Bi Konuşalım Mı Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

Page 1


Künye İmtiyaz Sahibi: Kadir ATICI Genel Yayın Yönetmeni: Hakan BADİK Editör: Çağla NALBANTOĞLU Yusuf ARAF Destek Verenler: Evimizdeki herkes, destekçimizdir. www.bikonusalimmi.com EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|1


fazla davetkar bir isim!!1

hede hödö ne yahu!

Bi Konuşalım Mı Ne Ki ? ne

? r ki bunlar konuşuyo

eh! uyorlarmış, p n u v sa ü ğ ü rl özgü

Cümleten selamlar. Bendeniz Çağla Nalbantoğlu, şu an okumaya başladığınız e-derginin editörü ve Bi Konuşalım Mı isimli platformun kurucularından biriyim. Boş zamanlarımda ise özgürlüğü savunan sorumluluk sahibi bir martı taklidi yapıyorum. Fikir babamız ve bir diğer kurucumuz da tüm teknik ve angarya işlerimizle uğraşan, gece-gündüz sık boğaz ettiğim dostum: Kadir Atıcı. Sevgili yayın yönetmenimiz Hakan Badik'e, editöryal kısımda üzerimdeki yükü bölüştüğüm Yusuf Araf’a ve özgürlük için savaşan her bir yazarıma ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Burası, ev. Burada misafir yok, herkes ev sahibi. Evin direği de yok, herkes fikir beyanında özgür. Mesai kavramımız? Hmm… O da yok yahu. 7/20 aktif olarak çalışan bir ekibimiz var. Geriye kalan dört saati, uyumak için kullanıyoruz. Kalıplar ve hiyerarşi yok. Ama bir düzenimizin olduğu doğru. Burada sanat, edebiyat ve hede hödö var. Hede Hödö, algınıza bağlı olarak şekillenen bir söz öbeğinden daha fazlası değil. Hangi yazımızın ne kadar tıklandığıyla da pek ilgilenmiyoruz. Öyle tanınmış kimselerin belli çevrelerce şişirilmiş içi boş eserlerini burada bulamayacağınız için de bir miktar üzgünüm.

Ayrıca, merak edenler için salt edebiyat dergisi değiliz. İçinde sanat, edebiyat ve hede hödö olan bir evde ikamet ediyor ve özgürlüğü bağırıyoruz. Başka sorusu olan? EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|2


Cihan Adıman Yunus Emre Suci Memozan Ferhat Nitin adem üren Çağkan Gedikbaş Nurgül Özlü Şennur Öz Şule Silen Sait Özden Serdar Topaloğlu Süleyman Berç Hacil Umut Yalım Arsen Everekliyan Fikret Çelik yiğit ergün Hakan Badik Yusuf Araf Çağla Nalbantoğlu

Kadir Koçyiğit Aynur Parlak Selimcan Yelseli Emre Ocaklı fatih kök İzel Fenerci Doğukan Şirin kazım baran yılmaz Cabir Özyıldız Okan Esgin Berfin Selin Güngör Damla Tural Abdo Uçucu Damla Doğru Mehmet Ali Güldalı Deniz Muhtar Ülkü Sönmez Kadir Atıcı

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|3


İçindekiler Doğukan Şirin Yasak Elma Hakan Badik Ayıp Sayılırım Emre Ocaklı Meyhanede Sait Özden Her insan kavmine sırt çeviriyor Okan Esgin Temel Amaç Şule Silen Serzeniş Serdar Topaloğlu Olmadığın Şehirlerde Acı Üzerine Selimcan Yelseli Bu Şiiri Okuyan Kız Kör Oldunun Şiirinin Şiiri Umut Yalım Vah İnsanlık! (Katip Bartleby/Herman Melville) İzel Fenerci geç kalan cennet ve yetişemeyen cehennem yiğit ergün Topal Yakup Cabir Özyıldız ölüm ulağı Yunus Emre Suci B100 Games ile Türkiye'deki Oyun Sektörü Üzerine Damla Tural ölmez otunun bölünebilme kuralları Nurgül Özlü Ataletin Disiplini Berfin kumsal ve nihayet Memozan Yeni Trend: Sapyoseksüellik Kadir Atıcı

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|4


İçindekiler Ferhat Nitin Kendimiidareliharcamakzorundayım Çağla Nalbantoğlu kımıltı ve tentürdiyot adem üren Hiçbir Resmiyetim Yok/Elimde Resmin Olmadıkça Abdo Uçucu Cavit 19'un İnsan Terbiyesi Fikret Çelik Assos'ta Akşamüstü Aynur Parlak Silahları Yandırın Şennur Öz Üfleme Ruhuma Su Testisi Deniz Muhtar Kulağıma Üflenen Günah Süleyman Berç Hacil hisarüstü tanrıları fatih kök Turuncu Toros Çağkan Gedikbaş İntiharı Süslemek Mehmet Ali Güldalı Sıkılgan Ev İçleri Cihan Adıman Auteur Sinemanın İlk İzleri ve Başlangıcı Ülkü Sönmez Aynalarda Resmi Makamlar İçin Orkestra Arsen Everekliyan Yeryüzü Selin Güngör raw - 060420 kazım baran yılmaz Veda Kadir Koçyiğit Yeşilçam Film Listesi Damla Doğru

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|5


Doğukan Şirin - Yasak Elma Güneş batmayan ülke: İngiltere. Sömürgeci, kapitalist bir toprak ağası. I.Dünya Savaşı sırasında -ülkemiz dahil- dünya üzerindeki birçok toprakta hak iddia eden, şımarık, fakat bir o kadar da akıllı bir devlet. Yeri geldiğinde kendisine kukla ülkeler kuran, yeri geldiğinde barış sağlamak amacıyla o ülkeye giren bir devlet. Terör örgütleri kurup ülkelerin başına musallat eden fakat kendi başına taş değdiği zaman, tüm yasaları çiğneyen bir devlet. Hani denir ya ‘’ Düşmanını uzakta arama, her daim yanındadır.’’ diye. İşte bu şımarık imparatorluğun da en büyük düşmanı, 1969' dan beri yanı başında. Onların adı: IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) Britanya adası... Her daim soğuk, yağmurlu, kasvetli ama bir o kadar da yeşil bir cennet. Ve şeytanlar, her daim savaşmakta. Ne ölüler rahat bu durumdan, ne de diriler. Bir yanda suratında siyah maske, altında kot ve bot giymiş Belfastliler; diğer yanda Kraliçe’ye hizmet etmek için doğmuş askerler... Bu iki şeytanın da derhal cennetten kovulması gerekiyor. Aksi takdirde insanlar ve hayvanlar, cehennemi yaşayacaklar. Ve bazı şeylere alışmak, cidden kötüdür dostlar. İrlanda Cumhuriyet Ordusu hakkında iki görüş vardır. Görüşlerden biri; Kuzey İrlanda ile İrlanda'yı birleştirmek, diğeri ise Kuzey İrlanda'yı Birleşik Krallık'tan kurtarmaktır. Başlarda ‘’ Tek amaç, silahlı mücadele. '' diyen örgüt, 2005 senesinde mücadelelerinin yalnızca siyaset arenasında olacağını açıklayarak şiddet eylemlerini bitirmesine rağmen, bu örgütten ayrılıp kurulan ‘R-IRA’, 9 Mart 2009 tarihinde iki İngiliz askerini öldürerek ‘’ Silahlı mücadele bitemez. ‘’ göndermesinde bulunmuştur. Bu örgütler; ABD, Birleşik Krallık, İrlanda ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak kabul edilmişlerdir. 1900' lü yılların başında dünyada oldukça sert esen milliyetçilik rüzgarıyla beraber, İrlanda'da bağımsızlık hareketleri başlar.1913 - İskoçya doğumlu sosyalist bir lider olan James Connolly tarafından kurulan IRA, ilk büyük eylemini 24 Nisan 1916 tarihinde Dublin' de gerçekleştirir. Bu isyan, tarihe ‘Paskalya Ayaklanması’ olarak geçer ve Bağımsız İrlanda Devleti'nin kurulduğunu ilan eder. Tabi Büyük Krallık, bunun altında kalamaz ve adaya büyük bir çıkarma yaparak bir hafta sürecek olan savaşı başlatır. Ve adaya tekrar hakim olur. Ardından James Connolly ve on beş arkadaşı, 12 Mayıs 1916 tarihinde idam edilir. Fakat tahmin edeceğiniz üzere, savaş bitmez ve çok fazla kan dökülen beş sene içerisinde IRA, istediğini bir ölçüde almış olur. 1921 senesinde İngiliz Hükümeti, İrlanda Adası’nın güneyinin bağımsızlığını kabul eder. Adanın güneyinde Katolikler, kuzeyinde ise İngiltere'den göç eden Protestanlar yaşar. Haliyle ada, ikiye bölünmüştür. Lakin bu, IRA için yeterli değildir. Onlar, tüm adanın bağımsızlığını istiyorlardı ve çatışmalar yıllarca sürmüştür.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|6


İkiye bölünen İrlanda'da insanlar, birbirlerine görüş ve mezheplerinden ötürü iş vermemeye başlamışlardı. O sıralarda ise IRA, bir siyasi parti kurarak halkı etkisi haline alma çabasındaydı. 1960'lı yıllara geldiğimizde mezhepler arası savaş, şiddetini arttırmıştı. Bunun üzerine 1969 tarihinde İngiliz ordusu, adaya yıllar sonra tekrar çıkarma yapar. 1972 senesinde Kuzey İrlanda'da 21.000 İngiliz askeri bulunuyordu. Bunca baskıya rağmen, 30 Ocak 1972'de eylem yapan bir grup İrlandalıya ateş açılması üzerine, halk tekrardan IRA safına geçer. Ve bu ölümler, örgütün ekmeğine yağ sürmüş olur. Tarihte ‘kanlı Pazar ‘ olarak bilinen ve on üç ölümün yaşandığı bu olaydan sonra, Belfast bölgesinde IRA saldırıları hız kazanmıştır. Yirmi ayrı bombalı saldırı sonucu, 9 kişi ölmüş ve 120 kişi yaralanmıştır. Bu rüzgarı sırtına alan örgüt, İngiltere' deki ilk eylemini 27 Ağustos 1979'da gerçekleştirmiştir. Kraliçe II. Elizabeth'in amcasının da içinde olduğu ve birçok önemli gazeteci ve yazar barındıran bir tekneyi batırarak 100 kişinin ölümüne sebep olmuştur. 80'li yıllarda, örgütün siyasi partisi Sinn Fein ve genel başkanı Gerry Adams üzerinde sansürler başlar, sonraki yıllarda siyasi görüşmeler yapılır ama hiçbir zaman savaş bitmez. Örgütün sözcülerine göre Kuzey İrlanda, bağımsız bir ada olana dek bu savaş bitmeyecektir. İnsanoğlu, savaştan kaçınmalı. Savunma yapıyoruz diyen ama saldırıda bulunan bütün örgüt ve ülkeler, yalancıdır. Gül uzatılmış sabahlara uyanmak dileği ile…

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|7



Hakan Badik - Ayıp Sayılırım Bir işgalin ertesinde sırılsıklam sarhoşum Sana aşığım, doğrusu bu gibi Ertesindeyim apansız bir telaşın Yoksul bir sonbahar mazgallarımı örtüyor Yağmur altı bir temaşa Kimse görmüyor Yine sabah oluyor Ağır yükler bindiriyorlar, taşıyamıyorum Üstelik sırılsıklam sarhoşum Şimşekler parçalıyorum, ellerim de eriyor Sen görmüyorsun, kimse görmüyor Sana aşığım, doğrusu bu gibi Yoksul bir sonbahar seni Yani bir yanlışı doğuruyor Hem bir paltom bile yok Çıplak değilim ancak ayıp sayılırım Ciğerlerim ufak bir tentenin altında nefesleniyor Tepemden inmiyor yağmur, suratıma vuruyor Seni bekliyorum Sana aşığım, doğrusu bu gibi geliyor Beynim bir an olsun durmuyor, durmuyor Akıl almaz bir ana denk düşüp sana fenalaşıyorum Az önce yoksul bir kız çocuğuna son paramı verdim Son paramla ona bir palto giydirdim Bu yoksul sonbahar ayıbımdan utanıyor Bir intiharın ertesinde sırılsıklam sarhoşum Sana aşığım, doğrusu bu gibi Yoksul bir sonbahar, sabah doğuruyor Bir paltom bile yok, gece bitti Çıplak değilim ancak ayıp sayılırım Neyse ki yağmur ayıbımı örtüyor

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|8


Emre Ocaklı - Meyhanede Köhne bir meyhane. Dışarıdan bakıldığı zaman - dumanın pencerelerini perde gibi örttüğünden -masalar, garson ve insanlar gözükmüyor. İçeriden de dışarısı gözükmüyor. Her ikisi de iyi. Yıllar önce gelmiştim buraya en son, yaklaşık yirmi yıl önce. Daha gençtim, daha az acı görmüştüm. O günlerde kendimi ne zaman çıkmaz bir sokakta bulsam, hüznümü taşıyamayacağım bir ana gelsem hep buraya atardım kendimi. Herkesten sakladığım bu yerde tek başıma oturup sabahın gelmesini bekler, yeni bir günün beraberinde güzel şeyler getireceğine inanmaya çalışırdım. Çoğu zaman beklediğim olmazdı ama vazgeçmezdim burada olmaktan. Lekeli mavi beyaz örtülerin altında, bir ayağı yere basmayan ahşap masam dolu; rakı şişesi ve içi buz dolu sürahi, haydari, acılı ezme ve iki parça beyaz peynir. İlk geldiğim zamanda da aynı şeyler vardı masamda. Sonraki masalarımda da hep aynı şeyler oldu. Bazı şeyler ürkütücü bir şekilde değişirken bazı şeylerin ısrarla aynı kalması, gerçekten çok tuhaf. Genelde zamana direnmeye çalışıyorum. Bazı şeyler acıtsa bile aynı kalsın istiyorum. Yedi masa var; biri boş, toplam dokuz kişi, bir de ben. Yalnız oturan sadece ben değilim. Aslında yalnız değilim, kedim var ama evde. Yalnız oturmamım sebebi, yalnız oturmak istiyor olmam. Başka bir sebebi yok. Tüm meyhanelerde çalan şarkılar, burada da çalıyor. Hepsini biliyorum neredeyse, arada bilmediğim şarkılar çıkınca kulak kabartıp sözlerini eksiksiz anlamaya çalışıyorum. Bu tarz meyhanelerde çok şarkı keşfettim böyle. Şimdi yine bildiğim ve hiç vazgeçmediğim bir şarkı çalıyor. İnsanların sohbetlerini biraz sakinleştirdiklerini görüyorum. Sesleri biraz daha kısıldı. Biri bir şey söylerken karşısındakinin bir kulağı şarkıda, eli de ona ritim tutuyor. Yalnız oturanlar ise kadehinden sıkı bir yudum alıp mırıldanıyor, en sevdiği yere geldiğinde şarkı. Saatler ilerledikçe, sigara dumanından daha yoğun ve gözle görülür bir hüzün çöküyor içeriye. Arada bir tebessüm eden yüzler ya da ilk kadehler içilirken atılan kahkahalar artık yok. Efkâr, kendini göstermeye başlıyor.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

|9


Hepsinin gözlerinin içine bakıyorum belli etmeden. Kimse mutlu değil. Siyasetten, havanın soğuğundan, geçinme derdinden çok daha uzaklara gidiyor muhabbetleri; herkes, acılarıyla yüzleşiyor içten içe. Bunları gördüğüm an, tüm masaların efkârı benim küçük masama gelip konuyor. Bir an için hepsinin acılarını ben de yaşıyorum. Evde olup uyumayı tercih eder miydim? Hayır. Buna ihtiyacım var sanırım; herkesle benzer acılarda, bir efkâr altında olmaya. Paylaşmaya. Önümdeki peynirle oynarken kapı açılıyor. Kapının üstündeki oyuncak ziller birbirine çarpıyor. Ahşap zemine vuran topuk sesini duyuyorum. Peşinden, bu saate kadar içeride olmayan bir koku yayılıyor etrafa: Manolya. Topuk sesleri yanımdan geçip cama yakın olan tek boş masaya oturduğunda, dönüp bakıyorum. Uzun siyah pardösüsünü çıkartıp katlıyor ve yanındaki sandalyeye bırakıyor. Kahverengi bir elbisesi var, kısa denebilir; parmaklarında birkaç yüzük, büyük siyah taşlı bir kolye takıyor. Saçları, çenesi hizasında ve dümdüz kesilmiş.

Garsonun çektiği sandalyeye otururken siparişini veriyor ve hemen bir sigara yakıyor. Çatalımı peynirin yanına bırakıp kadehimi dolduruyorum etrafı süzerek. Kimse dönüp bu yalnız kadına bakmıyor. İçeride yalnız bir kadın olması, kimseyi ilgilendirmiyor. Garson yaklaşıp rakı şişesini ve içi buz dolu sürahiyi masasının sol tarafına yan yana diziyor, bir tabak acılı ezmeyi ve haydariyi ortaya, iki parça peynir olan tabağı da önüne bırakıyor. Teşekkür ediyor kadın, nazikçe. Sesi bile meyhanede değişik bir etki yaratmıyor. Meyhanelerin farklı bir kişiliği var, barlar gibi değil, daha oturmuş, olgun, aklı başında. Çocuk parkı havasından uzak, yaramazlık yapacak yaşı çoktan geçmiş. Kadehinin yarısını rakıyla doldurup üstüne su koyuyor ve hafif rujlu dudaklarıyla buluşturuyor. Değişen şarkıya hafif bir tebessümle tepki veriyor. Efkâr, henüz onun masasına uğramadan tadını çıkartıyor. Dışarısı soğuk. Evim, yaklaşık bir saatlik mesafede ve bir aydır dışarısı kadar soğuk. Kedimi üşütecek bir soğuk değil neyse ki. Evin ruhu soğuk, yatak buz kesmiş. Lavabodan çirkin kokular yükselip evi sarmış, yıkayıp astığım çamaşırlar bir haftadır asılı duruyor. Yan masadan biri, - altmış yaşına yakın - darmadağın beyaz sakalları ve kızarmış yüzüyle müziği bastıran bir tepki veriyor: “ Yirmi yaş daha genç olsaydım, bu havada atletle yürürdüm. ” Sanki aklımdan geçenler, masamdan kalkıp ona gitmiş gibi, bana cevap veriyor. Ondan yirmi yaş daha gencim. Ben de aynı şeyi yirmi yıl önceki halim için söyleyebilirim. Hafif gülüşmeler birkaç saniye sürüyor. Her şey, yine kaldığı yerden devam ediyor. Kapıya yakın masadaki adam kalkıyor. Garson, masasını temizlerken başka biri geliyor. Tek boş yeri kaptığı için sevinçli. Sipariş vermeden beş dakika içinde masası doluyor. Belli, müdavimlerden. Elinde kadehi, arkasına dönüp herkese sesleniyor: “ Afiyet olsun. ”

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 10


Kimi kadehini kaldırıyor cevaben, kimi başıyla onaylayıp hafifçe gülümsüyor. Kadın, oralı değil. Peyniriyle oynuyor. Ben de oralı değilim, kadını seyrediyorum. Burayı yavaş yavaş daha net hatırlamaya başlıyorum. İlk geldiğim zaman, kasanın hemen arkasındaki duvarda büyük bir fotoğraf vardı. Mavi çerçeveli, canlı bir mavi. Az önce tuvalete giderken önünden geçtim; mavisi solmuş, masa örtüleri gibi kirlenmişti. İlk gördüğümde dikkatimi çeken, fotoğraftaki insanlardı. Kalabalık bir masaydı ve kimse poz vermemişti. O anın büyüsü poz verilerek bozulmamış, zaman olağan bir şekilde akarken başka biri tarafından habersizce durdurulmuştu. Belki de ünlü birileriydi, o zamanlar tanıyamamış olabilirim diye bu sefer dikkatlice baktım. Hâlâ tanımıyorum. Yirmi yıl olacak neredeyse, hatırlamam zaman alıyor. Kadehimin dibindeki rakıyı içip bir sigara yakıyorum. İki masa daha boşaldı. Masamdaki efkâr hafifledi. Kadının bazen bana baktığı hissine kapılıp o tarafa dönüyorum ama ya önündeki tabağa ya da yanındaki camın buharını silerek dışarıya bakıyor oluyor. Yüzünde iki saat öncesinin sakinliği yok, yanakları hafif kızarmış, oturuşu daha rahat ve daha sık sigara içiyor. İçini kaplayan bir sıkıntı olduğunu görebiliyorum gözlerinde. Yapmış olduğu veya yapacağı bir şeyin sıkıntısı bu. Rakısını veya sigarasını içmediği zamanlarda ellerini koyacak yer bulamıyor. Bacaklarının arasına sıkıştırıyor, etrafa bakınıp hemen masaya dayıyor sonra. Garson, yanıma gelip boş tabakları alıyor. Bir bira söylüyorum. Birayı getiren garsonu çağırıyor kadın, hesabı istiyor. Pardösüsünü giyiyor, sigarasını ve çakmağını cebine koyuyor. Hesabı ödeyip çıkıyor. Kimse bakmıyor arkasından. Tanıdık iki şarkı daha dinliyorum. Biramı bitirip yarım sigaramı söndürüyorum yeni bir şarkı başlarken. Montumu giyip, elimde berem ve atkım ile kasaya doğru yürüyorum. Masalarda sohbetler azalmış, artık sadece zamanın geçmesini bekliyor gibi herkes. Hesabı öderken, son kez mavi çerçeveli fotoğrafa bakıyorum. Sıcaklık, yüreğime işliyor. Kapıyı yavaşça açarken ziller birbirine çarpıyor yine, dönüp içeriye bakıyorum. Kimse bakmıyor arkamdan. Kedimi ve evimi özlüyorum. Kapıyı kapatıp koşar adımlarla yürümeye başlıyorum. Evime adım attığımda beni karşılayan bir manolya kokusu yok. Gelmemiş. Gelmiş olmalıydı; uzun uzun düşünüp, yarınlarını hiçe sayıp, kalbinin dediğini yapmalıydı. Güzel bir şarkı dinleyip koşmalıydı bu soğuk eve, ben gelmeden kediye yemek verip onun yanına kıvrılmalıydı eski bir battaniyeyle. Ocaktaki tencere ısıtmalıydı evi. Bugün de dünya, yerinden oynamadı. Çift kişilik soğuk bir yatağım ve iki yastığım var.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 11


Sait Özden- Her insan kavmine sırt çeviriyor Kurşuni bulutların hakim olduğu bir bozkırdayım. Ne bir ağaç, ne bir gölge, ne bir nisan Kabuğuma saklanıyorum yaramı öpmek için Sevgilimin boynunu öperken yazdığım şiir... Her insan kavmine sırt çeviriyor. Yorgan arayan pirelerin kanatlarında sürüklenirken insan yüzleri... Can havliyle su içmeye iner insanlar akan nehirlere Maviye boyanmış köy evleri Elleri, yüzleri yaz güneşi taşıyan çocukların gülüşleri şimdi gözlerim de film sahnesi Nemrut'a küsmüş dağlar, İbrahim'i yakmaya çalışan ateş, su taşıyan karınca üzerine tüm yeminler Ve dualar dökülüyor dudaklarında kadınların, bin yıllık acıyı taşırcasına türbe duvarlarına Bir bozkırın ortasındayım Sakalıma düşen güneşi avuçlarımda biriktirirken umut dolu naralar atıyor içimdeki sarhoş çocuklar Urfa çarşısındayım bakır kapları döven çekiç sesleri ve Kürtçe türküler dolanır boynuma sevgilimin öpücükleri gibi Hassasiyetle dokunan kilimlerde, insan seni seviyorum demeyi bilmeli

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 12


Okan Esgin - Temel Amaç

Pek de fena sayılmayan bir günde, Emirsultan Mezarlığı çevresinde dolanırken karşıma çıkan bu köpeği ilk pozladığımda, yerde yatmış ağlıyordu. Birkaç dakika sonra kendini toparlamış bir şekilde insanların arasından kararlı bir şekilde yürüdüğünü fark edip, bu fotoğrafı çektim. Ve gerçekten de fotoğrafın ortaya çıkış hikayesinden daha farklı bir şey vardı bu pozda. Sırtına ve ayaklarına vuran güneşten midir yoksa yatıp dinlenmiş olmanın verdiği dinçlikten midir bilmiyorum ama, üzüntüsüne inatla ayaktaydı. Kararlıydı. Her ne kadar hayvanların içgüdülerden ibaret olduklarına inanılsa da, bu köpeğin o anki hareketlerine duyguları hükmediyordu sanki. Belki de birçok insanın ölü olarak yattığı bu sürüklüyor olduğu depresyon atakları, hatta sonu ölümle biten trajediler… Her ne kadar dibe vurulsa da, Martin Luther King'in bir kitabında dile getirdiği şu cümle; insanın ve diğer canlıların, yaşadığı süre zarfında ilerlemekten başka bir temel amacının olmadığının kanıtıydı belki de: "Uçamazsan koş, koşamazsan yürü, yürüyemezsen sürün. Ama ne yaparsan yap, ilerlemek zorundasın."

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 13


Şule Silen - Serzeniş

Tumturaklı hayaller kurdum Köşe başlarında palazlandıkça Sitem ettim dünyaya Oturduğum şu kırık sandalyeye, Ama habis insanlara en çok Hayat bir mezbelelik Çocuklar tebessüm etmiyor Kuşlar da uçmuyorsa Niye yaşar ki insan? İkircikli mevsimlere kızgın Güneşsiz baharlara küskünüm Saçlarımda dolaşan Yumuşak esintileri Özlüyorum Geceler olmasın Kabuslar çullanmasın üstüme Dalgasız denizlerde yüzelim hep Bir olup Çorak toprakları bereketlendirelim Sitemim sana değil inan, Yüzümü kederle dolduran dünyaya.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 14


Serdar Topaloğlu - Olmadığın Şehirlerde her gün yumruk gibi sıkarcasına açıyorum gözlerimi pencerem asfalttan ritimle akan yağmurlar gibi cilalı ölçerek izlerim dünyayı bil emek sermaye artı değer söylersen kurtulur belki kapital servislerde kustum hem de toplu taşımalarda egzoz denen zehri yenebilmem için kokunu ver sırtım çocukken kovaladığın gökkuşağı büyüyeceğim bir kez geçsen omuzlarımdan büyüteceğim içimdeki nehrin damarlarını uzak denince en çok seni düşündüm düşün denen yük ve eksenim Orta Doğu için planlı gülüşün içimde çakıllı oyuk tut çıkar kendini eskizlerle dolu defterler gibi utancım geldiğinde öleceğim geldiğinde gül! sen perdeleri yıka, ben orta sınıfı doğdukları ahlaksızlığın ahlakını beni sevdiğinde diner belki işçi denen bu sancı yeni bir hayat bahşet şimdi bana yeni bir el geldiğinde öleceğim geldiğinde gül zihnim paslı ölümler için kiralık dudaklarım ıslak tütün kağıtlarına yüzündeki ıssız noktalarda çiziliyor coğrafyam geldiğinde güleceğim geldiğinde öl

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 15


Selimcan Yelseli - Acı Üzerine '' Çekilen acıya bir anlam vermeyi istemek, anlık acının ötesine gider; hastalık, yaşamı dünyayla karmaşık bir ilişkiye sokunca daha derin bir anlam içerir. '' Acının Antropolojisi - David Le Breton İnsanlık tarihi, aynı zamanda acının da tarihidir. İlkel çağlardan bu yana insan, acının ritüelleştirilmesi üzerine düşünmüştür. Acıyı, yaşaması için gerekli bir ikaz olarak algılamış, bazen de tabii bir yaşam refleksinin gereği olarak acıdan uzaklaşmıştır. Peki günümüz insanı, acıyı ne kadar tanıyor yahut acıyı kendisi için bir derman kılabiliyor mu? Hiç şüphe yok ki günümüzde hiçbir fert, acı ile muhatap olmak istemez ve hatta acı ile her münasebetinde kendisini bahtsız addeder. İşte bu noktadan sonra, insanın kaderi ile hesaplaşması başlar. Kendisine pay edilmiş acıyı ötelemek ve kendisine yabancılaşma pahasına da olsa onu kendi benliğine kabul etmemek, insanın savunmasının bir parçasıdır. Hepimiz, insanlık tarihinin acı ile bir bütün olarak gelişen göğsünde tir tir titreyen ve kaygı ile tırnaklarını yiyen kahramanlarıyız. Acı, - her ne kadar benliğimize kabul etmesek de varlığımızın bir gereksinimi ve yaşama refleksinin sessiz mürşididir. Acı, kendi özümüzden aksederek çoğalır ve her birimizin yalnızlığında manasını bularak zamana işlenir. Acıyla münasebeti olan biri için demir dişlilerinden zehir sızdıran teknik bir canavardır zaman. Acıyı ötelemeye gayret edenler için, insanı içine çeken ve gitgide derinleşen bir hipnozun baş dönmesidir. Acıyı kabul edenler ve acıyı yaşam için mühim bir unsur olarak görenler içinse acı, dermanın içinde mahfuz bir kader cilvesi ve insanın öğrenme arzusunda onu bir kamçı darbesidir. İnsan, külfetini tanıdığı ve kabul ettiği takdirde, o külfeti taşımaya muvaffak olur. ‘Pathesis’ olarak adlandırılmış geleneksel anlamda acının öğreticiliği, tecrübe ederek öğrenme yolunda insan dimağının teoriden ziyade pratiğe meylini ortaya koymuştur. Acı kavramının üzerine ne kadar konuşulursa konuşulsun, sarf edilen her kelimenin muhatabına göre göreceli bir mana bulacağını biliyor ve acıdan her söz edildiğinde aklıma gelen Niyazi Mısrî dizeleriyle acıyı konuşmaya son veriyorum: “ Derman arardım derdime, Derdim bana derman imiş. ''

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 16



Umut Yalım - Bu Şiiri Okuyan Kız Kör Oldunun Şiirinin Şiiri Zararı yok artık kör olmanın. Gördüklerinle görmediklerin artık eşit. Günümüzde sorun olan: bak tıklarının tıklanma sayısı Ve artık Beğenilmek daha hoşumuza gidiyor sevilmekten ve sevmek zaten Telefondan sildiğimiz bir uygulama: yer açılsın diye o yüz inceltme uygulamasına Özünde böyle bir şiir Olmak istemiyorum ve aynı şair Tarafından yazılmak sürekli ve durmadan ve devamlı. Örneğin Tony Sitebanof adlı Rus asıllı Amerikan bir şair tarafından yazılmak isterdim Tony Sitebanof: babası-anası Ekim Devrimi’nden kaçkın. Yeni York doğumlu (1935.) Şair, kısa öykücü, düşünür, bar sineği, üç kutup kişilik ve köpeksever (Özellikle sokaktakiler) Tony Yağmurlu bir adamdır. Yağ gibi yağmurlarda sever yürümeyi ve Balat marka bir asfaltta yürümeyi sever. Claude Chabrol filmlerindeki gibi arkada hep bir cam sileceği sesi. Silecek, tam o son görüntüyü silecekken, duruyor ve derin bir plastik sesi çıkarıyor. Tony Geniş zamanda konuşurken, birden şimdiki zamana geçer. Demin olduğu gibi. Tony Elvis dinlemeyi sevdi. Elvis dinlemeyi seviyor. Elvis dinlemeyi sevecek. Elvis dinlemeyi sever. Elvis ile yaşıt Tony. Elvis gibi saçları pompadur. Tony Bir bar sineği. Balat marka bir bıçak taşıyor. Kendi bıçağıyla ölecek birgün ama bilmiyor (intihar değil). Bud marka bira içer. Bir ara, biraya ara verdimişti. Kısa olan ömrü uzun gelmişti O’na. Raymond Carver’la arkadaş ve arkadaşk: aynı kızı belki 10 kere sevdiler ve reddedildiler belkiyse 12 kez. Ginsberg âşıktı Tony’ye. Şiirlerini hep O’na yazdımıştı. 66’ya dek olanlar tabii. Tony 1966 yılında öldü. Üç kutupluydu. Kendiyle birlikte 4. Nasıl öldü; bir tek Dylan biliyor ve hâlâ demedi nasılını Ginsberg’e. Carver ölümle bile tehdit etti Dylan’ı (yine de demedi). Ama ben biliyorum.:

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 17


26 Mart 66 + Yeni York + yağmur + yağlı + yapışkan + Gluck Sokağı + Bar Pipper + 8 Bud + kadın + Becky + 22 + kızıl + çil + Jerseyli + sevgili + Jimmy + Irlandalı + piç + kavga + Balat + marka + bıçak + saplamak + 5 + (kan x 15) + parke + yer + 15 dk + jukebox +Elvis + Love Me Tender + (gözyaşı x 22) – bilardo masası + yeşil + aşk = Tony öldü. Saat 01.59… Tony – Umut = kaldığım yerden devam edilmek istiyorum ve olmak istediğim bir şiir gibi Tony devam ediyor bana:: Noktaları birleştirince penis şekli alan bir şiir yazmak istiyorumdu Dizeleri: Yalnızlık bir okuldur Marulun göbeği gibi ruhum Şemsiye gibi açılıyor içremde acı Ölüyü değil de / diriyi diriltmek en beteri Bunu beğenen bunu da beğendi gibi / sevebilirsin beni başkasını severken de Masa masasızdır VHS gözlü kadınlar Sık kullanılanlarından beni çıkar artık Amputeydi heveslerim / bir kaza namazında kaybettim tinimi Her neslin bir berdeli vardır Dağın rengi Louis Vuitton Henoteizm Kuku kokan kadınlar Sevdiğim kadar sevilmek istemiyorum Ce mortel ennui Ancak yazamadan öleceğim bir barbar bar kavgasında Kendi bıçağım saplanacak fısıl fısıl Pankreasımda tuzlu ve beyaz bir kan Sakın kan grubumu sormayın Kim kaldı eski Çarcı ve çıkarcı Ruslardan Ölüyorum şimdi şu ân ve durmadan – lütfen yormayınTony öldü diye bitecek değilim elbet. Devam etmek istiyorum hâlâ. Ancak Umut Yalım’a da dönmek istemiyorum. O yüzden, Ferhat Nitin’le yapılan WhatsApp Aşık Atışması’ndan bir bölüm sunmak istiyorum::

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 18


Her sözcük Türkçedir diyor Feridun çü nkü Hiçbir sözcük anlatamaz derdimi çünk ü milliyetini çoktan yitirdi hüzün -ki eskiden Türkçeliydiben diyor Feridun sevdiğim kadından diskalifiye oldum artık sadece Istanbulluyum bir zamanlar sevda’lıydım oysa ki Where are u from? I’m from love Yanlış yanıt diyor Asuman: Feridun demeliydi ki bana: I’m from You Sevse cidden böyle derdi ya da I’m from Asuman Şiir burada şairini sevmiyor ve oyuncu değişikliği istiyor ve tabela kalkıyor: Çıkan şair: Umut Yalım Giren şair: Anton Labne Ailesi eski bir Bolşevik kurşuna dizilmiş babası Irzına geçmiş annesine Stalin (Mila Talin adlı bir kız kardeşi var görüş emediği) Anton Labne: Şu an Fransız Doğum adı: Anton Antonaviç Labnov Rusçası eski bir metres gibi Fransızcası serseri bir French Bulldog Türkçesi: henüz ulaşılamadı

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 19


Ve diyor ki Anton Labne: Je voudrais un amour sans amour mais seulement Toi Je voudrais avoir un Paris pour etre Parisien Mais T’es contre etre Parisien donc je suis plus Parisien Je suis seulement de Toi maintenant et bien que I’m from You L’amour est toujours sans moi sans amour et seulement Toi Meselâ meâlen: Istanbullu Istanbullu mudur mu aşk kaydını sadece sana yaptırmışken Ben artık severken: sadece severkentli yim ya da Istanbullulu yani I’m from You ya da vinc de voste çünkü elimde hiç aşk kalmadı Katalanca bir Fince gibi örneğin Gerçi Bu yukarki bölümü de Umut Yalım yazmış olabilir ancak en azından Ferhat Nitin’e cevâben yazıldığı için, Umut Yalım bölü 2 bir şiirdi Diyebiliriz sanırım. Bu gece Çok hevesliyim. Daha bitmek istemiyorum. Pierre Gainsbarre diye biri yazsın beni. Pierre Gainsbarre Genç davudî sesiyle eski bir Yahudi. 1940, Paris. Anası ve Babası Auschwitzli çünkü öldüğü yerlidir insan ya da insan öldüğü yerin yerlisidir. Pierre, şairdir ve plakçı. Cama yiv çizerek jiletiyle size bir plak yapabilir. Elvis’in ilk albümünü yapması 25 dk. sürer; Led Zeplin en fazla 1 saat. Sergey Rahmanoğlu’nu yapmaya doyamaz: belkiyse saatlerce yivler durur bir camı.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 20


Neden eski bir Yahudi? İnanmıyor çünkü ve artık. Kendini eski bir dinin artığı sayıyor. İnandığı şiir ve sosyalizm. Bir de, paralel evren. Paralel evrende Daha iyi bir şair, daha iyi bir insan ve daha iyi bir sosyalist olduğunu düşünüyor. Yanılgısı büyük ne yazık: İnsan hiçbir evrenin iyisi olamaz ve hiçbir evrende şiir iyi yazılamaz. Sosyalizm ise, zaten bir tek burada var. Bu evrenin yerlisi sosyalizm. Ve bir de, şiir kötü yazılmalı zaten. İyi şiir yazılamaz çünkü, çünkü şiir edebiyat değildir. Peki şiir nedir Pierre? Bilmiyorum; bilsem yazmazdım zaten. Hazır sözü almışken, devam etmek istiyorum s’il te plait… Je t’en prie lütfen, buyur Jiletimden sözetmek istiyorum ilkin. Eski bir şilebi jilet yaptım kendime. Eski şilep: Plehanov. Phelanov: Nâzım’ı kaçıran Rumen şilep. O yüzden Jilet gibi yazmayı severim şiirlerimi. Örneğin? Örneğin… Frengi Rengi bir Bahar kitabımdaki Henriette şiiri:: Ben: Pierre Bu da masa ve bu da rüzgar ve bu da sevdâ Sakın hiçbirini birbirine karıştırma Ben minimalist bir sosyalistim Henriette Plaklarım kırmızı değil örneğin ya da okuduğum kitaplar Ama seni sevmem kızıl ve manidar Çünkü sen kadından çok insansın Henriette Zaten bunun için seviyorum seni

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 21


Ya da aynı adlı kitaptan Henriette II şiirim: Her gün sosyalizmimden kurşuna diziliyorum Elimde birkaç diş cesedi Eti etime vuran ve birbirini tanımayan iki nesebim Birimin soyu Auschwitz diğerim bir Nazi sanki Korkuyorum Henriette Bu etobur dünyada sensiz kalmaktan korkuyorum Zaten yaşamım kaçtır bir korku yorum. Seni çok seviyorum Henriette Ve bundan da korkuyorum Seni bir daha böyle sevememekten Seni sevdiğim yeri söyleme Henriette Bir daha oraya gitmeyeyim Belkiyse seni bir daha sevemem Zaten hergün sosyalizmimden kurşuna diziliyorum Ama biliyorum Henriette Bir gün herkes kendi faşizminden asılacak. Sen Henriette’sin bense Pierre Bu yerküre bu Paris ve de bu sevdâ Sadece bizim değil Henriette Bizden öncekilerin ve sonradan geleceklerin de Bak bundan korkmuyorum Bilakis rahatlatıyor bu beni Ancak içremde hep paslı bir yay gibi Bir şey kurcalıyor içremi Belki Paris’in havasındandır belkiyse evhâm

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 22


Bir Türkler evhâmlıdır bir de ben Ama haksız mıyım Henriette Belki beni bir bildiri gibi sevdin Sosyalist bir Yahudi olduğum için Oysa o kadar da sosyalist değilim Henriette Hatta sanki bir sosyalistte yaşıyorum Bir başkasının sosyalistliği kadar sosyalistim Herkes sosyalistliği kadar kurşuna dizilir Henriette Ama bu bile yeterlidir ölmek için Bana öldüğüm yeri göster Henriette Nereli olduğumu bileyim. Ve son olarak Henriette III 80 yılında yine Paris’te Üç adet yağmur yağacak Ve o yaşımda bile Henriette Almanca duyan bir Yahudi Gibi dibime kadar korkacak Korkacak ve ağlayacağım. Ama neden Henriette Ben artık Yahudi değilim Biliyorum ne diyeceğini Türkiye gibi Yahudilik de Bir rûh hâli: ne kaçabilirsin Ne de istifâ edebilir. İşte böyle üç şiir. İstersen bu minvâlde devam edebilirim sana. Ne dersin? Yok, merci. Yeterince yazdın sanırım. Yine kendi konuşmama dönersem: nasıl devam etmek istiyorum? Biraz uzaklara gideyim. Örneğin, Vietnam. Ve Vietnamlı bir şair: Jacques Long Quang. Peki neden Jacques? Çünkü 55 yılında, Fransız Lejyonunda bir çavuşmuş babası. Adı Jean-Pierre Ayaoke. Evet, Diyâr-ı Zenc’ten biri. Fransız sömürgesi Senegal’den müstakbel sömürge Vietnam’a bir çavuş ve bir aşk. Aşkın adı: Lâm Quân Quang. Tek yöne bir bilet gibi tek gecelik bir aşk ve netice: Jacques Long Quang.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 23


Jacques hiç tanımamış babasını. Sömürge devriyesini Amerika’ya devredince Fransa, JeanPierre dönmüş birliğine ve kalakalmış Lâm Quân Quang kucağında Jacques Long Quang’la. Soyadını bile alamadan gitmiş babası ve Diyâr-ı Zenc’ten bir Vietnamlı olarak döğüşmüş emper Amerikan’a karşı ve savaşın son günü şehit düşmüş. Cebinde 22 şiir varmış. Yirmiüçüncüsü de benim: George Perec’le dost olmak isterdim E hârfi gibi Benim de baba hârfim eksik Geceler burada sandıkları gibi Çekik gözlü değil Göğün rengi gök burada da Ama ölüm Vietnamca biliyor sadece Ya da Bilmediği için ölüyor binlercemiz Jacques Long Quang savaşın bittiğini öğrenirken öldü ve gömüldü bir başka Diyâr-ı Zenc’ten Amerikan erinin Alabamalı bedenine. Ölüm nedeni: 20 yıl önce babasının gömdüğü bir eski mayın. Ağla mayın dendi Lâm Quân Quang’e ama nasıl ağlamasın? Aşık ol mayın demek gibi bir şey bu aşık olduğuna. Ağladı Lâm Quân Quang. Yatay ağladı. Dikey ağladı. Vietnamca ağladı. Katalanca ağladı. Danca ağladı. Türkçe ağladı ama anlamadı ölüm. Her gördüğüne artık: Sakın bas mayın o mayın benim oğlum diyor.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 24


Umut Yalım’ın Word dosyasında 7 sayfa olmuşum ve şu ân şimdilik 1526 sözcük. Ve bitmek istemiyorum daha. Ama bu kadar uzun bir şiire anca bikonuşalımmı yer verir. Onun da iyi niyetini suistimal etmek istemem. O yüzden Tam da burada bitiriyorum kendimi. Bitiriyorum 16 yaşındaki genç bir şairle. Adı: Kemâl Lâmoğlu. Ve şiiri: Bana eylül çekirdeği bir hüzün yeter + beyazın uzunluğu kar kadar + bıraktığı yarayı aramakta bıçak – ballad değil bu: Balat + sizin gibi radyoaktif değil hislerim + (15 x milkshake) + Zizek gibi zırvalama lütfen + ben vicdânımın ânıyım + birkaç göz biriktiriyor yaşların ağlamak için – işte 16 yaşın tecrübesizliği: biraz daha büyüsem (ağlamak için) demezdim demin + beni memojim öldürdü = bu şiir yazılırken hiçbir Tanrı zarar görmemiştir.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 25



İzel Fenerci -Vah İnsanlık! (Katip Bartleby/Herman Melville) Bazı insanlar, zincir vurulamadığı kadar özgür, özgür olduğu kadar da güçlüdür aslında. Ve bu kudret, diğerlerini öfkelendirebilmesine de sebebiyet verebilir. Tüm boyun eğmelere aldırış etmeyip baş kaldırmayı seçtiğinde, bu duruşun sorumluluklarını da üzerine alır. Hayranlık duyulan biri oluverir artık, tüm insanların içinde. Bir başka insan türü de sınırların ve diktatörlüğün içinde yaşayan, biraz daha fazla yaşayabilmek için itaatlere boyun eğendir. Herkes, seçimlerinden ibarettir. Seçmediği ya da seçemedikleri arasındaki bağa sıkışıp kalır insan. Romandaki ana karakter Bay Bartleby, müdürüne kolaylıkla hayır diyebilen ve gerekli görmediği bir işi yapmayı reddeden bir adamdır. Özgür iradenin sukuta bürünmüş hali, pasif direnişçi kâtibidir. Birlikte çalıştığı kişileri öfkelendirmekle birlikte, insanı hüzünlendiren keskin bir yalnızlığı vardır. Buna karşın Bartleby’ın yöneticisi, anlayışlı biridir. Onun ‘tercih etmediklerini’ zaman geçtikçe zihnine kazır ve çalışanına karşı davranışlarını, vicdan ve etik noktasında her türlü sorgular. Bartleby’a emir verirken, patron kibri ile insanlığının arasında kalır. Tüm hikâye, dünyadaki işçi sömürüsünün ve kapitalizmin kalbi olan Wall Street’te, müdürün Bartleby’ı yazıları düzenlemesi için hukuk bürosunda işe almasıyla başlar. O, geri kalan çalışanları gibi her işe koşmayan, sadece yapması gereken işi yapan, gerekmedikçe konuşmayan biri olmasıyla beraber, dürüstlüğü ve nazik tavırlarıyla da bir masumiyet uyandırır. Tek bir yere odaklanıp, saatlerce düşünebilmesiyle tanınmıştır. Bir süre sonra yapması gereken işi de bırakır ve aklındaki soruları duvara yansıtıp, saatlerce hareketsiz kalarak belki de tüm yaşamına cevap bulmak ister. Bartleby, okurlar açısından ofiste birbirine benzer herkese karşı çekilen bir isyan bayrağı olacaktır. Müdürü, - son tavırlarından ötürü - ofisten çıkması için, tüm kibarlığı ile bunun zorunlu olduğunu dile getirir. Cevap olarak ise “Gitmemeyi tercih ederim.” cümlesini duyduğu zaman, ofisi taşımaya karar verir. Ancak Bartleby için işler, burada bitmez. Apartman içinde gezinmeye, merdiven köşelerinde oturmaya ve yine yemek yememeye devam eder. İnsanları korkuttuğu gerekçesiyle hapse atılır. Olanları duyduğu vakit, müdürünün içindeki sorumluluk hissiyatı ve vicdan muhakemesi aynı anda yükselir. Kendisini, hapishanede durumu yetkililere anlatırken bulur. Bartleby” ın zararsız ve uysal biri olduğunu dile getirir. Tam manasıyla bir suç teşkil etmediği için, hapishanede serbestçe gezindiğini görür. Bartleby ile ne konuşursa konuşsun, artık birçok şey için çok geçtir.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 26


Her zamanki inatçılığıyla ve hayata karşı kimsenin nedenini bilmediği buruk tavrıyla selamlar müdürünü. Hapisteyken kısa bir süre sonra veda eder tüm insanlığa. Gariptir ve garipliğinin altında bir nebze hayata küsmüşlüğü ve solgun yüzüyle tek başına olmasının altına gizlediği maddi problemleri vardır. Müdürü, yoksulluğundan ötürü ofisi evi yaptığını fark edince, vücuduna merhem olabilmiş ama kederli ruhuna ulaşamamıştır. İnsanlara karşı tutumuysa, birçok göz tarafından yadırganır. ‘’Belli bir noktaya kadar, sefalet düşüncesinin içimizde şefkat uyandırdığı doğrudur hatta korkunçtur da ama belli noktalarda o durumdan ileri gidilmediği” gibi acıma halinin fazlası tiksintiye dönüşürken, insan; hayatın kimi, neye, nasıl ve ne zaman dönüştüreceğini ve bu dönüşümün nedenini dönüşenden başka kimsenin bilemeyeceğini unutur. Katibin tuhaf halleri, ofis öncesine dayanır. Hapishanedeki vefatından sonra, insanların kulağına, geçmişinde Washington’da ‘ölü mektubu okuyucusu’ olarak çalıştığı ilişir. O, “Ölümü bekleyenlere af, umutsuzca ölenlere umut ve dermansız dertlere boğularak ölenlere iyi haberler” den sorumludur. Bir solukluk nefesi kalmayanlara, umutlu mektuplar ve özlemli satırlar yazanların son sesi olur. Bartleby, ölümü görmüş gözlere değil, ölümü okumuş gözlere sahiptir. Sakinlik, orada çalıştığı süre boyunca Bartleby’ı kuşatır. Üstündeki umutsuzluk ve yaşam içindeki bu ölüm hali, onu, hikayenin en başında bir girdabın içine doğru çoktan çekmiş olacaktır. ‘’Mobidik’’ adlı romanı ile aşina olduğumuz Amerikalı yazar Herman Melville, öykü ve şiirleri ile de tanınır. Yaşamı boyunca, - değer görmeyen çoğu yazar gibi - Herman Melville de ölümünden 29 yıl sonra eserlerinin kıymeti anlaşılan ve Amerikan literatürüne ismini yazdıran bir yazardır. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde (1819) Manhattan’da doğan Malville, sekiz çocuklu tüccar bir ailenin doğan üçüncü çocuğudur. Ailesi iflas ettikten ve babasının ölümünden sonra okulu bırakıp tarım işçiliği, banka memurluğu ve öğretmenlik gibi çeşitli işlerde çalışmıştır. Amerka’nın iç savaşı öncesi 1853’de yazdığı ‘’Katip Bartebly’’ adlı eserdeki ana karakter; sistem içine sıkışmış bireylerin alışılmış uyumuna karşın, uyumsuzluğun ve başına buyrukluğun en büyük sembollerinden biridir. Herman Melville, bu elli sayfalık romanında toplum davranışlarına, köleleşen, sıradanlaşan, her şeye ‘olur’ diyerek acımasızlığı daha da üst boyutlara çıkaran insanlığa olan eleştirisini yazmıştır. Karakterlerinin tavrıyla güldüren, aynı zamanda da içimizdeki keder kapılarını aralayan ve bunu olanca bir nötrlükte yapan yazarın “Katip Bartleby” adlı eseri, hayata karşı tutumundaki cesur tavrına dikkat çekiyor. “Vah Bartleby, Vah İnsanlık!” dedirten bu roman; ateşe atılan, ateş düşüren ve anlaşılamayan tüm hayatları tek solukta okumak isteyenler için etkileyici bir eser.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 27


yiğit ergün - geç kalan cennet ve yetişemeyen cehennem lahitten bozma rahleye uzandım yatıştırdım nikotin saunası göğsümü durdum durduk yere durmadan dağıldım birdenbire daraldı zaman aniden azıttı aşk bozulmasını seyrettim her gece sana kayan gözümün yavaş yavaş oturup seni düşündüm sonra tarihin kendini takınırkenki vakur bilgiçliğiyle serilip kaldım boynumdan geriye unuttum seni kavramama engel yılları saplandım günden güne deforme gövdeme ne acı değil mi deli gibi istesek de sevişemiyoruz bir türlü perdesiz ve ne garip, sen ben kadarken ben henüz katılmamışım döngüye hep çaktırmadan kuruyorum hayalini sevgilim anlayacak diye ya sende durumlar ne var mı kalbini gıdıklayan biri? sıkışık hayatıma bir sille çakıp döndüm yarından hummayla kalkıp kalıtsal kabuklarımdan zıpladım bizi buluşturmayı çok gören düne açılıyorum artık suya ve düşüyorum evrime ışıklar söndüğünde avcumda ısınan iki hunhar mesele: boğulmayan karanlık ve sende terleyen telaş karşımda sanki hesap sormaya kalmış bir tanrı fazla yüksekten çekiyorsun esmer kılıcını kapanıyor sarışınlığım güvenilir bölgesine sevmez oysa gölgem rahat alanları nesin sen böyle şehrinin ayazından gençliğime alenen sulanan buğulu bir sanrı mı? söyle nasıl bakmak bu ateş neden kaçıyor senden renk ayarım sende bozuldu yükle alacağım var şimdi güneşten o ne duruş ki böyle kıpır kıpır içim varlığımı varına armağan etme meşguliyetindeyim havalandır gözlerini hadi hüznünü artık rahatlat bir aşka yama bizi karşına eski çıkmışım gibi ve tüm kalabalığında bana kimsesizliğimi hatırlat. EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

B'ye

| 28


Cabir Özyıldız - Topal Yakup Sağ ayağımdan güç alıp çay ocağının taburesinden yavaş yavaş kalkarken, önümdeki sehpaya dayalı koltuk değneğime uzandım. Yıllarca koltuk değneğine yaslanmanın alışkanlığıyla ağırlığımı tahta dayanağa verip, yediğim tostun ve içtiğim çayın parasını ödemek üzere çay ocağının sahibi Latif abiden tarafa baktım. Latif abinin 'Acelesi yok, sonra alırız.' manasındaki kaş göz işaretinden sonra kalktım. Otobüs durağının yan tarafında duran ve benim gibi topal olan seyyar şemsiye satıcısı Cemil abiye emanet ettiğim tezgaha doğru koltuk değneğimden güç alarak ağır ağır yürümeye başladım. Uzun bir işsizlik döneminden sonra, bu tezgah, bana iyi gelmişti. Hem oyalanıyor hem de o sikik mahalleden ve kaderimi değiştiren o lanet caddeden uzak duruyordum. Üstelik kimsenin bir ‘kusura’ bakacak kadar vakti olmuyordu buralarda. Herkes, bir an önce bir yerlere ulaşma telaşındaydı. Arada patavatsız teyzeler ya da sorulacak her soruyu üzerine vazife edinen emekli amcalar olmasa, topal olduğunu bile unutabilirdi burada insan. Kardeşlerim, annem ve babam öldükten sonra beni el âleme muhtaç etmemişlerdi fakat ben bir türlü onlardan para almayı kendime yediremiyordum. Hem onların da bir evleri ve evde ekmek bekleyen sabileri vardı. Her zaman “Ne yani, felek bize tokadın kallavisini attı diye ben de gidip ümüklerine mi yapışacağım gariplerin? Zaten onca yıl kahrımı çektiler, bari şu saatten sonra ekmeklerine baksınlar. ” derdim. Akşam, ince bir suntadan yapılma tezgahın üzerindekileri bir poşete doldurur, Latif abinin çırağı Mehmet’in yardımıyla çay ocağındaki ıvır zıvırın konulduğu bölmeye taşırdık. Sonra da ağır ve zorlu bir yürüyüşle, mahalle dolmuşunun kalktığı durağa giderim. Mahalleye giden dolmuşun kalktığı yerin uzaklığından ve mahalleye indikten sonra yürüyeceğim mesafede karşılaşacağım insanlar yüzünden içim sıkılırdı. Dolmuştan indiğim yerden eve varana kadar geçen süre içerisinde durmadan o lanet kazaya, arabayı sürene, allahsız oğlu allahsız amcama, ekmeğe, kitaba, feleğin kendisine söver dururdum. “Bu insanların bir suçu yok, ne diye selam alıp verirken adamlara ya da kadınlara küfredecek gibi bakıyorsun?” diyordum bazen de kendime. Ama ne yaparsam yapayım, içimdeki öfkeyi yatıştıramıyordum. Bana merhametle yaklaşmalarına, acıyan gözlerini topal ayağımda dolaştırmalarına, zaman zaman yardım teklif etmelerine, ben geçip gittikten sonra kendi aralarındaki ahlı – vahlı, kafa sallamalı konuşmalarına toptan ifrit oluyordum. Hele ki sokağın piçleri etrafımı sarıp, ‘’ Topal Yakup, Topal Yakup! ‘’ diye çığrışmaya başladıklarında, sağ ayağımın üstünde durup onlara koltuk değneğimi savuruyor; ana, bacı, Allah, kitap küfrediyordum. Sakinleşince, tek göz gecekondumun içine atıyordum kendimi. Kardeşlerim ve konu komşu, çok ısrar etmişti evlenmem için ama ben inadına domuzlanmıştım. Gerçi domuzlanmasam ne olacaktı ki? Halim, ortadaydı.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 29


Onlara “ Kendim böyle derbederken, bir de yanıma ortak alamam. ” diyordum. Dökülmüş bir yatak, iki sandalye, eski küçük bir masa, masanın üstünde piknik tüpü, bir iki çanak tabak ve elbiselerimi astığım duvardaki askılığı saymazsak pek eşyam yoktu. Buzdolabına bile ihtiyaç duymuyordum. Yatağın kenarına oturdum. Boşlukta sallanan ayağımı ellerimle kavrayarak yatağın üstüne aldım. Sonra da sağlam ayağımı koydum yanına, kalçam ve ellerimle kendimi geriye verip sırtımı duvara yasladıktan sonra gözlerimi kapadım. Gözlerimi kapar kapamaz, otuz beş yıldır kesintisiz bir şekilde yaptığım şeyi yaptım: O güne döndüm. Bütün hayatımı karartan, yaşama küstüren, beni çocukların alay ettiği Topal Yakup’a çeviren o kazayı düşündüm. O vakitler, etrafı portakal bahçesi ve tarlalarla çevrili olan dede evinde oturuyorduk. Kırmızı tuğladan örülmüş ev, büyük bir sofa, uzunca bir salon, ikisi karşı karşıya biri ise dipte üç odadan müteşekkildi. Dedem ve nenem, dokuz çocuğunu da bu evde binbir zorlukla büyütmüştü. Dedem ölüp kızların hepsi evlenince amcam ve babam, evi eşit olmayan bir biçimde ikiye bölmüşler. Amcam, karısı ve babaannem iki odayı, salonun yarısını ve sofanın tamamını alırken; babam, annem ve biz üç çocuğun payına tek oda düşmüştü. “ Olsun.” diyordu annem. " Hiç olmazsa tek oda da olsa başımızı sokacak bir evimiz var. " Mahalle, şehrin güneydeki köylere bağlandığı bir ana caddenin sağ ve sol yanına kurulmuştu. Evimizin olduğu sokak, caddenin sağındaydı ama gel gör ki bütün önemli dükkanlar caddenin soluna dizilmişti. Bakkal, tuhafiyeci, kebapçı, kahvehane, terzi; karşıda kalıyordu. Bizim için tek avantaj, ilkokulun caddenin sağ tarafında olmasıydı. Böylece okula gidip gelmek için yolun karşısına geçmemize gerek kalmıyordu. Biz çocuklar için günler, yoksulluk içinde fakat eğlenceliydi. Eğer babam ve amcam yoksa, bütün bir bahçe ve sokak bizim oyun alanımızdı. Ve o zamanlar, iki ayağım da henüz sağlamdı. Amcam, bir gün “Yenge, Yakup nerede?” diye sorunca, eğri büğrü yazımla L harfi çizmeye çalıştığım defterimden kafamı kaldırıp soruya kulak kesilmiştim. Annem, “Hayırdır babam, bir şey mi oldu?” diye cevaplamıştı soruyu. Buna karşılık amcam, “Sigaram bitmiş, gelsin de bi sigara almaya gitsin.” demişti. O an içimde önemli bir şey yapacak olmanın heyecanı ve ilkten sigara almaya gönderilecek olmanın tedirginliğiyle, defterin üstüne abanmışlığımla - soluk almadan - annemin vereceği yanıtı bekliyordum. Etraftaki çocukların en büyüğü ben olduğuma göre, sigara almaya gitmek de benim hakkım, diye düşünmüştüm. Evet, bunu bir hak olarak görüyordum; çünkü avludaki çocukların en büyüğü bendim. Düşüncesi bile kalbimin küt küt atmasına neden olmuştu. İçimden kendi kendimi tembihliyor, dikkatli olmam hususunda uyarılarda bulunuyordum. Kendime “Bak şimdi. Caddeye ulaşacak, karşıdan karşıya geçecek, verilen görevi layıkıyla yerine getirecek, amcanın içtiği Marlboro sigarasını alıp geleceksin.” diye gaz veriyordum. Sonra da diğer çocuklara fors atacağım cümleleri belirlemeye çalışıyordum kafamda. ''Biliyonuz mu lan? Amcam beni sigaraya yolladı ha, hem de karşıdan karşıya geçtim, aldım ve geldim.'' diyecektim.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 30


Amcamın beni sigara almaya gönderecek olması, annemi bir an duraklatmış ve kekelemesine yol açmıştı. Korkuyordu, fukara kadın. Sonuçta yedi yaşındaki oğlu, araçların vızır vızır geçtiği ana caddeden karşıya geçecekti. Annemin yanıt vermesini beklemeden terliğimi ayağıma geçirip evden hızlıca çıktım, saygılı bir şekilde amcamın karşısına dikildim. “Efendim amca” deyip, sanki konuşulanları duymamış gibi vereceği görevi beklemeye başladım. Amcam, “Bak şimdi al şu parayı, sıkı sıkı tut, düşürme. Mahmut abinin karşısındaki diğer kahveye git, Kaçakçı Yusuf’u bul, amcamın selamı var. Bir tane uzun Marlboro verecekmişsin de.” demişti. Annemin yüzünden yolun karşısına geçecek olmamdan ötürü bir kaygı karaltısı geçse de ses edememişti. Ben “Tamam amca, anladım amca, düşürmem amca.” diyor, amcamın lafı bitse de fırtına gibi bir koşu alıp gelsem diye sabırsızlanıyordum. Amcam sofaya dönerken, annem: “Ana kurban, aman deyim ha karşıdan karşıya geçerken sağına soluna bakmayı unutma.” diye sıkı sıkıya tembihlemişti beni. Terliklerimi daha hızlı koşabilmek için evin kenarındaki dut ağacının dibine bırakmış, - sıska bacaklarımla rüzgar gibi koştuğumu zannederek - sokaktaki çocukların meraklı bakışları arasında ana caddeye ulaşmıştım. Avucumda sıkı sıkıya tuttuğum para, aklımda da görevimi tamamladıktan sonra arkadaşlarıma atacağım fors vardı. Mahmut’un kahvesinin önünde durup, karşıdaki kahveye baktım. Elimde sıkıca tuttuğum parayı kontrol ettim, içimden adamın ismini ve alacağım sigaranın markasını tekrarladım. Bir şey hariç, tüm denilenleri aklımda tutmuştum. Aklımda tutmadığım o hariç şey, ömür boyu felaketim olmuştu. Annemin “ Karşıdan karşıya geçerken sağına soluna bak. “ deyişini unutmuş, kendimi caddeye atıvermiştim. Köylere doğru giden Renault marka bir otomobil, sol bacağıma çarpıp beni iki metre yükseğe fırlatmıştı. Yere düştüğümde her iki kahvehaneden ve dükkanlardan fırlayan insanlar, arabayı durdurup yanıma gelmeye çalışan adama saldırmışlar-dı. Esnaf ve mahalleli, - öldüğümü sanıp - adamı dövmekle ilgilenirken; anneme “ Oğlun öldü. ” diye haber ulaşmış. Zavallı annem, yalınayak ve başı çıplak koşup beni yerde yatarken görünce kendini yerden yere atmaya başlamış. Annem saçlarını yolup göğsünü yumruklarken, birisinin “Yaşıyor lan bu çocuk. ” demesiyle, adamı bırakıp beni aldıkları gibi Devlet Hastanesi’ne yetiştirmişler. Kendime geldiğimde, para halen avucumun içindeydi. Annem ağlamaktan şişmiş gözleriyle bana bakıp dualar okuyor, ardından amcama beni sigaraya yolladığı için lanetler okuyor ve tozlu saçlarımı okşuyordu. Amcam ve babam, doktorla konuşurken bir yandan da bana bakıyorlardı. Aklıma bir daha sağ ayağımı kullanamayacağım ve topal kalacağım gelmiyordu. Hatta ilk zamanlar mahallenin marangozuna yaptırdıkları koltuk değneği, eğlenceli bile geliyordu. Sonra sonra anlayacaktım, bir ömür boyu topal kalıp kaderime gece gündüz lanet edeceğimi. Fukara anam, - koltuk değneği taze koltuk altımı yara etmesin diye - okula sırtında götürüp getirdi beni yıllarca.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 31


Okuldaki çocuklar bana Topal Yakup diye seslenip alay ettiklerinde, iki kardeşim de çocuklara saldırır; kimi zaman dövülür, çoğu zaman da döverlerdi. Abilerine karşı merhametliydiler; beni çok sever, toz kondurmazlardı. Bu durum beni daha çok öfkelendirir, okula gitme şevkimi kırardı. İlkokulu bitirdikten sonra okula devam etmek istemedim. Kardeşlerim “Abi sen oku, biz çalışırız.” dedilerse de ben pek kulak asmadım dediklerine. Yıllarca mahalle kahvesinin önünde ayakkabı boyacılığı yaptım. Yaşım ilerledikçe asık suratlı, küfürbaz, lanet bir adam olup çıktım. Mahalleli ne zaman kaza gününden söz açsa, kendimi kaybedip sağa sola küfür yağdırıyordum. Mahalleli, topal olmamdan dolayı ses çıkartmıyor olsa da bu durum kardeşlerimin gücüne gidiyordu. Zamanla kavgaların ve sövüşlerin dozu da arttı. Kahveye gelen arsızlardan biri, sırf beni sinirlendirmek için “Lan topal, iyi boya ha ayakkabıları!” deyince, olan oldu. Boya sandığının yanında duran koltuk değneğimle adamın kafasını yarıp, küfrettim. Araya girenler olmasa, öfkemden adamı parçalayabilirdim. Kardeşlerim olayı duyup geldiklerinde, öfkem hala yatışmamıştı. Ortanca kardeşim: “Ne karışıyonuz lan abime? Zaten Allah vurmuş! ” cümlesini ağzından kaçırınca, yerini derin bir kedere bırakmıştı öfke. Boya sandığını kahvenin önünde terk ederek, koltuk değneğime dayana dayana eve doğru yürümüştüm. O günden sonra da bir daha ne ayakkabı boyacılığına, ne de kahveye çıkmıştım. Kardeşlerim evlenip ayrı evlere taşınınca, dededen kalma o tek göz oda da bana kalmıştı. Günlerimi küskün ve öfkeli bir ruh haliyle evin içinde geçirmeye başlamıştım. Arada kardeşlerim gelmese, kimseyi gördüğüm de yoktu. Geldiklerinde cebime istemediğim halde - zorla para sıkıştıran kardeşlerim de olmasa, öfke içinde ölebilirdim bu odada. Hayli zaman sonra, hem kardeşlerime yük olmaktan kurtulmak, hem de sıkıntıdan patlamamak için mahalleden uzak ve oturarak yapabileceğim bir iş bulmalarını söyledim. Beni kırmayacaklarını biliyordum. Annem ölmeden önce kardeşlerimi toplamış, “Eğer abinizi aç açıkta bırakırsanız, vebalim boynunuza. ” deyip yeminler ettirmiş, bana göz kulak olacaklarına dair söz almış. Bazen tüm bu hatıratı kendime tekrar etmek beni çok yoruyor. Her gece, gözlerimi uykunun kuyusuna düşürene dek bana eşlik ediyor o kaza. En iyisi, yatıp uyumak. Gerçi kimi zaman uykumun ortasında mahallenin piçleri, “Topal Yakup, Topal Yakup” diye bağırıp uykuyu bana haram ediyorlar ama yine de bu kahpe dünyada sokulabileceğim tek sığınağım, uyku. Sabah, erkenden uyanıyorum. Sokaklar tenha ve piçler uykudayken yola düşüyor, koltuk değneğimin boş sokaktaki tıkırdayışına öfkelenerek, çakmak gazı doldurduğum ve kağıt mendil sattığım tezgaha gitmek için dolmuş durağına doğru yürüyorum. Ama yine o küçük piçlerin köşe başlarından kafalarını çıkartıp “Topal Yakup, Topal Yakup! ” diye bağırmalarından korkuyorum...

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 32



Yunus Emre Suci - ölüm ulağı

anne! beni hangi dağ rahminle doğurdun da adım engebelere sürgün hangi toprağı kurtardı bunca ölüm bunca çocuk cesedi hangi bayrağa dalalet

çiçekler söküldü bahçelerimizde yangınlarla peşkeş ormanlar hangi rantın içini doldurmak için bunca kan hangi cebi tıka basa doldurmak için bunca beton

bukağısı pas sahipleniş maskesi yüzlerinde eksik bir anı zorlayışı hafıza çölünde gülüşler hangi ormana sarılsak fırtına hezimeti kökleri devrilmiş özgürlük anıtları içimiz

gün devriyesi soluk soluğa bir sızı genzimde ölümler taşıyor kapımıza üniformalı devlet uşakları lüks otomobillerle

baba! biz hangi toprağın parsellerine zorunlu fedayız hangi rantın çamuruna harç kanımız

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 33


Damla Tural - B100 Games ile Türkiye’deki Oyun Sektörü Üzerine 1) B100 Games nedir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz? B100 Games olarak biz, oyunlara/oyun geliştirmeye gerçekten tutkulu olan oyun geliştiriciler ve sanatçılardan oluşan ve bağımsız oyunlar geliştiren bir ekibiz. 2) B100 Games’i kurmak için çıkış noktanız neydi? B100 Games’i kurmak için çıkış noktamız, ‘’Biz de Türkiye’de bağımsız oyunlar geliştirebiliriz. ‘’ diyebilmek ve bunu herkese gösterebilmekti. Çünkü hem dünyada hem ülkemizde hala yeterince bağımsız oyunlar geliştiren Türk ekipleri olmadığını düşünüyor ve bu piyasaya katkıda bulunmak istiyoruz. 3) B100 Games adı, nereden geliyor? Nasıl ortaya çıktı? Ekibimizin yarısı Ankara’dan, diğer yarısı da İstanbul’dan çalışmalarını sürdürmekte. Ankara’daki geliştiricilerimiz, stüdyoda çalışıyordu. Biz de ekibin sanatçıları olarak İstanbul’dan gelip gidiyorduk. Geliştiricilerin çalıştığı stüdyo, B blok daire 100 idi. İsmimiz, şifreli gibi gelse de aslında oradan geliyor. 4) Şimdiye kadar oyun yapım aşamasında gördüğünüz en büyük sorun neydi? Ekibin üyelerinin farklı şehirlerde olması, iletişim sorunlarına sebep oldu. İnsanlar ne kadar telefonla ve internetle görüşürse görüşsün, yüz yüze iletişimin her zaman daha verimli olduğunu gördük. Bu sebeple ekiple görüşmek için hızlı tren ile İstanbul – Ankara arası birçok seyahatte bulunduk. 5) Herhangi gerçek veya kurmaca bir şeyden ilham aldınız mı? Hikaye taslak aşamasında iken; ilk ilham, Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sından alınmıştı. Ancak daha sonra hikayeyi yazan arkadaşımız ekipten ayrılınca, genel ana hatları dışında zamanla oyunun hikayesi de biraz değişip gelişti. Oyunların dünyasından bahsederken İngilizce ‘ lore ‘ deriz, bizim dünyamızda da yaşanan olaylar detaylandı ve derinleşti.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 34


6) Hellscape: Two Brothers oyununun çıkış noktası neydi? Hedeflerinize ulaşabildiğinizi düşünüyor musunuz? Hellscape: Two Brothers’ın çıkış noktası ve esas amacımız, oyunculara ilginç ve bulmacalı bir macera oyunu yaşatmaktı. Ayrıca bahsettiğim gibi Türkiye’de biz de böyle bağımsız oyunlar geliştirebiliriz demek için başladık bu projeye. İlk oyunumuz için biraz büyük bir proje seçtik. Çok memnun olduğumuz yanları olduğu gibi, eksiklerimiz de var tabi. Ancak daha iyisini de yapabilmek için her gün kendimizi geliştirmeye devam ediyoruz. Yurt içindeki Türk oyunseverlerden daha çok destek bekliyoruz; ülkemizin ekonomik şartları, malum. Bu zorluklarla yolumuza devam ettiğimiz için, onlara da sesimizi ulaştırmaya çalışıyoruz. Umuyoruz ki sizin sayenizde de daha çok insana sesimizi duyurabileceğiz. 7) Hellscape: Two Brothers ile ilgili geliştirmeler görmeye devam edecek miyiz? Hellscape dünyasının içinde Hellscape: Two Brothers hikayesinin öncesi ve sonrası için hikaye konseptlerimiz mevcut. Gelecekte Hellscape dünyasını biraz daha inceleme planlarımız var. 8) Oyununuz hakkında –olumlu/olumsuz- nasıl görüşler aldınız? Olumlu destek aldığımız oyuncular var. Onların yorumları, hem yapım aşamasında hem de çıkış öncesi testlerde bize çok yol gösterdi. Olumsuz yorumlar da aynı şekilde tabi. Nerelerde eksiklerimiz olduğunu daha iyi anladık. Oyuncular ve küratörlerin yorumlarından öğrendiklerimizle, sonraki projelerimize devam edeceğiz. 9) Yeni bir projeniz var mı? Varsa ne aşamada? Yeni projemize başladık, şu an geliştirmenin ilk aşamalarındayız. Projenin konsepti bir süredir hazırdı, Hellscape’in çıkışını bekliyorduk. Çıktığı gibi de başladık. 10) Akıllı telefonlar ve tabletler için uygulamalarınız olacak mı? Şu an üzerinde çalıştığımız proje, mobil platformda yer alacak. Online multiplayer odaklı ve günlük stresinizi üstünüzden atabileceğiniz keyifli bir oyun olacak.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 35


11) Türkiye’deki oyun sektörü hakkında ne düşünüyorsunuz? Şu dönem, belki de en güzel dönemi diyebiliriz. Çünkü üniversitelerde bölümler açıldı, ‘game jam’ ler yapılıyor. Güzel oyun geliştirici topluluklar oluştu ve bizim gibi bazı bağımsız yapımcılar, oyunlarını Steam gibi platformlarda çıkarıyor. Ülkemizde gelişen bir sektör şu anda ve destek verildikçe daha da gelişecek. Bu sebeple, gördüğünüz tüm yerli geliştiricileri desteklemenizi istiyoruz. 12) Bundan sonraki süreçte B100 Games takipçilerini neler bekliyor? Multiplayer mobil oyunumuz çıkacak ve çok keyifli olacak. Başka birkaç hikaye odaklı oyun projemiz var, onlar da gelecek. Takipte kalın. 13) Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Oyunsever herkesten desteklerini ve yorumlarını bekliyoruz. “Vay be! Bu oyunu yerli ekip mi geliştirdi?” diyecekleri günleri görmeyi hedefliyoruz. Düşüncelerimizi arkadaşlarınızla paylaşın, sizlerin nasıl oyunlar görmek istediğini merak ediyoruz. Son olarak sesimizi biraz daha duyurmamıza yardımcı olduğunuz için teşekkür ederiz. Herkese keyifli günler. Sağlıcakla kalın…

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 36


Nurgül Özlü - ölmez otunun bölünebilme kuralları

ajanslar ince ince maytap geçiyor dirliğimizle ölü doğmuş fırsatlar denge yok cismimiz amin rejimler doğrudan hedef alınmazdı inandık her seher uykudan önceydi masal saatinde yalanınızı batırmaya yetmez beher denizler üçü bir arada yurt yumurta yavru demeden en güçlü taraflar tarafından göçe zorlandık kuru göller yaşama sevincimizi öldürüyor hayatlar yerine yıkılsın sınırlar iş aşkına aş korku tüneline buyrun metanetle gelsenize su ve kederiyle bir derdimiz olmadı uymayın uyumayın filler gibi ayakta yorulunca yerde sınanır şişme botlar oyuncak olmalıydı tatilde ağlasınlar ciğerleri açılırdı ey ufka doğru biraz emir zincirinde kohezyon faktördür kıtaa dur hayat bağcığımızı çözmüşler gözleri süze süze açılın kapılar europaya gidelim sırtımızda bıçak ortaklığın doğusu yanarken buzlu içeceklerden alınırsınız barbar demedik beraber demişken beraber yürüdük biz bu yollarda beraber ağladık algılar operasyona alınır mevsim geçişlerinde en iyi muhalefeti hava durumu yapar ülkede

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 37


Berfin - Ataletin Disiplini Büyük bir anlamsızlık içerisinde süzülüyorum. Asla kim olduğumu ve neden yaşadığımı çözümleyemedim. Bu süzülüş yeterince zarar vermiyormuş gibi, bir de kayıp vermeye başladım. Beni ben yapan her şeyi, ufak ve derin yaralar açarak kaybediyorum. Bu süzülüşten kaçan herkes, bir parça koparıp gidiyor benden. Anlıyorum ki ölmek, bir mezarın içine konmak değilmiş. Sevdiğin şarkının sözlerini hatırlayamayarak, seni büyüten adamın yüzünü unutarak, yazdığın günlükleri kaybederek, bir telefon fısıltısında ses arayarak, döndüğün her sokak başında tanıdık birini gördüğünü sanarak, asla dokunamayacağın adamları severek… Ölmek, böyle başlıyormuş. Sana ait olan şeyleri kaybederek başlıyorsun ölmeye. Mezara konduğun an değil, ölümün başlangıcı. O, sadece ölmeye devam etmek. Anlıyorum, farkındayım. Farkında olmanın bu kadar acıtacağını bilmiyordum. Sanırdım ki bu kafesten çıkarsam özgür olurum. Kafes bile daha özgür. İnkar edemedikçe zihnim büyüdü. Ama çürümüşlüğümü durduramadı. Kokusunu alıyorum. Her izlediğim filmde ve her okuduğum kitapta. Fark ediyorum. Fark ettikçe, çürümüşlüğüm genişliyor. Artık insanların yüzlerine baktığımda, onları anlamaya çalışmak zorunda kalmıyorum. Anlıyorum. Üstelik fark ediyorum. Yalanlarını, kibirlerini, aşağılık hallerini. Aslında hiçbirimiz bize verilen ad-soyadla yaşamıyoruz. Kendimize yeni maskeler yaratıyoruz. Dışarıda bambaşkayız. Yatakta, evde, sinemada, nikah masasında, doğumda, ölümde. Bambaşkayız. Bazı anlar, çırılçıplak sanırdım kendimi. Ben buyum, derdim. Galiba buyum. Ama bir an nefesim kesilirdi, -biri ya da bir şey bilmiyorum- çıplaklığıma kan sürerdi. Orada da barınamazdım. Huzurumun boğazına hep bir tasma bağlanırdı, dikenli. Biri sıkıverirdi. Hiç inanmadığım bir anda. Bir cümleye inanırım. Bu, hata mı ? Bir toka satın alırım, inanırım. Bir arkadaş bulurum, inanırım. Allah’a inanırım, beni duyduğuna. Bu dünyada beni duyan biri olduğuna, sokaktaki kediye. Sonra o sokaktan köşeyi dönerim, biri sıkıverir tasmamı. Niye, bilmem. Hiçbir günah, boynumdaki tasmanın sebebini açıklayamıyor. Biriyle tanışır, unuturum; boynumdaki tasmanın varlığını. Kaybolur. Karşımdakine esir olarak doldururum tasmanın yerini. Esir olmak yetmez, kör ve sağır olurum. Sonra… Çok kısa bir süre durur süzülüşüm. İyileştiğimi sanırım. Ara sıra boğazıma bir şey battığını sandığım olur, ama umursamam. Elimi kalbime götürürüm sonra, kan dolar çırılçıplaklığıma. Anlarım ki tasmam kaybolmamış, kendi elleriyle yaratmış yenisini.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 38


Memozan - kumsal ve nihayet Doğuya uzanıyor bu kumsal Hepi topu bir avuç kum, bir avuç mürekkep balığı kemiği Ve tam kıyısında kaçak bir çay denizin, Bir adam boyu. Reçinesi akmış bir sandalın ortasında Kürekleri kırık, yürekleri ağzında Etrafımızda sarmaş dolaş, üsturupsuz bir lodos Altımızda son model bir okyanus İçi boş şişelerle dolu bu çiyan sarısı, İçine insan acısı müebbet hapsolmuş şişelerle, Alabora olmuş bir dünya ve içi boş şırıngalarla dolu. Terk edilmiş deniz minareleri ve tekerlekli sandalyelerle, Ve bu kumsal boyu uzanan güne bakan çiçeklerinin arası, Hız kesmeden üstlerine çağlayan, Yorgun ışık şelalelerine aldırmadan çırpınan kuşlarla dolu Üç yağmur, bir doluyu götüresiye dek sevişen kırlangıçlarla ... Şimdi bunları bir kenara bırakıp, Ağır aksak uzaklaşsak buralardan Biliyorum, Aralık Sokağı'nda soluklanacağız, Her zamanki gibi Ve kim bilir kaç Marmara akacak boğazımızdan Bir dünya insan geçecek, Belki birkaçı atlayacak üzerimizden Mutlu olacak ölümümüz ve basit, Bin ağaçlı iğde bahçelerinin Tek tek tüm çiçeklerini koklamış bir astım hastası gibi, Gülümseyerek, Biliyorum, Tükendiğinde nefesimiz, Dar sokaklara verilecek ismimiz

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 39


Kadir Atıcı - Yeni Trend: Sapyoseksüellik Entelektüellikten ve bilgi birikiminden hoşlanıp bu yönde gelişim gösteren bireylere bağlanan kişilerdir sapyoseksüeller. Şu aralar yeni bir trend. Baktığında olayın özünü tam kavrayamayıp sapyoseksüel olduğunu söyleyen birçok kişi bulmanız mümkün. Bunun yanında farklı özellikleri de olabiliyor bunların. Örneğin; sapyoseksüelim, deli doluyum, bir yandan hafif ruhsal problemlerim de var ama şöyleyim ve böyleyim. Evet, - trend olması nedeniyle cool görüneceğini düşünerek - bu yolda çok insan kendisini feda etti. Olayın özünde görselliğe hiçbir önem vermeden salt beyne gösterilen önem vardır. Gerçek bir sapyoseksüel, asla “Çok zeki olsun ama hafiften de yakışıklı olsun.” demez, diyemez, dememelidir. Çünkü şekilciliği aşmış olabilmesi gerekir. Tüm bunları geçtim; zekaya önem veren bir insanın, salt dış görüşünün önemli olduğu dating applere ve/veya instagram profiline ‘sapyoseksüel’ olduğunu yazması, ait olduğu görüşe zıt düşecektir. Bunlar haricinde sapyoseksüel olacak birisinin bu kavramı tamamlayabilmesi adına, kendisinin de belirli bir zeka düzeyine sahip olması gerekir. En azından ortalamanın üzerinde olması gerek. “ Ben zeka seviyorum ya! ” demekle olmuyor tabi. Karşındaki insan konuştuğunda dediğinden gram bir şey anlamıyorsan, onun zekasının farkına varamazsın. Karşısındakinin zekasını yorumlayamayacak bir sapyoseksüel düşünemeyiz sanırım? İlişkilerde kafa yapısının önemine vurgu yapıp iki gün sonra karşınızda bir robot gördüğünüzü düşünmeye başlayacaksanız, siz sapyoseksüel değilsinizdir. Karşınızda ‘’Zekasına hayran oldum.‘’ dediğiniz insan, iki gün sonra size kafasından geçenleri sunduğunda ‘’Bu ne duygusuzluk!‘’ diyebiliyorsanız sapyoseksüelliğinizin oraya kadar olduğu çıkarımını yapabiliriz. Anlayacağınız; sapyoseksüellik, derin bir kavram ve burada en önemli olan şey, gerçekten zekaya olan hayranlık. Konuyu özetlemek gerekirse; sapyoseksüeller gerçekten bu kadar fazlaysa, şu an sosyopatların hepsi birleşip dünyayı ele geçirirlerdi sanırım. Zekanın önemi var, evet. Fakat iki gün sonra ruhsal olarak da bir şeyler paylaşamayacağın bir insanın, sana atomu parçalamayı öğretmesi de bir anlam ifade etmeyecektir. O yüzden bu fikirlere fazla kapılmayın. En sonunda her şey, olması gerektiği gibi oluyor ve insan, doğanın kanununa yenik düşüyor. - Ama belki biraz da olsa sapyoseksüel yanım var? ” - Hayır, yok. Sen sadece bir şeyler paylaşabileceğin bir insanı seviyorsun. IQ testi sonuçlarını beklemiyorsun! ‘’

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 40


Ferhat Nitin - Kendimiidareliharcamakzorundayım Solgun ötünümleri yazgının kızıllıklara boyanan bir yaz akşamında alaycı tavırlı gece ve muhtaç sokak arası -bunaltıve aydın gözlerinde sersemleyiş hafifletir parıldayan sözlerinde gözlerini ve ilginçtir bu çırpınışlar yığıntıların kıyısında kimliği belirsiz sancılar bir bir ada etrafında.

ve de adıyorum bir gözümü nakarat bir dizeye Ödemekteyim tarifeli bu acıyıKol kanat renkleriyle büstünce.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 41



Çağla Nalbantoğlu - kımıltı ve tentürdiyot Soluklaşıyorum gitgide. Bir sis tarafından ikindi öğünü olarak tüketiliyor öz kütlem. Parmaklarımla baskıladığım kaldırımların grisine karışıyor, zeytin yaprakları. İlerliyorum. Hiçbir acele, okşamıyor saçlarımı. Köşeye varmama az kaldı. Dönmeme ise epey var. Çöp arabasının metalik beyazı üstüne sıralanıyor, sarılar içinde iki adam. Biri ötekini çekerken kolundan, sümüğünü çekiyor içine bir diğeri. Kafamın birkaç oksijen üstünde harelenen büyük bir gölge, gök boyunca ilerliyor. Karşımda bir bina var. ''Bir beton,ancak bu kadar yamuk kılınabilirdi.'' diyerek, tam üç adım atıyorum. Arkamdan batmakta olan güneş, bir pencereye vuruyor. Bir yüz görüyorum. Beyaz tenli ve siyah saçlı. Tahminen on dört yaşlarında bir kız çocuğu. Başımdaki iri gölge, yitiyor. Susuyor, uçuşan ne varsa. Beyaz dudaklarıyla gözlerime bakan o şey de gidiyor. Penceredeki boşalmışlıkla gevşiyor çene kemiklerim. Karşıdan beyaz bir araba geliyor. Savruk bir küfürle ıslatıyorum dikiz aynalarını. Karanlığı bozduğu için. İlerliyorum. Elektrik direğinin dibine çökmemle kırılan diz kapaklarım, tentürdiyot kokuyor. Yaram yok. Ne bir kavgada dayak yedim, ne de biri tarafından tekmelendim yağmur altında. Kokuyor. Tentürdiyot ve solucan. Ceplerimi yokluyorum. Ağzı açık poşet içinde tütünleri dökük bir sigara buluyorum. Kaç gündür burada olduğunu bilmediğim bir kap içindeki suya düşüyor ellerimden. Ellerim, soğukta yitirilen bir cümlenin gizli öznesi. Tütünlerin suyun üzerindeki raksını izliyorum, nazal tıkanıklığımdan şikayet ediyorum tanrıya. Burun kanatlarımın darlığından. Buğday başaklarını yıllardır üzerinde tutan tarla tarafından ittiriliyor böbreklerim. Tersimde stoma, düzümde yağmur. Islanıyorum. Parmaklarımdaki uyuşukluk, boğ damarlarımı. Boğ, yüzümde doğmuş ceninleri. Göz kapaklarımı, parlak ve iğrenç milyonlarca böceğe yalattırmama sebep olsun varlığın. Yağmurdan kalan son damlanın, bulduğu balkon demirlerine tutunuşu ve aniden çakılışı kaktüs dikenlerine. İşte. Böyle yok olacağım. Böyle silinecek, kaldırımdaki kan izleri. Böyle ezber edeceğim, geceye sıralanan yıldızları. Böyle var olacağım. Silüet ve beniz. İçireceğim. Morlaşan ipliklerini kesip, kanımı. Göz kapağımı yalayan böcek sürülerine. Besin kaynağıyım, sisin ve böceklerin. Karşılığında, ruhumu zeytin ağaçlarının yanına gömmelerini rica edeceğim. -Bir canlıyı kırmak, en son isteyeceğim şey.- Kaliteli elyaftan yorganlarla örteceğim, buğday tarlasının üzerini. Güneşin önünü kesmeyeceğim. Camda beliren beyaz dudaklı, kara saçlı kız çocuğuna da gölge etmeyeceğim. Başka ihsanlara yuvarlayacağım kendimi.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 42


Ardımda kargalar, hurda arabasıyla bir çingene ve tütün dökükleri. Henüz gitmeden, tercüme edeceğim kendimi. Kendime. Sonra kapatacağım alt yazısını, yaşamın. Üstümden geçecek: Pet şişeler, gazı bitik çakmaklar, iğrenç böcek sürüleri ve insan. Okuduğum tüm kitapların boş, içtiğim tüm şarapların tatsız olduğunu anlayacağım bir kekremsilik var. Biliyorum. Geldik işte, şurası. Köşedeyim. Dönüyorum. Dağılan bulutları ve zeytin ağaçlarını. Işıltısı canımı sıkan birkaç dükkanın önünden geçiyorum. Sağ diz kapağımda kımıldayan bir şey var. Böcek ya da damar. - Hayır, değil.- Birkaç buçuk yüzyıldır konuşmuyorum ve diz kapağım, dert olmak için fazla diri. Hava, iyice ağırlaşmaya başladı. Yağmur kesildi, fırtına durdu. Yokuş aşağı inilen bir yol üzerindeyim. Bir cami kubbesi görüyorum. Işıklarını yakıp söndürüyor bir ev sahibi. İleride bir mezarlık var, simsiyah bir haç işareti girizgâhlı. Türbe duvarına basıp içeri sızıyorum. Daha önce aşina olmadığım bir beyazlık giriyor tenimden içeri. Bizim gömüldüklerimize nazaran daha geniş yerlerde yatıyorlar. Konfor, Fransızlar için önemli bir husus sanırım. Ölüyken bile. Her bir mezar başında dua ediyorum. Çocukluktan gelen bir alışkanlık.- Ruhlarını kutsaması için Jonathan’a sığınıyorum. Kulağıma fısıldadığı sözlerden birini bağırıyorum, yattığım kara bir mermer üzerinden:

'' Cennet bir yer, bir mekan değildir. Bir zaman dilimi değildir. Cennet, öğrenmektir. ''

dizimde bir boşluk : kımıltı ve tentürdiyot

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 43


adem üren - Hiçbir Resmiyetim Yok/ Elimde Resmin Olmadıkça kentlere yalınayak girmek benim maharetim ben buraya buradan çıkarak geldim yıkandığım nehirler onların. yediğim her tekme. bende yalnızlığı nebi kıymetinde tutuşturan tamama imanımdır. çiyanı sevgiye/ sevgiyi çiyana dönüştüren bir tebrikle. acıya ve sana kurbağalanan kara günlerden geçmişim ışıkları yak/ vahşiyi uyandır çünkü gücendiğim kadar büyük amerika.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 44


Abdo Uçucu - Cavit 19'un İnsan Terbiyesi Yakın bir tarihte tüm dünyayı etkisi altına alan ’Cavit-19’ isimli arkadaş, kafamıza türlü türlü komplo teorilerini, ekonomik ve yaşamsal kaygıları doldurduğu gibi şu soruyu da sordurdu: ‘’Kimin canı kaç para acaba?’’ Acımasız bir üslup ile sormuş olabilirim fakat iyimser tabloları bir kenara bırakıp, ciddi ciddi konuşmamızın vakti geldi. Bu ciddiyeti, bir nebze de olsa yumuşatmak için bu arkadaşa ‘Cavit-19’ ismini koydum. Çok yaratıcı, değil mi? Neyse, konumuza gelelim. Siz değerli dostlara bahsettiğim bir tekelleşme mevzusu vardı, ve hala var. Bugüne kadar tekelleşmenin doğrudan veya dolaylı tüm etkilerinden bahsetmişimdir. Ciddiye alan da var hiç umursamayan da. Kapitalizm deyince komünist, sistem deyince komplocu diyorlar. Düzenek vb. isimler koyunca da ciddiye almıyorlar. ‘’Çalışmazsam kirayı, faturaları, borçları kim ödeyecek?’’ diye kaygılandıran - düzenek, kapitalizm, sistem vb. tüm sömürge terimleri, aklınızı başınıza alıp düşünmeniz için bir fırsat. Hayatınızın - siz fark etmeden - sizden çalındığını gözler önüne seren acınası bir sorudur: ‘’Çalışmazsam kirayı, faturaları, borçları kim ödeyecek?’’ sorusu. Aklınızdan geçen soruları ve öfkeyi tahmin edebiliyorum. Ve bu yazıyı da bir saraydan, villadan ya da limuzinden yazmıyorum. Her canlı, - doğası gereği - hayatta kalmak için bir bedel öder. Aslan, ailesini ve yerini korumak için başka bir aslanla kavga eder; kazanırsa yaşar, kaybederse gider veya ölür. İnsan ise - diğer tüm canlılardan farklı olarak - düşünme yetisine ve duygulara sahip ve daha çok alternatifi olan muazzam bir canlı. Ancak insan, bu muazzamlığını kullanamamış ve kendisine sunulan her şeyin esiri olmuştur. İllüzyon çarkına kapılmış, hep daha fazlasını elde etmek için çabalamıştır. Daha fazlasını istedikçe de alternatifleri azalmış, aslan misali ‘ya kazanmalı ya kaybetmeli’ ikilemine sıkışıp kalmıştır. Her ne kadar Âdem ve Havva’dan beri elmayı ısırıp ayvayı yemeyi huy edinmiş olsa da insan, ders almalı. Bu salgın bittiğinde tek temennim: '' Tüm zamanı durdurun. Neyi, ne için kazandığınızı ve karşılığında ne kaybettiğinizi sorgulayın. Hayatınızı esir alan tüm zincirlerden arınmak için düşünün ve korkmadan harekete geçin. ''

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 45


Fikret Çelik - Assos'ta Akşamüstü

Ege’nin kızıllığında, Assos’un kıyılarına vuruyor Helen’in altın sarısı saçları Tenimde, İda’nın savurduğu Yedi iklimli esintinin kokusu. Gözlerimin önünde Boydan boya uzanan tılsımlı, Bakir düş gibi Antik Liman Demlenir durur Assos’un eteklerinde.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 46


Aynur Parlak - Silahları Yandırın “ Silâhları yandırın, arşa çıksın tütsüsü. ” Böyle sesleniyordu insanlığa, radyodan yükselen türkünün tınısı. Yaşam kutsal kabul ediliyordu, insan meclislerinde. Fakat aynı meclislerde, kutsal kabul edilen birtakım kavramlar için ölmeye ve öldürmeye hazır bekliyordu insanlar. Zihniyetlerini çamaşır suyunda bekletmesi gerekenler, dikkatle temizleyip yağlıyorlardı paslı silahlarını gecenin bir yerinde. Adına namus, töre, inanç denilen tabular için edindikleri ucuz mermileri, ceplerine doldurup safra kusuyorlardı. ‘’ Kalem kılıçtan keskindir. ‘’ İç sesim böyle yükseliyordu, dilimin dışına. Kurşun kelimesini, karanlık bir aletin ağzına sürerek kullananlar, hiç bilmez kurşun kalem ucunun kağıda değdiği anki kırılışını. Orada keskin bir çizgi vardır yol alan, dünyanın zırt dediği yere. Güç, insanın başını döndüren bir zehirdir çoğunlukla. Varlığın toprağa düştüğü yerde bir ağaç filizlen(m)ez olur, bir hayat susar. Bu, gücün gördüğü son payız hıçkırıktır. Davul zurna sesiyle göğe doğrultulan paslı namlu ile vurulup, dünyanın en sert yerlerinden birine düşüyor kuşlar. Karanlığın göbeğinde sevişen bir çifte ithaf edilen havai fişekli tantana, göğü zehirlemekten başka bir işe yaramıyor. Tuhaf, insanın insana sığamayışı. Sınırlar arasında silahlar, renkler arasında silahlar, insanlar arasında silahlar... Fakat tahammül, pek de mukabil değil bu araya. Nefret neydi? Sorsan tanımlayamaz hiçbiri, bilmiyorlar çünkü. Ezberletilen keskinliklerden bir piyon ağırlığıyla ilerliyorlar sadece. Kimse, bir keskinliği yıkmaya cesaret edemez. Sivrilmek mi? Karıncalar bile hastalıklı karıncayı atıyorlar aralarından. Adettendir, sürüden ayrılanın kurda yakalanmamak için yağlı bir kuyruğun peşine takılması. Peki ya silâhlar? O türküde - silâhları yandırın, arşa çıksın tütsüsü – anlatılan gibi tıpkı. Bir başka ses de kendi içinden bağırıyor şimdi, toprağa düştüğü yerlerden birinde: ‘’ Dünyaya bir daha gelirsem; ne kadar tank, tüfek ve silah varsa, eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım. ’’

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 47


Şennur Öz - Üfleme Ruhuma Hiç kimselerden kaçmam gerekiyor Parmak uçlarım sertleşti sessizlikten Aklımdan düşün geçerken kırılıyor kalbim Bir susmak tutturmuşum Üfleme ruhuma Kasıklarım uluyan bakışlara festival Arzu kesikleriyle akran Yutkunuyor göbeğimdeki girdap Çocukluğuma iniyorum tutuşuyor kayıp zaman Travmalardan kuşkuluyum ahbap Bir gümrah sese eğdim boynunu Hangi yüzle burdayım bilmiyorum bağışla Aynada melodram Sofrasına çekingen uzandık Dünya yenilgimiz Suspus döküldü sıcak sular ince bellere Kaşığı ters çeviren amcalar tanıdık Hani yalvaçtı bütün eşikler Beyazı kırıldı kurduğumuz düşlerin Üzümdük biz arkasında günlerin Som susmalar yakıştı bileklerimize Çocukluk avlusunda kuyu var Soldan geç sağdan geç Bir susmak tutturmuşum Üfleme ruhuma

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 48


Deniz Muhtar - Su Testisi ‘’ Su testisi, su yolunda kırılıyor diyelim. Kıranın hiç mi suçu yok ? ’’

Kadın Cinayetleri Son yıllarda o kadar çok kadın cinayeti ve intihar vakası yaşanır oldu ki; olaylar, bireysel boyuttan toplumsal boyuta taşındı. Şimdi birileri çıkıp “Kadın cinayeti demeyeceksin, sadece cinayet diyeceksin!” diyecektir, şaşırmam. Evet, kadın cinayeti. Ataerkil zihniyetin, kolektif bilinç altına işlemesi sonucu işlenen cinayetler, erkeklerin kadınları sindirmek için ürettiği iğrenç yöntemler. Şort giyen kadına toplu taşıma araçlarında tekme atmak, gece yolda yalnız yürüyen kadını arabayla takip edip korna çalarak rahatsız etmek vs. Sözlü ve fiziksel taciz konusuna girmiyorum bile. Yapan, ceza almayacak nasıl olsa! Ya arkası sağlam ya da takım elbisesi çok şık. Bu mesele, artık sosyolojik ve sosyopolitik bir mesele halini almıştır. Politiktir.

“ The Personal Is Political.” (Kişisel olan, politiktir.) Feminizmin ikinci dalgası, bu sloganla beraber kıyıya vurmaya başladı. Feminizm akımının ikinci dalgasının öncülerine göre; kadınların günlük hayatta karşılaştığı olumsuz durumlar, toplumdaki politik konumlarından ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanıyordu. Her ne kadar bu argümanlar ilk defa 1960’lı ve 70’li yıllarda öne sürülmüş olsa da günümüzde bazı ülkelerde halen doğruluğunu koruyor. Ne yazık ki o ülkeler arasında Türkiye de var. Küreselleşmeyle yerelleşme, gelenekle gelecek çorba gibi karışmıştır. Ekonomik nedenlerden dolayı, kırsal bölgelerden büyük şehirlere göç eden insanların bocalamasıyla beraber gettolaşma ve riyakarlık gün yüzüne çıkmıştır. Büyük şehir hayatının yarattığı çelişkiler, - aile ve toplum baskısıyla - genç kesimde eşi benzeri görülmemiş bir kafa karışıklığına neden olmuştur. Karşı cinsle yaşanan ilişkilerin çarpıklaşmasının başlangıç noktalarından biri de budur zaten.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 49


Erkeklerle anneleri arasında yaşanan ödipal kompleks, harem kurma merakı, kendi eşine dokunmayıp gidip hayat kadınlarıyla cinsel ilişkiye girme, kendi bakir olmadığı halde evlenmek için bakire birini aramak, dükkanların önüne sehpa ve tabure koyup tavla oynarken gelip geçen kadınlara rahatsız edici bakışlar atmak ve daha niceleri… İşte bunlar, bastırılmış cinsellik ve öz güvensizlik belirtileridir. Erkekliğini karşı cinsi sindirerek kanıtlamaya çalışan XY kromozom sahipleri, suçu kurbana atıp kurtulmak şeklinde korkunç bir çözüm üretmiştir. - Mini etek giyiyordu, bakire değildi, alkol almıştı, bana gülümsedi, naz yapıyordu, istemem yan cebime koy diyordu… - Nedenleri, gerçekten bunlar mı zannediyorsunuz? Çarşaflı, evlenmeden önce hiç cinsel ilişkiye girmemiş, ağzına alkol sürmemiş, son derece mesafeli ve net davranan kadınlar da tacize/tecavüze uğramıyor mu sizce? Ya da küçücük çocuklarla hayvanlar da mağdur oluyor, onlar da mı!

İntihar Sosyoloji alanında yapılan ilk çalışmaların sahibi olan Emile Durkheim’a göre; intihar vakaları, sadece bireysel nedenlerden kaynaklanmamaktadır. Bunun yanında Durkheim, insanların ekonomik sıkıntılar yaşadığında mutsuzluğa sürüklendiğini ve bu yüzden ekonomik kriz dönemlerinde intihar vakalarının daha sık görüldüğünü de belirtmiştir. Ve bu durumu “anomik intihar” olarak adlandırmıştır. Bu teoriye göre, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde toplumu bir arada tutan kurallar, güçsüz hale gelmektedir. Bunun yanı sıra, ekonomik açıdan zor durumda olan insanlar, hayatının geri kalanını nasıl idame ettireceğini öngöremediğinden büyük bir stres altında yaşamaya başlamaktadır. Ülkemizde yaşanan ekonomik krizle, bu intiharların arasında pozitif korelasyon olmadığını savunabiliyor musunuz? Bir düşünün o zaman: Bakkaldan aldığınız temel gıda maddelerinin dahi parasını veremeyecek durumdasınız. Bakkalın veresiye defteri dolup taşmış. Birileri çıkıp sizin için “Mankenmiş zaten, niye ekonomik nedenlerden dolayı intihar etsin ki?” diyor. Kaldı ki kadın manken değil, güzel sanatlar fakültesindeki öğrenciler için modellik yapan biri sadece. Aldığı ücret de öğrenci harçlığından hallice. Üç kız kardeşiyle birlikte siyanür içerek intihar etmişse, arkalarından söylenmedik laf bırakmaz şu toplum denen angarya. Su testisini su yolunda kıranlar masum mu, yoksa suçlu mu şimdi? Hangi testi, hangi su, hangi yol?

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 50



Süleyman Berç Hacil - Kulağıma Üflenen Günah I. Ömrüm insanlara Kendimi anlatmakla Geçiyor Duyan bıçağı alıyor Aldılar Fark etmez Demek Başımı döndüren Sizmişsiniz Anladım Evdeki şarabın, Başlaması bu yüzden II Kulağıma üflenilen Bu tüm günahlar gibi -bahsedilen yangındırYarının azdırması Sesleriniz bana Değsin İstiyorum ve gönlümün tam ortasında

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 51


Tekrar bir Mum yakıyorum Artık kalmamış olan Birçok şeyi Yapıyorum Nicedir kelimelere Alıcı gözle bakıyorum III Öpüşünce gidiyor Yüzümdeki çirkinlik Sırf sizlere inat Kulağıma üfleniyor günah Kaldığım yerden Suça devam ediyorum İyileşmiyor yaram Artık uğraşmıyorum Benim olmayanı Hep merak ediyorum Kendimi yıllardır Hep böyle biliyorum Yolun en sonunda O sesleri görüyorum -So what? Ben kalbimi dinliyorum Bir bakıyorum ağaçlar Ben kalbimi dinliyorum Kurumsal olamadım

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 52


fatih kök - hisarüstü tanrıları Midemden, annesini arayan yavru köpek sesleri geliyordu. Evde bulduğum bütün ilaçları içmiştim. Ölmek istiyor muydum, emin değilim. Zaten çoğu vitamindi sanırım, ilgi çekmeye mi çalışıyordum acaba? Elektrikli sobanın karşısında dizlerimin üzerine çökmüş bira içmeye çabalıyordum hala. Boş boş elimdeki telefona bakıyordum. Çaresizce tekrar aradım ve açmadı. Telefonu kapadım. Çekyatın üzerindeki örtüyü çektim üstüme, biraz titriyordum. Öksürürken ağzımdan köpük gibi bir sıvı geldi, başım dönüyordu, güç bela tuvalete attım kendimi. Bir on dakika bembeyaz kustum, elimi yüzümü yıkamaya çalıştım, leş gibiydim. Gerçeklikle kurduğum ilişki, gitgide bulanıklaşıyordu sanki. Belki de insanoğlunun en büyük hatalarından biri; gördüğümüz şeylerin ötesinde, hakikate olan inançlarıydı. Bu dünyadan başka bir öte dünya inancı, masanın bize görünenden başka bir kendinde şey olduğu kabulü yahut söylenen sözlerin ardında bir saklı anlam bulunduğu fikri. Oysa bir kadın artık sizi sevmediğini, sizinle olmak istemediğini söylüyorsa basitçe bunu hazmetmeniz gerekir. Düşünce tarihi, saplantılı bireyler yaratma konusunda epey bir malzeme sağlar. Gece biri geçiyordu, zar zor dışarı attım kendimi. Pis bir yağmur yağıyordu. Kar olmaya gücü yetmeyen küçük su damlaları, bölünerek başarısızlıklarının hırsını yüzümden çıkarmaya çalışıyorlardı. Tekrar başım döndü, az kalsın düşüyordum yokuşu çıkarken. Köşede, yıkık dökük, camları brandayla kapatılmış, çatısındaki kırık kiremitleri yosun tutmuş evin sundurmasında şarap içiyordu Ejder. Gördüğü herkesten bir lira isteyen, kafasındaki eski beresiyle ağaçlara sarılmayı ihmal etmeyen mahallenin üç numaralı zararsız delisiydi. Yanına oturdum, azarlar gibi garip seslerle bağırdı. Cebimdeki bütün bozuklukları çıkarıp verdim, elindeki şarabı uzattı, bir dikişte şişeyi yarıladım. Bir mahallede hala deliler ve kediler rahatça dolaşabiliyorsa, bence orası yaşanabilir bir yerdir. O çok katlı lüks sitelerde ne yazık ki pek kedilere ve delilere rastlamazsınız. Modern hayat, bunların yerine size sevimli kedi posterleri ve deliliğini yücelterek anlatan Fransız kitapları verir. Ejder gibi değil de Sartre gibi fiyakalı delirmek istersiniz fakat yarın bankaya giderken giymeniz gereken gömleğin ütüsüz oluşu, sizi bu tatlı hülyadan uyandırır. Giderek her şey sözleşmelerle yaşanır hale gelmiştir. Ölüm doktor gözetiminde, şiirler edebi şura denetiminde, saçmalamak devlet nezdinde cezalandırılır. Düşününce, istisnasız bütün filozofların bizi aslında özgür olduğumuz konusunda inandırmaya çabalamaları, gerçekten gülünçtür.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 53


Şarabın tadı ekşi, bozuk meyve suyu gibiydi. Ağzımda buruk bir küf kokusu bıraktı. Ejder’in yanından kalkıp beşinci sokağa doğru yürümeye başladım. Nereye gittiğimin farkında değildim ama biliyordum. Sinekli bakkalın önünden geçerken ayağım kaydı ve kepenge tutunmaya çalışırken yere düştüm. Pantolon battı. Kaç yıldır giydiğimi hatırlamadığım, burnunu elektrik bandıyla tutturduğum Convers’in gazabına uğramıştım ya da sarhoştum ya da zehirlenmiştim. Tutunmaya çalışırken tenekenin ucu, sağ elimin ayasını çizmişti. Çamurlu elimden parmak uçlarıma doğru kan akıyordu, hala hayatta olduğuma delalet eden bir kırmızı yol. Avuç içimi kazağımın yenine sarıp toparlanmaya uğraştım, dirseğim acıyordu, kendi kendime dayak atmış gibiydim. Ayaklarım zaten ıslanmıştı, bu rezil halimle kendimi Aslı’ların evin önünde buldum. Aradım, yine açmadı tabi ki. İnsan, farkında olmadığı pek çok şeyi bilebilir aslında ve bildiği pek çok şeyin farkında olmayabilir. Çıkmaz sokaklar genellikle usulsüz yapılmış bir gecekonduyla biter. Birini çokça arzulamak, genellikle yanlış yem kullanan bir balıkçının eve dönerken-ki hüsranıyla son bulur. Sadece bunu anlatan yüzlerce dizi çekiliyor; unutmayalım ki bilim, bireye karşıdır. Yaptığınız her türlü kepazelik, okyanusa doğru koşan yeni doğmuş su kaplumbağaları misali hatıra ormanınızda dolaşır. Tekrar ve tekrar aradım, açmıyordu. Aslı’nın yattığı oda arka taraftaydı. Dere yatağına ev dikmenin belki de tek iyi yanı, şu kot farkı denen şeydir. Üçüncü kat, diğer tarafta giriş katı hizasına dönüşebiliyor. Yerden birkaç mıcır alıp Aslı’nın camına atmaya başladım, beynimin içinde İlhan İrem’den 'Olanlar Olmuş' çalıyordu. Bazı taşlar, kahverengiye boyanmış demir parmaklıklardan geri dönüyordu. Sırılsıklam olmuştum, saçımdan sakallarıma düşen bir damlayı istemsizce ağzıma götürdüm. İlkokul sırasının vidasını yalamışım gibi bir tat yayıldı dilime. Derken masa lambasının ışığı yandı, perde aralandı. Sonra “Allahın cezası, napıyorsun bu saatte? Hastasın sen!” diye bağırıyordu Aslı. “Kapıya çık, konuşalım.” diyebildim yalnızca.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 54


Peki, kapılar girmek için miydi yoksa çıkmak için mi? Evler, yaşamak için midir yoksa yaşamdan korunmak için mi? Mağaranın mülkiyeti var mıydı acaba? Sakallı, buna da bir şey demiştir kesin. Ama camlar güneşi çağırmak içindir mesela; trenler sözünü tutmak, dikenler ‘yeter artık’ demek içindir. Başka bedenler icat olduğundan beri paranoya, aklın kıskanç girdaplarından biridir. Psikoloji, atlara at olduklarını ikna etme bilimidir. Kapı açıldı. Aslı, alelacele topladığı saçları ve omuzlarına örttüğü çiçekli hırkayla karşımdaydı. - O çocuk içeride değil mi? N’oldu, götü yemedi mi çıkmaya ? Gözleri kızarmıştı, bakışları acımakla nefret arası bir yörüngede gözlerimi teğet geçiyordu. “Bıktım artık. Hayatımı mahvettin, daha ne istiyorsun ki? Şu haline bak, sırılsıklam olmuşsun, çamur içindesin. Yok artık! Bu kan ne? Bileklerini mi kestin sen?” Korkmuştu, sesi titriyordu, elime dokundu. Ayakta zar zor duruyordum: - Önemli bir şey değil, gelirken düştüm. İzin ver bu gece yanında uyuyayım, n’olur son bir gece. Kapının eşiğine bırakmıştım kendimi. “Yalvarırım, git Ferit!” diyordu. “Gitmen için ne yapayım, illa polis mi çağırayım?” Gerçekten acıyarak bakıyordu. “Çağır o zaman, polis çağır, bari sıcak bir yerde uyurum.” diye bağırdım suratıma kapıyı kapatırken. Sokak lambasının altında, boş sigara paketine boş boş bakıyordum. Aslı’nın evinde hala ışıklar yanıyordu. Yukarı caddeden sokağa dönen polis arabasını fark ettim. Neden bilmiyorum o yöne yürümeye başladım, araç tam yanımda durdu. “Pardon birader öğrenci misin sen?” diye sordu sağ tarafta oturan. “Evet abi, kütüphaneden çıktım eve gidiyorum.” dedim. Direksiyon başındaki daha iri olan: -Buralarda bir sarhoş bağırıp çağırmış, eve taş mı ne atıyormuş. Gördün mü böyle birini? -Şu köşeden paspal bir adam bağıra çağıra aşağı iniyordu amirim.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 55


Sağ elimi cebime sokmuş, kusmamak için zor tutuyordum kendimi. “Sağ ol genç.” dedi sağ tarafta oturan polis. “Amirim yanlış anlamazsanız fazla sigaranız var mı? Bir tane içip yatıcam, tekeller kapalı, yarın da sınavım var.” dedim büründüğüm özgüvene şaşırarak. Türk polisine bir de laf ederler, adam çıkarıp cebindeki yarım paketi verdi. “Al aslanım, biz buluruz her türlü.” diyerek.

Okuldaki doktor, '' Senin bir şeyin yok. Niye bunca ilaç kullanıyorsun? At hepsini, ben sana yalnızca hafif bir ilaç yazacağım. Sabahları yarım doz yutacaksın. '' dediğinde kendimi çok iyi hissetmiştim. Yirmi beş gün boyunca yataktan başımı kaldıramadım. Yalnızca etraftaki seslerden mütevellit günleri saymaya çalışıyordum. Psikiyatri atlara, yem yemeleri gerektiğini hatırlatma sanrısıdır. Yüzümde yapay bir neşe, uzakta Sokrates’in hak etmediğim baldıran zehri, hatırımda Dionysos’un buyurgan duası. Ah Tanrılar, zamanı ve mekanı bir birine karıştırıyorsunuz.

Saat sabaha karşı dörde geliyordu, Kırıntı Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğinin önündeki banka oturdum. Bir polis cigarası yaktım, gülmeye başladım sonra. Kendi halime, Aslı’ya, ekip otosuna, koskoca polisin süper light sigara içmesine, Kırıntı köyünün dayanışmasına, hala hafiften kanayan elime, ayakkabının burnundan fırlayan baş parmağıma gülüyordum. Kahvenin önündeki tenteden damlayan yağmura dalmış, sabah beni burada kim bulur acaba diye gülüyordum.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 56



Çağkan Gedikbaş - Turuncu Toros Maliyeti, hasılatından fazla olan bir filmin yönetmeni Hiç dinlenmeyen bir alternatif rock grubunun solisti Kitabını hiçbir yayınevinin basmadığı genç bir yazar Ay sonunu getiremeyen bir aile babası Elinde ucuz bir içkiyle sızan park şarapçısı Karşılıksız duygularının esiri olan bir melankolik Derdini dilsiz yastıktan başka kimseye anlatamayan bir manik depresif En sevdiği oyuncağı çalınan beş yaşındaki bir yetim Kuş uçmaz, kervan geçmez köyün birinde çürüyen turuncu bir toros Terk edilmiş bir evin toz tutmuş vestiyeri Hiyerarşik bir düzende ayakta kalmaya çalışan bir proletarya fedaisi... Hepsi aynı çatıda konaklıyor şu gezegende Hepsinin evi kimsesizlik, hepsinin yorganı yalnızlık.

Islanmış bir köpeğin üzerine düşen her yağmur tanesi Köy yollarında güç bela ilerleten her gedik Bir evin kilerindeki tüm yorganları yiyip bitiren güve Yanlışlıkla derinden kesilen tırnak Yara olmuş dudağa değen tuz Kafaya takacak bere yokken bastıran Ankara ayazı Karın açken bir ümitle açılan ama her daim boş olan buzdolabı Hepsi, illet bir derneğin üyesi Huzur Kaçıran O*ospu Çocukları

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 57


Mehmet Ali Güldalı - İntiharı Süslemek Uyanıp da yataktan çıkmak istenmeyen, bulutlu ve insanı hüzünlendiren bir sabah. İç dünyam, huzursuzlukla dolu. Güne daha güzel başlanamazdı. Pencerenin dış tarafındaki su damlacıkları, belli bir ritim ile aşağıya doğru süzülüyor. Bir süre bu tiyatral oyunu izliyorum. Şakaklarımın zonklaması, oyunu yarıda bıraktırıyor. Ağzımda ekşimsi bir tat var, dün gece içtiğim tekiladan kalma. Yorganı üstümden atıp doğruluyorum. Komodinin üzerindeki sigara paketinden bir dal sigara çıkarıp yakıyorum. Bütün annelerin ve doktorların aksine, aç karnına sigara içmenin başka bir keyfi olduğunu söyleyen oda arkadaşımın sesi çınlıyor kulaklarımda bir an için. Haklı olabileceğine ihtimal vermezdim doğrusu. Küllük, ağzına kadar dolu. Külü atacak bir yer bulamayınca, küllük görevini avuçlarım üstleniyor. İçime çektiğim sigara dumanı, saplanmış olduğum karanlık boşluktan hayata döndüğüme ikna ediyor beni. Nikotinin verdiği haz sayesinde başımın ağrısını, havanın kötü oluşunu ve bir hiç oluşumu unutuyorum. Yüzümü yıkamam gerektiği geliyor aklıma. Ayağa kalkıyorum, kapının arkasında asılı olan mavi kot pantolon ile kiremit rengi gömleği almak için. Ağzımda sigara, avucumda kül. Birden, avcılık yapan ilk insanların mızrağını hissediyorum göğsümde. Alkol aldıktan sonra kafamın secdeye değdiği anlarda olduğu gibi. Sendeliyorum. Babam beni hiç sevmemiş olacak muhtemelen, tanrı da öyle. Ayakta duracak gücü bulamıyorum kendimde. Yatağa oturmaktan başka çarem yok. Sağ elimle alnımı ovuyorum; ağrı, korkusuz bir cengâver gibi geliyor üzerime. Avucumdaki küller, olduğu gibi yatağın üstüne dökülüyor alnımı ovarken. Sigarayı küllüğe bırakıp ellerimle temizliyorum, yataktaki külleri savurarak. Dün gece - kafam güzelken - üzerine epeyce düşündüğüm ölüm ve mutluluk, gelip yerleşiyor zihnime. Ölüm, varlığın son buluşu. Yokluğa, hiçliğe ve sonsuz karanlığa yürüyüş. Ölümün olduğu bu dünyada mutlu son nedir? Hem mutluluk denilen kavramın içini nasıl dolduruyor diğerleri ? Mutluluk bir andan ibaret, bir zaman sonra sis gibi dağılıp gidiyor. Mutluluğu arayan kaç kişi bunun farkında? Kovalanan bir şey, kaçmak zorunda değil midir hem? Ölüm, mutluluk ve mutlu son. Bu üç kavramı, intihar parantezine almak veya üçünü toplayıp intihar ile eşitlemek… Ölümü tanrının elinden alan insan, mutlu bir sonla mı dünyadaki varlığına veda edip hiçliğe gidiyor? Bu, yok oluş değil de bir kurtuluş yolu mu? Hayatı, intihar ile süsleyecek kadar değerli bulamıyorum. İntihar, varlığım için abartılı bir son; ne hayat buna değer, ne de varlığım.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 58


Ölümü kafamdan atmak için tekrar ayağa kalkıyorum. Bu kez ne kalbimde bir sızı var ne de ayaklarımda bir güçsüzlük. Kapıya yönelip kıyafetlerimi almayı başarıyorum. Kıyafetleri, yatağın üstüne atmaya giderken odanın ortasında duran alçak masanın üzerinde tuz, limon, bardak ve tekila şişesi duruyor. Pantolon yerden sürüklenirken, masanın üzerinde duran tekila şişesinin devrilmesine sebep oluyor. O kadar yavaş adımlar atıyorum ki, düşen şişe bile ses çıkarmıyor. Sessizlik, dün gördüğüm ve sadece tek bir cümlesi olan rüyanın bilincime gelmesine neden oluyor. Anlatmak zorunda olduğumu hissediyorum. Anlatmasam, belleğime ihanet etmiş olacağım. Parkta kuş cıvıltıları içinde oturuyordu, bir adam ile bir kadın. Sabahın erken saatlerinde güneşin cömertliği üstündeydi. Kadın adama aşık, adam ise bir başkasına. Adam, markasını bilmediği beyaz otomobile gözlerini dikmiş, öylece bakıyordu. Kadın, yüreğine kadar dolu. Yüreğinde birikenler, akıyor. Adamın elinden bir şey gelmiyor. Adamın gitmesi gerekiyor. Adam ayağa kalkıyor, kadın da öyle. Adam, kadına sarılıyor ağzından çıkan tek bir cümle ile: '' Yaşattığım bütün acılar için özür dilerim. '' Rüyamı bir başkasının mutsuzluğu, çaresizliği ve anlam veremediğim bir aşk yapbozu kaplamıştı. Neden sessiz sinemayı andıran bir rüya görmüştüm ve neden tek bir cümle ile sonlanıyordu? Şaşırıyorum. Rüya benim, hikâye başkasınındı. Park cıvıl cıvıl, iklim sıcak, ayrılık kırgın, sessizlik soğuk. Aşk acısı, geçmek bilmeyen mikroplu bir hastalık. Su içmek, ekmek yemek ve gökyüzü kadar ulaşılmaz. Sallanırken aşk acısının beşiğinde, geçmez boğazdan bir şey. Kalp bulanır, kan kusar. Geçmişin kirine temiz bir veda: İnsanlık ve tanrı.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 59


Cihan Adıman - Sıkılgan Ev İçleri Televizyonlar gündemler ve şehrin sıkılganları: İsyankâr bir tarafı oluyor evlerin sıkılganlar ve korkulular birikiyor pencereler önlerine pencereler- eve açılan mavi. evlerin kurtaranı yüzleri toplanıyor ihtiyarların camlarda :buruşuk kederli parklar toplanıyor ev içlerine biriktiriyor kendini çocuklar -dışarıya daha çok mavi çizgi filmler oyunlar bağrışlar sabrı sözlerine birikiyor sakinlerin televizyonlar çokça bilen ve çokça konuşan filmlerden yüzlerini buluyor ihtiyarlar hüzün: buruşuk kederli ve sıkılganlar birikiyor ev içlerine şehirliler geçmiyor caddelerden duyulmuyor sesleri şehrin/ camlar kilit. evin sıkılgan hâli gece siyah bir kuştan önce iniyor perdelere ev içleri televizyonlar televizyonlardan ürken bir yüzü var halkın özetlenen haberler/gece yarısı tweetleri ve ölüm çokça ölüm ölüm ve tekrar ve tekrar uzuyor şehirlilerin yüzündeki korku pencere önlerinden duyulmuyor sesleri

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 60


Ülkü Sönmez - Auteur Sinemanın İlk İzleri ve Başlangıcı Sinema sanatı, toplumla birlikte iç içe geçmiş kültürel temsilleri yansıtır. Öyle ki; topluma, kimlik rollerine, gündelik yaşama ait önemli izler taşır. (Ryan & Kellner, 2016) Aynı zamanda kültürel temsile sahip olduğu için toplumun şekillenmesinde de rol oynar. Toplumu şekillendirme amacıyla kullanılan sinema, özellikle 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da çok büyük bir öneme sahip olmuştur. Lenin’in sinemayı propaganda aracı olarak kullanması da toplumsal şekillendirmenin etkisini göstermektedir.

Devrim ile birlikte sosyolojik temelli filmlere önem verildi. Toplumsal gerçekçilik olarak adlandırılan politika, Sovyet hükümetinin sanat alanındaki politikası oldu. Sovyet sineması, Avrupa ve Amerika’ya oranla sanatsal kaygıların daha çok olduğu bir sinemadır. Avrupa ve Amerika sinemasının temeli, ticarete dayalı ve seyirci odaklıdır. Sovyet hükümetinin sinemaya olan katkısı, sinemacıları ticari kaygılardan uzak üretimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu sayede hem teknik hem de film dili olarak farklı çalışmaları deneyimleyebilmişlerdir. (Çoşkun, 2009) Sergei Eisentein, Vsevolod Pudovkin ve Dziga Vertov gibi isimler sinemanın temelinin kurgu olduğu görüşüne inanarak, sinema dilini zirveye taşıdılar. Sovyet sinemasının kurucusu sayılan Kuleshov da yaptığı kurgu denemelerinde bir çekimin ardından geleni nasıl etkilediğini gösterdi. (Teksoy, 2005) Bu isimler, sinemanın temelinin kurgu olduğuna inanarak Rus biçimciliğinin sinemadaki öncüleri olmuşlardır. 1915-1930 senelerinde kendini gösteren Rus biçimciliğinin edebiyattaki öncüleri Victor Shklovsky, Yuri Tynianov, Boris Eichenbaum, Roman Jakobson, Grigory Vinokur olmuştur. Rus biçimciliği, ilk olarak edebiyatta bir akım olarak kendini göstermiştir. Rus biçimciler, ürettikleri tüm işlerde sanatı, duygu anlatımı olarak görmüş ve sanatçıyı merkeze koyan bir bakışa sahip olmuşlardır. Bu akım, aynı zamanda Brecht’in ortaya çıkardığı yabancılaştırma kavramını hatırlatmaktadır. Brecht’in Rus biçimciler ve Markszim’den etkilenerek ortaya çıkarttığı Epik Tiyatrosu, seyirciyi eğlendirmek amacı taşıyan dramatik tiyatrodan farklı olarak seyircide bilinç hali yaratmaktadır. (Jameson, 1998) Epik tiyatroda yabancılaştırma kavramı da Aristotelesçi olmayan, yani özdeşleşme temeline dayanmayan sahne yapıtlarında seyircilerin oyun kişileriyle salt bir yaşantı birliği içerisinde kalmasını önlemeyi amaçlayan sergileme yönteminin adıdır. (Çelik, 2010) Bu bağlamda Rus biçimcilerinin sanatçıyı merkeze koyan bakışı ve sonrasında Brecht’in de buradan yola çıkarak geliştirdiği yabancılaşma kavramı ve epik tiyatro, Auteur sinemanın temelini oluşturmaktadır.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 61


Nilgün Abisel’e göre ana akım filmler ve türleri, ticari üretimlerdir. 1950’li senelerde Fransa’da ortaya çıkan auteur sinema kavramı, yönetmenlerin estetik kaygılarıyla filmler çektirmiş ve böylece yüksek sanat kıstaslarına bağlı olarak üretimler ortaya çıkmaya başlamıştır. (Abisel, 1995) Auteur sinemada yönetmen, merkezdedir ve üretimin tümüne hâkimdir. Bağımsız ve sanatsal kaygılarla film üretimleri yapan yönetmenler, senaryodan kurguya kadar tüm yaratım süreçlerinin içinde bulunmakta ya da bizzat kendileri yapmaktadırlar.

Popüler sinema üretimleri dışında olan bu auteur sinema üretimleri ise toplumu şekillendirmekten ziyade toplumun yapısını ve bahsi geçen kimlik rollerini temsil etme konusunda oldukça başarılıdır. Alain Resnais, Jean-Luc Godard, Michelangelo Antonioni gibi yönetmenler, auteur sinemada başı çekmiştir. Nowell Smith’e göre de bu yönetmenler, sinemadan farklı bir seyirci isteyerek ana akıma entelektüel bir başkaldırıda bulunmuşlardır. (Smith, 2008) Bu başkaldırı, dünyanın çoğu yerinde sinema üretimlerini etkilemiş bir akım olarak yayılmıştır.

Auteur yönetmenler, kendi anlatı dillerini oluşturmuş ve o ana dek sinemanın kolektif bir sanat olduğu izlenimini yıkmışlardır. Sinemanın bireysel bir sanat olduğuna inanan pek çok yönetmen vardır. Bunlardan bir tanesi de tüm dünyanın kabul ettiği, Stanley Kubrick’tir. “ Bir romanı bir kişi yazar. Bir senfoniyi bir kişi besteler. Bir filmi de bir kişinin yapması önemlidir. ” (Kubrick, 2019)

En yalın anlamıyla auteur sinema, yönetmenin filmi ilk anından son anına kadar doğrudan beslediği ve yönettiği bir üretimdir. Tek bir kişinin üretiminden ve yönetiminden ortaya çıkmış olması, estetik kaygıların ticari kaygıların önünde olduğu bir sinema olması ile ana akım sinemadan ayrılmaktadır. Çünkü ana akım sinemada öncelikli olan ticari kaygı, yönetmenlerin ve senaristlerin ve hatta görüntü yönetmenlerinin sınırlarını belirlemektedir. Sinemanın eğlence aracı olarak kullanılmasına imkân sağlayan ana akım sinemada, auteur yönetmenlerin üretimlerine rastlamak pek mümkün değildir.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 62


Arsen Everekliyan - Aynalarda Resmi Makamlar İçin Orkestra

dalı esmer bir ağacım budağımda baykuşun kanı var sorular taşıdım bunca yıl cevapsız kara kaşlım giyotin bakışlım başını düşür ömrümün boynum, sana kıldan ince kör bir yalnızlıktı gözlerimde hüküm süren çekildi tırnaklarım dibine kadar aktı yanılgı çadır giydirilmiş kentlerin içinden usulca geçtim mosmor ve kaskatı şarkılar söyledim heybetinden korktum tanrı dağları'nın çürüklerini döktü bulutlar bağırdım yüzümü yırttım şehir meydanlarında ben açım aç sana aç! pasımı sildi tuz ruhu serpilmiş kadınlar çığlığımı büyüttü pembe gagalı borazan kuşu duymadı devlerin kulakları, patlayan sesimi suskunluğum fırladı dövülmüş namlu yarıldı alaycı bir bakış yeniden yoğurdu etimi lakin ben bir düşün öğrencisiyim, bir öpüşün belletmeni. ömrüm bundan ibaret üstelik bildirisine katılmıyorum insanların

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 63


sorun sırtını güneşe dayayan topal karıncaya o her şeyi biliyor bir damla suya bakıp içinde bana karşı buzdan bir dağ var ne aşa bildim ne etrafını dolaşabildim bunda kimin suçu var? herkes kendi içinde yaşamaktan yorgun herkes kendi içine mahkum ademoğlu, düzenin kurusun ruhumu etine sarmayan kadın kimler sorumlu kuruyan dallarımdan kimler döktü köküme siyanür susuzluğunu yutkundu uykusunu yitirdi deniz kim bilir gecesi ne kadar tuzlu tanrı’yı yüce kılmıyor evrenin sonsuzluğu ya da insanı onurlu bir yere taşımıyor uzay mekiği diline ağıt düşmüş bir annenin suskunluğuyum başım gündüzden daha eğik gece yarıları artık herhangi bir sevincin sahibi değilim unutun beni aranızda…

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 64


Selin Güngör - Yeryüzü '' Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı. '' Yeryüzü, toprağın altındaki dertler kadar karanlık değil aslında. Yaşadığıma sevinirken, bir yandan da üşüyorum. Karanlık. Köknar ağaçlarının arasından ilerliyorum. Boşluk hissini bilirsiniz. Birkaç saat önce düştüğüm-düşürüldüğüm- duruma bir neden arıyorum. Birçok nedeni olabilir bunun. En son yaşadıklarımla, hafızamda kalan parçaları birleştirmeye çalışıyorum. Soğuk esen rüzgarlar yalıyor yüzümü. Ellerim kesik, bacaklarımdaki çiziklerden ise halen kan akıyor. Yürüyorum. Tam anlamıyla bir boşluğa. Oturup beklemeli miyim? Beklersem üşürüm. Yürümem gerekiyor. Yürüyorum. Yürüdükçe kurtuluyorum karanlıktan. Sabah ayazıyla birlikte bir taşlık yola çıkıyorum. İri kaya parçalarının sağlı sollu yerleştiği yolu, uzun süre takip ettikten sonra deniz kıyısında olduğumu fark ediyorum. Sabaha karşının deniz dalgaları, ağaçların ve hayvanların usul usul kıpırdanması bozuyor sessizliği. Denizi görebilmeme izin veriyor kayalar, bitişiyle birlikte. Önce bir otobüs geçiyor. El sallıyorum ama durmuyor. İnsanlar, acımasız. Hem yürümeye devam ediyor, hem de herhangi bir kıpırtıyı bekliyorum. Ardından birkaç araba daha geçiyor, hızlarına yetişemiyor sesim. Hava aydınlandı, artık üşümüyorum. Üzerimdeki paçavra kıyafetlerden kurtulabilsem, arabalarına alırlar belki de beni. Karnım acıktı. Fakat ne araba duruyor, ne de yoldan geçen biri var. Yalnızım. Yürüdükçe, yolun sol tarafından bir sahilin başladığını görüyorum. Tabelayı okumaya çalışıyorum ama çok silik. Burası, bir tatil köyüne benziyor. Sahili takip etmeye başlıyorum. Fakat bomboş. Sağ tarafta kalan pansiyonlar da kapalı üstelik. Bir tanesinin kapısına vuruyorum ama kimsecikler yok. Bir diğerini daha deniyorum. Sonra bir dükkana giriyorum. Köşeye iliştirilen otuz beş ekran televizyonu izliyor, bir adam. Üstüme başıma bakıyor. Muhtemelen dilenci olduğumu düşünüyor şu an. ‘’ Burası neresi? ‘’ diye sorıyorum önce. Daha sonra da bana bedava bir şeyler verip veremeyeceğini. Kıyafetleri parayla sattığını, fakat dünden kalan ekmeği verebileceğini söylüyor. Beni pek umursadığı söylenemez açıkçası. Ekmeği alıp dükkandan çıkıyorum. Söylediğine göre, Erikli adındaki bir kasaba imiş burası. Daha önce duymadığıma yemin edebilirim. Bu tuhaf sahil kasabasında ne işim var? Sahilde oturup ekmeği yemeye başlıyorum. Bir taraftan da denizi izliyorum. Hem karnım doyuyor, hem de zihnim dinleniyor. En sondan başlayamıyorum madem, en baştan başlamam gerekiyor, hatırlamaya. İsmim ne benim?

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 65



kazım baran yılmaz, raw - 060420 içinde türkü yakılmamış kelepir bir kenttir kalbim sakinlerinden biri de benim hiç ayna görmeden öleceğim duvarlar kendini tekrarlamayacak her yarım marşa bir tam hüzün her bakır çarşısına bir düz ayak yol bulunmayacak dövüşmeyeceğim hiçbir suyla su olup kafa tutmayacağım talihe ve tarihe kanun ve yasa beni tanımayacak üstünde duman tütmemiş soğuk bir sokaktır kalbim sahiplerinden biri de benim bir bahis bırakacağım arkamda bin hadisten daha sahih her sabahın üstüne devrildiği bir akşam her sözü yarıda kesen bir ahkam her tamdan kalan bir artan olmayacak soğuyacak davut gibi dövdüğüm tav soluğum süleyman'dan öğüt alacak hangi kitapta bir hece diye geçse adım okunmayacak penceresi gök görmemiş dağınık bir evdir kalbim şahitlerinden biri de benim çünkü ne çağın şiddeti ne zamanın seyri ne iklimin rengi ne tabiatın sihri ne şimdi hayreti ne yarının kehaneti toplamayacak. EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 66



Kadir Koçyiğit - Veda Yakamda bir kırmızı karanfil gibi taşıyacağım bu vedayı. Zira, gören bu ayrılıkla tanısın beni.

Radyodaki eski bir şarkı gibi geçiyor gölgen, son kavgamızdan kalma kahve lekesinin üzerinden. Her zamanki koltuğumda oturmuş, valizini toplamanı bekliyorum. Ne kadar oldu sen kapıyı çarpıp odaya kendini kilitleyeli ? Valizin açılan fermuarını duyalı mesela? Hani türkü olsa Neşet Ertaş söze başlamamıştı. Burada, koltuğumda oturmuş, ağzımdan çıkan her lafın kalbime batışını izliyorum. Yazı kalıyor belki ama söz uçmuyor ve ağızdan çıkan söz pekala geri dönüyor ağzıma, yay misali. Bir yaprak, sonra bir yaprak daha Sonbahar dediğin, hayatın kışa soyunması zaten Damağımda paslı tadı, ‘seni seviyorum’ların. Demir bilye. Yutulmuyor, yutsam sindiremeyeceğim zaten. Çıkarsam öyle ulu orta, kulağına yakışmayacak. Onun da farkındayım. İçimde dolanan bu rüzgar, hangi mevsimin? Soğuk. Ve uğultusu kulaklarımda, ağzını açıp gitme dememenin. Ne güzeldi bir kahve fincanı ile kapıma gelip, kahve soruşun. Ben aşk dilenirken yürüdüğün sokaktan ve bastığın kaldırımdan. Az evvel o fincanı süpürdün yerden, içimizdekilerle beraber. Ne ağır imtihandır yabancılık bundan sonra Sadece sen ve ben olmak Omzum, seni durduramamanın ağırlığından düşük. Sürükleniyorum peşinden, sen henüz bundan haberdar değil iken. Tıkırdarken taşların üzerinde valizinin tekerleği, topukların bir sessizlikten kulaklarıma akıyor. Siyah beyaz bir katliam arefesi bu. Kırmızı paltonla sen manzarasındayım, yürüyorum. Elimde upuzun Schindler'in Listesi. Sesim de güzeldir bilirsin - ki en çok sen beğenirdin - sana şiir okuduğum zamanlardan. Fakat çıkmıyor sindiği köşeden sesim. Gitme diyebilmek için vermiş Tanrı insana konuşmak lütfunu ve benim ilk anne deyişim bile bu geceye hazırlıkmış; şimdi anlıyorum. Gel gör ki korkak gırtlağımda çırpınıyor harfler.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 67


Ne oldu çıkmaz sokaklarına, kalabalığına bu kentin? Ne tarafa kaybolsam, sendeyim. Elimde, cam kenarı bir ayrılığın bileti. Sırtımın soğuğu ile yan yana durduğunda, yanaklarından süzülmeye başladı an. Ayak ucuma düşen vedanı, kim bilir kim ezip geçecek birazdan? Cebimde çöpten aldığım fincanın birkaç parçası, elimde tuzun. Elveda… Güle güle, dedi kadın. Sen bakarken söz, dedi adam.

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 68


Derleyen: Umut Yalım, Berfin

Film Köşesi 1) Sevmek Zamanı 2) Au Bout de Souffle 3) The Great Beauty 4) Haremde 4 Kadın 5) Rocco and the Brothers 6) Les 400 Coups 7) Le Beau Serge 8) The Citizane Kane 9) Kadın Hamlet 10) The Pyscho 11) The Repulsion 12) The Discrete Charm of the Bourgeoisie 13) Pierrot le Fou 14) The Birds 15) Parasite 16) Midnight in Paris 17) Séraphine 18) Loving Vincent 19) The Last Family 20) Goya’s Ghosts 21) El Greco 22) Big Eyes 23) Girl with a Pearl Earring 24) Pollock 25) Woman in Gold

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 69


Derleyen: Damla Doğru

Film Köşesi 1) Aşka Tövbe (1968) 2) Sabah Yıldızı (1968) 3) Gül ve Şeker (1968) 4) İnleyen Nağmeler (1969) 5) Cilveli Kız (1969) 6) Kara Gözlüm (1970) 7) Güzel Şoför (1970) 8) Ömrümce Unutamadım (1971) 9) Toprak Ana (1973) 10) Mavi Boncuk (1974) 11) Bizim Aile (1975) 12) Süt Kardeşler (1976) 13) Sahte Kabadayı (1976) 14) Ne Olacak Şimdi? (1979) 15) Arabesk (1989)

EDEBİYAT, SANAT VE HEDE HÖDÖ DERGİSİ

| 70



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.