeriğinden çok farklı olduğunu, işçi sınıfı/futbol arasındaki sağlam temelli bağlantının retro bir kavram ya da nostaljide sıkıştığını görebiliyoruz. Ancak bu durum, geçmişi sevmeyip reddettiğimizden değil, nesnel koşulları tahlil edebilmemizden kaynaklanıyor. Kemal Okuyan, günümüzde oynanan futbolun gidişatını şu şekilde özetliyor: “Futbolun bir işçi sınıfı oyunu olduğu gerçeği de giderek anlamsızlaşmaktadır.” Çünkü kapitalizmin, tüketim ideolojisinin ve sermaye sınıfının teşvik ettiği, alan açtığı ‘kendime bağlama ve çürütme’ etkisinin sporu ve o sporların en popüleri futbolu tutsak etmemesi imkansızdır. Bu tutsak etme politikasının ilk hedefi de kuşkusuz işçi sınıfıdır. Futbol, birçok kaynakta ilk kökenine dair de-

ğişen ifadeler ile birlikte, sanayi devrimi ile birlikte doğan ve sanayi devrimi ile birlikte yayılan bir geçmişe bağlanmaktadır. Yalçın Küçük, “Futbol bir işçi sınıfı oyunu olarak bilinir. Böyle bilinmesinin haklı gerekçeleri vardır. Futbol ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışı aynı ülkede olmuştur” tespitini yaparken, bu sporun sanayi devrimi icadı olduğunu da işaret etmektedir. Zaten İngiltere’de ilk örgütlenmesini gerçekleştiren işleyim devrimi ve futbol, birçok iş koluna bağlanan futbol kulüplerini de doğurmuş, diğer ülkelere de bunu, hem demiryolları hem de ‘yayılmacılık’ vasıtasıyla taşımışlardır. Örnek vermek gerekirse, bıçak üreticilerinin takımının Sheffield, Thames Demir İşletmeleri’nin West Ham United, dokuma iş kolunun Manchester United ya da o dönemler Woolwich’de bulunan Kraliyet Silah ve Cephane Fabrikası’nın takımının Arsenal vb. olması işçi sınıfının futbol ve kulüpler üzerindeki geniş etkisini özetlemektedir. Bu, sadece Britanya coğrafyasında yığılmış bir olgu da değildir. İspanya’da Atletico Madrid, Almanya’da Ruhr derbisinin iki takımı Schalke ve Dortmund, Çek coğrafyasında Sparta Prag, Avusturya’da kurulan ve uğradığı baskı sonucu adını ‘Birinci Viyana İşçi Futbol Kulübü’nden Rapid

27


BELESTEPE

Wien’e dönüştüren, geniş ölçekli bir işçi spor ve futbol örgütlenmesinin somut örnekleri bulunmaktadır.

futbol piyasası, hem ekonomik gücü hem de kontrol/denetim mekanizmaları ile futbolun tüm unsurlarını sarmış durumda.

Ancak sermaye sınıfının, henüz bugüne gelmeden yorumlarsak, daha o günlerde dahi futbola ve işçilerin spor örgütlenmelerine müdahalesinin olduğunu söylemek olanaklıdır. Alfred Wahl, ‘Ayaktopu, Futbolun Öyküsü’ çalışmasında bu ‘dahil olma’ sürecini şöyle anlatıyor:

Hobsbawm’ın; “İngiliz sanayisi, dünyaya üçüncü en güçlü kültürel ihracatını, futbol ile yapmıştır” çıkarsaması, futbolun o dönemki ‘rüşeym’ halini özetlerken, günümüzün endüstriyel futbol düzeninde ulaşılan boyutlar, olgunlaşmış bir endüstriyel futbol yapısını dayatıyor. Futbolun kültürel ve sportif açıdan dönüşüm evrelerinden geçtiğini, işçi sınıfının futbola hâkim karakterinin de iğdiş edildiğini ve de kurumsallaşmış futbolun ‘ticarete dayalı bir sektörleşme’ içerisine çekildiği endüstriyel futbol süreci, taraftarlık kavramının seyirci/müşteri profiline indirgenmesi, tüketim kalıplarının sürece yedirilmesi, gelir, varlık ilişkileri ile ‘televizyon yayıncılığı/küreselleşme’ ve ‘business’ (iş) kavramlarının futbola iştiraki ile amorf bir yapıya bürünmüş durumda. Esas olarak, 80’li yılların sonu ile birlikte sermayenin yoğun bir biçimde müdahale ettiği futbol, bir ‘endüstriyelleşme’ konjonktürüne adım atmıştır. Bunun en önemli çıkış noktası da, 1990 yılında Belçikalı eski futbolcu Jean-Marc Bosman’ın kulübü Liege’den Dunkerque takımına transfer olmak istemesi ve kulübünün yüksek bonservis bedeli talep etmesi ile somutlanmıştır. Tarihe Bosman Kuralları olarak geçen ve ‘futbolculara serbest dolaşım hakkı’ tanınması ile futbol, kapitalizmin bir payandası haline tam olarak geçmiştir. Bu durum özetle, Mehmet Ali Gökaçtı’nın “Bizim için Oyna” kitabında bahsettiği futbolun liberal devriminin başlangıç noktası olmuştu

“İşçi takımlarının çoğalması ile birlikte yaşanan kamplaşmaya karşı spor adamları da harekete geçmiştir. 1921’de baron Coubertin sosyal barışı sağlamak için her kasabada bir futbol kulübünün kurulması gerektiğini belirtmiştir. Oysa işçi takımlarını kuranlar, işçilerin farklı sınıftan olan rakipleriyle aynı formayı taşımalarını istemiyorlardı. Onlar tam tersine işçi dayanışmasını geliştirmeye çalışıyorlardı.” Wahl’in belirttiği tabloda bazı şeyler oldukça belirginleşiyor ve günümüz ile analoji kurabileceğimiz birçok veri bulunuyor. Bunlardan birisi, ‘sosyal barış’ ve bu zehir, işçi sınıfını bölen, uzlaşmaya ve boyun eğmeye iten bir Truva atı olmayı sürdürüyor. Sosyal barış inşasının futbolun üzerinden kurgulanması da günümüz endüstriyel spor düzeninde hız kazanmış halde. Buna verilebilecek işçi sınıfı cevabı ise hem spor alanında hem de sınıf mücadelesinin birçok uğrağında olabildiğince geri çekilmiş, ‘geçici’ bir evreyi yaşıyor. Takımların çoğaltılması ve her kasabada bir futbol kulübü kurulması fikri ise bana, Kenan Evren’in, ‘büyük şehir takımlarını birinci lige alma emirlerini’ hatırlatıyor. Buradaki tek eksik ise, işçi sınıfı dayanışmasının eksiksiz ve ikirciksiz bir mücadele hattına tahvil edilememesi ile açıklanabilecek durumda. 1921’deki ayrıştırma planları ile 2000’li yıllardaki sınıfı bölme çabaları futbol branşında da kesişiyor. İdeolojik araçlarını geliştiren ve öğrenen burjuvazi, futbolu da yönetmeye başlıyor. Şimdilerdeki

28

Böyle bir ideolojik kuşatma altında futbol, bugüne kadar geçirdiği evrelerle, piyasalaşmış ve sektörleşmiş bir pazarda, yeni bir şey vaat etmekten oldukça uzaklaşmış durumda. Buna göre de, işçi sınıfına kendi geçmişine sahip çıkıp, geleceğini kazanmaktan başka bir çıkış yolu kalmıyor.


Maç Sonu Kişilik Analizleri

FUTBOLUN EDEBİYATI

Mithat Erdoğan

Rakip stoperlere

hücum pres yapan, defansın arkasına mütemadiyen sarkan, kalecinin önde olduğunu herkesten önce fark eden, seken her topun yanı başında bitiveren ve hiçbir kafa topunu rakibe bırakmayıp arkadaşlarına indiren aşırı yırtıcı ileri uç oyuncusu o değildi sanki.

Her maç bitimi evine gider, süt dökmüş kedi gibi çıt çıkarmadan kucağındaki çizgi romanın sayfalarını çevirir ve sessizce camdan dışarıyı izlerdi

28 Nisan 2017

BJK Plaza – Akaretler / Beşiktaş Biterken ; “Queen – Under Pressure” çalmaktaydı

29


BELESTEPE

Öyle Kolay Değil Anlatmak Sevdayı Orçun Masatçı

... Ah be güzel kardeşim, dedik ya, öyle kolay değil anlatmak sevdayı. Üşengeçliğimizden değil hani, yanlış bilme yaşadığımız aşkı diye. Doğrudur, alkole bulanır biraz Şairler Parkı. Saatler ilerlediğinde dönüp bakarsın geriye dostluğun sığınağında söylenmiş o en güzel şarkı.

“Benim bir sevincim var yüzün artık akşam bir çocuğun gülüşünü görüyorum nereye baksam” Turgut Uyar

Ö

yle kolay değil anlatmak o yürüyüşü. Kramplar giriyor mideme her gördüğümde boş kağıtları. Sancılayarak düşüyorum hiçin içine. Kamyonlar kumaş taşıyor, elinde bir kaç spreyle aralıyor kapıyı Gazi mahallesinden bir çocuk. Hiç gitmediğim bir deponun izleğini sürüyorum. Yaşamlarımızın birbirine değdiği ara sokaklardan yavaş adımlarla, hızlı ana caddelere çıkıyorum. Yanımda arabalar gürültüyle boğuyor düşlerimi. Egzoz dumanına karışmış mutlulukların fotoğrafçısı gibi beceriksizim. Bir türlü resmedemiyorum hayal ettiğimi. Uzaktan bir kış masalı gibi sesleniyor Beleştepe. Uğultuların arasında çocukluğumu hırpalıyor çay bahçesindeki garson. “Ağaç gölgesi değil” dediği yerde başlıyor travması ağzına vurduğu çocuğun. Kime anlatsam “fakir edebiyatı” sevmiyor işte. Arabesk buluyor hocalar şiirlerimi. Orta Avrupa’nın mısralarından çalardım da, kesmedi ki

30

hiç bizim mahalleyi Müslüm’den başkası. Kaldırımın üstü hep naylon tuğlaları, gözaltı torbalarından sızıyor dumanlı bakışları komşu çocuklarının. Öyle kolay değil Yenidoğan’dan Seyran’a yürümek gece yarısı. Sen düşün, o yürüyüş bile kesmedi ağaçlı yola vuran yağmurun altındaki bedenimi. Belgrad’da bir otel odasında delikanlı türküler mırıldanıyor az sonra hiç gidilmemiş o yere gidecek olmanın heyecanıyla. Islıklardan kıyamet inşa edenler, evrenin sırrını çözüyor. “Siz hepiniz ben tek” diyenler geldiler. Ah be güzel kardeşim, dedik ya, öyle kolay değil anlatmak sevdayı. Üşengeçliğimizden değil hani, yanlış bilme yaşadığımız aşkı diye. Doğrudur, alkole bulanır biraz Şairler Parkı. Saatler ilerlediğinde dönüp bakarsın geriye dostluğun sığınağında söylenmiş o en güzel şarkı. Benim güzel kardeşim, nasıl anlatılır ki ağladığın o an? Şimdi serseriliği bellediler ya çokbilmişler, süslü iki kelam eder küçümserler aşkımızı. Üstümüzdeki formamızdan utanalım diye öyle delici bakarlar ki anlatılmaz. “Kentin ucubeleri”, “tek başına olamayanlar” diye fısıldarlarken kulaklara, ağızlardan utangaç bir duman çıkar.


FUTBOLUN EDEBİYATI

Dedik ya çocukluk travması bizde her küçümseyenin ağzında gezmesi elimizin kemiklerinin. Öyle ya “fakir edebiyatının” arabesk çocukları büyümeli. Hiç gitmedikleri o mahallelerden nasıl da bahsederlerdi öyle değil mi? Biz bir kaç arkadaş bir iki öykü kitabı elimizde beklediydik bunları bir zaman. Hababam sınıfına özenip tiyatro yaparız, hele bi gelsinler demiştik. Sonra televizyonda bir sohbette bunlar “halka indireceğiz sanatı” dediğinde, aha bizden bahsediyorlar bu sefer kesin gelecekler dedik. Bekledik de ne inen oldu bizim mahalleye ne geçen. E haylazdık bunlar gelmeyince biz de bunların salonlarını işgal edelim diye yapmadık diyemeyiz ki oyunbazlık. Derdimizi vurduk da yüzlerine yine beğenmediler haspalar. Onca eksik çıkardılar önümüze. Olsun, yine de o çıkılamaz dedikleri sahneye çıktık ya. Bak nerelere gitti konu canım kardeşim. Dillerinde eşek arıları vızıldarken bunların, “yine bir akşamüstü” oturmuştuk biz rakı sofrasına. Başka yaşamaklardan geliyorduk

hepimiz. Büyüdüğümüz mahalle, gittiğimiz okul, çalıştığımız iş... Bazıları hiç tanımıyordu bile yanındakini ama provasız söylerdik şarkıları ve hiç bir kavgada bırakmadık yanımızdakini. Şimdi derler ki; övgüye bak hele. Halkın hastalıklarına dizdiğin bu cümleler para babalarının kulüplerine hizmet diye hep. Şu gömleğinin yakasını aç da dinle yahu bi; o para babalarının topunu patlatanlar işte aha buradaki çocuklar. Senin bir türlü anlayamadığın, endüstriyel futbol diye gevelediğin o zırvaları alaşağı edenler. Üstümüz başımız çamur çıktık o bahisten sonra. Anlattığımız anlamadığınıza yara. “Ne anlatıp duruyorsun yahu sen?” diye azarladı biraz Hakan abi. Yürüyüş işte, bir sevda. “Bak,” dedi Ferhat karşıdaki duvarı göstererek, “ne güzel anlatmış duvar, hayatı”. Gülerek okudu Emre Can: “En güzel Beşiktaş’ın çocukları sever.” Öyle değil mi Özer baba?

31


BELESTEPE

Bana Bir Masal Anlat Şenol Hoca Ferhat Talan

“biz dar sokaklarında dinmeyen yağmurunda kendimizi bulduk rengine tutulduk aşık olduk biz sana günleri tükettik ömrümüzü verdik bordo mavi uğruna..”

Ü

ç büyüklerin saltanatını defalarca yıkan, birçok Anadolu şehrinde insanların bu takımı tutmasına sebep olan bir başkaldırı şehridir Trabzon. Futbol Trabzon’da futboldan çok daha fazlasıdır. Balıkçının bordo-mavi takasından, evde, tarlada, denizde çalışan kadının şalındaki renge kadar uzanan bir yolculuktur. Kazım Koyuncu Trabzonspor sevgisini , “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti,” diye açıklıyordu. Böylesine futbola âşık ve tutkulu bir şehirde doğdu Şenol Güneş. Top denilen oyuncağa ayaktan çok elle bağlı olduğundan olsa gerek basketbola daha çok ilgi duyuyordu ama basketbol oynayacak adam bulamadığından, çoğunlukla basketbol takımlarını o kurardı. Mahalle aralarında limon kabuğu çöpleriyle futbol oynamaya başladı. Trabzonspor’un ilk kurulduğu yıllara denk gelen bu dönemde, Şenol Güneş Vefaspor’u tuttu. Çünkü kendi oynadığı mahalle takımının renkleriyle bu takımın renkleri aynıydı. Amatör maçlarda kaleye geçerdi ama mahalle maçlarında santrafor olarak önde oynardı. İlk yıllarında kaleci olmaktan hoşnut değildi. 17 yaşındayken Trabzonspor’un amatör takımına geçti ama ilk büyük çıkışını Sebat Gençlik’e transfer olarak profesyonel futbolculuğa ilk attığı dönemde yaptı. 1972 yılında, on beş sene boyun-

32

ca kaleciliğini yapacağı Trabzonspor’a geri transfer oldu. 20 yaşındaydı ve bir yandan da Eğitim Enstitüsünde öğrenimine devam ediyordu. Okul öğle tatiline girdiğinde bu arayı genelde yemek yemek yerine, Turgay Semercioğlu ile birlikte koşu antrenmanları yaparak geçirmeyi tercih ederdi. Kaderin cilvesi, sonraları hocası olarak şampiyonluk yaşatacağı Beşiktaş’ın maçı ile yaptı jübilesini. Hiçbir zaman hakkı tam teslim edilen biri olmadı, hatta milli takımı dünya üçüncülüğüne getirdiğinde bile boyalı basında başarıları değil, yöresel şivesi ve giyimi konuşuldu. Oysa diğerleri gibi şişkin bir egosu yoktu, bu noktada Fatih Terim’den ayrılıyordu. Medyanın ve yöneticilerin suyuna gitmek ona göre değildi, ne düşünüyorsa, ne hissediyorsa hep onları konuştu açık yüreklilikle. Beşiktaş’ın şampiyonluk kupası ellerine teslim edildiğinde bu başarının mimarları olan oyuncularını yanına çağırdı, kupayı tek başına kaldırmak yerine hep birlikte omuzladılar. Afrika dünya kupasında çokça duyduğumuz vuvuzelayı herkesin aksine, Afrika’daki özgürlük mücadelelerinin simgesi olarak yorumlayarak ve saygı duyulmasını isteyerek yine herkesi ters köşeye yatırdı. Halkevlerinin 2015’teki Kazım Koyuncu anmasına mesaj gönderdi; Kazım’ı, sevenlerini ve yol arkadaşlarını aileden gördüğünü söyleyerek bu anma törenini selamladı. Futbolcularıyla bir baba-oğul, abi-kardeş ilişkisinden öte bir iletişim içindeydi. Formdan düşen oyuncuyu kazanmak, kaybettiği özgüveni yeniden aşılamak için teknik direktörlükten fazlası gerektiğinin farkındaydı. Bu ancak doğru insan ilişkileri ile, “doğruda durma felsefesi” ile mümkün olabilirdi, ki Şenol Güneş bunlara fazlasıyla sahipti. Beşiktaş taraftarının gönlünde her zaman farklı bir yeri olmuştur Güneş’in, hatta Trabzonspor’un hocasıyken İnönü’ye geldiklerinde, gergin geçen maç sonrası bile taraftar tarafından hakkı


FUTBOLUN EDEBİYATI

hep teslim edilmiştir. Ben dahil, Slaven Bilic’in takımdan ayrılmasına çok üzülen taraftarın gönlünü alabilecek belki de tek isim oydu. Evet üzgündük ama biliyorduk ki gerek felsefesi, gerekse kafa yapısı olarak bizlere en yakışacak isim Şenol Güneş’ti. Sadece bize yakışmakla da kalmadı, başarılarını bir şampiyonlukla da taçlandırarak yüzümüzü kara çıkarmadı. Taraflı-tarafsız herkesin takdirini topladı. Bildiğiniz üzere geçtiğimiz günlerde Trabzonspor’un yeni stadına onun ismi verildi. Kulağımıza gelen dedikodular Şenol Güneş’in bunu istemediği yönünde. Seneye Trabzonspor’un 50. yılı kutlanacak ve bu süreçte gerek Katar sermayesi, gerekse

AKP, Şenol Güneş’in Trabzonspor’un başına geçmesi için yoğun baskı yapacak. Tabi bu baskıya Beşiktaş’ın iki senede Galatasaray ve Fenerbahçe’ye büyük fark atmasından rahatsız olanlar da dahil olacak. Oysa bizler daha yolun başındayız ve hocamıza şimdi her zamankinden güçlü ve her koşulda sahip çıkmamız gerek. Son yirmi yılın hüsranları öyle kolay kolay geçecek gibi durmuyor. Hava tamamen bizlerden yana esiyor, bu yıldız ve poyrazı dağıtmamalı. “Bana bir masal anlat Şenol Hoca İçinde Stockholm’de kupa olsun...”

33


BELESTEPE

Öyle Bir Rüya Özgür Ozan Yılmaz

S

iz hiç Beşiktaş’a tutundunuz mu? Ben tutundum. Bir yere ait olamamanın, yaptığın işten, okuduğun okuldan, yediğin yemekten zevk alamamanın vermiş olduğu o boşlukta tutunabilmeli insan onu sıkı sıkıya dünyaya bağlayan en az bir şeye. Bazen bir duygudur tutunduğun, bazen birisidir, bazen yaptığın iştir... Bazen de; işte, sıkı sıkıya tuttuğu takıma tutunmalıymış insan. Mağrur ama gururlu tanımı şüphesiz ki birçok taraftar grubuna indirgenebilir ama hem taraftarının bütünlüğü hem de kulüp yapısı gereği Beşiktaş’a yakıştığı kadar başka hiçbir spor takımına bu kadar yakışmamıştır. Nasıl ki ahlak ve insan yükümlülükleri hakkında her şeyi futbola borçluydu Albert Camus *; ben de hayatın bana savurmuş olduğu yumruklardan sonra ayağa kalkıp hayata devam etmeyi öğrendiğim futbola borçluyum çok şeyimi. Çünkü tıpkı Camus’ta olduğu gibi hayatta da Beşiktaş taraftarı olarak da top hep beklemediğimiz köşelere geldi. İlk İnönü maçımda, Quaresma’lı Porto son saniyede umudumu söküp almıştı. Bir hafta sonra yenme ihtimalimizin daha düşük olduğu Liverpool maçına gitmemiştim ve Beşiktaş müthiş bir şekilde Liverpool’a İnönü’nün kaç bucak olduğunu göstermişti. Sonrasında ise Liverpol deplasmanında 8 yemiştik. Çoğu Beşiktaşlının aksine yıkılmadım ben o gün. Üzüldüm elbette, ama yıkılmadım. 8-0 denilince, çoğu Beşiktaşlıyı hüzün kaplar, farklı düşüncelere dalarlar, hatta utananlarımız da var. Benimse aklıma tek bir görüntü gelir. Maç bitmiş, Anfield Road stadındaki az sayıda Beşiktaş taraftarını çekiyor kameralar. Tüm tribün içinde bir kişi gözlere çarpıyor Kasım ayının soğuğuna aldırmadan üstündekileri çıkarmış. Ağzında bir sigarayla, göğsünü gere gere açmış iki eliyle Beşiktaş atkısını. Dimdik duruyor 8-0 yazan tabelanın önünde. Hayatı boyunca unutamayacağı bir

34

hüzün kaplaması gerekirken her yanını o, Beşiktaş atkısına tutunmuş ve şöyle söylüyordu tüm dünyaya duruşuyla, sessizce: “Sevgidir Beşiktaş, sevgilidir belki de. En çok da uğruna cefalar çekip, sevinmek için sevmediğimizdir...” Hayata karşı bir duruştur Beşiktaş, Beşiktaşlılık. Çok şey öğretebilir insana 22 tane sporcu, bir adet top, iki kale ve bu oyunun 4 tane bekçisi. Başkasının hatalarını, eksiklerini ya da başkasına yapılan haksızlıkları söylemek elbette bir erdemdir ve bunu dillendireni yüceltir. Ancak gerçek karakter sana yapılan haksızlıklarda – ya da rakibine- verdiğin tepkilerin tutarlılığıdır. Çünkü sırf doğru olanı yapmak adına söylenmiş bir “Rakibin pozisyonu bizce penaltı ama ...” ya da “Hakemler üzerine konuşmayı doğru bulmuyorum” cümleleri bir erdemden çok kalıplaşmış, adına fair-play dedikleri ama ağız bükerek söylenmiş ‘Allahın bildiğini kuldan saklamama’ cümlelerinden öte bir şey değildir. Yine aynı durumda kendilerinin verilmeyen penaltısı, haksız kırmızı kartı olduğunda ise “Filan yöneticinin maç öncesi açıklamaları hakemi zan altında bırakmıştır” ya da “Konuşmayalım diyoruz ama bu kadar da olmaz ...” ile başlayan cümleleri, çirkefleşmeye başlandığının, diş göstermeye ramak kaldığının bir uyarısıdır ilgili kurumlara. Akhisar maçı sonrası Slaven Bilic’in sözleridir beni esas etkileyen. Akhisar maçının son dakikasında kaybedilen 2 puan sonrasındaki basın toplasında şöyle söylüyordu Bilic: “... Futbolda kazanırsınız, kaybedersiniz bunlar başka şeylerdir. Ama bu akşam emeğimizin karşılığını alamadık. Kızgın değilim, çok üzgünüm. Ama şu kadarını söyleyeyim, bizi öldüremezler...” Hayatta da tıpkı böyle değil mi? Verdiğimiz emeklerin karşılığını alamadığımız her alanında hayatın; inatla, umutla, direterek daha da sıkı tutunmuyor muyuz hayata?


FUTBOLUN EDEBİYATI

Bazen umudun kendisidir Beşiktaş. İnönü’de maç izlemenin umududur, passolig yüzünden göremediğin yeni stadı görmenin umududur, şampiyonluğun umududur tarafı olanlar için. Ya da bir saniye olsun o formayla sahada ter dökmenin, belki maç sonu üçlü çektirmenin, golden sonra Süreyya abiye koşmanın umududur küçük bir çocuk için. Benim gibi çocukluğu efsane Metin-Ali-Feyyaz üçlüsüne değil de, Fevzi’nin genç yıllarına denk gelen biri içinse galibiyetten bağımsız bir umuttur Beşiktaş. Güzel günlerin, güneşli günlerin umududur. Devamlılığının bu şartlar altında olamayacağını bildiğim halde UEFA Kupasının umududur. Gözleri bana onu hatırlatan kızım boynumda; Passolig’i dert etmediğimiz, rakip takımın ya da yöneticilerinin veya hakemin tarafına edilmiş cinsiyetçi küfürleri ya da pankartları açıklamak zorunda kaldığım değil de, Oğuzhan’ı, Atiba’yı, Sergen’i, Pascal’ı, Pancu’yu, Gutı’yi ve hatta Amaral’ı bile

anlattığım bir UEFA, hatta Şampiyonlar Ligi finalinin rüyasıdır. Siz hiç Beşiktaş’a tutundunuz mu? Ben tutundum. Ona tutunamayacaktım artık. Hayallerimi, umutlarımı hatta rüyalarımı bile bağışladığım bu ağır darbeden sonra bir Beşiktaş bir de rüyalarım kalmıştı elimde kırk yılda bir gördüğüm. Ben de Beşiktaş’a tutundum. Bir de gözleri onu hatırlatacak henüz doğmamış kızımla gideceğimiz Beşiktaş tribünlerine rüyalarımda. Öyle güzel, öyle umut dolu bir rüya ki bu; bir yere ait olamamanın, yaptığın işten, okuduğun okuldan, yediğin yemekten zevk alamamanın vermiş olduğu o boşluğun yerini alabilir. Öyle bir rüyadır işte Beşiktaş. Hayat seni yere serdiğinde seni tutup yattığın yerden kaldıran. * Ahlaka ve insan yükümlülüklerine dair ne biliyorsam futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi. - Albert Camus

35


BELESTEPE

Sabri Dino Anısına Vedat Özdemiroğlu

Bir numara

(sabri dino anısına) fena geliyor top uç sabri dino sola vurur atla sabri dino dokuz numaraya dikkat aman sabri dino kalemizde ışıl ışıl canım sabri dino gönlümüzde ışıl ışıl atlama dur sabri dino

36


Tepenin Ardı

FUTBOLUN EDEBİYATI

Erdinç Habip Neler gördük neler bu güne kadar Daha gidilecek yerlerimiz var Bizi buralarda unutamazlar Kalacak bir türkü söyler gideriz. Sevgiye var olduk sevdik sevildik Kavgalara girdik öldük, dirildik Bir anlam fırını içinde piştik Anlamlı güzeli sever gideriz Özdemir Asaf Derdimizi nasıl anlatalım? Bu ülke dün daha güzel değil idi fakat daha da kötüye gidiyor... Şu kadar zaman içinde gerçekleşen şu kadar patlama, ölü sayıları, yaralı sayıları... Sonrasında aynı cümlelerle yapılan açıklamalar, istatistiklere eklenen sayılar, klavye başı vatanseverler... Ölümün, şiddetin, baskının sıradanlaştırıldığı dönemleri yaşıyoruz.

“Komşusu aç iken tok yatamayanlar” şimdilerde komşusu öldürülürken gözlerini kapatıp, daha sessiz konuşmakta. O insanlar ki; Bombalarla parçalanan bedenleri, batan teknelerden kıyıya vuran insanları, madenin karasından çıkarılamayan işçileri, sokak ortasında tekmelerle yok edilen hayalleri, aynı duyarsızlıkla izlemekte. O insanlar ki; Kumandasının kapatma düğmesi ile kararttığı ekranla ölümleri durdurduğunu düşünerek daha fazla gömülmektedir koltuğuna ve daha fazla alışmaktadır yalanlarla yaşamaya. O insanlar ki; Anlayamamaktadır tepenin ardında da doğan güneşi görenleri, içten gülümseyebilenleri, paylaşmayı bilenleri... Tepenin adı ne olmuş pek de önemli değil. Beleştepe; öleni öldürüldükten sonra hatırlayan değil, ölümü durdurmaya çalışandır.

37


BELESTEPE

Gel de Arabı Arama Emir Altıntaş

İ

nsan denilen mahluk, mağarada barındığı zamanlardan beri komünal topluluklar içinde var olmayı tercih etmiştir. Kötülüklerin kol gezdiği bir ortamda, vahşi doğada kendinden olanı, kendine benzeyeni yakınında tutma isteğinden daha doğal ne olabilir ki? Mağara çağından günümüze kadar insanlık ne kadar ileri gitti, yoksa yerinde mi saydı, o tartışılır. Fakat görünen bir gerçek var ki bazı alışkanlıklarından vazgeçmedi. Biz hala bizden olanı, bize benzeyeni yakınımızda tutma ve bizden farklı olana karşı örgütlenme güdüsüyle hareket ediyoruz. Bu güdümüzü en sık tatmin ettiğimiz ortam ise spor müsabakaları. Ortak renklere olan ortak aşklarımız ise modern komünal topluluklarımız. Sizi bilmiyorum ama ben ne zaman “Siyah!” diye bağıran birini duysam, hemen “Beyaz!” diye cevap veririm, bana bağırıp bağırmaması hiç önemli değil. Benim gibi davranmayan Beşiktaşlı var mıdır? İnanın yoktur. Çünkü bunca yıldır bir tane bile “azıcık” Beşiktaşlı birini tanımadım. Takıma küsüp maçlara gitmeyeni gördüm. “Nerede bizim zamanımızdaki topçular? Eskiden forma aşkı vardı, şimdikiler para aşkıyla oynuyor” diye sitem edeni duydum. Ama bir tane bile “Ben fasulyeden Beşiktaşlıyım yaa :)” diyene rastlamadım. Çünkü, “Beşiktaşlıyım!” diyen tayfanın alayı manyak! Ben dahil. 80’lerden günümüze kadar gelen ve mabetten hiç eksilmeyen bir pankart bu önermemi destekliyor: “Edirneliyim ama Beşiktaşlıyım, aklımı seveyim!” Hepimiz manyak olduğumuz için, manyakları seviyoruz. Kendimize yakın buluyoruz. Çünkü hiç tanımadığımız ama kafalarımızın aynı şekilde çalıştığını bildiğimiz bireylerden oluşan bir güruhuz

38

biz. Başka takımları bilemem ama Beşiktaşlı dediğin tek başına maça gidebilir. Yalnız kalmayacağını bilir. Önündekinden ateş ister muhabbet başlatır. Derken maçta bir pozisyon kaçar aklına 92-93 sezonu gelir, küfür eder. Arka sıradaki amca, o sezon oynanan son maça (3-1 aldığımız Gençlerbirliği maçı) gitmiştir, lafa karışır. 100. yıl şampiyonluğunda gol olur, 3 sıra önde hiç tanımadığın adamın üstüne uçarsın, birbirinize sarılıp ağlarsınız. Bu geyik böyle sürer gider. Hem liseden, hem tribünden çok yakın bir arkadaşımın ilginç bir hikayesi var. Arkadaşım da en az benim kadar hayta, lisede derslerimiz berbat. Sömestr tatiline girerken on dersin yedisi kırık gelmiş. Oturup evde babasıyla pazarlık yapıyor. Babası diyor ki “Tüm kırıkları kurtar, dile benden ne dilersen!”. Bizimkisi gazı alınca hayatında ilk kez deli gibi ders çalıştı. Öyle çalıştı ki, onun sayesinde (ondan çektiğim kopyalarla) benim bile derslerim düzelti. Beni arkadaş tüm kırıkları kurtardı. Sene sonunda babasına karneyi gösterip tek bir şey istedi: Kapalıdan kombine! Babası esaslı adamdır, tuttu sözünü, bizimkisi ertesi sene Kapalının alt katında, Çarşı’yla beraber her maç Mabet’te. 16 yaşında tek başına gidiyor maçlara ama önemli değil. Nasıl olsa tribündeki herkes Beşiktaşlı. Herkes onun abisi, amcası, kardeşi. O sene 2000/2001 sezonu, yani Pascal’ın ilk sezonu. Beşiktaş her zamanki gibi ama Pascal bir başka. Uçaktan indiği andan itibaren hareketleriyle hepimizin sevgilisi olmuş. Sanki Epinay-sur-Seine’de değil de Gültepe’de doğup büyümüş gibi. Biz manyak, o bizden manyak. Hani biz maçı izlerken sinirlenip yumruklarımızı sıkıyoruz ya, o da saha da yumruklarını sıkıyor. Sonra bir akşam, Leeds


FUTBOLUN EDEBİYATI

maçında kızıyor Mills’e, basıyor tokadı. Hepimizin hislerine tercüman oluyor. Fakat kırmızı kartı da görüyor. Zaten Pascal’ın doğası böyle, kendini tutamıyor ve çok kart görüyor. Bir maç sahadaysa, iki maç cezalı! Pascal oynayınca mutlaka golünü atıyor, kazanıyoruz. Ama cezalı olunca işler zora giriyor. Haliyle dertliyiz. Yine böyle bir maç, hangisi hatırlamıyorum. Benim arkadaş Kapalının alt katında. Pascal cezalı. Beşiktaş bastırıyor, pençeliyor, çırpınıyor. Ama yok, gol gelmiyor. Tribünde dertli bir amca, sigara üzerine sigara yakıyor. En sonunda amca dayanamıyor “Gel de arabı arama!” diye sitem ediyor. Bizim bir de böyle bir takıntımız var. Her zaman zenci forvetlere karşı zaafımız olmuştur. Neden bilmiyorum ama forvetimiz zenciyse, kendimizi güvende hissederiz. Hepimizde “Atar şimdi bir tane” havası hakim olur. Elbette Beşiktaş’ın pek çok golcüsü olmuştur. Ama tribünler Ferdi’yi, Amokachi’yi, Youla’yı, Ailton’u, Carew’i, Pascal’ı, Demba Ba’yı başka sevmiştir. Sadece bizim için

mücadele edeni değil, tüm zenci forvetleri severiz. Henüz Barcelona’da oynarken, ırkçılıkla mücadele eden Eto’o’ya da destek yine Beşiktaş taraftarından gelmiştir. Bu günlerde de Vincent Abubakar’ı heyecanla izliyoruz. Top ayağına geldiği zaman heyecanlanıyoruz. Ama ne yalan söyleyeyim, Abuş oyundayken “Atar şimdi bir tane” değil de “Atar mı acaba?” geliyor akıllara. Hangi golü atıp, hangisini kaçıracağı belli olmuyor ki! En kolay topa vuramıyor, saç baş yolduruyor, hepimiz isyanlardayız, “Ah ulan!” diyoruz. Sonra uzaktan bir çakıyor, aman yarabbi, yok böyle bir gol. Quaresma attı zannedersin ama yok kardeşim Abu atmış. Bu aralar, tahmin edilemez gollerinin yanına bir de olmadık zamanlarda kırmızı kart görmeyi ekledi bizim Abugannuş. Tam lakabı “Kara Bela” olmuşken, “Başa Bela” olmaya başladı sanki. Buradan kendisine sesleniyorum: Yapma canım kardeşim, yapma evladım, yapma be Abuş! Rakibe değil, topa vur be oğlum. Seviyoruz seni, üzme bizi.

39


BELESTEPE

Lastik Ayakkabı İskender Demirel

H

afta sonu akraba ziyaretine gelen şehirli çocuğun biri, o televizyonda gördüğümüz gerçek toplardan birini getirmişti. O, kros kros “topun sahibi benim” edasıyla karşımızda dururken, biz de ağzımız açık, kucağında tuttuğu topu ne zaman bırakacak da vuracağız diye bekliyorduk. Nihayet topu özgürlüğüne kavuşturduğunda kendisine ilk kurşunu kimin sıkacağını bekleyen topa ilk ben sallamıştım tekmeyi. Vurmamla birlikte başparmağımdaki acının beynime ulaşması bir olmuştu. Çaktırmamaya çalışsam da canım çok ama çok yanmıştı. Şansını deneyen diğer arkadaşlarımın da yüzünde benzer acılar okunuyordu. Ya top sertti ya da benim lastik ayakkabılarım -kara derler bizim köyde- neden olmuştu buna. Lastik ayakkabı denince hayalinizde canlanmamış olabilir, hatırlatayım hemen. Hani şu Ermenek’teki maden kazasında oğlunu kaybedip mezarının başında oturur

40

vaziyette fotoğrafı gazetelere çıkmış bir amca vardı ya; işte o amcanın ayakkabılarının tıpatıp aynısı. Benim kara lastik ayakkabı ile top oynadığım çocukluk zamanlarım tahminen 1980’li yılların sonuydu, nereden baksan 27, 28 yıl öncesi ve hala üretilmeye devam ediyor. Ama nasıl üretilmesin ki bu ayakkabının birçok özelliği var; öncelikle ucuz, sonra lastikten olduğundan hafif, ince, su geçirmez ve kolay eskimez. Haliyle dağa, taşa, yola, tarlaya iyi gelir. Hele bir de pantolonun paçalarını da çorabın içine soktun mu fişek gibi koşarsın, ne çalıya ne çırpıya takılırsın. Gariban köylü için bulunmaz Hint kumaşıdır. Unutmadan söyleyeyim, bu ayakkabının tek kötü tarafı; hava almadığından, ayakkabıyı ayağından çıkardığında burnunun direğini kıran o kokudur. Olsun be o kadar da. Bu ayakkabı topa iyi gelir dedik ama lastik topa, haliyle kabahat bizim şehirli çocuğun meşin


FUTBOLUN EDEBİYATI

topunda değildi. Vesselam bizim de meşin toptan vazgeçip kendi lastik topumuza dönmemiz beş dakikamızı ya almış ya almamıştı. Garibim şehirli çocuğun da havası, bizim lastik topa diken, çöp battığında pıs diye sönmesi gibi sönmüştü. Plastik top iyidir. Vurdun mu kendi falsosunu kendi alır, sen şöyle güzel bir orta açayım dersin o seni dinlemez, hop kalecinin kucağına gidiverir. Hızla ayağına gelirken, biraz hızını alayım da yavaşlasın diye dokunursun hop rakibinin önüne düşüverir. Hele havalandı mı, arkasına da rüzgârı aldı mı koş babam koş arkasından. Keyfi nerde gelirse orda iner yere. Kısacası plastik top başına buyruktur, itaate, sadakate hiç gelemez. Anarşist ruhludur o.

koşarken köyün birkaç kalender genci de futboldan konuşurlardı ara sıra. En çok da Beşiktaş’ı konuşurlardı ama. Tahminen üst üste üç sezon şampiyon olduğumuz 1990’lı yıllar olmalı. Arada biz top oynarken gelir bizi izlerler, “Metin misin be!” “Heyt Feyyaz’a bak sen!” diye takılırlardı. İşte o zamanlardan beri Beşiktaşlıyım ben. Ne İnönü’yü gördüm ne de Beleştepe’yi, hep uzaktan sevdim. Ta ki 2016 yılına kadar. Eşim dedi, “Ölürsün kalırsın, bu kadar da seviyorsun. Git dünya gözüyle bir seyret.” 35 yaşımdayken gittim ilk kez. Nutkum tutulmuş bir halde de geri geldim. Kendisine teşekkür ettim ve dedim ki “Biz kazara İstanbul’a falan taşınmayalım”. “Niye?” dedi.

Gelelim bizim olan Beşiktaş’a... Ben öyle anadan babadan Beşiktaşlı değilim. Gariplerin tütünden, koyundan, tarladan gözlerinin bir şey gördüğü mü var. Biz böyle köyde plastik top peşinden

“Eğer biz İstanbul’a taşınırsak ben evin yolunu unuturum, bu aşk beni yakar, Sen de büyük ihtimalle beni boşarsın.”

41


BELESTEPE

Sen, Ben, İkimiz, Hepimiz Utkan Çalışkan

R

enklerinde bulduğum anarşizmin hatırına mı bu sevdanın açmazı? Ellerimizde geçmişe dair çok iz vardır, nice bayraklar, pankartlar, atkılar tutmuştur ellerimiz. Gözlerimizde eskiye dair çok bakışma vardır, bir parktaki boş bankın iki ayrı yakasında ya da ağaçlı bir yolun tam ortasında bir karşılaşmadan kalma...

Sen benim cevabını bilmediğim her şeysin aslında. Benim solgun yüzüm, zayıf bedenim, kırılgan sesim,alıngan çocukluğumsun.MetinAli-Feyyaz’dan, Şenol-Birol golden öte, martı sesi, akşam güneşi, çiçek açmış erik ağacı gibi ne ise bir gün daha yaşamayı gerekli kılan şey, ne ise O’sun...

Elleri üşümüş bir çocuğu ısıtır şimdi bizim bir tek haykırışımız. Bir kucaklaşmamız boranları geride bırakan bin bahar yaratır. Deli bir hoyrat çığlığında yitirilmiş tüm gövdeler, bizim bir seslenişimizde canlanır. Siyahlı beyazlı düğünler yaşanır uzak yakın tüm memleketlerde, biz kırmızı bir bezi demirlere astığımızda. Dünyayı değiştiren, onu alıp hepimiz için bir ana kucağına, yar sıcağına dönüştüren bir ninni başlar, içimizden biri bir kez “şşşşşş” dediğinde ve her “üççç, ikiiii, birrrr” bir öncekinden daha direngen, daha uzlaşmaz ve daha çocukça bi saflıkla söylendiğinde...

Şimdi bana deseler neyi seviyorsun? Ekmeği derim, sıcak ekmeği seviyorum.

Firari bir yaşam içindeyiz şimdi. Firar etmişiz tüm düşlerden. Sen, ben, ikimiz, biz hepimiz demişiz ki “bu anası nikahsız dünyanın hangi cenneti bize birbirimizden fazla hissettirir bizi”. Su çekmiş, yırtık ayakkabılarla, zemheri ayazında kazak altına giyilmiş gazetelerle, emanet alınmış birkaç beden büyük gelen formalarla sevmişiz biz bizi. Cüzdanlarımız boş, ellerimizde birikmiş bozuk paralarla girmişiz içeri. İki bira üstü, biraz sigara, biraz sarılıp kucaklaşma ve hep yürüme. Hep yağan yağmur, hep üşüme, hep karşıdan karşıya geçerken, lambasından gelen ışığa yağmur gölgesi vurmuş cakalı arabaların sıçrattığı çamurlu suyla ıslanma.

42

Kuyu sularının dinginliğini, sabahın kuşluk vakti dağdan yükselen dumanı, saatler süren otobüs yolculuklarını, o yolların yanı başında otobüsle yarışan al yanaklı, esmer çocukları. Sonra Abbasağa’yı, Köyiçi’ni. Her köşe başından bir ses yükselen, siyah beyaz kalabalıkları. Diyarbakır işi oturaklarda çay içilen sokak kahvelerini, elde bira eşliğinde marş söylemeyi, sarhoşken gökyüzüne bakıp gördüğümüz martıyı kartala benzeterek felsefe yapmayı. Maçın sonlarına doğru kafayı kaldırıp denize bakan taraftaki yıldızları izlemeyi, stadın bir yerinde bir kişinin daha benim baktığım yıldızlara bakıyor olması ihtimalini. Çıkışta kavga etmeyi, kanamayı, ağlamayı, acımayı, dinmeyi, gülmeyi, seni... Sonra Taksim’e doğru yürürken “başın öne eğilmesin” türküsünü söylemeyi. Eskiye ait tanıdık bir duygunun birdenbire bir alt-üst oluşla hayatımda belirmesini ve tüm aniden yaşanılan alt-üst oluşların adına “devrim” denilmesini, odamda asılı 85-86 sezonu posterinin en önünde mahcup oturmuş Rıza kaptanın siluetinin bir cemre gibi tüm gecelerde gözlerimden içeri düşmesini... Seni...


FUTBOLUN EDEBÄ°YATI

43


BELESTEPE

En Düttüriyel Futbol Açelya Kirezci

E

ndüstriyel futbola neden karşı çıkıyoruz? Son barikat esprisi nedir? “Hakkı”, “Şeref ”, “duruş” gibi kavramlar ile “yıldız futbolcu”, “onu isteriz, bunu istemeyiz”lerin altında neler yatıyor? Canlının en temel sorunu yaşamını sürdürebilmekse eğer, o zaman en temel gereksinim de karnını doyurmaktır. Yani canlı, doğduğu andan itibaren “tüketici” statüsündedir. Hazır olanı tüketirken araç gerece ihtiyaç duyduğu gibi, bir süre sonra karşısına zaruri olarak “üretim” gibi bir kavram daha çıkar. Sonra ne olur? Toplumsal yaşamın gelişmesiyle birlikte ihtiyaçlar “karın doyurmanın” ötesine geçerek, daha karmaşık bir üretim biçiminin gündeme gelmesine neden olur. İşte zurnanın zırt dediği yer de tam olarak burası. Doğal sıralama “Üretim-Emek-Tüketim” olmalıyken, “emek” aradan çekildiğinde onun yerini almak için erketeye yatmış bekleyen “sermaye” faktörü, adına “ekonomi” dediğimiz ilişkiler yumağını da hazırlamış oluyor böylelikle. Çünkü tüketici artık üretim maliyetlerinin üzerinde bir bedel ödemek zorunda kalıyor, bu fazlalık da sermaye olarak aracı sınıfın elinde birikiyor ve üretim araçlarına hakim olmak için kullanılmaya başlıyor. Bu çark dönecek dönmesine de, kuralları kim koyacak? Uyulup uyulmadığını kim denetleyecek? Peki ya uyulmazsa yaptırım gücü kimde olacak? Hepimizin hayatımızın belirli dönemlerinden aşina olduğumuz Murphy’nin altın kuralı neydi? “Altını olan kuralı koyar.” İşte “Emek”i devre dışı bırakarak tüm üretim araçlarını ele geçirmiş olan sermaye de kendi kurallarını çoktan koymuş, işlerliğini sağlamak için de pek çok ara hizmet sınıfı yaratmış, beslemiş ve gözünü kitlelerin yoğun olarak

44

eğilim gösterdiği alanlara dikmiştir. Mesela sanat, mesela spor! Varoluşunu emekçi halklara borçlu futbol sporu basit kuralları olan, seyir zevki yüksek ve neredeyse bedava oynanabilecek bir oyunken (yeri geldiğinde buruşturulmuş bir kağıt bile pekala topun yerine geçebilir); zamanla sadece katılımcıların ilgisini çeken bir oyun olmaktan çıkıp, takım tutmak, taraftarı olduğu takımın başarılarıyla aidiyet duygusunu tatmin etmek isteyen kitlelerce benimsendi. E bu durum da sermayenin gözünden ve dikkatinden kaçmadı haliyle. Daha “modern” tesisler, daha çok müşteri, pardon taraftar izleyebilsin diye daha büyük statlar, sponsorlar, lisanslı ürünler, üç yıldızlı yetmez, beş yıldızlı futbolcular, ücretli hale gelen TV yayınları derken güç dengesi her geçen gün daha da bozuldu ve en hafif tabirle işin tadı iyice kaçtı. 1978 Dünya Kupası’nı kazanan Arjantin milli takım efsane teknik direktörü ve dönemin faşist cunta lideri Videla’ya, “Arjantin Şampiyon, Videla’ya Ölüm” diyerek seslenen Cesar Luis Menotti solun futbolunu şöyle anlatıyor: “Sağın futbolu, bu toplumda geçerli olan dünya anlayışlarını yeniden üretmekte ve desteklemektedir. Bu tür futbolda yalnızca para konuşur ve para tüm yolları meşru kılar. Salt ultra savunmacı bir taktik, kâr hırsı ve spekülasyon yanında... Akla gelebilecek her çeşit kokuşmuş numaralara başvurulması...” “Oysa solun futbolu, bir yaşam belirtisi olarak, zekânın en ön sırayı aldığı ve galibiyetin ancak o galibiyetin elde ediliş biçimi oranında değerli olduğu bir yetenek işidir. İnsanların duygularına saygılıdır... Solun futbolu sürekli kalite için uğraşır... Yani


FUTBOLUN EDEBİYATI

solun futbolunda bir tek kazanmak için oynamıyoruz, daha iyi olmak, sevinç duymak, bir şenlik yaşamak, insan olarak gelişmek için oynuyoruz.” “Futbol sadece futbol değildir” derken Simon Kuper tam olarak bunu mu kastetmiş bilemem ancak renklerinde yaşam ve ölümü, acının karanlığıyla erdemin aydınlığını somutlaştıran, yükseklerde yalnız dolaşan, pek ona buna bulaşmayan ama gerektiğinde haddini bildirecek kadar cesur ve donanımlı kartalı kendisiyle özdeşleştiren Beşiktaşlılar “Şeref ”leriyle oynamayı ve “Hakkı” ile kazanmayı kendilerine şiar edinmiştir. Bu kavramlar sermaye için para etmez, satın alamadıkları her şey gibi çöptür. Çünkü sermaye takım tutmaz, takım tutan müşterilerin üzerinden kar etmeyi hedefler.

Sermaye-futbol ilişkisi bu kadar gözü dönmüş halde en basit insani duygularımızı bile yok etmeye çalışırken, futboldan nefret etmek için çok sebebimiz varmış gibi görünse de, hayatımızın birçok alanında olduğu gibi asıl nefret edilmesi gerekenin sermaye ve onu yönetenler olduğunun farkındayız. Ve bir takım çevrelerce “makul” kadın olmaya zorlanırken, şimdi bir de bu sermayenin dayatmasıyla “makbul” taraftar olmaya zorlanan ben ve benim gibiler; duruşumuzu, görüşümüzü, ahlakımızı somutlaştırdığımız Beşiktaş’ımızın bir ticarethane haline getirilme sürecine karşı çıkıyoruz. Barikatın ardı biziz, mafyöz ilişkilerin, kabadayılıkların, emek hırsızlarının aramızda yeri yoktur. Son Barikatın adıdır Beşiktaş.

45


BELESTEPE

Nisan’lar Mayıs’lar Sizin Olsun Haziran’lar Bizimdir... Serkan Deniz

Ö

ğrenmemiz gerekenleri öğrenmediğimiz eğitim kurumlarının bitmesini iple çekerdik. İp dediysek hani bildiğin boynumuz da urgan. Her çocuk için o sıkışmışlıktan kurtulup özgürleştiğimiz aydır Haziran. Bu yüzden hayatımızın her dönemin de Haziran umut vadederdi bize. Mis gibi sabahlara uyanırdık. Sonra bir kanepenin altından çıkardı rengi solmuş, buruşmuş, az yamalı çok hatıralı mazi kokan bir şort. Annemizin bir yerler de biriktirdiği parayla aldığımız ucuz yollu bir beyaz ayakkabı giyer, güneşin batmasını beklerdik. Yanan ayakkabılarla koşan çocukluk heyecanını.. Sonra, güneş veda eder, ansızın geçe çökerdi mahallemize. Bu mahallenin her yanı umut oluyordu, yoksulluk vuruyordu yüzümüze .. Saklanırdık bir köşe de, ilk orda başladık düşünmeye “madem yakalanacağız neden saklanıyoruz diye? “ilk saklambaçımı Beşiktaş’la oynadım ben. Ondandır ki bütün ömrüm boyunca Beşiktaş’sız göremezsiniz beni. Onu boş bir kalbin içine bıraktım, içimden sayacaktım ölene kadar. İlk orda öğrendik, kaçamayacağımızı buralardan. İçimizde sakladıklarımızdan. Çağ değişti sonra, sokaklar üzerimize yıkıldı, terk etti çocuklar bu şehri. Çocukların yokluğu katliamdı sanki. Bazen biraz özlüyorum o günleri, Haziran sabahlarını... 90’lı yılların sonu çocuklar için güzeldi de, Beşiktaşlı çocuklar için biraz buruk geçerdi.. Bizler yani doksan sonrası çocukları, yalnızca nakarata eşlik eden, öpüşmeli sahne çıkınca kanal değiştiren, 10 dakikalık teneffüslerde en büyük muhabbetleri eden, mahalle maçlarında kavga eden, sınıftan çaldığımız tebeşirle mahalleye yeni taşınan sevgililerimizin duvarına seni seviyorum yazan çocuklar. Ağustos böceğine yakın bir yerde, karıncalı kanallarda sevdik Beşiktaş’ı. Sahi tebeşirde kalmadı değil mi? Teneffüsler uzadı. Mahallemize yeni

46

taşınan kızlar koca koca binaların arkasında kaldı. Ya nakarat sız şarkılar yazıldı ya da bütün şarkılar nakarat olarak kaldı. Ağustos böceği artık elektro gitar çalıyor. Karınca da bildiğiniz gibi, bir inşaatın bilmem kaçıncı katından düşerek fıtratının kurbanı oldu. Karınca öldüğünden bu yana durdu dünya. Artık televizyonlarımıza bile gelmiyor. Her şeyi çok net gördüğümüzü sanıyoruz ama her şey çok karanlık artık. Ağustos böceği de gitar çalıp şarkı söylemeyi bıraktı... Sırf siz bunu istediniz diye nakarat sız şarkılar yazıldı. Metin-Ali-Feyyaz futbolu bıraktı, tepesine çıkıp elma çaldığımız ağaçlar yerini betonlara bıraktı. Gökyüzüne yaklaşıp ama çıktığınız balkondan yıldızları bile göremeyecek kadar dünyadan uzaklaştınız şimdi. Mutlu musunuz ? Mutlu olmalısınız ? Siz istediniz diye sokaklarda gitar çalan ağustos böcekleri vuruldu. Karıncalar da yazları çalışıp kışları birer birer ölüyor. Mahallede maç yapacak çocuklar kalmadı, kalanlarında maç yapacak yeri... Çok eksik kaldık anlayacağınız gibi.. Beşiktaş’ta şampiyon olamamıştı… Sonra yıllar geçti. İyice gömüldük Endüstriyel futbol belasının içine, çocukken üzüldüğüm kadar üzülmüyordum artık şampiyon olamayışımıza. Rakiplerimiz nazire yapardı birbirlerine, Mayıs’ta şampiyon olmuştu birisi Mayıs’lar bizimdir diye. Sonra ötekisi Nisan’da olunca “Mayıs’lar sizin olsun, Nisan’lar bizimdir” demişti. Ben umut dolu bir sabaha uyandım yıllar sonra. Bir çift yeni ayakkabı almıştım. Haziran başladı, ayakkabılarım hiç eskimedi. En sevdiğim fesleğen başucumuzda durur, Gezi parkında... Beşiktaş ki saksıda karanfil, incinmiş çocukluğumuz. Gövdesi yaşlı söğüt Haziran sabahın da. Beşiktaş ki bir sokak çocuğunun umudu, parkta buluşan liseli sev-


FUTBOLUN EDEBİYATI

gililer, incinmiş ve kalbi kırılmış bütün çocuklar, hayatlarıyla bedel ödemiş canlarımız... Beşiktaş ki TOMA’lara karşı POMA’larımız. Biber gazına karşı limonumuz. Beşiktaş’ki Hesse’miz, Socrates’imiz, Lucarelli’miz, Metin Kurt’umuz, Kemalettin Şentürk’ümüz... Şeref Bey’imiz... Yani kısaca hayatın umudu, Haziran’ımız...

mız parklarda açan çiçeklerle, yeşeren ağaçlarla, toprağa gözyaşlarını akıtan annelerimizle, koşuşturan çocukların umuduyla haykırıyoruz:

Haykırma sırası biz de şimdi, üstelik yalnız da değiliz... Bütün direnenlerle birlikte, sahip çıktığı-

Serkan Deniz serkndenz@gmail.com

“Nisan’lar, Mayıs’lar sizin olsun Haziran’lar bizimdir. ”

47


BELESTEPE

İstasyonda Kaldı Gülüşün Ufuk Bıyık

T

utunduğumuz takımın peşinden giderken, geriye kalan renkleri unuttuğumuz zamanlardı. Siyah ile beyazdan başka tarifi yoktu hayat denen keşmekeşin. İnternetin ve sosyal ağların hayatımıza girmesiyle geri kalan renkleri daha fazla görür olduk. Kurcaladıkça bize, bana benzeyen, benim gibi düşünen, taraf olurken benimle aynı dertleri yaşayan insanları görmeye başladım, tabi onların hayat merkezlerinde siyah ile beyaz değil, sarı, mavi, kırmızı, lacivert yer alıyordu. Tek farkımız en büyük farkımızdı hatta bizi birbirimizden ayıran, bizi düşman olarak gösteren tek fark renklerdi. Renkleri bir kenara bırakarak konuşmaya, tanışmaya başladık. Aynı sorunlardan şikayet eden, aynı sevinçleri farklı renklerle kutlayan, azımsanmayacak kadar insan olduk. Tam burada başladı hikaye belki de. Bugün “taraftar hakları mücadelesi” adı altında dernekler var ise, işte o gün renklerimizi bir kenara bırakıp yazdığımız “Merhaba” ile bunların temeli atıldı.

Bir çok farklı tribünden bir çok insanla temas ettim. Hepsinin yeri ve değeri farklıdır ama biri var ki, bu hikayenin ana kahramanı. Tanıştıklarım içinde en genci, en heyecanlısı ve en hüzünlüsü. Bucaspor tribün emekçisi Hasan, Hasan Erbaş. Buca tribünlerinde kurdukları İstasyon grubu vasıtası ile tanıdım Hasan’ı. Zor bir tribünde zor bir işi yürütmeye çalışıyorlardı. Türkiye tribünlerine muhalif olmak genel itibariyle zor iken, bazı tribünlerde bu çok daha zor ve Hasan çok daha zorun içinde yürütmeye çalışıyordu bu mücadeleyi. Bu yazıyı yazmamdaki asıl amaç, bugün taraftar hakları mücadelesine destek olanların, farklı renklere tutunanların, Hasan’ın o mücadelenin temelinde emeğinin olduğunu bilmelerini istemem. Hasan’ı sadece Buca tribünleri, İzmir takımları

48

değil, başka şehirlerin yoksul çocukları da tanısın bilsin istiyorum. Bugün bu mücadelenin en değerli yol arkadaşıdır Hasan. İçinde bitmeyen bir sevgi vardı Hasan’ın. Öyle abartı falan değil, bir şeyi seviyorsa dur durak bilmiyordu; ölçüsü, mesafesi yoktu. Sabahlara dek sevdiği insanı, “Abiii ne deplasmandııııı” diye diye yaptığı deplasmanı bıkmadan anlatacak kadar seviyordu Hasan. Bir gece istasyonda pankart yaparken aradı. “Abi rahatsız ediyorum ama biz bu dünyadan geçip gittiğimizde, ‘çok sevdi’ diyecekler arkamızdan, biliyorsun değil mi?” diye sordu ama benden fırçayı yiyip telefonu kapattı. Bugün arasa sorsa “Kendimi bilmem ama seni öyle bilecek herkes” derdim. Tanıyanlara sorun “çok severdi” diyecekler. Besteleri de çok severdi Hasan. Hele ayrılık besteleri yok mu... Saatlerce esir alabilirdi o bestelerle insanı. “Abi bak yeni beste buldum tam senlik” diyerek sabahlara kadar içer, beste dinletirdi. Sevdiği onu sevmiyordu ya, Hasan da ne yapsın, onu sevenlere anlatıyordu nasıl sevdiğini. O bestelerin içinde kaybolup gidiyordu sanki. Yine de bir gün diyordu o da sevecek. Belki seviyordur şimdi Hasan, belki özlüyordur bile seni. Sanırım tribündeki son organizasyonu Buca tribünleriydi, sopalı pankart hazırlığı yapıyordu. İstasyonda pankart boyarken ilk fotoğrafları bana gönderiyor ve şu notu ekliyordu “İstasyona geldiğinde en güzel Beleştepe pankartını da biz yapacağız abi rahat ol.” Ben gelemedim, o pankartı yapamadık ama inan senin gibi sevmeyi bilenlerle neler yaptık Hasan, hepsinde senden bir iz var. Son telefon konuşmamızda “Takma kafana, ufak bir operasyon, ben çıkınca arayacağım seni” dedikten sonra, bir daha sesini duyamayacağımızın haberini aldığımda tarih 26.10.2012’ydi. Bir tü-


FUTBOLUN EDEBİYATI

mör seni çekip alıyordu bizden, daha doğrusu seni alıyordu çok sevdiklerinden. 20 yaşında en büyük sevgileri yaşayarak belki de geçip gittin yanımızdan. 20 seneye çok büyük sevgiler, senden sonraki zamanlara sevgine yaraşır bir hasret bıraktın. Biz hala Hakan abinle arada sırada sabahlıyor, senin bulduğun besteleri paylaşıyoruz. Öyle yokmuşsun gibi de değil hani, yanımızdaymışsın gibi. Yine o pis gülüşünün altında taşıdığın hüzünle bize bakıyormuşsun gibi. Yine bestenin en güzel

yerinde en sağlam sen bağırıyormuşsun da, biz yine sana ayak uydurmaya çalışıyormuşuz gibi. “Aynı şehrin yoksul çocukları pankartı” bizi en çok tanımlayan ortak değerlerden biriydi belki de. Biz farklı şehirlerin yoksul çocuklarıydık ama acılarımızdan tanırdık birbirimizi. Ve acın acıma değdiğinden beri biz kardeşiz. Sen öyle bırakıp gittin diye son bulmadı. İçtiğimiz rakının bir dublesi sanadır. Unutma çok özlendin ve Hasan gibi seviliyorsun.

49


BELESTEPE

Deplasman yolunda dolarsa gözlerin .. İbrahim Azad Aydın

“İnan ki kalbimi durduracaksın Bize bu dünyayı yaktıracaksın Deplasman yolunda dolarsa gözlerin O vakit bizi anlayacaksın Aşkın en güzeli sensin BEŞİKTAŞ İstersen bırakmam gözlerimde yaş Sen bizi bilirsin biraz da deliyiz Ölüme gidiyoruz bak yavaş yavaş Dilerim öldüğüm yol senin olsun Saatim 19.03 olsun Mezarın başında siyah beyaz bir atkı Birde sevdiğimin gözleri dolsun Soranlar olursa son sözü neydi Diyin ki siyahın son demindeydi BEŞİKTAŞ diyerek nefesini verdi Zaten bu hayatta tek dileğiydi”

B

ir Cuma gecesi, Trabzon deplasmanına gitmek üzere dillerde yeni beste “Aşkın en güzeli sensin BEŞİKTAŞ “ ile yollardaydık. Grubun geri kalanı ile buluşmak üzere Mehmetçik Vakfı Opet’e girdiğimizde yüze yakın Karabüksporlu taraftarın oluşturduğu kalabalık bir grubun hareketlendiğini gördüm, hemen inip olaya müdahil olma gereği hissettim. İki grup arasında hararetli ve sert tartışmalar geçiyordu; bizimkiler Karabüklülere, Beşiktaş maçında ettikleri küfürlerden dolayı sitem ediyorlardı. Karabüklüler mahcuptu, kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar ancak başarısız oluyorlardı. Hemen selam verip, Karabüksporlu büyüklerin birisi ile tokalaştım. Bir sohbet ortamı oluştu, Karabüksporlu sevdiğim iki-üç ismi söylediğimde ortamın harareti biraz olsun azalmıştı. Bir eksiklerinin olup olmadığını sorduktan sonra, kar-

50

deşlerini otobüse bindirip yollarına devam etmelerini istedim. Sağ olsunlar beni kırmadılar, karşılıklı birbirimize hayırlı yolculuklar dileyip yolumuza devam ettik, yolumuz uzundu. Uzun yıllar hafızadan silinmeyecek 4-3 lük bir galibiyet sonrasında vakit kaybetmeden dönmek üzere deplasman otobüslerine doluştuk. Yola henüz çıkmıştık ki, beş-altı kadar Trabzonsporlu kardeşin yolda kalmış olduklarını gördük ve otobüse buyur ettik. “Biz Giresun’a gideceğiz” dediler, biz de “Önemli olan sizin evinize dönmeniz, neresi olursa olsun götürürüz sorun değil,” dedik. Yalnız kendilerine otobüsün en arkasına geçmelerini, kapı ağzında durmamalarını söylediğimizde şaşırarak “Neden?” diye sordular. Gülerek “Neden olacak, deplasmandayız. Her an otobüsten inmemiz gerekebilir, taş atanlara hiç tahammülümüz yok,” deyince onlar da neden olduğunu anladılar. Yol boyu inceden şakalaşmalar, maç sohbetleri derken Giresun’a vardık. Arkadaşlar otobüsten inip evlerine giderken, biz de yemek, alkol, ve tuvalet molası vermiş olduk. Dağlar, tepeler aşarak Karadeniz’in güzelliklerinden uzaklaşıp İstanbul’a doğru zafer sarhoşluğu içinde yaklaşıyorduk. İzmit’e vardığımızda bir de baktık ne görelim; bir otobüs duman almış, yanıyor. Hemen indik tabi. Deplasman otobüsü meraklıdır, her olaya müdahale eder, çözmeye çalışır, kendi içinde adaleti ve çözüm yöntemi vardır, bir nevi küçük bir Komündür çünkü. Sakaryaspor taraftar gurubu Tatangalar’ın otobüsüydü yanan, yardımlarına da ilk olarak Sancaktepe maçına giden Kocaelisporular koşmuştu, ki bilirsiniz Sakarya ve Kocaeli taraftarı birbirilerini hiç sevmezler. Ellerinde yangın tüpleriyle otobüsü söndürmeye çalışıyorlardı. İtfaiye gelmişti, hep birlikte itfaiyeye yol açma çalışmalarına yardım ettik. Her şey bitip yangın söndürüldükten sonra, sevda-


FUTBOLUN EDEBİYATI

larına kavuşmak için yola çıkan bu kardeşleri yolda bırakmak olmaz deyip buyur ettik otobüsümüze. On iki-on üç kişi kadar varlardı Tatangalar. Başka otobüs beklemeye kalksalar çok zaman kaybedeceklerdi. Bu sevdalı gençlerle bir Sakarya bestesi, bir Beşiktaş bestesi söyleyerek, karşılıklı tatlı tatlı atışarak keyifli bir yolculuk geçirdik. Geçmiş olsun dileklerimizi yineleyerek onları takımlarına uğurladık. Umarım kendi deplasman otobüslerindeymiş gibi hissetmelerini sağlayabilmişizdir. Güzel ve uzun bir deplasman oldu her birimiz için. Tribüncülüğün gerçekte ne olduğunu ve hayatın gerektirdiği gibi davranmanın nasıl olduğunu, bu hayatın karşımıza neler çıkarabileceğini

bir kez daha deneyimlemiş olduk. Tribün acısıyla tatlısıyla hayatın ta kendisiydi. Daha üzerimizdeki yorgunluğu atamamıştık ki, aldığımız bir haberle yıkıldık. Fenerbahçe-Akhisar Belediyespor maçının ardından Edremit’e dönen Fenerbahçe sevdalılarını taşıyan otobüsün mermer yüklü bir tıra çarpması sonucu 19 taraftar yaralanmış, bir taraftar ise maalesef hayatını kaybetmişti. Bu olay bizi derinden etkiledi. Renkler farklı olsa da hepimizin yolu SEVDALARIMIZA çıkar. Sevdaya giden bu yolda hepimize önce hayırlı, sonra mutlu ve güzel yolculuklar dilerim. SİYAH-BEYAZ DEVAM...

51


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.