H. P. Mallory Ateş Kazan ve Bir Tutam Aşk Fire, Burn, and Couldron Bubble Çeviren: Ali Kürşad Çifçi ve Taylan Şalap
BigBang Yayınları: 6 1. Baskı: Ocak 2014 ISBN 13: 978-605-4665-04-4
© 2011, BigBang Yayınları
H.P. Mallory, şu anda California’da kocası ve oğluyla yaşamaktaysa da daha önce İngiltere’de de yaşamıştır. Seyahat etmeyi, dalış yapmayı, tahta boyamayı ve annelik yapmayı sever. Eğer yeni kitapları çıktığında e-mail yoluyla haberdar olmak istiyorsanız, aşağıdaki adresten duyuru listesine abone olun: http://hpmallory.com/contact/
Bu kitabın telif hakları Kayı Telif ve Lisans Hakları Ajansı Ticaret Ltd. Şti. aracılığıyla alınmıştır.
H.P. Mallory’nin diğer üç kitabına da bir göz atın: Çifte Bela (Jolie Wilkins serisi 2. kitap, BigBang Yayınları)
Tashih: Ali Kürşad Çifçi Kapak Tasarımı: İsmail Kemal Çiftçioğlu Kapak Uygulama: Muhsin Doğan Sayfa Tasarımı: BigBang Yayınları Baskı: Ertem Basım
Adres: Başkent Organize Sanayi Bölgesi, 22. Cadde No: 6, Malıköy, Temelli, Ankara Telefon: (312) 640 16 23 | Faks: (312) 640 16 24 Sertifika No: 26886
Cadıca Düşünceler (Jolie Wilkins serisi 3. kitap , BigBang Yayınları) To Kill A Warlock
H.P. Mallory’yi takip edin: www.hpmallory.com twitter.com/hpmallory
BigBang Yayınları Adres: Ziya Gökalp Cad. Metro İş Hanı No:24/82, Kızılay, Ankara Telefon/Faks: (312) 434 44 64 Web: www.bigbangyayinlari.com E-Mail: info@bigbangyayinlari.com Sertifika No: 25787
facebook.com/hpmallory?fref=ts urbanfantasyauthor.blogspot.com
Bir İnsan her gün bir hayaletle karşılaşmıyor. Bu özel günde, kendi işlerimle meşgul oluyor, Girls Just Wanna Have Fun’ı* dinlerken (tamam, yaptım kabul ediyorum), dükkanı toparlıyordum. Geç bir vakitti, belki gece dokuz civarı. Birkaç gün önce tarot bakma odamda bir ampul yanmıştı ve ben onu hala değiştirmemiştim. Hayatın önemsiz detaylarını görmezden gelme eğilimim vardır. Şimdi küçük kırmızı ampul odanın zifiri karanlığına karşı mücadele veriyor, onun ürkütücü görünmesine neden oluyordu. Yedek bir ampul bulmak için “eğer bir yeri yoksa, buraya koyun” kutumu karıştırmaya başlamıştım ki ön kapının açıldığını duydum. Garip, kapıyı kilitlediğime yemin edebilirdim. “Kapalıyız!” diye seslendim. * Cyndi Lauper’ın bir şarkısı
7
Kapının kapandığını duymadım, o yüzden Cyndi Lauper’ın* sesini kıstım ve etrafı kolaçan etmeye çıktım. Sokak lambalarının ışıkları dükkanların camlarından içeri yansıyordu. Parıltı o kadar yoğundu ki kendime onların sadece ışık olduğunu, beni alıp götürecek uzay gemileri olmadıklarını hatırlatmak zorunda kaldım. Oda boştu. Birilerinin saklanıyor olma ihtimalini düşünerek, boğazımdan yukarı tırmanan dehşeti bastırmaya çalıştım. Etrafa göz atarak davetsiz misafir saldırmaya karar verirse diye kendimi korumak için bir şeyler aradım. Sade odanın köşesinde duran süpürgeyi gözüme kestirdim. Süpürge belki iki adım ötemdeydi. Kulağa pek de uzak değilmiş gibi geliyor olabilirdi ama korku ayak bileklerimden tutmuş bırakmıyordu. Jolie, al şu kahrolası süpürgeyi. Her zaman tam da doğru anda yardımıma koşuyormuş gibi gözüken önsezimin bu küçük içsel sesine şükrettim. Ayaklarımı korku katranından kurtarıp süpürgeyi kavradım ve masama yaklaştım. Birilerinin saklanması için iyi bir yerdi – aslında, saklanmak için tek yerdi. İş mobilyalara geldiğinde, ben tam bir minimalisttim. Süpürgeyi masanın altına sokup şiddetli bir şekilde sağa sola savurdum. Hiçbir şey yoktu. İçime bir huzursuzluk hissi çökerken ensemdeki tüyler hazır ola geçti. Bu hissi üzerimden atamadım ve odada kimsenin olmadığına karar verdikten sonra sesi ço* Amerikalı ünlü şarkıcı
cukların çıkarttığına kendimi inandırdım. Ama çocuklar olsa da olmasa da, kapının kapandığını duymam gerekirdi. Süpürgeyi bırakmadım. Kuzey kutbundan bir rüzgar esmiş gibi, boynumun arkasından yukarı doğru bir ürperme hissettim. Yukarı baktım ve işte oradaydı; bir adım kadar üzerimde süzülüyordu. Afallayarak bir adım geri çekildim. Kalbim küçük bir kafesteki çılgına dönmüş bir kuş gibi atıyordu. “Yok artık!” Hayalet, göz hizama gelinceye kadar bana doğru süzüldü. Aklım o kadar karışmıştı ki kaçmak mı istiyordum yoksa süpürgeyle ona vurmak mı emin olamadım. Korku beni yerime çiviledi ve her ikisini de yapamadım, sadece ayakta ona bakakaldım. Bu şekilde sonsuza kadar durup bekleyemeyeceğimiz için, hayaletler hakkında öğrendiğim her bir şeyi zihnimde tekrarladım: Yarım kalan bir işleri vardır, farklı bir varoluş düzlemine takılıp kalmışlardır, bize bir şey söylemek için buradadırlar ve en önemlisi, onlar sadece enerjiden ibarettir. Enerji beni incitemezdi. Kalp atışlarım düzene girmeye başladı ve bakışlarımı önümde duran ektoplazmaya* çevirdim. Suratında hiçbir ifade yoktu; sanki benim kendime gelmemi bekliyormuş gibi sadece bana bakıyordu. “Merhaba”, dedim ama bir yandan da kulağa ne kadar aptal* Medyumdan trans sırasında çıktığı farz edilen madde.
8
9
ca geldiğini düşündüm – ona, kapımdan girmeye cesaret eden herhangi bir Tom, Dick veya Harry imiş gibi davranmıştım. Sonra aptal gibi hissettiğim için kendimi aptal gibi hissettim – bir hayaleti selamlamakta yanlış olan neydi ki? Ölüler bile standart bir nezaketi hak ederlerdi.
dünyadan diğerine geçmesi gerekiyordu ve o malum ışığa doğru gidiyordu? Ya da benim dükkanıma dadanmaya mı gelmişti?
Sanki biri ona saç kurutma makinesini çevirmiş gibi azıcık dalgalandı, ama hiçbir şey söylemedi. Gençti, belki yirmili yaşlarındaydı. Kruvaze takım elbisesi, eğer tahmin etmem gerekirse, sanki 1930’lardan, The Untouchables’dan* fırlamış gibiydi.
“Buraya gönderildim.” demeyi başardı ve sanırım kendi hayaletvari biçiminde güldü. Ehh, kesinlikle çirkin bir hayalet değildi.
Saçları sarıya çalıyordu, daha çok kirli sarı gibiydi. Söylemesi zordu çünkü içinden görünen tahta kapının önünde duruyordu, şey yani süzülüyordu. Tahta kapıya rağmen, suratının geniş ve burnunun da çarpık olduğunu söyleyebilirdim. Burnu belki de bir kavgada kırılmıştı. Hayaletlerin geneli gibi yakışıklıydı. Hala bir ölüyle konuşmaya çalıştığıma inanamayarak, “Konuşabiliyor musun?” diye sordum. Şey, bir hayaletle konuşabileceğimi hiç düşünmemiştim ama yanıldığımı kanıtlayacak gün gelmişti sanırım. Yine bir şey söylemedi, bu yüzden sorular sormaya devam etme kararı aldım. “Birisinden bir mesaj mı getirdin?” Kafasını iki yana salladı, “Hayır”. Sesi, sanki suyun altından konuşuyormuş gibi çıkmıştı.
“Bir yere mi gidiyorsun?” Bu ruh için çok fazla sorum vardı ama nereden başlayacağımı bilmiyordum, bu yüzden ağzımdan ilk olarak en aptalca olanları çıktı.
“Seni kim gönderdi?” Sorulacak mantıklı soru bu gibi geldi. Hiçbir şey demedi ve aynen o şekilde, beni öğle yemeğinde kötü bir şey yeyip yemediğimi düşünmek için yalnız başıma bırakarak ortadan kayboldu. Hazımsızlık tam bir baş belası olabiliyor.
\ “Ee, başka bir hayaletle karşılaşmadın mı?” diye sordu en iyi arkadaşım ve tek elemanım olan Christa, ön büromuzda duran masaya doğru yaslanarak. Kafamı iki yana sallayarak kapının yanındaki sandalyeye oturdum. “Belki eğer sen randevuna gitmek için erkenden çıkmasaydın, ziyaretime kimse gelmeyecekti bile.”
* 1987 yapımı film. FBI’ın, mafya lideri Al Capone’u yakalama mücadelesini konu alır.
“Eh, içimizden birinin flört etmesi lazım” dedi. Bunu son altı aydır kimse ile çıkmadığımı çok iyi bildiği için söylüyordu. Son sevgilimin hayali zihnime bir bomba gibi düştü. Sadece internet üzerinden randevulaşma yolunu bir daha asla denemeyeceğim diyebilirim. Adam çirkin olduğu için değil; res-
10
11
Hımm. Şey, buraya geleceğini okumam için gelmemiştir diye düşündüm ama bir geleceği olmadığı ortadaydı. Belki bu
mindeki gibi görünüyordu ama hazırlıklı olmadığım şey onun körkütük sarhoş olması ve devamlı olarak karısından nasıl ayrıldığını ve üç çocuğu olduğunu anlatmasıydı. Boşanmamıştı bile! Evet, bunlar onun ‘arkadas.com’ profilinde yazmıyordu. “Bu konuya tekrar girmeyelim…” “Jolie, dışarı çıkman gerek. Neredeyse otuz oldun…” “Hala iki yılım var, teşekkür ederim.” “Her neyse… sonunda yaşlanacaksın ve yalnız kalacaksın. Sen fazlasıyla güzelsin ve harika bir kişiliğin var, sonun bu şekilde olmamalı. Tek bir kötü randevunun bunu mahvetmesine izin verme”. Sesi daha yüksek bir perdeden çıkmaya başlamıştı. Christa dramatik olmaya eğilimliydi. “Bir seri kötü randevum oldu, Chris.” Başka ne diyeceğimi bilemedim, ölümcül derecede yalnızdım. İşin aslı şuydu ki, başka bir ‘kaybedenler’ furyası ile olmasındansa zamanımı kedimle ya da Christa ile geçirmeyi yeğlerdim. Çekici olmaya gelince, Christa, güzel olduğum konusunda ısrar ediyordu ama ben ikna olmuyordum. Güzel olduğunu en yakın arkadaşın söyleyince başka, bir erkek söyleyince bambaşka oluyor. Ve bunu en son ne zaman bir erkeğin söylediğini hatırlamıyordum. Christa biriyle neden çıkmam gerektiği konusunda konuşmaya devam ederken gözüm masanın camındaki görüntüme takıldı ve kendimi inceledim. Yüzümün yeterince hoş olduğunu düşündüm – küçük, kalkık bir burun, peygamberçiçeği mavisi gözler ve dolgun dudaklar. Burnumun üzerine saçılmış
12
çiller solgun bir beyaz renkteki tenime renk katıyordu. Omuz hizamdaki sarı saçlarımı ise her zaman atkuyruğu yapıyordum. Yanlarından geçerken herkesin kafasını çevirip bakacağı kadın olmam çok zordu. Komşu kızı tanımı bana daha çok uyuyordu. Christa’ya gelince o bana hiç mi hiç benzemiyordu. Mesela bir hayli uzun boylu ve uzun bacaklıdır. Boyu yaklaşık 1.70 civarlarında ve benden yaklaşık on santim daha uzun. Kızıla çalan bir kahverengi tonunda koyu saçları, yeşil gözleri ve pembemsi yanakları vardı. O klasik bir güzeldi, üzerine kabartma portrelerin yapıldığı değerli taşlar kadar... Gerçekten zayıftı ve hiç göğsü yoktu. Bense eğer çok yersem kilo almaya meyilliydim, belirgin bir popom vardı ve ikizlerim de oldukça iriydi. Belki de bunlar bana şişmanmışım izlenimi verebilirdi. Şişman değildim, ama iki buçuk kilo versem sakıncası olmazdı. “Beni dinliyor musun sen?” diye sordu Christa. Kafamı sağa sola sallayıp, gözlüklerimi orada bıraktığımı düşünerek okuma odasına geçtim. Kapının açıldığını duydum. “Ooo, merhabalar sana,” dedi Christa, yüksek perdeden, hasta edici derecede tatlı ve hiç de Christa’nın olmayan bir sesle. “Tünaydın”. Sesinin derin tınısı odanın içinde yankılandı. Bariton sesi kulaklarıma müzik gibi geldi. “Fal baktırmak için geldim ama randevum yok…” “Ah sorun değil” diyerek araya girdi Christa ve ona hitap ederkenki şeker gibi sesinden bu adamın çok çekici bir erkek olduğu hemen anlaşılıyordu.
13
Okuma gözlüklerimi aramaktan vazgeçerek yabancıya kendimi tanıtmak için odadan çıktım. Onu görür görmez soluğum kesildi. Beni hazırlıksız yakalayan onun Sean Connery’i kıskandıracak Yunan Tanrısı görünümü ya da uzun boyu değildi. Beni hazırlıksız yakalayan onun aurasıydı.* Kendimi bildim bileli auraları görebiliyordum, ama bunun gibisini hiç görmemiştim. Aurası sanki kendi hayatı ve rengi varmış gibi bedeninden saçılıyordu! Genelde sağlıklı insanların auraları pembemsidir ya da mordur, sağlıksız insanların ise sarımsı yahut turuncudur. Onunki şimdiye kadar gördüğüm en canlı maviydi – bir fırtınanın ardından güneş ışıkları havanın tadını çıkarırken gökyüzünün aldığı renk gibiydi. Elektrik gibi vücudundan yayılıyordu. “Selam, ben Jolie”, dedim, kendimi hatırlayarak. “Nasılsınız?” Ahh, zaten ağzım sulanmıştı şimdi salyalarım da aktı; aksanı vardı, hem de İngiliz. Off. Onu okuma odasına davet ederken Christa’ya bir bakış attım. Ağzı balık gibi bir karış açılmıştı. Aynen benim hissettiklerimi hissediyordu. Lacivert kazağı geniş omuzlarını ve kaslı göğüs kafesini sıkıca sarmıştı. Söz konusu geniş omuzlar ve kaslı göğüs kafesi biçimli beline doğru inceliyor ve ardından uzun bacakları geliyordu. Kazağının altından görünen beyaz gömleği bronz teniyle zıtlık oluşturuyor ve bu da benim kendi açık tenimi üzüntü içinde anımsamama neden oluyordu. * Tüm insanları çevrelediğine inanılan, arınmışlığa ve bilinç düzeyine göre rengi değişen enerji alanı.
14
Odadaki durgunluk gerilen sinirlerime hiç yardım etmiyordu. Koltuğa oturdum, tarot kartlarını karıştırdım ve desteyi ona uzattım. “Lütfen beş kart çekin ve onları yüzleri görünecek şekilde masaya dizin.” Karşımdaki koltuğa geçip bacaklarını uzatarak ellerini bacaklarının üst kısmına koydu. Ona şöyle bir bakma fırsatı bulunca kahverengi saçlarını ve daha koyu bir kahve tonundaki gözlerini süzdüm. Yüzü köşeliydi ve hafif kemerli burnu ona Paul Newmanvari* bir hava veriyordu. Gölgeler bile güçlü çenesindeki belirgin gamzeyi saklayamıyordu. Kartları almadı. Bunun yerine, inci dişlerini ve A sınıfı gamzelerini ortaya çıkartacak şekilde sadece gülümsedi. “Fal baktırmak için geldiniz, öyle değil mi?” diye sordum. Başıyla onaylayarak elimi tuttu. Dokunduğu anda sanki kolumu şimşek çarptı ve yemin ederim kalbim bir saniyeliğine durdu. Kırmızı ampul birkaç defa yanıp söndü ve sonra giderek o kadar parlaklık kazandı ki patlayacağını düşündüm. Bakışlarım elinden koluna doğru kayıp koyu kahverengi gözlerinde sabitlendi. Kırmızı ışık yüzüne yansıyınca ruhum için pazarlık etmeye gelmiş şeytana benzedi. “Buraya fal baktırmak için geldim, evet, ama kartlarla değil. Doğrudan beni okumanı istiyorum.” Gürleyen bariton sesi hipnotize ediciydi ve elimi sıcak elinden çekme ihtiyacıyla savaştım. Ona yeniden odaklanarak kart destesini bir kenara bıraktım. O kadar gergindim ki herhangi bir görünün geleceğinden * Ünlü İngiliz aktör.
15
şüpheliydim. Görüler ancak televizyonda gördüğünüz hava durumu spikerleri kadar güvenilirdi. Birkaç uzun rahatsız edici dakikadan sonra pes ettim. Sesim titreyerek, “Yapamıyorum, üzgünüm,” dedim. Önceden yakmış olduğum okaliptüs kokulu tütsüyü masanın en uzak köşesine ittim ve gözüme girme konusunda kararlı görünen dumanı dağıtmak için ellerimi yüzümün önünde salladım. Duman sanki bu yabancıya yardım edemediğim gerçeğine aldırmıyormuş gibi havanın içinde dönerek dans etti. Elini çekti ama oturduğu yerde kaldı. Gider diye düşünmüştüm ama hiç de öyle bir şey yapacak gibi durmuyordu. “Acele etme.” Acele etmeyeyim mi? Tam bir enkazdım ve tek bir görü bile gelmiyordu. Sadece bu yakışıklı yabancının gitmesini istiyordum. Böylece alışık olduğum hayata dönebilirdim. Ama kartlarımda bu yokmuş gibi görünüyordu. O kadar sessizdi ki damarlarımdaki kanın akışını duyabiliyordum. Misafirim hala bir şey demiyordu. Bu kadarı bana yetmişti. “Sana ne diyeceğimi bilmiyorum.” Yine gülümsedi. “Bana baktığında ne görüyorsun?” Adonis.* Hayır, bunu söyleyemezdim. Belki de aurası hakkında bir şeyler duymak isterdi. Elimde kullanacağım başka kozum kalmamıştı… “Auranı görebiliyorum.” Benimle alay edeceğini düşünerek, neredeyse fısıldamıştım. * Mitolojide güzelliği ile tanınan erkek.
16
Kaşlarını çattı. “Neye benziyor?” “Daha önce gördüğüm hiçbir insanınkine benzemiyor. Çok canlı bir mavi ve neredeyse elektrik gibi yayılıyor.” Gülümsemesi kayboldu ve öne doğru eğildi. “Herkesin aurasını görebiliyor musun?” Tütsü yeniden gözlerime saldırmaya cüret edince onu söndürüp çöp tenekesine attım. “Evet. Çoğu insanın aurası çok cılız parlar – bunlara pembe ya da turuncu renkli olmayanlardan daha fazla rastlanır. Daha önce hiç mavi görmemiştim.” Bir an bunun üzerinde düşündü. “Sence neye bakıyorsun, o insanların ruhlarına mı?” Kafamı sağa sola salladım. “Bilmiyorum. Ama eğer biri hastaysa bunu anlayabilirim. Onların auraları biraz sarıya kaçar.” Başıyla onayladı ve ben ardından ekledim, “Sen sağlıklısın.” Güldü ve bunu söylediğim için kendimi aptal gibi hissettim. Ayağa kalktı ve heybetli boyu kendimi bacak kadar hissettirdi. Beni yukarıdan izlemesinden keyif almayarak ayağa kalktım ve onu cüzdanını çıkartırken izledim. Sanırım yeterince dinlemişti ve saçmaladığımı düşünüyordu. Önümdeki masaya yüz dolarlık bir banknot bıraktı. Saatlik ücretim elli dolardı ve içeride ancak yirmi dakika durmuştuk. “Seninle önümüzdeki üç salı öğleden sonra saat dörtte görüşmeyi istiyorum. Lütfen benden sonra kimseye randevu verme. Seni tüm öğleden sonra için tutmak istiyorum.” Şok olmuştum. Ne halt etmek için geri gelmek istiyor olabilirdi ki?
17
“Jolie, seninle tanışmak benim için bir zevkti ve gelecek buluşmamızı sabırsızlıkla bekliyorum.” Kendime geldiğimde odadan çıkmak için arkasını dönmüştü bile. “Bekle, randevu defterime hangi isimle not alayım?” Dönüp bana baktı. “Rand.” Sonra dükkandan çıkıp gitti.
\
Salı günü geldiğinde ben pek de yoğun bir hafta geçirmemiştim. Hayaletlerden, ruhlardan ya da bilgisayar dünyasında ne diyorsa işte onlardan ziyaretime gelen olmadı. Randevusuz birkaç müşterim olmuştu, ama hepsi o kadardı. Bu garipti. Los Angeles’ta Ekim ayı genellikle çok yoğun olurdu. “Dörde on var.” dedi Christa gülümseyerek. Girişteki masaya yaslanmış elindeki fotoğraf yığınının üzerinden bakıyordu. En son tutkusu fotoğrafçılıktı. “Gelecek mi merak ediyorum.” diye mırıldandım. Yığından en üstteki dört fotoğrafı alıp, masanın üzerine sanki bir yapbozun parçalarıymış gibi dizdi. Arkasından dolandım. Çok yakışıklı bir adamın beklenen ziyaretiyle gerilen sinirlerimi yatıştırmak ve endişemden kurtulmak için bir çıkış yolu bulduğum için çok memnundum. İlk olarak ortadaki fotoğraf dikkatimi çekti. Bu Malibu kıyı şeridinin manzarasıydı; okyanusun yoğun mavisi gökyüzüne yansımıştı ve okyanusun ve gökyüzünün mavisine tezat oluşturacak sadece yeşilliklerle dolu yamaçlar vardı.
18
“Vaay, bu harika bir fotoğraf, Chris.” Fotoğrafı elime aldım. “Bunu çerçeveleyebilir misin? Bunu duvara asmayı çok isterim.” “Elbette.” Başıyla onayladı ve açıda ya da konuda bir hata bulmaya çalışıyormuş gibi fotoğrafları incelemeye devam etti. Christa bir fotoğrafçı olmak için gereken hevese ve göz zevkine sahipti. Onun sanatsal yeteneğine hayrandım. Bense Tanrı yaratıcılık dağıtırken sırada değildim. Saate yine bir göz attı. “Dörde beş var.” Kayıtsızmış gibi davranmaya çalışarak omuz silktim. “Burada olduğun için memnunum Chris. Rand bana tuhaf geliyor. Sanki onunla ilgili bir şeyler normal değilmiş gibi…” Güldü. “Off Jules, sen kendi annene bile güvenmezsin.” Yorumuna homurdandım ve arkasındaki sandalyeye çökerek ayaklarımı tel örgülü çöp kutumuzun köşesine dayadım. Evet, insanlara güvenmiyordum. Bence insan doğasından çoğu insandan daha iyi anlıyordum. Bu bana, en azından bir haftadır annemi aramadığımı hatırlattı. Kendime not: Daha iyi bir evlat ol. Guguklu duvar saatim, içinde yaşayan iki tahta figür polka dansı yaparken, hiç de hoş olmayan bir Edelweiss* yorumu eşliğinde, saatin öğleden sonra dört olduğunu bize duyurdu. Bu saati hiçbir zaman fazla sevmemiştim ama Christa ondan kurtulmama izin vermiyordu. Kapı açıldı ve ben kalbim deli gibi atarak ayağa fırladım. Niye bu kadar gergin olduğumu anlayamıyordum ama Rand’in * Neşeli Günler müzikalinde çalınan müzik parçalarından biri
19
koyu renk gözlerinin sıcaklığı ile karşılaşır karşılaşmaz her şey anlam kazandı. Geçen sefer önemli hiçbir şey söyleyememiş olmama rağmen yine gelmişti ve daha önce onun ne kadar muhteşem olduğundan bahsetmiş miydim? Yakışıklılığıyla herhangi bir kızın kalbine taht kurabilirdi. Başıyla hızlıca bir selam vererek, “Tünaydın” dedi. Siyahlara bürünmüştü; siyah pantolon, siyah yakalı gömlek ve siyah bir blazer ceket. Sanki bir cenazeden geliyor gibiydi ama bir şekilde böyle olmadığını biliyordum. “Merhaba Rand.” dedi Christa, gözleri onun heykelimsi vücudunda gezinirken. “Günün nasıl geçti?” dedi Rand gözlerini benim üzerime dikerken. “Pek bir şey yoktu,” diye cevap verdi Christa, daha ben konuşamadan. Rand ona dönüp bakmamıştı bile ve Christa bariz şekilde bozularak kaşlarını çattı. Kendi kendime gülümsedim ve fal odasına doğru yöneldim. Rand peşimden takip etti. Kapıyı kapadım ve arkamı döndüğümde Rand masadaki yerine almıştı bile. Karşısına oturduğumda tanıdık olmayan keskin bir koku burnuma çalındı. İçinde nane ve tarçın ya da belki kakule var gibiydi. Bu yabancı koku o kadar çekiciydi ki dikkatimi tekrar toplamak için mücadele ettim.
düm. Onu direkt okuma konusunda bu sefer daha büyük bir başarı göstereceğimi düşünmüyordum. “Şey, burada olmamın sebebi başka herhangi biriyle aynı.” Bakışlarımı kaldırdım ve arkasına yaslanmasını izledim. Kaşlarını kaldırmış, dolgun dudaklarında bir gülümsemeyle keyif içinde beni izliyordu. Kafamı sağa sola salladım. “Kartlarla falına bakmamı istemiyorsun ve son buluşmamızda sana fazla… bir şey söyleyememiştim…” Derinden gelen gülüşü araya girdi. “Pek de iyi bir iş kadını sayılmazsın, Jolie; sanki benden ve nakit paramdan kurtulmaya çalıyor gibisin.” Artık bu kadarı yetmişti. Ben lafı dolandıracak tipte bir insan değildim ve bana bir açıklama borçluydu. “Söyle bakalım, buraya Christa’ya çıkma teklif etmek için mi geldin?” Gözlerimi gözlerinden ayırmamaya çalıştım. Kafasını yana eğip de omuzlarını şaşkınlık içinde Şaşırmışa benziyordu. Omuzlarını bir anda yukarı kaldırıp kafasını da yana eğdi. Şaşırmış gözüküyordu. “İkiniz de çok hoş olsanız da, korkarım ziyaretim eğlenceden ziyade işle ilgili.”
“Lambayı tamir etmişsin.” dedi sırıtarak. “Çok daha iyi olmuş.”
“Anlamıyorum.” Yanaklarımın düşündüğüm kadar kızarmamış olmasını umdum. Sanırım bu kadar cesurca davrandığım için bunu hak etmiştim.
Başımla onayladım ve bakışlarımı kucağıma indirdim. “Geçen sefer sana neden tekrar gelmek istediğini sorma şansı bulamamıştım.” Bunu açıkça sormanın en iyisi olacağını düşün-
O öne doğru eğilince ben geri çekildim. “Her şey zamanı gelince olur. Şimdi, neden beni yeniden okumaya çalışmıyorsun?”
20
21
Ellerine uzandım. Bazen söz konusu kişiye dokunmak bana görünün gelmesine yardım ediyor. Geçen seferde de olduğu gibi, dokunuşu bana bir elektrik titreşimi yolladı ve soğukkanlılığımı kaybetmemek için mücadele etmek zorunda kaldım. Bu adamla ilgili garip bir şeyler vardı. Milyonlarca arı midemde birbiriyle savaşıyorken gözlerimi kapadım ve nefes alıp vererek odaklanmaya çalıştım. Düşüncelerimi Rand’le ilgili bütün sorularımdan arındırdıktan sonra, kendimi daha rahat hissettim. İlk başta hiçbir görü gelmedi. Gözlerimi açtığımda Rand’in beni izlediğini gördüm. Gözlerimi tekrar kapatır kapamaz bir görü geldi – düzensiz, bölük pörçük ve pek de belirgin olmayan bir tane. “Bir adam,” dedim ve sesim sessiz odada bir geminin sis düdüğü gibi çıktı. “Koyu renk saçları ve mavi gözleri var ve onunla ilgili farklı bir şeyler var. Tam olarak kestiremiyorum… öyle görünüyor ki seni bir şey için tutmuş…” Görüntü giderek bulanıklaşırken sesim de sönükleşti. Görüntüler arasında bir bağ oluşturmayı denedim ama çok tutarsızlardı. Birini yakalayınca elimden uçup gidiyordu ve onun yerine belirsiz bir başka görüntü geliyordu. Rand “Devam et.” diyerek beni teşvik etti. Görüntü o anda kayboldu ama hala duygusal geribildirim alıyordum. Bazen sadece görü gelirdi, başka bir zamansa duygu içeren görüler. “İş tehlikeli. Bence kabul etmemelisin.” Ve duygu öylece yok oldu. Görebileceğim bu kadardı, biliyordum ve bu çıkarttığım en iyi iş olmadığı için kızgındım.
22
Çoğu zaman duygularım ve görülerim çok daha belirgindir ama bunlar neredeyse, yorumlanamayacak kısa rüya kırıntıları gibiydiler. Rand’in ellerini bırakınca kendi ellerim bana soğuk geldi. Tekrar ısınmalarını umarak ellerimi kucağıma koydum ama her nasılsa benim sıcaklığım onunkiyle karşılaştırılamazdı bile. Rand ona söylediklerimi tartar gibiydi. Parmaklarını çenesinde gezdirirken dudaklarını çiğniyordu. “Bu adam hakkında bana daha çok şey söyleyebilir misin?” “Onu herhangi başka birisiyle kıyaslayabileceğim şekilde göremedim. Bu yüzden boyuyla ilgili bir şey söyleyemem. Koyu renk saçları ve mavi gözleri vardı. Saçları biraz uzundu ve pek de stil bir saç kesimi değildi. Beyaz suratında hiç kıl yoktu. Görebildiklerimin tamamı bunlar. Onda başka bir dünyaya aitmiş gibi duran bir şeyler vardı. Belki de bir psişiktir. Emin değilim.” “Demek koyu renk saçlar ve mavi gözler diyorsun?” “Evet. Yakışıklı bir adam. Ama genç görünmesine karşın bana çok yaşlıymış gibi geldi. Belki otuzlarının başlarında olabilir.” Omuz silktim. “Bazen görülerim pek anlamlı olmaz.” Hey, elçiye zeval olmaz. Mesajı yorumlamak ona kalmış. “Uzun, esmer ve yakışıklı tiplerden hoşlanıyorsun o zaman?” Şaşırmış olduğum için nasıl cevap vereceğimi bilemedim. “Hoş bir yüzü vardı.” “Başka bir görü gelmiyor mu?” Kafamı sağa sola salladım. “Korkarım hayır.”
23
Ayağa kalktı. “Çok iyi. Bugünkü buluşmamızdan memnun kaldım. Gelecek hafta için beni programına aldın mı?” Başımla onaylayıp, ayağa kalktım. Odadaki sessizlik üzerime üzerime geliyordu. Söyleyecek bir şey bulmak için çabaladım ama Rand benden önce davrandı.
ru yöneldi. Ben az önce söylemek üzere olduğu şeyi tamamlamasını isteyecektim ama cesaret edemedim. “Hoşçakalın, ” dedi ve çıkıp gitti.
“Jolie, kendine daha fazla güvenmen lazım.” Bu kadar özelime girmesi beni sinirlendirdi. Dükkanıma girip böbürlenerek bana daha fazla güvene ihtiyacım olduğunu söyleyen bu adam da kimdi? Evet, haklıydı ama bunu ona söylemektense ölmeyi yeğlerdim! Şimdi daha da utanmıştım ve eminim yüzüm kötü bir güneş yanığı rengindeydi. “Beni tartışmak için burada olduğunu sanmıyorum.” “İşin aslı, bu tam da burada olma ned..” Christa birden kapıyı açıp aceleyle girince Rand sözünü tamamlamaya fırsat bulamadı. Christa bu müşteri hizmeti olayını pek kavrayamamıştı. “Araya girdiğim için üzgünüm ama dükkanın tam önünde bir araba kazası oldu! Bir araba resmen diğerine geçirdi. Sanırım herkes iyi ama ne çılgınca değil mi?” Christa kazayı en ince detayına kadar anlatırken ben Rand’e bakıyordum. Ne söylemek üzere olduğunu merak etmekten kendimi alamıyordum. Sanırım tam buraya beni tartışmak için geldiğini söylüyordu. Bu düşünce mideme büyük bir kaya gibi oturdu. Christa kaza raporunu iletmeyi bitirince, Rand kapıya doğ-
24
25
iki “Peki, geçen ay bu zamanlarda kaç müşterimiz vardı?”diye Christa’ya sordum. O ise kitaplardaki resimleri inceliyordu. Güneş gökyüzünde yavaş yavaş alçalıyordu ve tüm gücüyle pencerelerimizden içeri giriyordu. Elimi kaldırdım ve içime bir öfke dalgası yayılırken gözlerimi elimle kapadım. Bir süredir pencerelere perde takmayı düşünüyordum ve bu kadar ertelememe lanet ettim. Bir an için bir gölge ışığın yoğunluğunun önüne geçti ve onun Rand olabileceğini düşününce kalbim deli gibi atmaya başladı. Gölge hareket etti ve güneş sanki bizi kör etmeye iki kat daha fazla niyetliymiş gibi pencerede parladı. Kalbim küt küt atmayı bıraktı ve bir kaşını kaldırmış beni izleyen Christa’ya döndüm. “Bu ayki sayının iki katı kadar.” Bu kötüydü.
27
İçimde bir yorgunluk hissi yükselirken kendimi masanın arkasındaki sandalyeye bıraktım. Pencerenin önünden bir gölge daha geçti, ama Christa gözlerimdeki beklentiyi fark etmesin diye ona dikkat etmiyormuş gibi davrandım. “Belki kendi reklamımızı yapma konusunda daha iyi bir iş çıkarmalıyız,” dedim çözümün bu kadar basit olmasını umarak. “Bu daha önce hiç sorun olmamıştı,”diye cevap verdi benim endişeli bakışlarımla karşılaşarak. “Jules, bu ay bana ödeme yapamazsan hiç sorun değil. Babamdan para isteyebilirim.” Onu kucaklama isteğime direnerek gülümsedim. Christa ve ben beraber büyümüştük ve Spokane, Washington diye bilinen uzak medeniyetten Los Angeles’a benimle taşınmıştı. Benim için bir kızkardeşe en yakın kişiydi. “Teşekkürler Christa ama sana ödeme yapacağım.” Kitabı kapatarak ayağa kalktı ve kollarını başının üstünde gererek esnedi. Güneş ışınları üzerine yansıyınca kızıl kestane saçları alev almış gibi görünüyordu. “Şey, ben sokağın karşısındaki Starbucks’a gidiyorum. Bir şey ister misin?” Başımı hayır anlamında salladım. “Rand birazdan gelir.” Rand’in yaklaşan ziyaretinin düşüncesinin ağırlığı bir tuğla yığını gibi omuzlarıma bindi ve geçen görüşmemizde söylediği garip şeyleri düşünmeden edemedim. Benimle ilgili konuşmaya gelmişti, öyle mi? Ve eğer öyleyse bu ne anlama geliyordu? Öğrenmek isteyip istemediğimden tam olarak emin değildim. Özel hayatımın… özel olarak kalmasını istiyordum.
kendinden emin bir şekilde gülümseyerek. “Onun gibi erkekler benim gibi kızlarla çıkmazlar.” Rand gibi yakışıklı biri, komşu kızı Jolie’yle değil, onunla eşit çekicilikte birisiyle ilgilenirdi. Christa beni teselli etmek için elini omzuma koydu. “Tanrım, bu şekilde düşünmeyi bırakmalısın. Paranormal dünyayla ilgili bir sorunu olmadığı açık ve o mükemmel biri. Bunlar senin için birer gösterge olmalı. Bu konuşmaya devam etmek istemiyordum. “Bakalım.” “Peki. Kahve beni çağırıyor.” Ve öylece kapıdan dışarı çıktı. Düşüncelerim yeniden Rand’e döndü ve dokunulabilir olsalardı onları kilitleyip saklar, anahtarını da bir aslana yedirirdim. Bununla beraber, belki Rand’in bana karşı bir şeyler hissediyor olabileceğini düşündüğümde içimdeki mutluluğu engelleyemiyordum. Bununla ilgili düşünmek istemeyerek muhasebe defterini açtım ve kendimi, bakar bakmaz bulanıklaşmaya başlayan numaralara dikkatimi yoğunlaştırmaya zorladım. Kapının sesi Rand’in gelişini müjdelediği için hesapları kontrol etmeye fazla devam edemedim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Guguklı saate bir göz attım ve saatin dört olduğunu gördüm. Başımı kaldırıp bakar bakmaz lanet saat çalmaya başladı ve polka dansçıları Rand’in kafasının hemen üstünde dans etmeye başladılar.
“Aa, tabi ya! Seksi adamın randevusu bugündü. Neden bu kadar ilgisizsin anlamıyorum. Sana göz koyduğu belli,” dedi,
Dönüp onları dikkatle izlerken ağzı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bu sefer koyu gri uzun kollu bir gömlek ve daha koyu
28
29
renkte bir pantolon giymişti. Onu yukarıdan aşağıya süzdüm ve içine sokmadığı gömleğinin bittiği yere geldiğimde etrafa bakınmaya çalıştım. Oraya bakmak gibi bir niyetim yoktu. “Jolie, seni görmek güzel,” dedi koyu İngiliz aksanıyla. Bana doğru yürürken baldırları kumaşın içinde geriliyordu. Sırtının da vücudunun ön kısmı kadar sıkı ve kaslı olduğunu anlamam için bana sırtını dönmesi gerekmiyordu. Dikkatimi yüzünde yoğunlaştırırken gülümsemesi büyüyüp gamzelerini ortaya çıkardı. “Nasılsın Rand?” Sesim titriyordu. Kendime kızmıştım; Rand’in kaslı vücudu ve gamzeleri beni hiç ilgilendirmiyordu. “İyiyim, teşekkürler.” Bir dikenin üstünde oturuyormuşum gibi ayağa fırladım. Ayaklarım hareket etmemekte direndi ve masamın önünde bir moron gibi kalakaldım. Randevumuzu hatırladığımda fal odasına doğru yürüdüm. Rand de arkamdan geliyordu. Oturacağı yere doğru yürürken adımları uzun ve yavaştı. Ben kapıyı kapatırken dönüp beni izledi. “Umarım beni geçen seferki kadar iyi okuyabilirsin,”dedi gür sesiyle. Onun karşısındaki sandalyeye oturuverdim ve elini işaret ettim. “Çok umutlanma. Ne zaman görü geleceğini hiç bilemiyorum. Görülerim de güvenilmezler.”
“Senin düşündüğünden daha güçlü olduğuna inanıyorum.” Sesi yumuşaktı ama aynı zamanda bir gemi filosuna da komuta edebilirdi. Hiçbir şey söylemedim ama gözlerimi sımsıkı kapatıp karanlığın tadını çıkardım. Bir görü gelmesini bekliyordum ama hiçbir şey gelmedi. Hayal kırıklığıyla derin bir nefes aldım ve çıplak gözle bir şeyler yakalayabilirim diye gözlerimi tekrar açtım. Tek yakaladığım Rand’in bana gülümseyişiydi ve gülümsemesi o kadar yatıştırıcıydı ki ona kapılmaktan korktum. Refleks olarak gözlerimi tekrar kapadım. Bekledim ve bekledim. “Bugün herhangi bir şeyin geleceğini sanmıyorum,” dedim ve gözlerimi açarak ellerini bıraktım. Ellerim artık Rand’in elektriğiyle yüklenmedikleri için sanki ölmüş gibi vücudumun iki yanından aşağı sarkıyorlardı. “Kartlarla falına bakmamı istemediğine emin misin, yararlı olabilirler.” Başını sağa sola salladı. “Acelem yok. Bir süre sadece oturup konuşalım. Belki bir şeyler gelir.” Benim düşünebildiğim tek şey Rand’in bende huzursuzluk yaratan varlığından kurtulmaktı ve o konuşmak istiyordu, öyle mi? Şey, gerçi bu, gelmek bilmeyen görüleri zihnime çağırmaya çalışmaktan daha kolaydı. “Tamam, ne konuşmak istersin?” Duraksadı. “Ruhları görebiliyor musun?” Bunu cevaplamak kolaydı. “Aslında, ilk hayaletimi geçen hafta, tam seninle tanışmadan önce gördüm.”
Ellerimi sıkı sıkı tuttu ve ondan gelen elektrik akımını hissettim. Zıplama dürtümü bastırdım ve buna hiç alışıp alışamayacağımı merak ettim. Gerçi bunun bir önemi yoktu çünkü bu Rand’in son gelişiydi.
Başıyla onayladı ve gözlerinde görmeyi beklediğim şaşkınlığın olmadığını fark ettim. Omuz silktim. Belki de hayalet görmek o kadar da önemli bir olay değildi. C’est la vie*, diye düşündüm.
30
31
* Hayat böyle.
“Biliyorum. Onu sana ben gönderdim.” Bunu beklemiyordum ve dolayısıyla da ağzım şaşkınlıktan açık kaldı. Tamam, benim gibi bir psişiğin etrafına bu kadar güvensiz olması garip gelebilir ama ben arada sırada görü gören Spokane’li bir kızdan daha fazlası olduğumu düşünmüyorum. Evet, auraları da görebiliyorum. Ama ruhani yönü olan bir insan değilim. Kart okumalarından önce veya sonra arındırma ritüelleri yapmam, başka psişiklerle görüşmem veya meditasyon yapmam ve kesinlikle new age türü müzik dinlemem. Dükkanım müşterilerimin isteklerine uygun görünüyordu ve onlar da tüm bu gizem olayını seviyor gibi görünüyorlar. Şahsen benim daha az umurumda olamazdı. “Onu bana sen mi gönderdin?” diye sordum inanamayarak. “Onu sana ben yolladım da ne demek?” Rand, yaptığımız konuşma hayal edilebilecek en sıradan konuşmaymış gibi omuz silkti. Elini saçlarının arasında gezdirdi ve daha sonra da baldırının üzerine koydu. Başparmağından küçük parmağına kadar olan mesafe baldırının genişliği kadar vardı ve ben dikkatimi başka yöne çevirmek zorunda kaldım. Bu kadar… becerikli ellerle birini öldürmek zor olmazdı. “Evet, o bir çeşit müşteri. Yeteneklerinin boyutlarını görmek istedim. Bu yüzden onu seni test etmesi için gönderdim.” Çoğu erkek doğaüstü güçlerle ilgilenmediği için Rand’in biraz anormal biri olduğunu tahmin etmiştim. Deneyimlerime göre, ilgilenenlerse görünüş olarak Rand kadar yakışıklı değiller. Şimdi şu ana kadar temkinli davranmamın çok yerinde olduğunu görebiliyordum. Her zaman sezgilerine güven - onlar seni yarı yolda bırakmazlar.
32
Yani Rand hayalet müşterileri olduğunu düşünüyordu… “Müşteri mi?”diye başka ne diyeceğimi bilmeyerek tekrarladım. “Evet. Bir iyilik borcum olan bir arkadaşın arkadaşı. Ama bu uzun ve başka bir zaman konuşabileceğimiz bir hikaye. Onu sana, senin onu görüp göremediğini anlamak için gönderdim ve görünüşe göre görebildin.” Yanlış bir iş alanında olduğumu düşünerek sadece gülümsedim. Bana şüphecilikle beraber önsezi yeteneğimi veren Tanrı veya her kimse komik bir şaka yapmış olmalıydı. “O küçük testten sonra gelip kendim araştırmaya karar verdim. Senin deyişinle auramı, yani yaşam gücümü görebildiğini öğrenince senin düşündüğünden çok daha güçlü olduğunu anladım. Birisinin başkalarının yaşam gücünü görebilmesi çok nadir görülen bir yetenektir.” Blöfünü görmek istiyordum ama parçaları birleştirmeden edemiyordum: hayatımda ilk kez bir hayalet görmem Rand’le tanışmamdan hemen bir iki gün önce olmuştu. Bir de Rand’in aurası şu ana kadar gördüklerimin hepsinden farklıydı. Bu hikayede göründüğünden daha fazla şey olabilir miydi? “Bütün bunları nereden biliyorsun?” diye cevabından korkarak sordum kısık bir sesle. “Ben bir warlock’ım*.” Cevabı kafamda tekrarlarken bir anlığına hiçbir şey söylemedim. * Fantezi dünyasında genellikle kara büyüyle uğraşan büyücüler warlock olarak adlandırılsa da bu kitapta warlock ismi erkek cadıları anlatmak için kullanılmıştır.
33
Warlock mı? Sandalyemde donmuş bir şekilde otururken tam olarak düşünemiyordum ve vücudumun kendi kendini içgüdüsel olarak nefes almaya zorlamasından dolayı minnettardım. “Hiçbir şey söylemiyorsun,” dedi doğru bir gözlem yaparak. Uyuşuk bir şekilde başımla onayladım ve sonra işlevsiz bir barajın suları tutamaması gibi düşünceler birden zihnime akmaya başladılar. Zihnim öyle dolmuştu ki hala düzgün düşünemiyordum. “Ne diyeceğimi bilemiyorum.” Ne kadar basit ve ne kadar doğruydu bu söylediğim. “Bu gerçekten ilginç bir tepki. Çoğu insan gülerdi veya bana gitmemi söylerdi.” Sandalyesinde geriye yaslandı ve bana inanılmaz seksi bir gülümsemeyle baktı. Normal görünüyordu. Tekrar düşündüm de normalden çok daha iyi görünüyordu… İnanılmaz seksi daha doğru bir tanımlama olabilirdi. Aklını tamamen kaçırmış olduğunu kimse hiçbir zaman fark etmeyebilirdi. Sonra onunla karşıt görüşte olmanın veya alay etmenin belki de iyi bir fikir olmadığı aklıma geldi. Belki de bu onu kötü bir şey yapmaya kışkırtabilirdi. Deli insanların sağı solu belli olmazdı. Bu yüzden en iyisi onlara boyun eğmektir. İşte o zaman kaçma fırsatım olabilirdi. Ve lanet olsun ki Christa hala Starbucks’taydı. Yani olur da öldürülme ihtimalim olursa yetkilileri alarma geçirebilmek için buralarda olmayacaktı. Offf… Durum gittikçe kötüleşiyordu. Ulaşmam için kaç adım atmam gerektiğini tahmin etmeye çalışarak kapıya bak-
34
tım. Bacaklarım uzun değildi. Bu yüzden belki de beş adım diye düşündüm. Şimdi, asıl soru – Rand beni yakalamadan, beş adımda kapıya ulaşabilir miydim? Söz konusu kişiye dikkatimi verip boğazımdaki yumurta büyüklüğündeki yumruyu yutmaya çalıştım. Sesimi bulmak için çaba sarf ettim. “Warlock derken, erkek cadı mı demek istiyorsun?” Otoriter bir şekilde başıyla onayladı. “Evet.” Bunun üzerinde bir anlığına düşündüm. Bir hayalet, bir warlock… sonra birden anladım ve duygusuz gülüşüm bir kaza kurşunu gibi sekerek içimden geçti. “Tamam, beni kandırdın.” Aklı karışmış bir şekilde kaşlarını çattı ve ben de onun rolünü çok iyi oynadığını düşündüm. “Seni tutan Christa mıydı? Aferin. Zokayı yuttum. Çok komik.” Öne eğildi. “Düşündüğün gibi değil…” diye söze başladı. Şaka olduğundan emin olmasam da, bunu sürdürmeye karar verdim. Şakaymış gibi yapmak ruhen rahatlamamı sağlıyordu. “Bu bana yapılmış bir şaka. Ve Christa da zekice kahve almaya gitmiş gibi davrandı; şakayı o yapmış olsaydı gülmeden duramazdı. Hatta çoktan şakanın içine etmişti bile. “Bana inanmıyor musun?” Yüzünde onu ciddi şekilde gücendirmişim gibi bir ifade vardı. “Rol yapmayı bırak, Rand, tabi eğer bu senin gerçek isminse. Oyun bitti.” Hayaleti nasıl yapmayı başardıklarını bulmaya çalışarak ayağa kalktım. Bayağı gerçek görünüyordu. “Bu lanet olası bir oyun değil,”diye çıkıştı. “Beni kimse tutmadı. Buraya geldim çünkü yardımına ihtiyacım var.”
35
Bu gittikçe sıkıcı bir hal alıyordu. Sandalyenin yanından geçip kapıya yaklaştım. Elimi kapı kolunun üzerine koyarak başka bir şey söylemeli miyim diye düşündüm. Söylenecek başka hiçbir şey olmadığı sonucuna vararak kapıyı açtım ve ona döndüm. “Artık gidebilirsin.” Sözcükler ağzımdan dökülür dökülmez kapı kolu tutuşumdan kurtuldu ve kapı hızla kapandı. Çığlık attım ve geriye doğru sıçradım. Tamam, bu kesinlikle rüzgardan değildi. Kalbim merdivenleri koşarak çıkmışım gibi çarpıyordu. Yavaşça Rand’e döndüm. O ayağa kalktı. Aynı anda, biraz önce üzerinde oturuyor olduğum sandalye masanın altından kendi kendine çıktı. Bakışlarımı hayalet sandalyeden Rand’in cidden kızgın yüzüne çevirdim. “Herkes olabilir, ama özellikle sen bu kadar kuşkucu olmamalısın. Geleceği ve ruhları görebilen birisi açık fikirli olmalıdır.” “Tanrı aşkına, ben sadece Tarot kartlarını okuyabiliyorum ve şu ana kadar sadece bir hayalet gördüm!” Korkumu hissedebiliyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum ve omurgamda kapının rahatsız edici kenarını hissedebiliyordum. Belki de bu gerçekti. Rol yaptığını düşündüğüm için bana acayip kızmıştı. Peki, şimdi… kendimi nasıl kurtarmalıydım? “Benden korkma,”dedi yumuşak bir ses tonuyla. Sanki gösterisinin biraz göz korkutucu olduğunu fark etmiş gibiydi. Hiçbir şey söylemeyerek kendimi önümdeki boş sandalyeye bıraktım. Sandalye tekrar kendi kendine masanın altına girmediği için rahatlamıştım. Birisi karnıma bir tekme atmış ve nefes nefese kalmışım gibi hissediyordum. Soluk soluğa bir
36
anlığına orada oturdum ve Rand hiçbir şey söylemediği için minnettardım. Sanırım söylediklerini sindirebilmem için zamana ihtiyacım olduğunu anlamıştı. Kollarını geniş göğsünde kavuşturmuş, yanımda duruyordu. Aurası mor renkle dalgalanıyordu. Bunun üzgün veya kızgın olduğu zamanlarda olduğunu anlamıştım. “Warlock mı dedin?” Sesim gergin ve şüpheci çıkmıştı. Güldü ve karşımdaki sandalyeye bacaklarını iki yana ayırarak oturdu. “Daha önce bir warlock’la hiç iletişimde bulunmadığını tahmin ediyorum, değil mi?” Güldüm ama sesim gergindi. “Evet, bu doğru bir tahmin.” Başıyla onayladı. “Türümüz nesli tükenmekte olan bir tür. Cadılar ve warlock’lar eskisi kadar fazla sayıda değiller.” Titrememi önlemek için kendimi zorladım. Bununla başa çıkabilir miydim bilmiyordum. Yardımıma ihtiyacı olduğunu söylemişti ama bu ne anlama geliyordu? Bu zamana kadar warlock’larla ilgili herhangi bir şey duyup duymadığımı hatırlamaya çalıştım. İnsanları yediklerini, kan içtiklerini veya korkutucu yaratıklara dönüştüklerini sanmıyordum. Peki, buraya kadar sorun yok… “Sen… kötü müsün?” diye, kulağa çok… salak gelmediğini umarak, sordum. Gülerek kafasını yana eğdi. “Kendimi kötü biri olarak görmüyorum ama kimse kusursuz bir yaşam sürdüğünü söyleyemez. Warlock’lar söz konusu olduğunda ise onların yarısı kadar bile kötü sayılmam. Saygı uyandıran bir cevaptı. O zaman neden hala titriyor-
37
dum? “Peki benden ne istiyorsun?” Uzun bir duraksamayla sorumun cevabını düşündü. “Bunu akşam yemeğinde konuşsak nasıl olur?”
\
“Bu akşam mı?” Kimseyle çıkmama gibi bir kuralım vardı ve warlock’larla kesinlikle çıkmıyordum. Bu fikir aşırı derecede huzursuzluk vericiydi. Sonra yıllardır kimseyle çıkmadığım gerçeğini fark ettim. Belki de sadece prensip gereği gitmeliydim.
Yarım saat sonra Los Angeles’taki en lüks restoranlardan biri olan Marmion’da masa bekliyorduk. Buraya ayak basacağımı hiç hayal etmemiştim, ama işte tek kusuru bir warlock olması olan, şimdiye kadar gördüğüm en yakışıklı adamla burada bir randevudaydım.
Bu gülünç fikirleri kafamdan atmaya çalışarak kafamı sağa sola salladım. Tanrı aşkına benim neyim vardı? Sırf anneme gerçekten bir randevum olduğunu söyleyebilmek için bir psikopatla çıkmamın hiçbir şekilde yolu yoktu.
Şey, tam olarak bir randevu değildi – daha çok bir iş yemeğiydi. En azından ben kendimi buna ikna ettim. Üzerimde hala iş kıyafetlerim vardı – düşük belli bir kot pantolon, kalçalarımın üzerine bağladığım sarı bir kazak ve bembeyaz polo yaka gömlek. Ayrıca ben ayrı arabalarla gelmemiz konusunda ısrar etmiştim, ki bu da kesinlikle bir randevuya özgü bir şey değildi.
“Evet, bu akşam.” Ciddiydi. “Şey…” Onunla neden akşam yemeğine gidemeyeceğimle ilgili kitabına uygun bir bahane bulmaya çalıştım. “Tamam, yemek fikri kulağa harika geliyor.” Kelimeler öylece dudaklarımdan dökülüverdiler. Şaşkına dönmüştüm. Onunla asla çıkmayacağımı düşünüyordum ve yine de kolayca boyun eğmiştim. “Kabul etmeni ben sağladım,” dedi. Yüzümdeki dehşet içindeki ifadeye karşılık olarak söylemişti. Boğazımdaki yumruya rağmen yutkunmaya çalıştım. Pinokyo’nun nasıl hissettiğini şimdi anlıyordum – adeta Rand’in kuklası olmuştum. Kalp atışım tehlikeli seviyeden, durum göz önünde bulundurulduğunda, olabileceği kadar normale döndüğünde gözümün önündeki acı gerçeklerle yüzleştim. Yapabileceğim hiçbir şey yokmuş gibi görünüyordu – bir cadıyla randevum vardı.
38
“Evet, neden benim yardımıma ihtiyacın var?” diye sordum, bol miktarda biberiye ekmeği, üç küçük kalıp otlu tereyağ ve bir şişe Perrier bizim masanın yolunu bulduğunda. “Elimde Chicago’ya, 1920’lere seyahat etmemizi gerektiren bir iş var. Müşterimi, yani senin de tanışmış olduğun hayaleti kimin öldürdüğünü öğrenmeni istiyorum.” Tamam, hayaletlere inanıyordum ve bir tanesini gördüğüm gerçeğini de kabul etmiştim ve warlock’ların varlığını da yavaş yavaş kabullenmeye başlıyordum ama zaman yolculuğu da fazlaydı artık. Öne eğilerek sesimi alçalttım. “Zamanda yolculuk yapabiliyor musun?” Başını hayır anlamında salladı. “O kelimeyi çok düşünmeden kullandım. Zamanda sen yolculuk yapmayacaksın; zihnin
39
yapacak.” Onun neden bahsettiğini biliyormuşum gibi başımla onayladım. “Peki, bu ne demek?”
“Şey, iş ne kadar sürerse. Ondan daha uzun süreceğini sanmıyorum ama tam da emin olamam tabi.”
Ekmeğe dokunmamış olduğunu fark ettim. Warlock’lar yemek yer miydi?
Kafamı iki yana salladım. İş anlaşmaları söz konusu olduğunda katı kurallarım vardır. Bir anlaşma ya iyidir, ya da kötü. “Anlaşma yok. Bu, yıllar da sürebileceği anlamına geliyor.”
“Çok fazla odaklanma ve geçmişe dönük tahmin yeteneği gerektiriyor ve bunları ben sana öğretmek zorunda kalacağım. Çok güçlü olmana rağmen güçlerinin yönlendirilmeye ihtiyacı var.”
“Peki diyelim ki teklifini kabul ettim, tabii ki ücretin bir kısmını başlamadan verirsin, değil mi?”
Başladığımız yere geri dönmüştük. “Henüz seninle çalışmayı kabul etmedim,” dedim. “Eğer çalışmayı kabul edersen, buna değeceğini garanti edebilirim.” Söylediği, içimdeki iş kadınına hitap ediyordu. “Nasıl?” “Eğer Chicago’daki iş için iki haftadan daha uzun olmayacak bir süre zarfında bana eşlik edersen sana dükkanında bir yılda kazandığın gelirin iki katını veririm.” “İki hafta mı?” Bunun kaç gün olduğunu bir türlü hatırlayamıyordum. Üniversitede İngilizce okurken beş kere falan öğrenmiş olmalıydım ama bir şekilde hiç aklımda kalmamıştı. “İki hafta.” Aa, evet, doğru.
“Pekala… bana iki haftadan daha fazla yardım etmeyeceğine dair anlaşmaya varsak senin için uygun olur mu?”
Başıyla onayladı. “Yarısını başlamadan, geri kalanını da bittikten sonra.” Bunu düşünürken sessiz kaldım. Çoğu açıdan hiç de kötü görünmüyordu. Eğer bu adam gerçekten benim ona yardım edebileceğimi düşünüyorduysa, ben kimdim ki aksini iddia edeyim? Lanet olası yardımım işe yaramasa bile paranın en azından yarısı bana ödenecekti. Hımm, kesinlikle paranın sözü geçiyordu. Sonuçta bir zararım olmayacaktı. Son zamanlarda zorluk çektiğim için bu, birazcık rahatlayacağım anlamına geliyordu. “Ya Christa’yı beraberimde götürmek istersem?” İşin parasal yönünü hallettiğimize göre güvenliğimi de düşünmeliydim. Rand’in birkaç garip gösterisini izlemiştim, ama bu, hikayesine yüzde yüz inandığım anlamına gelmiyordu. “Kimi istersen getir. Onun harcamalarını da karşılarım.”
Vaay. Bu bayağı iyi bir teklifti. Gözlerimi kıstım. Kulağa gerçek olamayacak kadar güzel gelen şeyler genelde güzel değildirler. “İki haftalık bir iş için mi?” Hüküm ve koşulların çirkin yüzlerini ne zaman göstereceklerini merak ettim.
Kötümser yanım anlaşmanın bu kadar sorunsuz olmasına karşı çıktı. “Neden ben?”
40
41
Sandalyesinde arkaya yaslandı ve tuzlukla oynamaya baş-
ladı. Kapağını avucunda tutarken tuzluğu da yukarı aşağı sallıyordu. “Böyle bir işi yapabilecek doğuştan gelen gerekli yeteneklere sahip insanlar bulmaya çalışıyordum. Aylardır arıyordum. Seni bulduğumda, yeteneklerinden emin olmak için bir hayalet olan Jack’i sana gönderdim. Bu testi geçtiğinde seni görmeye kendim geldim. Oldukça etkilendiğimi söylemeliyim, Jolie.” “Beni nasıl buldun?” diye sordum. Ekmek kırıntılarını topluyor olduğumu fark ettim ve şimdi masanın üstü her yana saçılmış kırıntılarla doluydu. “Sarı İlanlar.” Kendime not – sarı ilanlarla reklam yapmanın karşılığını mutlaka alıyordunuz. Bu konuşmanın Alacakaranlık Kuşağı’ndan* fırlamış olduğunu düşünerek başımla onayladım. “Sen de oldukça güçlü olmalısın, ha?” Bana gülümsemesini dikkate almadım ve tüm yüzünü aydınlatan gamzelerini fark etmeyi reddettim. “En güçlü warlock’lardan biri olarak kabul edilirim, evet.” Gözlerimi kıstım. Ukala erkekleri sevmezdim. Gerçi Rand’in ukala olmak için çoğu erkeğe göre daha fazla nedeni var gibi görünüyordu. “Peki, o kadar güçlüysen, neden bu işi kendin yapamıyorsun?” Sorum beklenen etkiyi yarattı – öfkelenmişti. “İki kişi gerekiyor. Ben sana odaklanıyor olacağım ve sen de Jack’e. Kendimi öylece geçmişe gönderemem çünkü geri dönmemin hiçbir yolu olmazdı.” * Garip ve gizemli olayları konu alan gerilim dizisi.
42
Gözlerimin kafatasımdan dışarı fırladığına emindim. “Geri dönmemem gibi bir olasılık var mı?” Belki de bu kulağa geldiği kadar güzel bir şey değildi. Bir anlaşmayı her zaman baştan sona dikkatli okumak lazımdı. Endişelenmem gereksizmiş gibi davrandı. “Böyle bir ihtimal yok. Sana güvende olacağının garantisini verebilirim ama işte bu yüzden ikimizin de orada olması gerekli.” Restorana göz gezdirdim ve garsonun bizim masaya yaklaşmaya cesaret edememiş olduğunu fark ettim. “Şey, buradaki servis kesinlikle daha iyi olabilirdi.” Rand’in dudakları kocaman bir gülümsemeyle aralandı. “Onu ben uzak tutuyordum. Konuşmamızı bitirmek istedim. Ne istediğine karar verdin mi?” Evet, senden mümkün olduğunca uzaklaşmak... Onun ne kadar güçlü olduğunu merak ederken içimde artan korkuyu bastırmakta güçlük çekiyordum. Belki de aptaldım ve hayatımı tehlikeye atıyordum. Tekrar düşündüm de, kesinlikle aptaldım. Göz kırptım ve garson önümüzde belirdi. Kalemi bir not defterinin üzerinde hazır beklerken gözleri de ben bir tarla faresiymişim o da aç bir kartalmış gibi üzerime kilitlenmişti. “Tofu salatası lütfen,” dedim titrek bir sesle. Menüde ilk okuduğum şeyi tekrar etmiştim. Cümle ağzımdan çıkar çıkmaz tofuyu sevmediğimi hatırladım. Rand’in ağzından onaylamadığını gösteren bir ses çıktı. Sanırım tofudan o da pek hoşlanmıyordu. “En iyi kalite pirzola lütfen. Az pişmiş olsun.” Şarap menüsünü aldı ve uzun par-
43
maklarını şıklatarak istediğini bulduğunu gösterene kadar onu inceledi. “Chateau Petrus, 1961 yılı ürünü.” Şaraplar hakkında geniş bilgiye sahip değildim ama o kadar eski olan herhangi bir şeyin pahalı olması gerektiğini tahmin edebiliyordum. Garson yanımızdan ayrılınca Rand’in dikkati bana çevrildi. “Birçok sorun olduğunu tahmin edebiliyorum.” Birisini sormaya hazır bir şekilde, başımla onayladım. “Yani warlock’lar varsa hakkında hiçbir şey bilmediğimiz başka yaratıklar da var mı?” “Çok var. Çok iyi kılık değiştirerek kendilerini saklıyorlar. Zamanı gelince seni birkaçıyla tanıştırırım.” Bu kulağa pek de hoş gelmiyordu ve ben de o günün hiçbir zaman gelmeyeceğine kendimi ikna ettim. “Görümde gördüğüm adam da onlardan biri mi?” Rand araya girdi. “Aa, evet, o görü. O görüyü sana ben gönderdim. Telepatik olarak iletişim kurabildiğimizden emin olmak istemiştim ve öyle görünüyor ki, bunu yapabiliyoruz,” diye kocaman bir gülümsemeyle sözlerini bitirdi. “Onu sen düşündün ve bana gönderdin, öyle mi?” “Evet. Göründe gördüğün adam Sinjin Sinclair ve yaptığın gözlemde haklıydın; o tehlikeli bir adam, şey, aslında bir vampir.” Soluğum kesildi. “Vampir mi? ‘Kanını emmek istiyorum’daki gibi mi?” diye sordum, parmaklarımı yukarı kaldırıp uzun köpek dişlerim varmış gibi yaparak.
44
Rand güldü. Gülüşü derinden ve içtendi. Bir kızın alışabileceği türden bir sesti. Tabii eğer warlock olayına kendini alıştırabilirse. “Evet, aynen öyle. O çok yaşlı bir vampir ve ben onunla daha önce ara sıra çalıştım. Ve sen sormadan önce, hayır, o Chicago’da olmayacak.” Rahatlamış bir şekilde iç geçirdim. Bir vampirle başa çıkamazdım. Rand’le bile başa çıkabileceğimi düşünmüyordum. “Bütün bu yaratıkları nasıl oluyor da kimse bilmiyor?” “Amacımız insanlar arasında göze çarpmadan yaşamak ve bunu bayağı iyi başarıyoruz. Binlerce yıldır bu şekilde yaşamak zorunda kaldık.” Bunun düşüncesi beni etkilemedi. “O kadar yaşlı mısın?” Güldü. “Hayır, tam olarak değil. Ama senin tahmin ettiğinden daha yaşlıyım. Bir warlock olarak genç kalmak için büyü gücümü kullanabilirim. Kent, İngiltere’de 1843’te doğdum.” Sodamı içerken neredeyse boğuluyordum. 1843! Otuz dörtten bir gün daha büyük göstermiyordu. “Bu nasıl mümkün olabilir?” “Bu, sevgili Jolie, sormayı bırakmayı öğreneceğin bir şey. Nasıl olduğunu merak etme, sadece kabul et. ‘Gökyüzü ve dünyada senin felsefende düşlediğinden çok daha fazla şey vardır,” diye sözünü bitirdi kurnaz bir gülümsemeyle. Aa, evet, o kesinlikle bir İngiliz’di, ama Shakespeare bana da yabancı değildi. “Tuş oldun Hamlet,” dedim sırıtarak.
45
Üç Christa altın halka küpesini kulağına takarken, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. Aynadaki yansımasını bırakıp arkasına döndü ve öteki küpeyi diğer kulağına takarken beni süzdü. “Aslına bakarsan Chicago’da olmak havalı bir şey, değil mi?” “Evet.” dedim ve bakışlarımı otel penceresinin camlarını döven yağmura çevirdim. Damlalar içeri girmek istercesine pencerenin camını dövüyordu; yıldırımlar, gelecek fırtına için uyarıyordu. Chicago’nun havası tam bir baş belasıydı. Saatimi kontrol ettim; Christa’nın hazırlanması bir ömür sürüyordu. “Daha ne kadar oyalanacaksın?” Omuz silkti ve rengi küpeçiçeği ile bir haftalık çürük arasında bir şey olan rujunu seçerken dikkatini aynadaki yansımasına verdi. Surat asar gibi bir ifade takındı ve dudaklarını boyayıp, bir peçete ile taşanları hafifçe temizledi.
47
“Dudaklar, Jules, bir kadının yüzünün en önemli parçasıdır.”
“Jolie, uçağın inince beni aramayı unuttun.” Sesi titredi ve telefonu açtığıma oracıkta pişman oldum.
Aynadaki yansıması benimki ile buluştu. Yüzünün en önemli parçasını büzüştürüp kendine bir öpücük gönderdi. Kendi kendime gülümsemeden edemedim. Çok aptal görünüyordu.
“Biraz meşguldük. Ama endişelenme, uçuşumuz sorunsuzdu ve şimdi Chicago’dayım.”
“Ben en önemli parçanın gözler olduğunu sanıyordum.” Başını bilmiş bir şekilde iki yana salladı. “Hayır. Dudaklar.” Dünyanın en gerzek tartışmasına girmek istemeyerek başımla onayladım ve yeniden saatime baktım. “Artık hazır mısın?” Rand onunla akşam yemeği için lobide buluşmamızı istemişti ve ben geç kalmak istemiyordum. “Hıhı.” diye cevaplayıp, bana dönmeden önce son bir kez daha saçlarını kabarttı. Birden yüzü aydınlandı. “Ya, sence Rand benim için modellik yapar mı?” Hımm, Rand bu konu hakkında ne düşünürdü emin değildim ama sert hatlara sahip yüzü ve kaslı fiziği herhangi bir fotoğrafın biraz daha dikkat çekici olmasını sağlayabilirdi. “Bilmem; neden kendin sormuyorsun?” Cep telefonum Clare De Lune melodisiyle çalarak hazırlanışımızı böldü. Arayan numarayı görünce bir iç geçirdim. Cevaplamak ya da cevaplamamak, işte bütün mesele buydu. Sonunda, bir insanın annesini görmezden gelmesinin doğru olmadığını düşünerek, telefonumu açtım. “Merhaba, anne.”
48
Durakladı. Arkadan çamaşır makinesinin düğmesini çevirdiğini duyabiliyordum. Çamaşır yıkamak halen en önemli endişesiyken nasıl olur da benim için kaygılanıyor olabilirdi ki? “İyi iyi, öyle olduğuna sevindim. Biliyorsun sen yolculuk yaparken aklım hep sende kalıyor.” Sadece yolculuk etmeme değil her şeye kaygılanırdı. Kapısının ardındaki bilinmeyen dünya ile yüzleşmektense evde oturmayı tercih eden tiplerdendi. Hayatını özetlersek: Spokane’de doğmuştu ve orada ölecekti. Saatini gösteren Christa’ya bir bakış attım. “Üzgünüm anne ama şu an biraz meşgulüm. Christa ve ben tam da dışarı çıkıyorduk.” “Ay, özür dilerim tatlım. Christa’ya selam söyle.” Telefonu kulağımdan çektim. “Annemin selamı var.” Telefonu tekrar ağzıma götürdüm. “Christa da selam söylüyor. Seni Los Angeles’a dönünce tekrar arayayım mı?” “Tabii, kızım. Seni seviyorum. Bay bay.” “Ben de seni. Bay bay, anne.” Telefonu kapattıktan sonra bana bilmiş bir gülümsemeyle bakan Christa’ya döndüm.
49
“Hala annene nasıl geçindiğini söylemedin, değil mi?” diye sordu. Sırıttım. “Bir hukuk firmasında resepsiyon görevlisiyim sanıyor. Ne kadar dindar olduğunu biliyorsun, geleceği okuduğum gerçeğini asla kabullenemez. Hele Rand’e hayatta tahammül edemez.” Daha çok küçük yaşta insanların çevrelerinde görebildiğim parlak renklerden ya da gelecekle ilgili gelen görülerden bahsetmemeyi öğrenmiştim. Peder Charles’ın ard arda gelen kutsal su tedavileri dilini ne zaman tutman gerektiğini öğrenmenin iyi bir yoluydu. Christa kafasını sallayarak güldü. Sesi bir arptan çıkan notaları anımsatıyordu. İnce belini ve geniş kalçalarını öne çıkartan siyah, dar bir elbise ve çita desenli ince topuklu ayakkabılar giymişti. Açık bıraktığı siyah saçları sırtının zarafetini gösteriyordu ve herkesin dikkatini üzerine çekeceğinden emindim. Kendine olan güvenine hayrandım. Donuk, modası geçmiş kıyafetime şöyle bir göz gezdirdim – karamel kahvesi bol paça bir pantolonu tamamlayan kararında topuklu (beş santimden az) bir ayakkabı ve hindistan cevizi rengi boğazlı bir kazak. Christa kıyafetimi fazlasıyla muhafazakar bulduğundan küçümsüyordu. Ama ben onun gibi giyinmiş olsam kendimi hiç rahat hissedemezdim. “Tanrım, bir içkiye ihtiyacım var.” dedi Christa, ben kapıyı arkamızdan kapatırken. Ben de aynı şeyi düşünüyordum.
adımlarla bize doğru yürümeye başladı. Koyu mavi takımı ve gri gömleği ona tam bir iş adamı görüntüsü vermişti. Rand’i tanımlamak istesem “sıradan” kelimesini asla kullanmazdım. Birden Christa’nın tavsiyesini dinleyip biraz daha cesur bir şeyler giymiş olmayı diledim. Ama bu işti, eğlence değil ve ben de olduğum gibiydim işte. Hah, al sana aşağılık kompleksi! Rand, Christa önünden ışığa ulaşmak isteyen bir güve gibi hızla geçerken ona gelişi güzel bir bakış fırlattı. “Bir Japon restoranında rezervasyon yaptırdım.” dedi Rand, o seksi aksanıyla. “Harika! Suşiye bayılırım!” diye şakıdı Christa. Rand’i tavlamaya çalışmadığımı fark ettiğinden olacak, Christa şansını deniyordu. Mideme saplanan kıskançlığın sivri uçlu parmaklarını dışarıya hiç belli etmedim. Beni hiç ilgilendirmezdi ve dahası, onların bir araya gelecek olmaları muhtemelen kaçınılmazdı. “Ben bir taksi çevirene kadar ikiniz neden içeride beklemiyorsunuz?” diye sordu Rand, dışarıda yağan şiddetli yağmuru eliyle işaret ederken. “Ben seninle geliyorum, birazcık yağmur beni hiç rahatsız etmez.” diye cıvıldadı Christa.
Aşağı indiğimizde Rand’in barda oturuyor olduğunu fark ettim. Bana baktığında kalbim pır pır attı. Gülüşü ve gamzeleri ona çocuksu bir hava veriyordu. Ayağa kalkarak uzun ve kararlı
Rand’e sokuldu ve ben arkalarından takip ederken beraber dışarı çıktılar. Rand bana dönerek koluna girmemi istedi ama Christa’nın avına mani olmamak için onu elimle reddettim. Otelin kapısındaki güneşlik yağmurun üzerime gelmesini engellemediği gibi rüzgarla sörf yaparak kendini bana doğru
50
51
fırlattı. Yanağımı acıyla ovuştururken Rand’in bir taksiyi durdurmasını izledim. Taksi önümüzde durdu ve Rand kapıyı açtı. Christa eğilip poposunun dışarı çıktığından emin olarak ağır ağır içeri geçti. Ağzım bir karış açık bakakaldım. Bazen niyetini çok belli ediyordu. Önündeki manzara ile mest olacağını düşünerek, Rand’e kaçamak bir bakış attım ama o bakışıma utanmış bir gülümseme ile karşılık verdi. “Bu hava beni tam da evimde hissettiriyor.” dedi Rand gülümseyerek. Ben Christa’nın yanına geçerken, Rand de benim yanıma yerleşti. Ah evet, Rand utanmıştı. İş ortağınızın arkadaşı poposunu burnunuza dayadığında, havadan konuşmak en iyi seçenekti. Taksi hareket etti ve yola çıktık. “İngiltere’de hava çok mu kötü?” diye sordum, cevabın evet olacağından emin olarak, ama sadece muhabbet etmeye çalışıyordum. “Gökyüzü masmavi gözükebilir ama beş dakika sonra kendini bir dolu fırtınasının ortasında bulabilirsin.” “Biraz Washington’ın havasına benziyor.” dedi Christa ve sonra dirseğiyle bana vurdu. Anlaşılan aralarına oturmamdan hoşnut değildi. “Her zaman İngiltere’ye gitmeyi istemişimdir.” diye devam etti, sesi tekrar şehvetli bir tona kavuşmuştu, sanki daha biraz önce en iyi arkadaşına dirseğiyle vuran o değilmiş gibi.
tam da bir fotoğrafçı sayılmazdı şimdi, daha çok bir hobi gibiydi ama bir yerlerden başlamalı insan. “Aa, öyle mi?” diye sordu Rand. Christa kendinden emin bir şekilde başıyla onayladı. “Yurtdışına bir gezi için para biriktiriyorum, böylece gerçekten iyi kareler yakalayabilirim… bilirsin, koleksiyonumu genişletmek için. İtalya ya da İspanya’yı düşünüyordum ama belki de İngiltere’yi denemeliyim.” Cevap vermedim ama Christa’nın niyetini bu kadar belli etmesine içimden kafamı sallayarak tepki verdim. Taksi durmak için yavaşladığında, camdan dışarı baktım ve gideceğimiz yere varmış olduğumuzu gördüm. Şoför kapımızı açtı. Eğer o bir çizgi film kahramanı olsaydı, Christa önünde dikildiğinde, gözleri yuvalarından pörtler ve dili yerlere serilirdi. O anda, karşı cins üzerinde böyle bir kontrole sahip olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ettim. Daha önceden belirttiğim gibi Christa güzeldi ama daha da önemlisi onun kendini nasıl taşıdığıydı. Belki ben de onun kadar güzeldim ama sanırım bende özgüven sıfırdı. Cesaret kırıcı bir düşünceydi. Bu yüzden düşünmeyi bıraktım. Öyle üzgün durma. Bu Rand’in kafamda yankılanan sesiydi. Kelimeler sanki konuşmuş gibi netti.
Rand gülümsedi ve ben de Christa’nın suyuna gitmek istedim. “Christa bir fotoğrafçıdır.” diyerek söze başladım. Yani,
Kalbim önce durdu. Sonra sanki az önce otobana çıkmış gibi hızlandı. Neredeyse kendi ayağıma takılıyordum ve her ne kadar 39 numara olsalar da ayaklarım birbirlerine dolanacak kadar büyük değillerdi. Rand kolumdan kavrayıp dengemi sağlarken ben de başımı eğmiş yüzündeki kendini beğenmiş
52
53
ifadeye bakıyordum. Anlaşılan küçük numarasının bayağı havalı olduğunu düşünüyordu. Sonra vampir Sinjin’le ilgili bana gelmiş olan görüyü Rand’in bana yollamış olduğunu söylediğini hatırladım. Hımm, tamam, o zaman belki aynen görüde yaptığı gibi bana düşüncelerini de gönderebiliyordur! Kalbim biraz daha sakin atmaya başladı. Eğer Rand düşüncelerimi okuyabiliyorsa bu, benim ondan hoşlandığımı biliyor olduğu anlamına geliyordu. Kalp atışlarım yeniden hızlandı. Üzgün değilim. Düşüncelerimi okuyabiliyor musun? diye düşündüm cevabın ‘hayır’ olmasını umarak ve dua ederek. Rand cevap vermedi ama bize restoranın kapısını açtı ve Christa abartılı bir “teşekkür” etti. Christa’nın arkasından içeri girerken bir yandan da düşüncelerimi okuduğuna dair herhangi bir işaret görür müyüm diye Rand’i kesiyordum. Arkasından kapıyı kapadı ve garson kızın yanına giderek rezervasyon yaptırdığı masa için ismini verdi. Hayal kırıklığı içinde iç çekişimi bastırırken dikkatimi kubbeli tavana, kırmızı duvarlara ve siyah vernikli masalara çevirdim. Yüzlerce mum mekanı aydınlatırken Rand’in köşeli yüzünde gölgeler oluşmasına neden oluyordu. İşte tam ‘Kodak’lık bir an! “Jolie” dedi Christa ve arkama döndüğümde bizi masamıza götürebilmek için beni bekleyen garson kızı gördüm. Başımla onaylayarak en arkadan ilerledim. Rand masadan bir sandalye çekti ve Christa tam bir kraliçe edasıyla oturdu. Kendi sandalyemi kendim çekip oturduğumda Rand kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Ben de kendim oturarak ona iyilik yaptığımı sanmıştım.
54
Sanırım düşünceleri okumak sadece tek yönlü çalışıyordu – Rand’in beyninden benimkine doğru. Bu biraz gıcık bir durumdu. Hayır, senin düşüncelerini okuyamam. Sesi kafama yeniden girdiğinde irkildim. Bu, alışması zaman isteyen bir şeydi. Peki şimdi yaptığına ne diyorsun? diye düşündüm alaycı ses tonumun da aktarılacağını umarak. Rand’in sırıttığını gördüm. Sadece bana gönderdiğin düşünceleri okuyabilirim. En derinlerdeki sırlarımın ve düşüncelerimin hala güvende olduklarını anlayınca rahatladım. Ohhh. Dikkatimi bir şeyler hakkında gevezelik yapan Christa’ya çevirdim. Ellerini öyle etkileyici bir şekilde hareket ettiriyordu ki sanki Homer’ın Odysseus’sini işaret diliyle anlatıyordu. Ne hakkında konuşuyor? diye sordum sessiz duran arkadaşıma. Rand menüsünü kaldırdı ve dudaklarında bir gülümseme belirdi. Hiçbir fikrim yok. Garip bir sıcaklık hissi beni sardı ve sanki bize özel yeteneğimiz bizi birbirimize bir şekilde bağlamış gibi Rand’e kendimi yakın hissettim. Sonra Christa bana dönünce konuşmasını böldüm. “Sen ne yiyeceksin?” diye sordum. Kaşlarını çatarak menüye bir göz attı. “Bilmiyorum. Henüz menüye bakma şansım olmadı.”
55
Kendi menümle ilgilenmeye başladım. Neredeyse hiç iştahım yoktu ve menüye kayıtsız bir şekilde bakıyordum. Çok da iyi olmayan iştahımın, Rand bana her baktığında midemde uçuşan kelebekler yüzünden mi bu durumda olduğunu merak ediyordum. Kelebekler yüzünden veya değil, bir şeyler sipariş etsem iyi olacaktı.
“Hımm, Sherlock ve Watson, Jack onu kimin öldürdüğünü göremedi. Arkasından vurulmuştu.”
Orkinos balığı sarmasında karar kıldığım anda bir garson siparişimizi almak için masamıza geldi. Bunun da Rand’in zihinsel numaralarından biri olup olmadığını merak ettim. Siparişlerimizi aldıktan sonra garson geldiği gibi hızlıca yok oldu.
“Jack’in evi hala orada duruyor mu?” diye aniden araya girdim.
“Şimdi seni bilgilendireyim.” diyerek söze girdi Rand. “Yarın sabah saat sekizde Jack’in öldürüldüğü mekana gitmek üzere bir taksiyle yola çıkacağız.”
Christa gözleri kocaman açılmış bir halde öne doğru eğildi. “Bunu nasıl başardın?”
“Jack bir hayalet.” diyerek fısıldadım Christa’ya, onun dışlanmasını istemediğimden. Anlaşmayı Rand ile ben yapmıştım ve Rand, Christa’nın her adımda işe dahil edilmesine pek hevesli değildi. Christa’ya gözüm kapalı güvenirdim ve eğer tehlikeli sayılabilecek herhangi bir işle uğraşıyorsam en yakın arkadaşımın arkamı kollamasına ihtiyacım vardı. “Dükkana gelen hayalet mi o?” diye sordu. “Evet.” diye cevapladım, “1920’lerde Chicago’da öldürülmüş ve Rand’i onu kimin öldürdüğünü bulması için tutmuşlar.” Christa kocaman bir gülümsemeyle ellerini çırptı. “Bir cinayet araştırması! Bayıldım!” Otuz saniye durduktan sonra gülümsemesi yüzünden silindi ve gözlerini kısarak Rand’e baktı. “Neden Jack’e onu kimin öldürdüğünü sormuyorsun?” Elimde olmadan kıs kıs güldüm. Bu mükemmel bir soruydu. Rand kaşlarını çatarak suyundan kocaman bir yudum aldı.
56
“Ah, şimdi anlaşıldı.” dedi Christa, hevesli bir şekilde başıyla onaylarken. Rand devam etti, “Mekana varınca…”
“Evet ve evin şimdiki sahipleri biz oraya gittiğimizde orada olmayacaklar.”
“Biraz zihinsel ikna kabiliyetinin yardımıyla. Yarın sabah taşraya gitme ihtiyacıyla uyanacaklar. Bu da bir hafta sonu boyunca sürecek bir tatile dönüşecek. Görevimizi hafta sonunun bitimine kadar tamamlayacağımızı umuyorum ama eğer tamamlayamazsak da ev sahipleri daha uzun bir tatile ihtiyaç duyacaklar.” Eh, en azından onları ortadan kaldırmamıştı. Öyle olmuş olabileceğinden endişeleniyordum. Sonuçta Rand hakkında gerçekten hiçbir şey bilmediğim için bu, korkutucu bir düşünceydi. Olağanüstü güçlüydü ve gücünün sınırları hakkında fikrim yoktu. Bakışlarım geniş ve kuvvetli ellerine kaydı. Sihir kullanmasına gerek kalmadan bile beni alt edebilirdi. Bunu yapması için ille bir warlock olmasına gerek yoktu da, her neyse… “Büyümüzü oturma odasında yapacağız.” diyerek sözünü tamamladı Rand. “Ben ne yapacağım?” diye sordum dizime koyduğum peçe-
57
teyi sıkıca kavrarken. Ne yaptığımın farkına vardığımda kimse ne kadar gergin olduğumu anlamasın diye ellerimi masaya koydum. Kesinlikle çok cesur bir insan sayılmazdım. Rand etrafına bakınarak kibirli bir hareketle başını salladı – bunu kime yapmıştı hiçbir fikrim yoktu. Saniyeler içinde, bir garson yanında belirerek şarap kadehini yeniden doldurmak üzere eğildi. Christa ile benim bardaklarımız hala doluydu. Rand’in belki de bir kusurunun olduğunu fark ederek kendi kendime gülümsedim. Üzerinde düşündükçe gülümsemem sırıtışa dönüştü. Alkolik bir warlock… “Çok bir şey yapmak zorunda kalmayacaksın. Büyünün büyük kısmını ben yapacağım. Senin sadece Jack’in ruhuna odaklanman gerekecek ve eğer büyü işe yararsa, kendini birisinin Jack’i kafasından vurduğu zaman olan 1922 yılında bir izleyici olarak bulacaksın. Bütün yapman gereken bunu kimin yaptığını öğrenmek ve Bob senin amcan.*” “Ne?” dedim kaşlarımı çatarak. “Bob da kim?” diye sordu Christa. Rand kahkaha attı ve bütün vücudu kahkahasıyla sarsıldı. “Bu, biz İngilizlerin söylediği bir şey, şey gibi… ve işte bu kadar.” “’Amerikalılarla İngilizleri birbirinden ayıran tek şey ortak bir dil.’” diyerek alıntı yaptım, bu sözü kimin söylediğini hatırlayamayarak. Belki Churchill söylemişti. Emin değildim. Los Angeles’a döndüğümüzde alıntılar sözlüğüme bakmam gerekecekti.
* And Bob’s your uncle: Ve işte bu kadar.
58
Rand’in gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı ve acaba bu gülümseme bir kahkahaya dönecek mi diye bekledim. “Peki, ya katil ismini söylemezse?” diye sordu Christa. Rand parmaklarını şarap kadehinin sapı üzerinde bir aşağı bir yukarı hareket ettiriyor, bedenime doğrudan sıcaklık dalgaları gönderiyordu. “Bu yüzden bu iş için bir medyum gerekiyordu.” Bana bakarak, “Jolie, yeteneğini ve sezgilerini kullanmak zorunda kalacaksın.” Gerçeklik üzerime kırılmış bir cam gibi yıkılmış, kırık bir cam parçası mideme saplanmıştı. Belki bu iş düşündüğümden daha zor olacaktı. Görülerim en iyi ihtimalle güvenilmezlerdi ve şimdi çok fazla şey onlara bağlıydı… bu, huzurumu kaçırdı. Ama sanırım bu farklı olacaktı. Ne de olsa kendi görülerimden birinin içinde olacaktım. “Bir kereden daha fazla denemek zorunda kalacağız.” dedi Rand, sanki içimde kopan fırtınalardan haberdarmış gibi. “Eğer ilk seferinde başaramazsak, sonrasında başka fırsatlarımız olacak. Bu hafta sonuna kadar amacımıza ulaşacağımızı umuyorum. Ama tekrar ediyorum eğer başarmazsak bu her şeyin sonu değil. Kendine istediğin kadar zaman tanıyabilirsin, Jolie.” Rahatladım. Yani hemen mükemmel olmak zorunda değildim. Bir öğrenme eğrisi vardı. Tanrıya şükür.
\ Ter içinde uyandım. Yüzüm kıpkırmızıydı ve duyduğum
59
arzudan yanıyordum. Bir inleme ile saate baktım. Saat sabahın biriydi. Zamanda geriye gidip Jack’in katilinin gizemine yardım etmemle ilgili gördüğüm rüya çok canlıydı. Şok edici olan ise katilin Rand olmasıydı. Bu keşiften sonra, birden kendimi onunla oldukça hararetli bir şekilde seks yaparken buldum. Rand’in ikircikli doğasının yarattığı gerilim seks yaparken beni daha da azdırmıştı. Hiç erotik rüyalar görmem ve seksi bir kadın olduğumu düşünmüyorum. Kimseyle flört etmediğime bakarsak, sanırım bu, dünyanın en ateşli kadını olmamamla bağlantılı bir durum olsa gerek. Ayağa kalkarak mini bardan bir şişe su aldım. Su en azından yedi papel olmalıydı ama umursamadım. Rand’in parayla ilgili bir problemi yok gibiydi, bu yüzden mini bardan pahalı bir su içmemi sorun edeceğini sanmıyordum. Evian marka suyumu içerken tiz bir ses duydum ve bu sesin telefonumdan geldiğini yarı uyur zihnimin anlaması için bir iki saniye geçmesi gerekti. Arayanın Christa olduğunu düşünerek telefona cevap verip vermeme konusunda kararsız kaldım. Gecenin bir yarısında Christa’nın beni araması hiç de nadir rastladığım bir durum değildi. Bazen içkiyi fazla kaçırmış olurdu ve eve bırakılması gerekirdi ya da erkek arkadaşıyla kavga etmiş olabilirdi; liste uzayıp giderdi. Bu geceki sebebi neydi hayal dahi edemiyordum çünkü ben yatmaya gittiğimde onun da yatmaya gittiğini düşünmüştüm. “Alo?” diyerek açtım telefonu. “Jolie.” Rand’in sesi beni kucaklar gibiydi. Ağzım açık kaldı. Aman Allahım! Bir şekilde rüyamdan ha-
60
berdar mı olmuştu? Düşüncesi bile yüzümü kızarttı ve telefonu hemen kapatmak istedim. “Bu saatte uyanık ne yapıyorsun?” diye sordu. Sesinden ne istediği anlaşılmıyordu. Güldüm ama bu, zorlama bir gülüştü. “Aynı soruyu benim sana sormam gerekmiyor muydu ya da beni neden bu kadar geç bir saatte arıyorsun?” Kahkaha attı. “Ah evet, sanırım senin ne zaman uyanık, ne zaman uyuyor olduğunu bildiğimden sana bahsetmem gerekirdi.” “Ve ne zaman iyilik ya da kötülük yaptığımı bildiğinden de, o yüzden Tanrı aşkına iyilik yapsam iyi olur.” dedim şarkı söyler gibi. “Pardon?” Güldüm. “Hani sanki, Noel Baba gibi…” “Ah, tabi ya, Noel Baba.” Rand kıkırdadı, ama benim esprimi gerçekten beğendi mi, yoksa sadece benim huyuma mı gidiyordu emin olamadım. “Peki, uyuyor muyum yoksa uyanık mıyım nasıl bilebiliyorsun?” diye sordum. Diğer yandan bana söylediği şey fazlası ile garipken belki de böyle şakalar yapmamam gerektiğini düşündüm. “Zihinsel algılayıcılar gönderiyorum ve beyninin titreşimlerine bakarak zihninin uyanık mı yoksa uykuda mı olduğunu anlayabiliyorum.” Bunu hazmetmem birkaç saniyemi aldı ve ondan korkmuş
61