Bi Konuşalım Mı Sanat, Edebiyat ve Hede Hödö Dergisi - 2. Sayı

Page 1


Künye İmtiyaz Sahibi: Kadir ATICI Genel Yayın Yönetmeni: Hakan BADİK Editör: Çağla NALBANTOĞLU Yusuf ARAF Destek Verenler: Evimizdeki herkes, destekçimizdir.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|1


hede hödö ne yahu!

fazla davetkar bir isim!!1

Bi Konuşalım Mı Ne Ki ? r? yor ki bunla u ş u n o k e n

eh! nuyorlarmış, p vu sa ü ğ ü rl ü zg ö

Cümleten selamlar. Bendeniz Çağla Nalbantoğlu, şu an okumaya başladığınız e-derginin editörü ve Bi Konuşalım Mı isimli platformun kurucularından biriyim. Boş zamanlarımda ise özgürlüğü savunan sorumluluk sahibi bir martı taklidi yapıyorum. Fikir babamız ve bir diğer kurucumuz da tüm teknik ve angarya işlerimizle uğraşan, gece-gündüz sık boğaz ettiğim dostum: Kadir Atıcı. Sevgili yayın yönetmenimiz Hakan Badik'e, editöryal kısımda üzerimdeki yükü bölüştüğüm Yusuf Araf’a ve özgürlük için savaşan her bir yazarıma ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Burası, ev. Burada misafir yok, herkes ev sahibi. Evin direği de yok, herkes fikir beyanında özgür. Mesai kavramımız? Hmm… O da yok yahu. 7/20 aktif olarak çalışan bir ekibimiz var. Geriye kalan dört saati, uyumak için kullanıyoruz. Kalıplar ve hiyerarşi yok. Ama bir düzenimizin olduğu doğru. Burada sanat, edebiyat ve hede hödö var. Hede Hödö, algınıza bağlı olarak şekillenen bir söz öbeğinden daha fazlası değil. Hangi yazımızın ne kadar tıklandığıyla da pek ilgilenmiyoruz. Öyle tanınmış kimselerin belli çevrelerce şişirilmiş içi boş eserlerini burada bulamayacağınız için de bir miktar üzgünüm. Ayrıca, merak edenler için salt edebiyat dergisi değiliz. İçinde sanat, edebiyat ve hede hödö olan bir evde ikamet ediyor ve özgürlüğü bağırıyoruz. Başka sorusu olan?

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|2


Aynur Parlak Memozan adem üren Şennur Öz

Enes Sarı

Berfin

Ertan Tunç

Cabir Özyıldız Umut Yalım kazım baran yılmaz Ali İlkan Hallı Kerem Nadir Özcan Kadir Koçyiğit Emre Ocaklı Mehmet Ali Güldalı Ülkü Sönmez fatih kök Yasin Tatar İzel Fenerci usame yördem Cem Onur Seçkin Şule Silen Eren Şahin Aslı Nalbantoğlu yunus emre suci Yusuf Araf Hakan Badik Kadir Atıcı Çağla Nalbantoğlu Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|3


İçindekiler yusuf'a hasret - bana kuyu yunus emre suci Merkez - Çevre İkileminde 'Taşra' Nerededir? Ülkü Sönmez Palto, Palto İçindir Mehmet Ali Güldalı Camier'den Ayrılırken(Sevgilerle Mercier) Memozan VEDA Emre Ocaklı '-miş'li Geçmiş Zamanın Hikayesi Aslı Nalbantoğlu KOZMİK ODADA (N)İSYAN Eren Şahin Ben Bir Gürgen Dalıyım İzel Fenerci Kirim Ufalansın Hakan Badik Bir Daha Uyanmamak Üzere Yasin Tatar Nat Rothschild Son tweetinde Ne Demek İstedi’nin Şiirinin Şiiri Umut Yalım Mezarlık Ziyareti Cabir Özyıldız YAKINIMI KAYBETTİM Şennur Öz siyah giyen kadınlar ve hayaletler beyazdır fatih kök Mavi Berfin biçimsiz, kavruk Ali İlkan Hallı Veda Aynur Parlak ZIRH YA DA ELYAF adem üren KADIN ? Kadir Koçyiğit 221215 kazım baran yılmaz 2337 Kadının Sesi Şule Silen CODEX Cem Onur Seçkin Anafor Kerem Nadir Özcan bu usame yördem Askılık Ertan Tunç her akşam harakiri Enes Sarı vae vae Çağla Nalbantoğlu

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|4


yunus emre suci / yusuf'a hasret - bana kuyu abim yusuf'a / zamanın telaşlı teninde son cemreydin küle düştün suya hasret kuyularda / I. bahçelerde çiçeğe durmuş erikti dalın -ki silinmez hâlâ izleri ayağının yusuf! sen bahardan olma çocuktun tomurcuklar açardı yürüdüğün yollar -en çok gül ama sen karanfillerle büyürdün II. hangi dağ yamacında solduruldun hangi şehirlerde boğuldu ağzında büyüyen kır çiçekleri seni demir seni örs seni gürz döktüler paslı jiletler sevişti yüzünle aşırı kanamalı ağrılar kaldı sıkılan dişlerinin gıcırtısında III. yusuf! bırak hasretiyle yansın adına tutuşmuş kuyular çürüsün duvarları susuz karanlıkların yıkılsın kardeşi kardeşe kırdıran düzen çoğalsın yankısı yeniden sesinde çağlayan suyun taşı sıksan gül biter ellerinde yüreğinde küle sürgün karanlık niye? adın, özgürlüğün dağlara yaslanmış türküsü kır bileğinde büyüyen zemheriyi süzülsün gözlerinin göğünde güvercin sevdaları

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|5


IV. sen, damları otlarla sıvanmış duvarları çamur tohumu evler yalnızlığı sen, meydanlarda kavga devrime koşar adım büyüyen çavlanlarda su damlacığı çoğulluğu bırak dizlerinde artan ağırlığı sulara akışın ters yönüne direnebilen balıkların ölüm zaferi ışığı gözlerinde sönmeyen yusuf! adın şiire ve kavgaya adın kuyulardan çok dağlara adın kardeşliğe yaraşır adın: kavga. özgürlüğe ulaşır V. dili yasaklı anneler ağıdı gibi viran bir gök heybeti umman utandırır ağzında çoğalan isyanın kürtçe'den ermenice'ye büyür dilinde akan ezginin ıslaklığı VI. cizre'de sokak ortası göğsün kim düşse, sana batar evleri solduran kurşun ağırlığı sur'da büyüyen direnç çiçeği bileğinde yeşilini yitirmeyen sevda ankara'da paramparça yarınlarla dağılır gözlerinde kapkara bir soma -dökülür kaç can var ki göğsünün içinde öldükçe doğar, doğdukça öldürülürsün

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|6


VII. ah! gibi geziniyor damarlarında bulanık suları arındıran bir çocuk bir çocuk hep aynı sokağında alnının düşüyor, düştüğü yerde kuruyor bütün başaklar berkin koyuyorsun adını sızılarının kaç sokağı dolaştı gün yüzsüz gömleğin kaç sokağı yıktı sesinin yankısı kaç sokakta düştün ali diye, dizlerinde 19 yaş yaraları VIII. ah! bileğinde soğuk demir erir kaburgan altındaki cevherle ellerinin beton kıran mahir'liği ibrahim'e yoldaş put sorgularında ser verip sır vermez bir dağ sancısı sende yusuf! adın kuyulardan dağlara taşar adın: kardeş, özgürlüğe...

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|7


Ülkü Sönmez / Merkez - Çevre İkileminde ‘Taşra’ Nerededir? Kişiler, içerisinde var olduğu - yaşamını sürdürdüğü - yeri adlandırmak, bir aidiyet hissi oluşturmak ister. Kuşkusuz, bu adlandırmaların toplumsal süreçlerden bağımsız düşünülemeyecek bir bağı vardır. Taşra kavramı; merkezin dışında kalan, merkez olmayan, merkezden uzak kaldığı için de ötekileştirilmiş bir kavramdır. Merkezin ötesinde olan taşranın, yerini belirlemek için merkezin tanımını yapmak gerekmektedir. Merkez olarak adlandırdığımız kavram, hem toplumun yönetimini ve organizasyonunu sağlayan devlet yapısını, hem de bu yapının içinde bulunduğu kendine has dinamikleri olan kentleri betimlemektedir. İki farklı kavram olarak karşımıza çıkan merkez (kent) ve çevre (taşra), birbirini tamamlamaktadır. Aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları incelerken Jung’un ortaya koyduğu ‘Gölge Metaforu’ ndan yararlanılacaktır. Bu sebeple taşrayı bulmak için merkeze, merkezi bulmak içinse taşrayı bulmaya ihtiyaç vardır. Bu durumda taşranın merkez ile birlikte var olması, Jung’un bilinçaltı minvalinde kullandığı gölge metaforuna işaret etmektedir. Gölge metaforu, bireylerin kötü ve anlaşmacı olmayan yönlerinin temsilidir. Hem kötü hem de iyi kavramını barındırır. Bilincin bilinç dışı yansımalarını temsil eder ve bilinç olmadan bilinç dışı olamaz. (Jung, 2017) Taşranın varlığını gölgenin varlığına bağlayabiliriz. Gölge var olduğu sürece, taşranın varlığı devam etmektedir. Merkez ne yaparsa yapsın, taşra da onun aynısını yapar, daha doğrusu bunu merkez yaptırır. Bu sebeple gölge olan taşrayı bulmak için öncelikle merkez konumunda olan kent kavramını incelememiz gerekmektedir.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|8


Kent kavramı, - sözlük anlamında - bağlı olduğu ülkenin toplumunun büyük bir çoğunluğunun yaşadığı, ekonomik faaliyetlerin gerçekleştiği bir mekândır. (TDK, 2000) Aynı zamanda büyük çapta ticaretin, sanayileşmenin ve merkezi devlet yönetimlerinin olduğu ve kendi yaşam biçimine sahip kültürel ve toplumsal bir yapılanmadır. Kent adıyla tanımlanabilecek yerleşim alanları, bölgenin bir kalesi olarak ekonomik piyasaya, kendine has hukuksal düzene ve belli ölçüde otonom yapıya sahip olmalıdır. (Martindale, 1984) Kentleşmenin kökleri, on bin yıl kadar geri gitmektedir. Erken dönem antik kentler, Orta Doğu’da (Mezopotamya, Mısır) yaklaşık M.Ö. 6000 yıl önce Hindistan’da İndus Vadisi, Çin’de, Girit şehirlerinin Manos Uygarlığı’nda yaklaşık M.Ö. 4000 yıl kadar önce ve Meksika’da yaklaşık iki bin üç yüz yıl öncesinde bulunabilir. (Mumford, 2007) Milattan önceki dönemlerde tarih sahnesine çıkan Antik Yunanlar, ‘polis’ adını verdikleri kent devletleri ile günümüz modern kentlerinin temellerini atmışlardır. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin ele alınacağı bölümde göreceğimiz erkek odaklı yapılanmanın temeli sayılmaktadır. Ortak bir soydan gelen bireylerin kullandığı ikinci ad (günümüzdeki soyadının bir benzeri) olan gens, analık hukuku yerine babalık hukukunu kullanmaktadır. (Engels, 2013) Paul K. Hatt ve Albert J. Reiss Jr’e göre tarihin ilk kentleri nüfus bakımından o kadar küçüktü ki, var olan köyler ile arasında neredeyse hiç fark yoktu. (Hatt & Reiss, 2002) Bu bağlamda bahsettiğimiz kentler, ilk olarak ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmıştır. Korkut Tuna’ya göre insanlar, yaşamlarını devam ettirebilmek amacıyla ihtiyaç duyduğu şeyleri var oldukları çevrenin şartlarına göre şekillendirmişlerdir. Şekillendirmeler neticesinde bunları toplumsal faaliyet olarak görmüşler ve beraberinde belirli bir başarıyı getirmişlerdir. (Tuna, 2013) Bu başarı, kurulan ilk kentlerden başlayarak günümüz modern kentlerinin temelini oluşturmuştur. İlerleyen zaman içerisinde kentler, gelişimine ve değişimine devam etmiştir. Pirenne, ‘kent’i kapalı bir kutu olarak tanımlamıştır. Kent, etrafı çevrili ve askeri güce sahiptir. Bu nedenlerle korunma ve güvenlik ihtiyaçları doğrultusunda tarihte yer edinmiştir. İlerleyen zaman içinde kentler canlanmaya başladı ve yöneticilere, tüccarlara, zanaatkârlara ve sanatçılara sahip oldu. (Pirenne, 2000) Geleneksel olarak şehirlerin kapalı yerleşim yeri olduğunu düşünen bir başka kişi de Weber’dir. Weber, kentleri pek çok evin dip dibe inşa edildiği bir küme olarak görmüş ve niceliksel olarak büyük bir mahal olarak adlandırmıştır. (Weber, 2012) Merkez-çevre ikileminde ele aldığımız kent kavramı ise, günümüz modern kentleridir. Ancak günümüz modern kentlerinin oluşumu, 16. yüzyılda başlamış ve 18. yüzyılın sonlarında ete kemiğe bürünmüştür. Bu doğuşu başlatan olay, Sanayi Devrimi olmuştur.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

|9


Devrim neticesinde günümüz modern ve yeni kentlerinin temelleri oluşmuştur. W.W. Rostow’a göre sanayi devriminin sebebi, 18. yüzyılın son zamanlarında buluşların ve üretilen teknolojinin ekonomiye katkılarının azımsanamayacak kadar çok olmasıydı. (Rostow, 2012) Gelişen makineleşme, yeni iş gücü ve çalışma sahaları, kent için yeni dinamikler doğurmuştur. Sanayileşmenin etkisi, kırsalda tarıma dayalı ekonomiyi zayıflatmış ve büyük ekonomik kalkınmayı kente taşımıştır. Bu ekonomik değişim ve tarımın zayıflaması, aynı zamanda kırsal kesimden kente büyük çaplı bir göç hareketini başlatmıştır. Kentler, üretimin ve yaşamın merkezi haline gelmiştir. Kenti, feodalizmden kapitalizme geçişin bir ürünü olarak tanımlamıştır Marx. Aynı zamanda kent, sınıfsal ayrışmanın bir ürünüdür. Bu sınıfsal ayrımda sermayenin sahibi olan kentli zenginler, burjuva sınıfını oluştururken; kırsaldan kente göç etmiş ve fabrikalarda iş gücü olarak çalışan bireyler ise işçi sınıfını oluşturmaktadır. (Marx, 2014) Oluşan sınıflar, kent dinamiklerini ve yaşam biçimlerini belirlemekte önemli bir etken olmuştur. Kentin değişime açık yapısı, Manuel Castells’e göre; ekonominin göbeği olan iş ve yaşam imkânlarının yanında bir örgütlenme olan kentler, barınma, sağlık ve eğitimöğretim gibi olanakların da merkezi olmuştur. (Castells, 1997) Heterojen bir topluma sahip olan kentler, bu toplumu yönetmek ve ortak bir paydada buluşturmak için kendi kurallarını koymuştur. İşlerin yolunda gidebilmesi için belirlenen çalışma saatleri, izin zamanları, sosyalleşme ortamları bunlara örnektir. Gündelik yaşam biçimlerini etkileyen bu değişimler, taşra ve kentin farklılıklarının daha net kavranmasını sağlayacaktır. Tüm bu etken ve biçimleriyle var olan kentin, Pirenne ve Weber’e göre kapalı kutu olduğunu belirtmiştik. Kentin kapalı kutu olması ve çevresini kendisinden ayrı tutması da konumuz olan taşrayı yaratmıştır. R.J. Holton’a göre; binlerce yıldır medeniyetlerin kendilerini çevreden ayrı tutmak için çeşitli betimlemeleri olmuştur. Bunlar kır, kırsal kesim, taşra gibi betimlemelerdir. Holton, betimlemelerin hem mahal hem toplum açısından ayrımlar olduğunu dile getirir. (Holton, 1999) Merkez yönetimin bulunduğu, sürekli değişim ve gelişim halinde olan kentler, yeni ve yenilikçidir. Çevresi olan taşra ise kente göre eski, geri ve gelenekselcidir. Bu bakış açısı ise kentlerin var olduğu zamandan günümüze kadar hâkimdir. Çünkü merkez, çevresini ayrı tutarak dışlamakta ve geri bırakmaktadır. Bu geri kalmanın sebebi ise Marx ve Engels’e göre; modern toplumlarda kentlerin taşrayı kendisine bağımlı hale getirmesidir. Yönetim ve ekonomik bağlamda kent olan merkeze bağlı taşra bireyleri, kente göç sağlayarak taşranın sersemletici ve gerici etkisinden çıkar. (Marx & Engels, 2018)

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 10


Taşranın dışta ve geride tanımlanması, tarih boyunca böyle olmuştur. Bu tanımlama, dile işlemiştir. Diller, toplumların kültürden yaşam biçimlerine kadar birçok kodu içinde barındırır. Tarık Demirkan bir makalesinde Fransızca ‘vilain’ sözcüğünün temelinde çirkin anlamında olduğunu ancak halk dilinde taşralı olan bireyler için kullanıldığını ve Macarca'da taşralı anlamına gelen ‘prasztın’ sözcüğünün temelinde katıksız, ahmak gibi anlamlar taşıdığını söyler. (Demirkan, 1996) Kendi kültürümüze geldiğimizde ise dışarı, dışarıda, dışta manasında kullanılan taşra sözcüğüne tarihte ilk olarak Orhun Yazıtları’nda rastlarız. Sözcüğün kullanıldığı cümle, tam olarak şöyledir: “ İçre aşsız taşra tonsuz yabız yablak budunda üze olurtum. '' Şu an kullandığımız günümüz Türkçesinde ise cümle: “ İçi aşsız dışı donsuz aç çıplak halk üzerine hüküm sürdüm. ” olarak çevrilmiştir. (Ergin, 2009) Günümüzde kelime anlamı olarak taşra, bir ülkenin baş şehri veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi, dışarılık olarak tanımlanırken taşralı ise - taşra halkından olan kimse - dışarıklı olarak adlandırılmıştır. (TDK, 2000)

Kaynakça: Jung, C. (2017). Dört Arketip. (Z. A. Yılmazer, Çev.) İstanbul: Metis Kitap. TDK. (2000). Okul Sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Martindale, D. (1984). Theory of City. N. Iverson (Dü.) içinde, Urbanizm and Urbanization. Leiden: Ejb. Mumford, L. (2007). Tarih Boyunca Kent. (G. Koca, & T. Tosun, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Engels, F. (2013). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. İstanbul: Kumsaati Yayınları. Hatt, P., & Reiss, A. (2002). Kentsel Yerleşimlerin Tarihi. 20.Yüzyıl Kenti (A. Alkan, & B. Duru, Çev., s. 27-36). içinde Ankara: İmge Yayınevi. Tuna, K. (2013). Toplum Açıklama Girişimi Olarak Şehir Teorileri. İstanbul: İz Yayıncılık. Pirenne, H. (2000). Ortaçağ Kentleri. (Ş. Karadeniz, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları. Weber, M. (2012). Şehir Modern Kentin Oluşumu. (M. Ceylan, Çev.) İstanbul: Yarın. Rostow, W. (2012). Sanayi Devrimi Nasıl Başladı ? İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası(30), 255-278. Marx, K. (2014). Das Kapital. İstanbul: Gece Kitaplığı. Castells, M. (1997). Kent, Sınıf, İktidar. (A. Erendil, Çev.) Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Holton, R. (1999). Kentler Kapitalizm ve Uygarlık. Ankara: İmge. Demirkan, T. (1996). Tarih Boyunca Kuşatılan Özgürlük Adaları; Kentler. Cogito, 17-21. Ergin, M. (2009). Orhun Abideleri. İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Türkdoğan, O. (2006). Köy Sosyolojisi. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık. Narlı, M. (2017). Türk Romanında Taşra Algıları Üzerine Bir Değerlendirme. K. Alver (Dü.) içinde, Taşra Halleri (s. 147-183). Konya: Çizgi Kitabevi. Alver, K. (2017). Taşra Halleri. Konya: Çizgi Kitabevi. Shils, E. (2002). Merkez ve Çevre. Türkiye Günlüğü(70), 86-96. Simmel, G. (2005). Metropol ve Zihinsel Yaşam. İstanbul: İz Yayıncılık.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 11


Mehmet Ali Güldalı / Palto, Palto İçindir Sınıfın kapısını açıp içeri girdim. İçerisi buz gibi, alıp verdiğim nefesi görüyorum. Düşüncesi gözümü korkutan odun sobasını hemen yakmak zorundayım. Geri dönüp odunların olduğu, depo olarak kullandığım harabeye gidiyorum. Dışarının sınıfa göre daha sıcak olduğunu fark ediyorum bir an, alıp verdiğim nefes görünür değil artık. Kerpiçten derme çatma bir oda yapılmış okulun hemen yanına. İçinden birkaç odun ve karton alıp sınıfa dönüyorum. Elimdekileri sobanın yanına bırakıp saate bakıyorum. Henüz sekiz bile olmamış saat, dersin başlamasına otuz dakikadan fazla bir zaman var. Sınıfın ısınması için yeterli bir süre. Sobanın kapağını kaldırıp, odunları aralarında boşluk bırakarak yerleştiriyorum. Boşluklara ise kartonları bırakıyorum. Cebimden çakmağı çıkarıp kartonlardan birini yakıyorum, ardından sobanın kapağını kapatıyorum. Soba çok geçmeden tutuşuyor, bir sigara yakıp ısınmanın keyfini çıkarmak istiyorum. Birleştirilmiş sınıf, okulun tek öğretmeni benim. Haliyle hesap vermek zorunda olduğum bir müdür yok. Sigaramı keyifle tüttürürken yapacak en iyi şeyin roman okumak olduğunu düşünüyorum. Sandalyeyi alıp sobanın yanına çekiyorum. Siyah çantamdan romanı çıkarıp karıştırıyorum kaldığım yeri bulmak için. Sınıftaki öğrencileri umursadığı yoktu, her biri bir diğerinin aynısıydı onun için. Öğrencinin adının ne olduğuyla, nasıl biri olduğuyla, neye inandığıyla, zerre kadar ilgilenmezdi. Hiçbir zaman başarılı öğrenciler ya da vatanına fayda sağlayacak bireyler yetiştirme cabası içinde olmadı. Herhangi bir öğrencide izi kalması için gayret etmedi, bir öğrencide iz bırakmayı önemsemiyordu aslında. Bir öğrencide izi kalsa ne olur, kalmasa ne… Öğrenci derse geç kalmış, dersine hiç girmemiş ya da dersin ortasında sınıftan çıkmış, fark etmiyordu onun için ama dersi anlatırken öğrencilerin konuyu kendi arasında tartışmasından haz alıyordu. Bu mesleğin en iyi yönünü buydu, konunun ondan çıkıp öğrenciler arasında bir tartışma konusu olması. Bazen konuları ruh haline göre seçiyor, bazen kafasına göre konu seçtiği ve konuştuğu da oluyordu. Derste anlattığı, konuştuğu konuyu asla bir diğer haftaya taşımıyordu. O derste ne işlendiyse, o ders o kadardı. Ders kitabı aldırmaz, kitap tavsiye etmez, sınav için not bırakmazdı hiçbir yere. Ders kitabı denilen nesnenin saçmalıklarla, işe yaramaz ve gereksiz bilgilerle dolu olduğunu düşünüyor ve ders kitaplarını, insanı köreltici bir çöp kutusuna benzetiyordu.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 12


Öğrencilerin hiçbir zaman tam olarak anlamadığı, adı geçince bile ‘’Psikopat lan o adam.’’ dediği Profesör Umut, ilk derste edebiyatın sanat için mi, yoksa toplum için mi olduğuna değinmek istemişti. ‘’Sanat ve sanatçıyı tanımlamak gerekir. Sanat, bir insanın kendi var oluşsal çabasının bir örneğidir. Sanatçı her ne kadar toplumun içerisinde de olsa, ona duyarlı olmak zorunda değildir; kendi bireysel mücadelesini ve kimlik arayışını göz ardı edemez. Bugün toplum içindeki her birey, kendisini tanımlama çabasındadır. Bu geçmişte de böyleydi. Bu, bir insanın toplum içerisinde yaşamsal var oluş kaygısına dayanmaktadır. Bu yüzden sanatın aslında sanatçının kendisi için olduğunu söylemek mümkündür. Bir nefes alma, bir kimlik bir mücadelesi ve en çok da var oluşsal kaygı. Kaldı ki sanatçı, sanat için mi toplum için mi olduğu kaygısına düşmemelidir. Zaten sanatçı kendisinde olanı yazar, kendisinde olan da aslında çok da toplumdan ayrı değildir. Sanatçı, toplumdaki olaylara başka türlü bakar, başka türlü çizer, yazar ya da anlatır. Kendisini anlayan da ona sanatçı der.’’ dedikten sonra dalgalı sarı saçları sırtına kadar gelen, başındaki kırmızı şal toka görevi gören, kızıl derili elbisesini andıran, krem rengi, kolları ipli kıyafeti, üst kısmı kızıl, orta bölümü kahverengi, alt kısmı da siyahtan oluşan modern şalvarı, boynunda küçük, gümüş bir Zülfikar kolyesi ile otantik bir havaya bürünen Zeynep, hocadan izin almadan: ‘’Sanatın, toplum için olduğunu düşünüyorum; halkı eğitmek, bilinçlendirmek için bir lütuftur hatta. Unutmayalım ki Fransız İhtilali’nde romantik yazarların büyük bir rolü vardır. Halkı neler olup bittiğine uyandırmak için edebiyatı kullanmışlardı. Daha eskiye gidecek olursak Rönesans ve Reform hareketleri, dönemin aydınları sayesinde yaşanmıştı. Bu aydınlar kimlerdi? Tabi ki sanatçılar. Toplumdan, toplumun sorunlarından bahsetmeyen edebiyat veya sanat, eksiktir benim gözümde.’’ dedi. Bakır kızılı saçları, yeşil gözü, beyaz teni ve siyah tişörtünün üstüne giydiği yeşil gömleğiyle kusursuz görünen Nil: ‘’Sanatın bir amacı varsa da bu kendini yaratmak olmalıdır. Sanatı ortaya çıkarmak bir toplumu memnun etmek veya topluma yön vermek ise o zaman sanatımız, kendi içimizde var olan yaratıcılığa ters düşmez mi? Sanat, toplum için olursa sanatı bir var oluş olarak düşünemeyiz, bir uyum, bir sosyoloji olarak görmeye başlarız.’’ diyerek Zeynep'ten farklı düşündüğünü dile getirdi.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 13


Derse geç kalan Emre: ‘’Sanat, gelişmiş ülkelerde sanat için olabilir. Çünkü yaşam standartları yüksek olduğu için toplumsal mesaja ihtiyaç duyulmaz. Karın doymuş ve estetik duygu açlığı ortaya çıkmıştır. Tıpkı felsefenin doğuşu gibi ama geri kalmış ülkelerde ise sanat, toplum için olmalıdır; çünkü toplumu eğitmek ve bilinçlendirmek için sanattan daha kutsal bir yol görmüyorum.’’ derken Zeynep'in görüşünü farklı bir açıdan bakarak destekledi. Romanın son cümlesinden sonra aklıma paltoyu bir metafor olarak kullanıp halkın yoksulluğunu anlatan Gogol'un ‘Palto’ adlı eseri geliyor ve zihnimde bir soru oluşuyor. Zamanın tüm şair ve yazarları, saray hayatını ve soyluları konu alıp yazarken manyağın biri çıkıp, yırtık paltosunu yenilemek için dişinden tırnağından kesip para biriktiren ve arkadaşlarının düzenlediği, elini kolu nereye koyacağını, nasıl davranacağını bilemediği bir parti dönüşü, dayak yiyerek paltosunu çaldıran ve bunun sonucunda da yataklara düşüp ölen bir memurun hayatını konu alarak, Rus edebiyatında devrim yaratıyor. Bütün büyük Rus yazarlar, bu romandan etkilenip Gogol’un izinden gidiyor. Tolstoy mu Dostoyevski mi tam emin olamıyorum, şöyle bir cümle söylediği rivayet ediliyor: ‘’ Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık. ’’ Aklımdaki soruya dönmek istiyorum. Rus edebiyatını bu derece etkileyen bir romanın yazarı olan Gogol, ‘’Palto’’ adlı eserini yazarken sanatı sanat için mi yoksa toplum için mi kullanmayı düşünmüştür? Öyle bir amacı var mıydı? Bilemiyorum.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 14


Memozan / Camier'den Ayrılırken (Sevgilerle Mercier)

Nehirlerde sürüklenen kurumuş yapraklarız Çınar babamızın dallarından dökülen Akarken sonsuza, Çürüyüp yitmiyoruz Geç kalmadık hiçbir yere, Sonunda yeniden başlıyoruz Bir devinim bu böylece sürüp gidiyor Bir kavga değil, Beckett'in zamanı gibi Bir tik aşşağı, iki tak yukarı 9-8'liklerle dönüyor Kalbimizin zembereğinde Aklımızın dağınık çengisi "ve tepemizde ihtiyar bir ışık, bir cellat kadar dakik" Yok olmuyoruz sonunda Bir nehirden, başka bir nehire belki Aynı yalın ayaklarla, Aynı ıslak çemberden geçip, Denizlere düşeriz Yeniden doğmak şartıyla Çınar babamızın döllerinden, Aynı yanlış adımlarla Aynı ıslak çakılların Üzerinden sekerek

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 15


Aslı Nalbantoğlu / ''-miş''li Geçmiş Zamanın Hikayesi Bir… İki… Üç… Yağmur vuruyor cama, sobanın üstündeki çaydanlığın fokurdayan sesi çığlıklarla karışırken. Ve bahar yağmuru hiç var olmamışçasına yok sayarak yaşananları, ağır ve gururlu. Yağıyor. Yağmur hızlandıkça, elin şiddeti de artıyor. Yağan yağmura eşlik eden fırtına gibi. İçeride ağlayan bir bebek sesi, televizyonda günün haberleri, dışarıda çatının altındaki sardunya saksılarının arkasında miyavlayan kedi. Yaşamak, sesleri duymaktır belki de. Ve sanırım hala yaşıyorum. Büyük, şeffaf ve sert bir kabuğun içindeyim. İçeriden bakıyorum. Etrafa, insanlara, bitkilere, böceklere, mutfak tezgâhının üstünde yürüyen kara sineğe. Görüyorum. Fakat kimse görmüyor. Beni. Belki de yaşamak, görmektir. Ve sanırım hala yaşıyorum. Yağmur damlaları, vurmuyor artık cama. Bahar, yoruldu yağmaktan. Elin şiddeti yoruldu. Soba yanmaktan, su kaynamaktan. Yoruldu. Sardunya saksılarının arkasındaki kedi de gitti. Bebek, ağlamaktan yorulup uyudu. Güneş var dışarıda. Belki gökkuşağını görürüm ümidiyle pencereden bakıyorum gökyüzüne. Gülümsüyor. “Bekle.” diyor. ”Gelecek güzel günler için bekle.” Bekliyorum. Yaşamak, beklemektir belki de. Ve sanırım hala yaşıyorum.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 16



Emre Ocaklı / VEDA Tüm sokak kedilerinin haberi var Duymuşlar köpeklerden Bugün yarı aç sığındılar en kuytu köşelere Sanki yağmur yağdı yağacak Sanki eli sapanlı çocuklar oyuna çıktı En kısık sesleriyle oyun yok diye sözleştiler Ekim sonu gibi değil, şubat karı yağdı yağacak Hüznün telaşı örtüyor tüm mahalleyi küçük ayak izleriyle Dikiş tutmaz bir vedanın soğuğu yayılıyor evin pencerelerinden Kolilerin tozunu, saatin tıkırtısını, eski bir battaniyenin kokusunu alıp Gökyüzünü boyuyor duvarların kiri Kedileri korkutan küçük bir kamyonetin egzoz dumanı Köpekleri teyakkuza geçiren motorun sesi Halısız zemine son gözyaşları düşerken Damlayan musluk umurunda değil artık Ve mutfak dolabının bozuk kapağı, delinmiş sineklik, bir türlü sabit durmayan klozet kapağı Her mevsim ilkbahar gibi bakan onlarca gözden uzağa Dönerse bir gün, bir daha ilkbaharı yaşayamayacak olmanın kahrından başka Terli gömleğime karışan teninin çiçek kokusu Yemek kokan ellerin Bir süre daha ayakta tutacak bizi Sonra unutacağız

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 17


İzel Fenerci / Ben Bir Gürgen Dalıyım “Sevgili Gürgen Dalı, Bize, hapishane duvarlarının içinden geçebilecek bir öykü bıraktın. Ben de bu yazıyı, bir gün yüzüne doğru eseceğine inanarak yazıyorum. Hayatının, tüm insanlığı tokatlaması dileğiyle.” “ İnsan acı duyabiliyorsa canlıdır, başkalarının acısını duyabiliyorsa insandır. ” Tolstoy’un bu anlamlı sözü, 'Doğu’nun Kafkası' olarak bilinen Hasan Ali Toptaş’ın 'Ben Bir Gürgen Dalıyım' romanında, insanları birbirine ve kalan tüm canlılara olan tutumları karşısında sınıfta bırakıyor. Yazarın şu zamana kadar yazdığı bilinen tek çocuk romanı olan bu eser, genç bir gürgen ağacının Beşparmak Dağları’nın ardında küçük bir düzlükte yaşadığını, bir gün iki oduncu tarafından katledildiğini ve ardından gürgenin yaşadığı hazin sonu anlatmaktadır. Yazar, kitap boyunca ilk önce insanın doğaya nasıl kıydığını ve insanın insanı nasıl katlettiğini, ağaçları ve doğayı konuşturarak okurlara aktarmaktadır. Küçüklerin de okuyabileceği bu öykü, çocuk kitabı gibi gözükse de içinde yetişkin bir insanı ilgilendiren önemli konuları da barındırmaktadır. Eser, Türkiye’deki sosyolojik ve ideolojik problemlerin - gözlemci bir bakış açısıyla yazıldığı - alt metnidir. Yazarın, doğanın katliamı ile başlayan satırlardaki yolculuğu; ardından maddi problemler ve cehalet yanı sıra, hak hukuk gibi kavramlara da inceden değinmektedir.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 18


Post-modern edebiyatın temsilcisi olarak tanınmakla birlikte yazılarındaki sürrealist anlatı, Ben Bir Gürgen Dalıyım eserinde de görülür. Gürgen ağacı, çocuksu bir dil ile okurla buluşur. O, heyecanlı ve enerji dolu, rüyâsında kökleriyle uçtuğunu görebilecek kadar hayalperest, hassas ama güçlü bir ağaçtır. Romanda geçen yaşlı meşe ağacı ise bilgeliğin simgesidir. Doğadaki birçok olaya şahit olduğu için her şeyi görebilen bir karakteri yansıtmaktadır. Bu yüzden gürgen dalı kadar heyecanlı değil. Sakin olmakla beraber hayata karşı bir öngörüsü olduğundan, gürgen ağacına nasihatler veren bir dede/anneanne profilini çizmektedir. Yazar, dünyada zulmedenlerin, zorbalık ve kıyım görenlerin çığlıklarına kör ve sağır oldukları gerçeğini balta darbeleriyle yere yıktıkları gürgen ağacı ve arkadaşlarının, çektiği sessiz ve neye uğradıklarına şaşırdıklarını ‘acı’ olgusu ile yansıtmaktadır. Ana yurdunda köklerinden geriye sadece birkaç parça dalı kalan ağaçlar, bir savaşın ardındaki kalıntıları andırmaktadır. Yaşamı elinden alınıp bir pencere kenarına dönüştürülür iken yeri ve göğü izleyebilmek ve yaşamdan haberdar olmak için dimdik duran Gürgen, evvel zaman gövdesinde dinlenen insanlık nazarında şimdi son nefesini verdiği bir darağacına evrilmiştir. Lâkin kendisine zulmeden insanlığa zulmetmeyi, yüreği kaldıramaz Gürgen’in. “ Yıllar önce daha küçücük bir fidanken odun olmamak için nasıl direndiyse, şimdi de tüm gücüyle odun olmak için direnecektir. Odun olup kül olmak, böyle iğrenç bir şeyi üstlenmekten çok daha iyi bir çözümdür onun için. ” Hatta var oluşunu bir ağaç olarak ortaya koyan Gürgen, alacağı her nefesi bir ölüm makinesı olarak sürdürmeyi kabul edemez, rüzgârın aracılığıyla tüm ahaliye haykırır. Yanıp kül olduktan sonra köklerinden kalanlarla: “ O, artık bir Gürgen Dalı olacaktır… ” Uykuların Doğusu ile Orhan Kemal Roman Armağanı, Ölü Zaman Gezginleri adlı kitabı ile Damar Dergisi Birincilik Ödülü, Gölgesizler ile Yusuf Nadi Roman Ödülü, Bin Hüzünlü Yaz ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Sonsuzluğa Nokta adlı eseri ile Kültür Bakanlığı'ndan Mansiyon Ödülü alan Hasan Ali Toptaş, 'Ben Bir Gürgen Dalıyım' adlı eserinde de kurduğu ‘empati’ ve ‘farkındalık’ ile dünyanın gidişatıyla okurun vicdanını baş başa bırakmaktadır. Bu çerçevede, gerçekliği kendi yarattığı düş dünyasındaki sürrealist anlatısı ile betimleyip kurduğu sade fakat derin cümleleriyle okurun dikkatini çekmektedir. Zorluklar karşısında gövdesini eğmek yerine, sonu ne olursa olsun dik durmak isteyen herkesin seveceği bu roman, kendi yaşamında da bir gürgen dalı olan ve yaşamı tüm gayretiyle sırtlayanların başucu kitabı olarak değerlendirilebilir. Elbette çocuksu ve dokunaklı bir dil ile dünyaya ulaşmayı isteyen herkes için…

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 19


Eren Şahin / KOZMİK ODADA (N)İSYAN

önce hangi rengin müsveddesi insan buna karar vermeli perişan erin mektubundaki ayrılık rujları rütbesiz anasını aramaya inmiş asi bülbül mavi suların aile içi şiddetinde örselenmiş yavru yunus Yusuf’u kaybedenbedevinin arka mahallelerde arkasını satma telaşı elastik isyanların yağmur yavaşlarken militanlarım ölecek kırmızısı zamansız merhabalar zımparayla eştir eşsiz ikindilerde namaza değil zamparalığa biat sevdalar koyu erguvanîdir ergendim nüksederdim küfür kıyamet. önce hangi çağın artığı insan bunu öğrenmeli lakırtılar esnasında esas duruşta unuttuğun çelikten sancı gözleri kanatan akşamüstlerinin habire üzüm ezmesi birdenbire boğuluveren hüznü sırtlayıp eve getirmek mide bulantısıyla başlayan baharların sesini kısıp kapısını işaretlemek denizin sımsıkı telaşında şahlanan laciverdî eski dertlerin hepsi siyahî, erkenden katli vacipti siyasi sevgilinin. sonra felç inmiş yaşlı şarkıları ziyaret etmeli şeytantırnağını okşamalı haydut güzün üç beş hatıra çevirip ömrün vesikalığını salya sümük göstermek ve gösteriş seven kas ağrısı hüzünlerde pineklemek.. önce hangi kozmik odada unutuldu yüzün bunu öğrenmeli sonra toparlayıp gözlerini dağılacağın bir bar aramaya gitmeli.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 20


Yasin Tatar / Bir Daha Uyanmamak Üzere 1

Gökyüzü, maviliğini kara bir yazgıya teslim etmiş gibiydi. Bulutlar hallaç pamuğu gibi havaya saçılmış, irili ufaklı isler halinde asılı duruyordu. Ay ışığının ancak çatlaklarından sızabildiği yüksekçe bir kayaya vermişti sırtını. Aşağısı kaygan kum zerrelerinden, ufak çakıl taşlarından ibaret bir yokuştu. Bu yokuş ileride çalıların ardına gizlenmiş, belli bir vakitten sonra çağıltısı inlemeye dönüşen dereye kadar uzanıyordu. Kovası hala orada, devrik halde duruyordu. Koşuşturma sırasında dökülen su, ağız kısmında kara bir leke gibi duruyordu, kurumamıştı. Rüzgar hafifleyen kovayı bir sağa bir sola sallarken, o uzun süre yattığı yerden doğrulup baldırına kadar açılan etekliğini örtememişti. Buraya varıncaya dek, birkaç kez yuvarlanıp derenin başına kadar gelmişti. Yokuş boyunca tek bir dal bile olmadığından, ellerini kuma saplaya saplaya çıktı. Tırnaklarının içi kapkara olmuştu, toprakla doluydu. Etine baskı yapıp sızlatıyordu. Örgülerinin çoğu bozulmuştu, tokadan fırlayan birkaç tel ay ışığının rengini almış, parıldıyordu. Yazmasıyla üşüyen kulaklarını örtmek için uzandığında, eline birkaç dikenden başka bir şey gelmedi. Aynısından birkaçını daha, dizleri ve yaka kısmı yırtılmış entarisinin farklı yerlerinden topladı. Derenin çağıltısı, hıçkırıklarını boğuyordu. Dolgun dudaklarının kenarındaki yarıktan başlayıp, çenesine kadar uzanan solgun bir kan lekesi duruyordu. Ellerini kullanmadan sırtını tamamen kayanın yüzeyinde kaydırarak doğruldu. Adımlarını alabildiğine geniş atacaktı. Bacakları birbirine yaklaştıkça, kasıklarındaki sızı tekrardan uyanıyordu. 2

Tek göz kerpiç odanın içinde, gözleri sağ dizine astığı kehribar tespihe dalıp gitmişti. Elini, kasketten yeni kurtulduğu belli dağınık ve yağlı saçlarında hışırtıyla gezdirdi. Soba evin reisi gibi tam ortaya kurulmuş, boruları kıvrıla kıvrıla tavanın yarısını kaplıyordu. Ateş harlandıkça, talaşla beraber araya karışan çakıl taşları da fırlayıp sobanın sacdan gövdesini dövüyordu. Parmaklarını kenetleyip göz kapağını bastıra bastıra ovuşturdu. Başını önünden kaldırmadı. Sanki varlığını çok sonradan hatırlıyormuş gibi uzun aralıklarla çekiyordu tespihini. Uzun zamandır, gözlüklü dolaşanlara has bir uyuşukluk vardı gözlerinde. Karısı tam karşısında ağzına kadar talaşla dolu, şişkin, beton gibi bir minderin üzerinde oturuyordu. Normalde ufak tefek olan gövdesi, bu haliyle en az üç parmak uzun duruyordu erkeğinden. Ama Bekir’in sesindeki buyurganlık, aradaki fazlalıkları silip süpürdü.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 21


-Giderken bir şey demedi mi sana, Yenge ben falancaya gidiyorum diye? -Yok vallahi, bir şey demedi. Demir kovayı almış eline, Nereye gidiyorsun, dedim. Çaya, dedi. Tam, senin dönüş yolun. Sen gelince burnunu sürtersin diye laf etmedim. Evet, tam dönüş yoluna denk düşüyordu. Yutkundu. Gözü bir ara tam tepesine denk düşen rahmetli ağabeyinin fotoğrafına kaydı. Kadın, Bekir’in dalgınlığından cesaret bularak: -Eh ne de olsa emanet. Başında aslan gibi amcası olsa da babanın gölgesi, bir başka oluyor. Dalgınlığı geçince, birkaç nefesten sonra unuttuğu tütününe uzandı. Yarısı, külden ibaretti. Parmaklarının ucuyla kavrayıp derin derin soluduktan sonra bakır tasın içinde ezdi. Gözleri yemyeşil bakıyordu. Bebeklerine taze yaprağın damarlarını andıran ince, ak çizgiler yayılmıştı. Teninin altında sırtını sıvazlayacak bir elin özlemiyle yanıp tutuşan buruk bir çocukluk çırpınıp duruyordu. Ama karısı gözlerine baktığında, derin bir uçurumun dibinde parıldayan yeşil üç beş çalı çırpıdan başka bir şey göremedi. Bunun erkeğin bir bakışının bile yettiği, alışıldık, tehditkâr anlardan biri olduğunu düşünerek sustu. Konuşurken girdiği gergin ritme uygun olarak hızla inip kalkan göğsü, yavaşladı. O sırada besbelli bir yumruğun tok bir sesle kapıyı dövdüğünü işittiler. Kadın kulaklarının ardından bağladığı örtüsünü çözüp, boynunu örttü. Yerinden fırlayan çocuğu geriye çekip kapıyı kendisi açtı. -Bekir! Adam, eşikte yarı baygın, göğsünü dövüp beddualar yağdıran karısının yanına koştu. On altısında bir kız çocuğu, tentenin altında yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Odanın aydınlığı, doğrudan aç bir hayvanın hışmına uğramışçasına yırtılmış entarisinden görünen sırtına vuruyordu. Ağabeyinin kucağında defalarca öptüğü iki kürek kemiğinin tam ortasındaki beni görür görmez, tanıdı. Saçları darmadağındı, uçları toza bulanmış, tepesine çer çöp toplanmıştı. Bilekleri kıpkırmızıydı, bacakları çiziklerle doluydu. O akşam ahali Bekir’in evinden yükselen çığlıkla, perdenin ardında sessiz bir bekleyişe yöneldi. Ardından bahçe kapısına yönelip oradan orman yoluna sapan iki karaltı gördüler. Bazen gölgelerden iri olanı öne geçtiğinde, aradaki ip belirginleşiyor. Diğerinin, tahmini zor olmayan bir finale zoraki sürüklendiği anlaşılıyordu. Her evin duvarında illaki bir tane asılı olan kırmalının iki el sesi yankılandı. Cenazeye omuz veren herkes, Bekir’in suskunluğunu ve rahatlığını, namusunu temizlemiş bir erkeğin kendinden emin tavırları olarak yorumladı. Ama olayın sorumlularına dair hiçbir şey sormaması ve soruşturmak isteyenlere mani olmasının hikmetine kimse akıl erdiremedi. Aylar sonra dereye inen çocuklar çalı, çırpıya takılmış ak yazmayı, hayvan bağlamakta kullanılan bir sicim zannedip, iğrenerek suya attılar. Ama yanı başında Bekir’in aylardır arayıp da bulamadığı meşin kasketini tanımakta gecikmediler.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 22


Umut Yalım / Nat Rothschild Son tweetinde Ne Demek İstedi’nin Şiirinin Şiiri

1. Birleşik Covid Ulusu geliyor: Artık herkes herkesin bir ölüsü 2. Birleşik Dinsizler Ulusu: Artık herkes herkesin peygamberi 3. Birleşik Elon Musk Ulusu: Artık herkes herkesin bir melezi 4. Birleşik Yemekteyiz Ulusu: Artık herkes herkesin mezesi 5. Birleşik Reptilyan Ulusu: Artık herkes herkesin bir sürüngeni 6. Neo-M: Neo = Yeni & M = Müstakbel: Yeni Müstakbel Devlet? 7. Neo-M: Neo (Keanu Reeves) + M (Matrix): Yeni Matrix Devleti 8. B kan grubu neden önemli? Çünkü bekân buna bağlı 9. Artık et: Tanrı’dan yapılsın: ekmek de 10. USİ: Uzay Su İşletmeleri’ne göre en çok suyu ölüler harcıyor. USİ: öyle değil mi, Gassâl? 11. Kimi sevdiğimi anlayamıyorum artık. Bütün aşklar birbirine ben ziyor. Umarım, sevdiğim sensindir 12. Belkiyse de, bütün aşklar sana sen ziyor. Umarım, beni seviyorsundur 13. Üsteki 2 maddenin bu şiirle ilgisi yoktu. Yazmak istediğim için yazdım.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 23


14. Yukardaki maddelerin (11-12 hariç) hangisi başlıktaki gerçekliği Aşağıdaki şıklara göre yansıtmamaktadır? a) Çiftçilik, küresel şirketlere devredilecek insanlardan alınıp b) Din, borçtur c) Göbeklitepe: T-insan d) Soykırımlarda devamlılık esastır e) Yaşamak: en büyük estetik ameliyatıdır insanın 15. Yukardaki şıklara göre bu şiir: Küresel seçkinler + Reptilyanlar > Elon Musk + Yemekteyiz = (Covid 22 – Dünya nüfusu) – B Dünya Uyanıkken gördüğümüz bir rüyâ ve de riyâ artık hepimiz kendi sevâp ve günahlarımızın yurttaşlarıyız Devlet artık sadece artık bir et: kilosu 23.456 Bitcoin Bu yüzden Biz de: kiloyla öldürülüyoruz (önce şişman + gözlüklü) ve Bizde gözlük + şişman > gâyri sâfi millî hasılâ + Evren + Çünkü hareket yok: şu kronik kendimizde çok vâkit geçirdik İnsan bir harabe estetiğidir: taşları çalınmış + kalanlar patina

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 24


Hakan Badik / Kirim Ufalansın ince yerinden damıt kirim ufalansın durağan boyunduruğuma gireceksin cesedin atarkası yuvarlansın seri bir katl fahişelensin adam altında gözleri yaşlansın merhamet kusacağım ki fahişelik onansın sinemde bir kok sen ol bileyim bileyeyim ki bıçağımı misketlerim önüme yuvarlansın ses etmeyeceğim söz veriyorum söz veriyorum düşmeyeceğim sesim boğulacak gündüz vakti yeter ki çocukluğum cinayete sarksın çünkü sokak serserisidir kenar üttüde bir oyun oynayacağız seninle ki suç sevaba yuvalansın başka çarem yok

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 25



Cabir Özyıldız / Mezarlık Ziyareti Gözlerini açar açmaz, yatağın yanındaki sandalyenin üstünde duran sigarasına gitti eli. Sol omzundan güç alarak doğrulup, sırtını karyolasının arkalığına yasladı. Kibritin ilk sürtünüşte yanmayıp kırılan çöpünü, kül tablasına bıraktı. İkinci çöp alev almış ve sigarası yanmıştı. İlk nefesi çekmesiyle birlikte bir öksürük krizine tutuldu. Bu sigara ve öksürük, babamdan kalan yegane şey diye düşündü. Kalkıp su içmeye eriniyordu, akşam kaç bira içtiğini hatırlamıyordu. Rakı içemiyordu, midesi bulanıyor ve gece uyutmuyordu o üzüm artığı meret. Ama bira öyle değildi, en fazla sık sık işemek zorunda kalıyordu. Sonra babasının da sürekli bira içtiğini anımsadı ve “Ulan bu adamdan da iyi bir alışkanlık kalmamış bana, anasını satayım. ” diye söylendi kendi kendine. İdrar torbası doluydu ama ısrarla sigarasını bitirmek derdindeydi. Sigarasını cam küllüğe bastırıp söndürdü ve yataktan kalkıp banyoya gitti. Uzun uzun işerken bugün bayram olduğunu geldi aklına. Çocukluğunun silik hatıralarında geçen üç beş çocukluk anısı hariç, bayram sabahlarını hiç sevmediğini düşündü. “Şimdi işin yoksa giyin, koduğumun mahallesinde kaynaşan akrabalarına git, ayrı ayrı el öp, türlü türlü hikaye dinle.” Bir yandan söyleniyor, diğer yandan da yüzünü yıkamaya çalışıyordu. Halbuki şu bayram zıkkımı olmasa direkt kahvehaneye gider, bir simitle karnını doyurur, akşama kadar da arkadaşlarıyla zaman geçirebilirdi. En azından anne tarafından büyük teyzeme gider, baba tarafından da yalnızca halamı ziyaret ederim fikrine sıcak yaklaştı. Diğerleriyle bayramlaşmasa da olurdu. Her iki tarafın da büyükleri, teyzesi ve halasıydı. İyi kötü ütülediği gömleği ve pantolonunu giydi. Tam kapıdan çıkacağı vakit, sigarasını unuttuğunu anımsadı. Telaşla geri dönüp sigara paketini ve kibritini gömlek cebine yerleştirdi, ilk istikamet olarak anne tarafında karar kıldı. Çünkü baba tarafından tek akrabası olan halası, kahvehaneye yakın oturuyordu. “Halamın elini öper, oradan da kahveye geçerim.” diye düşündü. Teyzesinin elini öpüp, bütün ısrarlarına rağmen ne kahve içti ne de şeker aldı. Derdi, bir an önce halasını da aradan çıkartıp kahveye yetişmekti. Ama halasının yanında işinin çok zor olduğunu biliyordu. Yine aynı mevzuyu açacak, babasının mezarına gidip gitmediğini soracaktı. İçinden “Ne yapalım, bu kadının da modeli böyle, idare edeceğiz.’’ deyip halasının evine yollandı. Kapıdan girip yaşlı halasının elini öpmesiyle, tahmin ettiği soru cümlesiyle yüz yüze gelmesi bir oldu. “Oğlum, gittiniz mi babanın mezarına?” Sorudaki çoğul ekinin yalnızca kendisini kapsadığını biliyordu. Çünkü annesi ve kardeşlerinin biri, başka bir memleketteydi. Diğer kardeşi ise sürekli seyahat halindeydi. Geriye - sorunun muhatabı olarak - sadece kendisi kalıyordu.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 26


Bu boktan mahallede oturmakta ısrar edişine, bayram ziyaretlerinin gerekliliğine, halasının her bayram babasının mezarına gidip gitmediğini sormasına, vefasızlığını durmadan yüzüne vurmasına kızdı. Ama yine de halasını anladı, zaten her haltı anlayışla karşılamaya alışıktı. Kendisini ve başkalarını, sürekli anladığı ya da anlamaya çalıştığı için kendine kızdı yeniden. Her bayram, aynı sitemkâr cümleyi duymaktan sıkılmıştı ama yine de ses etmedi. Karşısında siyah şalvarı, kat kat elbiseleri, eskimiş hardal rengi yeleği, sararmış yüzünde vefasız yeğenini suçlar bir ifadeyle kafasını durmadan sallayıp “Ah! Kadersiz kardeşim.” deyip duran halasından bakışlarını kaçırıp duruyordu. Sıkıldığını belli etmemeye çalışarak konuyu değiştirmeye yeltendi. Fakat halası kararlıydı, belli ki önceki bayramlarda yaptığı gibi bu bayram ziyaretini de zehir edecekti kendisine. Gözlerini ayaklarında bir noktaya sabitlemeye çalıştı. Ucuz ev terliği ve yeşil çorabının uyumsuzluğuna takıldı. Ötekisi durmadan sitem ediyor ve babasının çocuklarını ne kadar çok sevdiğinden bahsediyordu. Aslında ikisi de bunun böyle olmadığını biliyordu. Ama ne var ki kadın, kardeşine toz kondurmuyor ve “Kör ölür, badem gözlü olur.” cümlesini bizzat hayata geçiriyordu. Bir çıkış yolu bulmalıydı. Gözlerini ucuz ev terliğinden ve çoraplarından kaldırıp “ Tamam gideceğim hala, şu birinci gün bir geçsin hele, yarın mutlaka ziyaret edeceğim babamın mezarını. ” Gitmeyeceğini kendisi de biliyordu bilmesine ama halasından kurtulmanın başka yolu olmadığının da farkındaydı. Kendisine, babasına benzerliğine, bayram ziyaretlerine, akrabalık müessesinin gereksizliğine, ucuz ev terliğine, ayağındaki çoraba sövdü. ''Ulan ne diye geldim ki bu kadının yanına şimdi!'' diyerek kendisine ağır bir küfür savurdu yeniden. Arada, mahalle bakkalından alınmış ve yanındaki bacağı eğri olan sehpanın üstündeki paslı şekerlikten lokum ve bayram şekeri ikram eden halasının durmadan devinen ağzına ve ellerine baktı. Halasının küçük oğlu, karısını ve çocuklarını alarak kaynanasına bayram ziyaretine gitmemiş olsaydı onunla sohbet etmek ya da sigara içme bahanesiyle dışarıya çıkabilir ve bir süre kurtulabilirdi bu eziyetten. Ama yoktu işte. Yine içinden “Şansımı sikeyim!” diye sövdü. Sonra içinden de olsa ne kadar çok küfredip kızdığının ayrımına varıp, babasından kalma bu alışkanlığına şaşırdı. Babası, bir erkeğe göre çelimsiz bedeni, zayıf suratı, suratına büyük gelen kahverengi gözleri ve uzun boynundaki adem elmasıyla sabah, akşam, sofrada, bahçede, evde durmadan her şeye söven bir adamdı. Allah'a, kitaba, ekmeğe, kadere, feleğe durmadan bir şeyler sokup duran o adamdan küfürler de miras kalmıştı.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 27


Hem mezarlığa gidince ne olacaktı ki? Etrafı briketle örülü, ortası yer yer çökmüş, yer darlığından diğer mezarlarla iç içe duran, halasından başka pek kimsenin uğramadığı o mezarın bir yere gittiği yoktu, orada öylece duruyordu. Bayram gününün sıkıntılı havası ve halasının suçlayıcı sitemleri, iyice bunalttı adamı. Müthiş bir sigara içme isteği duydu, semt pazarından alınma ucuz gömlek cebindeki sigarayı yokladı. Saygı filan değildi de yine de halasının karşısında sigara içmenin, yeni bir sitem salvosuna dönüşmesinden çekinerek tutuyordu kendini. Ama sonra dayanamayıp kalkmaya yeltendi. Halası kaçın kurasıydı ve adamı bırakmaya da niyeti yoktu. “Hayırdır sigara mı içeceksin? İç oğlum iç, benim oğlan da içiyor zaten.” deyip, ağrıyan bacaklarının üstünde ağır adımlarla mutfağa gidip plastik bir kül tablasıyla döndü. Adamın az da olsa nefes alacağı, bir sigara içimlik zamanını da gasp etti. Oturduğu eski kanepenin üzerinde, gömlek cebinden çıkarttığı Samsun sigarasını kibrit kutusundan aldığı çöple yaktı. Eski bir alışkanlık üzere, hala Samsun marka sigara içiyor ve kükürtlü çöpün yanarken çıkarttığı kokuyu seviyordu. Halası ise onun dinleyip dinlemediğine bakmaksızın sürekli konuşuyor, dilinin kıvrak hamleleriyle de sözü döndürüp dolaştırıp konuyu babasının mezarına ve mezara neden gidilmesi gerektiğine bağlıyordu. Derince çektiği ilk nefesten sonra halasının anlattıklarından sıyrılıp, ölümünden bu yana geçen yirmi sekiz senede ancak dört - beş kez gittiği babasının mezarını düşündü. İçinde kemik parçaları ve Amerikan bezinden yapılma kefeninin kalıntıları olan mezarın, kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğine, babasından kalan birkaç iyimser sisli anıyı, bu anıları yaşattığı müddetçe mezarını ziyaret etmekten daha makbule geçeceğine, bayramdan bayrama hatırlanan ölmüşlerin buna üzülüp üzülmediklerine, tanrının var olup olmadığı çelişkisine takılan aklına kızıp tövbe estağfurullah çekti. Kafasında devinip duran düşüncelerden, sigarasının uzamış külü pantolonunun bacak bölümüne düştüğünde sıyrıldı. Halasına çaktırmamaya çalışarak külü parmaklarıyla fiskeleyip eskimiş makine halısının üstüne düşürdü. Sonra da külün görülme ihtimalini hesaba katarak, işaret parmağını diliyle ıslattıktan sonra eğildi ve parmak ucuyla aldığı külü, kül tablasının kenarına bıraktı. Geleli bir saati geçmişti ve mezarlık, vefa, hayırlı evlatlık, hiç olmazsa bir Fatiha okunması gibi telkin ve sitem karışımı tek taraflı sohbet, belli edemese de onu iyice germişti. Adam boncuk boncuk terliyor, halası durmadan konuşuyor, adamsa kısa cümlelerle yanıt verip, durmadan gözlerini kaçırıyordu. İkinci sigarası da bitince halasının bütün ısrarlarına karşın, kalkıp kapıya yöneldi. Saygılı bir şekilde elini öpüp başına koydu. Hızlıca ayakkabısını giyip kendini avluya attığında, kendi kendine “Olsun. Ne kadar kafa sikerse siksin, sonuçta üzerimizde emeği var bu kadının.” deyip kendini bu düşünceye daha yatkın buldu. Ve kolay kolay gitmeyeceği babasının mezarını boş verip yeni bir sigara daha ekledi dudaklarına. Kibrit çöpünü kutunun zımpara tarafına sürtüp yaktı ve ilk nefesi ciğerlerine iyice çektikten sonra, bir sonraki bayrama kadar mezarlık mevzusunun açılmayacağına şükredip kahvehanenin yolunu tuttu.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 28


Şennur Öz / YAKINIMI KAYBETTİM

Şizofren yangınlar Zaman kül kadeh Dökülüyor anılar Yakınlığım Kaybolan ayak izleri Köprü altında Sönmüş yarınlar Hatırlamıyor dudaklarım İç çekişleri Körelmiş ucu konuşmaların Umarsızlık Kirli çarşaflarda kıvrılan Uykular Anlık gülümseme Ne kadar uzaklaşılabilir kederden Yağmurdan kaçarken kurtardık mı zamanı Yaşamın öğrenilmiş yavanlığı Bunca derin değil de bir başınalık Yakınmalar mı densiz Nereliyim bilmiyorum Öldü annem.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 29


fatih kök / siyah giyen kadınlar ve hayaletler beyazdır Karnım epey acıkmış olmalı, sabah tıkıştırdığım poğaçadan başka bir şey girmedi mideme. Hava kararmış. Burada zaten erken akşam oluyor, bir şeyler yemek istemiyordum; hele ciğer, kebap neyim görmek bile istemiyordum. Dışarı attım kendimi, Dağ Kapı’ya doğru yürüyordum. Bu şehrin de meydanı betondandı, yalnız biraz fazla polis süsü verilmiş taşlar. Kaleleri olmayan boşlukta çocuklar top oynuyordu, top patlak, gökyüzü açıktı. Yol kenarındaki işporta tezgahlarında aşina olmadığım bitkiler yahut meyveler vardı. Turşu suyu ve şalgam satan adamın yüz hatları yer çekimine doğru, bıyıkları ise tersi istikamette yorgundu. Hasan Paşa Hanı’nı da geçmiştim, ara sokaklar büyük beton bloklarla kapatılmıştı. O kadar nizami bir denklik söz konusuydu ki sanki bunun için üretilmişlerdi. Elbette üstlerindeki tel örgüler, kuşların konamaması içindi. İçindir ki burada insanlar yaşamıştı, sokak duvarlarına Türkçe bilen bir arkadaşından aldığı yardımla yalnızca iki hafta gittiği okuldaki kızın ismini yazmıştı çocuk. Tatlıcı vitrinindeki tepsilere dalmışım sonra, acaba bu baklavaları sıcak şerbetle mi haşlıyorlardı yoksa ılık şerbetle mi? Sıcak şerbetle daha bir çıtır çıtır olurdu sanki. Yürümeye devam ettim, ışıklı tabelası gözlerimi alan bir tütüncüye girdim. Kaçak sigara sordum, yok dedi. Bence vardı ama ısrar edemedim, şortlu bir adam ne kadar ısrar edebilirdi ki? Adıyaman tütünü aldım, hayatımda hiç tütün sarmadığım halde. ‘’Filtre ve kağıt ister misin?’’ diye sordu adam, bu sefer de ben yok dedim. Boşaltılmış bir otel gördüm. Terk edilmiş bir bina kadar çok az şey hüzün verir; belki terk edilmiş bir şehir, belki terk edilmiş bir ülke... Derken yanımdan bir kadın geçti ya da bir kadın kokusu demeli. Gün henüz ağarırken, çiğ damlalarına tarçın düşmüş bir lavanta bahçesinde uyanmışım gibi hissettim. Öylece arkasından bakakalmıştım. Siyah kısa bir etek giymişti, uzun topuklu siyah ayakkabıları ve siyah bir bluz vardı üzerinde. Neden bilmiyorum, peşinden yürümeye başladım. Yavaş değil ama kendinden emin bir yürüyüşü vardı. Büfeye girdi ve çabucak çıktı. Sanki bana bakmıştı çıkarken ama emin olamadım, takip etmeye devam ettim. Hastanenin olduğu sokağa girdi, çöp tenekesine ufak bir kağıt attı. Kendime hayret ederek peşinden gidip çöpteki kağıdı aldım. Kağıttan kafamı kaldırdığımda ortalarda yoktu. Uzun bir caddeydi yürüdüğümüz. Ara sokaklar falan yoktu, ilerideki yerlerden birine girmiş olmalı diye düşünüyordum.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 30


Sağa sola dikkatlice bakınarak yürümeye devam ettim. Camları siyah bir mekanın önünde durdum, içerisi görünmüyordu. Kapıdaki zayıf ama tehlikeli gözüken adam, “Buyur, geç abi.” dedi. Tedirgin bir halde girdim Anayurt Gazinosu’na. İçerisi karanlık denilebilecek kadar loştu ama kısa kıvırcık saçlarından tanıdım onu, arkasındaki masaya oturdum. Her şey abartılı ve beyazdı. Aslında her şey neon ışıklarının vurduğu gibi pembe, mor, sarıydı da biraz. Açık pembe yüzlü garson, “Ne emredersin abi?” diye sordu, önümdeki mor menüye bakarken. Uzun süredir içki içmemiştim. Daha doğrusu, sünnet düğünümde dayımın rahatlayayım diye meyve suyuna kattığı votkadan beri içmemiştim. Çünkü alkol, sünnetçilerin kafasına kusmanıza sebep olabilir. Hatta bu yüzden fenni sünnetçiler ve yüzücüler bone takarlar. Rakı söyledim. Çünkü rakıya su katınca beyazlaşıyordu, sararıyordu, morarıyordu ve siz kızarıyordunuz. Rakının verdiği cesaretle “Abi kesme lütfen, n’olur kesme!” diye bağırmadım ama “Pardon, masanıza oturabilir miyim? Lütfen yanlış anlamayın. Hay allah, ben, yani, bir art niyetim yok, yalnızca sohbet etmek için...” diye gevelerken “Aa buyur tabi, ne mahcup şeysin sen öyle.” diyerek masasına davet etti. Gözleri aşka gülen bir söğüt dalı değildi belki ama simsiyah parıldıyordu. Yüzü, diyaloglarını ezbere bildiğin bir filmin her mutsuz olduğunda açtığın sahnesiydi sanki. Elleri uzun ve şeffaftı, rakı döksem eminim ki beyazlaşırdı. “Ben Maria Puder bu arada, sen kimsin bakalım?” “Ben Fuat, iş için buradayım bir süredir. Tanıdığım pek kimse de yok, o yüzden yani böyle...” Gülmeye başladı. Sandım ki nesli tükenmiş kuşlar, veda etmeye dönüyorlar. “Yalnız birazdan iki arkadaşım gelecek, sorun olmaz değil mi senin için?” dedi. “Ben kalkayım isterseniz, hem yanlış anlamasınlar. Ben, sadece, yani sizi de yalnız görünce...” Derken ayağa kalktı: “Heh geldiler işte, tanıştırayım Raskolnikov, Bazarov; bu da Fuat.” ‘’Memnun oldum.’’ deyip otururken, Maria Puder’in göğüslerine dalmışım. İçimi korkunç bir endişe kapladı o an.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 31


Küçük göğüslü kadınlar hakkında bir fikrim vardı, büyük göğüslü kadınlar hakkında da bir fikrim vardı. Ancak Maria’nın göğüsleri tam da olması gerektiği gibiydi, tam da olması gerektiği gibi göğüsleri olan bir kadın nasıldır ki? İlk defa deniz görmüş bir çocuğun şaşkınlığıyla, konuşulanları dinliyordum. Deniz güzel bir şey miydi yoksa korkutucu mu, bilmiyordum. Raskolnikov mübaşirmiş, Bazarov hiç şiir yazmamış ama şairmiş, Bağlar’da annesiyle yaşıyormuş. Maria Puder ise resim öğretmeniymiş. Özel bir okulda üç kuruşa çalıştığını, çocukların çok şımarık olduğunu anlattı durdu, üzüldüm açıkçası. Raskolnikov, durmadan sıcaktan şikayet ediyordu. ‘’Ben soğuğa alışkınım, burası çok sıcak.’’ deyip redingotunun bir düğmesini çözdü. “İnanır mısınız, bugün bir davaya şahit oldum. Kafkaslardan gelen bir aile, sadece beş kapik için bir çocuğu kaçırmış.” diye veryansın ediyordu. Oysa ben bugün göçmen bürosunun önünde, “Buralara oturmayın kardeşim, siz laf anlamıyor musunuz? Aha şu karşıya gidin. Burası yasak.” diye Suriyeli mültecileri azarlayan bir güvenlikçi görmüştüm. Bazarov önündeki haydariyi eşeliyordu, “Bunun sarımsağı çok fazla, bana balık çorbası getir!” diye bağırdı. Sonra bana döndü: “Dostum, aslında burada olmanın bir anlamı yok, yani herhangi bir yerde olmanın bir anlamı yok. Uzayda yer kaplamanın bir anlamı olsaydı eğer, her toz zerresinin ayrı bir anlamı olurdu. Oysa anlam, bizim uydurduğumuz bir kavun.” dedi. Başım dönüyordu. Belki de ben yanlış anlamıştım. Bir sigara istedim Maria’dan, ‘’Aslında bende tütün var ama sarmayı bilmiyorum.’’ diye açıkladım. Gülümsedi yine, nadasa bırakılmış topraklar avutuldu. ‘’Ver ben sarayım, Erasmus’la Almanya’ya gittiğimde öğrenmiştim.’’ dedi, çantasından çarşaf çıkarırken. “Şu tütün saranlardan hiç hazzetmiyorum, bana gösteriş gibi geliyor, boş tütün sarmak.” diye çıkıştı Bazarov. Pembe yüzüyle Maria Pudre’in göğüslerine takılmıştı Raskolnikov. Şehrin sakinliğini, durgunluğunu, kabullenmişliğini düşünüyordu. “Burada votkanın yanında çerez isteyince kavrulmuş çekirdek getiriyorlar, çok komik değil mi?” dedi Bazarov, duvardaki Neşet Ertaş posterine bakarak. Bence duvardaki sarkaçlı ahşap saatti gülünç olan, buranın zamanla bir bağ kurmasıydı. Sigaranın kendi kendine yanmaya devam etmesi, rakının azalması, insanların hareket edebilmesiydi absürt olan. Elimde dolaştırıp durduğum kadehi dikip, başımı -masanın üstünde Maria’ya yalvarırmışçasına duran- kolumun üstüne koydum. Bazarov’un alay etmeyeceğini bilsem kusardım ve bana büyük gelen bir tişört içinde, tanımadığım bir evde, temiz çarşaflar üstünde uyanırdım sabah. Maria Puder’in yastığının nasıl koktuğunu düşündüm, yastık olmanın hareketsiz huzurunu.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 32


Manasızca oradan oraya yürüyen köpekleri, evrene dağılıp duran sesleri, seslerine anlam yüklemeye çalışan insanları düşündüm. “Senin soluk beniz, gitti galiba.” diyordu Raskolnikov, bunu duydum. Bazarov’un “Asıl adaleti, uyku dağıtır.” dediğini de duydum sanırım. Muhtemelen iyiydim. Yan masadaki adamlar, herkesi soruşturduklarından bahsediyordu. İmza atan herkesi, özellikle de Kuzey İrlandalıları. Keşke afili bir imzam olsaydı, yani mürekkebin kalkıp gitmek istemediği bir mekan olsaydı ben olduğumu anlatma çabam. Belki de burada ne işim var sorusunun en sade yanıtı olurdu. Ahmet Kaya’nın az arabesk bir şarkısı çalıyordu. Maria, “Hepiniz kimsenin okumayacağı bir kitap bırakıp gidiyor zaten!” diye bağırdı. “Öyle deme, Can Baba’yla Ankara’dayız bir gün. Bu, üç şişe şarap içmiş, hala da tutturuyor ''Bana şarap bulun.'' diye. Sonra kürsüye çıktı, biz şok! Dedi ki: ''Hepinizin a.... koyayım.'' Böyle bir şeyler anlatıyordu Bazarov. Raskolnikov pos cihazı istedi, sağ olsunlar bana bir şey ödetmediler. “Gel, yeni stadın orada arabayı kenara çekip devam ederiz.” diye çok ısrar etti Bazarov ama “Yok ben eve kaçayım, sabah mesai var.” dedim. Raskolnikov: “Bu çaresizlikten kaçış yok dostum, bedenini saklayamazsın. Ve etin, muktedire aittir.” dedi vedalaşırken. Maria Puder’e sarılsam mı yoksa tokalaşsam mı tedirginliğini yaşarken, o kucakladı beni. Kulağıma “Çöpe bıraktığım kağıdı aldın dimi?” diye fısıldadı. “Keşke hayat, tahammül edemeyeceğimiz kadar bize ait olsa.” dedi gülümseyerek. Sanki yıllardır su bekleyen gecekondulara nehirler taşındı. ‘’Eyvallah.’’ dedim, arabaya doluşurlarken. Geri dönüp yürüdüm biraz, sokak lambası altında çöpten aldığım ufak kağıdı çıkardım arka cebimden. Şöyle yazıyordu: “Ciğer ye! Buranın ciğeri çok güzeldir.”

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 33


Ali İlkan Hallı / biçimsiz, kavruk biçimsiz, kavruk bir hiç kadar boş selamı var insanlığın kimseden sakınmadığı ancak sen başkaydın sen ortak nefeslerin özgürlük marşı güneşli günlerin müjdesine aşık fırtınada endişeye mahal bırakacak kadar küçük ve savunmasız tam da bu yüzden haykırılması gereken ve geç kalınmış bir şarkısın birkaç kuruşluk tokluğun arkasında duran riyakarların kanlı coğrafyasında canhıraş bir umutsuzluğun yangınına seyirci kalanların tam ortasında kinlenmediği anları yok sayarcasına yaşayanların şaibeli sofrasında sen bambaşkaydın özlemden muaf yoklardan hayallere dalgın topraktan ümit var ama halsiz ama geri kalan her şeye dargın tüm dillerde tartışmaya kapalı ve kavram tanımayan bir ıstırabın eseri her şeyden emin, saf, gerçek ve muallak sen bambaşkaydın onlar konuştuğunda ağızlarının içindeydin dillerinin ucunda, biliyorum bilmez olaydım, biliyorum. sen bambaşkaydın çocuk sen çocuktun ölmeni istiyorlar-dı biliyorum.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 34


Berfin / Mavi Sevgilim, insanlar nasıl ölür? Ağaç değil ki bu, kuş değil. Bir yığın et torbası değil. Konuşurken ağzının kıvrımlarına takıldığın biri, nasıl ölür? Senin eline iğne batsa, canın acır. Kollarındaki morluklara nasıl katlandın. Bu dünyanın yükü köprücük kemiklerinin arasına dolmuş. Onca ilaç, onca hastane… Vücudunu deşmişler, etine bıçak batırmışlar. Çok acıdı mı? Gece karanlıktan korkarsın sen. Boyun posun maviye çalan gözlerin… Öylece sığmaz ki kapalı bir kutuya. İnsanların sevdikleri ölüyormuş. Sev gi li le ri. Gece yarısı yatağa dokunup etinin sıcaklığında bayılırdım. Ben her sabah sesinde doğardım. Hiç doğurulmamış gibi. Her sabah bıkmadan. Şimdi arka fonda çalan şarkıya sağır oldum. Tiz bir ses var. Cenazede çığlık atan kadın sesleri gibi. Ben sadece yüzünü anımsıyorum. Ağzın, dünyadaki en güzel şeyi söylemeye hazırlanmış. Gözlerin manzara olmuş pencereme. Gökyüzü kıskanmış rengini. Bak vallahi, hasetliğinden yağmur yağdırmış. Sokakta koşuşturup, bedenimizi çimenlere attığımız gece. Ben gökyüzünü hiç öyle delici, öyle kurtaran görmemiştim. Sana hiç uzun uzadıya seni seviyorum dedim mi? Diyeyim: S e n i s e v i y o r u m. Tüm dünyadaki bütün saatler dursa, vursalar zincirlere. Tüm ekmekler tatsız, tüm direnişler ölümle bitse de. Olsun ben seni seviyorum. Ölmek nedir? Yani karanlıkta kalmak mı? Canına çirkinlik mi dolar? Yoksa bir anda tüm yoldan çıkmışlık silinir mi? Bebek mi olursun ölünce? Duvarın boşluğuna bakıyorum. Sonra bir anda sen geliyorsun aklıma. Yeni bir manzara beliriyor duvarda. Masmavi oluyor. Odaya sığmıyor sanki. Çocuk gibi. Bir anda mavilik camdan aşağı dökülüyor. Peşinden koşuyorum. Gövdemi camdan aşağı sarkıtıyorum. -Bel aşağı sarkmış bir heyecanla; tam şimdi düşsem buradan, gelsem sana.- Bir anda mavilik yükseliyor semaya. Kuş olmuş mavilik. Beyaz bir kuş. Ayağına adını asmışlar. ‘Sevgilim.’ gözleri mavi kuşun. Yemin ederim, her maviyi gördüm. Her mavi gözü. Seninki efsunlu. Yani şimdi, beni bilirsin. En çokta bu dokunuyor bana. Beni bir sen bilirsin. Artık koca dünyada bilinmezim. Doğaüstü. Herkes konuşmuş. Ama kimse kanıtlayamamış varlığımı. Uyandım. Sayıyorum. Sayıları, yüzümdeki lekeleri. Yüzüme dokunuyorum, hiçbir şey duyumsamıyorum. Sen dokunca, süt dolardı yüzüme. Tertemiz, bembeyaz. Bir anda silinirdi geçmişimin mezarlığı. Sen dokununca. Yani şimdi ben dokununca hiçbir anlamı yok. Kapıyı çalmıştın bir keresinde. Yüzünde çocuk muzipliği, dudakların kıvrılmış mutluluktan. - Mutluluk dudağındı. -

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 35


Elinde kocaman bir saksı. Çiçek almışsın bana. Kapının önünde ağzımın içine bakıyorsun. O saksıdaki çiçek değildi, bendim. Her saksıyı suladığımda, ben yeşerdim. Mutluluk, saksı olabilir miydi sevgilim? Düşününce komik geliyor biliyorum. Ama mutluluk, saksıymış. Meğer hep yanlış yerde aramışız şu mereti. Sonra bir gün, hastalanmışsın. Öyle dediler bana, inanmadım. Bana göre sadece biraz yorgundun. Belki tutarsızlıklarımdan sıkılmıştın. Belki de yanına yatmamı bekledin. Her gün sıcak suyla ovalıyordum kollarını. Mor renk bulaşmış. Ne yaptıysam çıkmadı. Çok zorlamadım ben de. Canın yanarsa, aklım çıkardı. Eskisi gibi yemiyordun. Eseflenmiş aklımla, durmadan yemek yaptım sana. Ne yapsam, ne katsam yemeklere. Maviliğin gibi sahici olmadı. Pes ettim. Yemek pişirmedim. Kendim de yemedim. Bir vakit ayaklandın. -İşte, hasta değildin sen.- Gidelim dedin. Gittik. Kaç yol değiştirdik bilmiyorum. Kaç şehir ismi okudum tabelalarda. Ama gülüyordun. Bebek mavisi gözlerin yeniden ışıldanmıştı. Seni ilk gördüğüm perşembe sabahı. -Perşembeleri hiç sevmem.- Umursamaz, serseri adımların vardı. Ellerini habire saçına götürüp, ev dağınıklığını düzeltmeye çalışıyordun. Sarı tenin, kırmızılığı hemen ele veriyordu. Gözlerinin altından. Ömrüm renkleri kovmakla geçmişti. Sonra ne oldu bilmem, seninle göz göze gelince mavi oldum. Her yerime bulaştı rengin. İlk başta ne çok kaçmaya çalışmıştım senden. - Ukala - Boşuna o kaçışlar. Belimden beline bir iple bağlanmıştım. Herkesi yakıp yıkan, ama tek kelimeyle mağlup olandın. Umursamaz kişiliğinde yaralı bir hayvan vardı. Sana eğilip bir şeyler fısıldadığımda, titrerdin. Beni kovmak için can atardın. Gözüm korksun isterdin. Senden korkarsam seni yıkamam sanardın. Hep böyle yaşamıştın çünkü. Zamanla anladın ki, beni korkup kaçıramayacaksın. İşte o gün ilk defa kucağıma yattın. Mavi oldu kucağım. Pes etmiştin. Benimle olmamaktan pes etmiştin. Sen hiç zor bir insan olmadın sevgilim. Bana hiç sesini yükseltmedin. Kovmaya can attığın her gün, bir bahaneyle yanıma geldin. Bense ilk defa bir erkeği sevmenin sersemliği ile yalpalıyordum. İkimizin bu aptal bilmemezlikleri, bizi hiç yıpratmadı. Sen ilk defa bir kadına yenildin, bense ilk defa bir erkeği mağlup ettim. Günlerim, senin yanında her gün farklı bir kadın olmakla geçti. Olduğum her kadını sevdim. Ev dağınıklığında bir yuva kurdun bana. Kavgalarımız bile sevgi doluydu. Kapıyı çarpıp çıkmak isterdim, arasına elini koyardın. Parmakların kopsa ne eder? Yan yana olmak. Buydu bize kalan.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 36


Yollar şehirler bilmediğimiz sokaklar. Sen, mutluydun. Ben, tedirgin. Ağzının kenarındaki çukurda çiçek açtıkça, ferahlıyordu yüreğim. Mor renk hala tenindeydi. İstemiyordun soğuk hastane odalarını. Ben de seni ikna etmekten bitap düşmüştüm. Biraz olsun, kaybol istiyordum. Bu çıkmazın içinde kaybol. Arabanın içinde bir an olsun gözümü kapamadım. Ödüm kopuyordu sensiz bir adım atarım da bu yol sensiz tamamlanır diye. Ama sevgilim oyunbozanlıktı bu yaptığın. Bir benzinlikte durmuştuk. Elimi yüzümü yıkamak için senden ayrıldım. Zaten senden ayrıldığım tek an oydu. Belki otuz saniye belki bir dakika. Geri döndüğümde sen yoktun. Arabanın etrafında seni aradım. Sarı tenin yerle birleşmiş, öylece duruyordun. Bir gün yine burnumdan soluyordum. Benim bu ani çıkışlarım, oyuna dönmüştü senin için. Gülüyordun. Sen güldükçe, ben delirmiş gibi sana bakıyordum. Eğilip dudakların yüzüme değdiğinde, kendimi buluyordum. Sonra dilim lal, bakıyordum suratına. Ne sinir ne söylenecek söz, hiçbir şey kalmıyordu. Kaçıncı öpüşün beni? Belki milyon… Hepsinde aklım şaşıyordu. Sana daha az kızıp, daha çok öpüşseydim seninle. Bundan biraz muzdaribim. Ama sen hiç kırgın hissettirmedin bana. Gözlerin hiç kırgın bakmadı. İnsan, bir kap çorba pişirdi diye birine sevgi beslemez ki. Sana yemek yapıyorum diye ellerimi öperdin. Ben dünyanın hiçbir yerinde böyle saklanamazdım. Sende saklandığım kadar. Oyunbozanlık, bu yaptığın sevgilim. Otuz saniye, belki bir dakika. Bunun için insan mı terkedilir? Her gün sevdiğin yemekleri yapıyorum. Biraz daha gelmezsen hepsini kedilere vereceğim. Sen yoksun diye o siyah kedi yüz vermiyor bana. Ne farklı adamsın sen, kediler bile anlaşmak istiyor seninle. Bugün saçlarıma baktım, uzun zaman sonra… Beyaz telleri tek tek kopardım. Yerine yenileri çabuk çıksın diye. Güzel gözükmek bir tek sana mahsus. Güzel olmam bir tek senin secerende gerçekti. Alnımın kırışıklığına sıkışmış birkaç söz buldum geçen gün. Çıkarmaya çalışırken ellerim parçalandı. Kan midemi bulandırırken, seni gördüm. Bir an kanın içinde belirdin. Gecelerce can çekişin geldi aklıma. Çöktüğüm yerde kafamı duvara vura vura ağladım. Nefret ederdin ağlamamdan. Seni hiçbir zaman böyle çaresiz görmemiştim. İlk defa yanında ağladığımda. İçindeki yaralı hayvan yere atmıştı kendini. Ne yapacağını bilmez halde çırpınıyordun. Kollarımı sana uzattım. Ağlamaktan hıçkırıyordum, bebek gibi mırıldandın kulağıma. Ne söyledin, hiç hatırlamıyorum. Bir anda dindim. Öyle bitap düşmüştüm ki… Kollarında uyukladım. Keşke hiç uyanmasaydım.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 37


Arabanın kenarında ben de seninle yere yığılmıştım. Çığlık çığlığa bağırıyordum ama kendi sesimi duymadım. Sonra aldılar seni. Öylece yığılmıştın, etlerini toparlamaya çalışıyorlardı. Ben sana dokunmaya çekinirken, hiç tanımadığımız insanlar yabancı ellerle seni çekiştiriyordu. Günlerce hiç konuşmadık. Bir ara -çok zahmetli – gözlerini açtın. Maviliğin sıçradı suratıma. Korkmuştum, yıkanmamıştım, yemek yememiştim. Öylece seni bekledim sevgilim. Yemin olsun bacağım bir milim yana kaymadı. Sadece seni bekledim. Gayriihtiyari adımı söyledim. - Aman Allah’ım adım nasıl güzel. - Tokat sersemliği güldüm sana. Senin de hemen kıvrıldı dudakların. Ne yapsam bilemezken, sana defalarca s e n i s e v i y o r u m dedim. Gözyaşlarım nefesimi boğarken, sadece bunu diyebildim. Sonra yoruldun galiba, gözlerini kapadın. Olsun, dedim içimden. Ben beklerim. Sonraki günler, hep mavi gözlü adamlarla bakışmaya çalıştım. Hepsi, ayrı çirkindi. Mavi renk bu değildi. Mavi renk, sendin. Gözlerini bir daha hiç açmadın sevgilim. Ama ben hala bekliyorum. Senin adın mavi, tenin mavi, kadının mavi… Kısacık ömrüne ne çok renk sıçrattın… Ben kendime küsken, tüm dünyayla barıştırdın beni. Koy vermedim. Pes etmedim. Seni nasıl yendiysem, kapalı gözlerini de öyle yenerim. Evin her yerini sen boyadım. İçtiğim suya sen kattım. Ekmeğime sen koydum. Şimdi buradayım. Sen de. Kovamazsın beni artık. Ne bahane bulacaksan bul, gel artık yanıma. Birçok insan geldi evimize. Günlerce, aylarca. Yeniden toplanıp durdular evimizde. Hepsi omzuma dokunup, buruşuk yüzleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. - Sanki omzuma dokununca hafifleyecekmiş gibi kafamın ağrılığı. - Hepsinin ellerinde ağzına kadar dolu yemek kapları vardı. Orduyu doyurmaya mı gelmişlerdi, yedikçe çatlarım diye ümit mi ediyorlardı, bilinmez. Senin günahın tertemiz oluşun muydu? Bu olanların hiçbir açıklaması yoktu çünkü. Senin benle olamayışının. Günlerce etinle can çekiştin. Kime, ne kötülük etmiştik? Bazı geceler sen acı çekerken, ben de vuruyordum bedenimi bulduğum her sivri köşeye. Belki seni anlarım diye. Çok konuştum okumuş insanlarla, seni kurtarsın diye yalvardıklarıma. Soruyorum Tanrı’ya, eve gelen yaşlı kadına. Bilakis fazlaca ağladı, belki biliyordur cevabı. '' Mavi nerede? ''

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 38



adem üren / ZIRH YA DA ELYAF

kazım baran yılmaz’a

bir yarım dünya adımı kadar kırılmış beji, dövülmüş babayı halkların kardeşliğini ve borsayı aynı anda taşıyan her şeyin cehennemi bu bir de yaşamı taşlayacak olanın mesnevisi imparatora ve ateşe karşı çıkmak. Umman’dan daha geniş çölü vardır mutlaka tabutları olan ama yine de bazen kâzım yine de bazen kefil bir cinayete, yüzü yüze kırma ergenliği kadar. tedbir ve tevazudan cay birleştir bütün kanları akarsularda ehlileşen vücut dünyanın ortasına dikilmiş heykelin yalnızlığı dersinden uyandığın coğrafya bu değil bu kez değil dağları yıkmaya eğitilmiş çocukluğun. işte genellikle davut inatla Küba eflatunu gibi sokakların silahların ortasında aynı alemi taşlayanın şikayetidir ölümsüzlüğü ölümsüzlükle açıklayanın.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 39


Aynur Parlak / Veda Duvarda eski bir halı, hala yaşıyor babam. Ve masada son yumurtalar duruyor, sudan az önce çıkarılmış. Duvar halısı yer yer sökük, mavisi kadifeden: ‘’Gece, bu kadar yumuşak olabilir mi?’’ diyor insan. Eğer bu kadar yumuşaksa karanlık, geceden korkmak neden? Pencere kenarına yatak yapıp yıldızları seyrede seyrede uyumayı, annemden öğrendim; yaylada böyle yapılırmış Ağustos akşamları. Hatta çoğu yayla evinin tavanı delik olurmuş, yağan yağmur, damla damla dökülürmüş başına insanların. Fakat toprak bereketli, gecede huzur, koyunlar üstü açık ağıllarda sabahlarmış da bir çoban işlemeli kepeneği altında koca bir geceyi uyuturmuş. Annemin saçlarına gece dökülüyor, duvar halısı hala başucumuzda. Gece, sığınılası bir liman gibi sarıp sarmalıyor nefesimi. Uyuyakalıyorum ninnisi tanıdık bir ilkbahar gibi. Bahar, telli duvaklı gelin gibi giriyor evlere; kalbimde davul zurna… Ve kan akışımı bile duyabiliyorum, içimde tomurcuklanıyor kan. Yıkanmış perdelerden deterjan kokusu yayılıyor fakat ben bunu artık bahar diye biliyorum. Köpüklü, kimyasal baharlar… Çiçekleri avuçlarıma topladığım zamanlara gidiyorum, çiçekleri koparmaya tövbeler ettiğim zamanlara; fakat çimlere basmak bir görevdi. Çimlere basalım çocuklar! Koltuklarımız eski, tüplü televizyon hala çalışıyor. Televizyon dolabı olarak kullandığımız komodinin altına yapışmış gazete kağıtlarını okuyorum, 1950 yazıyor tarihinde. Nereden buluyorlar bu kadar eski gazeteleri de yapıştırıyorlar masa altlarına? Bir tarihin ellerine zamk sürülüyor, kokusu reçineden. Babamın üzerinde su yeşili bir takım, ayakkabıları tertemiz, siyah gömleğinin düğmeleri büyük gövdesini sıkmıyor. Okuldan çıkıyorum, saçlarım örgülü. Karşımda babam, okuldan almaya gelmiş; koşup sarılıyorum. Umut büyüyor içimde; oysa evdeki yumurta bile bitmiş, cepte delik büyümüş, veresiye defter kırtasiye rafında durduğu gibi durmuyor bakkal kasasında. Sırtıma vurup taşıdığım bedava kömür isi, avuç içlerime doluyor; yaşım daha on bir. Gitgide unutuyor adımı babam, bakışları boşalıyor ve tomografi kayıtlarına beyin loblarında küçülme diye yazıyor makinelar. Çürüyorum, çürüyor, çürüyoruz. Nasıl oluyorsa kaybediyorum babamı, boynu bükük gidiyor ve gözleriyle karşılaştığım an yığılıyorum yere. Yağmur yağıyor, öylesine yağıyor ki, yeryüzünün bütün oyukları suyla doluyor. Babamı bir ağıt gibi uğurluyorum gökyüzüne, kuş ol yine gel diyorum. Umut bu ya, bırakmaz o hiç beni.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 40


Yıllar, yol yapımına yeni başlanmış eski köyler gibi topraklanıyor. Yirmilik türküler ufalıyorum ellerimle. Konuşan bütün hakikatleri susturmak istiyorum, kavak yelleri esiyor başımda. Burnumun dikine gitmeye alışmış şımarıklığımla alıp sırtıma çantamı, bir kenti terk ediyorum. Bu, terk ettiğim son şehir. Bir daha yeni bir şehir keşfetmeye cesareti olamayacak kadar çocuklaşıyor ellerim. Fare toprakları görüyorum tarlaların ortasında, eşilmiş. Avuçlarıma toplayıp göğe savuruyorum. Islak toprak ağır geliyor atmosfere, kendim gibi dökülüyor: Yığılgan, ağlatılmış ve kararlı. Ayaklarımı sürüdüğüm son kaldırımlara bakıyorum, hatıralarımı bırakarak geçiyorum zihnimden. Kendime kusmaktan çöp tenekesi gibi kokan sözlerimi ağlıyorum, pencereyi açıyorum önce. Yüzüme vuruyor beyaz perdeler, Mayıs’la. Ölü bedenimi camdan sarkıtıyorum, yıkanıyorum kuşların sesinde. Oysa güneş, hala tepede ve kuşlar hala sırıtkan. Yaşamaya devam etmeye söz veriyorum. Bu, kendimi ölü saydığım son sabah. Konuşkan tavırlarımı kaldırıp atıyorum, sokağın öbür ucuna. Bir kitapta okumuştum, ‘’Konuştukça bitiririz kendimizi.’’ diyordu. Lal olmaya karar veriyorum, bana sorular soran ve sormuş herkese uzun uzun bakıp susmaya karar veriyorum. Sessiz olmak saçılmamaktır perdelerin altına, öğreniyorum. Çocuklar kahkahalar atıyor kapı önlerinde, insanlar ayaklarına bambaşka dertler çağırıyor ve herkes kandil yakmıyor rüyasında. Terkedilmenin zirvesinde oturuyorum, ayaklarımı altıma toparlayıp. Ağlamaktan çok utanıyorum fakat ağlıyorum. Bir parça gözyaşı kalmasın diye yarına, bugün ağlıyorum. Kafka yaşasaydı mesela, bir böcek gibi sırtüstü düştüğümü görüp: ‘’Evet biliyordum, biliyordum bir insanın örümceğe mutlaka dönüşebileceğini.’’ diyerek fırlardı kapının dışarısına. Ve benim Gregor Samsa misali, sırtıma yediğim elmadan kalma çürüğü sırtımda bırakırdı. Çünkü onun görevi bir örümcek yaratmaktı, hem de örümceklerden delirircesine korkan benden. Sırtımda küfe gibi duran kendimi, siyah ıslak toprağa fırlatıyorum. Bu, kendimi son öldürüşüm bir bakış uğruna. Toprağa kendimden saç telleri bırakıyorum ve bedenimi dağıttığım her bir yerden toparlayıp kalkıyorum. Penceremden görünen havaalanına bakıyorum, uçakların tekerleklerini değdirdiği o muntazam çizgilerden ibaret geniş piste dalıyorum. Bir zaman, o piste tekerleklerinin değmesini sabırsızlıkla beklediğim beyaz uçağı anımsıyorum. Yalnızlıktan öleceğime inandığım zamanlarda yazmaya defalarca yeltenip, sonunu kötü getirmekten korktuğum o öyküyü defalarca yarım bırakıp başka sonlar yakıştırdığım kumdan vakitlere üflüyorum kendi dumanımı. Hüviyetimden yaygaralar akıp gidiyor, saçlarımdan bahar. Ve gözlerimde son sancısı, üç gün biçilen kırmızı dünyanın.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 41


Peki ya ‘’Bir daha hangi ana doğurur bizi?’’ Bu, son güçsüzlüğüm, son yarım kalmışlığım, son tüketişim nefesimi ve gözyaşlarımı. Bir harita tutuyorum, yeni taş dökülmüş köy yoluna. Bir vakitler, kendimi şekillendirdiğim son yokuşta yeniden yürüyorum. Parmağımı dolaştırıyorum haritanın üzerinde, bir vakit sonra hissizleşiyor parmak uçlarım. ‘’Hah!’’ diyorum, ‘’İşte burası.’’ Kıl çadırımı kuruyorum ve takip etmeyi bırakıyorum kendimi. Burası, kendimi doğurduğum son yer. Çoraplarımı çıkarıp, dikenlerini temizliyorum artık. Avuçlarımı, kanatırcasına sıkıyorum. Bir daha kanamamak için, bile isteye acıtıyorum kendimi. O kalemi fırlatıyorum, o koltukları, o fotoğrafları, yarım bırakılmış sigarayı, bitirilmemiş yemek tabağını, nokta koyulmamış cümleyi ve hakkında pişmanlıklar örülü keşkeleri… Yeni bir hayata nasıl başlanır bilmiyorum fakat kurşun kalemle yazılmış son sayfanın üstüne bir sayfa daha çeviriyorum, özenle atlıyorum kömürle karalanmış kendimi. Bu, son pişman oluşum.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 42



kazım baran yılmaz / 221215 salı suyla devşir burada hala çok açık bir ara var tam ikimizin ortasında çünkü denize inmekle denizden çıkmak firavunla sabittir denizi aşmak sayılmaz asla kitaplar indiriyorum ben de bazen tozlu bir tarihin gün yüzüne çıkan yükü gövdesinden ağır yasalarına belki muhabbeti muhalefet sanki meselesi metanet ya da marifeti mağfiret olacak olması namına ama gökten değil, haşa bir raftan boyu boyumca salı suyla sıva istikbalden istihbarat sağlamak zor yalnız ikimiz değil hiç kimsenin adına çünkü bir ad verme telaşından bir tanımı devrim sayabilirsek ama sıkı bir mağlubiyet şartıyla ne ala aynı kitaplar, aynı masa indirdikçe indiriyorum da -da'nın burada bir bağlaç olduğunu indirdiğim kitaplardan birinde okumuştum ondan daha geniş bahsedeceğim sonra okumaktan canı çıkmış çocuklar var sırada soğuk iklim ve beyaz ten coğrafyalarında üstü yazılı mermilerle vurulmuş olanlar başka hiçbiri ansiklopedik bilgi değil öyle çok takılma zaten hiç kimse cehaletten ölecek diye korkmuyor ya

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 43


salı suya sal dengi acılarla baş etmeleri mümkün başını maksadına adayanlarca çünkü salın kuvvetini suyun şiddetine bir hüküm gibi koyabilmektir mesele o sal bir asa genişliğinde olsa ve musadaysa aşamadığın denizin kahrında kitaplar, masa, indiriyorum ben de, bazen, aynı göğüs hizamdan ilyada destanına öyle bir kıtalık bir mesele değil bu hiçbir milletin milli değerlerini de ilgilendirmiyor dinin, kültürün ve sanatın dışında ne bir kilise ne de cami avlusunda ne bir haham ve bir budist ağzında ki sen de benim kadar devrim bir yenilişsen var mısın ittifaka ben ölüme hazırım sen de hazırla.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 44


Kadir Koçyiğit / KADIN? 01.15 – Ankara Işıl ışıl caddelerde eğlenilen gecenin ardından, şehrin kuytusunda kalmış evine dönmek için bu saatte ve karanlıkta yürüdü, biraz korkarak ve biraz da yorgun. Kapkara gece içinde onlarca güve, sinek ve yarasaya ve dahi çeşit çeşit kan emiciye rağmen, can çekişen ışığın altında soluklandı biraz. Tutunduğu dizlerine toplanan eteğini çekiştirdi. - Öyle ya, mini etek giymeseymiş. Karanlığa - etrafındaki onca parazite rağmen - direnen sokak lambasının sararmış ışığına baktı kafasını kaldırıp, derin bir nefes aldı ve davrandı belli belirsiz seçilen, önünde uzanan yokuşa doğru. Ya dizlerine güvenecekti ya nefesine. Birazdan sığınacaktı evinin ve kilitli kapısının güvencesine. Yokuşa doğru yürüdü, bu bitince diğerinin başlayacağını bilse de. Sıklaşan nefesi ve yanmaya başlayan kaslarını düşünmemeye çalışarak direndi kendine. Arkasında yürüyen gölgeyi fark etmeden. Bir adım sonra, bir adım daha. 04.19 – Bursa İçinde kaybedilecek savaşı, yarım masalı kalmamış herkes gibi bıraktı ayaklarını kendi hallerine. Nereye gideceğini bilmeyenin ne işi olurdu yolla? Sadece kapıyı çekip çıkmıştı, nereye, nasıl ve ne için gideceğini bilmeden. Kısa kolları yüzünden soğukla başa çıkamıyordu, üzerindeki incecik bluz. Tedbirsiz ve hazırlıksız kapatmıştı kapıyı yüzüne, üzerine çevrilen öfkenin. Ya üşüyecekti ya da… Şehrin yüksek yerlerinde çekilmiş fotoğraflar hatırlıyordu, eski anılarının içinden seçtiği bir iki tanesinde. Işıl ışıldı sokaklar, tam tersine bu gecenin. Yüksek bir yer bulmak geldi aklına birden. Bir uçurum olur, bir köprü. Hani düştüğünde hayatta kalamayacağın kadar yüksek bir yer. Çocukluğunun korkuları depreşti kafasının içinde. Kendi kendine çalıştı ayaklarına hükmeden dümen ve serçe kadar yüreği, hızlandı. Artık adımları yeryüzünde, kalbi göğüs kafesinde çırpınıyor çünkü nereye gideceğini biliyordu. Kimsenin onu göremeyeceği, kimsenin o saatte orada olmayacağı sokaklar seçti, güzergâh olarak. - Öyle ya, o saatte orada ne işi varmış? -

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 45


Bir nefeste çıktı; yaşamanın, insan olmanın, çocukluğunu yaşamadan kadın olmaya zorlanmanın zirvesine. İtin, uğursuzun insafına bırakmayacaktı hayatını. Zira hayat, en yüksek makamdı ve tam da oradan atlayacaktı. Bir adım, sonra bir adım daha… 06.34 – İstanbul Okula giden çocukları seyrederdi bu saatlerde. Günün daha başı olmasına rağmen, neden bu kadar yorgun ve isteksiz göründüklerini hiç anlamadan seyrediyordu onları. Hâlbuki ilk kırmızı kurdele onundu o okurken, herkesten önce kalkar koşarak giderdi okula. Binlerce yıl önceydi sanki ama gerçekti. Koşar adım eve gelip defterini kitabını açtığı bir akşamdı, binlerce yıl önce bir akşam. ‘’Ne yapacaksın okuyup?’’ dedi babası, ‘’Kız kısmısının okumasına gerek yok!’’ dedi anası. Başlık parası, gelin kınası ve bir türlü rahme düşmeyen erkek evladı derken… Sonrası, koca dayağı. - Öyle ya, çayı o kadar açık koymasaymış. Oysa evlilik denince, pencere kenarında menekşeler düşlerdi küçükken ve kim bilir ne güzel kokar diye düşünürdü evin o köşesi. Ki şimdilerde evin hangi köşesine baksa, daha çok korkuyordu evlilikten. Yüksek apartmanların arasından gösterirken kendisini sabahın ilk ışıkları, uzaklaşan kocasının arkasından baktı uzun uzun. Babasından dört yaş daha küçük olmasına rağmen, daha fazla döven kocasının arkasından. Çeyizi ile getirdiği ekmek bıçağını, her akşam çöplerini attığı kutuya atan kocasının. Uzanıp tutamayacağı pencere koluna baktı. Hani açsa bağırsa duyardı birisi ama -kan kaybından olacak- kalkamadı, gittikçe ağırlaşan bedenini kaldırıp. Nasılsa bu kadar aktığı yeterdi, birazdan dururdu bu kan. Kalkar açardı pencereyi, bağırırdı birilerine, birileri sesi duysun diye. Sadece bir adım atmıştı ki direnemedi yer çekimine. Şimdi, bedenine yayılan huzura bırakmalıydı kendini. Sonra kalkardı cama, pencereye. Bir adım, daha ama daha sonra… 13.25 – Erzurum Ne çok şey vardı yaşanacak ve hayali kurulacak. Hâlbuki hayat plan yapmak için çok uzun, gerçekleştirmek için çok kısa. Özenle ve sayısız denemeden sonra çekindiği ve sonunda birisinin beğendiği fotoğrafına bakıp gülümsediğini anımsadı. Çok daha güzeldi oysa bir uygulamanın eklentilerinden ve hiçbir kamera yakalayamazdı gözlerindeki ışıltıyı.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 46


O kadar çözünürlük henüz keşfedilmemişti ki, nasıl çıksın fotoğrafta öğretmen ya da balerin olmak, gezgin ya da anne olmak hayali ile parlayan gözlerinin parıltısı? Binlerce yıldıza kapanıyormuş gibi göz kapakları. Ama kıskandı o bakışları yüreğine sığdıramadığı delikanlı. - Öyle ya, o kadar davetkâr bakmasaymış. Ondan başkasının elinde hayal bile edemediği ellerini koydu, hala barut kokan yarasına. Avuçlarından akarken henüz kurmaya bile vakit bulamadığı hayalleri, bastırdı biraz daha. Yabani hayvanlardan korunmak için imal edilen pompalı tüfeğin, bir yabaninin - ki buna hayvan demek de haksızlık hayvanlara - eline geçmiş haliydi bu. Adına aşk, kıskançlık ya da ne dersen de. Ki kulak memesi gibi bahane, dediğin. Adının sonuna onun soyadını koyup kurduğu düşlere kızıp söylendi sıktığı dişlerinin arasından, ‘’Kalkabilirsem ayağa.’’ dedi, ‘’Kendi soyadım sadece.’’ Adım, daha sonra… 15.36 – Antalya Kaldırdı yorgun parmaklarını klavyeden. Haftalardır kimsenin içinden çıkamadığı raporu bitirmişti işte. Sırtındaki duvara astığı iki diplomanın hakkını vermiş olmanın biraz buruk olsa da gururu ile yaslandı geriye. Buruktu, çünkü üç dil biliyordu normal hayatında kendini ifade ettiği dil haricinde ve hiçbir dil ya da tahsil ile anlatamıyordu derdini. En zor anlaşmalarda, toplantılarda, iş dünyasının savaşlarına girmekten korkmadığı zaman oturduğunda masaya, karşısındaki şartlara değil, dekoltesine bakılıyordu. Neyi başarsa güzel olduğu içindi ve her hatası, kadın olmasından kaynaklanıyordu. Taciz ve mobing ise cabası… - Öyle ya, elinin hamuruyla ne işi varmış. Herkesin bir Moby Dick’i vardı, bir beyaz balinası. Bunca köpek balığı içinde delik sandal ve kırık kürekle sürüklendiği okyanusta onun tek derdi, kariyeri idi. Çünkü başka şansı yoktu arkadaşım. Adının önünde bir unvan olmalıydı, ayakta durabilmek adına. Müdüre hanım ya da doktor, hâkime hanım ya da avukat. Bir unvan, şarttı. Adı? Daha sonra…

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 47


20.00 – Türkiye’de herhangi bir yer… Akşam haberlerinde spiker ‘’Bir kadın cinayeti daha’’ diyecek önce, sonra katilin adını, mesleğini, öldürme sebebini söyleyecek hatta belki savunmasını bile yapacak. Dolmuşta en sona kaldığı için kadını suçlayacak birileri bir yerlerde, boşanma davası açmanın kadının işi olup olmadığını konuşacaklar, kadına kadınlığın ne olduğunu bile anlatacak bazı erkekler. - Öyle ya, o kadar erkeğin içinde ne işi varmış? - Öyle ya, kadın başına ne işi varmış orada? - Öyle ya, evinin kadını, çocuklarının anası olsaymış o da. Kanalı değiştirmeden önce - adını öğrendiğimiz - katilin arkasından atıp tutacağız. İdam isteyeceğiz; sanki katili öldürmek, katillerin sayısını değiştirecekmiş gibi, sanki şiddet şiddetin çaresiymiş gibi. İki ya da üç harften fazlası geçmeyecek, hiçbir haberde kadına dair. Cümle ya da kelime değil. Harf… Adı… Hiçbir zaman. Bu satırlar, ülkemizde katledilen ve isimleri, katillerinin isimleri ya da katledilenlerin sayısı kadar anılmayan kadınlara atfedilmiştir. ‘’ Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi. ’' (Tezer Özlü)

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 48


Cem Onur Seçkin / CODEX bir virüs gibi yayıldığında karantina ve evler ablukayken sokaklara ve içsel yaşamın hazzına dağılırken dehşet toplumdu cinayetleri mahkumların ellerine sıkıştıran süpermarketleri siper almış bir vaziyetle kolonya şişelerini zihinlerine damlatarak ayaklarındaki bukağılardan kurtulmaya çalışan okullar boştu o kullar tatildelerdi üstelik en zor ders olmuştu fen yaşıyorduk tesadüfen yüksek şuradan sesleniyordu bakanlar yani bakıp da göremeyenler)( ma-aşsız izne çıkarılıyordu işçiler na-aşsız kaldırılıyordu cenazeler manası yoktu hayatın ve kıldan arınmış bir akılla maskelerini kuşanmıştı kalabalık katılıyordum gösteriş sadece sosyal medya işiydi evde kalmış kadınlara #evdekal demek de bir hiyerarşiydi ve yitirmişti inancını tanrı kapalıydı tapınakları işsizdi lanet etti yarasalara pek yaramasa da() döndürüyordu dünyayı ölülerini fırlatmak i-çin

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 49


Ertan Tunç / Askılık Vadinin batı yamacına kurulmuş hepi topu on beş hane olan bu köy yerinde, evler vadideki kayalar kullanılarak yapıldığından köy, vadinin rengiyle bütünleşmiş. Öyle ki köyden biraz uzaklaştığınız zaman, evleri seçememeye başlarsınız. Öte yandan bacası tüten mevsimlerde kar, vadideki yaşamı iyice gizler; baharda toprağa, badem çiçeğine, fesleğene, gelinciğe, kuşa, koyuna dağılmış olan yaşamı, soba bacasının gri soluğuna tıkıştırıverirdi. Bu mevsimlerde dama çıkmayı çok severdim. En az otuz yıllık, çürümeden kaynaklı yer yer koyulaşan tahta merdivenin kar kaplanmış her basamağına ayakkabılarımın izini bırakarak yukarı çıkıverir, hemen bacanın yanına ilişerek avuç içlerimi ve parmaklarımı hızlı hızlı sıcak baca borusuna dokundurup çekerdim. Sıcaklığı, ellerimi birbirine sürte sürte dağıtırdım. Bazen gücümü ayarlayamayıp parlak kahverengi boyası çatlamış baca borusunu yerinden çıkarıverirdim. Hemen ellerimi kazak kollarımın içine çeker, karda coslayan boruyu alıp yerine yerleştirirdim. Gözümün alabildiği tüm beyazlığı, mesafe gözetmeksizin izlemeye başlardım. Beyaz örtüyü yırtan ağaçlar, karın bile gizleyemediği kocaman kayalar… Bu iri kayaları, doğa ananın memeleri olarak düşünürdüm bazen ve bana göre doğa ana, her kış evlenip gelinlik giyen tek kadındı. Önce yağmur yağar, doğa ana bir güzel yıkanır ve beyaz gelinliği yavaş yavaş üzerine geçirirdi. Öyle ya, hiçbir gelin temizlenmeden gelinlik giymez. Belki de yağmurun kardan önce yağması, bundandır. Hatırlıyorum. Yine böyle bir günde henüz doğa anayı dikizlemeye başlamamıştım ki, bir serçe takıldı gözüme. Olanca donukluğun içinde hareket eden tek şeydi. Serçe, temkinsiz ve başıboş manevralarla telefon direğinin üzerine kondu. Aslına bakarsanız çok da hatırlanacak bir uçuş değildi. Yüz yıldır ilk defa bir yere konuyor gibiydi. Öyle yorgun, öyle bitap. Yorgunluğunu, düşen kanat uçları ele veriyordu. Çok geçmeden üzerini kar kaplamış telefon teline doğru minik, savruk, yan yan zıplamalarla hareket etti. Ardında, ayak izleriyle beraber kanat izleri de bırakıyordu. Kuş sürünüşü… Uçuşu herkes hatırlar. Ya sürünüş? Ben hatırlıyorum. Sonra kalan bütün gücünü ayaklarına vererek, telin üzerinde sabit kalmaya çalışıyordu. Sessiz bir rüzgar, boynundaki tüyleri kaldırıyor ve o anda gözlerini kısıp, fındık başını vücuduna çekiyordu. Kanatlarının düşüklüğü, onu daha çok zorlasa da vücuduna çekecek gücü bulamıyor gibiydi kendinde. Bir süre öylece izledim onu. Rüzgar, ses çıkarmaya başladı sonra. Ve telefon teli, inceden sağa sola sallanmaya başladı. Daha fazla dayanamayıp bıraktı kendini serçe. Yere düşmeden fırladım hemen. Tahta merdiveni, üçer beşer indim. Dört basamaklı taş merdivenin hiçbir basamağını kullanmadan üzerinden zıplayıp, serçenin düşmüş olabileceği yere yöneldim. Arkamdan ‘’Ne oldu lan!’’ diyen Süleyman’ın sesini duymadım bile. Ama göremedim.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 50


Karda kedi izi aradım, onu da bulamadım. Sevinmekle beraber, duruma anlam veremiyordum. Uçmamıştı ki, düşmüştü. Bilemiyorum, belki son anda kendisinden beklenmeyecek bir manevrayla uçup gitmiştir. Belki de karla kaplı zeminle arasında bir metre kala, onu hayata bağlayacak bir şey geçmişti gözünün önünden bir an; fotoğraf karesi ya da yavru sesi. Ne bileyim, belki yüzde yüzünü verebilmesi için ölüm korkusunu yaşaması gerekmişti. İnsanda olduğu gibi. Bu bulanık düşüncelerle arkamı döndüm, taş merdivenin üzerinde Süleyman’ı gördüm. ‘’Kuş, buraya düştü, ona koştum ama bulamadım. Kedi izi de yok. Düşmemiş demek ki.’’ dedim. Süleyman’la taş merdivenden çıkıp avluya geçtiğimizde, Veli’yi de gördüm. Ağzında bir odun parçası, ellerini koltuk altına koyup kireçli tuvalet duvarına yaslanır vaziyetteydi. Sonra hep beraber sedire geçtik. Bir süre kimse konuşmayınca, Süleyman cebinden çıkardığı ufak tefek taşları evin görmediği bacasına sallamaya başladı avludan. Görmediği bacanın yerini, dumandan saptamaya çalışıyordu. İnceden tık sesi gelince, vurduğunu anlıyorduk. Süleyman, bu sesi her duyduğunda gözlerini kapatıp derin bir nefes alıyor ve o an taş, baca ile Süleyman’ın arasında iletken bir bağa dönüşüyor ve iliklerine kadar ısınmaya başlıyordu Süleyman. Sonra bize dönüp: ‘’Hadi nehre inelim.’’ dedi. Veli, ‘’Ben açım oğlum, ne nehri bu soğukta?’’ diye cevap verdi. Ben bir şey demesem de kafam dağılır belki diye nehre inme fikrine sıcak bakıyordum. Sonra Veli’ye dönüp: ‘’Annem salçalı ekmek getirsin sana.’’ dedim. ‘’Off imanım gidiyor salçalı ekmekten!’’ diye hırlayarak ayağa kalktı Veli. Süleyman, avcundaki taşları bırakıp çamura bulanmış ellerini kıç ceplerine sürerek temizledi. ‘’Ben eve gidip sapanı getireyim, belki bir şeyler denk getiririz.’’ deyip, çamura batmamak için taşların üzerinde seke seke eve gitti. Gözleri parlayan Veli, ‘’Bu Sülo piçtir ha! Kesin bir şeyler vurur. Getirir burada pişiririz. Hem… Hem belki mantar da buluruz.’’ diye iştahlı iştahlı konuşmaya başladı. Finale de karnını sıvazlayarak bir ‘’Ohh!’’ kondurmayı unutmadı. Düşünmek bile doyurmuştu sanki onu. Veli’nin babası, imamdı. Bazen yatsı namazından sonra caminin anahtarını babasından çalar, bütün çocuklarla camide toplanırdık. Cami, köyün en fazla halı olan mekânıydı. Burası yatsıya kadar Allah’ın, yatsıdan sonra Veli’nin eviydi. Veli, gelen bütün çocuklara meydan okur, es kaza cesaret edip onunla güreşmeye niyetlenen olursa boyunun ölçüsünü alır ve köşesine otururdu. Bir gün Süleyman, onu iki hamlede yere serince eski fiyakası kalmadı.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 51


Veli’ye dönüp: ‘’Akşam, caminin anahtarını alsana.’’ dedim gülmemeye çalışarak. Ama gülsem belki bu kadar belli olmazdı gülüşüm. Öyledir; bazen bir davranışı yapmama çabası, davranışı daha bir yapılmış kılar. ‘’Siktir!’’ dedi, omzumdan iterek. İkimiz de gülmeye başladık. Sonra Süleyman, gittiği gibi geri döndü. Seke seke. Ayağa kalkıp hep beraber nehre doğru inmeye başladık. Aşağılarda nasılsa çamura batacağımız için inerken nereye basacağımıza çok da dikkat etmedik. Süleyman, yine de dikkat ediyordu. İyice ceylan rolüne bürünmüştü. Nehre vardığımızda, nehir boyu kavak ağaçları arasında ilerledik. Nehir, her zamankinden daha gür ve sesli akıyordu. Uzaklığı tam kestirilemeyen ince ince kuş sesleri geliyordu. Yine de en belirgin ses, birkaç kavak ağacı ötemizdeki ağaçkakana ait 'tak tak' sesiydi. Kısa kısa molalar vererek, ağacı delmeye devam ediyordu. Doğa, köyden daha canlı gelmişti bana. Bambaşka bir yere gelmiş gibi hissettim. Bütün her şeyi, kuşu bile geride bırakmıştım. Bir daha geri dönmeyecektim sanki. Gözlerimizi ağaç diplerine odaklayıp, ilerlemeye başladık. Şanslıysak, bir iki saate mantar yiyecektik. Şanslıydık. Kökleri, nehirle birleşen bir ağacın dibinden yarım kiloya yakın mantar topladık. Veli, beresini çıkarıp mantarları içine doldurdu. Mantarları tahmin ettiğimizden daha erken bulduğumuz için biraz daha ilerlemeye karar verdik. Süleyman aniden işaret parmağını ağzına götürüp, bir ‘’Şşş!’’ sesi çıkardı. Bizim için çıkarmıştı o sesi fakat o sesten sonra nehir sustu, kuşlar sustu. Ağaçkakan bile ağacı kakmaya uzun bir süre ara verdi. Her şey, bir fotoğrafa dönüştü. Sonra birkaç ağaç ötede bir yeri işaret etti Süleyman. İşaret ederken sırıtmaya çalışıyordu ama dudaklarında kuru toprak çatlakları vardı. Dudakları biraz hareket etsin, hemen o çatlaklara kan birikmeye başlıyordu. Dut ağacına tırmanmaya çalışan bir sincap gördük. Bir kolye edasıyla taşıdığı sapanını boynundan çıkardı Süleyman. Nehre inerken cebine topladığı taşlardan birisini, sapanın derisine yerleştirdi. O an, büyülendiğimi hissettim. Sanki yıllardır bu anı bekliyormuşum ve yaşamın anlamını şu an anlayacakmışım gibi ona hayranlıkla bakıyordum. Sincap umurumda değildi artık. Süleyman'ın temkinli hareketlerine, yeri okşar adımlarına ve sapanını gerişine odaklanmıştım. Sapanında bir iki yırtık vardı, lastik toka ile tamir edilmişti. Buna rağmen sapanı gerdikçe sapan lastiğinin çürümüşlüğünü, üzerindeki çatlaklar ele veriyordu. Kendi sapanıma baktım. Harika görünüyordu. Daha taş sıkmamış gibiydi. Yine de benim bu sapanla bir metreden vuramayacağım şeyi, çürük ve dandik sapanıyla tek gözü kapalı yirmi metreden vururdu Süleyman.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 52


Elbiselerime ve ayakkabıma baktım. Yeni ve temizlerdi. Süleyman’ın baş parmağı çıkmış lastik ayakkabılarına, kirden ve eskilikten ilk rengi pek kestirilemeyen elbiselerine baktım. İçimde Süleyman olma isteği oluşuverdi birden. Evin tek erkek çocuğu olmak yerine, bir sürü erkek kardeşim olsun istedim. Güçlü olmak istedim. Her şeye sahiptim ama hiçbirini kullanamıyordum. En iyisinden ayakkabım vardı ama en hızlı koşan ben değildim. En kralından topum vardı ama en iyi top oynayan ben değildim. Ve sapan… En güzeli bendeydi ama daha adam akıllı geremiyordum bile. Hayatın anlamı, Süleyman olmak olmalı. Sülo, şanslı puşt. Ben bunları düşünürken, Veli dürttü beni. ‘’Hadi lan, çıkar şu sapanı boynundan.’’ Serçeyi hatırladım. ‘’Sülo halleder.’’ dedim ve ona yaklaştım yavaş yavaş. Tam o anda ayağım, toprak üstüne çıkmış bir ağaç köküne takıldı. Süleyman’ın üzerine uçtum. İkimiz de nehre düşüp elbiselerimizin ağırlığına ağırlık kattık. Çıktığımızda titriyorduk. Tabii ben daha çok titriyordum. Veli gülüyor, Süleyman ikimize de kallavi küfürler ediyordu. Küfürlerine, dişlerinin birbirine çarpması ayrı bir ahenk katıyordu. Geri döndük. Zangır zangır. Dönüş yolunda bizim evin bacasından kurşun renginde dumanların çıktığını gördüm, derin bir ‘’Ohh’’ çektim içimden. Gözüm, Süleyman’ın evine takıldı. Ardından diğer evlere baktım. Sadece Süleymanların bacası tütmüyordu. Her ne kadar kendimi kötü hissetsem de, ona ‘’Bize gel.’’ demedim. Köyün girişinde ayrıldık. Mantarları, Veli aldı. Eve geldiğimde kapı aralıktı; içeri girmekten vazgeçip, dama çıktım. Bacadan sıcak duman yükseliyordu ama yaklaşmadım. Ellerimi koltuk altımda ısıtmaya çalışıp, damda sağa sola volta atmaya başladım. Acınası, güçlü olma çabalarım… Öyle ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum ama bir ara Süleymanların damına takıldı gözüm. O da ellerini koltuk altına koymuş sağa sola volta atıyordu. Belli ki annesi almamıştı onu eve. Sürekli hareket halindeydi. Bir süre izledim onu. Bu anı, bir yerden hatırlıyor gibiydim. Sonra başını gövdesine çektiği an, hatırladım serçeyi. Elimi kaldırıp selam çaktım. Yanıma gelmesini işaret ettim. Bu sefer seke seke değil ama yine de güzel geldi. ‘’Seni de mi annen içeri almadı?’’ dedi gülerek. Dudak çatlaklarına kan dolmaya başladı sonra. Öyle değildi ama ‘’Evet’’ dedim. ‘’Beni de almadı.’’ Ellerimiz baca dumanının altında silikleşirken, elbiselerimizin üzerimizde kurumasını bekledik. Soğuk ve beyaz karın üzerinde sıcak ve kırmızı bir damla gülücük izi… Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 53


usame yördem / bu

dönülen mi dönüşen mi bu gerçek bilmeden giriştiğimiz hengamede, kulağıma bir ara neden yaşıyoruz anne ile başlayan bir gerginlik çalındı. gecesi bu, bu hayat bizi ıskaladı demekti biraz da bu, erken atılmış havluydu gündüzleri, bilakis öğleleri. yuvarlandığım merdiven ve avazdı bu, eskileri daha çok hayıf ediyorduk, daha çok yutkunuyorduk yine de. yine de şarampolde, senin için pek oval bir kahır olmayabilirdi bu. bu modeli pek beğenmeyebilirsin, çünkü iki nefes arası terlemede göveren ömür, ve öner’in alışkın olmasa da örmekten haz aldığı bir çorap örneği kadar hasıl bu. bu beyim, bu beynim, bu kocam olacak kocaman dünya telaşı, bu eksik ve mükemmele yakın, bu nemalandık ama sorsan yine de yeniden aynısını yapar mıydın ? derdim ki sanmam. sanmam, yalnızca vefasız bir alt çizilmiş cümle olarak çıkmayacak ne yazık ki karşına. bir de suyun kaldırdığı kuvvetle, muhteviyatın indirdiği darbeyi, arap, en son bir kötü filmde matkap diye izlemiş. zaten özellikle belirtiyor, diyor kötü biri çıkmıyor o köyden. diyor a noktasıyla başlayan ve varılamayan bir nokta gibi biten, nokta gibi süren, nokta gibi belirsiz ve silikleşen b, biraz da dünya, biraz da yaşa diye yaşam, biraz da bizatihi korkunç bir yola sürüklüyor olabilir tedirginliği. her şeye ama her şeye rağmen sevgilim olmasa da sevdiğim dünya, yaşananı yaşanılabilir kılmıyor. yine de dönülen mi dönüşen mi bu gerçek ? ama yine de susuyor. ve ekliyor: ama yine de dönülen mi dönüşen mi bu gerçek ? ve okunuyor gözlerinden: at l çiziyor

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 54


Şule Silen / 2337 Kadının Sesi Ben, Özgecan Aslan. Arkadaşlarımla buluşma heyecanıyla başlıyorum yeni güne. Annem yanaklarımı öpüyor, babam cebime para sıkıştırıyor evden çıkarken. Sarılıyorum onlara, son kez olduğunu bilmeden. Annem ‘’Ekmek al.’’ diyor, ''Tamam.'' diyorum. İzin vermiyorlar anne, alamıyorum. Namusumu, gençliğimi, yaşama hakkımı alıyorlar elimden. Ruhum, hıçkıra hıçkıra ayrılıyor bedenimden. O da yetmiyor, yakıyorlar anne. Canım acıdığı için korkmuyorum. Beni böyle görme diye korkuyorum anne, sen ağlama diye üzülüyorum en çok baba. Ne yaparlarsa yapsınlar, benim ruhum layemut. Bedenim zemheri soğukta bir mermer üstünde yatsa da közlerimden doğurduğum ruh, iki dünyada da onların yakasında.

Ben, Emine Bulut. Kalabalıklar içinde güvende hissederdim kendimi hep. Kocam demeye utandığım o adam, ekseriyetin içinde ulaşamayacakmış gibi gelirdi. Bir gün küçük kızımı aldım yanıma ve yine kalabalığa karıştım. Onu bir lokantaya götürdüm. Aylar sonra keyfimiz ilk kez yerine gelmişti. Ta ki o gelene kadar... İnsanların içinde bir cellât gibi yürüyordu. Elindeki bıçağı boynuma dayadığında korkmuyordum. Kalabalıktı etrafımız, biri engel olur elbet diyordum. Olmadı. Vicdanlarını evlerinde unutmuşçasına telefonlarını çıkarıp, ölümümü ölümsüzleştirmeye başladılar. İnsanlığa dair umudumu, o an kestim. Tek umurumda olan, kızımdı. Körpe bedeni ile titreyerek olanları izliyor, '' Baba, yapma.'' diyordu ama ne çare. Ruhum uhrevî bir hayata doğru yol alırken, ölmek değil de kızımı o korkunç manzara ile baş başa bırakmak ağrıma dokunuyordu. ''Uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yaprakları arasından seni izleyeceğim. '' diyememiştim ona.

Ben, Şule Çet Ben, Ceren Özdemir Ben, kızı öldürülmüş bir kadın Ben, oğlu şehit olmuş ciğeri yanık bir anne Ben, son nefesi boğazında düğümlenmiş onlarca kadının ruhu Ataerkil sisteme karşı direnen ve adalet isteyen bir annenin çığlığı Ben, son on yılda öldürülen 2337 kadının sesiyim.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 55


Kerem Nadir Özcan / Anafor Bir aile de silinmiş olmak için silinecek bu dünyadan. Bir adam, bir kadın silinmiş olmak için silinecek. Bundan öncekiler gibi, bundan sonrakiler gibi. Yılgın seslerle o karanlığa akacağım. Yabancıların yoldaşlıkları, ıssızlıkta. Balıkçıların kaybolduğu sisli geceler, anlam yüklediğimiz nesneler. Daldıkça farkına varıyorum, yosunlarla kaplı heykelinin. Sol göğsü kırık. Küçük küçük balıkların üşüştüğü. Hangi antik kentin kadınıydın sen? Bunun cevabını balıkçılar verebilir mi? Onlar hüzünlü gözlerle bakarlar senin ilk gençliğine. Ben ise acımasızım. Metropollerin kucağında büyüdüm. Kaybettim içimdeki çocuğu. Oyuklar açtılar etimde, ışıklarını severim aslında oyuklarımın; kalmıştır biraz merhamet, haykıra haykıra köpüklere sızan… Köpükler yüzüme değerken, ter yalnızlığı bu. Kokusu akşama açılan kapısı, yalnızlık denizinin. Mavi kapı. İnanmayanları düşlerimin. Küskünlükle yükselirken yüzyıllar öncesinden. Misinalarda cesedimin parçaları çekilirken, kaba ellerinde yorgun adamların. Şehirlerde doğranan etimin vahşi balıkları. Sesler yükseliyor, ağlıyor midyeler… Ailelerin kırgınlıkları da ölecek mi, parçalanmışlıkları da ölecek mi? Kıskaç olmuş yengeçlerin kabukları, aynalı yüzleri kadınların, adamların, çocukların... Bıraktım kendimi suların merhametine, kıyıda. Oysa kaybolacağımı bile bile. Güneşin batışını seyrettim. Sustum, sustum. Geceyi beklerken, gözlerinin derinliğine sustum. Başım dönüyordu durmadan, tekneye binmeden önce. Böyle olmazdım hiç. ‘’Doğaya sığın.’’ demişti bir adam. Küskün bir adam. Yaşlı bir adam. O da kaybolmadı mı hiçliğin sularında? Yazsam ne olacak sana dair her şeyi? Duygularım, batıp çıkarken yükselebilir. Güzel zamanlarımız yıllar sonrasında belirebilir. Mavi kapıya muhtaç olduğumun sırrı, açığa çıkabilir. İnsanlar önemli miydi sanki? İnsanlar öldürürken güzel duygularımı, gülümsemeye çalışmak niye? Senden de istemiyorum bunu. Koylarda yaşanan anılarımızı geri vermeni de istemiyorum. Derinlerinde geçirdiğim o ilk gençlik yazının geri gelmeyeceğini biliyorum. Vücutların sunulduğu kutsal saatleri… Çığlıkların inlettiği kayalıkları… Teslim ederken kendimizi doğaya… Kadınlığını hatırlatırken yeniden, yeniden, yeniden… Hoşça kal bile diyemeden, gidiyorsun. Dağıtıp yapbozlarını. Uçurumundan bırakırken kendimi aşağıya, yüzüne bırakırken kendimi, gülümsemene, gözlerinin pırıltısına… Mavi kapı, bu. İncileri yitirilmiş uygarlıkların. Ellerinin değdiği yerler bu koyda. Çakıl taşların… Hepsi, benimleler. O fırtına akşamı, o buzlu bardak… Yağmurun kızarttığı vücudum. Parmaklarımın teninde bıraktığı izler. Misinaların çektiği kanlı etler, kesikler… Kopan ipler, kırılan direkler… Kana bulanması, anaforun. Hızlıca, hızlıca. Çekip kurtulacağım bu dünyadan. Ölümlerini görmek zorunda olduğum sevdiklerimin, hatıralarıyla ağlamayacağım. Silinecek mi her şey, bilmiyorum. Görebilecek miyim mavi kapıyı?

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 56



Enes Sarı / her akşam harakiri Katil katlinin vacip olmasını bekleyenlerin teni kül ya da mürdümdür: ‘’Kan ve gül şarkılarda, bizde kan ve kül. –Habersiz- Başlarımızı kara bağlamaları rutin. Söz gelimi, kan kırmızısı karaya çalar - biz kara çalarken kadere - ve bizim de kanımız mürdüm akar. Aslında duvardaki monarşik tüfeğin namlusu buna daha net cevap verebilirdi. Külü de anlatacağım, yalnız üfleyerek konuşmazsanız… ‘’ Suyu arı: ‘’ Çalkalaya çalkalaya arsız sular arındırılır ağzımızda. Malum, tek tencere taşı kaynatıyor. Ji’lerin mevsimi geç gelir buralara, onları biz kaldırdık rafa. Fazladan kömürünüz varsa verebilir misiniz? Yanlış anlamayın yakmak için değil, biz Etiyopya’ya göçmek isteriz. Etiyopya’da evler kuyuya paralel derler. Hem orada kömürsüz de ısınabiliriz.’’ Alnı yaralı: ‘’ ‘Alna kalem vurulur mu?’ diyorlar. Alnımın kendi kendini çizdiğini onlara kanıtlamam kolay olmadı. Hak veriyorum, böyle bir harita kalemsiz asla çizilmez. Fakat yaraları kendim yaptığım doğrudur. Alnım her gün toprakla dalaşır; toprağı sudan, ekmekten, nimetten saymama rağmen. Hatırlarım, salımı indirdiğimde toprağa tam on beş yaşındaydım. O gün bugündür içinde bekliyorum.’’ Benliği diğerkâm: ‘’Ah! Dönem çok değişti, artık herkes cüzdanında kendi vesikalığını taşıyor. Ve taşıyor dil ağızdan ve saldan beni anlatmaktan. -Genellikle elleri de sarkar saldan.- Benlerin hepsi benliğe leke ve hor görür görebildiği herkesi kor gibi bakan lekeli gözler, hodkâm. Atın ve nalbantın aynı kişiliğe bürünmesi, ardından kamçıların kaçınılmaz güzellik gösterisi, buyurun hodri meydan.’’

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 57


Çağla Nalbantoğlu / vae vae

Bir çağ dökülüyor dilimden ve bir göbek ötesinden pörsüyorum bağına. Plasentalarına dökülüp alyuvarlarında boğulan bir cenin diye tanımlıyorum kendimi. Hiç ölmemiş. Ama boğulmuş. Köz söküklerinden ısıtılıyor telveleri ruhun. Eleğimden taşlarını ayıkladığım kumların kimseye bir faydası yok, salça ekmeğin bir dilimine yuvarlandığım kapı önleri gibi. Sevimsiz mahallelerin sevimli ablaları vardır, bezelye leğenlerinde çalkalanan bir koşuğu andıran. Öykündüğüm meşe çukurları vardır bir de içinde sonsuz uykuya dölek durulan. Elimize soktuğumuz inşaat tellerinden bisiklet yapma sarfını gömdüğümüz. Islak beton üzerine yazdığımız şiirler bir kürek çimento ile silinir ve büyür içimizde. Büyütüldüğümüz örk. Ekşiyen tahtalardan bahsetmiyorum artık ya da kahr’ıma vurulan prangalardan. -Geçmiş, dilimde dönüp duran tuzlu bir Cumartesi.- Örgülerinden çözünüyor kadınlığım, kepeklerinde eriyip konaklarında buharlaşıyor. Buharlaşmıyor Cumartesi. Kaybettiğimden beri hiçbir şeyin eskisi gibi görünmediği sıvası dökük ceketimden bahsedeceğim şimdi. Neydi şu turuncu papatyaların adı? Düz, papatya mı yoksa toprağın imlecinde yoğrulmuş bir başka ada mı sahip? Neyse. Bunlarla meşgul etmeyeceğim beynimi. Kaburgalarımı sıkıştıran bir haggard bestesiyle kutsanacak bedenlendiğim özür. Dirilişimden damlayacak olan kana hazır değil insanoğlu. Bu yüzden törpüleyerek sıvazlayacağım şah damarlarını. Boyunlarını okşayacak ellerimin diviti. Kustuklarım için dövünenlerin kulaklarından dökülecek yaş boğumları, cilası eriyik bir ahşap sunak üzerine. Karşılaşacaktık bir gün nasıl olsa. Bir bülbüle eş bir karga metresi girecek şarkının orta yerinden, sürüyerek siyah tüllerini. Hayalarını kesmek istercesine tüm erkek doğanların, kurban edecek bilek içlerini altın bir tasa. Son sözü olacak: Ellerinin çizdikleri, evrenin çadırından çıkıyor. Bu, zamanın başlangıcıdır. Gri gökyüzünün meskeninden tellerime vurup duran serçelerden bahsedeceğim şimdi. Şu ağzımızı kokutan beyaz örtünün adı neydi? Düz, maske mi yoksa susamışların yeminine tanıklık eden birkaç Hipokrat’tan biri mi sadece? Neyse. Bunlarla meşgul etmeyeceğim saçlarımı.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 58


Bir çarşafta kurşunlanan dillerden kesilsin insanlık, doğrultsun hiçliği. Küllerinde çevrilsin oğlak başları, ayahuasca içirilsin tüm tanrılara. Otuz dakika içinde istifra edilsin evren, kapansın kitapların dibaceleri. Silinsin yazar. Sayfa numaralarından ve göz kapaklarından. Yavruağzı bir gezegenden -Razkinus- seyre dursun bizi atlar ve fareler, kapatılsın artık evrenin çadırı. Bu sunaktan sağ çıkan son peygamber, göl yataklarına kurban edilsin. Azot ile gübrelensin kutsal kitaplar. Ev çatılarında raksa durup ruhumu söksün keçiler. Dokuzdan yirmi sekiz çıktığında toplansın çocukluk. Ölüm çanlarını çalmanın vaktini tayin etsin bir anne, doğururken Gaia’ya bahşedilsin dokuz ay dışkısı. Özlüyor insan, çöküyor stratosfer karalığa, dört tekerler ışıldayarak geçiyorlar cadde üzerlerinden. Bir kedi bürünüyor çamur alasına. bir çita dişliyor bir başkasını. Bir yağmura dua ediyor ellisi devrik kasketi yabani yeleği soluk emiceler. Sofrayı ayıklıyor ahırdan bir kadın, kök çakrasını açmaya çalışırken bir başkası. Kapansın çadırı evrenin. Dan ordusu tarafından yağmalansın şuramız, yelelerine asılıp köle edilsin kadın denen. At üstünden göğe kaldırılıp kazıklara çakılsın makatından erkek adı verilmiş. Voyvodaların biriyle fahişelerin biri everildiğinde parmaklarımız üzerinden tırnaklarımız, kaburgalarımız üzerinden etlerimiz. Çıkarılsın şu evrenin çadırından. Bu, zamanın başlangıcıdır.

Edebiyat, Sanat ve Hede Hödö Dergisi

| 59



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.