Künye İmtiyaz Sahibi: Kadir ATICI Genel Yayın Yönetmeni: Hakan BADİK Editör: Çağla NALBANTOĞLU Yusuf ARAF Destek Verenler: Evimizdeki herkes, destekçimizdir.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|1
hede hödö ne yahu!
fazla davetkar bir isim!!1
Bi Konuşalım Mı Ne Ki ? yor ki ne konuşu
bunlar?
eh! nuyorlarmış, p vu sa ü ğ ü rl ü zg ö
Cümleten selamlar. Bendeniz Çağla Nalbantoğlu, şu an okumaya başladığınız e-derginin editörü ve Bi Konuşalım Mı isimli platformun kurucularından biriyim. Boş zamanlarımda ise özgürlüğü savunan sorumluluk sahibi bir martı taklidi yapıyorum. Fikir babamız ve bir diğer kurucumuz da tüm teknik ve angarya işlerimizle uğraşan, gece-gündüz sık boğaz ettiğim dostum: Kadir Atıcı. Sevgili yayın yönetmenimiz Hakan Badik'e ve editöryal anlamda üzerimdeki yükü bölüştüğüm Yusuf Araf'a ve özgürlük için savaşan her bir yazarıma ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Burası, ev. Burada misafir yok, herkes ev sahibi. Evin direği de yok, herkes fikir beyanında özgür. Mesai kavramımız? Hmm… O da yok yahu. 7/20 aktif olarak çalışan bir ekibimiz var. Geriye kalan dört saati, uyumak için kullanıyoruz. Kalıplar ve hiyerarşi yok. Ama bir düzenimizin olduğu doğru. Burada sanat, edebiyat ve hede hödö var. Hede Hödö, algınıza bağlı olarak şekillenen bir söz öbeğinden daha fazlası değil. Hangi yazımızın ne kadar tıklandığıyla da pek ilgilenmiyoruz. Öyle tanınmış kimselerin belli çevrelerce şişirilmiş içi boş eserlerini burada bulamayacağınız için de bir miktar üzgünüm. Ayrıca, merak edenler için salt edebiyat dergisi değiliz. İçinde sanat, edebiyat ve hede hödö olan bir evde ikamet ediyor ve özgürlüğü bağırıyoruz. Başka sorusu olan? Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|2
Berfin Enes Sarı Elif Ahi Zehra Garguli
Aynur Parlak
Memozan adem üren Şennur Öz
Cabir Özyıldız Umut Yalım
kazım baran yılmaz Ahu Neda Olsoy Muhammet Kaya Kerem Nadir Özcan
Baki Mesut Köprücü Emre Ocaklı Arsen Everekliyan
Ali Haydar Genç İzel Fenerci usame yördem
Asiye Selay Keskin
Eren Şahin
Hasan Salih Kaymaz
Nurgül Özlü Yasin Tatar Cem Onur Seçkin yunus emre suci Esra Koyuncu
Hakan Badik Çağla Nalbantoğlu
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|3
İçindekiler yunus emre suci Umut Yalım Cem Onur Seçkin Esra Koyuncu kazım baran yılmaz Hasan Salih Kaymaz usame yördem adem üren Arsen Everekliyan Ali Haydar Genç Hakan Badik Eren Şahin Çağla Nalbantoğlu Şennur Öz Enes Sarı Emre Ocaklı Elif Ahi Cabir Özyıldız Aynur Parlak Zehra Garguli Nurgül Özlü Baki Mesut Köprücü Muhammet Kaya Memozan Kerem Nadir Özcan Asiye Selay Keskin Ahu Neda Olsoy İzel Fenerci Berfin Yasin Tatar
yitiriliş süngüsü Umut Yalım: bir Umut Yalım mıdır? Yavaş Bir Gün ayna yatak 070411 Gece Yarıları Yaklaşıyor Bize aslında BAHT VE TABANCA BULUTLARDAKİ TABUTLAR Cehenneme İnen Merdiven Kaldırımların Islak Aynası HER ZERREN ZAKKUM x bir şey de orospudur UĞULTULU ŞEHİR ‘’Element’’ Parçalandığında Adım Harfi Harfine Görünecek Avucumdaki Son Düş ASUMAN Gidiyorum Çocuğum Ben OPIA kırk yerinden Beni Öldürenler Mağlubiyet Kentsel Dönüşüm Üçüncü Yol Yabancı AYLA GECENİN ALKIŞLANDIĞI YER Bilinmeyen Adanın Öyküsü (Jose Saramago,2001) Çoban Yıldızı Yük
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|4
yunus emre suci / yitiriliş süngüsü
güze filizlenmiş günebakan solgunluğu doluyor büyürken kanatları hırpalanmış çocuk yüzlerden eşiklerde çoğalan boşluklar sızıyor evlere duvar duvar artıyor sessizlik yankısı
kapı önlerine bırakılan ayakkabılardan bilirim yerinden sökülen bir dağ sancısını
sılası gurbet goncası güller büyütür gözleri bahçe kapısına kitlenen her çocuk umman bastıran çöller büyür pınarlarında
sonu gelmez bekleyişlerden bilirim suya hasret bir toprak nasıl çatlar
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|5
Umut Yalım / Umut Yalım: bir Umut Yalım mıdır? Hazerân bir haziran demeyi çok seviyorum çünkü h ve z zor bulunan hârfler Şiire de zaten bu dizenin bir çeşitlemesiyle başlayacağım birazdan Ve I’m a Man çalarken Bo Diddley’den: başlıyorum yazmaya: Hazerân ciğerimde Haziran çisentisi gibi bir yara satın aldım. Ve yazık ki
yine kendime sürüldüm tehcirimde tercihimde bir şilep leşi olm ak vardı oysa ki. Burada; hazerân bir kan da demek isterdim ancak bir yere oturtamadım. Ama olsa güzel olurdu kanımca devam ediyorum: Lise Bitmez çünkü bir taşra taşıkardisi + ya da + taşakları kırılan taş gibi hissediyorum sürekli Ancak En çok da bir ya da gibi hissediyorum: çünkü ben liseden mezun olmadım Bir Sonbahar: sezeryanla alındım. O günden beri: sezeryan iziyim kendimin. Bana bir Ağustos Saat 8 ya da 9 ve hafif bir yağmur çisenginde: sakın sorma nerelisin diye: ben artık Ne Istanbullu Ne Bulu ne de şuluyum: ben artık Saint Benoit’lı bir Madame Taniz kuluyum.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|6
Bu kısmı da hallettim. Belkiyse, bir tek fayans feryatlarla Lise 1’de doğdum dizesini ekleyebilirdim ancak başka bir şiirde kullanmak istiyorum bunu. Yine devam ediyorum: Yorulgundum (yoruldum değil) Çünkü; çok yorunuldum: tacize uğrayan bir gâsilhane gibi nemli bir de; ve de anıların Türkçesi zor geldi hep çünkü anadilim tecavüz ediyordu mâzime tevâzu içre sinde. Bir de Ancak
cam çoğaltan bir güz: güzüldüm, üzülmekten öte. Çünkü çoktan öldüm
Ölüm* ulaşmadı bana henüz.
Buraya eklemek istediğim bir dize yok ancak kendini eklemek isteyen var:
üzgünlüyüm = (10 x hüzün) + (Istanbul – lu) Artık şiire ekleyeceğim bir şey yok. Burada bitebilir. Ve bitti bile.
*Anlamayanlar için: Ölüm burada hem ölüm hem de ölü’m yani ölümüm anlamında.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|7
Not: Umut Yalım: bir Umut Yalım mıdır? sorusuna yanıt veriyor özünde şiir ancak siz görmüyorsunuz çünkü İnsan bir görkör’dür. Not2:
Şiirden Aynalar yansıtmazdı beni Ben de yansıtmazdım dizelerini
Aynalara tenden bir sırdım Aynaları: sırlarını süt dişlerimle
ısırdım.
birazdan çıkarabilirim.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|8
Cem Onur Seçkin / Yavaş Bir Gün Acının hızıyla ilerliyordum… Dükkanların ledlerinde yanmaya devam ediyordu kırmızı ışıklar ve sokaklar ikiye ayrılıyordu. İstasyonlar, bir orospu gibi bekliyordu kenarda müşterilerini. Yaz gelmişti ve yazmak mevsimi, içimdeki sonbaharı süpürüyordu. Gecenin serinliği dokunuyordu omuzlarıma. Kendimi alıp ilerliyordum sokaklarda. Beni gören sokaklar, adlarını değiştiriyordu. Bir şairin ismini kullanıyorlardı kendi içlerindeki tenhalığı hissederlerken. 21. yüzyılda 20. yaş günümü kutlayacaktım. Üç günlük dünyanın birinci gününü bitirmek üzereydim. Ne bir hatır soranım vardı ne de yanımda beraber eğleneceğim birileri. Zaten yaş günü denilen şeyi hiç anlayamadım, sahiciler bunu büyük ihtimalle reddederdi. Sahiden de yaş günü denilen şey nedir ki? Hangi yaşımı kutlayacaktım? Gözyaşımı mı? Zamanın derinliklerine iniyordum ve indikçe dizlerimin üstüne çöküyordum. Hatta diz kapaklarım yok oluyor gibiydi. Elimde 50 cl’lik şişeyle ve hiç dokunulmamış, bakir dudaklarımın arasındaki esrarla ilerlemeye devam ediyordum. Gece, içime çektiğim esrarla daha da esrarengiz oluyordu. Yanımdan geçen kadınlarla yüz yüze geliyordum. Yüzlerini okşamak istercesine bakıyordum. Kafam, kadınlar kadar güzelleşiyordu ot ve birayla. Bana gülümseyerek bakıyorlardı, aslında beni istiyorlardı. Ben de sevişmek istiyordum. İlk başta benim konuşmam gerekiyordu fakat o sürpriz yumurtadan çıkan kafayla kimseye güvenemezdim. Gerçi kaybedecek pek bir şeyim yoktu; cebimdeki birkaç kuruş, aklıyla insanı akılsız kılan bir telefon ve yüreğimde saklanan kelimeler dışında. Buna ihtiyacım vardı hem de hayatımın baharında dallarımdan ziftler ve katranlar damladığı zaman.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
|9
Sonradan neden yanlarına gidip sevişmedim diye düşündüm. Beş on dakikalık geçici bir zevk için değer miydi diye de düşünmüştüm. Aslında güzel olabilirdi fakat kendimi bir kadına armağan etmem gereksizdi ve küstahçaydı seviyorken bir başkasını. Ozanların bir felsefesi vardı ve şunu diyordu: “Carpe Diem!” Yani “Anı Yaşa!” Ama Sevgili Ozanlar, hiçbir ‘anı’ gerçekten yaşanmaz, sadece yaşandı kabul edilir. Moda’da gündüz vakti bile az insanın geçeceği çimenlik bir alan biliyordum. Daha fazla ayakta duramazdım ve oraya gittim. Başım dönüyordu. Ot, ciğerlerime suni bir tecavüz metodu uyguluyordu. Nefes alıp vermekte güçlük çekiyordum. Biraz rahatlamak için derin bir nefes alıp vermeye çalıştım, uzandım çimlere doğru ve o ışıksızlık içinde gökyüzünü seyrettim. Yüzünü göstermekten korkan, ıssız bir şairi kucaklayan, aşkın bertaraf ettiği garip bir adamı dinleyen tek dostum geceydi. O gün doğum günümdü ama sanki ben öldüğümü hatırlıyordum. Sanki kimsesiz bir piç gibi bırakılmıştım ikiyüzlü sokaklara. Çimenler, bana ölümün sessizliğini sunuyorlardı. Belki de ölüyordum acının hızıyla hem de sindire sindire, yavaşça. Yaz geceleri kara bir kış gibiydi. Çünkü yaz karanlığı, kış mevsiminin o uyuşturan beyazlığına benziyordu, ürpertici bir serinlikteydi. Belki de bu yüzden yazıyordum karanlığı. Tüylerim o gün boyunca diken dikendi. Acının hızıyla durmuştum bir anda. Çok yavaş bir gündü ve bir türlü bitmek bilmemişti Lynda. Doğum günlerini ben de hiç sevmem ama o gün orada ölseydim kimse doğum günüydü demezdi.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 10
Esra Koyuncu / ayna yatak
senin yüzünde anlatılan masallarda silüetim hep avam tasannu baharım, eteklerinde kırağı bacaklarında depremler ağırlığından ağlar tutmuş şilte boydan boya solunmuş tavana şimdi baksan, hiçbir balkona sığmaz dünyanın eğlencesi. tokat silahından yalnız bir mermi gerek uyanmak için kalabalığından mahşerin ayna yatak, gazeteden çarşaf üçüncü sayfanın rengiyle döndükçe batan, battıkça dönen gece ve gündüzün selamı daima benim üzerime.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 11
kazım baran yılmaz / 070411
bak bu zaman bizi dağılan bir yüz gibi toplayan insan önceki düzene otluğa ve ilkelliğe bir imtihanda böyle geçilmiyor gördük geçilmiyor sızının etten geçtiği gibi çünkü öyle incelikli değildir kendisi en belirginlikle ustur mevcudiyeti durağanlıktır nihayeti ey dağları göğe sivrilten yeti akşamlara rengini bulduran mahir şimdi sana bir ülkeyi ikiye bölen bir kentten bir kaya parçası olarak sesleniyorum beni de yeryüzü olarak tanı.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 12
Hasan Salih Kaymaz / *Gece Yarıları Yaklaşıyor Bize Yeni bir eve taşınmam gerektiğinde dönemin geçmek bilmeyen yorgunluk hissinden dolayı, süreci çok fazla uzatmamak adına gezdiğim ilk evi üstüne pek düşünmeden tutmuştum. O günlerde - şimdikinden farksız biçimde - tek kaygım, ertesi günü mümkün olan en az hareketle getirebilmekti. Zamanı, sahip olduğu üç boyutuyla düşünen biri değildim aslında. Zira bunun için belli bir ölçüde, benimkine çok uzak bir ölçüde, yaşama tutkusu olması gerekiyordu insanda. Geçmiş aşkların yoğun duygusuyla aşktan başka hiçbir duyguya yer kalmayacak kadar sömürüldüğünü düşünmeye başlamıştım tutkumun. Çünkü çocukluğum gözümün önüne geldiğinde, bunun en başından beri böyle olmadığını anlıyordum. Belki de kalpsizin tekiydim ve bu düşünceyle baş başa kalmaktan korktuğum için suçu eski aşklara atma kolaylığına kaçıyordum. İnsan tek başına yaşıyorken kendi üzerine çok fazla gitmemeliydi, nitekim bunun için bolca zamanı oluyordu. Sözgelimi bu haliyle geçmişin ve şimdinin tesir bırakmadığı bir kimse olarak, en azından yarını içinde barındırması bakımından neden geleceği düşündüğümü bilmiyordum. Bir çeşit alışkanlık olsa gerek diye düşünüyordum.
Yeni evimde uyuduğum ilk gece, uykusu kolaylıkla bölünen biri olarak saat altıda bir çan sesiyle yatağımdan fırlamıştım. Bu, evimin hemen arka tarafında bulunan kilisenin çanıydı ve pencereden baktığımda pederin ağzını okuyabilecek yakınlıkta olduğumun farkındalığıyla buna bir çare düşünmem gerektiğini anlamıştım. O günden beri sabah altıda uyanmanın gerçekliğiyle barışıp, her sabah soluğu sahil şeridindeki parklardan birinde alıyorum. Herhalde bünyem hareketsizlikten sıkılmıştı ve her gün birkaç saat boyunca koşacak enerjiyi kendinde buluyordu. Bu durum hafta içi pek sıkıntı yaratmıyordu, hatta güne dinç başlamamı bile sağlıyordu. Sabahları miskin geçirmekle ilgili bir derdim yoktu açıkçası ama dert ettiğim şeylerin diğer insanlarınkiyle benzeşmesi hoşuma giderdi.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 13
Bu yüzden sağdan soldan duyduklarımla bir çeşit kendimi kandırma pratiği edinmiştim. Hafta içi bir sıkıntı teşkil etmiyordu çünkü sonrasını düşünmek zorunda kalmıyordum. İşe gitmek durumundaydım. Eylemlerimin bir zorunluluk şemasıyla şekillenmesi, benim için muhteşemdi. Alışkanlıklarımın ve zorunluluklarımın kölesi olmakla bir sıkıntım yoktu, bilakis bu durum hayatı daha kolay hale getiriyordu. Her noktaya temas etmeye çalıştığında dokunduğun her şeyi bozma ihtimalin daha da artıyor, ele almak istediğin şey senin yüzünden daha da kirlenebiliyor, bunu düzeltebilmek için kendini ve başka herkesi bundan uzak tutman gerekiyor. Gözlemeye başladığın zaman sonucu değişen kuantum bilgisi gibi. Analojiye gerek var mıydı bilmiyorum. Olabildiğince az noktaya temas etmeye çalışıyorum sadece. Biraz kendimi biliyorum biraz da geçmiş aşkların izi kaldı üstümde. Bunlar herkeste vardır zaten, sıradan biri olmakla da sorunum yoktu. Hafta sonu çalışmayan biri olarak sabah erken kalkmak, benim açımdan hafta sonlarını biraz daha zorlaştırıyor. Bir çeşit Antoine Roquentine Sendromu mu yaşıyordum, yoksa içten içe böyle bir yaşama mı öykünüyordum bunu ayırt edemiyorum. Bugün de hafta sonu olduğundan emindim, uyanalı on beş dakika olmuştu ve haftanın yorgunluğundan Pazar değil Cumartesi olduğunu saptayabilmiştim. Bunun pek bir önemi yoktu esasında. Bir olguyu önemli yapan şeyin ne olduğunu da bilmiyordum ama nedense bu, ekstra önemsiz gelmişti. Neyin değerli neyin değersiz olduğu, Tractatus okurken kafamda biraz oturmuşsa da önem, benim için gizemini korumaya devam ediyordu. Cumartesi ya da Pazar, on beş dakikadır yataktan çıkmayıp bunu mu düşündüm diye çıkıştım kendime. Sorumluluk sahibiydim ya! Bir süre sorumluluk sahibi bir insan olduğumu düşündüğüm halime güldükten sonra kendimi yataktan atabildim. Önce elimi yüzümü yıkamak, sonra tuvalete girmek, sonra tekrar elimi yüzümü yıkamak doğru bir sıra gibi gelmezdi ama alışkanlık işte. Aynaya çekinerek bakıyorum.Yüzümden, göz çukurlarımdan, alnımın genişliğinden, avurtlarımdan, sakallarımın altındaki gerçekten korkuyorum. Kalbimin üzerinde birkaç el izi var kimden kalmış seçemiyorum. Dışarıda hiç bulut gözükmüyordu ama belki yağmur yağar da gözlerimdeki kırların matemi silinir diye iç geçirdim. Keşke yağmur, yaraları kapatabiliyor olsaydı. Hem belki Birmingham'a taşınırdım. Bu kent çocuk yanıma tetik çekiyor, her gün bir başka yerimden vuruluyorum. Uyumsuzluğun getirdiği sessizlik, bazen benim gibi birini bile dehşete düşürebiliyor. Şehirler teslim alınmış, aşka ve duygulara ayak bağı oluyor medeniyet. Neyse ki benim gibi adamları anlatan çok iyi romanlar var.
*Bknz; Nazım Hikmet Ran, Saman Sarısı adlı şiirinde geçen bir dizeden.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 14
Hafta sonları, Caddebostan Sahili hareketli oluyor. Yolu da uzatmak adına hafta sonları Caddebostan Sahili, hep cazip gelmiştir. Sabah yedide Caddebostan Sahil’de koşuyor olmamın, oradaki kadınlar açısından beni cezbedici hale getiren bir unsur olduğunu düşünürüm. Aslında diğer kadınlar için cezbedici olmamın da bir anlamı yok. Ondan başka kimseyle meşgul olamayacak kadar yer ediyordu kalbimde sevda. Adını söyleyince yüzüm düşüyor. Hem gizli özne hep seviyi işaret etmez mi? Beni sevmiyormuş, öyle söyledi. Ben bal gibi biliyordum beni sevdiğini. Haziran’a yeni girmiştik ama hava yeni yeni ısınmaya başlamıştı. Güneşli günlerde kendimi daha iyi hissederim, bu tip standart duygulanımlarım beni hep mutlu etmiştir. Mutlu eden bir etkenden ötürü bir kez daha mutlu olmak kategorik olarak sıkıntılı gözüktü gözüme, bu aralar çok fazla zihin felsefesi okuması yaptığımı düşündüm. Sıcaklıktan ötürü fazla koşamadığımdan bir banka oturup peynirli poğaça ile açlığımı gidermeye karar verdim. Peynirli poğaçanın yanında vişne suyu içerdim ama büfede kalmamış, buradaki büfeciden pek hazzetmem. Yanında çalışan karısına hep küfrederdi. Şeftali suyu alıp fazla yüzgöz olmadan banka doğruldum. Poğaçada peynirden eser yoktu ama şeftali suyuyla da fena gitmiyormuş. Karşımda yan yana dizilmiş adalar bana doğru bakınca, bugünü nasıl yitireceğimi anlamıştım. Sıcaktı, terliydim ama Kadıköy İskelesi’ne kadar yürüyecektim. Hep ara sokaklara sapıyorum, Kadıköy'ün o kadar hatırı var bende. Sabahın körü ama neşeyle içiyor insanlar, masada; emekli öğretmenler, reklamcılar sakin ve kaygısız bakıyorlar hayata, yaşlı köpekleri yanlarında, sükuneti büyüten kediler kilimin üstüne yerleşmiş. İnsanın kılığından mesleğini tahmin etmek, kopamadığım çirkin bir huy. Hem kaygısız yaşayan insan mı kaldı memlekette… Köşeyi dönünce geceden kalma boş bir sokak karşıladı beni, yerde üç-beş bira şişesi, devrilmiş çöp bidonları, eskimemiş birkaç anı duvarın dibinde, ötmemeye yeminli birkaç kuş, yorgun bir sokak lambası ve kuytulardan firar etmiş gölgeler... Sanmayın ki böyle ellerim cebimde kimseye zararım dokunmadan geçinip gidiyorum, en az sizin kadar kirliyim ben de. Dükkanların önüne gazete bırakan çocuk, yakın zamanda kaybettiğim birinin küçüklüğünü hatırlattı. Günün bu saatinde neden aklıma düşerse, zamansız ölümler... İskele, beklediğimden kalabalıktı, vapurun gelmesine on dakika kalmıştı. Yanımdaki hangi adaya gideceklerini tartışan çifte bir süre kulak misafiri oldum. Neyse ki benim hiç böyle bir derdim olmaz. Hep Burgazada'ya giderim ben, bir sebepten Burgazada’yı severdim. O ise Büyükada’yı çok severdi.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 15
Tam olması gerektiği ölçüde göğüsleri, tam olması gerektiği ölçüde kalçası ve ipince beliyle Büyükada’yı sevmeye hakkı vardı. Her şeyin ötesinde bir de kusursuz ölçülere sahip olduğunu daha yeni fark edebilmiştim. Hem ‘ideal’ güzellik algısını bu denli karşılamaya ne gerek vardı? Biri Büyükada diğeri Burgazada diye tutturunca, bir zamanlar sevdiğim kadının şimdilerde anne olduğunu öğrenmişim gibi bir hüzün kapladı içimi. Zaten ben de hep benim Burgazada’yı sevmem ile onun Büyükada’yı sevmesinin bir metafor olduğunu düşünürdüm: Onlar da daima yan yanaydı - arada bir de Heybeliada vardı, olmaz olsun. - ancak hiç kavuşamazlardı Vapurda yine bir seyyar satıcı, limon ile yaptığı teatral sunumundan anladığım kadarıyla limon sıkacağı satmaya çalışıyor. Ben ise şehre doğru bakan yerde değil de ters tarafta zar zor oturacak bir yer bulmuş, Bursa semalarına doğru ufuk çizgisini temaşa ediyordum. Yanımda oturan çocuk, müziğin sesini cömert bir şekilde açmıştı; kulaklığı olmasına rağmen art arda çalan Yıldız Tilbe şarkılarını birlikte dinliyorduk. En azından güfteleri iyidir diye geçirdim içimden. Ne şort ne havlu getirmiştim ama denize girmek istersem de yeni birer tane satın alırım diye çözüm ürettim. Akşama doğru da Madam Marta Koyu’ndaki yalnız ağacın altına oturup köfte ekmek gömer, gölgesinde biraz kestiririm diye planladım. Bira içsem şimdi güneşin altında fena çarpar, belki ucuz bir şarap alır akşam içerim. Kınalıada’ya doğru yaklaşınca birden milyonlarca yıl öncesini düşündüm, Pangea dönemini. Acaba kıtalar ve toprak parçaları birbirinden ayrılmadan önce Burgazada ile Büyükada’nın akıbeti neydi? Zamanın geriye doğru aktığı bir boyutta belki de birlikte oluruz diye sevindim. Ah bir de şu Heybeliada olmasaydı! Şarkı, umarsızca çalmaya devam ediyordu. Kalkıp bağırarak söylemek geçti içimden ama ne gerek vardı. ‘’Ayrı iklimsin ne çare, ben sana vurgun biçare...’’ Bir şarkı onu hatırlatınca ve vaktin geçtiğini anladıkça yürek elbette sızlıyor ama işe yaramıyor, göğsümü bastırmak ellerimle. Kalbim de atıyor bir yandan kan pıhtısıyla, zaman ileriye doğru akıyor ama geriye doğru anlaşılıyor. ‘’Vakit hızla ilerliyor, gece yarıları yaklaşıyor bize.’’ demiş Nazım. Gece yarıları yaklaşıyordu bize. Ben, o yanımda olmaksızın geçecek her türlü zaman aralığının kasvetinden korkarken, o, nasıl da mışıl mışıl uyuyordur şimdi... Bebek gözlerinden öptüğümü hayal ettim.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 16
usame yördem / aslında aslında anne, yani kentsizlikte iç çekiş, mezarlığın suskunluğundan anlaşılmış sabah kahvaltıları, çay kaşıkları, eksik çocuk kahkahaları sonunda, babaların çevresine sinen kahır modeli, yani yaşam bilimi, yani açık camdan uzatılmış boyun. aslında anne, uyuduğun yeter şikayeti, sabahın erken vakti, gidecek yerimiz yoktu da sen bize yer buldun, sen dedin al size rahim buldun, sen dedin al size rahim oldum, sen dedin al size anne oldum. aslında anne, sirke bulaşmış suratlarımızda dağılan annesinden kalmış annelik, bize birkaç güdü koleksiyonunu gösterdi, ödümüz koptu. ödümüz koptu, korkudan, yalnızlıktan, babasızlıktan ve annenin baba olmasından, ödümüz koptu. aslında anne, yutkunduğum akşam yemekleri sonraları, yüzüme özenle bakmalar, bir dert olmalar, empati yaratmışlar, diyorlar anne, diyorlar anne, diyorlar anne çok uzak bir yalnızlık çekiyor içim. aslında anne, acıkan karnım değilken, ruhuma dokunan mekanizma, içime göveren heder, ve patlamış olduğumuz iç dünyada, merkezine kendinin eksikliğine rağmen, yine Türkçe sesler, yine azıcık daha yesen ya dolu sitemler, yani baban gelir şimdi, otururuz yemeğe demekler.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 17
aslında anne, beyaz mintanı kefen sayan teori, yani taburede duran tabuta sıkıştırılmış valiz, miras olarak acı bırakmış, o da olur neden olmasın hem gibi cümle sonları, sözcükleri diliyle yuvarlayan üvey bağırış, erken evlilik, erken emeklilik, erken saadet ve gecikmiş yaşama sevinci ile kocaman harfleri hafifleyen gassalın hassas olduğu tebessüm. aslında anne, morgun olduğu zeminde, katlar karşılığı bize kalmış yüz yetmiş beş santim, doktorun kaybettik demesindeki alışmışlık ve gülünç samimiyetin demek istediği gibi biz sizden çok gördük, biz sizden çok gördük, biz sizden çok gördük. aslında anne, kırışan suratların olduğu yazım yanlışlığı, basenler ve eski hırkalar, varsa birkaç torun, kalmadıysa sağ olsun, yine de durup aklaşan ve yaşlanan göz çeperleri bize diyor anne, bize diyor nana, bize diyor ana. aslında anne, aslında seni ne çok eksik yaşıyormuşum, ne de eski kalıyormuşum bu hayata. yetişemediğim ne varsa, aslında hepsinin adında birer anne. hepsi birer birer anne...
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 18
adem üren / BAHT VE TABANCA dünyayı dünyayla konuşan benim, ikna edildiğim rakamlar sıkıntının sınırı ve rüyası her kızıyla götürülmüş bir babanın onurunda. akşam sokağa çıkarım, çıkarım ama Şekspir muadili olur aşkım hem özgürlük hem sigaram hem tabancam. bir gelini yoksul, vefasız evlerde/ uyur ve uyanmaz, nesimim hınçtı, doksandı derken büyüdü kırılmaz denen her şey söylediğim şarkılar ve okuduğum şiirler üzerine yoksa halkı kuşatacak isyanın tahsilidir bu. ben seni özgürlüğe yakın bir vakitte ellerin çelikten dillerin çelikten ben seni soyunurken yüzün çiçekten göğsün karanfilden kaderi ve bahtı tuzu ve kaderi seni ve sana uzanan dünyaya özetlenen her şeyden eledim kaldı geride durmadan doğu renk ve denge birkaç insan acıya yatkın ince bir ağrı.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 19
Arsen Everekliyan / BULUTLARDAKİ TABUTLAR
ağaçlar yapraklarını bırakmaya başladı karıncalar telaşlı kuşlar huzursuz toprak beni çağırıyor hissediyorum uzun zamandır anlamını yitirdi hatıralar sevinçlerin dönüşlerine geç kaldım benimdir bu devrilen putlar diplere çekiliyorum her geçen gün maziyi yâd etmenin ne faydası var dolduramadığın bu büyük boşluk büyüdükçe büyüyor ben küçülüyorum neresinde kaldım ben bu dünyanın ömrüm allahın yaşına denk... düştüm hayatın ters köşesine silindi gözlerimden uyku sarhoşlukları içimdeki çocuk oyundan çıktı kayboldu sokaklar geçmişimle beraber ölümün bile bir anlamı kalmadı gül ile ayaklarını yıkadığım günlerin ''memelerinde keder sütü, şairi sokak anne büyüttü.'' *
*Ahmet Muhip Dıranas'ın Sokaklar isimli şiirinden.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 20
Ali Haydar Genç / Cehenneme İnen Merdiven
2012 yılının Ocak’ında, güneşin Antalya’yı terk ettiği zamanlarda hava öylesine siniyordu ki, şimdi anlatırken bile içimi kaplıyor kasveti. Havasını da suyunu da kendine benzetirken şehir, yaşadığın her dakika seni hem mutlu hem de mutsuz edebiliyordu. Çıkan ilk güneşle umuda yelken açıp önünü boğan bulutlarla o yelkenleri sökebiliyordun. Hava durumlarına bağlı değişkenlik gösteren duyguların oluyordu, hâlâ öyle. Şimdi bu satırları yazarken dışarıdaki fırtınayı göğüs kafesimde hissediyorum, sanki rüzgâr apartman pencerelerine değil de kaburgalarıma vuruyor. Her neyse. Ocak ayında dengesiz seyreden havaları bir kenara bırakırsak, yaşamın getirmiş olduğu sorumlulukların arasında boğulduğum anları yaşıyordum o zamanlar gün be gün. Okuldan dönerken yol uzuyor, okula giderken yol uzuyor, nefes alırken dersler uzuyor, nefes verirken dersler uzuyor, ben kendimi kapana kısılmış vaziyette bulmakla cebelleşiyordum. Annem yılbaşını bizle geçirmiş, ertesi gün kapıda birbirimize sarılmışız. Bana ‘‘Ben iyileşip geleceğim oğlum, tamam mı?’’ diyor, ‘‘Tamam.’’ deyip sarılıyorum. Merdivenlerden iniyor, inerken arkasını dönüp bana el sallıyor, ben de öyle. Kapıyı kapatıyorum. Odama gidip sesimi çıkaramadan saatlerce ağlıyorum. Kanser denen illetin niye anneme bulaştığını sorguluyorum duvarlara bakıp. Herkesin başına gelebilecek bir olay mıydı bu? Yoksa mutlaka bir şeyler tetiklemeli miydi bu hücreleri? Acı? Stres? Endişe? Korku? Üzüntü? Kaç duyguyu aynı anda hissetmeliydik? Kaçı ağır basmalıydı? Tek başıma vakit geçirdiğim bu odanın duvarlarını genişletmenin bir yolu olsa keşke diye geçiriyordum içimden. Çünkü her kendime kapandığımda daralmaya başlıyordu.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 21
Sorular, sorgular, volta üstüne volta atıp aynı yerde tekrar aynı soruları sorarak çare aramalar ve belirsizlik. En kötü ve en illeti, içime bıçaklar sokup o bıçakları durmadan içerde çeviren belirsizlik. Bu son kemoterapi, bu son, ardından verilecek kök hücre ile son koz. Günler birbirini kovalıyor, annemi göremiyorum. Annemi göremedikçe kendimle konuşmaya daha çok vakit ayırıyorum. Kendimle konuşmakla yetinmeyip kâğıtlara hiç durmadan bir şeyler karalıyorum. Kendim bile ne yazdığımı bilmediğim halde her yazdığım yazıyı duvarlara yapıştırmaya başlıyorum. Ev kalabalıklaşmaya başlıyor, ev kalabalıklaştıkça ben daralmaya başlıyorum. Ben daralmaya başladıkça bu daralmayı hiçbir şeklimle genişletemiyorum çünkü umudum beni kale gibi ayakta tutuyor. Hiçbir haber alamıyorum annemden, ya söylenene inanasım gelmiyor ya da görmeden inanmayacağım kanısına varıyorum. Sonra durumunun kötüleştiğini, yoğun bakıma alındığını söylüyorlar. Yoğun bakıma girebilecek yaşta değilim. O gün, belki de o gün yaşımdan utanıyorum. Yaşıtlarımla aynı yaşta olsam da aynı yaşamı yaşamıyordum, yaşayamıyordum. Ben de istiyordum belki de özgürce çiçek toplayıp anneme götürmeyi ya da ben de istiyordum annemle bir şeyler yemeyi, bir şeyler yapmayı, en azından onunla yan yana uyumayı. Olmuyordu. Çiçek yasaktı, temas da öyle. Okul devam ediyor, devam ettiğine inanasım gelmiyor ama bir şekilde ediyor. Koca bir gürültü eşliğinde, frekansı çekmeyen bir cızırtılı televizyon kanalı edasıyla, hiç durmadan devam ediyor. Fırsat bulduğum ilk anlarda soluğu, yoğun bakım kapısının önünde alıyorum, izin verilmiyor. İçeriye birkaç kişi giriyor, giren herkes çıkarken gözyaşlarına boğularak birbirine sarılıyor. İçerdeki manzarayı göremediğim için aklımdan onlarca senaryo geçiyor fakat ses etmiyorum. Ağlamıyorum da. Ağlamalıyım, çok fazla ağlamalıyım hâlbuki. Ağlamıyorum çünkü ağlayamam. Dedim ya, umudum beni kale gibi dimdik tutuyor. İçerde duran Annem, hiç göremiyorum, sesini dahi duyamıyorum ama umudum beni hem duyuyor, hem görüyor. Gece olunca iç sesim hiç durmadan konuşuyor, gözlerimi kapatınca her seferinde annem başımı okşuyor, üstümü o örtüyormuş gibi örtüp uyuyorum. Günler birbirini öylesine kovalıyor ki biri, birini yakalayacak zannediyorum. Sanki Salı’dayız ama Çarşamba çoktan gelmiş gibi, Çarşamba’yı Salı’da yaşıyoruz. İçimi kemiriyor belirsizlik, elimden hiçbir şey gelmiyor bu belirsizliğin içinde. Bir gün cesaretimi topluyorum, babamın karşısına geçiyorum. ‘‘Ben de görmek istiyorum annemi.’’ ‘‘Yaşın küçük oğlum, sokmazlar seni oraya.’’ ‘‘Olsun, sen konuşursun, bir kez olsun göreyim istiyorum.’’ ‘‘Tamam’’ diyor, ‘‘Yarın anneni göreceksin, konuşacağım.’’
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 22
Aynı cesaretle balkona çıkıp balkondan gözüken hastaneye bakıyorum. Orada yatıyor diyorum, orada bir yerlerde; göremiyorum fakat orada diyorum. İçime garip bir sevinç doğuyor, özlemimi giderebileceğimi düşünüyorum ama annemi nasıl bir hâlde bulabileceğimi bilmiyorum, çünkü kimse söylemiyor. Akşam oluyor, kalabalıklaşan evde gelen onlarca akrabanın arasından sıyrılıp babamın yatağına yatıp uyuyorum. Telefon sesiyle uyanıyorum, saat sabah 06:45. Babam, bir şeyler söylüyor telefondaki kişiye: ‘‘Tamam hemen geliyorum.’’ ‘‘Kim baba?’’ ‘‘Hastaneden oğlum, annen için birkaç ihtiyaç lazımmış onları istiyorlar.’’ Yüzüme bakmıyor. Ben yüzüne bakıyorum ama o yüzüme bakmıyor. ‘‘Ben de geleyim seninle.’’ ‘‘Yok oğlum, ben gider gelirim hemen.’’ Amcam kalkıyor yattığı yerden, birbirlerine bakıyorlar fakat bana kimse bakmıyor. Ben onlara bakıyorum, onlar giyinmeye başlıyor. ‘‘Hayır, ben de geleceğim.’’ İçime ister istemez göreceğim düşüncesi doğuyor, bu kadar erken mi olacaktı sahi? Bir yanım aynı düşünceyi korkunç düşüncelerle boğuyor. Bulduğum ilk kıyafeti üstüme geçiriyorum, çıkıyoruz evden. Yolda kimse konuşmuyor, ben yeni uyanmanın verdiği mahmurlukla birlikte düşüncelerimi kontrol etmeye çalışıyordum. Görecek miydim yoksa kötü bir şey mi olmuştu? Ne olmuş olabilirdi ki? Annem bizi bırakır mıydı hiç? O çok güçlü bir kadın. Hem bana söz verdi, iyileşip gelecekti. Hastanenin rampasından aşağı inip içeri giriyoruz. Asansörden üçe basıyoruz, yoğun bakımın önüne geldiğimizde iniyoruz, koridorda birkaç insan var. Bizi görünce başlarıyla selam veriyorlar, biz de selam verip hemen kapının yanındaki koltuklara oturuyoruz. Hiç kimsede ses soluk yok. İçeri hızla birkaç doktor giriyor çıkıyor, merdivenlerden birkaç hemşire içeri giriyor fakat kimse bize bir şey söylemiyor. Ayağa kalkıyorum, odamda attığım voltaları burada atmaya başlıyorum. Kafamdan onlarca senaryo geçiyor, engelleyemiyorum. İstemsiz bir biçimde titriyorum, durduramıyorum. Asansör sesi geliyor, içinden iki adam çıkıyor; biri güvenlik, diğerinin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Yoğun bakım kapısından içeri giriyorlar.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 23
Voltalarımı durduramıyorum. Çocukluğumdan beri çizgilere basmadan yürümeyi huy edinmenin verdiği gereksiz uğraşla yerdeki fayansların çizgilerine basmadan büyük adımlar atarak başladığım yere geri dönüyorum. Vakit sürüklenerek ilerliyor, o Çarşamba’yı Salı’da yaşadığım gibi değil, artık bir kağnı çeker gibi ilerliyor. Ardından yoğun bakım kapısı açılıyor, bir hemşire beliriyor kapının önünde, yanında az önce gördüğüm iki adamla beraber. Hepimiz aynı anda kapıya yöneliyoruz, bize başıyla selam verenler yerlerinde oturuyorlar. Önce bizi süzüyor hemşire, hepimizin yüzünü inceliyor tek tek. ‘’Hatun Genç’in yakını siz misiniz?’’ Hepimiz aynı anda cevap veriyoruz. ‘‘Evet.’’ Hemşire, tekrar yüzümüze bakıyor. Ben ağzının içine bakıyorum. Söyleyeceği her kelimenin her tonunu dikkatle dinliyorum. ‘‘Dün gece onun için çok zor geçti, iki kez kalbi durdu. Bu sabah da hastayı kaybettik. Başınız sağ olsun.’’ Kapı kapanıyor. Duyduğum cümlelerle koltuğa oturuyorum, beynimde şimşekler çakıyor. Ellerimi başımın arasına alıp yaşadığım şoku düşünüyorum. Nasıl? Ne demek hastayı kaybettik? Annem bizi bırakmaz ki. O çok güçlü bir kadın, sahiden onu göreceğim gün mü gitti yani? Onu tam bugün, babamdan aldığım söze güvenerek göreceğim gün mü gitti? Tam yirmi sekiz gündür yüzünü görmedim, sesini duymadım, nefesini dinlemedim, ellerini dahi tutmadım, başımı okşamadı, söz verdi söz! Ne demek hastayı kaybettik? Olduğum yerden kalkamıyorum, kalkmak istemiyorum. Belki şu duvarın arkasında, belki henüz gitmemiştir diye umuyorum. Aklıma ben uyurken geçirdiği kalp krizleri geliyor, uyuduğum uykudan nefret ediyorum. Aklımdan aklımın bile alamayacağı kadar acı geçiyor, kalbim sıkışıyor, avuçlarımı yumruk yapıyorum yumruklarım acıyor, gözlerim acıyor, volta attığım fayanslar puslu gözüküyor. Her şey anlamını yitiriyor, her şey o an için sona gelmiş bulunuyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Son kez göreyim demek geliyor içimden, kollarımdan tutulup asansöre bindiriliyorum, aynada baktığım yüz bana ait değil, duyduğum cümleler anneme ait değil, hiçbir şey hiçbir şeye ait değil, kocaman bir boşluktayım ve içim paramparça. Ölmeden önce söylediği vasiyetinden söz açılıyor, Tokat’a babasının yanına gömülmek istiyormuş.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 24
Evdeki matem bütün duvarları karaya boyarken, cenaze aracı geliyor kapının önüne. Herkes aşağı inmem için engel olurken herkesi acımla geçiyorum, çünkü gücüm yok. Yalvarıyorum, yalvarışlarım yankılanıyor apartmanda. Araç geliyor, dualar ediliyor. Cenaze arabası giderken, o kapıdan uğurladığım sırada salladığım eli şimdi yine sallıyorum fakat karşılık gelmiyor. Tokat’a gidiyoruz, hava eksilerde seyrediyor. Cenaze yıkama aracı geliyor bu sefer kapının önüne, köydeki tüm sevenleri toplanmış ağıtlar eşliğinde ağlıyor. Ben kocaman bir boşlukta sallanır vaziyette ağlıyorum fakat sesim çıkmıyor. Sonra sırayla bir tas su dökmemizi istiyorlar, en son ben giriyorum. Annem yatıyor bir sedyede, dişleri görünüyor, yüzünde tertemiz bir gülümseme, elime tutuşturdukları tasla yıkıyorum onu. O kadar güzel gülüyor ki ayrılmak istemiyorum oradan, neredeyse bir aydır göremediğim annemi şimdi görüyorum fakat fırsat verilmiyor. İlk anda indiriliyorum araçtan, yıkama işlemi bitiyor. Tabutu kaldırıyorlar omuzlarına, küçücük tabut. Küçücük tabutun içinde olan annem, yanımda annemin dayısı, bana tabutun nasıl taşınacağını anlatıyor. ‘’Arkadan başlayıp öne doğru ilerleyeceksin, sonra geri arkaya geçeceksin aynı işlemi yapacaksın.’’ Uygulamaya çalışıyorum, yokuş çıkıyoruz, dayanamıyorum, sımsıkı tutuyorum tabutu. Ne önüme biri geçsin, ne de arkama, sadece sımsıkı tutmak istiyorum. Açılmış mezarın yanına geliyoruz, önce dik tahtalar diziyorlar mezarlığın içine, ardından kefeni çıkarıyorlar tabuttan. Küçücük bedenini açtıkları kocaman mezarın içine koyuyorlar. Sonra aceleleri var gibi var gücüyle küreklerine davranıp toprak atıyorlar. O kadar hızlı atıyorlar ki ‘‘Durun.’’ demek geliyor içimden. ‘‘Durun orada yatan annem, n’olur biraz yavaşlayın n’olur…’’ Sesim, ancak kendime yetecek kadar çıkıyor. Aralarından biri küreği bana veriyor, son toprağı ben atıyorum. Yerin altında annem, yerin üstünde ben, her şey anlamsızlaşıyor. Sırtıma vuranlar oluyor, birkaç telkin duyuyorum fakat girmiyor kulaklarımdan içeri. Herkes gidiyor, beni de götürüyorlar. Hocayla baş başa kalıyor annem, gözüm arkada, içim yangın, hava soğuk yanaklarım üşüyor gözyaşlarımdan, o yokuşu şimdi iniyorum, cehenneme inen bir merdivenden iner gibi. Sonrası karanlık, aydınlığın hiç uğramadığı bir karanlık.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 25
Hakan Badik / Kaldırımların Islak Aynası
nefret dilim elim çaresiz kalmaya gör gün mavi solmasın elinde gün öğrendiğinle ölme bir çocuğa söz verdim yaşamalıyım papatyalar açmayacak, koparacağım tek tek rüzgara savuracağım uzakta ölsünler, görmeyeyim derdim değil katillik onun yüzünden kimi şiirlerimde onu kıymete bindirmek bir yeşil ihanet gibi kıymete bindirdiğim yok ben aşkı böyle öğrendim zaman gibi sahteliğini kaldırımların ıslak aynasını kıvranırken öğrendim bağırdım ona, eğil diz çök ulan, yalvar, eğir korktuğundan durmaz bir akşamüstü körler ülkesinde yağmurlar bakıyordu gözyaşlarımdan bir Haziran akşamı katil oldum kazma kürek yakılır vakti bir cinayet eğir şahitliğim benim kabul edilebilir gibi değil
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 26
Eren Şahin / HER ZERREN ZAKKUM uçamadığına göre mahcup uçaksın o halde! her hava muhalefetinde tekinsiz iktidar pilotlara pist göstermeyen pürtelaş sis sizli bizli diyaloglara gerilemiş ilelebet sevdasın. uçurtma olmadan olası kederlerde uçak olacağım diye tutturmuş ihanetini cinayetimde unutmuş merhamete aç, çok uluslu yağmur sürüsüsün. Değil midir ki her hayat ölümün erken teşhisi? teşhirci bir yanı da vardır aşkları tehir tenlerin, Temmuz’du, Ağustos’tu yüzünde hava muhalefeti başlar yazla sondu, sonbahardı, mevsiminden azade Aralık yüzünde hüzünle azıtmaya başlar ayrılık senli benli yağmurlarda ilelebet yalnızsın uçamadığına göre yolcularına mahcup meçhul uçaksın. Senin havalimanın yanlış yerde orada doğrular irkiliyor orada doğru atlar abdest bozan yangınların külünü savuruyor her zerrende zakkum var! esmekte aceleci, oldum olası rüzgârsın üzüm yiyorsun şarabî intiharlarda yüzümde yüzü eskimiş meçhul aktris uçamadığna göre meşhur enkazımsın!
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 27
Çağla Nalbantoğlu / x bir şey de orospudur
Ellerimin yazdıklarının bir seansta silineceğini sanıyor. Psikanalizden başka her şey hakkında konuşuyor benimle. Her şeyin bu kadar beyaz ve lekesiz olması sinirimi bozuyor. Beni her gördüğünde bıyıkları biraz daha gürleşen sarışın, ellerimin titremesine alışamadı henüz. Sanırım birkaç hafta oldu buraya gelmeye başlayalı ve kadersel çizgime inançsızlığımla ilgili birkaç suale çarptırılacağım birazdan. Portakallı kurabiye kırıntılarını çiğnediği için ayaklarım. Günlerden, bilmem at kafası çiçeklerden, sümbül zarflarından, ve bağlacından, at sürülerinden. Geçiyorum. Nedenini bilmediğim birçok hüsran dikiliyor koridorlara, nedense klorak kokuyor. Lastik iplere geriliyorum. Çivilerim şu siyah kaygan koltuk üzerine çakılmış, oturmam ve kanamam isteniyor. Daha sonra ve daha fazla kanamaması için şimdi buna razı olmak, İsa’dan. Çarmıhımı masanın üzerine bırakmıştım canım diyorum, uzatabilir misin rica etsem? Gerilemiyorum. Kaburgam ellerinde yuvarlanıyor çocukların. Öteki parçaya nispet edercesine kopardıklarında bir parçamı ve daire şekli verdiklerinde. Duyuyorum. Gülüyor. Hasat zamanım için dua eden tüm çocuklar. Biri daha çok gülüyor. Muntazam bir kalçayı okşar gibi okşuyor dairesini. İsmet abi ile bisiklet ve gözlük yaptığımız daire bu. Fakat okşanan bizdik, her anlamda. Diz kapağımıza tüneyen karıncalarla birlikte. Neticede her karınca korkar sıcaktan, her fil penisini savurur durur pencere önüne. Her çocuğun bir yaşı vardır, adına daire ya da arzu dediği x bir şey için ezdiği, çiğnediği, kopardığı ve layık olduğu ölüm için büyüttüğü.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 28
Biraz da şu tarafa geçelim canım. Baksana, çamaşırlarının aklığından böbürleniyor yan komşum. Mutfak camlarına ithaf edilemeyecek birkaç cümle kurmak istiyorum lakin boşalıyor, öykünmeye durmuş gümüşi bir aralık. Halbuki her çıplak merdiven için yakılan bir mum olduğuna inanıyordum ben, yuvarlanana kadar yirmi birinden. Şu divanın üzerinde ölürken akıttığın anırtılar kalmış. Gel, biraz da burası için heba edelim ses tellerimizi. İnleyip duran bir yeşil fıstık kadar mağrur bakıyorsun. Neden? Uğulduyor bak şurası, tam içi. İçin. Katılmak ister miydin adına duvar denen gezegenlerin çığlığına? Ne kadar silebilirsin göğü? Yüzünü ne kadar buruşturabileceğinden bahset bana şimdi ya da azalmakta olan çoğul türkülerden. Sabah ayazlarına kıvrılırdı babam, pardon kırlara koşuyorduk ellerimizde çürük beslenmelerle demek istemiştim besmelelere yuvarlanıyorken zaman. İşte şuradan ve işte şurası. Ağzımda bayat bir oruç dönüp duruyor, ışığını çekerken cennet denen an. Niçininden vurulup sedye üzerinde sendeleyecek kadar büyük bir günah mı işlemiştin sen ya da hangi teatral dizayn için vurulmuştun abdominal aortundan? Özgürlüklerimizin aksayan bir yanı olduğunu betimlemekten çok da hoşlanmıyorum aslında. Sadece devletin ucuz tahta sıralarına yapışan kıçımı tek hareketlendiren şeyin halley olduğu günleri yazmak istiyorum. Asla pay ve payda eşitleyemediğim, eteğimi başıma geçiren orospulardan bıktığım günlerden. Küçük, çelimsiz ve sarışınlardı. Bilmediğim küfürler dururdu ceplerinde, benimki delikti. Biraz da çürük. x bir şey de orospudur ve doğru bir orantı vardır yediyle yetmiş arasında. Kantin sıralarından, kafamda kırılan doksan ikilik cetvelden, bildiği tek geometri saatindeki üçgen şekli olan yetersiz sınıf öğretmenimden ve alnımda duran ökse otundan. Bahsetmeyeceğim şimdi. Zebil olmuş nice sabah ihtiva ediyorum zaten.
Yani ben, yani x, yani çelimsiz ve sarı: Orospu.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 29
Şennur Öz / UĞULTULU ŞEHİR Koca şehrin uğultusu İçinde yalın çıplak Duyabilmek sesini Yeşilim ayaz vuruyor Sokaktan herkes geçiyor Sana rastlamak ihtimali Adımı bilmiyorum Sapacak henüz hangi sokağa Bir parça gökyüzü Altında koca şehir Yalnız bir kuş uçsa Süzülüyorum Başka karanlıklara dalıyorum gece Uğultunun değişmeyen tavrı İçimde açılan girdap büyüdükçe Yaklaşan ve uzaklaşan tek şey mesafe Bir ağaca mevsim biçebilir miyiz Yan yana dalları uzanıyor iç içe Dönüyorum uğultunun içinde Sesini duyabilmek ihtimalini Ne de olsa hiç Yazılmıyor artık hikayelerin nasıl bittiği.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 30
Enes Sarı / ‘’Element’’ Parçalandığında Adım Harfi Harfine Görünecek yükselmek, korkusu beraberinde boy boy balkonlardan sarkarak boy verme kararlılığıyla bir o kadar dehşet bir o kadar, kağıt üzerinde bahsin gerçekleşmesi -varım! denildiğinde bahis sorgulanmalıydı varlığımdan ziyade belki de mahallenin abileri yabancılara geçit vermezdi belki ben hiç yabancı değildim bu mahalleye a-halinin c-haliyeti ruhiyesi deyip geçiyorum aynı hali kendime geçirmeden. şaşkınlıktan açılır sanırken ağızlar, açlıktan olduğuna dair bir başka bahis açılıyor varım! ama varım yoğum henüz bende değil, kırkıma çek kesebilirim bilirim, evi uzay boşluğunda olan astronotun icra memurundan korkmayacağını istidadı uçmak olan uçurtması olanla düşürülebilir mi? kaldı ki, çiğnenen yollarda olduğu gibi çiğnenen karınların da vardır esneklik payı ve ben habire esniyordum habire demirler geçiyordu ha bide, paslanma söz konusuydu bir kimyasal tepkime iki maddenin ya da iki insanın aidiyet savaşı yani alaşım yani alışım yani alışacağım örs üzerinde dövülmeye örselenmeye. kubbeyi ters yüz etmek çağrıların sesini yükseltiyor ince mi ince si ile başlayıp daha da incelemeyen notalar yahut trajik melodramlar gibi dolaşım, halk arasında gibi do ve la ile biten her dramatik bağrışmalara aşina kulaklar için çağrışım. zaten kraliyet koroları seçkin aile üyelerinden seçilirdi küçük dilime küçüklükte yaptığım ölü yatırımın ceremesini çeker derler gassal yüzlerden çekinir ussal belagatlardan usanır
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 31
öğüt yalnızca cümle içinde verilmezdi çünkü lafzını saklayarak daha etkili konuşabilenler demek istiyorum demek o demir bıçak gibi emir yağıyor yukarıdakilerden ama emretmeden, ama hızlıca emilimle emin, emdirin, yedirin deyin: emzirdiğin kadar dillenir kelimelerin başkalarının cümlelerinde.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 32
Emre Ocaklı / Avucumdaki Son Düş
Taş duvarların soğuttuğu odamda dışarıdan gelen davul zurna gümbürtüsünün arasına karışan silah seslerini duyuyorum. Yatağımın kenarında oturmuş, ürkek bir ceylandan farksızım; titremem, heyecanım, öfkem, merakım dinmiyor, ilahi bir güçten bir anda yok olmayı diliyorum. Neresi olursa olsun fark etmez, başka bir coğrafya, başka bir kıta veya ölüp gitmek. Arkamı döndüğüm kapının açılmaması için, içeri girecek o kişiyi görmemek için bir bacağımı vermeye hazırım. Kimse buna inanmaz belki ama gerçekten bunu gözümü kırpmadan yapabilirim. Yeter ki o kapı açılmasın. Çaresizliğim beyhude, çocukluğumun kaldıramayacağı bir yükün altında ezileceğim biraz sonra ve beni bu zulümden gelinliğimin beyaz saflığı bile kurtaramayacak. Avucumdaki kâğıdı sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum… Eriyip aksın, yok olsun diye. Ağladım, ağlayacağım.
Altı kardeşiz ve ben en büyükleriyim. Tenim, bu çorak toprakları yakıp kavuran güneşin değdiği her ten kadar esmer. Diğer tüm çocuklara nazaran uzun bir boyum ve yüzümde elmas gibi parıldayan masmavi gözlerim var. Kısacası, diğer tüm çocuklar gibi güzelim. Coğrafyanın bir hediyesi. Doğduğumdan beri bu küçük köydeyim, hiç başka bir yere gitmedik. Başka yerlerden gelenler oldu ama babamın ve annemin kökleri bu topraklara yüzyıllardır bağlı olduğundan, belki biraz da burayı diğer insanlardan daha fazla sevmelerinden ötürü ayrılmadık hiç. Bana böyle söylendi en azından, başka sebepleri varsa da bilmiyorum. Bildiğim, burada gözümü açtığım ve burada kapayacak olduğum. Coğrafyanın bir hediyesi daha.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 33
Bu küçücük köyün neredeyse tamamı, akrabam. Amcalarım, dayılarım, onların eşleri, çocukları, teyzemin kocası, onun abisi, onun dayısının oğlu derken, neredeyse köy bizim. Birkaç ev var tabii ki kan bağımızın olmadığı ama onlar da artık akraba kadar yakın bize. Hem kan bağı dediğin nedir ki? Mecburi bir unvan ve unvanın getirdiği saygı, biraz da göstermek zorunda kaldığın zoraki sevgi. Gene de iyi tarafları yok değil. Kan bağı sayesinde senin yardımına koşacak, kötü gününde yanında olacak bir dünya insan. Mecburiyetten bile olsa böyle bir insan topluluğu tarafından korunduğunu bilmek insana bir güven veriyor. Hele çocuksan… Başka şehirlerde, özellikle de büyük şehirlerde çocuklar nasıl çocukluk geçiriyorlar bilmiyorum ama benim çok güzel bir çocukluğum oldu. Hiç yalnız kalmadım. Yalnız kalmak da istemedim. Hoş, istesem de kalamayacaktım. Ben doğduktan sonra her yıl düzenli olarak artan ev nüfusu sayesinde evimiz gitgide küçüldü. Kardeşlerime kavuşmamın verdiği heyecan, bu küçülmeyi göz ardı etmemi sağladı. Sadece bizim evimiz küçülmüyordu elbette, diğer tüm evler de ufalıyor, köyümüzün yüz ölçümü aynı kalsa da sayımız sürekli artıyordu. Ölenler doğanlara yer açmakta çok yavaştı. Ağlamayacağım. Kendime söz veriyorum oturduğum yerde. Hareket etmek istemiyorum; eğer yerimden kalkarsam bir şeylerin akışını değiştireceğimden korkuyor, her şeyin daha da kötü olacağını düşünüyorum. Aklıma hiç olumlu şeyler gelmiyor. Temmuz ortasında kar yağdırabilecek bir talihsizliğe sahip olduğumu çok geç anladım. İki yıl önce anlasaydım ne yapardım onu da bilmiyorum. Silah sesleri azaldı şimdi. Belli ki herkes masasına geçip içmeye devam ediyor. Herkes mutlu. Birkaçı mutluluktan ağlıyor hatta. Çocuklar çoğu şeyin farkında değil. Ben de o yaşta farkında değildim çok şeyin. Okuldan çıktıktan sonra tarlaya gidip tüm akrabalarımızla beraber aileme yardım eder, akşamları da evin tek kız çocuğu olarak anneme destek olurdum. Öğreniyordum her şeyi, annem gibi tarlada çalışmayı, okumayı, insanları tanımayı, yemek yapmayı. Annemi görüyordum, onu örnek alıyordum. Gerçi diğer tüm anneler de annem gibiydi, pek farkları yoktu. Onların bir kopyası olacağıma emindim ve bu durum beni çok fazla üzmüyordu, ki üzülmenin ne demek olduğunu tam olarak öğrenmemiştim. Çünkü bir şeyi elde etmeye çalışıp bunu başaramamış değildim, annemin yanına kıvrıldığım yer yatağında kurduğum düşler hep mutlu sonla bitiyordu; çocuk aklım ve yaşım, göreceklerimin teminatı yaşadığım günler bana çok üzülecek bir hayat sunmuyordu. Ta ki üçüncü sene sınıfımıza gelen Hüseyin’le tanışana kadar. O günün akşamı, babam yakın bir şehirden geldiklerini dudaklarını buruşturup alnındaki çizgileri kalınlaştırana kadar kaşlarını yukarı kaldırarak akşam çayını içerken söylemişti. “Neden böyle bir yere gelmişler ki? Şehir bırakılıp da burada ne yapılır Allah aşkına!” Ben de şaşırmış, az da olsa sadece bu köyden gidildiğini, buraya gelinmeyeceğini bildiğim için şaşırmıştım.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 34
Sırf bu sebepten bile tuhaf bir aile olabileceklerini söylemişti babam bana. “O çirkin çocuğa da fazla yanaşma.” diyerek uyarmıştı. Annemin onu eleştiren bakışların - sadece onu yapabilirdi - görünce, “Zaten gidecek, yarın öbür gün.” diyerek kestirip atmıştı konuyu. Kim gidecekti, nereye gidecekti anlamamıştım. Abim yoktu ama sanki abimmiş gibi beni koruyan, kollayan, her şeyden öte iyi bir arkadaşım olan, beraber oyunlar oynadığımız, yaramazlık yaptığımız, benden dört yaş büyük amcamın oğlu Mustafa’nın önderliğinde okuldaki tüm erkek akrabalarımızın ve komşularımızın çocukları tarafından bir koruma kalkanıyla sarıldığımda, babamın haklı olabileceğini düşünmeye başlamıştım. Diğer kızlardan uzun olan boyum ve erken gelişmeye başlayan vücudum göze çarpmaya başlıyor, aramızda birkaç yüz metre bile olsa, aynı dili konuşuyor bile olsak, aynı topraktan bile besleniyor olsak, yan köylerin çocuklarının bakışlarından, ilgisinden koruyorlardı beni. Mustafa, öyle demişti. Babamın, -benim- aslında tüm kız çocuklarının okula gitmesinin gereksiz olduğunu düşündüğünü ve ayrıca bazı yan köylerle süren düşmanlığımızı da Mustafa söylemişti, kimseye söylemeyeceğime dair söz verdirerek. Anlamıyordum babamın neden böyle düşündüğünü ama Mustafa’nın ağzından çıkan her sözü, istemsizce doğru ve anlaşılabilir buluyordum. Güvenecek, sırtımı dayayabileceğim biri olsa keşke. Elimden tutup beni karanlık gökyüzünü delercesine bir hızla uçurup, masmavi denizlere bıraksa. Yeniden okula başladığım ilk güne dönsem. Hatırlayamadığım doğum günlerimi tekrar yaşasam. Uzakta, çirkin binaların göğü deldiği söylenen şehirlerde uyansam. Terimizi akıttığımız toprak beni içine çekse, bir daha hiç geri vermese. Pamuk gibi sarsa bedenimi. O çirkin çocuk, - Hüseyin - köyümüzün ve sınıfımızın ortasına düştüğünde güneşten bir farkı yoktu; saçları, hatta kaşları bile sapsarı, gözleri yeşil, sürekli gülen yüzü çillerle kaplıydı. Haylaz bir çocuğa benziyordu iri gözleriyle etrafı süzerken, bir yandan da ürkek bir tarafı vardı sanki. En ufak bir gürültüde hemen geri çekilip kendini korumaya alıyor, tehlikeli bir şey olmadığını anlayınca normale dönüyordu. Arkadaşlarımın aksine, ben ona üzülüyordum. Bu köye, bu okula ait olmayan bir hali vardı ve nereden gelirse gelsin burası onun için bir düşüş olmalıydı. Babamın söylediklerinin aksine onunla yakınlaşmak istedim, çünkü onun nereden geldiğini, niye geldiğini, buradan önceki hayatını merak ediyor, onu ders aralarında kimseye fark ettirmeden kaçamak bakışlarla süzüyordum. Mustafa’ya ve diğer akrabalarıma yakalanmadan onunla konuşmak, zor bir işti.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 35
Ama bu ürkek çocuk, benim ürkekliğimi görmüş ve ne yapmak istediğimi kısık bakışlarımdan anlamış olacak ki öğretmenin oturttuğu sıradan kalkıp yanıma geldi. “Buradan daha iyi görebiliyorum tahtayı.” diyerek de açıklama yapmıştı, meraklı gözlerle bakan tüm sınıfa. Böylesi daha mı iyiydi, bilmiyordum. Cumartesi günü, tarlada çalışmak veya ödev yapmak yoktu. Cumartesi, kutsaldı. Eğlence günüydü. Günü doyasıya yaşamak için erkenden kalkıp dışarı çıktım ve Mustafa’nın evinin önüne gidip, kardeşi Meryem’i çağırdım. Aynı sınıftaydık, yaşıttık ve onunla zaman geçirmeyi çok seviyordum. Meryem’i aldıktan sonra birkaç arkadaş daha çağırdık ve birbirimizin saçlarını çekip türküler okuyarak köyden olabildiğince uzak, daha toprağı eşilmemiş, tohum atılmamış düz arazilere doğru koştuk. Seviyordum o düzlüğü; köyümüz bir toplu iğne başı kadar küçülüyor, diğer tarafıysa dağların eteklerine kadar sonsuzluğa uzanıyordu. Köyümü böyle görmek içimi burkuyordu, denizin ortasında bir kum tanesi gibi zavallı duruyordu. Kocaman dünyanın bizden haberi olup olmadığını bilmiyordum. O kadar küçüktük ki, birilerinin üstümüze basıp bizi yok etmesi çok kolaydı. Diğer taraf ise umudumu yeşertmekten çok uzaktı. O sonsuz yolun sonunda beni cezbedecek hiçbir şey yoktu. Bilinmezdi. Tüm aydınlığına ve netliğine rağmen karanlıktı. Her şeye rağmen olduğum yeri, insanlarını, evlerini seviyordum. Başka yapacak bir şeyim yoktu. Tüm bunları düşünürken köyün erkek çocukları bir savaş kazanmışçasına naralar atarak, yere sürttükleri ayaklarından çıkan tozlarla birlikte olduğumuz yerin biraz yakınana kadar gelmişti. Onlar için de futbol saatiydi. Neredeyse köyün bütün çocukları oradaydık. Diğer köylerin çocukları da bu sonsuz boşluğun bir parçasını kendilerine alacaklar birazdan. Ve aklımda dönüp dolaşan yeni bir şey tüm heyecanımı oyuna vermemi engelliyordu: ‘’Hüseyin nerede acaba?’’ Pazartesi, okulun ilk günü Hüseyin sınıfa girdiğinde yanıma değil başka bir yere oturdu. Başı önde, omuzları çökmüş, büyük bir utanç içindeymişçesine kimseye bakmıyordu. Kimseye aldırmadan gözlerimi ona dikip uzun uzun baktım. Dudağının bir yanı şişmiş, elmacık kemikleri morarmış ve kaşında bir yara bandı vardı. Tüm bunları görünce, sınıfa neden topallayarak girdiğini de anladım. Bunu kimin yaptığını anlamak zor değildi. Ufacık köyde, en ufak şey birkaç dakika içinde herkesin kulağına misafir olabiliyordu. Üstelik çat kapı! Akşam yemeğinde babamın okulun nasıl gittiğini sormasına şaşırmıştım, çünkü hiç sormazdı ve Mustafa’dan öğrendiğim üzere okula gitmemi de zaten istemiyordu.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 36
Şaşkınlığımı atar atmaz cevap verecektim ki aklıma Hüseyin ve babamın bana neden okulu sorduğuyla arasındaki bağlantı geldi. Babamın işiydi elbette, daha önce uyarmıştı ve çocuk gelip yanıma oturunca da dövmüştü onu. Yüzündeki pis ve umarsız gülümseme, iyice gözüme batar oldu. “Hüseyin dayak yemiş birinden. Yeni gelen çocuk var ya, o işte.” Ağzındaki lokmayı çiğnemeyi bıraktı bir an için, sonra hızlıca yuttu ve o çocukla ilgili bir şey sormadığını, okulumu sorduğunu, o çocukla ilgili bir şey duymak istemediğini söyledi yüksek bir sesle. Yüzünde öfke vardı. Yemeğimi hızlıca bitirip kalktım ve yatağıma girip başımı yastığımın altına sakladım. Annemin sesini duyabiliyordum bu sefer. Kızıyordu, söyleniyordu ama babam oralı bile değildi. Yine de o umursamaz sesini ne kadar alçaltmış olsa da onu duydum. Yine aynı şeyi söylemişti. “Bugün yarın gidecek zaten. Sen de biliyorsun bunu!” O gece Hüseyin’in beyaz tenini esmer vücudumda, ellerimi onun sarı saçlarının arasında, yüzlerimizi yan yana, ellerimizi ter içinde birbirine değerken düşledim. Onunla buradan kaçıp evlenmeye karar verdim. Bu kurak toprakların içinde, yağmura muhtaç bir tohum düştü kalbime. Ertesi gün çocukluğumun verdiği cesaretle, ders arasında sınıfta kimsenin olmadığı bir ânı yakalayıp Hüseyin’in defterini buldum ve en arka sayfasına titreyen ellerimle ilk hayalimi kâğıda döktüm: ‘’Benimle evlenir misin? – Zeynep’’ Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Tüm gün yüzüne bile bakamadım Hüseyin’in, yazdığım şeyi görüp görmediğini bile bilmiyordum. Belki de bana öfke doluydu yediği dayak yüzünden, belki de göründüğü kadar ürkek bir çocuk değildi. Hiçbir şey bilmiyordum. Son ders zili çaldığında çantalarımızı topladık ve sınıftan tek sıra halinde çıkmaya hazırlanırken arkamdan bir el avucumun içine bir kâğıt parçası sıkıştırdı. Dönüp bakmadım bile, onun Hüseyin olduğunu biliyordum. Kalbimden yüzüme hatta kulaklarıma kadar sıcak bir şey aktı. İçimi karşı konulamaz bir cesaret kaplamıştı.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 37
Artık her şey bitti. Kapı açıldı. Silah sesleri, savaş meydanını andırıyor. Onca insan, neyi kutluyor anlayamıyorum. İçimden bir parça öldü, ben öldüm, onu mu kutluyor herkes? Ölmemi bu kadar mı çok istiyorlardı? Yoksa kendileri gibi olmamı mı kutluyorlar? Avucumda “Evet” yazan kâğıdı sıkıca tutuyorum. Düz çizgili bir defter kâğıdı. Kurak toprakların dağların eteklerine kadar uzanan o yol gibi, dümdüz çizgili, tek sayfa. Gerisi, devamı yok. Belirsiz. Karanlık. Hayatımın aksine. Artık ne olacağını, ne olacağımı biliyorum. Yere bakan başımı, kalın parmaklarıyla çenemden tutup kaldırıyor Mustafa. Alnıma bir öpücük konduruyor. Sanki kocaman bir adam olmuş gibi geliyor gözüme. Tırnaklarım avucumdaki kâğıdı delip etime saplanıyor. Kan kaplıyor kâğıdı, eritiyor, kanayan yerimden içime girip kayboluyor.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 38
Elif Ahi / ASUMAN Asumanda ay, Etek boyları uzun yapraklardan. Mabadı kısadır, gün batımından. Asumanda ay, Geceden kalma bir avize idi. Biz yanıldık, Biz dolandık, Biz çıkamadık sere serpe yollardan. Bayırdan asfaltların sıcağına, hüznüne. Yokuş aşağı kıvrılan çimenlere. Asumanda ay, Fethedilmiş bir gün damağımda. Mihrabı susamış dudaklarının, Nice sahafların, içsel pazarında. Biriktirdik bir metelik boğazdan, Ve bir ince tülden gecelikle birlikte, Yitirdik en masum heceleri. Kabul gördü nesnellik, Sonunda özümün mor üzümleri, Şarap oldu yekpare, uzun masalara. Asumanda ay, Geceden kalma bir rüya idi. Belki mahşerden masalların içinde, Gül yaprakları serpilmiş bir şelale. Yüzüyor günahlar, inanırsan. İnanmazdım da bu hikâyeye, Belki olur, belki olmaz. Ya varsa? -çıkamadık bu çıkmazdan … Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 39
Asumanda ay, Belki okur, belki okumaz âdem. Asuman asıldı mı? Sırtında mı uyur yıldızlar? Fevkalbeşer. Taşıdım, taşıdım suları denize. İki dirhem etti, bir ömürlük emek. Perdeyi araladım sonra, Bir baktım ki, ne Asuman var. Ne de sırtı. İyi inandık olmayan şeylere biz! Zaten bize de bunu öğretmediler miydi?
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 40
Cabir Özyıldız / Gidiyorum Toplanmış gidiyorum işte Tıkıştırıp yalnız ellerimi Bir ayraç gibi valizime Kimselere ve hiçbir şeylere Değmeden Perdeleri sıkı sıkıya pencereler Ve gıcırtısı yürek ağrısı kapılardan gidiyorum. Toplanmış gidiyorum işte, Soluk gökyüzünüz, sırıtkan caddeleriniz... Düşlerimi, buruşuk bulvarlarından kusuveren İğreti köşeleriniz Ve yetişmeye çalıştığınız o geçkinlik korkusu. İstanbul size kalsın Ey, o kaba çoğulluk! Toplanmış gidiyorum işte Aldım Edip’i, Nazım’ı Heybemin en çaprazına güzelledim. Sonra Şükrü Abi'nin hüznünü teyelledim yüreğime. Dahası Kız Kulesi, o Üsküdar yetimi Ve karşıda Galata, elleri göğün yarısında Ayakları prangalı öksüzüm… -Biraz vapur düdüğü, sonra Eylül'de savrulan sapsarı hüzün bukleleridir aşırdığım sizden Toplanıp gidiyorum işte Bir anı isteseydim sizden Kirpiğime değen yeşil bir buğu Belki dudağıma değmesi ihtimal Ilık bir gece derdim. Sonra, Sonrası yok. Toplanıp gittim işte.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 41
Aynur Parlak / Çocuğum Ben Çocuğum ben, çocuğunum. Korkulu kabuslardan sırılsıklam uyanıp yanına koşan, binbir teselliyle uyuttuğun, ninniler söylediğin. -Söz mü vapura da bineceğiz adalara gideceğiz? -Söz, martılara simit bile atacağız. Martılar öyle yakınından geçecek ki, kanatları yüzünü okşayacak sanacaksın. Kikirtileri çağlayan olup dağ tepe şavkıyan o çocuğum ben, eteklerine güneş toplamış. Saçlarıma vuran güneşi okşuyor ellerin, ilkbaharda. Mevsim, dünya döngüsüne kapılıp değişiyor. Öbek öbek toplaşmış kar yığınlarına sırtüstü yatıp suratıma bir bir düşen kar tanelerini dilimle yakalamaya çalışıyorum. Kolumdan tutup kaldırıyorsun yerden. ‘’A çocuğum, sen yaramazlık mi yaptın, oyunlar mı oynadın?’’ deyip çırpıyorsun üzerimi.
Kar, sınır komşum gibi giriyor kapımdan. Zannediyorum ki bütün bir kış, gökte kızaklı geyikler dolanıyor, düşler topluyor bana adı bilinmedik gezegenlerden. Ilık rüzgarların estiği yatağıma girip asırlık uykularımdan birine dalıyorum; göz kapaklarımda görülmüş en son düşün tatlı hissi, çarşaflarımda huzur veren sakinlikle hep aynı okyanusu boyluyor diz kapaklarım ve hep balonlarla koşuşturuyorum. Hâlâ neden kumdan kale yapmamış olduğuma kızıyorum ve sonra hâlâ yapabilecek milyonla şey olduğu için seviniyorum; hayal varsa, umut da var. Hâlâ dağlara lakaplar takıyorum. Ve bulutları kendileri dışında binbir şekle sokuyorum. Arabanın ön koltuğuna kurulup, poşetlerle kucağıma topluyorum meyveleri, büyük bir iştahla yutuyorum birer birer. Göz bebeklerimde yeni şeyler keşfetme heyecanındaki o çocuk... Çipil çipil bakıyorum. Gözlerin hayli yılgın fakat heyecanıma kapılıp gidiyorsun. Çocuğum ben, çocuğunum.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 42
Sesimdeki tipiye bir şeyler hasıl oldu, sanki uğulduyorum artık, boğuk boğuk çıkıyor ninnilerim sesimden. Uyku öylece doluyor bedenime, hâlâ ellerimi yumruk yapıp uyuyorum avuçlarımdan kimse çalamasın diye bana bağışlanmış o dokunulmazlığını çocukluğun. Bir vakit Samanyolu’nun saçlarına yapışıp bütün evreni dolaşmayı düşleyen hayal gücüme söyle, hatta kız ona, dökülmesin avuç içlerimden: Göktaşı sanıyor birileri. Çukurlarıma sular doluyor, ellerim büyüyor, o kaldırımlara oturan dizeler daha çok yer ediyor adımlarımla çoğalan zamanda. Küçük kalsın ellerim istiyorum, sokakta ellerimde pamuk şekerler tutmaktan utanacak kadar büyümek istemiyorum. Hadi anlat bana, o en çok güldüğüm hikayeyi? Nasıldı? Unuttum, hatırlamıyorum. Büyümeye başlamış ördek yavruları gibi çığırtkan sesimle nasıl dolduruyordum her yanı. Oysa kötü anlatıcı sendin ve çocuk olan ben. Hiç anlamamak istedim, yeniden anlattırabilmek için o masalın sonunu. Anlıyorum, ayrı kalmak için ayrı kentlerde kalmak şart değildi, aynı odada bile ayrı kalabiliyordu insan. Kalabalıklaşan bu mavi kürede bir fazlalığım, senden daha çok. Oysa inat eder gibi balonlar uçuruyorum atmosfere, fizik yasalarından sağ çıkamayacak umutlar uğurluyorum kendimden. Fani olabilmenin tadını hikayelerle çıkarıyorum. Ölümsüz olsaydım ya, ya kazık çakacak olsaydım dünyaya. Bütün hikayeleri ezbere bilmek eziyet, büyümek mecburiyet olurdu o zaman. Çocuğum ben, çocuğunum. Ayrılıkla nasıl cümle kurulur bilmiyorum, ebedî sanıyorum bütün tutuşmaları. Oysa susmam gerekiyordu, belki de böyle burun kıvırıp ‘’Zaman beni görmedi, çaktırmayayım.’’ diyebilirdim. Diyemedim. Çünkü susmaz çocuklar. Sırf bu yüzden büyük bir tehdidim artık kendime. Sustuğumdan. Ellerime doldurduğum rengarenk boya kalemlerini yerlere saçıp yeniden avuçlarıma topluyorum. Bir saat sarkacının gitgeli gibi durmaksızın taklit ediyorum kendimi. Göz kapaklarım artık seni taşıyan bir sinema perdesi olmaktan öteye geçemiyor, oturduğum sahilden dalgaların yığdığı çakıl taşlarını dolduruyorum ceplerime, gülüyorsun. Bu distopyadan bakir kalan tek ağacı bulup altına oturuyorum. Uyuyup kalıyorum, kızıl bir yaprak rüzgarda savruluyor. Yerimden fırlıyorum, hep o yaşta kalıyorum. Kuruyan göle avuçlarımla durmaksızın su taşıyorum, can suyu deniyor bunun adına. Çocuk gözlerimin adını çift oluklu akan o şelaleye verip kayalıklardan yuvarlanıyorsun, tipiye tutuluyor çocukluğum.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 43
Sırf düşerken zayıf bir çiçeğe tutunduğun için hiçbir dal tutmuyor elinden. Yuvarlanıyorsun, rüzgâr bir dalga kadar hırsla çarpıyor saatin sarkacına. Anlar silikleşiyor ve dünya kaldığı yerden devam ediyor dönmeye, dönencelerine mevsimleri sıkıştırarak. Çatılarda ala kargalar bekleşiyor. Güneşin peşine düşüp bir parça aydınlık yakaladığımız yere bir isim vermeye kalksam diyorum. İsimler taktığım dağların dumanı gözlerimi yakıyorken hala. Bekliyorum, zaman duruyor. Hala balonlar uçuruyorum, elimde tuttuğum dondurmam eriyip üzerime akıyor. Çamurlu ayakkabılarım ve kanayan diz kapaklarımla duruyorum öylece, yaramazlıklar yaptım. Çocuğum ben, çocuğunum ve bu dünya bir düğüm. Çocuk ayakkabılarıma atılan.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 44
Zehra Garguli / OPIA
Girdiğim bir yol var gözlerimi bağlayıp Seni orada taşlı bir yolun ortasında izlediğim Öne ve arkaya daha yürümeyi bilmeyen çocukların Paytak adımları Biraz yanaşsam ayakların içime dolanacak Sana içimde Sana tenimde soğuk sular biriktireceğim Neden hiç susamıyorsun? Güneşin Tanrı olduğundan habersiz Hiçbir günahı cezalandırmadığı Çünkü heybetini bilmediği Ve her sabah her kıtayı ödüllendiren sıcaklığıyla İşte doğuyor Tanrı Neden hiç üşümüyorsun? Girdiğim bir yol var sana doğru Sana koşan çocuklar içimde Kucaklarında ölü anneleri Biri yakmaya biri gömmeye çekiştiren Yarının çaresizliğinden habersiz Neden hiç ağlamıyorsun? Hangi toprak kabul etmemiş bu filizi Kökünden memnun olmayan kim Sana baksam doyuracak bir kaplan yavrusunu Fakat bir ceylan annesiz kalacak Neden hiç acımıyorsun?
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 45
Girdiğim bir yol var İçimde dolanıp duran ayakların Önce ezip kalbimi Sonra ellerinle yedirdiğin Bir elin Hüseyin Bir elin Ali Önce yaralayıp sonra merhem sürüyorsun Kerbela'da mıyız sevgilim bu ne düşmanlık Neden hiç affetmiyorsun?
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 46
Nurgül Özlü / kırk yerinden
serseri bir suya daldığını görmüşler eteğini tutuyor ıslaklık göğsünde şal desenler kime bir tutam saç verse kökten istediler dünya dört adımlık oda ellerin kırmızısı yerinde saymakla biter yarınlarını koymuş cebine erkler kabalığıyla gürler kırk yerinden yemek tarifi üzüntü lekesi zamanla geçer serseri bir suya daldığını görmüşler göğsünde kurşun izi toprak dalga geçer
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 47
Baki Mesut Köprücü / Beni Öldürenler
Bir ölüyüm ben. Ve yaşadığım mezarlıktan çıkıp beni öldürenlerden intikam almak için güçlü bir istek duyuyorum. Kaybedecek bir şeyim yok nasıl olsa. Bu istek, burada kabrinde boylu boyunca uzanıp rahat bir ölüm içinde yüzen kara lekelilerin henüz cehennem gibi bir ateş hapsine alınmadıklarını görünce daha da büyük bir arzuya dönüştü bende. Ondandır ki henüz yaşarken yansın istiyorum dünyayı kirletenler.
Beni öldürenlerin kim olduğunu sorarsanız, aslında ben öldürdüm kendimi siyah bir gecede. Artık yaşanamayacak kadar karardığında dünya, karartıverdim ben de kendi dünyamı. Ve gelip bu mezarlığa diri diri gömdüm kendimi. Sizinle konuştuğuma bakmayın, öldüm çoktan. Öldüm dediğime de aldanmayın, burada herkes yaşıyor. Mezarlıkta hayat var, sizin bilmediğiniz biçimde. Aklınızı zorlamayın yine de. Sorgulamayın. Yaşayanların aklı yetmez, öldükten sonraki yaşamı anlamaya. O yüzden ne kadar anlatsam da size ölülerin dünyasını, ölmeden anlayamayacaksınız. Fakat şunu bilin ki yanına kâr kalıyor ölenlerin kirli işleri. Onları henüz nefes alıp verirken yakmalı.
Şu an güçlü bir istek tırmanıyor, ölü beynimden cansız bedenime doğru. Âdeta kalkıp gitmek istiyorum, toprağı aralayıp. Ne bileyim şöyle filmlerdeki gibi belki bir zombiye dönüşerek. Önce şu morarmış kolumu çıkararak toprağın içinden. Daha çürümedim. Kafatasıma yapışan ezik büzük başımı ve kurtlanmış suratımı yerden kaldırarak. Sonra da tamamen doğrulup beni öldürenleri yakmak istiyorum, dünyada yapay cehennemler inşa edip. Beni öldürenlerin hepsinden intikam almam mümkün değil, biliyorum. En azından her çirkinliği temsilen bir yaşayan bulup içimdeki yangını söndürmeliyim. Mesela kendine paradan duvarlar örüp, kadın etlerini ısıra ısıra emir verenlerden birini bulup yakmak istiyorum o duvarların arasında.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 48
Yaşarken birçok hayalim olmuştu her insan gibi. Hayallerimi yakasından tutup kendi çıkarlarının ağına hapsedenler oldu, beni nice torpilin arasında yapayalnız ve işsiz güçsüz bırakanlar. Onlardan birini de bulup yakmak istiyorum. Çocukluğumda arkadaşlarımla patlattığım tor-pil-lerin binlercesi arasında göğe uçurmak istiyorum. Hayallerimin (-nizin) hakkı için.
Dediğim gibi bir ölüyüm ben, bu mezarlıkta yaşayan. Kimseyi öldürmedim kendimden başka. Ama beni öldürenler yaşıyor hâlâ. İntikam hırsıyla yanıp tutuşuyorum bu yüzden. Kalkıp gitmek istiyorum kabrimden. Belki acele ettim kendimi öldürürken. Belki beni öldürenlerin, bir gün toprağın altında yanacağını düşündüğümden. Beni öldürenlerin içinde düşüncemi öldürenler de var, kalemimi ikiye bölenler… Bunlar, kendi kokuşmuş fikirlerini doğrulttular üzerime yıllarca. Ağzımı çürümüş devirlerin mitleriyle dikişleyip istedikleri gibi biri olmam için dua ettiler. Dua etmekle de kalmayıp üzerime geldiler ve kendi renkleriyle boyadılar beni rengârenk yurdumda. Siyaha boyandım. İşte, onlardan biri de yansın istiyorum cehennemimde. Balta girmemiş coğrafyalarda kardeşlik ve barış türküleriyle el ele yaşayan insanları, zaaflarından çekerek birbirine kırdıranlardan birini de bulup yakmak istiyorum. Başlattığı top - tüfek - silah seslerinin arasında kendi kendine inlesin istiyorum. Evlatlarının cinsel yönelimi ile oynamak istediğim kişiler var. Onları yakmayacağım. Anlasınlar istiyorum helak edilesi, sapkın çocuklara sahip olmadıklarını. Yakmak istediğim nice yaşayan var daha. Söylediğim gibi, hepsi benim kâtilim.
Şu an öyle yansın istiyorum ki mesela ölmeden önce gazetede okuduğum en son haberin failleri, ormanda küçücük bir kız çocuğunun üzerine çullanan o iki yamyam... Şerefsizlik organını kesip midesine tıkmak, sonra da fedakâr bir ağacın dallarında baş aşağı sallandırıp ağaçla birlikte yakmak istiyorum onları. Ölmemde onların da payı büyük. Mesela gezegenimin ciğerlerini art niyeti ve cehaletiyle kül edenler oldu yahut tertemiz havayı soluyan vicdanlı hayvanları yakan vicdansızlar. İşte, o otçullardan ve etçillerden birisini de bulup atmak istiyorum içimde yanan ormana.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 49
Muhammet Kaya / Mağlubiyet Saatle dövüşürüm ben, Zaman akrebin parmaklarında olmamalı. Söverim de sık sık, İnsan o kadar terbiyeli olmamalı. Hatta küfür etmek, Ayıp sayılmamalı. Sen gelirsin olur olmaz zamanda Yağmur gibi düşersin aklıma. Aşk dediğin şey bu kadar, Bu kadar parçalı bulutlu olmamalı. Ne bileyim ben... Mesela Konu olmamalı ela gözlerin, Varmışlı yokmuşlu masallara. Yoktun sen, yoksun sen, Yoksunum yarınlara. Şarap şişesiyle dövüşürüm. Köpek öldürenmiş, peh! Beni öldüremedi. Birkaç damlasını içmedim, Önümdeki kağıda döktüm. Kelimeler de sarhoş artık. Kelimeler de ölmedi. Kelimelerle de dövüşürüm. Hiçbiri galip gelemedi. Bir tek seninle gülüşürüm ben. Gittiğinden beri köpek öldüren kelimelerim. Gidişinle dövüştüm. ellerini uzat. Çünkü Babam bana çocukken, bükemeyeceğim bileği öpmemi öğretti.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 50
Memozan / Kentsel Dönüşüm
Çingene mahallesinin Gregorları Sancılı uykularından sonra Bir sabah uyandıklarında Asılı buldular kendilerini Yeni apartmanlarının Bodrum katlarında
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 51
Kerem Nadir Özcan / Üçüncü Yol
Çekilmez kılan yakutları. Görünüp kaybolan o parlaklık, son rengi. Kirletirken geceyi, günleri. Issızlıklara. Yağmur özleten, sahil kadınlarına. Susuzluğu yazın. Giremediğimiz mevsimin, asla çıkamadığımız saldırışlarından. Gözlerime baka baka yalanlarıyla insanlarıyla. İnsanlarıyla öldürürken tanrı, bu aşkı. Kutsal ya da uhrevi yakarışlar olmayacak bunlar. Ölümü çıkartacağız martı leşlerinden gökkuşağı öncelerine. Belki yağmura, belki öçlere. Aileler de geçecek kaldırımlardan. Oysa sahil kumlarını getirmeyecekler mi yine. Bir Orta Anadolu radyosunda asarken sesini, kırgın balıkları gecenin. Öten gecenin duruluğuna çırılçıplak yürümeyecek miyiz? Seninle gülmeyecek miyiz, vücutlara. Sonsuz kapıları denizin. Açıldıkça gemilerin kamaralarında gizli aşklara şehvetimizi sürmeyecek miyiz, gri?
Çok şey mi istedim? Sevmeyi, sevebilmeyi yalnızca. Sonluya yürürken başlangıcı bilecek ya da yakınlaşacak kim gelmiş ki, geçecek? O filozofu denizin, taptığım. Tanrı, sudur. Şehirlerden kara bir leke gibi kaldım. Seninle yaşadığımız bu kısa zamanı, reddettin. Ölüme yaklaştığın için ona yakınlaştın. O, benim mavim kapım. Ben. İdeolojine inat, yaşadığın bir mahalleyim.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 52
Garsonları, hizmetkarları kayalıkların arkasında gizlediği peygamberleri zarganaların. KISA ÇOCUKLUK TİTREYİŞLERİYLE KOŞTUĞUN O TASSARUF ZAMANI ŞEHİR. Otobüs yolculukları, çocuk kafası kadar aynalar, sigarasıyla şoförler. İzci kamplarında gitarist kadınların gülümseyişi bir görüntü, palmiye ve zift asfaltlar. Ben ölüyüm. Akdeniz, titrek.
Hiçbir zaman var olmayacak babaları vardır denizatlarının. İntihar yaşam gibi, intihar ölüm gibi üçüncü bir yol mu açacak, yitik annelerine zamanın? Üçüncü yolun Budist çığırtkanları. Kayboluyor o görüntü güneş batarken, sesler yükseliyor. Dalgaların yaratılışı, ısınmışken aniden soğuması kumların, parmaklarının arasında gülümsemesi alyuvarlarının şarapla ve bir ilkokul öğretmeni titizliğinde elenmesi kumdan kaleleri çocukluk arkadaşlıklarının, topları, arabaları, kürekleri, babaları. Hadi susalım artık, susalım, öleceğiz. Kaybolmak, olmamak, varlığının çekilmesi, kütlenin silinmesi. Ne aciz, ne acı değil mi bitmesi?
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 53
Asiye Selay Keskin / Yabancı Hepimiz aynı akvaryumdayız Boy aynası sandığımız bu akvaryumda. Sadece yalnız olanlarımız işitiyor Dalgaların isyanla karışık fısıltısını Ve de tüm günü esneyerek geçirdikten sonra Saat gece yarısını vurduğu anda Gözleri sonuna kadar açılanlar -Nedendir bilinmez yine sabahlayacaklarDiğerleri bilmiyor, Gerçekten neredeler, ruhları duymuyor. Arada ses kesiliyor ya hani, balıklar salınıyor yalnızca Pes etti diyorum, akvaryum; artık değil dışımızda Ama geri geliyor insanlar susunca. Ah, o da, diyorum. Demek sevmiyor insanları, Akvaryumu hissedince güven duyuyorum Büyüyorum ve de kalabalıklaşıyorum. Birkaç defa boğulayazıyorum bu sonsuz mavide Evimde değilim, farkına varalı çok oldu İnsanlara pek belli etmiyorum. -Nasıl, aranıza karışabilmiş miyim?Bunu nasıl yaptığımı sorarsanız, Akvaryumla konuşuyorum. -Vefa nedir bilen arkadaşlar edinme çabasındayım
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 54
Balıklar da mutlu sayılmaz hem Anlatır anlatmaz unutsalar da sıkıntılarını İçlerinde tarifsiz bir keder bâki, Konu mühim değil. Şimdi zorluyorum kendimi, Balık olmaya gayret ediyorum Bunu neden istediğimi hatırlamıyorum Yalnızlık bu kadar mı zor? Sonunda bir balığa dönüşüyorum Ne ölüm diye bir şey biliyorum Ne de hayat telaşını hatırlıyorum. -ArtıkBenden mutlusu olamaz derken Tarifsiz bir kederle uykuya dalıyorum.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 55
Ahu Neda Olsoy / AYLA GECENİN ALKIŞLANDIĞI YER
Yalvardığımı biliyordun, ağlarca yaklaşmak yanına Hiç izin vermedin bir olmaya, Aynı günahların ışığında, birbirimizin hayatını akıtıyorken ağızlarımıza. Bir günah olmaya vardım, bakıcısını kovmaya yalnızlığın. Ve pahasına her şeyin, neymiş gençlik, pes etmeden Kokunu seyir alıp sapa dağının, başka bir gün istemek. Yüzümü gör diye gelmek o kulluğuna senin, sonunda bir sevda açmış kucağını Alma elimden, pahasına saçlarımın, uzattım sana çık o yukarıya. Bunalmış sevgim de benden, kim orada, kirletmesinler Alnımı, kanımı ve yaşımı. Dokunsan tozlanırdın bakireliğime, Beyaz örtüleri serdirdin, öğrettin unutmamayı, sen sevişmeler bilirdin Kirazlarımı çıkarırken izlerdin, sen daha cansın, bendesin ama kim orada. Tanrı'yı silemedim aradan, kaderin kağıdını ped yaptım olamadı Hep aynı şarkı, bin kez senin değil, pahasına bir ölümün Süzülmüyordu balkondan düşen entari, Çok erkenden çığlığı seçti biri bizim için. Bir cesur, bir dolu aşk bu, bilmiyorsun Benzemiyorsun sevgilim barbarlara, Göz göze gelsek atların ağlıyor, ne başkasın! Bir cehennemi güzelleştirecek neyim varsa sakladım senden İyi ki bizim olmadı dünya.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 56
Bir bitecek, bir başlayacak bir aşk bu! Biliyorsun Gece gündüz kapımı çalan ateş En gizlisinden, şimdi nasılsa öyle ayrı Unut bir kapıyı açmayı, çünkü aynı anda kapatmaktır da. Gitme hiçbir yabancı dalın peşinden, yeşillenmemiştir daha avucun bak Bir daha bak. Bizim için seçtiler ama olsun savaşırız Oysa sen ne denli çocuksun ne yaramaz Söyle, seni bulamazsam fakat elinin değdiği her yere yaşamaktan yanaysa Tanığım değil aşk, bir de güneş, sevilmediğim her köşe Sadakatimle veriyorum sana acımı. Ayla gecenin alkışlandığı o yerde Kal, tuttuğumda kendimi gitmemek için, zararı olmaz, Doğmaması günün, hiç doğmaması.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 57
İzel Fenerci/ Bilinmeyen Adanın Öyküsü (Jose Saramago,2001)
‘’Eski zamanlardan beri dünya, insanın ayak bastığı her kıtaya medeniyet güneşini doğurdu. Krallar, dükler, şahlar geldi. Şehirler yakıldı, isyanlar çıktı. Akan kanların azizliği üstüne ülkeler kuruldu. Secdeye yattığımız, kutsandığımız, denizleri ikiye ayıranlarımız geldi. Sonra inançsızlık...Tükenenler ve tükettiklerimiz ile bir kez döndü dünya. Yüzlerce insan, yüzlerce insanın içinde doğdu büyüdü yaşadı ve öldü. Tarih sayısız kere tekerrür etti. Tüm gerçekliğiyle sonu bir yok oluşa hizmet eden dünya, insanın bir var-mış(ı) oldu. İkiye ayrıldık. Kimimiz bir yola çıktık, kaybolduk ve sonra yolumuzu tekrar bulduk. Kimimizin ömrü de kum saatinin son taneciğine hükmettiğinde, inandığımız ve yürüdüğümüz o yolu tamamlayamadan diz çöktük güneşe. Kimimiz yuvamızdan hiç çıkmadık. Ömür boyu bir kış uykusunda kalarak, zamanımız gelince evimizden aldılar bizi. İkisi de hayattı. İkisi de gözyaşı ve nadiren mutluluktu. Ama anladık, her ne olursa olsun seçtikleri, düşündükleri ve eylemleriydi bu yolda, insan…’’
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 58
'Bilinmeyen Bir Adanın Öyküsü', Portekiz Edebiyatının önemli isimlerinden Jose Saramago tarafından yazılmış ve 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş bir eserdir. Konusunu kendini gerçekleştirmek ve keşfetmek isteyenlerin felsefesi oluştururken, basit bir dil yapısı ile şekillendirmiştir.Kişilerin diyaloglarını farklı bir tarz izleyerek noktalama işaretlerinden arındırarak yazmıştır. Kendi kabuğundan sıyrılmak ve gerçekliğini duru bir yetiyle görmek isteyen kitaptaki kahramanımız bir gün, yaşadığı yerdeki kralın dilekler kapısını çalmış, geri kalan herkes gibi ün, şan, statü istemek yerine sadece kral ile konuşmak istiyorum demiştir. Hizmetli bunun mümkün olmadığını söyleyince de ‘’Kral buraya gelmeden bu kapıdan gitmeyeceğim.’’ diyerek kralı meraka düşürmüş 3 gün sonunda da onu ayağına kadar getirtmiş ve en nihayetinde yalnızca ‘’Bir tekne istiyorum.’’ demiştir ve hikaye başlamıştır. Bir yolculuğa çıkmak isteyen kahramanımızın nedeninin bilinmeyen bir adayı aramak isteği oluşu, kralı önce güldürmüştür ve bilinmeyen bir adanın artık olmadığını dile getirmiştir. Yazar, bu bölüm ile başlayarak okurlara basit cümleler ile hikayenin felsefi alt metinlerini sunmuştur. Bulunmak istenen bilinmeyen ada, kahramanımıza göre vardır. Bu düşüncesi hayatta her şeyin tamamen keşfedilmiş ve bitmiş olduğuna inanmadığı tezine dayandırılmıştır. Bilinmeyeni keşfetme isteği, kahramanımızın bilgelik yolundaki tüm düşünce yapısının temelini kurar. Kral, bilinen her şeyi yöneten olarak dile getirilirken kahramanımız, bilinmeyen şeyleri keşfetmek üzerine araştırmacı, bilgileri sorgulayan ve düşünen insan olarak temsil edilmiştir. Maddi anlamda büyük bir güce sahip olan kralın kibrine karşın kahramanımız tavrı ve düşünceleriyle kralı manipüle etmiştir. ‘’Tekneler kralsız da olabilir ama kral teknesiz ise bir hiçtir.’’ düşüncesi ise maddi güce olan mutlak güvenin bir eleştirisidir. ‘’Bu gidişle onlar sana değil sen onlara ait olacaksın.’’ sözü, kralın aç gözlülük ve para hırsına yenilebileceğine dair kahramanın minik bir uyarısıdır. Konuşmaların ardından, önce tekneyi vermek istemeyen kral dünya üzerindeki en büyük güçlerden birine; kitlelerin iradesine, birleşip hep bir ağızdan ‘’Tekneyi ver.’’ demesine dayanamayarak kahramanımızın isteğine karşılık vermiştir. Ona uygun bir tekne için kartvizitini uzatıp rıhtıma gitmesini ve denizciyi bulup ona uygun bir teknenin ayarlanması için kral tarafından yollandığını dile getirmesini söylemiş ve ona dilediği olanağı sunmuştur. Hikayenin bir başka karakteri olan hizmetli kadına, bilinmeyen adayı aramak için yolculuğa çıkma kararlılığına sahip bir adam umut olmuştur.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 59
Kendi hayatını farklı bir yönde şekillendirme cesareti vermiş ve adamın yolculuğunda desteğe ihtiyacı olduğunu düşünerek, bu yolculukta onunla aynı tekneye binmiştir. Yazar verilen karardan dönülmezlik ilkesini bizlere kararlar kapısından yalnızca bir kere çıkılabileceğini ve bunun geri dönüşü olamayacağını söylemesi ile hizmetlinin ağzından açık bir dille belirtmiştir. Kitap boyunca hayata dair kısa cümleler hız kesmeden devam eder. İnsanların, kaderlerinin farkında olmadan değiştiğini ve hep ardında durduğunu, kahramanımızın peşine takılan hizmetli kadını fark etmediği ile betimlerken, bir yolculuk için önemli olanın varış değil gidiş olduğunu, kendimizi keşfetme yolunda olmanın yeterli olduğunu vurgular. Kitap yalnızca kendini gerçekleştirme yolu ile değil, toplumda tartışılan ve üstünde düşünülen meselelere de kısaca değinir. Tekneyi bir bölümde metafor olarak kullanan yazar Erich Fromm’un da ‘’Sahip Olmak ya da Olmak’’ adlı kitabında bahsettiği gibi bir şeyi veya kişiyi sevmeye dair düşüncelerini ‘’Beğenmek en güzel sahip olma biçimiyken, sahip olmak beğenmenin en kötü biçimidir.’’ diyerek bu dünyada hiçbir şeye sahip olunamayacağını, sevilen her ne olursa olsun onu sıkmadan serbest ve özgürce olması gerekliliğini tek bir cümlede özetlemiştir. Kadın ve erkeklerin toplumsal sınıftaki rollerine eleştirel bir dille de parmak basan Saramago, kitabın bir bölümünde; ‘’İşten evlerine dönen erkeklerin karnının doyurulmasını beklediklerini çünkü karnı doyurulması gereken varlıkların yalnızca kendileri olduklarını sandığını’’ yazmış ve kahramanımızın hizmetli kadın ve kendisine yemek alıp getirmesi ile düşünen, gerektiği gibi eşit davranan anaerkil bir Adem’in farkını ortaya koymuştur. Psikolojide bahsi geçen kendini gerçekleştirme adımlarına da yer veren yazar konfor alanından çıkamayanları da işlemiştir. Bilinmeyen bir adaya yolculuk yapmak adına tekne için tayfa arayan adamın, yanına destekçi bulamayışı, denizin karanlığından korkanların cesaret sahibi olmadığına ve herkesin konfor alanını terk edemeyeceğine işaret emiştir. Her şeyi öğrenmenin yola çıkıldığı zaman başlandığı ve yola çıkılmadan önce her şeyin önceden araştırılması gibi konular ise hizmetli kadının, teknenin eksiklerini anlayabilmek için tekneye dair bilgi sahibi oluşu araştırma yapması ile gösterilmiştir. Bir yolculuğa çıkmadan önce yolculuk öncesi hazırlık yapılması ve her şeyin düşünülmesi gerektiği de vurgulanmıştır. Hizmetli kadının tayfa bulamaz ise bu seferden vazgeçeceğini söyleyen adama ‘’ikimiz idare ederiz.’’ diye verdiği cevap verilen bir karardan ilk engel karşısında vazgeçilmemesi gerektiğini ve bu engelin aşılması gerekliliğini savunulmuştur.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 60
Kitap, gözümüzün önünde bizi mutlu edecek olanların bazen ön yargılarımız ve yanlış düşüncelerimiz nedeni ile hayal kırıklığına uğrayabileceğimizi de yansıtmıştır. Son bölüm bizi adamın o karışık rüyasına sürüklemiştir. Rüyada adamın hizmetli kadına ne kadar güzel diye bakarken hizmetli kadının, adamın sadece adayı düşünüyor olduğunu düşünmesi de yukarıda sözü geçen ön yargı ile ilgili önermeyi de destekler niteliktedir. Yazar kimi zaman yanı başımızda olan birine nasıl ulaşamadığımızı adamın hizmetli kadına bu kadar yakın olmasına rağmen nasıl yaklaşacağını bilmemesi ile vurgulamıştır. Kitap dini imgeler ile de süslenmiştir. Rüyanın bir boyutunda hayvanların ve denizcilerin bir anda tekneye doluşması bu durumun doğanın azizliği olarak vurgulanması ile din metinlerinde adı geçen Nuh Tufanı'na da bir gönderme yapılmıştır. Hayat kimi zaman kabullenmektir. Yola çıktıklarımız bizi yarı yolda bırakabilir eğer aynı amaca hizmet etmiyorsak. Adamın kendisini keşfetmek için çıkmak istediği bu yolda denizcilerin ‘’Yaşanacak daha iyi yer vardır.’’ inanışı ile adama eşlik etmesi, onların yollarını ayıran etmen olmuştur. Hayat zorlukları ile engebelidir ve gelişim sabit bir ivmeyi izlemez. Teknenin ormana dönüşmesi ve yeniden yola koyulacağının söylenmesi, hedefinde kimi zaman kararsızlık yaşayan adamın kendi yolundaki engelleri aşarak yürüdüğü yola tekrar devam edeceğini ve kendisini gerçekleştirme yolunda korku alanını aşarak ilerleme sağladığını simgelemektedir. Rüyadan uyanan adam sabahın ilk ışıklarında hizmetli kadın ile teknenin iki yanına beyaz harflerle kitapta sıkça geçen karavela (tekne tipi) için düşündükleri ismi yeni başlangıçların ve kutsal sayılan kavramların simgesi beyaz renk ile harfleri yazmalarının ardından, öğlene doğru yola çıkmışlardır. Öykünün sonunu ucu açık bir biçimde bırakıp eserini noktalarken yazar, bizlere kendi hayatımıza dair derin bir düşünme payı bırakmış olabilir. Kişisel gelişim ve felsefi konuları içeren ‘’Bilinmeyen Adanın Öyküsü’’ sade bir anlatım ile bizi konfor alanlarımızdan çıkarıp ilginç bir yolculuğa sürükleyebilir. Kendisini arayan herkesin okuyabileceği türden bir eser.
‘’ Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.’’
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 61
Berfin / Çoban Yıldızı Hızlı adımlarla binadan çıkarken, birden köşede seni gördüğüm anı anımsıyorum. Ağzım kulaklarımda ‘’Ne işin var burada?’’ demiştim. İçimden kendimce mırıldanıyordum. - Galiba beni seviyor. - Kapımın önündeki insanla sevgiyi bağdaştırmak, benim veçhimde olağandı. Bu kadar basitti, kanmak. Kalabalıklar arasında donakaldığım olurdu. Gözümde geçmişe dair bir an belirir, boşluğa dalardım. Hiçbir anlam veremiyorum, o anların geçmiş olmasına. Siyah beyaz bir fotoğrafın içinde gittikçe silikleşiyorum. Hatırlarınızda ‘Bu da bir arkadaş.’ oluyorum. Bütün eşyalarım, deyim yerindeyse varım yoğum, sırtındaki çantadaydı. Öyle bir öfkeyle dolmuştum ki, arkama bakmadan koşmaya başlamıştım. Hiç tanımadığım bir şehirdeydim. Arkamdan geliyor musun diye bakmaya korkarken bile koşuyordum. Kollarımdan tutup kendine çektiğin an, öğrendim geldiğini. Nasıl az hasarla kurtulurduk birbirimizin olmaktan? İnsanların kimin safında olduğunu kestirmek güç. Üstelik çoğu yaşayanın bir yönü bile yokken. Bazen bir simaya uzanıp sormak istiyorum: ‘’Beni öldürecek misin?’’ Sanırım düşünmeden yaşıyordum seninle. Sana olan kızgınlıklarım, beni hep kapı çarpmalara itti. Üzerimde kolları geniş, sarı bir kazak vardı. Senin üzerinde gece dağınıklığı pijamaların. Aklın şaraptaydı, kaçmıştı. Fevriydim. Hep sana karşı eksik kaldığımı sanırdım. Öyle bir hışımla doldurmuştum ki valizi, kendimi bile unutmuştum evde. Çareyi kapıyı kitlemekte bulmuştun. Ne gülünç. Halbuki ben camdan atlamaya bile hazırdım. Kadınlarla yaşarken kendimde daha fazla eksiklik tadıyorum. Yüzümdeki benler, lekeler… Hepsi bir anda ayaklanıp aynadan bana saldıracak gibi. Herhangi bir savaş için silahsızım. Habersiz yaşadığım bir akşamdı. Aklım, yüksek dozdan morgda yatıyordu. Bedenim ise kararlıydı suistimal edilmeye. Gecenin bir vakti, ömrümde ilk defa geldiğim bir otogardaydım.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 62
Elimde bir valiz ve bana yetmeyecek miktarda biraz parayla. Seni görmek için kat ettiğim o yol, yürüdüğüm tüm yollardan uzundu. Seni ilk gördüğüm an, bütün çektiğim acılar karşımda durmuş kahkaha atıyordu aptallığıma. İşte, kandığım ilk yanlış. Bana doğru yürüyor, evin kapısında bir elinde anahtarları sallıyordun. Diğer elin elimi, birazdan olacaklardan özür diler gibi tutmuştu. Bir an ağırca bir kelime düştü ağzından. Evimiz. Lakin ihanetlerinden biliyorduk. Sen başka kadınlarla çoğuldun. Geçip gidenlere pişmanlık değil de heybeme topladığım inciler gözüyle bakıyorum. Yolun sonunda çok zengin bir bilge olacağım. Sırtındaki çantaya hiç anlam verememiştim. Bankta otururken, yanımdan geçip gidişini izledim. Beni tanımamıştın. Çirkin bulduğundan mı? Geceleri baktığın fotoğraflarımı iyi mi ezberleyememiştin? Allah, sana yardım etmek için görevlendirmişti beni. Bir gece rüyamda uçmuştuk birkaç dakikalığına. Tahta bankta otururken göz göze geldiğimiz ilk an, başarısız olacağımı biliyordum. Başka bir kadına âşık olmak için bana gönderilmiştin. Önce biraz acı çekip, pişecektin. Sonra koşar adım gidecektin. Bir başkasına. Birine harbi hisler beslemek, çıkarcılığı en aza indirmekle mümkün. Türlü türlü atıp tutarken, kafamıza düşen beylik sözlerden öğrendim bunu. Birbirimizden emeceğimiz kan bittiğinde gitmeye hazırdık. Bir başkasına. Eski bir çocuk masalında tanıştırmışlardı bizi. Bir varmış, bir yokmuştan öte. Vardık, birbirimizde yok olduk. Başka bir kadının parmağında halka olarak var olmaya devam ediyorsun. Elimde kurbağam, teki kaybolmuş ayakkabım, yediğim yarım elma ve giyindiğim pembe elbise ile boynu bükük kaldım bense. Uykumda zehirlendim, öpeceğin yerde. Olduğum gibi kalmamıştım. Pişman da olmamıştım. Bilakis eksilmekten zevk duyuyordum. Mukadderatımı vehim doldurma arzumdan kurtulamıyorum. Beynimin ve midemin içinde, beni kemiren iki leş solucandan besleniyorum. Toprak olma heyecanı içinde çıldırıyorum.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 63
‘’Güzel, ne güzel olmuşsun.’’ Sana giyindiğim elbisede duymak istediğim cümleydi bu. Seni seviyorum demenden pörsümüş etim, sarkmışlığına rağmen çiçek açmıştı birkaç parça kumaşta. Kırpıştırdığım gözlerim, ‘sev’ fırlatıyordu suratına. Bir türlü isabet edemeyen ‘sev’ler, burnunun çizgisinden kayıp düşüyordu. Önümdeki yemek, sadece senin ağzında tatlanıyordu. Ben bu şekilde doyuyordum. Fırsat verseler, seni yeniden doğururdum. Bunları düşünüyordum. Kan kaybından ölmemi sağlıyorken sen. Hep vermek üzerine kurulan ahmaklığımız, bizi dar ağacına götüren idi. İnsan boynuna asılan ipe inanç bağlarsa, tek kurtuluşu ipin kendini kesmesidir. Seni son görüşümde bundan bihaberdim. Beni bana kırdırmıştın, gövdeni yumruklayarak ağladım. ‘’Nefret ediyorum senden.’’ demiştim sayısız kez. Oturduğun salıncaktan da uzun süre nefret edecektim ama tek gerçek buydu. Senden sonra gittiğim her parkın kumuna bir acı gömdüm. Yedinci gidişimde, artık bırakacak acı kalmamıştı, sana acıyordum.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 64
Yasin Tatar / Yük
-Torununa çocuğuna, torununa çocuğuna… Her yaşta… Kelimeler gittikçe daha bir tökezleyerek ve özensiz çıkıyordu dişlerinin arasından. Avlunun çıkışındaki yerini aldığında sala okunmamıştı henüz. Vakit kazanmak için erkenden düşmüştü yollara. Mescide giren çıkan kim varsa kaçırmamak için dikkatle izliyordu. Eskiden Cuma’ya yakın saatlerde gelerek boynundan sarkan kolisiyle abdest alanların ve avluda sohbete dalanların etrafında hevesle gezinirdi. O zamanlar, bu satış işlerinde pek de başarılı sayılmazdı. Ama en azından şimdiki gibi saçlarını virüs gibi saran aklar yoktu, ayrıca gücü de yerinde sayılırdı. Hatta elindekileri musalla taşına bırakıp cemaate katıldığı bile olurdu. Ama artık yetişemiyordu, selam verir vermez çil yavrusu gibi dağılan cemaate. Ardı ardına zemine düşen kunduraların sesleri arasında kalabalığı yarıp yerini alamıyordu. Bugün de talihi pek yaver gitmemişti. Duaya dahi katılmadan çıkan bir iki kişinin ardından genciyle, yaşlısıyla katlanarak aktı kalabalık, çıkışa doğru. Göğsüne dayadığı koliden üç düdük çıkarıp birini telaşla ağzına götürdü. Diğerleri titrek parmaklarının arasında birbirine çarpıp çınlarken kimsenin oralı olmadığını fark etti. Çocuklara laf dinletmek daha kolaydı, zaman mevhumları yoktu ne de olsa. Ama onlar da pek azdı. Olanlarsa ellerine yapıştıkları büyüklerinin gölgesinde aynı boş gözlerle ilgisizce izliyorlardı onu. ‘’Bir umut…” deyip aralarına karışmaya çalıştıysa da eline vurup ‘’Çınlatma şunu be!’’ diye terslemişlerdi. Sülaleyi de sokuşturuverdi araya saniyeler içinde. Dolmuşçu değil mi sonuçta? Eli, kalbinin hizasına ön cebinde duran kabarıklığa uzandı.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 65
Kısa sürede avlu boşaldı. Topluluk, ardında korkudan uçuşup duran bir güvercin ailesi ve taze patlamış bir nasırın acısını bırakıp gitti. Satıcı yüzünde nasırın sıkıntısı, tökezleyerek çıkışa yürüdü. İki yanından gül dallarına bağlanmış, sabit çift kanatlı kapıyı geçip caddeye çıktı. Dükkânlar iki taraftan düzenli bir şekilde sıralanmış, gidiyordu. Pantolonunun cebinde kabarık duran hazneye yandaki çeşmeden su ilave etti. Artık düdük çınlarken altındaki boşluktan köpük de çıkartıyordu. Kaldırım, avluya göre daha sakindi. Gelip geçenlerin çoğu kravatlı, çantalı beyler olmasına karşın pek aceleci değillerdi işlerinde. Daha bir ağırdan alıyorlardı ve anlaşılan onları bekleyenleri pek önemsemiyorlardı. Ama esnaf takımı öyle mi, müşterinin gölgesi bile onları yarış atına çevirmeye yeterdi. Gerçi bırak yarışı tarlaya sürülür hali yoktu ya. Ama az buz demeden bu seyyar dalgasının ardını kovalıyordu. Ama ağırdan alsalar da kalabalık, gene başına bela olmuştu. Kime laf yetiştireceğini şaşırdı. Kâh ağzındaki zamazingoyu öttürüyor, kâh çıkarıp telaşla tanıtmaya çalışıyor. Birinin duyduğunu diğerine ulaştıramıyordu. Cüzdanlar, siyah Bond çantaların içinde hareketsiz bekliyordu. Ortada sadece kendini yırtan manasız bir gürültü kalıyordu. Adam can sıkıntısıyla ağzından çıkardığı oyuncağı, kolidekilerle karışmasın diye ön cebine sokuşturdu. Bir aralık, gözü yolun karşısındaki şapkacının tezgâhına takıldı. Kendisi bitkin ve terli olmasına karşın, diğerinin yüzünde hiçbir telaş ve kaygı sezilmiyordu. Etrafını saran kalabalık da cabasıydı. Karşıya geçmeyi düşündüyse de yolu ikiye bölen uzunca bariyer dikkatini çekti. Cam bariyer, yandan gümüş kelepçeler ile sabitlenmiş aşılmaz bir hisar gibi yükseliyordu. Geçen ki kaza aklına geldi birdenbire. Özellikle cami esnafının çok tuttuğu bir yerel gazete, bu olayla ilgili haftalarca yazı dizisi yayınlamıştı. İşi ‘’Halkın tepkisizliği bırakıp dava açması’’ konusuna getirince, belediyeyi hayli zora sokmuşlardı. Sandığından yuvarlanan boya kutusu, kırılıp, akan kanını siyaha boyamıştı çocuğun. Çevresini saran kalabalığı aşamasa da gazetenin manşetinden hatırlıyordu bu görüntüyü. Yukarıdan dolanıp üst geçidi çıkmaya cesaret edemiyordu. Koliyi tutan ip, sıcaktan ensesine gömülmüştü zaten. Ayrıca her an fırsatı kaçırabilirdi. Müşteriydi neticede, yaklaşan ısrarcı bir satıcı gördüler mi tavşan gibi dağılıp giderlerdi. Artık reddetmekten bile sıkılmıştı insanlar. Sağ ayağını indirip kaldırımdan, yaklaşan işçi servisine dikti gözlerini. Bariyere daha yakındı sonuçta. Bir koşu sıçrasa, bariyerin üstünden öteki tarafa geçebilirdi. Birden geriye, hızla indiği yere sıçradı. Öyle ya öteki tarafa geçmenin daha ucuz yolları vardı. Şoför, yarı açık camdan hala yanmakta olan izmariti fırlatıverdi suratına. ‘’Senin’’ dedi, ‘’Ananı, avradını…’’ Alttan giydiği kalın içlikten, kalbinin vuruşunu hissediyordu. İçindeki korku, koca göbeğini hırsla tekmeleyip duruyordu. Çeşmenin yuvarlak, dantel gibi kıvrımlı yalağı ilişti gözüne.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 66
Eğer oturmakla vakit geçirecek olursa, kaygıları daha da uzayıp aşılmaz bir hal alacaktı. Sıcağı sıcağına tekrar indi kaldırımdan. Kurşuni anten, saplandığı arabanın tavanıyla yokuşun başından ağır ağır yükseliyorken sıçrayıverdi birden. Kirli tırnakları, kavradığı çubuğun baskısıyla bükülüp etini sızlatıyordu. Bir ayağı parmakları üstünde gerilmiş, diğeri iki bariyer arasında sabit durmaya çalışıyor. Fakat koli, cama dayandığı yerden, onu iten gövdenin etkisiyle eğiliyordu. Sağlam bir nefes alıp, var gücüyle yükseldiğinde olan oldu. Yırtık köşesi aşağıya bakan koli, sıçrayan göbeğin üstünden birer ikişer taşıdıklarını dökmeye başladı. Yuvarlanma korkusuyla kalakaldığı yerde gelip geçen arabaların fırlattığı rüzgâr, terden sırılsıklam sırtını üşütüyordu. Dönüş yolundan gelen diğerleri ise dağılan sermayesini acımadan çiğniyorlardı. Ortalık hafiflediğinde düdüklerin tuzla buz olmuş enkazına, renk renk kırıntılara baktı bir an. Başını çubuğun oval tepesine yaslayıp, bacaklarını kasıklarına doğru büzdü. Kıçını yükseltip bacak arasını uzaklaştırdığı camdan, bir anda aşağı devirdi kendini. Bu seferde kolu bükülü verdi omzunun gerisinden. Keskin bir acıyla ovuşturdu, zamanın döve döve iyice yumuşattığı sarkmış pazularını. Parçalar iyice yapışmıştı zemine tozlu lastiklerin altında, yedirilmişti adeta. Göz mineleri ıslandığında, yaşlar, hangi yarıktan ineceklerini bilemeyip kalakaldılar. Artık daha sakindi. Ne arabalar, ne karşı tezgâhı görünmez kılan kalabalık. Kaldırıma ulaştığında ilk olarak hızla çekip kopardı, artık hafiflemiş koliyi boynundan. Avuçlarını ensesinde gezdirip silmeye çalıştı ipin izini. Altı günlük sakalları, örttüğü kızarıklıkla, sanki olası bir patlamayı haber verir gibi dimdikti. Acımasızca gıdıklıyorlardı sinirlerini. Tırnaklarını çenesinin altından tenine ulaştırıp didiklemeye başladı. Kene koparır gibi, bit patlatır gibi, hırsla… Sonra avuçlarındaki tek sermayesine baktı öfkeyle. Tam düdüğün ucunu başparmağıyla eziyordu ki yere attığı biberonunun üstünde tepinen çocuğu fark etti. Gözleri, ağlayıp çığlık atmaktan yumuk yumuk olmasına rağmen parmağıyla doğru istikameti işaret ediyordu. Adamın gevşemiş avuçlarının tam ortasında serili duruyordu hedef. Dizleri sızladığı için çökemedi. Aynı boya gelmek için belini hafif aşağı doğrultup başını okşadı çocuğun. Çocuk dudaklarının tam ortasına yerleştirdiği düdüğe var gücüyle üflüyordu. Ama nafile… - Su koy altına su. Öttüremezsin yoksa. Aldırmadı. Çünkü çocuk, o sırada caddenin en yanık havasını çalmakla meşguldü.
Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi
| 67