1995_46_6473

Page 1


a

pe cy


E d i t ö r d e n (5) •

Dikmen Gürün Uçarer

T i y a t r o D ü n y a s ı n d a n H a b e r l e r (6-11) D O S Y A : T i y a t r o . . . T i y a t r o . . . 5 Yaşında (12-29) 5 . Y ı l a G i r e r k e n (12-13) • Enis Bakışkan O b a S o k a k 9/1

(14-15) • Orhan Alkaya

A r t ı k B i r T i y a t r o D e r g i m i z V a r (18-19) • Tİyatrosuz

RutkayAziz

K a l m a y ı n (20-21) • Mustafa Demirkanlı

T i y a t r o . . . T i y a t r o . . . N e d e Ç a b u k 4 Yılını B i t i r d i (22) • Çllgınlığın

Agop Ayvaz

E n N a i f T ü r ü (24-25) • Seçkin Selvi

Sansür, Y a s a k l a m a , Baskı (26-27) •

S. Günay Akarsu

Beşinci Y ı l d a O k u r O l m a k . . . (28-29) •

Özden Aykaç

T A N I T I M : " G l u b ! G l u b ! " (30-32) • Emre Koyuncuoğlu

pe cy a

E L E Ş T İ R İ : N â z ı m H i k m e t , T i y a t r o , " İ n s a n l a r ı m " v e " A s l o l a n H a y a t t ı r " (35-37) •

Sinan Okan Çavuş

S Ö Y L E Ş İ : " S e v g i l i m e G Ö Z K u l a k O l " (38-40) • Ayşe Nalân Özübek

D Ü N Y A T İ Y A T R O S U : Ş a ş ı r m a k v e G ü n ü m ü z (42-44) •

Yılmaz Onay

Ç E V İ R İ : U l u s a l H a l k T i y a t r o s u Ü z e r i n e B a z ı D ü ş ü n c e l e r (46-48) • E L E Ş T İ R İ : O n a t K u t l a r ' d a n " B a h a r İsyancıdır"a U z a n ı ş (50-51) •

Mustafa Tüzel

Dikmen Gürün Uçarer

S Ö Y L E Ş İ : O t o g a r g a r a (52-53)

S Ö Y L E Ş İ : " L ü t f e n K ı z ı m l a E v l e n i r m i s i n i z ? " (54-55) •

Ayşe Nalân Özübek

E L E Ş T İ R İ : " G ü n l ü k M ü s t e h c e n S ı r l a r " (56-57) • Emre Koyuncuoğlu

E L E Ş T İ R İ : H e r k e s i n A d a s ı K e n d i n e (58-59) • Ş u b a t ' t a P e r d e D i y e n l e r : (59-64) •

Tiyatro... s

a

y

Sahibi:

Tiyatro

Sorumlu

Yazı

Kuvan

Yapım

İşleri

Katkıda

Yılmaz Onay, A.

Sevil Kuvan

Tiyatro... Dergisi

ı

k Yayıncılık

Müdürü:

r

Ltd.

Mustafa

Bulunanlar:

Nalan

ı

S.

a y d a

k Şti.

a adına

l

Enis

Demirkanlı Günay

Yavuz Pekman

Akarsu,

t

Orman

* Ofset Hazırlık: T i y a t r o Y a p ı m

Alkaya,

Özden

Posta Çeki Hesap No:

ı

Yayın

Emre Aykaç,

r

k

Yönetmeni:

Koyuncuoğlu Agop

Ayvaz,

b

i

n

Dikmen •

Rutkay

l

i

Gürün

r

Uçarer

Yayın

Sekreteri:

Aziz,

S.

Okan

a •

Sevil Çavuş,

Danışman ve Kapak: S a v a ş Ç e k i ç • T e k n i k

Dizgi: E r k u t A r ı b u r n u

Abone: N u r a y A v ş a r • Dağıtım:

• Baskı: M Ü - K A M a t b a a s ı • T i y a t r o Y a p ı m Y a y ı n c ı l ı k T i c . v e San. L t d . Ş t i . ;

H a y r i y e C a d . Ç o r l u A p . 3 / 1 0 8 0 0 6 0 G a l a t a s a r a y - İ s t a n b u I T e l . : ( 2 1 2 ) 243 B e d e l i : 4 0 0 . 0 0 0 . - TL.

Genel

Koordinatörü:

y a y ı m l a n ı r

K

Ö z ü b e k , Yavuz P e k m a n , S e ç k i n S e l v i , M u s t a f a T ü z e l • G ö r s e l

Yönetmen: Sinan Ş a n l ı e r • Hukuk Danışmanı: F i k r e t İ l k i z A h m e t Ergin

ı

Bakışkan Yayın

b i r

T i y a t r o Y a p ı m 655 2 4 8

3 5 3 3 - 2 9 3 7 2 7 7 Fax: ( 2 1 2 ) 2 5 2 9 4

14

Yıllık Abone

B a n k a H e s a p N o : T.İş B a n k a s ı - C i h a n g i r Şb.

197 2 4 5


Onat'ınyeni yılını kutlarım Onat'ın onatları koşuyor Beyaz bir yatağın veliefendisinde Bir bel farkıyla yine birinci geleceksin Gazi ayıntapın o en eski tayı Şarap parçasının önünü kesemez şarapnel Sen alnı açık beli doğru bir yarış atısın Onat

pe

cy

a

Can Yüce!


EDİTÖRDEN Dikmen

Gürün

Uçarer

Dergimiz beşinci yılını k u t l u y o r , ben de yayın y ö n e t m e n i ola­ rak beşinci ayımı. Birlikte olduğumuz bu kısa sürede T i y a t ­ ro... T i y a t r o . . . ' n u n ne denli özveriyle yaşama geçtiğine daha yakından tanık o l d u m . Beş yıl T ü r k i y e için ç o k uzun bir süre. Politik, e k o n o m i k , sanatsal koşulların bu denli çabuk değiştiği, t ü m s e k t ö r l e r d e bir oturmamışlığın yaşandığı o r t a m d a k u r u l u ­ şundan bu yana sürekli olarak kendini yenileme çabası göste­

pe cy a

ren bir derginin -özellikle de kendini t i y a t r o sanatına adamış bir derginin- hiç aksamadan yayın hayatını sürdürmesi başlı ba­ şına bir başarıdır.

Beş yıl önce Yılmaz

Öğüt'ün

önderliğinde yeldeğirmenleriyle

savaşmaya başlayan T i y a t r o . . . T i y a t r o . . . d e r g i s i yıllar içinde gerek imaj, gerekse içerik olarak yukarıda da değindiğim gibi bir aşama kaydetmiştir. Bu gelişimin bundan sonra da sürmesi ve dergimizin daha geniş kitleler tarafından okunması en büyük dileğimizdir. Sanata pervasızca dil uzatılan şu dönemde insanı insan kılan t i y a t r o sanatına hep b i r l i k t e el v e r m e n i n önemi da­ ha da belirginleşiyor. Biz de bunun bilinciyle üzerimize düşen sorumluluğu dergimizi yaşatarak gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Nice beş yıllara...


pe cy

2000'li Yıllarda Nasıl Bir Şehir Tiyatrosu? Şehir Tiyatroları sanatsal ve yapısal olarak gittiği yeniden yapılanmada izleyeceği yolu tartışmak üzere bir toplantı düzenledi. Orhan Alkaya'nın yönettiği bu toplantıya katılan Zeliha Berksoy, Erol Keskin, Kerem Kurdoğlu, Tamer Levent, Halis Başarır, Halil Doğan ve Ahmet Levendoğlu geleceğin Şehir Tiyatroları'nda gör­ mek istedikleri özellikleri dile getirdi­ ler. Orhan Alkaya'nın ileriye dönük ata­ cakları adımlar açısından buradaki konuşmaların çok önemli olduğunu vurgulamasıyla başlayan oturumda sadece Şehir Tiyatroları ile sınırlı kalmayan konu 2000'li yıllarda Türk Tiyatrosu ve "özerk sanat konseyi" tartışmalarına kaydı. İlk söz alan Ahmet Levendoğlu, son on yıldır sağlıklı bir tiyatro bilgisine sahip olmayan bir kişi tarafından yö­ netilen Şehir Tiyatrolarının bugünkü yönetimiyle doğru bir yörüngede yol aldığını belirterek madde madde ol­ ması gereken değişiklikleri sıralaya­ rak dengeli ve sağlam bir repertua­ rın gerekliliği üzerinde durdu. Buna paralel olarak Türk oyun yazarlarının yalnızca desteklenmesi değil, özendirilmesinin de şart olduğunu vurgu­

layan Levendoğlu, Şehir Tiyatrola­ rı'nın sadece oyun sergileyen bir ku­ rum olmaktan çıkması gerektiğini, dışa açılması, bir iç eğitim işlevi yüklenmesi, yayın alanında da atı­ lımlarda bulunması gerektiği üzerin­ de durdu. Tamer Levent ise konuya artistik ve yönetsel bağlamda yaklaşmanın da­ ha doğru olacağını belirterek başla­ dığı konuşmasını: "Beni endişelendi­ ren bir gerçek var, canavarın ağzına ekmek yetiştirir gibi oyun üretiliyor. Bu yıl Devlet Tiyatroları'nda 100'e yakın oyun sahnelenecek. Bu iş san­ ki üretime bir yabancılaşmayı mı do­ ğuruyor acaba diye düşündüğüm anlar oldu. Artistik gereksinimler, estetik diye bir bilimin olduğu nere­ deyse unutuluyor; bir an önce çıka­ rılmak istenen ürün en önemli şey haline geliyor." diyerek sürdürdü. "Özerk sanat konseyi"ni sanatçıların kendi alanlarını projelendirecekleri, politikacıların ise bunun savunuculu­ ğunu yapacakları bir sistemde sana­ tın garantisi olarak gördüğünü belir­ terek, İstanbul Belediyesi'nin Şehir Tiyatroları'nın yeni yönetiminin yap­ mak istediği işleri nereye kadar öz­ gür bırakacağını endişeyle düşündü­ ğünü ve "özerk sanat konseyi"nin olmadığı bir ülkede sanatın durumu­ nu şöyle tanımladı: "Sanki bir kasa­ badayız, kasabanın derebeyi var, bi­

a

HABERLER

rilerine diyor ki 'siz tiyatro yapın'. Sonra diyor ki 'yapmayın' ya da 'ge­ lin kalenin iç avlusunda yapın, o gün zaten müzik de çalınacak siz de ora­ da bir kenarda oynarsınız.' Dolayı­ sıyla çok eski dönemdeki kralın soy­ tarısı gibi o ne derse tiyatrocular onu yapacak gibi bir hava esiyor." Bir süre önce görevinden alınan Ba­ kırköy Belediye Tiyatrosu eski Genel Sanat yönetmeni Zeliha Berksoy ise politik insanlarla birebir yaşadığı olayları anlatarak, politik insanlarla sanatçılar arasında uzlaşmaz bir çe­ lişki olduğunu vurguladı: "Bir sanat kurumunun yönetmeliği bir anda değiştirilebiliyor. Böyle bir değişiklik, ancak meslekten gelen insanların gereksinme duydukları takdirde ka­ rar verebilecekleri bir şey. Çünkü bu kurumların idari olarak özerklikleri var. Bu durum kurumun dışından geldiği zaman sanata büyük bir dar­ be indiriliyor. Bu bağlamda sanat konseyleri çok önemli, ama yetki çe­ lişkisinde büyük tehlike görüyorum. Burada tiyatro yasası gündeme geli­ yor, yasa ivedi bir biçimde gerçek­ leşmeli." dedi. TİYAP'ı temsilen top­ lantıya katılan Kerem Kurdoğlu sürekli değişen, her alanı birer vitri­ ne dönüşen dünyada algısı dönüştü­ rülmüş insana -cola çocukları- deği­ nerek: "Bugünkü tiyatro, bizim gibi bilgi çağı, cola çocuklarını iki saat


"Annie Wobbler" İstanbul'da 31 Ocak Salı günü saat 19.00'da A.K.M Oda Tiyatrosu'nda bir turne

pe cy

Tiyatronun kitlesel olma özelliğini nasıl kaybettiğini ve tekrar kazınıp kazanamayacağını soran Kurdoğlu İtalyan sahnenin tiyatronun geç dö­ nem kapitalizme ayak uydurmasına yetmediğini, tiyatronun sürekli kan kaybettiğini belirtti. Reklam sektörü­ nün bir uzantısı haline gelen devasa bir kitle iletişim çarkının, insanların algılama biçimlerini dönüştürdüğü bir dünyada tiyatronun önünde iki yol olduğunu söyledi: "Bir yanda de­ vasa boyutlardaki alanlarda, içeriği önemsiz, kitlesel teknoloji gösterileri diğer yanda seyircisiyle yoğun bir paylaşımı amaçlayan, teatral mekanı

laşabileceğini vurguladı. Oturumu yöneten Orhan Alkaya ise özerk sanat konseyi havuzundan beslenen bir Şehir Tiyatrosu istediğini söyleyerek, "otosansürden kurtulmuş, ciddiyetinin farkına varmış, uluslararası ilişkileri olan, yaratıcı ve teknik eleman kadrosunu oluştur­ muş, mutlaka yerinden yönetilen bir Şehir Tiyatrosu olmalı..." dedi.

a

boyunca koltuğu bağlayamaz. Bizi görmezden gelemezsiniz. Bugünün insanına yönelik bir şey üretmek la­ zım" diyerek, içeriği önemli ama bu insanın kavrama diline sahip yeni bir sahne diline ihtiyaç duyulduğunu öne sürdü. Ayrıca Kurdoğlu Şehir Tiyatroları'nın her yıl birkaç tane de­ neysel çalışmayı proje sahibinin seçtiği bir yönetmene teslim edilip daha sonra ortaya çıkanürünü dış festivallere göndermeleri önerisini getirdi.

tüm olanaklarıyla sonuna kadar kul­ lanan, temelinde insanın insana doğrudan temasına dayanan, az se­ yircili, marjinal, kenara itilmiş tiyat­ rolar." TODER adına söz alan Halil Doğan da örgütlenmenin önemini vurgula­ dı. Hep kötü günlerde biraraya gelen sanatçıların iyi durumlarda kenetlenememeleri halinde politikacıların oyuncağı durumuna gelebilecekleri­ ni söyledi. Şehir tiyatroları Genel Sanat Yönet­ meni Erol Keskin ise bir tiyatrocu­ nun kendisini yeni baştan yaratması için sürekli araştırması ve tiyatronun ne olmaması gerektiğini keşfetmesi gerektiğini ancak, bu yolla tiyatro­ nun toplumla yeniden birbirine yak­

oyununun "Annie Wobbler"in galası yapılacak. Bir hafta süreyle İstanbul seyircisiyle buluşacak olan oyunun yönetmeni Vacide Öksüzcü. Çağdaş İngiliz yazar Arnold Wesker'in tek ki­ şilik oyunu "Annie Wobbler", bir ka­ dın oyuncu için yazılmış, üç ayrı ka­ rakterin canlandırıldığı bir bütün. Özlem Ersönmaz tarafından oynanan oyunun sahne ve giysi tasarımı Fat­ ma Görgü'ye, ışık tasarımı Ahmet Karademir'e ait. Ankara Devlet Tiyat­ rosu yapımı olan bu oyunda önce yaşlı bir hizmetçi, sonra tahsilli genç ve güzel bir kadın, son olarak da çok başarılı bir yazar olarak karşımıza çı­ kar Annie Wobbler.

Oyunun yönetmeni Öksüzcü şöyle diyor: "...'Annie Wobbler'da olduğu gibi kadın tilerinin ortak paydasında aynı gerçek duygusunu yüreğimde hissettim" Oyundaki kadınların her biri kendi kimliğinin doğası içinde ve dünya ile olan ilişkilri üstüne sohbet eder. Bu durum bana son derece insani geldi. Çünkü Wesker'in deyişiyle 'hepimi­ zin içinde bir Annie var.' Bu da be­ nim için evrensel bir gerçeği yansıtı­ yordu." diyor ve devam ediyor "Her insanın iç dünyasında birey olan kendisi il kitlenin bir üyesi olan ken­ di arasında bir çatışma vardır. Bu çatışma yaratılıştın vardır. İşte bu çatışmaların ve kişilik arayışını bir aynada olduğu gibi yansıtmak yeri­ ne, bir prizmada ayrıştırarak ondaki kırılmaları ortaya koymaya çalış­ tık.... Kendi kişiliğimizi, kimliğimizi ödün vermeden nasıl koruyabiliriz? insanın dürüstçe yapacağı eleştiri ve özeleştiri bir şeyleri değiştirmenin parçalan uyum içinde yerleştirme­ nin, insanın kendi şiirini yazabilme­ sinin tek yoludur." Wesker ise kendi oyunuyla ilgili ola­ rak şunları söylüyor: "bu karakter etüdleri arasında hiçbir bağlantı amaçlanmamıştır. Her birinin kendi hayatı vardır. Bütün umudum onun şiirsel bir bağlantı olarak hissedilmesidir." Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü İzleyici Araştırması Başlatıyor Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü izleyicilerini tanımak amacıyla 10 Ocak 1995 tarihinden itibaren izleyi­ ci araştırması başlatıyor. Tiyatro biletlerinin arkasındaki soru­ lara izleyicilerin vereceği cevapları değerlendirerek, yaş, cinsiyet, eği­ tim ve semtlere göre sınıflandırıp, Tiyatro

Tiyatro

7


a

cy

pe


a

cy

pe


yıllık oyun dağarcığını oluştururken bu değerlendirmeleri göz önünde bulunduracak. Araştırmaya katılımı arttırmak ama­ cıyla katılan izleyiciler arasında çeki­ lecek kura sonucu her gece iki izle­ yici ikişer kişilik yer kazanacak.

rilmemıştır. En İyi Yapım: "Derin Bir Soluk Al" adlı yapımla Tiyatro Stüdyosu bu ödüle layık görüldü. En iyi Yönetmen: Ödüle değer bir reji bulunamadığından bu dalda ödül veril­ medi. Övgüye Değer Yönetmen: "Ferhat İle Şirin" ve "Miletos Güzeli" ile Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'ndan O. Coşkun Irmak, En İyi Kadın Oyuncu: Elif Türkan Çölok (Mahmut İle Yezida/Ankara Dev­ let Tiyatrosu) En İyi Erkek Oyuncu: Kâzım Akşar ve Ege Aydan (Candan Can Kopar­ mak/ Ankara Devlet Tiyatrosu), Övgüye Değer Kadın Oyuncu: Aslı Öngören (Ay, Carmela/Ankara Sanat Tiyatrosu) ve Zeynep Erkekli (Açık Aile/Bursa Devlet Tiyatrosu) Övgüye Değer Erkek Oyuncu: Bülent Yarar (Miletos Güzeli/Diyarbakır Devlet Tiyatrosu) En İyi Çeviri: Cevat Çapan (Ateşli Sabır/Bursa Devlet Tiyatrosu) En İyi Sahne Tasarımı: Jozef Szajna (izler/ Ankara Devlet Tiyatrosu)

cy a

Bakırköy Belediye Tiyatroları Perdelerini Açıyor 1994-95 sezonuna büyük sarsıntı­ larla giren Bakırköy Belediye Tiyat­ roları geçen sene sahnelemeye baş­ ladığı Pekcan Koşar'ın yönettiği "Nikâh Kâğıdı" adlı oyun ile sezona merhaba diyor.

Sanat Kurumu 1993-94 yılı Tiyatro Ödülleri Sanat Kurumu'nca yıllardır veril­ mekte olan geleneksel "Tiyatro Ödül­ leri" belli oldu. Orhan Asena, Musa Aydoğan, Mehmet Ege, Şefik Kahramankaptan, Atila Sav, Sevda Şener ve Ayşegül Yüksel'den oluşan "Seçi­ ciler Kurulu" yaptığı değerlendirme sonucu: En İyi Oyun Yazarı: Orhan Asena'nın "Candan Can Koparmak" oyu­ nu bu dalda ödüle değer bulunmuş ise de yazar, Seçici Kurul Üyesi ol­ duğu gerekçesiyle adaylıktan çekil­ miş dolayısıylada bu dalda ödül ve-

pe

25 yıllık bir karı-koca günün birinde gerçekten evli olup olmadıkları ko­ nusunda şüpheye düşüp, evli olduk­ larını resmen kanıtlayacak olan bir nikâh kâğıdının peşine düşerlerse neler olabileceğini anlatan bu oyu­ nun yönetmeni Pekcan Koşar, nikâh kâğıdını izleyicilerle birlikte gülerek, eğlenerek aramak istediklerini belir­ tiyor. B.B.T.'nin Yeni Genel Sanat Yönetmeni Pekcan Koşar 1994-95 sezonununa büyük talihsiz­ liklerle, birtakım politik darbelerle başlayan B.B.T. Görevinden alınan Zeliha Berksoy'un ardından Ocak ayından itibaren yeni Genel Sanat Yönetmeni Pekcan Koşar ile sezona başlıyor. 10 Tiyatro Tiyatro

Övgüye Değer Sahne Tasarımı: Ha­ kan Dündar (Miletos Güzeli/ Diyar­ bakır Devlet Tiyatrosu) Müzik, İhsan Kılavuz (Mahmut ile Yezida ve Taziye/ Antalya Devlet Ti­ yatrosu) Dans: Sigrid Seberıch (Mahmut İle Yezida ve Taziye/Antalya Devlet Ti­ yatrosu) Jüri Özel Ödülü: Yönetici, eğitici ve yönetmen olarak yıllardan beri Türk Tiyatrosu'na olan önemli katkıların­ dan dolayı Ergin Orbey. Ödüle değer görülmüşlerdir. Ödüller 6 Şubat'ta Ankara'da Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde düzenlenecek bir törenle sahiplerine verilecektir Aliağa Bir Oda Tiyatrosuna Kavuştu Her yörenin özlemini çektiğini bir ti­ yatro salonu Aliağa'ya canlılık getir­ di. Belediye binasının altındaki top­ lantı salonu Başkan Hakkı Ülkü'nün direktifi ile hem yörenin sanat gerek­ sinmesine hem de gelecek turne ti­ yatrolarına uygun bir tiyatro salonu haline getirildi. 167 kişilik bu salon­ da konservatuar programlı bir kadro çalışması yapılıyor. Halkla ilişkiler Müdürü Bekir Taş­ köprü, Sanat Danışmanı Özdemir Nutku ve Sanat Yönetmeni Ayhan Tanrıver tüm yöreyi kapsayacak ti­ yatro çalışmalarının şimdiki mimar­ ları.

Sanatçılara Yeşil Pasaport İstemi Kültür Bakanı Timurçin Savaş, içişleri Bakanı Nahit Menteşe'ye gönderdiği yazıda, sanatçıların yurtdışı gezilerini yeşil pasa­ portla yapmaları istemini dile getirdi. Savaş, "Sanatçılarımızın daha önceki yıllarda olduğu gibi yeşil pasaportla seyahat etmele­ ri sağlanmalı" dedi.


Tiyatro Eleştirmenleri B i r l i ğ i ( T E B ) 1993-94 D ö n e m i Ödülleri Belli O l d u Tiyatro Eleştirmenleri Birliği 1993-94 sezonu ödülleri geçen yıllarda olduğu gibi yine Ankara, İstanbul ve İzmir'de verildi. Ankara jürisi, T E B 1993-94 Ankara Ödülü'nü iki dalda verdi: 1* Miltos Güzeli oyununun uyarlama, yönetim, tasarım ve uygulamasında ulaşılan başarı için Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'na, 2 • Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen İzler II'deki başarılı oyunculuğu için Mehmet Atay'a. İstanbul Jürisi, TEB 1993-94 İstanbul Ödülü'nü iki sanatçıya verdi: 1* Bir semt tiyatrosunu bir metropol tiyatrosuna dönüştürmesi; tutarlı repertuar seçimi; genç kadrolara olanak yaratması ve tüm bunların sürekliliğini sağlamak adına verdiği onurlu savaşım adına Zeliha Berksoy'a, 2 * Bölge tiyatroları yaklaşımını özlükle Diyarbakır ve Trabzon

a

Türkiye'yi yurtdışında temsil eden sanatçıların çıkışlarda so­ runlarla karşılaştığına dikkat çeken savaş, Menteşe'ye şu mesajı iletti: "Son dönemde, belli nedenlerle olumsuz bir imaj verilmek iste­ nen ülkemizin gerçek yüzünü, yani çağdaş,laik yüzünü bu ku­ rumların temsil ettikleri bir ger­ çektir. Ancak yurdışına çıkışlarında, sa­ natçılarımız zaman zaman çeşitli olumsuz davranışlara muhatap olmakta, gereken saygın ilişki bazen sağlanamamakta ve çeşitli sorunlar yaşanabilmektedir. Bu anlamda söz konusu kurumları­ mızın sanatçılarının daha önceki yıllarda olduğu gibi yeşil pasa­ portla seyahat edebilmelerinin sağlanmasını bilgilerinize suna­ rım."

T i y a t r o l a r ı n d a sahnelediği oyunlarla kurumsal bir kişilik kazandırarak gerçekleştiren, evrensel ve çağdaş tiyatro coşkusunu

pe cy

Anadolu'ya taşıyan çalışmalarıyla Işıl Kasapoğlu'na.

Tiyatro Metropol'de "Yalnız

Adam" Tiyatro Metropol Ocak ayı bo­ yunca Nurettin Küçükmotor'un uyarlayıp yönettiği "Yalnız Adam" adlı oyunu Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde sahneledi. Tiyatro Metropol, "Yalnız Adam"

ile nasıl sinemada sanatçı rol gereği soyunabiliyorsa tiyatro da da sanatçı rol gereği soyunabilme özgürlüğüne sahip olmalı

İzmir jürisi,TEB 1993-94 İzmir ödülü'nü İzmir Devlet Tiyatrosu'nda Malcolm Keith Kay'in sahnelediği Peter Weiss'ın Marat-Sade adlı oyununa vermiştir.

Birim Tiyatro'da "Pazar Sohbetleri"

5 Şubat 1995: Sanat ve Popülerlik

İstanbul Devlet Tiyatrosu Şubat ayından itibaren AKM Birim Tiyat­ ro'da "Pazar Soh­ betleri" adlı yeni bir etkinliğe baş­ lıyor. Her pazar saat 15.30'da başlayacak olan bu etkinlikleri iz­ leyiciler ücretsiz olarak seyredebi­ lecekler Seyircile­ rin soru ve düşünceleriyle katılabilecekleri bu söyleşilerin şubat ayı programları kısaca şöyle:

Ali Akay, Aykut Köksal, Onno Tunç, Fehmi Yaşar Esen Çamurdan (Yöneten) 12 Şubat 1995: Şiir Serüveni Murathan Mungan, İsmet Özel 19 Şubat 1995: debiyat ve Aşk Aşka nasıl bakıyorlar? Aşkı nasıl yazıyorlar? Hulki Aktunç, Mario Levi, Jale Sancak, Atilla Birkiye (Yöneten) 26 Şubat 1995: Karikatür ve Tiyatro Behiç Ak, Savaş Dinçel, Turhan Selçuk, Kenan Işık (Yöneten) Tiyatro 11


D O S Y A

Enis Bakışkan

Tiyatro...Tiyatro...

5.yıl ' a

girerken...

"Tiyatro daima zamanın akışına direnendir. Çünkü, klâsik bir oyunu ele alacak olursak, sahneye konulan oyun, yalnızca antik çağlarda yaşananı a n l a t m a z . Çünkü yaşanılanın dünü, bugünü, biraz öncesi ya da biraz sonrası y o k t u r . Tiyatro hatırlatan olmalıdır. Unutmaya karşı gelen olmalıdır. İnsanlara duygusal ve düşünsel geçmişlerini hatırlatmalıdır. 2500 yıl öncesinin tragedyalarını gidip izlememizin nedeni budur." T i y a t r o . . . T i y a t r o . . . dergisi beş

pe cy

a

yaşına g i r i y o r ve bizler bununla g u r u r d u y u y o r u z . Ç ü n k ü bu ülkede bir sanat dergisini, hele b i r de sanatın yalnızca t e k dalını o l u ş t u r a n bir dergiyi d ö r t yıldır yaşatmayı başarmak, tevazuya gerek yok, ö v ü n ü l e c e k b i r olaydır. Üstelik ülkemizde sanat ve sanatçı adına bir çok olumsuzluk yaşanırken; t e l e v i z y o n l a r ve gazeteler düzeysiz sosyete dedikodularına, beşinci sınıf m a n k e n l e r e ayırdığı yerin yüzde birini gerçek sanat etkinliklerine ayırmazken; ekranlarımızdan rating ve reklam pastasından daha büyük pay kapmak uğruna, dövüş, şiddet, cinsellik ve bayağılıklar eksik o l m a z k e n ; yazılı ve görsel basında olağanüstü bir kültürel yozlaşma yaşanırken; "ne yapalım halk bunları istiyor" kolaycılığı ve ucuzluğu t o p l u m a dayatılırken, böyle bir dergiyi d ö r t yıldır yaşatmak g e r ç e k t e n ö n e m l i ve o n u r l u b i r iştir. Siyasal iktidarlar ( c u m h u r i y e t i n ilk yıllarının dışında) sanata ve sanatçıya potansiyel suç ve suçlu diye bakmışlar, binlerce aydın ve sanatçımızı sürgün, ö l d ü r m e , hapis ve yasaklamayla t a l t i f etmişlerdir. Pek sayın milletvekillerimizin sanat ve sanatçı hakkındaki ulvi (!) 12 Tiyatro Tiyatro


görüşlerini ise hepimiz biliyoruz. Bir yandan yıllardır t i y a t r o yasası, t e l i f hakları yasası vb. sanat ve sanatçıyla ilgili düzenlemeleri b e c e r e m e y e n sıyasar-basiretsizlik, diğer yandan kimi seçeceğimize, neyi dinleyeceğimize, neredeyse ne yiyeceğimize üç gazete ve t e l e v i z y o n u n karar verdiği g ü n ü m ü z d e çok seslilik adına,

Tiyatro... Tiyatro... dergisi gibi her k o n u d a binlerce dergi olmasının ve bunların yaşatılmasının gereğine daha çok inanıyoruz. Evet, bu ülkede dergi çıkarmak z o r d u r . Karanlık ve d e r i n bir kuyuya seslenmek gibidir bunu yapmak. Ç o ğ u kez sesinizi yalnızca siz duyarsınız.

pe cy a

A m a hep Midas'ın öyküsündeki gibi suların t o p r a ğ a yürümesini, otların büyüyüp rüzgârla sallanarak sesinizi t ü m insanlara duyurmasını Deklersiniz. O n u n için T ü r k i y e ' d e yayıncılık yapmak zor iştir. Hele hele süreli bir yayın çıkarmak daha da zor iştir. Bir de bu yayını büyük bir basın grubunun ya da finans k u r u m u n u n kanatları altında yapmıyorsanız, işiniz bin kat z o r d u r . Böyle bir yayını iyi satıyor olmanız bile bir şey ifade etmez, çünkü satış geliriyle ayakta kalamaz batarsınız. Öyleyse y e t e r i n c e reklam almanız gerekir. İşte bu hepsinden z o r d u r . Ö n c e reklam ajanslarının kalıplaşmış anlayışlarını kırmanız gerekir. Sonra bünyelerinde reklam almak için bir o r d u besleyen büyük yayın gruplarının reklam pastası için verdikleri kıyasıya savaşlarından size bir şey kalmasını beklersiniz. Kısaca bu b ü t ç e l e r d e n bir şey almanız mucizedir. A m a yine de bu mucize gerçekleşebilirmişcesine mücadele eder, derdinizi anlatmaya çabalarsınız. Aslında size ancak sanata gönül vermiş reklam verenin sağduyusuna seslenme lüksü kalmıştır. Daha çok da bu sağduyuya seslenirsiniz varolabilmek için. Bu seslenişiniz yanıt bulur mu? Yeterince olmasa

da evet; Arçelik, Garanti Bankası, Beko, Osmanlı Bankası, Yünsa, Tofaş, ToprakBank, Renault ilk günden beri bizi duyanların başında geliyor. Tabii ki, dergimizi satın alan, abone olan, yazan, eleştiren ve bize destek olan tüm okurlarımız her şeyden önce geliyor. Buradan hepsine teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dünyaya baktığımızda bütün gelişmiş uygar ülkelerin sanatın gerekliliğini en iyi anlamış ve ondan en çok gıda almış toplumlar olduğunu görüyoruz. Bu ülkelerde bütün büyük sanat ve spor olaylarının arkasında, 21. yüzyılı yakalamış sponsor firmalar ve sivil toplum örgütleriyle karşılaşıyoruz. Bu tür sivil toplum örgütlerinin ve sanatın gereğini, önemini kavramış kurumların ülkemizde de gelişmesini diliyoruz.

5. yıla girerken "tiyatro bitti" diye başlıklar atan bazı basın organlarına Alman eleştirmen Ulrich Schreiber'in şu sözleriyle yanıt vermek istiyoruz. "Tiyatro

daima zamanın akışına direnendir. Çünkü klâsik bir oyunu ele alacak olursak, sahneye konulan oyun, yalnızca antik çağlarda yaşananı anlatmaz, Çünkü yaşanılanın dünü, bugünü, biraz öncesi ya da biraz sonrası yoktur. Tiyatro hatırlatan olmalıdır. Unutmaya karşı gelen olmalıdır. İnsanlara duygusal ve düşünsel geçmişlerini hatırlatmalıdır. 2500 yıl öncesinin tragedyalarını gidip izlememizin nedeni budur." Evet, tiyatro bitmez. Daha nice yaşgünlerinde buluşmak dileğiyle tiyatrosuz kalmayın diyoruz.

Tiyatro... Tiyatro..., 91 Şubatında ilk

sayısını

çakardığınâa

her anlamda

alçakgönüllü bir ürün kâğıdı,

sayfa düzeni, yazılarının yazınsal

niteliği, ile.

yalnızca

gözünde küçümsenmesine

"ücretsiz"

neden

eksiklerine karşın bu yayın,

yayıncılığının

"tanıtıma" yönelik içeriği

Üstelik ilk dört sayısı boyunca izleyiciye

-okura-

sunulması

olmuştu,

sanırım.

kimi kişilerin Ama

tüm

en azından olmayanı varetti: Tiyatro

çorak alanında

yeşerdi. Sonra hızla,

ortaya koymuştu;

bir tiyatro

dergisinin fidanı

hem özünün hem görünümünün olumlu

değişimi serüvenine girişti.

Türkiye'de yayın

erişmenin göstergesi/kanıtı olan

alanında

erginliğe

"en az bir kez kapanma

durumuyla karşılaşma ve olanaksızı başararak ayakta kalma" sürecini de yaşadı. Dergi bugün ise "dosya", tiyatrosu",

"portre",

"derleme" vb.

olmakla gerçek

Yeni editörü Dikmen

bir

Gürün

tiyatro

"dünya

içerikli yazılarının yanı sıra,

uzun bir gecikmenin ardından da olsa, uzanmış

"inceleme",

artık

"eleştiri" boyutuna

dergisi kimliğini kazanmıştır.

Uçarer'in

eleştiri alanında genç

adlara olanak tanıma yaklaşımını da olumlu bulduğumu söylemeliyim.

Tiyatro...

kendini çoğaltışını

Tiyatro...nun

nice yıllar

boyu

belgeliğimin

raflarında

izleyeceğimi umuyorum. Tiyatro Tiyatro 13


D O S Y A

Orhan Alkaya

Oba Sokak 9/1

pe

cy

a

Tiyatro... Tiyatro... adlı, çift vurgulu ama tevazuu şiar edinmiş bir derginin, literatür yoksulu ülkemizde giderek nasıl önemli bir yere oturacağını, bir bellek imkânına dönüşeceğini, o günden, yeterince kavrayabildiğimi söyleyemem.

14 Tiyatro Tiyatro

Her şey Rutkay'ın, "Ya'u, bir tiyatro dergisi çıkaralım diyoruz" demesiyle başladı. İki sokak üstümde, Cihangir Oba Sokağı'nda üslenmiş bir misyonerle, Yılmaz Öğütle tanışmam da böyle oldu. O vakit az, giderek çok tanıdığım Mustafa Demirkanlı'yla ve onun sürgün subaylar mangasıyla; biribirinden daha iyi o insanlarla ve derginin en gizli kahramanı Nalân'la; sessiz dizgicilerin en hızlısı ve en hatasızı Zeliş'le de...

Tiyatro... Tiyatro... adlı, çift vurgulu ama tevazuu şiar edinmiş bir derginin, literatür yoksulu ülkemizde giderek nasıl önemli bir yere oturacağını, bir bellek imkânına dönüşeceğini, o günden, yeterince kavrayabildiğimi söyleyemem. Çekici olan başka şeylerdi... Misyonerin misyonuna sadakatteki hakikiliği... giderek, bir akşamüstü buluşma yeri kimliğine bürünen Oba Sokak 9/1... Belirli bir sıklıkla buluşmanın, dedikoduya yüz vermeden üç beş kelâm etmenin, arasıra dedikodu yapmanın, saatler ilerledikçe artan yakıcı heyecanın lezzeti... Fikret hep arka planda ve bir avukat ciddiyetine büründürmeye çalıştığı ironisiyle duruyor... Genco'nun dudaklarında bir çocuk çizgisi. Yılmaz Onay'da bir posbıyık ciddiyeti. "Tıflâne sohbetindeki ciddiyet-i edâ". Öfkeyle neş'e böyle sevişebilir!


Tiyatro... Tiyatro... dergisi son sayılarına gelinceye dek Bir tanıtım dergisi özettiği taşıyordu. Yayınlandığı ay gündemde olan oyunlar tanıtılıyor, kimi sanat haberleri okuyucuya iletiliyordu. Kısacası, dergi, yayınlandığı ayın -deyim yerindeyse- nabzını tutabiliyor, ne var ki, başvuru-kaynak olma özelliğini böylece açığa vuramıyordu.

a

Son beş sayıda bu tutumun büyük ölçüde aşıldığına tanık oluyoruz. Tiyatronun kuramsal yanının dengelendiği, bir kapak konusu oluşturulduğu ve konu ile ilgili çok sesliliğin kollandığını görüyoruz ki, pek sevindirici bir anlayış bu. Tiyatro... Tiyatro... dergisinin ülkemiz sanat alanında yüklendiği misyondan yola çıkarak, tartışma yaratacak yönelişlerde bulunması, amatör tiyatrolara yer ve önem vermesi, tiyatroda deneyci yaklaşımları irdelemesi ve kuramsal incelemeleri yoğunlukla ele alması dileğimizdir... Nice başarılara... bastırmıyoruz bir türlü, işimiz gücümüz, bin fikirle ortalığı dağıtıp, Misyoner Patron'un barını talan etmek... 16. Sayıda, ilk mizansen çalışmam -Sığıntılar- üzerine bir söyleşi yayınlanıyor. Tedirginim. Danışmanı olduğum dergide kendimle ilgilenmişim gibi bir "alaturca" kaygı. Olsun. Giderek eksiliyor, genişliyor 9/1 Oba Sokağı... Gökhan Akçura katılıyor gruba. Somut bir adam. Azız Çalışlar da somut ve fena halde lezzet. Hilmi geliyor sıklıkla. Savaş Çekiç, ilk dergi tasarımını çöpe atıp, yeni bir dergi yapıyor. Her zamanki gibi heyecanlı ve hızlı! Son olarak, dergiye, saklamayayım "dergimiz"e, bugünkü, giderek artan ayırt edici tadı katan Dikmen. Artık çocuğumuzu gönlü ferah teslim edebileceğimiz güvenli bir "anne" bulduğumuzu düşünmeye başlıyoruz. Dikmen bir sağduyudur. Misyoner Patron hem dergimizden, hem Oba Sokak 9/1'den taşınmıştır. Sürgün subaylar, daha sapa, daha dik bir Galatasaray apartmanına götürmüştür çocuğu. Bize, giderek yerine oturan

pe

cy

Ben galiba çok konuşuyorum. Öyle çok ihtimal atıyorum ki orta yere, yapılabilirliğine kendim bile inanmıyorum. Rutkay bir Ankara mahkumu Projeleriyle imkânları arasında boğuşuyor. Oturma yerleri aşağı yukarı belli: Masanın arkasında Misyoner Patron. İşyeri düzeneğine uygun koltuklarda; telefona yakın Rutkay, karşı koltukta, vaktinde gelmeyi becerebilmişsem ben. Geç kalmışsam, o koltuğa oturmak için, bir pundunu kolluyor ve mutlaka başarıyorum -kol altımda bir masa olması şart, nedense!-. Çevreleyen koltuklarda, kapıya yakın Genco, uzak Yılmaz Onay. Misyoner Patron'un arka planında Fikret. Kapıya en yakın sandalyede -nedense koltukları sevemediMustafa. Enis, dergiyi mümkün kılanların başında; her ay yeni bir ilan toplama mucizesi yaratıyor. Misyoner Patron cin meraklısı, İngiliz. Bendeniz konyaktan viskiye yeni sapmışım. Rutkay çayla başlıyor, sonra ikisini de içiyor. Yılmaz Onay genellikle viski içiyor, aslında Ihlara'cı. Genco fazla meraklı değil. Mustafa ve Enis çay içiyor. Fikret de... Tüm bunlar ne demek? Ciddi ve necip Türk milleti, bir tiyatro dergisinin içki markalarını merak etmez kuşkusuz. Nedir, İstanbul'un en lezzetli buluşma yerleri arasına giren Oba Sokak 9/1, bu keyiften, düzenli çıkmayı başarabilen nadir bir tiyatro dergisini ve esaslı bir yayınevini üretebilmişse eğer, Türkiye'nin, yalnız Bozkırlı değil, biraz da Akdenizli olduğunu hatırlaması için iyi bir vesile oluşmuş demektir. Büyülü sözcük: Heves! 9. sayıda, heybetli göbeği ve Barış Derneği'nden geçmiş zekâsıyla Ali Taygun katılıyor gruba. Türkiye tiyatro gündeminin fazla önüne geçmeden, vakanüvisliği benimsemeye çalışarak sürüyor serüven. "Kapağa Brecht'ı mı çıkaracağız, Gülriz'i mi!" benzeri minik çatışmalar dışında, belirgin bir uyumsuzluk yok aramızda, iddialı olmamayı başarmanın huzuru önde duruyor. Sinan girip çıkıyor odaya, sıkı fotoğrafçı. Ama biz, deklanşöre

hatıralarımız ve bir bellek teslim etmenin buruk heyecanı kalmıştır. Epi topu 5 yaşındadır Tiyatro Tiyatro. Günay Ağabey'in Oyun'unun, Seçkin ve Tanju Cılızoğlu'nun Tiyatro ...'sunun yanına yaklaşmış; Agop Ayvaz'ın Kulis'iyle aynı masada topik yemeye, Türk Tiyatrosu ile küçük kardeş ilişkisi kurmaya hak kazanmıştır. Oba Sokak 9/1 'e, şimdi, kim bilir kim taşınmıştır. Hatıraların sindiği pervazlar kim bilir hangi günün rengine boyanmıştır? Benim gibi, daha I. sayıya inatlaşarak girip, Danton oyununa eleştiri yazısı yazan bir "konspiratör" için, "danışman"lık gibi "establishment"e göz kırpan bir durumu kabul ettirmiş bir "gönül işi"nden söz ediyorsak eğer; bu altı üstü bir duygu yazısıdır. Biz... Yani Rutkay, Misyoner Patron, Yılmaz Abi, Genco, Fikret... Mustafa, Nalân, Savaş, Enis, Sınan, Zeliş, Engin, Ufuk, Serpil Hanım... Bugünden düne bakarak, pek rahat "biz" diyebildiğim hepimiz... Oba Sokak 9/1 'den bugüne, bakıyor ve görüyoruz. Burada bir bellek birikimi var. Tiyatro Tiyatro 15


pe cy a


cy

pe a


Rutkay Aziz

D O S Y A

Geçmişlere gittik... Temaşa dergisi, Sahne, Perde, Kulis dergileri derken,

Artık bir

tiyatro

dergimiz var...

pe

cy

a

O ilk sayısını el bebek gül bebek nasıl kucakladığımızı, o kötü baskı ve en kötü hamurdan kâğıdı mutlu yüzlerimizdeki gülücüklerle seyredip, kendimizle nasıl iftihar ettiğimizi unutmak olacak şey mi? Bugünlerde dönmüş dolaşmış 5. yaşına gelmiş, 46. sayısıyla ülkemiz tiyatrosunu yarınlara taşıyor. Daha nice yarınlara taşımanın sorumluluğu hepimizden' geçecek. İstanbul'un kendi için döndüğü, bizlerinde sıkıntılı olduğu bir akşam üstüydü. Önümdeki sinema dergisine soru dolu gözlerle bakarken, bizleri yeni heyecanlarla birlikte, yeni keyifli sıkıntıların kucağına itecek lafın ağzımdan çıkacağını kestirememiştim: "Niye bir tiyatro dergimiz yok?" Başta dostum Yılmaz Öğüt, Enis, Mustafa ve Sinan arkadaşlar büyük bir coşkuyla sorumu kucaklarken, "iyi de nasıl?" sorusu da ağır bir taş gibi gelip önümüze oturdu. Sürekli tiyatro izleyenin % l , hiç izlemeyenin %86, olsa da olur dolmasa da olur %'lere sıkıştığı koşullarda bir tiyatro dergisini çıkarmak hiç de ucuz kahramanlık peşinde koşmak olmayacaktı. İşte, Cihangir'in Oba sokağının o küçük odası, böylesine içten dostluklarla dolmuştu. Geçmişlere gittik... Temaşa dergisi, Sahne, Perde dergileri derken, yıllarca o küçük odasında direnen Kulis dergisinin büyüyen gerçeğine. Tiyatroya ilk başladığım yıllarda özenle okuduğum Oyun dergisinin sayılarını anımsadım. Ve sahaflarda hayretle keşfedip, bir yerlere sakladığım, zar zor alabildiğim Şehir Tiyatroları'nın dergilerine, Tiyatro


Ya bizim Tiyatro... Tiyatro... dergisinin ömrü ne ola ki? Tiyatro dergisine duyulan gereklilik, böylesine çocuksu, çıkarsız tiyatroya sevdalı, geçmişe duyulan saygı sonucu "Savaşa Hayır" kapağı ile bolca alkışlarımızla ve ite kaka yaşama geçti.

pe

cy

O ilk sayısını el bebek gül bebek nasıl kucakladığımızı, o kötü baskı ve en kötü hamurdan kâğıdı mutlu yüzlerimizdeki gülücüklerle seyredip, kendimizle nasıl iftihar ettiğimizi unutmak olacak şey mi? Bugünlerde dönmüş dolaşmış 5. yaşına gelmiş, 46. sayısıyla ülkemiz tiyatrosunu yarınlara taşıyor. Daha nice yarınlara taşımanın sorumluluğu hepimizden geçecek.

bir sonucu olarak başlamıştı. Bir özerk sanat konseyi tartışması günümüzde tartışmadan öte gelişme gösteriyorsa, o da böyle bir konseyin gerekliliğinin şimdi daha net anlaşılmasından kaynaklanıyor. Türkiye'de bir tiyatro dergisi eksikliği yıllardır söz konusuydu. Tiyatro... Tiyatro... dergisi bu eksikliğin farkında olup, bunun gerekliliğini kabul ettirmek doğrultusunda bir misyon yüklenerek çalıştı. Derginin ilk dönemleri bir öncülük çalışması niteliğindeydi. Karşılık beklemeden yapılan bir çalışma gibi. Zaten kültürel ve sanatsal gelişmede bizim çabalarımıza karşılık beklentilerimiz insanın sanatsal duyarlılığının gelişmesi, insana yapılan yatırımın geri dönmesi değil mi? Ama sanat alanının kurumsallaşabilmesi için başka sektörlere yapılan yatırımların benzeri olanakların sanat sektörüne de yazılması iddiasını yitirmemek koşuluyla. Tiyatro... Tiyatro... dergisi şimdi daha profesyonel bir anlayışla çıkarılıyor. Ben bu gelişmeyi sanat alanının bir sektör olması gereksinimi ile özdeş görüyorum ve süreci oluşturmada Tiyatro... Tiyatro... dergisinin işlevini bu doğrultuda çok önemsiyorum. Bu nedenle Tiyatro... Tiyatro... dergisini Türkiye'de sanat sektörünün gelişmesiyle birlikte gelişecek, bu alanın köşe taşlarından biri olacak, Türkiye Tiyatrosu'nun 20. yüzyıl geleneklerini temsil edecek bir dergi olarak görüyorum. Bu geleneği yaratmada ısrarlı olan tüm Tiyatro... Tiyatro... ailesini, bizlerin üzerine düşen sorumlulukların da farkında olarak, içtenlikle kutluyorum.

a

70 ve sonrasına uzandım. Tiyatro dergisi deyince onun içten, ölümsüz, inatçı bir değeri, büyüğüm geldi aklıma S. Günay Akarsu...

Türkiye'de bir tiyatro sektörü yeni yeni oluşuyor. Sanatın kültürünü oluşturma çabaları sanatçının kendi alanına sahip çıkması, alanını tarif edip geleceğini projelendirmede etkili olabilmesi günümüzdeki eksikliklerin saptanmasıyla mümkün olabilecek. "Sanata Evet" kampanyası bu boşluğun ve gereksinmenin

Eğer ülkemizde yayınınla beş yıldan beri "Tiyatro" denilen o tarif edilemez mutluluk kaynağına hizmet veren bir dergi çıkıyorsa... Ve bu dergi sürdürdüğü yaşamın her adımını sağlam, dürüst, sağduyulu ve akılcı olarak atabiliyorsa. O'na olsa olsa daha nice yıllar ve uzun ömürler dilemekten, O'nu cân-ı gönülden alkışlamaktan Tiyatro...

başka elden

ne gelir ki?

Varolsun

Tiyatro...

Tiyatro Tiyatro 19


D O S Y A

Mustafa Demirkanlı

Şaka gibiydi herşey önceleri; sonra ciddileşti, büyüdü, ele avuca gelmeye başladı. Artık, koca bir çocuk olmuştu

Tiyatrosuz Kalmayın

pe

cy

a

B u y ı l d a n b a ş l a y a r a k her y ı l vermeyi t a s a r l a d ı ğ ı m ı z t e ş e k k ü r p l a k e t ­ l e r i n i n i l k i n i t i y a t r o y a , t i y a t r o d e r g i s i ç ı k a r t a r a k k a t k ı d a bulunan 3 dergimize veriyoruz.48 y ı l d ı r yayımım a r a l ı k s ı z olarak sürdüren Agop A y v a z ' ı n y ö n e t i m i n d e k i Kulis d e r g i s i , Seçkin S e l v i v e Tanju Cılızoğlu'nun yayımladıkları Tiyatro 70/81 ile S.Günay Akarsu'nun y a y ı m l a d ı ğ ı Oyun d e r g i s i n e b u y ı l t e ş e k k ü r p l a k e t l e r i m i z i s u n a c a ğ ı z . "...Yıl 1991, Ocak ayının ilk günleri, akşamüstü sevgili Yılmaz Öğüt ve Rutkay Aziz ile birlikte yorgunluk içkilerimizi yudumluyoruz. Her zamanki sıkıntı, 'Yayıncılık kötü gidiyor, tiyatronun sonu ne olacak?' derken; Rutkay Aziz, "Bir tiyatro dergimiz bile yok', dedi. İlk tepkim, 'Yapalım o zaman' oldu. Önce gülüştük sonra daha ciddi konuşmaya başladık. Çıkan sonuç; 32 sayfa, siyah-beyaz, 3. hamur kâğıda bir dergi olacaktı. Tiraj: 20.000. itirazlar aynı anda yükseldi: "Kime satacağız bu kadar dergiyi?" Soru haklıydı, ama biz satmayacaktık. Tiyatrolarda ücretsiz dağılacaktı. Tüm tiyatrolara aynı yakınlıkta duran, oyunları tanıtan, seyirciye yönelik bir dergi olmalıydı bu. Tiyatronun kendi iç polemikleri ve eleştirileri bizim dışımızda kalmalıydı. Belki de çok daha önemli bir yanı, tüm tiyatro hareketlerini kalıcı kılmalı, önemli bir arşiv görevi üstlenmeliydi. O gün aldığımız kararı (sanırım 6 veya 7 Ocak'tı) hemen uygulamaya geçirdik. 2., 3., 4. sayı derken sezon bitmiş, yeni sezon hazırlıkları başlarken biz de karalar bağlamaya başlamıştık. İlanlarla yaşatmayı


Orhan

Asena

Bir zamanlar bir Devlet Tiyatrosu Dergisi vardı, Ankara Devlet Tiyatrosu'nun çıkardığı. Daha çok o sezon Ankara'da oynanacak oyunları tanıtır, yazarından, yönetmenine, oyuncularına dek tüm oyuna emeği geçenlerin oyun üzerine düşüncelerini alır, daha da önemlisi seyirci ile oyunun öteki elemanları arasında bir program dergisi çapında da olsa bir iletişim kurardı. Ama gerek içerdeki gerek dışardaki tiyatro hareketlerine kayıtsız kalırdı. Arada bir incelemecinin, bir eleştirmecinin, bir araştırmacının çalışmalarına ya da çevirilerine yer verilirdi, bazı yabancı dergilerden alıntılar yapılırdı. Ama bütün bunlar beni doyurmazdı, daha başka şeyler, daha fazla şeyler arardım. Örneğin dünya tiyatrolarından haberler. Daha üst düzeyde tiyatro hareketlerini izlesin isterdim. Bu dergiler ne zaman benim için değerlendiler bilir misiniz? Onlar da kesildiği, onlar yerine her oyunda el parçası kadar bir program broşürü

a

verildiğinde. Bu arada Oyun, Tiyatro 71/77 gibi kişisel ya da ortak çalışmaların ürünü olan dergiler bir süre başvuru kaynağımız oldu. Bunlar üçüncü hamur kâğıda basılmış, fotoğrafları silik, belki daha az gösterişli dergiler olmasına karşın, içerik bakımından daha

pe cy

düşündüğümüz derginin tiyatroların desteği veye bir iki ilan geliriyle yaşamını sürdürmesi mümkün değildi. Evet, tirajımız yeterliydi ama kâğıt kalitesi ve baskı kalitesi daha ticari ilanlar almamızı engelliyordu. Her sayımızı zararla kapatıyor, dergiyi kitap yayıncılığı ve diğer işlerimizle sübvanse etmeye çalışıyorduk. Bu koşullarda renkli ve kuşe kâğıda geçmemiz bizi iyice zora sokabilir, derginin sürekliliğine darbe vurabilirdi. Gözümüzü karartıp bu zor kararı aldık. Artık Türkiye'de ilk kuşe kâğıda basılı, renkli tiyatro dergisi yayımlanıyordu." 4. yılımıza girerken bunları düşünmüş, yazmışız. Geçen bir yıl için ekleyeceklerimiz ise şunlar: Şubat 1991 'de yayım hayatına başlayan T i y a t r o . . . T i y a t r o . . . dergisi 5. yılına giriyor. Artık 64 sayfa, renkli, 1. hamur, olan T i y a t r o . . . T i y a t r o . . . dergisi, ülkemizde yaşanan kültür erozyonunun ortasında yaşamını inatla ve kararlılıkla sürdümektedir 5. yıla ulaşmaktan dolayı kıvançlıyız, mutluyuz. Bu yıldan başlayarak her yıl vermeyi tasarladığımız teşekkür plaketlerinin ilkini tiyatroya, tiyatro dergisi çıkartarak katkıda bulunan 3 dergimize veriyoruz. 48 yıldır yayımını aralıksız olarak sürdüren Agop Ayvaz'ın yönetimindeki Kulis dergisi, Seçkin Selvı ve Tanju Cılızoğlu'nun yayımladıkları T i y a t r o 70/81 ile S.Günay Akarsu'nun yayımladığı O y u n dergisine bu yıl teşekkür plaketlerimizi sunacağız. Her zaman yazılarıyla, abone olarak, ilan vererek, satın alarak dergimizi destekleyen tüm kışı ve kuruluşlara teşekkür eder, daha nice kutlama törenlerinde birlikte olmayı dileriz.

doyurucuydular.

Bu arada Almanya'ya gittim. Theatr Heute gibi dergileri gördüm ve bir tiyatro dergisinin nasıl olması gerektiğini anladım. Artık bizde

kolay kolay bir tiyatro dergisi beğenebilceğimi ummuyordum. Ama sevgili dostum Güngör Dilmen'in 1976-78 yılları arasında çıkardığı Türk Tiyatrosu adlı dergi bu tansığı (mucizeyi) gösterdi bana. O

gün bugün içimde bir yazıklanma ile bu dergiyi anarım. Tiyatro... Tiyatro... dergisi, benim işte bu özlemimi gidermeye

çalışan yeni bir girişim. Çünkü beş yıl bir derginin yaşamında ancak çocukluk, çağı sayılabilir. Umudum var: Çünkü hem zarfa, hem içeriğe önem veriyor. Umudum var: Çünkü eksiklerinin farkında ki, daha da gelişmeye, dolgunlaşmaya çalışıyor.

Bu, bir sayıdan ötekine kendini farkettiriyor. Yalnız biraz yerel kalıyor. İstanbul tiyatroları dışında da tiyatrolar bulunduğunu unutuyor. Vaktiyle Ankara Devlet Tiyatrosu'nun hatalarını yineliyor. Gerçi zaman zaman taşralardan gelen tiyatro haberlerine rastlanıyor. Ama bu haliyle yetmez, yani rastlantıya bırakılamaz. Öyle sanıyorum ki tiyatro hareketlerinin yoğunlaştığı her kentte bir muhabir bulunması gerek. Bir iletişim ağıyla birbirine bağlaması gerek tüm merkezleri. Ve zaman zaman da başka ülkelerdeki tiyatro hareketlerine göz atması, oralardan da yalnız görüntüler değil, düşünceler, fikirler, eğilimler, etkiler taşıması gerek. Tiyatro... Tiyatro'nun beşinci yılını bu umutla ve dileklerle kutlarım. Tiyatro Tiyatro 21


D O S Y A

Agop-Ayvaz

Kulis, 48 yılı geride bırakarak Türkiye'nin en uzun ö m ü r l ü dergisi oldu

Tiyatro... Tiyatro... Ne de Çabuk 4 Yılını Bitirdi Fakat onu yaşatabilmek için ne zahmetler ve ne zorluklarla mücadele ettiğini ancak benim gibi 48 senesini bitiren Kulis dergisinin sahibi olan bir kimse bilebilir. Türk Tiyatro Tarihi'ni araştırdığımız zaman, İstanbul'da ilk Ermenice ve haftalık olarak büyük mizah üstadımız

pe cy

a

Agop Baronyan Efendi'nin Tadron (Tiyatro) isimli yarı mizah yarı tiyatro gazetesini buluruz. Kısa bir süre devam eden bu gazeteyi 1919'larda eski harflerle intişar eden Temaşa isimli haftalık dergi çıkar karşımıza. Daha sonraları ve Cumhuriyet döneminde ise Tiyatro ve Musiki, Artist, Perde ve Sahne, Tiyatro 74, Oyun ve daha isimlerini anımsayamadığım tiyatrodan bahseden ufak çapta dergiler takip eder. Bunların içinde en uzun ömürlüsü ise rahmetli hocamız Muhsin ve Neyire Neyir Ertuğrul'ların Perde ve Sahne'si iki sene can çekişerek devam edebilmiştir. Türkiye'de en uzun ömürlü tiyatro dergisi olmak da 48 senesini dolduran Kulis'e nasip olmuştur. Dördüncü yılını dolduran Tiyatro... Tiyatro... son senelerde bir yenilik getirdi sanat âlemine. Bu dikenli ve güç koşullar altında sizlerin gençliği, gayreti ve becerisi sayesinde Tiyatro... Tiyatro...'nun daha nice yıllar yaşamasını diler, saygı ve sevgilerimi sunarım. 22 Tiyatro Tiyatro


a

cy

pe


D O S Y A

Seçkin Cılızoğlu

Tiyatro, dergisi çıkarmak kahramanlıktır ya da Don Kişot'luktur demiyorum...

Çılgınlığın en naif türü " T i y a t r o 70"den " T i y a t r o 81"e kadar o n b i r y ı l

başıma taç e t t i ğ i m b i r

ç ı l g ı n l ı ğ ı n d o s t l a r c a sürdürüldüğünü görmek s e v i n d i r i c i . Ne de o l s a ,

pe cy

a

insan ç ı l g ı n l ı k t a b i l e y a l n ı z kalmak i s t e m i y o r .

24 Tiyatro Tiyatro

Deliliği yaşamayan bilmez kuşkusuz. Deliliği yaşayanlar arasında ise doğal bir dayanışma, bir omuzlaşma vardır. Tiyatro... Tiyatro... dergisini beşinci yılında, işte bu dayanışma içinde kutluyorum. Buna isterseniz "Deliliğe Övgü" de diyebilirsiniz. "Tiyatro 70"den "Tiyatro 81 "e kadar onbir yıl başıma taç ettiğim bir çılgınlığın dostlarca sürdürüldüğünü görmek sevindirici. Ne de olsa, insan çılgınlıkta bile yalnız kalmak istemiyor. Tiyatro... Tiyatro... dergisini çıkaranların ve yaşatanların neler yaşamak durumda kaldıklarını, onlarla her gün konuşup dertleşmesem de, iliklerime kadar duyabiliyorum. Nasıl duymam ki... Talebi olmayan bir pazarda bir şeyler üretip sunuyorsunuz. Üstelik bu, size hiçbir yönden kazanç sağlamayan bir uğraş, insanların kitap, hatta gazete bile okumadıkları bir ülkede, bir dergi, hem de çok sınırlı bir konuyu eksen edinmiş bir dergi çıkarıyorsunuz. Konunuz tiyatro ve çok iyi biliyorsunuz ki, derginizi en az okuyanlar tiyatrocular olacak. Çoğunluğu, koca bir dergide kendi yönettikleri ya da oynadıkları oyunla ilgili yazının, yalnızca kendilerinde söz eden bölümü


Bir Büyük Eksikliğe Karşı Teşekkür Çağdaş ve sanatlı toplumun bir göstergesi;

sahip

olduğu

değerleri

aynı zamanda kitle iletişim araçlarıyla

tartışma,

eleştiri

tüm

düşüncelere,

boyutlarında

eğilim ve ilgilere sunabilmesidir. Bu bir düşüncenin bireysel ve öznel boyutları çıkıp, ve nesnel özellikler kazanabilmesi, ürünü olmasından

ile bir yaratı

bir öğe haline gelmesinin de bir yoludur ve bu nedenle bir göstergedir. sanatın

Bu

eylemin

sanat alanında gerçekleşmesi ise,

kapsadığı tüm kavramlar ve değerler açısından önemi

ve anlamı tabii ki yadsınamaz. Ne yazık ki günümüz Türkiye'sinin yaygın

kitle iletişim araçlarının

soyut bir

kavram olarak sanatı ve sanatın kapsadığı tüm dalları bir gündem konusu yapabilecek, kadar konuya duyarlı bir biçimde ve

bilinçle

eğilmediklerini

Böylesine bir eksikliğin

görüyoruz.

bilinciyle,

gerek

nitelik gerek

özverili emek. açısından, ekonomik, siyası ve diğer tüm sert rüzgârlara karşı sanat adına açılmış yelkenlerini 5. yılında da indirmeyen

Tiyatro...

katkılarından Derginizin, haberi,

Tiyatro...

dolayı

Devlet

eleştirisi,

teşekkür

dergisine sanat yaşamına

ederim.

Tiyatroları'nın

sergilediği

oyunların

tanıtımı açısından gösterdiği ilgi ve

duyarlılığa ayrıca burada teşekkür etme fırsatını da elde

pe

Çılgınlığınız hiç dinmesin, nice yıllara...

dolayısı

çoğulcu

öte yaratıcılığa da katkıda bulunabilecek

cy a

okuyacak. Yaptıkları beğenilmışse sizden iyi yazan, tiyatroyu sizden iyi bilen olmayacak. Yok eğer kötü iş yapmış, siz de densizlik edip bunu yazmışsanız, vay halinize! Tiyatroya gönül vermişsiniz. Oyuncu da olabilirsiniz, yönetmen de olabilirsiniz, yazar da. Ama hayır, tiyatorunun olmazsa olmaz parçalarından biri deyip eleştirel düşünceyi katmak istemişsiniz. Bu çılgınlık yetmiyormuş gibi, bunu bir de dergiyle taçlandırmışmısınız. işte tüm bunlardan ötürü, tiyatroya gönül vermenin en çıkarsız, en naif, en bencillikten uzak yanı tiyatro dergisi çıkarmaktır diyorum. Ve yine tüm bunlardan ötürü, bu bir çılgınlıktır, bir tutkudur diyorum. Başka kim, kendisine hiçbir şey kazandırmayacak bir uğraşa kafasını, yüreğini, zamanını ve cebini taşır ki? Türkiye'de dergicilik zor iştir, tiyatro dergiciliği daha da zor iştir. O bir ay nasıl da çabucak geçiverir. Ve o bir ayın sonunda karşınıza çıkan kişiler ne Shakespeare'dır, ne Muhsin Ertuğrul. Kâğıt bulmanın sancılarını çekersiniz, matbaacıyla didişirsiniz, renk ayrımları zamanında yetişmez, yazıların tashihiyle uğraşırsınız, bir sayıyı daha kurtarabilirmiyim kaygısında reklam bulmak için didinirsiniz, reklam yayınladığınızda ise "çocukluk hastalıklarından kurtulamamışlar" tarafından suçlanırsınız, zarf yaza yaza bilmem kaç yüz abonenin adresini ezberlediğinizden belleğinizde annenizin adına bile yer kalmaz. Tiyatro dergisi çıkarmak kahramanlıktır ya da Don Kişot'luktur demiyorum. Sıcacık, güzelim bir tutkudur yüreğe ığıl ığıl akan. Severim bu tutkuyu. Aynı tutkuyu sevenlerin ve sürdürenlerin de kutlayarak yanındayım.

etmiş

olmanın

sevincini kurumumuz

adına

belirtmekten

onur

duymaktayım.

Ülkemiz

koşullarında

dergisinin

bir

tiyatro

4 yıl boyunca yayımını

kesintisiz sürdürebilmiş başına bir mucizedir. yürekten

olması

bile

başlı

Emeği geçenleri,

kutluyorum.

İlk sayısından bu yana dikkatle izlediğim ve bir süre danışma kurulunda görev yaptığım Tiyatro.. Tiyatro... dergisi başlangıçta yalnızca haber dergisi niteliğindeydi.

Kadrosu

beklenenin gerisinde kalmasına karşın,

hır

ve içeriği açısından o haliyle bile belgesel

değeri vardı. Şimdiki biçimiyle görüyoruz.

derginin

Dileğimiz,

önemli bir atılım

ülkemizdeki tek

da zenginleşerek yıllarca sürmesi, gereken

içinde

olduğunu

tiyatro dergisinin

dağıtım sorununa

daha

da

önemi vererek, daha geniş kitlelere ulaşmasıdır. Tiyatro Tiyatro 25


D O S Y A

S.Günay

Akarsu

Sansür, Yasaklama, Baskı

pe cy

a

İçinde yaşadığımız düzenin ne olduğunu ve kimden yana işlediğini burada yinelemek gereksiz. Gün geçmiyor ki bu genel nedenin çeşitli alanlardaki yansımalarıyla karşılaşmayalım. Gün geçmiyor ki genel duruma uygun sonuçlarla karşılaşıp bir bütünün parçaları arasındaki bağları somut verileriyle duymayalım.

26 Tiyatro Tiyatro

Bu nedenler sanat alanında da başka sonuçlara varmıyor doğal olarak. Sansürü bir günde kaldıracağını bağıra bağıra duyuran bir iktidar, çırpınıp didindikten sonra sonunda çıkarabildiği yeni sinema sansürüyle en bayağısından seks filmlerini değil de, yurdumuzun çeşitli sorunlarını. yasal sınırlar içinde ele almayı amaçlayan filmlerin çekimini engelliyor, çekilmiş olanların belediyelerin düzenlediği şenliklerde bile gösterilmesini yasaklıyor. Kaldı ki, günümüzde yasaların değişmezliği savının çağdışılığı artık tartışılmamaktadır. Çağdaş gelişme hızı toplumu öyle büyük değişme ve bilinçlenme hızına ulaştırmıştır ki yasama organlarında hazırlanan yasa tasarılarının daha kesinleşmeden eskimesi gibi durumlarla karşılaşılmaktadır. Ama böyle bir değişme hızına ulaşmış dünyada Türkiye'nin değişimini, sımsıkı sarılıp dokundurtmadıkları yasalarla durduracaklarını sananları da her gün karşımızda buluyoruz. Toplum değişiyor, insan değişiyor, sorunlar değişiyor, ama yasalarımızı, özellikle de 141-142 maddeleri değiştirmeye yanaşmıyorlar. Bu çabalarının bir noktada tükeneceğini, doğanın değişim ilkesine hiçbir gücün karşı çıkamayacağını bile bile... Her günü, her anı kâr sayarak... Aynı çabayı yalnızca sinema alanında görmüyoruz elbette, insanları değişime açan, insanları ileriye


yönelten birikim nerede varsa, insanca bir davranış nerede varsa, emeğe saygı nerede varsa, orada emek sömürücülerinin baskısını, yıldırma girişimlerini, yasaklarını bulacağımızı kestirmek hiç güç olmasa gerek. Öyle de oluyor. Yazarlar, yalnızca yazı yazdıkları için; çeviriciler, yalnızca çevirdikleri için; tiyatrocular, yalnızca oynadıkları için; ressamlar, yalnızca resim yaptıkları için... çeşitli baskılarla karşılaşıyorlar; tutuklanıyorlar, hapsediliyorlar, insanlarımızın canını alan faşist katillerle eş değerde tutuluyorlar. Sonra bu tutumla her türlü terörün kökünün kazınacağı sanılıyor. Mu acaba?!

K u r d o ğ l u

Bu çabanın Kıymetini Kim Biliyor? Teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Dünün "çocukça hayallerdi bugün gerçek oluyor. Ceplerimizde telefonlar, başımızda telsiz kulaklıklar, elimizde uzaktan kumandalar, uydular, teletekstler, bilgisayarda üretilmiş "sanal gerçeklik"ler. Işınlanmamız çok yakın. Ve biz sanki ezelden beri böyle yaşamış gibi kanıksayıveriyoruz her şeyi. Teknoloji bize bir yalnızlık cenneti vaat ediyor. Evdekilere bulaşmadan dilediğimiz programı dinleyebilmemiz, hava temizleyicimizin sunduğu mis kokulu havayı soluyarak pencereden dışarıya bakabilmemiz ve daha birçok şey artık mümkün! Halledilemeyen tek bir ayrıntı kalıyor geriye: Mutluluk. Nedense hayaller gerçek oldukça insan daha da mutzsuzlaşıyor. Sanki bir büyük, vahim bata yapıyoruz hep birlikte. Ve orada burada kimileri, umutsuzca ama inatla gerilla savaşları veriyorlar bu büyük hataya, bu toplu suça karşı. Örneğin şahsına münhasır bir çevre ülkesinde, bir avuç onurlu insan, BEŞ yıldır bir tiyatro dergisi çıkarıyor. İnsanın insana dokunmasına; dolaysız, aracısız, hesapsız dokunmasına dayalı bir sanatı çoğaltmaya çalışıyorlar. Arz-talep dengesinden başka hiçbir değerin tanınmadığı bir ortamda neredeyse kimsenin talep etmediği bir "mal" üretiyorlar. Ve hiç pes etmeksizin tekrar tekrar yapıyorlar bu işi. Anlamak mümkün değil. Hangisini? Onurlu bir varoluş, her zamankinden daha acılı artık. Ey insan beyni! Ey akılsız sermaye! Neden bu kadar meraklısın kendini yok etmeye? Artık her şey mümkün. Bir tek zaman yolculuğu şüpheli. Kimse ona güvenmesin! (Hep birlikte çıkarlar. Sahneye yeni canlı türleri dolar. Oyun devam eder.) Önemli Not: 5=1+1+1+1+1 1 Yıl= 12 Ay

pe cy a

Bunlara son zamanlarda bir de, ilerici, devrimci demokratik örgütlerin, meslek odalarının kendi meslektaşlarından herhangi birini konu alan, eleştiren ya da düpedüz suçlu gösteren sanat gösterilerine dayattıkları baskılar eklendi. Böyle dar görüşlü, böyle her türlü mantıktan uzak tepkiler çıkarına dokunulan bireylerden ya da örgütlerden eskiden beri gelirdi. Ne var ki bu kez aynı saçmalığa, yukarıda değindiğimiz gibi genel boyutlara ulaştığını belgeliyor. Yaşadığımız toplumsal düzen her kişiyi, bu kişilerin örgütünü yalnızca çıkarcı yapıyor. Bu, toplumsal bir olgu. Ancak, devrimcilik adına ortaya çıkan örgüt yöneticilerinin üye tabanlarından gelen çıkarcı ve mantıksız baskıları göğüslemeyi, bunun için de gene tabanlarında yer alan gerçek ilericilere dayanmayı denemeden, örneğin örgüt yapısında bir araştırma yapmadan, kendi ağırlıklarını sağduyudan yana koymadan kaleme sarılmalarını nasıl karşılayacağız? İçlerinde gerçekten güvenilir yöneticiler olmasa kolayca suçlayıp geçeriz. Ama durum her zaman böyle değil. Örgüt içinde gerekli dayanakları aramadan gereksiz savunuya geçtikleri için en azından kınayabiliriz bu yöneticileri. Konuya önümüzdeki sayı daha geniş yer vereceğiz. Olay gittikçe yaygınlaşma eğilimi gösteriyor çünkü.

Kerem

* Yukarıdaki yazı; Oyun dergisinin 8. sayısında yer alan S. Günay Akarsu'nun Editöryal yazısıdır. Yıl: Ekim 1979

Koza Gökbuget

Tiyatro... Tiyatro... dergisi ile Uluslarası İstanbul Tiyatro Festivali arasında çok yakın bir ilişki oldu. Her yıl Festival döneminde özel sayı çıkartmaya özen gösterdiler. Ayrıca, önceleri ücretsiz olarak olarak dağıtılan derginin ilk satışından elde edilen geliri de Tiyatro Festivalimize bağışladılar. Tiyatro... Tiyatro... dergisi şimdi de yeni kadrosuyla daha da nitelikli bir dergi olma kaygısını taşıyarak bu engebeli

sanat ortamında, bizim gibi, daha geniş kitlelere yönelmeyi amaçlıyor. Birlikte büyüdüğümüz bu yolda yine birlikte ilerleyeceğimize inanarak iyi ki doğdun Tiyatro Tiyatro!

Nihal Geyran Koldaş Sanatın her dalında çalışanların çok sıkı bağlar ve dayanışma içinde olmasının gerektiği bir zamanda, kapanan ve boşaltılan tiyatrolar, artık yayınlanamayan dergiler arasında; nerdeyse bir program dergisi gibi başlayıp, giderek boyutlanarak (hem biçimiyle, hem de içerdikleriyle her anlamda) 5. yılını dolduran bir dergi. Türkiye'deki küçük "mucize"lerden biri! Bunu gerçekten gönüllü ve "gönül" ile çalışmış bir kadroya borçluyuz. Onlara teşekkür ediyoruz. Yalnızca tiyatrocular olarak, değil, seyirciler olarak da. Hatta bu derginin varlığından haberi olmayan insanlarımız adına da. Çünkü bu ülkenin kültür hayatına yapılan her katkı, bir zaman bir yerde karşılığını buluyor; hepimize bir şekilde değiyor. Biz tiyatrocular da yalnız teşekkür etmekle kalmayalım. Tiyatro... Tiyatro., dergisini bir megafon gibi kullanmasını bilelim. Tiyatro Tiyatro 27


D O S Y A

Özden

Aykaç

Tüm sanatseverleri bu özverili çalışmaya destek olmaya çağırırken

Beşinci Yılda Okur Olmak...

pe cy

a

Sanatı, çağdaş ve evrensel boyutlarıyla algılayabilmek, hiç kuşkusuz yetenek, eğitim ve kendini aşma çabasını gerektirir. Bunca olumsuzluğa karşın ülkemizde bunu başarabilenler hiç de az değildir. Böyle bir inancın ve çabanın ürünü olduğunu düşündüğüm Tiyatro... Tiyatro... dergisinin beşinci yılına girmesi bir okur olarak beni umutlandırmakta.

28 Tiyatro Tiyatro

Sanat; duygusal, düşünsel, kültürel birikimlerin, ince duyarlılıkların yaratıcılığa dönüşmesidir. Bir anlamda insanın kendisini aşmasıdır sanat. Sanat eserleri; biçimle duygunun, yürekle beynin uzlaşmasıdır ve yaratıldıkları kültürel ortamların estetik değerleriyle bütünleşir çoğunlukla. Kimi zaman da karşı çıkar, değiştirir, yeniler sanatçılar, öze, biçime ilişkin değerlen. Bu nedenle uygar uluslar, bilime olduğu kadar, sanata da önem verir, destek olurlar sanata, sanatçıya. Bilirler ki, uygarlık, sanatsal üretimlerle bezenip, güzelleşirse gerçek değerine ulaşır. Bu bağlamda uygar olmak, çağı yakalamak; bilimsel, teknolojik ve sanatsal ürünlerde çağdaşlık çizgisini yakalayabilmektir. Bunların özümlenmesi, tavırlara ve yaşam biçimine yansımasıyla da siyasal, ekonomik, toplumsal ve psikolojik değişim ve gelişimler birbirini olumlu yönde etkiler ve güçlendirir. Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi, her şeyden önce tüm kaynakların akılcı ve bilimsel yöntemlerle kullanılabilmesini ve sanatsal üretimin gerçekleşmesini gerektirir. Böylesi bir etkileşim zinciri içersinde, sanatın toplumsal gelişim ve değişimde en etkin kurumlardan biri olduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenle, sanata önem vermek, sanata yatırım yapmak, gelecek kuşakları akılcı,


olduğunu düşündüğüm Tiyatro... Tiyatro... dergisinin beşinci yılına girmesi bir okur olarak beni umutlandırmakta, sanata gönül verenlerin her şeye karşın suskun ve çaresiz olmadıklarını kanıtlamaktadır.

Tiyatro... Tiyatro... dergisine nice beş yıllar dilerken tüm sanatseverleri bu özverili çalışmayı destek olmaya çağırıyorum.

MüjdatGezen

Esen

Çamurdan

Başlangıçta bir tanıtım ve duyuru dergisi niteliği taşıyan Tiyatro Tiyatro, özellikle son dört beş sayısında kuramsal yazılarla genç eleştirmenlerin kalme aldığı yazılara ağırlık vermeye başladı. Her iki girişimi de son derece olumlu buluyorum. Tiyatronun giderek içi boşaltılmış soyut bir kavrama dönüştüğü bir ortamda, yalnızca içriğıyle ayakta durmaya çalışan bir tiyatro dergisinin kuramsal yazılara da yer vermesi insana gelecek için umut veriyor doğrusu. Öte yandan, Tiyatro... Tiyatro...'da genç eleştirmenlerin yazmaları da bana aynı heyecanı veriyor. Bu yazılar biraz daha titizce elden geçirilirse dergi bir eleştiri okulu niteliğine bürünebilir. Tiyatro... Tiyatro..., vitrine çıkma gereksinimi duymayan, sessiz ve sağlam adımlarla ilerleyen bir dergi. Başarılarının sürmesini diliyorum.

pe cy a

duyarlı ve yaratıcı kılmak, çağdaşlığı yakalayabilmenin temel koşuludur. Bireyler sanatın özgür ve eleştirel düşünce ortamına alışırlarsa, hoşgörü ve özgüven duygularını da daha kolay kazanırlar. Bağımsız kişilik kazanmalarında, kimlik arayışlarında, sanat, olumlu ve yönlendirici bir rol oynar. Bu açıdan bakıldığında sanat, salt estetik değerlerin ortaya konması değil, bireyleri araştırmaya, düşünmeye özendiren, doğal yeteneklerin ortaya çıkarılıp yönlendirilmesinde etkili olan bir olgudur. Böylece bireyler; kendi toplumlarının ve çağın sorunlarına nesnel değerlendirmeler getirebilir, üretken ve yaratıcı olabilirler. Toplumsal kültürün, yozlaşmadan zenginleşmesinin ölçüsünü ayırdedebilirler. Çağın bunca maddeye dayanan değerlerine karşın hâlâ yaşamı dostluk, sevgi, barış duygularıyla örmeye çabalayanlar varsa, bilinmelidir ki bunu sağlayan yegâne kaynak, sanattır... Sanat ve sanatçıya değer verip yatırım yapmak nasıl uygarlığın, çağdaşlık çizgisini yakalamanın ölçütüyse; sanata karşı olmak ve sanatsal üretimlere set çekmek de gericiliğin, tutuculuğun göstergesidir. 21. yüzyıla çok az bir zaman varken sanatın içine tükürmek gibi bayağılığa varan bir üslûpla başlayan günümüzdeki tartışmalar, AKM'nin kapalı oluşu, Cemal Reşit Rey'in amacının dışında birtakım toplantılara açılması, baleye, operaya dil uzatılması, heykellerin kaldırılması, Aydın Gün'ün görevinden ayrılmak zorunda kalışı, Çelik Gülersoy'un etkinliğinin durdurulması gibi uzayıp giden bir listeye dönüştü. Dahası, surların yıkılmak istenmesiyle tarihe ve kültürel değerlere saldırı noktasına gelindi. Bütün bunlar sanat, kültür ve herşeyin ötesinde insanlık adına dehşet vericidir. Sanatı, çağdaş ve evrensel boyutlarıyla algılayabilmek, hiç kuşkusuz yetenek, eğitim ve kendini aşma çabasını gerektirir. Bunca olumsuzluğa karşın ülkemizde bunu başarabilenler hiç de az değildir. Böyle bir inancın ve çabanın ürünü

Zeynep

O r a l

Değer ölçülerinin hızla erozyana uğradığı; kolay ve yoz olanın alkışlandığı; gerçeği aramak yerine yalanın, gözboyamacılığın yeğlendiği; kültürsüzlüğün yüceltildiği, sanatın horlandığı, niteliğin değil niceliğin önemsendiği, onursuzluğa gözyumulduğu, "köşe dönmenin" en büyük erdem sayıldığı; geleceğin şansa, umutların lotaryaya ve promosyona, tad almanın 900'lü numaralara bırakıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Bu ortamda Tiyatro... Tiyatro... dergisi'nin beşinci y ı l ı n ı doldurmasını, niteliğin, araştırmanın, bilgilendirmenin, tartışmanın, eleştirinin, birikimin önemini kavrayarak bir işlevi yerine getirmesini yürekten alkışlıyorum.

ZelihaBerksoy Uzun yıllar bir tiyatro dergisinin olmaması tiyatro dünyası açısından bir eksiklikti. Böyle bir eksikliği beş yıldır dolduran Tiyatro... Tiyatro... dergisini kutluyorum. Sürekli yayın çıkartmak birçok, güçlükleri de göğüsleyebilmek demektir. Ancak, şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Son aylarda yazı kurulu ve yayın yönetmeninin değişmesi dergide büyük gelişmelere yol açmıştır. Daha çok tiyatro haberleri içeren bir dergi iken şimdi görüyorum ki haberlerin yanı sıra eleştirilere, kuramsal yazılara yer veriliyor. Yazıların niteliği ve boyutluluğu son derece sevindiricidir.


T A N I T I M

Emre Koyuncuoğlu

"Muu!"nun yaratıcısı İspanyol Komedi Grubu Yllana yepyeni bir oyunla İstanbul'da

"glub! glub!" "Muu"yu seyredin gülmekten yerlere

pe cy

düşeceksiniz, zamanın nasıl aktığını bilmeyeceksiniz." Tilbe Saran, Festival katalogunda Yllana'nın

a

Yaptığımız işi çok seviyorum, bu başka bir şey yapmam . Çok çalışıyoruz, gerçekten uykumda bile espri üretmeye çalışıyorum. İşimden başka, yani Yılanadan başka benim için hayatta bir şey yok diyebilirim. Ben Yılana'ya aşığım.

Türkiyeye ilk gelişlerinde oynadıkları oyundan böyle bahsediyordu.Gerçekten de Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin kapanış oyunu diyebileceğimiz bu gösteride biletler yok sattı. Hatta ilk gösteriye gelenlerden bazıları ikincisini de kaçırmak istemediler. Madridli yedi gençten oluşan Yllana topluluğunun tek kelıme kullanmadan-ya da tek kelime kullanarak" mama" maço kültürüyle acımasızca dalga geçertiler ve 1 saat boyunca izleyicinin tüm dikkatini, ilgisini yakalamayı başardılar. Salon kahkahadan kırılırken herkes bu İspanyol gençlerinin bu kadar başarılı iletişim 30 Tiyatro Tiyatro

kurmalarının nedenlerinin ne olduğunu düşünüyordu. Aslında onlarla yaptığımız söyleşide de açıkladıkları gibi, başarılarının nedeni kendilerine özel ama evrensel olan bir dili bulmalarıydı. Böyle söylenince basit gibi geliyor. Dünyanın bir çok ülkesinde, farklı düşüncelerin, inançların geleneklerin yetiştirdiği insanlara seslenip, onları ortak noktalarından yakalayıp

güldürebiliyorlardı. Buna rağmen, Türkiye'ye ilk gelişlerinde biraz tedirgindiler. Türk insanı hakkında çok az şey bildiklerini söylüyor ve Türk izlyicisinin oyuna nasıl bir tepki vereceğini tahmin edemiyorlardı. Gösteriden önce Marcos Ottone, Türk izleyicisinin beğenisini nasıl dışa vurduğunu sordu. Oyun sırasında beğendiği bölümlerde mi, yoksa yalnızca sonunda mı alkışlar, oyuna katılımı olur mu, yoksa sessiz izlemek mi olağandır..Bunlar karşılaşacakları


diyebilirim. Ben Yllona'ya aşığım, "diyor. Gruptaki oyuncular ise, çok farklı çevre ve kültürlerden gelmelerine rağmen birbirleriyle çok uyumlu bir kadro. Onlar da yaptıklarına inanıyor ve çok seviyorlar. Aralarından Antonio de la Fuente, hukuk fakültesinde öğretim görevlisiymiş. Gündüz üniversitede ders verdiği öğrencileri, akşamları hocalarının barlarda yaptıkları skeçleri izlemeye gelirmiş. Kısa bir süre önce yoğun tiyatro çalışmaları yüzünden öğretim görevini bırakmak zorunda kalmış.

pe

cy a

izleyiciyi tanımak için yöneltilen sorulardı. Aslında böyle sorulara net cevaplar vermek çok zor. Gösteri başladı ve o hızla bitti. Oyun sonunda ayakta uzun süre alkışlandılar. Oyun sırasında izleyicinin katılımı müthişti. İlk oyun sonrasında sahne arkasında bu yedi genç yerlerinde duramıyordu. O gece yaptıkları işe bir kez daha inandıklarını söylediler. Türkiye'ye bir kez daha gelmek istediklerini, izleyiciyi ve İstanbul'u çok sevdiklerini gelip gidene anlatıyorlardı. Yllana 1991 'de kurulmuş bir topluluk. Çalışmaları ağırlıklı olarak bedensel anlatım ya da pandomim kökenli diyebiliriz. Zaten yaptıklarına post-pandomim adı verenler var. Pek çok tiyatro festivaline katılmışlar. 1992'de Edinburg Fringe Festivali'nde elde ettikleri başarı ve daha sonra Toulouse Uluslararası Tiyatro Festivali'nde aldıkları Gourage D'or ödülüyle . uluslararası düzeyde adlarından söz ettirir oldular. 1993'de İstanbul'dan sonra Kanada'da düzenlenen dünyanın en önemli Gomedi Festivali'ne davet edildiler. Bu arada hazırladıkları ikinci oyunları "Glub Glub" İspanya'da sahnelenmeye başladı. İspanya Televizyonu skeç üstüne skeç talep ederken, yabancı televizyonlardan showlar hazırlamalarını istediler. Grubun yönetmeni David Ottone, "Yaptığımız işi çok seviyorum, ben başka bir şey yapmam . Çok çalışıyoruz, gerçekten uykumda bile espri üretmeye çalışıyorum. İşimden başka, yani Yllanadan başka benim için hayatta bir şey yok

ilk oyunla büyük başarı kazanmak, ikincisinin başarısının daha zor olması demek. "Glub Glub"la ilgili basında çıkan yazılar Yllananın bununla da başarıyı yakaladığını kanıtlıyor. Bundan üç ya da dört ay önce bir dergi toplantısında Tiyatro... Tiyatro... dergisinin 5.Yıl Kutlaması için en güzel şeyin hoş bir oyun izlemek olduğuna karar verildi. Bir çok isim üzerinde duruldu ve uzun bir süre kimin olacağı konusunda bir türlü karar alınamadı. Bir gün Dikmen hanım "Yllana'nın yeni oyunu varmış" dediğinde herkes sıcak baktı. Yllana da ilk teklifte kabul etti. Ve işte, yazışmalar, sponsor arayışları, anlaşma metni derken, İstanbul'dalar. Herkese keyifli seyirler. Dergimizin 5. Yılı tüm emek verenlere ve okurlarımıza kutlu olsun.

" G l u b G l u b " u nasıl h a z ı r l a d ı n ı z ? N e y i n hikayesini anlatıyor? "Glub Glub" her zamanki gibi doğaçlama


çalışmalarından yola çıkılarak hazırlandı. Aslında çok basit bir hikayesi var. 4 tane gemici denizde kaybolur ve en sonunda kendilerini bir çölün ortasında bulurlar. Hikaye onların çaresizlikleri ve çıkış yolu aramaları üzerine k u r u l d u . İlk önce t e m e l hatlarıyla hikayeyi çıkardık, daha sonra sürekli olarak b ö l ü m l e r i n üzerinde oynayarak zenginleştirmeye başladık. Lokallerde kısa parçalar oynarken izleyicinin t e p k i l e r i de bizim için yol gösterici işaretler oldu. Bu oyun ü z e r i n d e ne k a d a r çalıştınız? Ç a l ı ş m a sürecini b i r a z a n l a t ı r mısınız? D e d i ğ i m gibi oyunun t e m e l i n i o t u r t m a k için aslında kapanıp, gündüz gece iki üç ay çalıştık, sonra r e n k l e n d i r m e k ve fikirleri besleme eylemi sahnelediğimiz sürece devam e t t i . T ü r k i y e ' y e ilk gelişimizde b ö l ü m l e r i bitmişti.

bir süre sonra sanki karar vermişiz gibi birbirimizi bulduk ve g r u b u kurduk. G r u b u kuranlar halen oynayanlar. D e k o r ve t e k n i k için ayrıca bir ekibimiz yok. Yine oyunları yazmak, sahnelemek, y ö n e t m e k gibi gerekleri de yerine getiriyoruz. Siz çeşitli ü l k e l e r d e o y n u y o r s u n u z . H e r k e s i g ü l d ü r m e k z o r d e ğ i l mi? Z o r tabi, o r t a k ve evrensel tadı, komiği bulmak oldukça zor. Bunun için çok çalışıyoruz. "Komik olan nedir?"le başlıyoruz, dünyada herkesin başına gelebilen, yaşanan olayları konu olarak seçiyoruz. Kullandığımız müzik de t ü m dünyanın bildiği ve temsil ettiği sembollerin çok açık olduğu parçalar oluyor. G e l e c e k için p l a n l a r ı n ı z n e l e r ? Katılmayı planladığımız festivaller var. Ç o k yoğun çalışıyoruz.

Y l l a n a n a s ı l b i r a r a y a geldi? N a s ı l tanıştınız?

pe

cy

a

Bir kaçımız birbirimizi üniversite zamanlarından tanıyoruz. O zamanlar o r t a k beğenilerimiz vardı ancak, böyle bir grup kurmak gibi düşüncemiz y o k t u . Daha sonra dağıldık, ama

32 Tiyatro Tiyatro


cy a

pe


pe cy a


pe cy a


pe cy a


a

cy

pe


pe cy a


pe cy a


cy

pe a


pe cy a


cy

pe a


a

pe cy


pe cy a


pe cy a


cy

pe a


a

pe cy


pe cy a


a

pe cy


pe cy a


ELEŞTİRİ

Sinan Okan Çavuş

Nazım Hikmet, Tiyatro,

"İnsanlarım"

"Aslolan Hayattır"

a

Şairlik yaşamının neredeyse tamamını, düzenin karşıt görüşleri yok etmeye yönelik faşizan baskılarıyla mücadele etmekle geçirmiştir. Baskıcı yönetimlerin karalama ve unutturma çabaları sonucu kimi dönemlerde pek sesini duyuramasa da, çok sevdiği memleketinden uzak bir ülkede ölümünden yıllar sonra bile zaman zaman gündeme gelmekte ve sanatçılar sayesinde insanlarla buluşabilmektedir.

pe cy

"Gökyüzüdür zarı beynimizin/kuşlar bulutlar dolanır içinde." Nazım Hikmet, bana, Melih Cevdet Anday'ın bu dizelerini anımsatır hep. 47 yıllık şairlik yaşamının büyük bir kısmını mapusta geçirmiş olmasına karşın, özgürlüğünü kafasının içinde taşımayı, rutubetli koğuşlarda ömür tüketirken kendi yüzyılının, kendi vatanının, kendi insanının sesi olabilmeyi, "toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini" ölesiye sevdiği memleketinin insanlarının, tırnaklarıyla kazdığı toprak gibi çatlak sesini şiirlerinde son derece sade ve bir o kadar da lirik bir biçimde yansıtmayı başarabildiği, öbür yandan emeğe, alın terine, kardeşliğe, özgürlüğe ve özgürlük için kavgaya olan sonsuz inancıyla da alabildiğine evrensel olabildiği için dünyanın tanıdığı ve sevdiği şairlerin arasına girebilmiştir Nâzım Hikmet. Dünyaca ünlü bir şair olmasına karşın, her türlü sömürü düzenine karşı olmasıyla, sosyalist dünya görüşüyle, haksızlık ve sömürüye karşı kavgaya ve mücadeleye sonsuz inancıyla mevcut politik iktidarların gözünde tehlikeli bir düşün adamıdır da aynı zamanda.

ve

1990'lı yıllar, Nâzım Hikmet'e olan ilgi bakımından da son derece dikkat çekici bir dönem olmaya aday. Bir yandan "liberalleşme", "dışa açılma", "globalleşme", "hür düşünce (!)" sloganlarıyla bazı yasaklar kalkarken, diğer yandan, zaten öteden beri 'tam aydınlanmamış' toplumumuz korkunç bir karanlığın pençesine adeta koşa koşa gitmekte. Bir yandan "Nâzım Hikmet Şiir Ödülü" töreninde

Tiyatro Tiyatro 35


Aslolan Hayattır 'dan bir sahne

a

şiirlerindeki insan sevgisini, mücadeleci ruhu, acıyı, hasreti, umudu, yalın gerçekliği ve bütün bunların ardındaki "mandagönünden" yapılma ve "tepilse de paralanmayan" çarık gibi pırıl pırıl yüreği sahnede canlandırma çabasında. Bazıları Nâzım'ı, temsil ettiği dünya görüşünün bir bayrağı olarak, bazıları onun ozan duyarlılığı ile insan sevgisini harmanlayarak, bazıları da seven, acı çeken, acıkan, hasta olan, kızan, çocuk gibi sevinen insan yönünü vurgulayarak seyircisine ulaşmakta. Bunların içinde hâlâ oynayan iki tanesi var ki, yukarıdaki bağlam içinde bahsedilmeye değer: "İnsanlarım" ve "Aslolan Hayattır". "İnsanlarım", Genco Erkal'ın Nâzım Hikmet'in şiirlerinden uyarladığı tek kişilik oyunu. Ağırlıklı olarak Bursa Cezaevi'ndeyken yazdığı şiirlerden, Piraye'ye mektuplarından ve çeşidi belgelerden harmanladığı bir metinle Erkal, Bursa Cezaevi fonunda kimi zaman şairin kendisi, kimi zaman şiirlerinden bir tip olarak, kimi zaman da şiirlerinden birinde geçen bir olayı

pe cy

Kültür Bakanımız Nâzım'dan özür dileyip, mezarını Türkiye'ye getirme sözü verirken, diğer yanda şeriatçı terör çeteleri, neredeyse 'devlet töreniyle', Atatürk büstlerini parçalamakta, Nâzım'ın destanını yazdığı ulusal kurtuluş mücadelesine karşı, neredeyse 'devlet desteğiyle', karalama kampanyası yürütmekte ve aydınlarımızı, neredeyse 'devlet eliyle', birer birer mezara gördermekte. İnsan haklarından sorumlu (yoksa 'sorunlu' mu?) bir devlet bakanımız bile var ve şairlerimiz, edebiyatçılarımız, düşün adamlarımız diri diri yakılmakta. Nâzım Hikmet yalnızca bir şair değildi. Yaşamın ve sanatın her yönüne karşı duyarlıydı ve bu duyarlılığını şiirlerinin yanı sıra tiyatro oyunlarıyla da ortaya koymuştu. Yazdığı 10'dan fazla oyunda, şiirlerinde olduğu gibi, insanlığa olan sarsılmaz inancını, içinde yaşadığı dünya düzenine karşı isyanını ve gelecek mutlu günlere olan umudunu dile getiriyordu. Ama biçimsel olarak oyun yazarlığı ile şairliği birbirine karıştırmamış, her ikisinin de hakkını, kendi kuralları içinde, vermeyi bilmiştir. Ancak, tiyatrocuların Nâzım Hikmet'e olan ilgisi yalnızca onun tiyatro yapıtlarıyla sınırlı kalmamış, yalnızca oyunları değil, -hatta oyunlarından da fazlaşiirleri de tiyatroculara esin kaynağı olmuştur. "Nâzım'ın şiiri içeriği ve biçimi ile devingendir; çünkü yaşamın dondurulmuş anlarını değil, çatışma süreci içindeki aşamalarını, çatışma sonucunda ulaşılan değişimi gösterir. Bu nedenle de birçok oyun yazarının, -belki tiyatro yazarı olarak devinimini Nâzım şiir söyleminde yakalamıştır. " Aynı şekilde, son yıllarda onun şiirlerinden sahneye uyarlanan oyunlara sıkça rastlamaktayız. Bunların hemen hepsi Nâzım'ın

tek başına canlandırarak, şiirsel bir biçemde kotarıyor oyunu. "Aslolan Hayattır" da hemen hemen aynı içeriğe sahip. Ama buradaki oyuncu sayısı daha fazla. "İnsanlarım" gibi "Aslolan Hayattır"da da farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı koşullar altında yazılmış şiirler, mektuplar, belgeler, Bursa Cezaevi ana mekânında birleştirilerek eşzamanlı bir kurgu yapılmış. Ama burada tek oyuncu yok. Sahnede Nâzım Hikmet (Şair Baba) var, Kemal Tahir (Raşid Kemali) var ve Nâzım'ın "İnsan Manzaraları"na konu olmuş cezaevi arkadaşları var. Biçimsel farklılıklarına karşın her iki oyun da Nâzım'a benzer bakış açısından yaklaşıyor. Her iki oyunda da herkes gibi seven, acı çeken, kızan, üzülen, hastalanan kavga eden bir 'insan' Nâzım ve onun bireysel zorlukların süzgecinden süzülüp gelen mücadeleci ve ümit dolu 'toplumcu' şair kişiliği ön planda. Erkal, bu Nâzım'ı şiirlerindeki duygusal ve insancıl boyuta ağırlık vererek ve sahnede, gerek ışıklandırma ile gerekse oyunculuk biçimiyle buna uygun bir atmosfer yaratarak işlerken, "Aslolan


cankurtaran simidi gibi sarıldığımız büyük insanları idolleştirme, onları tabulaştır­ ma, dolayısıyla içlerini boşaltma gibi kötü bir huyumuz var. Sanki birer insan değillermiş gibi, hiç hata yapmazlarmış gibi onları ulaşılmaz yerlere koyuyor, adeta tapınırcası-

cy a

Hayattır"ı uyarlayan ve yöneten Macit Koper ise daha çok göstermeci bir biçemde, Nâzım Hikmet'i Nâzım Hikmet yapan koşulları gözler önüne sermek yoluna gitmiş. Diğer yandan iki oyunda da Nâzım'ın kişiliğine uygun olarak, geleceğe umutla bakan bir yan var. "İnsanlarım"da altı çizilerek verilen, 'güneşli güzel günler' iletisiyle, "Aslolan Hayattır"da 'yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir' ve 'yaşamak güzel şey' iletisi birbiriyle örtüşmekte. Ne var ki, Koper'in büyük bir inançla ve coşkuyla söylediği 'yaşamak güzel şey' şarkısı karşısında, Erkal'ın 'güneşli güzel günler' dizelerini söylerkenki burukluk izleyicilerde farklı duygular uyandırmakta. Ama farklı tonlarda söylenen bu iki ileti, her nedense, bende benzer duygular uyandırdı. Erkal, şairin büyük toplumcu umutlarla söylediği dizeleri, sanki bu umudun yitmekte olduğunu (yittiğini demeye dilim varmıyor) söylemek ister gibi buruk bir ses tonu ve hüzünlü bir yüz ifadesiyle dile getirirken de, Koper, katıksız bir umutla 'yaşamak güzel şey' final şarkısını söylerken de karşı konulmaz bir yeise kapıldım. Bu belki de benim onulmaz bir karamsar olmamdan kaynaklanıyordu ama ben, 2000'e beş kalanın Türkiyesi'nde -ve dünyasında- tiyatro salonunda oturmuş şairin sıcak sesini dinlerken, dışarıdaki şizoid çığlıkların gürültüsüne kulaklarımı tıkamayı ve insanların kanlı tarihini belleğimden silmeyi beceremedim, şairin ümitli seslenişine katılamadım. Gözlerimde biriken yaşlar, şiirlerdeki duygu yoğunluğundan çok belki de bu iç burukluğundandı. Bitirirken şu noktanın da altını çizmek istiyorum. Toplum olarak, bunalımlı dönemlerimizde

na bir vecd

pe

içinde sözlerini ve yaptıklarını tekrarlayıp duruyoruz. Oysa onları böylesine büyük yapan şey, kanımca, günahları ve sevaplarıyla bir bütün oluşları, güçlerini mükemmel birer kahraman olmalarından değil, içinde bulundukları ortamı ve geleceği büyük bir öngörüyle değerlendiren ve onları çağlarının ötsine taşıyan akıl ve duygu birlikteliğinden almalarıdır. Umudumuz Nâzım'ın da gözü kapalı bir hayranlıktan öte, açık yüreklilikle ve cesaretle değerlendirilmesidir. Kendi şiir anlayışı ve şairliği üzerine şu satırları bunu göstermiyor mu? "Bu kitabın yazarı yüreğini, kafasını, kalemini, boydan boya ömrünü halka vermiş olmakla övünen sıradan bir Türk şairidir. Öteyandan bu şair, adı, coğrafyası, ırkı, milliyeti ne olursa olsun, milli bağımsızlık, sosyal

adalet, barış için dövüşen her halkın bu uğurdaki savaşlarını şiirlerinde övmüştür. (...) Şiirimin kökü yurdumun topraklarındandır. Ama dallarıyla bütün topraklara, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde uçsuz bucaksız yayılan bütün topraklara, o topraklar üzerinde kurulmuş medeniyetlere, bütün dünyamıza uzanmak istedim. İnsanoğlu, nerede, ne zaman ve hangi dilde olursa olsun, yüreğime ve kafama uygun bir şiir söylemişse, onun söyleyişindeki ustalığı incelemeye, ondan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Yalnız kendi edebiyatımdakileri değil, Doğu ve Batı edebiyatının bütün ustalarını usta bildim? " ( 2 ) (l)Ayşegül Yüksel, Tiyatrodaki Nâzım; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 280, 15 Ocak 1992; s. 18 (2) Nâzım Hikmet, Şiirleri-7, Sonuna Kadar Kavga; Bilgi Yayınevi, Ankara; s. 9 (N. Hikmet'in önsöz niteliğindeki yazısından) Tiyatro Tiyatro 37


S Ö Y L E Ş İ

Ayşe Nalan Özübek

Feydeau'nun oyunu yıllar sonra t e k r a r D o r m e n T i y a t r o s u ' n d a .

Sevgilime

G ö z K u l a k Ol

Ç i ğ d e m T u n ç ' u n sahnelere merhaba dediği "Sevgilime Göz Kulak Ol "un y ö n e t m e n i Çetin Akçan, Haldun D o r m e n ve Çiğdem Tunç'la, oyun üzerine yapılan söyleşileri sunuyoruz.

pe

cy

Feydeau birkaç akımın dolaştığı bir dönemde yaşamış. Bu akımların insan yaşamına kadar girmiş çok özel bir dönemi yaşamış. Şimdi oynadığımız oyun 1908 senesinde geçiyor ve Art-Nouveau'nun tam ortası. Bütün eşyalardan, kıyafetlerden, aksesuardan, koltuklardan, iskemlelerden her şey o kadar bu akıma özgü ki, 20 sene

filan sürmüş bu moda, ama çok kısa zamanda çok fazla detaylı bir yapı şekli, çok ince, çok narin, çok büklümlü ve her şeyin çok olduğu bir moda. Bu piyes bu döneme aitse, dekoruyla, kostümüyle, aksesuarıyla birebir tutturmak lazım. Sahneye baktığımız zaman, hangisi doğrudur, hangisi yakındır, tabii ki dönemi tanıyan bir sürü insan bunları görebilecektir ve hepsi bire bir değil maalesef; bu ya bulunamamasından ya da bulunduysa da çok pahalı olduğundan sahneye getirilememiştir, onun yerine benzeri

a

Hep şu söylenir, Feydeau sahnelemek artı bir özen, artı bir dikkat gerektirir, buna katılıyor musun, katılıyorsan sence bunun nedeni nedir?

Haldun D o r m e n ve 'Sevgilime Göz Kulak O l " Neden ikinci kez "Sevgilime Göz Kulak Ol"? Bazı oyunlar var ki bunların tekrarlanması şart. Bayağı orta yaşlı bir grup var ki bu oyunu bilmiyor. Feydeau klasik bir yazar olduğuna göre, biz de çoğunlukla komedi oynayan bir tiyatro olduğumuza göre bu klasik eserleri zaman zaman tekrar seyircilerimizin karşısına çıkarmak zorundayız. Feydeau da bunlardan bir tanesi, çok sağlam bir oyun, nitekim seyircinin reaksiyonundan sağlam olduğu da belli oluyor. Ayrıca roller bir sürü gence fırsat veriyor, herkesin kendisini gösterebileceği roller olan bir oyun. Dormen Tiyatrosu daima bu tip oyunlar seçmeye özen göstermiştir, bir çok insanın kendini gösterebilme imkanını bulabildiği bir oyun.

yapılmaya çalışılmıştır. Bunun için de bizi mazur görsünler çünkü ekonomik şartlar bizi bir hayli durduruyor. Reji açısından dediğiniz zaman, herkes biliyor ben bu işin okulunu okumadım. 1959 yılında Şehir Tiyatrosu'na girdim, giriş o giriş, ne öğrendiysem sadece gözlemle ve bu işi yapan insanların yanında asistanlık yaparak, onlarla arkadaşlık yaparak, ağızlarından kerpetenle çeke çeke öğrenmeye çalıştım. O n u n için benim acemi cesaretim akademik kariyeri olan insanlardan

Program Dergisi'nde, Feydeau'nun daha önce oynadığınız bir de Bit Yeniği adlı oyundan söz etmişsiniz. Bit Yeniği'ni de önümüzdeki sezonlarda oynamayı düşünüyor musunuz? Bu iyi bir soru oldu. Ben uzun bir sürü Feydeau oynamadığım için, en son oynadığım Feydeau "Otel Paradisso," o da yanlış bir casting nedeniyle beklenen başarıyı kazanmadığı için, biraz çekinerek bu oyunu koyduk, acaba Feydeau'nun modası geçti mi, acaba Air Plane gibi filmlere alışmış gençlik bu tip bir oyundan zevk alacak mı diye. Gördüm ki öyle bir şey yok. Onun için "Bit Yeniği"ni de çok ciddi olarak, eğer kadroyu bulabilirsem, ki kadroyu da galiba yavaş yavaş kafamda toparlamaya başladım, biraz vakit geçtikten sonra oynamak mümkün olabilecek. Dormen Tiyatrosu'nun genel çizgisine yönelik olarak, tiyatronun amaçlarından birinin de "...


cy a yine Haldun Dormen. Bizim işin

yanı.

dokumak yerine deneyip yanılma

dışında öyle bir dostluğumuz,

Bu benim için bir nevi bir sınavdı.

metodunu kullandığım için şimdi en

arkadaşlığımız var ki, ne yapmam

Öğretmenle de çalışırken, sana bir

azından o geçmiş yıllarda öğrenmeye

lazım diye rahatlıkla sorabileceğim

şeyler öğretir öğretir, sınav safhası

çalıştığım veya öğrendiğimi

bir hoca. On üç, on dört senedir

geldiği zaman öğretmenliği biter sadece jüri üyesi olarak karşına gelir.

biraz daha fazla. İnce eleyip sıkı

birlikte çalışıyoruz. Başım sıkışınca da danışacağım bir insan; o

Ama en az onun bildiği kadar sen de

ben Dormen Tiyatrosu'nda tanıştım

bakımdan da son derece rahattım.

bildiğini, öğrendiğini göstermek

ve zaten burada en büyük destek

O n u n için çok fazla korkmadım

zorundasındır. Şimdi biz de onu

pe

zannettiğim şeyleri şimdi seyirciye sunmak istiyorum, Feydeau'ylada

Seyirciyi efendice güldürmek..." olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz d a h a açabilir misiniz bize? Komedi deyince maalesef dünyanın bir çok tarafında tiyatronun dışında bir şey gibi düşünülüyor, ciddi tiyatro değil gibi düşünülüyor. Oysa komedi, Aristophanes'in zamanından itibaren çok ciddiyet isteyen, belki dramdan daha çok ciddiyet isteyen bir şey. Bir futbolcu kadar vücut f o r m u isteyen, timing isteyen bir tür. Tabii komedide en önemli şey timing. Şimdi ben hocalık etmeme rağmen, timing öğretilmesi mümkün değil, bu . insanın içinde müzik gibi, ya vardır ya yoktur. Ne zaman hangi lafı söyleyeceğini bilemez insan, bu içten gelen bir şey. O lafı bir saniye geç, bir saniye erken söylediği zaman da, hatta bir saniyenin onda biri geç ya da erken söylediği zaman da gülme almaz, yahut karşısındaki adamın lafı güldürmez. Komedi gerçekten zor bir iş ve

ciddi oynanması gerektiğine inanıyorum, efendice oynanması gerektiğine inanıyorum, çünkü küfredildiği zaman çok kolay gülme alınıyor, insanlar buna gülüyorlar sonra da eleştiriyorlar, haklı olarak. Belden aşağı komedi yapmak, yahut laflar söylemek herkesi güldürür , dünyanın her tarafında kaba komedi yapmak güldürür insanları ama zarif komedi yapmak, zarif bir şekilde, istismar etmeden güldürmek, bu arada biraz da düşündürebilirce, en büyük mutluluk bence. Biz bir komedi tiyatrosuyuz, halk bizi artık böyle gördü, arada bir başka türlü oyunlar da oynamak istiyoruz, onları da deniyoruz, halk bizden ille bunları istiyor, tabii bunları vermeye devam edeceğiz, ama onları da denemekten kaçınmayacağız. Çünkü genç aktörlerin her türlü rolleri, çeşitli türleri denemesini istiyoruz. Tiyatro Tiyatro 39


Çiğdem Tunç'la tiyatro ve "Sevgilime Göz Kulak O l " üzerine Sayın Ç i ğ d e m Tunç, sizden tiyatro anlayışınıza, tiyatroyla ilginize ilişkin bilgi rica edebilir miyiz? Kişisel sanat serüvenimde tiyatronun yeri ve tadı çok büyük. Şöyle ki 18 yaşından itibaren Cüneyt Gökçer, Ayten Gökçer, Cihan Ünal, rahmetli Altan Erbulak, Adile Naşit gibi çok değerli insanlarla Yedi Kocalı Hürmüz'de tanıştım, profesyonelliğe öyle adım attım. Egemen Bostancı'nın başlatmış olduğu altın müzikal yıllarında ve daha sonra Haldun Dormen'le devam ettim, Başar Sabuncu, Müjdat Gezen, şu anda adını saymakta zorlanacağım birbirinden değerli ve hepsi birer okul olan insanlarla kulisi de yaşadım, tiyatro sahnesini de yaşadım. Daha önce 5 yaşında, Türkiye'nin en iyi bale hocası diyeceğim, o da kendi başına bir konservatuar olan Yıldız Alpar'la birlikte bale öğrenciliği geçirdim. Zannediyorum ki bütün iş ahlâkımı, iş disiplinimi ve sahne sanatları adına öğrenilmesi gereken doğruları da Yıldız Hanım'ın hocalığında edindim. Bugüne gelene kadar çok zenginleştim sonuçta. Şans yardımcı oldu ve deneyim açısından çok güzel şeyler biriktirebildiğime inanıyorum. İzleyicisi olarak da tiyatrodan büyük haz duyuyorum. Her tür klasik eserler olsun, Türk yazarlarının eserleri olsun, Devlet tiyatrolarımızda, Şehir tiyatrolarımızda, özel tiyatrolarımızda, hiç ayırt etmiyorum, Tevfik Gelenbe'nin komedilerini de izliyorum, Devlet tiyatrolarımızda Oresteia'ı da izliyorum, hepsinden de ayrı bir tat alıyorum ve de tiyatroya eleştirel anlamda yaklaşılırken çok merhametli, çok dikkatli olmaya özen gösteriyorum. Çünkü o kadar az iyi şey yapılıyor ki, bu iyi yapılan nadide şeyleri de çok korumak gerekiyor ve onlara çok sevgi göstermek gerekiyor. Eleştirilecek taraflar varsa da yapıcı anlamda, bir yerden alıp bir yere ilerletmek adına yapılması gerektiğine inanıyorum.

cy a

yapıyoruz. Her ne kadar birlikte çalışıyor olsak da zaman zaman böyle olması daha uygun olur filan diye tartıştığımız da oluyor. Ama bunlar yapıcı tartışmalar. Prova sonrasında, benim yaptığım bir mizansen yanlışı, dönem yanlışı, böyle bir şey olursa, sanki ben biliyormuşum, yarın onu nasılsa

pe

Bir başka şey de, televizyondan kazandığım popüler kimliği tiyatro sahnesine taşımak istedim, en azından medyanın ilgisi adına, seyircinin ilgisi adına böyle bir öncülük yaptım, umarım insanlar motive olurlar, benim konumumdaki insanlar, mesela Kenan Doğulu, benden gördü, yapmak istedi, çok da yeteneklidir, keşke yapsa. O y u n a ve r o l ü n ü z e ilişkin ne s ö y l e m e k istersiniz? Oyun çok sempatik, cici bici bir oyun, klasik bir fars, üstelik de farsın dünyadaki en iyi yazarlarından Georges Feydeau'nun. Bir yanlışlıklar komedyası halinde, bana hep gelip soruyorlar, ne mesajı var diye. Herhangi bir mesaj taşıması gerekmiyor, herhangi bir sosyal içerik taşıması da gerekmiyor, bu yüzyılın başlarında Fransa'daki bir yaşamı gündeme getiriyor, oradaki güldürüyü güne taşıyor, klasik yorumuyla. Güzel bir düzey tutturarak ve sevimli tipleri, doğru rollere yerleştirerek oluşan bir oyun. Kendi rolüm güzel bir serüven benim için çünkü Amelie'yle Çiğdem çok çelişiyor. Tiyatro Dergisi okuruna i l e t m e k istediğiniz b a ş k a bir ş e y var mı? İnsanları tiyatro salonlarına çağırıyorum, bu oyuna çağırıyorum, iki buçuk saat kadar fantastik bir yolculuğa çıkıp dertler, sıkıntılar geride bırakılabilinir, bir dönem yakından tanınabilinir, bir de Dormen Tiyatrosu'nun sevimli oyuncularının çizdiği kompozisyonlarla baş başa kalınabilinir. Sadece bu oyuna değil bütün tiyatro salonlarını doldurmaya çağırıyorum seyirciyi. Sanata her zaman kaldığı yerden merhaba demeyi ilke ediniyorum. Benim konumumdaki bütün sanatçı dostlarımı da, kendine güvenen, yetenekli, Kenan Doğulu gibi, Mehmet Ali Erbil gibi, Korhan Abay gibi, yeniden tiyatro sahnelerine geri dönmelerini istiyorum. Edinmiş oldukları popüler kimliklerini lütfen tiyatro sahnesinde değerlendirsinler. Gelsinler biraz tiyatro yapsınlar, genç kalırlar.

duzeltecekmışım gibi o kadar güzel bir tavırla, çaktırmadan söylüyor ki, a tabii yarın zaten ilk işimiz onu düzeltmek, demekten başka bir şey kalmaz, artı sanki ben bulmuşum gibi olur, böyle de bir tabiatı vardır. Yeni projeler var mı? Yönetmenlik olarak? Şu anda İstanbul'la ilgili bir müzikal yazma çabasındayım, ama bu vakit alacak bir şey. O n u n dışında Tiyatro'nun dışında bir ekibin yazdığı bitmiş bir müzikal, notalarıyla ve tekstleriyle bize teslim edilmiş bir müzikal var, şu anda inceliyoruz. Ancak bizim en büyük sorunumuz sahnenin ufaklığı, bu müzikalin de gördüğüm kadarıyla büyük bir sahneye ihtiyacı var, yapamazsak bunun nedeni sahne imkansızlığından olacaktır.

Tiyatro Tiyatro 40


a

pe cy


DÜNYA

TİYATROSU

Peter Brook / Çev. : Yılmaz Onay

Şaşırmak

ve Günümüz bedenini saracak ve yüz ifadesinden "oyun ıkınması" akacaktır, bir başka deyişle; felâket bir gerçekdışılık. Bu,basit görünen eylemi, gerçekten basit bir yürüme gibi doğal görünecek tarzda gerçekleştirmek için, bir profesyonel sanatçının tüm ustalığı gereklidir. Tasavvur edilen şey, etle, canla ve duygusal gerçeklikle dolu olarak sunulmalıdır; salt bir taklidin ötesine geçmelidir. Yaratılan yaşam, hiçbir kesitte gerçek durumdan ayrılamayacak biçimde bir paralel yaşam olur. İnsan tiyatroya orada yaşamı bulmak için gider, ama sahnedeki yaşam ile dışarıdaki yaşam arasında hiçbir fark yoksa, o zaman da tiyatronun anlamı kalmaz. Oysa tiyatrosunun içindeki yaşamın, dışarıdakinden daha görünür ve daha hareketli olduğunu fark edersek, bu ikisinin ne kadar birbirinin aynı, ama ne kadar da birbirinden başka olduğu açıkça belirir. Tiyatrodaki yaşam, daha kolay içine girilebilir niteliktedir ve daha yüksek çaba ve dikkat taşıdığı için daha yoğundur. Olaylar dizisi, mekânı sınırlamak ve zamanı sıkıştırmak, bir yoğunluk yaratır.

pe cy

a

Tiyatronun kategorileri y o k t u r , yaşamı işler t i y a t r o . Bu onun tek çıkış noktasıdır, başka hiçbir şey gerçekten belirleyici değildir. Tiyatro yaşamdır. Ama aynı zamanda t i y a t r o ile yaşam arasında hiçbir fark y o k t u r da denemez. 1968'de pek çok kimse -"ölü tiyatro"nun sıkıntısını çektikleri için çok da geçerli nedenlerle- "tüm yaşam t i y a t r o d u r " savında ısrarlı olmuştu. Buradan giderek de, ne sanatın, ne sanatsal ustalığın, ne de yapıların, hiç gerekli olmadığına varılıyordu. "Tiyatro her yerde bulunuyor, çevremiz t i y a t r o " , diyorlardı. "Herkes bir oyuncudur, herkes herkesin önünde her şeyi yapabilir ve her şey tiyatrodur." Bu anlayışta yanlış olan ne? Basit bir t e m r i n bunu açıklaştırmaya yeter. Gönüllü birine, mekânın bir yanından öbür yanına yürü, deyin. Bunu herkes yapabilir. En beceriksiz aptal bile takılmaz bunda, bir noktadan ötekine yürüyecek, o kadar. Özel bir çaba göstermesi gerekmediği gibi, bir ödül de bekleyemez. Şimdi gönüllüden, yürürken elinde çok değerli bir dolu kâse tuttuğunu ve tek damlanın bile yere dökülmemesi için dikkatli yürümesi gerektiğini tasavvur ederek aynı şeyi yapmasını isteyin. Bu tasavvur gücünün gerektirdiği eylemi de herkes yapabilir ve az ya da çok inandırıcı olabilir bunda. Ancak gönüllümüz bu kez elbette ki ek bir çaba harcamıştır ve bu iyi niyeti için bir teşekkür ile küçük bir ödülü de hakketmiştir herhalde. Şimdi de ondan, yürürken kâsenin elinden kayıp düştüğünü ve içindekinin yere döküldüğünü tasavvur etmesini isteyin. Burada t e r basacaktır onu. Oynamaya çılışacak; en acemisinden yapmacık bir amatör oynayış,

Günlük yaşamımızda konuşurken tekrarlanan sözcüklerle gelişigüzel bir yığın laf ederiz ve çok doğal bu tarz içinde, ilettiğimiz içeriğe oranla çok fazla zaman harcarız. Ama gündelik iletişimde böyle başlamak zaten z o r u n l u l u k t u r ve tiyatroda da, eğer bir sahne doğaçlamalarla oluşturuluyorsa bu iş fazlaca uzun konuşmalarla başlar. Yoğunlaştırma ise şudur: Kaçınılmaz biçimde gerekli olmayan her şeyi ayıklamak ve kalanı da, örneğin renksiz bir sıfat yerine etkileyici bir


pe

cy a

sıfatı seçerek ama bu arada içtenlik etkisini de bozmayarak güçlendirmek. Bu başarılırsa sonunda biz, örneğin normal yaşamda iki kişinin üç saat süresince ancak konuşabildiğini, sahneden üç dakikada aktarabilirz. İşte bir Beckett'in, bir Pinter'in ya da bir Çehov'un duru üslûbunun başardığı da aynen budur. Çehov'da metin sanki günlük yaşamdan kaydedilmiş pek çok cümleden kesmelerle yapılmış bir montaj izlenimi bırakır. Oysa Çehov'da, oyuncunun "günlük yaşamda konuşuyormuş gibi" bir etki bırakması adına büyük el ustalığıyla kesilip, işlenip t e k r a r t e k r a r değiştirilmemiş hiçbir pasaj yoktur. Buna karşılık, aynen günlük yaşamdaki gibi davranıp konuşmayı esas alan bir oyuncu kesinlikle Çehov oynayamaz. Rejisör ve oyuncu da yazarla aynı süreçten geçmeli ve hiçbir sözcüğün, ne kadar kendiliğinden, gelişigüzel görünürse görünsün, öyle olmadığını bilinçle saptamalıdır. Hem o sözün ya da sözcüğün kendi içinde hem de bir önceki ve bir sonraki susuşta, figürler arasındaki, sözle söylenmeyen kompleks enerjiler ağı gizlidir. İşte ancak bunları açığa çıkarıp sonra da sanatlıca gizleyebilmeyi başarmak sayesindedir ki en basit sözler söylenebilir olur ve yaşamdan alınmış etkisi bırakır. Bu da aslında yaşamdan başka bir şey değildir, ama süzülmüş biçimde, zaman ve mekâna yoğunlaştırılmış bir yaşam. Shakespeare, bunun da ötesine geçmiştir. Dizeler tarzındaki metin, önceleri salt şiir sanatı yoluyla yapılan bir güzelleştirme biçimi olarak g ö r ü l ü y o r d u . Ardından buna karşı kaçınılmaz tepki olarak şu tasarım geldi: Dizeler, gündelik konuşmanın zenginleştirilmiş biçiminden başka bir şey değildir. Dizelerin "doğallık" etkisi yaratması elbette gereklidir, ama bu ne "gündelik konuşma etkisi" demektir, ne de alışılmış olağanlık. Doğru bileşimi yakalamak için, dizeli biçimin ne için seçildiğini, ondan ne gibi bir zorunlu işlev beklendiğini tam olarak bilmek gerekiyor. Bir uygulamacı olarak Shakespeare, figürlerinin psikolojik, ruhsal ve zihinsel devinimlerini, onların ayaklarını yerden kesmeksizin gösterebilmek için dizeli biçimi kullanmak zorunda kalmış olmalı. Yoğunlaştırmanın bundan daha ötesi pek olamazdı. Ben şimdi konuşmayı kestim mi... sessizliği dinleriz... ama herkes kulak kesilmiştir... bir an ben onları avucumun içinde t u t a r ı m , yalnız bir sonraki anda düşünceleri kaçınılmaz biçimde benden kayacaktır. Meğer ki... Evet, ne? İşte her yeni anda onun gerektirdiği orijinaliteye, tazeliğe ve dikkat yoğunluğuna yeniden erişmek,

ilgiyi sürekli yeniden uyandırmak, neredeyse insanüstü bir iştir. Tüm dünyada ö t e k i sanat biçimlerine oranla t i y a t r o sanatında baş yapıtlara bu kadar az rastlanmasının da bir nedenidir bu. Her an yaşam kıvılcımının sönüvermesi tehlikesi var. Daha da beteri, yavaş yavaş k ü l t ü r bir şık o t o m o b i l olarak veya iyi bir lokantada ayrılmış "en iyi" masa olarak, yani t o p l u m d a k i başarının dış görüntüsü olarak algılanmaya başladı. "Firma sponsorluğu"nun temelinde yatan konsept de bu. Tümüyle acınacak bir prensip. İyi ünü olan küçük bir Londra tiyatrosu Almeida, bizim "Carmen'in Tiyatro Tiyatro 43


ortada yok, ama t i y a t r o , eski yapılarında inatla ayak direyerek, hiç değişmedi. A r t ı k çağın bir parçası değil t i y a t r o . Peki sonuç? Dünyanın her yanında tiyatro, bir bunalım yaşıyor, çok değişik nedenlerle. İyidir, zorunlu bu. Açık bir ayrımı mutlaka yapmak gerek. "Tiyatro" başka şey, "tiyatrolar" bambaşka bir şey. "Tiyatrolar", birtakım kaplardır. Bir kap, içinde taşıdığı şey değildir, nasıl ki mektup zarfı, içindeki mektupla özdeşleştirilemez. "Tiyatro", temel bir insan ihtiyacıdır, "tiyatrolar" ve bunların biçimleri, üslûp yönelimleri ise, geçici ve değişebilir kaplardır. Böylece yine boş tiyatrolar meselesine gelmiş bulunuyoruz ve şurası açık ki r e f o r m l a r değil söz konusu olan, -İngilizce'de " r e f o r m " sözcüğü gayet net olarak şu anlama gelir: Eski biçimlerin yeniden yapılması. Canlı ve günümüzün olan bir t i y a t r o yaşantısı, çağının nabzına yakın durmalı, nasıl ki moda kreatörü asla k ö r ü k ö r ü n e orijinallik peşinde koşmaz, yaratışını gizlice yaşamın sürekli değişen üst kabuğu içinde e r i t i r . Tiyatronun sanatı da güncel yaşama gönderme yapmalı -öyküler, durumlar, konu bütünleri tanınabilir olmalı, çünkü insan her şeyden önce kendi tanıdığı yaşama ilgi duyar.

pe

cy a

Tragedyası"nı konuk oyun olarak davet etmek istedi. Tiyatro yönetimi finans desteği için bir büyük bankaya başvurmuş, banka da büyük memnuniyetle kabul etmiş." 'Carmen', öyle mi? Çok cazip bir fikir!" Tüm seyahat hazırlıklarımızı tamamlamıştık ki t i y a t r o yönetimine bankanın kültür sponsorluğu bölümünden bir telefon geliyor: "Sizin enformasyon dokümanlarınız şimdi elimde, bir garip... Tiyatronuz merkezde bile değil galiba, ha? Biraz dışında mı? Ayrıca 'Carmen'i d ö r t şarkıcı ile iki oyuncu oynuyor, öyle mi? Orkestrada yalnızca on d ö r t çalgıcı var? Peki koroda? Ne? K o r o zaten yok mu? Kuzum siz kiminle ilişki kurduğunuzun farkında değil misiniz? Bankamızın, en değerli müşterilerini kentin banliyösüne, üstelik de korosuz ve daraltılmış bir orkestrayla 'Carmen' izlemeye gönderebileceğini nasıl düşünürsünüz?" Adam telefonu kapıyor. O t u r n e yattı. Büyük oynama hırsı, iş adamlarının işlerinden biri olduğu için, onları kendi silahlarıyla vurmaya da hazır olmak gerekir. Yıllar önce bir Amerikan televizyonuna "Kral Lear" rejisi yaparken d ö r t tane de sponsor bulunuyordu. D ö r t tane reklam bloku demekti bu. Shakespeare'i reklamla kesmekten kendi istekleriyle vazgeçerlerse bu çok daha büyük reklam olur, diyerek dördünü de ikna e t t i m . Gerçekten o zaman sonuç öyle şaşırtıcı oldu ki, o firmaların soylu davranışlarını övmek için başmakaleler yazıldı. Ama bu numara yalnız bir kez söktü kuşkusuz. Avrupa'daki duruma bakalım. Almanya'nın doğusunda büyük Rus kıtasının içlerinden batıda italya dahil Portekiz'e, İspanya'ya dek her yerde t o t a l i t e r rejimler yaşandı. Diktatoryanın her çeşidinde ortak olan karakteristik, kültürün donmasıdır. Hangi t ü r olursa olsun, kültürün biçimleri kendine özgü yasalar içinde doğup ölme ve kendini yenileme olanağını y i t i r i r . Kültürel olguların belli bir demeti sakıncasız ve kabul edilebilir bulunur, kurumlaştırılır, tüm öteki biçimler sakıncalı ilan edilir ve böylece ya yer altına itilir, ya da tümüyle "silinir." Yirmili ve otuzlu yıllar, Avrupa Tiyatrosu için alışılmışın ötesinde canlı ve verimli oldu. En önemli teknik yenilikler -döner sahne, açık sahne, ışık t e k n i k l e r i , projeksiyon, soyut dekor, işlevsel yapılar- bütünüyle o dönemin ürünüdürler. Belli oyunculuk üslûpları, seyirciyle ilişkide belli hiyerarşik ilişkiler oluştu. Kendi çağlarına uygundu bunlar. Ardından çok büyük toplumsal dönüşümler yaşandı: Savaş, soykırım, devrim ve karşı devrim, düş kırıklığı, eski düşünce tarzlarının reddi, yeni itkilere duyulan açlık, 'yeni olsun da ne olursa olsun'a yönelik hipnotize bir hayranlık. Bu baskı bugün artık

Biçimler eski de olabilir, yeni de; gündelik veya egzotik olabilir, yalın veya kompleks olabilir, sofistike veya naif olabilir. En beklenmedik kaynaklardan beslenebilir, tamamen çelişkili etki yapabilir, hatta kendini tümüyle dışlayabilir de. Üslûp bütünlüğü yerine birbiriyle sürtüşen, birbirini parçalayan öyle biçimler olabilir ki, tam da bu sağlıklı ve verimli bir sonuç yaratabilir. T i y a t r o sıkıcı olmamalı. Konvansiyonel olmamalı. Beklenmedik olmalı. T i y a t r o bizi, sürpriz yoluyla, heyecanlandırma yoluyla, oyunla, zevkle, gerçeğe g ö t ü r ü r . Geçmişi ve geleceği günümüzün bir parçası yapar; normal olarak bizi çevreleyen şeylere karşı bize bir uzlaşma mesafesi sağlar; ama normal olarak bize çok uzak olan şeylerle aramızdaki mesafeyi de ortadan kaldırır. Günlük basından bir haber bize bir anda başka bir çağdan veya başka bir ülkeden çok daha az tanıdık geliverebilir, çok daha hakikatten uzak kalıverebilir. Günümüzdeki şu anın gerçekliğidir geçerli olan, kesin inandırıcılık duygusudur; bu ise ancak oyuncular ile seyircilerin bir bütün içindeki ilişki bağlarıyla ortaya çıkar. Geçici biçimler amaçlarını yerine getirdiğinde ve bizi bu yinelenemez ana ulaştırdığında t i y a t r o , bir kapının açılışına ve bakışımızın değişmesine varır. Yukarıdaki yazı Theatre Heute'nin 1994 yıllığından çevrilmiştir.


pe cy a


Çeviri:

Mustafa Tüzel

Ulusal H a l k T i y a t r o s u Üzerine Bazı Düşünceler bu çaba bir topluluk ve bir halk devleti olmadıkça yarım kalmak zorundadır. İtalyan Tiyatrosu'nun kendi yazarları yoktur. İçinde bulunduğumuz d u r u m d a , bu büyük bir sorundur, çünkü gerçek bir halk tiyatrosu ancak yazar ile ülkesinin toplumu arasında yoğun ve doğrudan bir ilişki bulunduğunda ortaya çıkabilir. Ülkemizde tiyatro yazarlarının olmayışının nedeni, anlatım biçimlerinin bir sonucudur ve bunu salt teknik anlamda söylüyor değilim, İtalyan yazarları, tiyatro dilinden çok, öyküleyici düzyazıya alışkındırlar. Romanlarımız var, önemli bir şiir sanatımız var, büyük resim, heykel ve opera yapıtlarımız var, ama tragedyalarımız yok. Bugün tiyatromuz ulusal yaşamın kenar semtlerinde varlığını sürdürüyorsa, bunun suçunu, televizyon ve sinema gibi modern iletişim araçlarından çok, toplumsal ve törel bunalıma yüklemeliyiz.

pe

cy

a

Sorun şu: Ulusal ve halkçı tiyatroyu belirleyen, yalnızca metinler ve oyunlarını oynadığımız yazarlar değildir. Öncelikle, "ne biçim ve kimin için oynamak istiyoruz?" sorusu, bu tiyatroyu belirlemektedir. Ve bu karmaşık soru, oyuncuları olduğu kadar, izleyicileri de ilgilendiriyor; böylece, daha bu aşamada izleyici tabanının demokratik bir biçimde genişletilmesine varılmış olunuyor, inanıyorum ki, sadece üçyüz izleyici ö n ü n d e oynanmış bir oyun da halkçı bir oyun olabilir. Ama, salt başka zaman tiyatroya gelmeyen kesimleri de tiyatrodan içeri sokmakla halkçı tiyatro yapıldığı sanısına asla kapılmamalı. Bu, halkçı

İçerik olarak halkçı olmak için, estetik olarak değersiz nitelikte, ya da ucuz "halk eğlencesi" sunmak gerekmez! tiyatro için bir siyaset olabilir, ama sunulan şeyin halkçılığı için bir ölçüt olamaz. Anımsatmak gerekir ki, içerik olarak halkçı olmak için, estetik olarak değersiz nitelikte, ya da ucuz "halk eğlencesi" sunmak gerekmez!

Piccolo T e a t r o , izlence oluşturulmasında ve örgütlenmede, halk tiyatrosu doğrultusunda bir siyasadan yanadır, ama

Zaman zaman bana, oyunların seçiminde çağdaş dramaturjinin birçok olgusunu dışladığım için, belirli bir "tek-yanlılık" suçlaması yöneltilir. Bazı insanlar bu d u r u m d a n , çağdaş tiyatrodaki gelişmelerden kendimi uzak tutmak istediğim sonucuna varıyorlar. Örneğin, bana neden bir kez olsun Beckett sahnelemediğim soruldu. Brecht'le de, Beckett'in tiyatrosu üzerine, özellikle de G o d o t ' y u Beklerken üzerine konuştum.


cy

pe a


Brecht, yazar Beckett'in dürüstlüğü ve değeri konusundaki düşüncemi paylaşıyordu ve şöyle dedi: "Ben de onu sahnelemek isterdim. Ama bir başka türde, eleştirel, diyalektik biçimde, yani genelde olduğundan başka bir biçimde." Ben de tam böyle düşünüyorum. Beckett'i ve çağdaş tiyatronun daha başka (dürüst olmak gerekirse, az sayıdaki) şair ve yazarını (burada birçok sözde avangard, gözboyayıcı yazarı dışarda bırakıyorum), neden oynamadığımız sorusuna verdiğimiz "Çünkü onları oynamak istemiyorduk, üstelik ilgimizi çekmedikleri için hoşumuza da gitmiyorlardı" yanıtı, belki akla yakındı, ama tam doğru değildi.

İnanıyorum ki bir tiyatro topluluğu, ister klasikleri "belirli bir biçimde" oynayarak,

Çağdaş t i y a t r o yazınının bir bunalım içinde bulunduğu tartışılmaz; bu, günümüz tiyatrosunun genelinin sorunudur. isterse Brecht üzerinde yoğunlaşarak, çok çeşitli biçimlerde, canlı ve çağına uygun bir "uyarıcılıkta" olabilir. Zamanımızın tarihselliği içinde bulunmanın tek yolu yoktur. Çağdaş tiyatro yazınının bir bunalım içinde b u l u n d u ğ u tartışılmaz; bu, günümüz tiyatrosunun genelinin sorunudur. Bu sorun belki de, "çağdışı, ömrü dolmuş" olma korkusuyla çarpıtılarak aşılmaya çalışıldığında, kolaylıkla bir eklektizme ya da yüzeysel bir deneyciliğe düşülmektedir. Bana öyle geliyor ki, hepimiz, yaptığımız tiyatroyla," farklı farklı çağdaş "araçlar", birden fazla yöntem yarattık. Çağdaş yazarların, günümüze uygun bir yapım için başlangıç noktaları ve esin kaynakları olarak yararlanabilecekleri ve yararlanmaları gereken altyapıları hazırladık. Ama, onlar yararlanmadılar.

pe cy

a

Bizim yaptığımız neden yeterli olmuyor? Elbette Beckett'i ya da Genet'yi sahnelemek ilginç olurdu, ama ancak onların sahnelenmeleri gerektiğini düşündüğümüz biçimde sahneleseydik. Estetik-siyasal-ideolojik ilgilerin saf polemik nedenlerden ötürü radikalleştirilmesi, avangard hareketin uyguladığı terör, içimizden birilerini, belki de istediğimizden daha katı bir tavıra sokuyor. Böyle bir şey, "estetik t e r ö r " ü n karşısına bir başka terör değil, tersine, -gerçek estetiğin dışında kalan- bir başka biçem, diyalektik olarak çıkarılmak

Brecht üzerindeki ilginç çalışmamdan neden vaz geçtiğim sorulacak!

Estetik-siyasal-ideolojik ilgilerin saf polemik nedenlerden ö t ü r ü radikalleştirilmesi, avangard hareketin uyguladığı t e r ö r , içimizden birilerini, belki de istediğimizden daha katı bir tavıra sokuyor. istendiği için böyle oluyor.

Çehov'u sahnelediğim sıralar, neden Goldoni'yi sahnelemediğim, bana çok sık soruldu. Goldoni'yi sahnelediğimde neden Moliere'i seçmediğim sorulur, bu da böyle devam eder. Açıkça söylemek gerekirse, artık burama kadar geldi. Bir gün Genet'yi sahneleyecek olursam, büyük bir olasılıkla,

Biz "yoksul" tiyatro yapmak, istemiyorduk. Ancak, başlangıç temelimiz yoksuldu; her şeyden önce, katılımcılar ve eleştirel izleyici açısından yoksuldu. Elbette, Sartre, Moravia ya da Brecht gibi, projemize uyabilir, bugünkü izleyicilerimize doğrudan hitap edebilir modern yazarların oyunlarını da oynadık. Ne var ki, gitgide daha bilinçli bir izleyici tabanı yaratma yöntemimiz, çalışmamızı gün be gün daha şiddetle boykot eden bürokratik engellere çarptı. (*) "Brecht Söyleşisinden, Venedik, 1966

MitosBOYUT Yayınları Tiyatro/Kültür Dizisi içinde yayımlanacak olan, Giorgio Strehler'in "insanca Bir Ti­ yatro İçin" adlı kitabından alınmıştır.


cy

pe a


ELEŞTİRİ

Dikmen Gürün Uçarer

Onat Kutlar'dan "Bahar İsyancıdır" Uzanış

a

düşün adamı... Kendi kendime soruyorum: "Kaç yıldır tanışıyorduk O n a t ' l a ? On-onbeş-otuz-yirmi? Üç-beş-yedi? Bilmiyorum..." Sanki merhabalaşmadığımız yıllarda bile tanışırdık. Gözlüklerinin a r d ı n d a n insana sevgiyle bakan, dost bakan, adeta karşısındakini kucaklamaya hazır o gözlere gençlik günlerimden bu yana aşinaydım. Sadece ben mi? Benim gibi hastaneye k o ş u p gelen, cenazede o n u n için gözyaşı döken onca kişinin, O n a t ' ı n yakın çevresinden olmasa da onun geniş yüreğinin bir köşesinde yerleri vardı. Vardı, çünkü sevgiyle dolu bir insandı O n a t Kutlar. Yaşama sevgisi, insan sevgisi,

pe cy

Yağmur yağıyor... "Bahar İsyancıdır "dan çıkarak Sıraselviler'den Harbiye'ye doğru yürüyorum. "Oyuncular" grubunun Onat Kutlar'ın, Yusuf Atılgan'ın öykülerinden, Oktay Rıfat'ın şiirinden yola çıkarak gerçekleştirdikleri bir çalışma "Bahar İsyancıdır." Küçücük bir odada tiyatro yapan O y u n c u l a r ' ı (Selma Koksal, G ü l s ü m Soydan, Kaan E r t e n , Cem Safran) d ü ş ü n ü y o r u m , O n a t Kutlar'ın Festival k a p s a m ı n d a iki yıl önce başlattığımız " Ö t e k i Tiyatro "ya ne denli coşkuyla yaklaştığını anımsıyorum. Sinema, edebiyat kadar tiyatroya da tutkulu bir insan, sağduyulu bir gözlemci, bir

sanat sevgisi, aydınlı­ ğını başka­ larına taşıma sevgisi.. Kolay yetişmi­ yor Onat gibiler.. 50 Tiyatro Tiyatro

Ve yeni bir yıla girmenin eşiğinde, evlilik y ı l d ö n ü m ü n ü kutlamaya hazırlanırken karanlık güçler yaşamını noktalayıverdi. Bir b o m b a ve soluğu kesilen iki can... Sonra? Başsağlığı dilekleri ve demeçler, çelenkler, boşuna verilen sözler: "Kanı yerde kalmayacak!" Bu, yerde kalan kaçıncı k a n ? O r t a l ı k çoktan kan gölüne d ö n d ü . Katiller ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Eylemlerini fütursuzca s ü r d ü r ü y o r l a r . Yöneticiler ise suskun. 14 O c a k g ü n ü n d e O n a t ' a dökülen yaşlarla ülkeye dökülen yaşlar birbirine karışıyor. Bir karamsarlık sarıyor benliğimi. Öfke dolu, acı dolu bir karamsarlık. Bir isyan duygusu... "Bahar İ s y a n c ı d ı r " d a bir başka b a ğ l a m d a yine isyan duygusu işlenmiyor mu? N e r u d a ' n ı n bir dizesi O n a t Kutlar'ın d ü n y a s ı n d a sanki daha da boyutlanmış. Ö y k ü d e öfkeyle yağan yaz yağmurlarını izleyen d u r g u n ama biraz da karamsar bir s o n b a h a r d a n söz edilir. Bir u m u t s u z l u k işareti midir bu?

Hayır.


dengeli motifler... Oktay Rıfat'ın şiirindeki "arayış", sözcükler ve yağan yağmurla birlikte veriliyor. " Y ü k " d e sonbahar göçüne çıkan kırlangıçların kanat çırpışları ve iki kırlangıcın mücadelesi Selma Köksal ve G ü l s ü m Soydan'ın beraberliğinde hoş bir resim olarak yakalanıyor. "Bahar İsyancıdır"da tabut, ölüm, korkuluk, duvar motifleri sanki d ö n e n bir çarkın parçaları... Kimi zaman düşlerimiz ne denli zengin

a

pe

"Yük" ve "Bahar isyancıdır "da kullanılan imgeler bu anımsayışları dönüşümleri izleyiciye rahatlıkla

aktara bö­ lüm­ ler. Yalın

oyunculuk lar,

ettiği P o r t a k a l Renkli Oğlan ve Mavi Memeli Kız'a göndermelerin yeterince işlenmemiş olması. Böyle bir göndermeye gerek var mıydı

diye de sorulabi­ lir. Bir yanda konuşama­ yan, adeta ü t ü n d e n ayrı ve k e n d i n e özgü bir çalışma sergileyen soytarı, öte yandan P o r t a k a l Renkli Oğlan-Mavi Memeli Kız ve

cy

Umuzsuzluk ya da u m u t yağan yaz yağmurlarından gizlidir ve yağmurların a r d ı n d a n patlamaya hazırlanırcasına gökyüzünün şimşeklerini toplayan s o n b a h a r d a . Kullanılan imgeler acının izdüşümleridir; tıpkı cansız kollarıyla bir krater gölünü gösteren korkuluklar gibi, güzün ucu gökyüzünde çakılmaya başlayan tabutlar gibi... " D u v a r " ö l ü m ü n s o n u n d a k i o sırlı ayna mıdır? insanların arasına çekilen engel mi? Doğu ile Batı bloklarını birbirinden ayıran duvar mı? Ya da "Yabancı" bir kuşku m u d u r ? Geleceğe yönelik kuşkular b ü t ü n ü mü? Selma Köksal ve G ü l s ü m Soydan seçtikleri m e t i n l e r d e sonbahar temasını ortak hareket noktası olarak belirlemiş. Yağmurlar, yağmurlardan önceki gerginlik, birikim, patlama, d u r g u n l u k ve yeniden bulutların patlamaya hazırlanışı. Bir çeşit sonu gelmeyen bir d ö n ü ş ü m . Baştan başlayış, "Yağmurlar",

olur-

sa olsun onları

karşımızdakilere aktarmakta zorlanırız. "Soytarılar ve Leren e Masal" sahnele-

rinde sanatçılar, diğer üç sahnenin aksine, bu sorunla karşı karşıya gelmişler. Seyirci ile bir kopukluk yaşanmakta. Belki bu k o p u k l u ğ u n başlıca nedenleri oyunculukta farklı düzeylerin belirginleşmesi ve Oktay Rıfat'ın şiirinde sözünü

Trompetçi; Burada amaçlanan Soytarı'nın farklı anlatım diliyle Oktay Rıfat'ın şiirindeki yitip giden soytarıları anlatmak mıdır? Bu yaklaşımın oyunun b ü t ü n ü n d e verilmek istenen mistik havaya katkısı olduğu söylenemez. " C e r e n ' e M a s a l " d a da b ü y ü m e k istemeyen bir insanın o büyülü dünyasına kenetlenişi belki de çocuk kimliğinden sıyrılarak yapılacak bir anlatımla daha etkileyici bir anlatımla daha etkileyici olabilirdi. D a h a ayrıntılı bir d r a m a t u r g i çalışması ve oyunculuğu irdeleyecek dışarıdan bir göz bu b ö l ü m l e r d e beliren p r o b l e m l e r i çözebilecektir kanısındayım. O n a t Kutlar yaşamının her d ö n e m i n d e gençlerle iç içe, onlara yol gösterici olmuştur. Bir eserinin genç bir t o p l u l u k tarafından sergileniyor olması h e r h a l d e onu en çok m u t l u edebilecek şeylerden biriydi...

Tiyatro Tiyatro 51


SÖYLEŞİ

otogargara

a

uzak düşmeyen sevimli, bir o kadar da ciddi bir oyun. Oyunun müziklerini Serdar Kalafatoğlu, dekorunu uzun zamandır ortak işlerde çalıştığımız sevgili Ali Yenel, kostümlerini Neslihan Yargıcı ve danslarını Melih Çardak gerçekleştiriyor. Oyunda Demet Akbağ, Sevil Üstekin, Sinan Bengier, Yılmaz Erdoğan, Aydın Tolan, Gürdal Tosun, Olgun Şimşek, Serhat Özcan, Figen Evren, Evrim Solmaz, Savaş Barutçu, Engin Günaydın, Celal Tak'ın yanısıra kalabalık bir oyuncu kadrosu ve dansçılar yer alıyor. Genç kuşak şiirinin önde gelen temsilcilerindensiniz. Şiir ve tiyatroyu birarada yürütüyorsunuz. Nâzım'ın İvan'ında oynadınız. Sabahattin Kudret'in oyununu sahneye koydunuz. Ardından da bir kabare... Bu çeşitliliği nasıl yorumluyorsunuz? Haklısınız. Son üç çalışmamda, oluşturulmasında değişik biçimlerde de olsa adımın geçtiği son üç çalışmamda şiirin payı var. Nâzım'ın oyununda oyunculuğun yanı sıra yönetmen yardımcılığını da üstlenmiştim. Birçok konuda ustam sayılabilecek Aksal'ın bence Türk Tiyatrosu'nun ilk modern klasiği "Kahvede

pe cy

Yeni çalışmanız nedir? 1991'de Gerçekleştirdiğim "Kahvede Şenlik Var"dan bu yana, beni heyecanlandıran, yeni bir çalışmanın kıyılarında gezindiren birçok proje sözkonusu oldu. Ne ki zaman zaman gerekli koşulların olmayışı, zaman zaman da bağlı b u l u n d u ğ u m Bakırköy Belediye T i y a t r o l a r ı n d a yaşananlar yeni bir çalışmaya girmemi sürekli engelledi. Neyse ki "Kahvede Şenlik Var", BBT yasal kuruluşunu tamamladığı günden bugüne -yani dört yıl- sahneden inmedi ve seyircinin ilgisini tazeledi. Dört yıl sonra bugünlerde üstünde çalıştığım, sahneye koyduğum oyun Yılmaz Erdoğan'ın "Otogargara" adlı çalışması. Gülmece yoluyla toplumsal, kentsel, kültürel ve dilsel kirlenmemize dikkat çeken, eğlendirirken yoğun bir eleştirel gözlükle olaylara yaklaşmayı sağlayan, ilginç ve değişik bir çalışma. Kabare t ü r ü n ü n olanaklarını zekice kullanan, ne ki bir çok kabarede göremediğimiz denli de atmosfer yaratmayı becerebilen, bir otogarda Türkiye'nin ve Türk olarak kimliklendirdiğimiz insanların, göçün, savaşın, giderek siyasal düzenin tartışıldığı, hayata

Şenlik Var"ı sahneye koydum. Ardından bildiğiniz gibi Sophokles'in büyük şiiri Antigone'nin Brecht uyarlamasının sahnelenişinde de emeğim oldu. Sevgili usta Robert Sturua'nın yardımcılığını üstlenme şansını yakaladım. (Sırası gelmişken sevgili 'hocam' Zeliha Berksoy'a bir kez daha teşekkürler!) Şiir ve tiyatronun yaşamımda ve üretimimdeki birlikteliği ister istemez -biraz da raslantısal olarak; örneklerden anlaşılabileceği gibi- çalışmalarıma da yansıyor. Sorunuza dönersek; Niçin kabare? Evet, kabare. Benim için önemli olan, sahneye koyacağım oyunun, bir sorunu ve tartışacağı bir şeyin olup olmadığı. Biraz daha ileri giderek söylersek; tartışacağı şeyin bugün de tartışmaya açılıp açılamayacağı. Oyunun kültür ve sanatın gündemine, benim gündemime ve kişisel hesaplaşmama bir katkıda b u l u n u p bulunamayacağı. Sanatsal eğilimlerimin ve estetik seçimlerimin çakıştığı, örtüştüğü yerde kabare de var üstelik. Yukarıda da söylediğim gibi bu oyun yalnızca bir kabare de değil. İşte bu nedenlerle. "Otogargara". Üstelik şiirde


Sevil Üstekin'le mini mini söyleşi Tiyatroya ara vermiştiniz. Neden? provaları sırasındaydı. Sağlık nedenleriyle bırakmak zorunda kaldım. Sonra bir ameliyat geçirdim. İki yıl aradan sonra "Otogargara"da konuk oyuncu olarak dönüyorum tiyatroya. Tiyatronun gelişimi hakkında düşünceleriniz? Oyun yazarı yetişmeyişi, salon azlığı, prodüksiyon olanaksızlıkları gibi bilinen sorunlar hâlâ sürüyor. Son yıllardaki en umut verici gelişme, özellikle genç seyircinin tiyatroya ilgisi. Seyirci sayısının bu yönde artışı yeni ve bilinçli bir seyircinin oluşacağını müjdeliyor. Bu da tiyatro sanatını yapan bizlerin sorumluluğunu arttırıyor.

a

yapmaya üşenen yeni bir oyuncu türü var artık. Radyoda sunuculuk, televizyon dizilerinde oyunculuk yapan bu yeni oyuncu türü 'çok özlediği' için lütfedip tiyatro yapıyor. Bu tür eğilimlerin genç kuşağa da bulaştığını kabul etmek zorundayız. Üstelik ülkemizde yaşanan o ürkünç, tersine gelişme, yani gerileme tiyatroda da gözleniyor.

cy

olduğu gibi, tiyatroda da başka sularda zaman zaman yıkanmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bakırköy Belediye Tiyatrolarında kalacak mısınız? Bildiğiniz gibi sezon başında BBT'de bir görev değişikliği oldu. Daha doğrusu değişiklik değil de, görevden alma oldu. Çünkü alınan Genel Sanat Yönetmeni'nin yerine bir atama yapılmadı. Benim de içinde yer aldığım eski yönetim kurulunca yönetiliyor tiyatro. Kabul edersiniz ki, bir kurum tiyatrosunun sanatsal çizgisini belirlemesinde önceliklidir sanat yönetmeninin varlığı. O n u n için pek huzursuz ve plansız programsız, repertuar çalışmasını yapamadan sezona girdi BBT. Bu da çalışmaların gidişatına yansıyor doğal olarak. Ülkemizin üçüncü ödenekli tiyatrosunu yaşatmak yalnızca çalışanlarının değil, tüm tiyatrocuların ve tiyatroseverlerinin görevi bana kalırsa. Kişisel olarak benim seçimimin önemli olmadığını düşünüyorum.

pe

Konservatuarlardan çıkan oyuncu sayısı kadar eleman artışı beklenirken, tam tersine bir azalma sözkonusu. İnsan malzemesiyle gerçekleşen bir

sanat için kuşku uyandırıcı bir durum bu. Elde kalan bir avuç tiyatro oyuncusuyla, bu kutsal işi bir yerlere taşımak, gelecekten, gelişmeden ve düşlerden söz açmak olası mı bilemiyorum. G e r ç e k t e n bilemiyorum! Belki de tek çıkar yol, daha iddiasız gibi görünen, birkaç oyuncuyla gerçekleştirilebilecek daha kişisel bir tiyatroya doğru yol almak. Kirlenmeden k o r u n m a m ı n tek yolu daha az kirletmek bana kalırsa.

Tiyatronun bugünkü gelişimi hakkında ne düşünüyorsun? Pek düşünmek istemediğim bir konu bu. D ü ş ü n d ü ğ ü m zaman tiyatro yapmak gelmiyor içimden. Çünkü tiyatro bağımsızlığını hem siyasal hem de mesleki açıdan hepten yitirdi g ü n ü m ü z d e . Kurum tiyatrolarının hali ortada, özel tiyatroların ekonomik ve buna bağlı olarak sanatsal sorunları belli. Mesleki açıdan durum bir felaket sonrasını andırıyor. Oyuncuları televizyon tarafından esir alınmış. Yüzleri deşifre olmuş, televizyonda ilk akla gelen şekliyle oynamaya alışmış ve b u n u n karşılığını da 'reiting'le ölçmeye koşullandırılmış, prova bile

Tiyatro Tiyatro 53


SÖYLEŞİ

Ayşe Nalan Özübek

Lütfen

evlenir

"Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?", yaşamın gerçekliğiyle birebir örtüşen bir oyun, siz buna ne denli katılıyorsunuz ve neler hissediyorsunuz? Evet, bunu beni çok rahatlatan bir cümle olarak görüyorum, ben buna katılmasam zaten bu oyunu sahnelemeye kalkmazdım. Muzaffer İzgü çok çalışkan bir adam, her sene değilse bile sık sık oyun yollar bize fakat nedense onlar pek bizim tiyatroda oynanmadı, bir oyununu oynadık biz onun, sonra bunu yolladı, sanıyorum geçen sene idi, oyunu okur okumaz bu anne kız ilişkisincleki varyasyon, aynı tema üzerindeki bu değişiklik zenginliği, bu duygusallık ve bu duygusallığın yanında komediyi sergileyen espriler ve zamanlama duygusu, beni çok heyecanlandırdı. Kendisine danışarak metinde bazı değişiklikler yaptık ve gerçekleştirdik. Yaşamla örtüşmesi de güncelliğinden kaynaklanıyor, bu arada tiyatro bir özdeşleşme işidir zaten. Tiyatronun amaçlarından biri insana insanı göstermek, insana insanı tanıtmak, ama bir tiyatrocunun bunu yapabilmesi için önce kendini tanıması gerek, kendiyle yüz yüze gelip kendini iyice sorgulaması gerek, neyi, niçin yaptığını, içindeki hırsızı, içindeki yalancıyı, içindeki orospuyu, içindeki alçağı, içindeki yüceyi çok iyi tanıması lazım. Bunları tanıdığı zaman canlandıracağı kişiyi de tanıyacaktır ve bunu tanıtacaktır seyirciye, seyirci ele tıpkı oyuncu

gibi, ki ben yaratıcı kabul ediyorum seyirciyi, kendini tanıyan, bilen bir seyirciyse bu özdeşleşme olacaktır ve tiyatronun işlevlerinden biri olan hoşgörü oluşacaktır, yani bir hırsız gördüğümüz zaman, elini keselim, asalım demeyeceğiz, nedenini biz anlayabilirsek ve içimizdeki o küçük hırsızı tanıyorsak, ki hepimizde var, içimizde, ama medeni insan odur ki, onu tanıyıp susturmak ama orada olduğunu biliyoruz biz ve bir noktadan sonra artık o hırsız pasif oluyor iyice ama tanıyorsunuz ve hoş görebiliyorsunuz. Bu açıdan çok önemli bir işlevi var tiyatronun. Oyunu siz yönettiniz? Evet, ben yönettim. Ben şuna dikkat etmek istedim yönetirken, fallar kapanıyor, inşallahlar, maşallahlar var boy boy, ben bu problemi daha evrensel boyutlu gördüğüm için ve düş aleminde yaşayan bir kadın bu, yani kadının gerçeği düşleriyle iç içe. Sürekli düş kuran ve çiçeklerle uğraşan bir kadın, başına örtü örtüp ayağını altına alıp o tür bir kenar mahalleli kadın olamazdı diye düşündüm ve kadını daha biraz uçuk, biraz uçarı, tekstten aldığım kadarıyla tabii, düşle gerçeği birbirine karıştırıp onların içinde yaşayan bir kadın çizdim. Bu boyutlarını düşününce yöresellikten çıkardım oyunu. Daha böyle boşlukta, daha renkli, belki kendi türü içinde absürd sayılabilecek bir anlayışla sahnelemek istedim, bu da arkadaşlara çok iyi geldi, böyle bir çalışma vaptık, seyirci sevdi, inşallah

pe cy a

Kızımla

misiniz? iyi gider. Hem oynayıp hem yönetmenin avantaj ve dezavantajları nelerdir? Ben çalışıp da yönettiğim zaman bundan çok büyük mutluluk duymuyorum doğrusunu söylemek gerekirse çünkü çok büyük bir yük oluyor insanın üstüne fakat işi çabuklaştırması açısından ben yönetmene çok inanıyorum tiyatroda, bir orkestra şefi gibi görüyorum, fakat şöyle bir şey söylemek istiyorum, mesela biz Müşfik'le Konken Partisi'ni çalışırken gördük ki bu doğaçlama bir oyun, ne tarih var ne bir şey var, sadece küçücük diyaloglar var. Bu diyalogların altından, ancak biz bu metne öyle bir sahip çıkacağız ki, çıktıktan sonra nüanslar bizden gelecek. Konken Partisi tuttu. Biz hiç yönetmen adı filan yazmadık, yazsaydık ikimizin adını yazacaktık. Şimdi bir yönetmen adı çıksaydı eminim yönetmeni methedeceklerdi. Ad koymadık diye hiç kimse bahsetmedi, hiç kimse yazı da yazmadı. Birçok oyun için yazı çıkmıyor zaten, İstanbul'da bu iş çok ciddiye alınmıyor artık. Benim İstanbul'a göç ettiğim yıllarda provalardan başlanırdı, tartışmalar yapılırdı, Adnan Benk vardı, Tunç Yalman yazardı, Selmi Andak vardı, hiç değilse her oyundan sonra birbirinin çok zıddı da olsa on, on iki yazı çıkardı, şimdi böyle bir şey yok, bakıyorsunuz bir oyun için bir yazı çıkıyor, üç oyun için çıkmıyor, bu sempatiden mi, antipatiden mi, beğendikleri için mi yazıyorlar,


a

pe

hissediyorum. kadar geniş bir dünya ki tiyatro, o kadar öğretici ki, öğrenci kalmaya mecbursunuz tiyatroda olduğunuz sürece, zaten bir laf var biliyorsunuz, tiyatroyu gençlere bırakın, 17,27,35, 85 yaşındaki gençlere, bu laf benim çok hoşuma gidiyor, tiyatroda resim var, müzik var, şiir var, felsefe var, dans var, her şey var, bambaşka bir dünya, hepsini içine almış, inanılmaz boyutlara ulaşan bir kompozit

sanat tiyatro, onun için insan kendini toz zerresi gibi hissediyor, oradan oraya böyle heyecan içinde koşup duruyor ve her koşusunda yeni bir şey görüyor, heyecanlanıyor, duygulanıyor, bu da sanıyorum genç kalmayı sağlıyor biraz. Öğrencilerinizle sahne aldığınız zaman ne hissediyorsunuz? Bu bambaşka bir duygu. Ben 37 yıllık bir öğretmenim. Çocukların ne yazık ki çok değiştiğini söylemek isterim 37 yıl içinde, elbette ki insanlar çağlarının etkisi altında kalıyor ve çocuklar 80'li yılların etkisi altında kalmışlardır, herkes, hepimiz kaldık, bugün baktığınız zaman Türkiye'deki faiz durumuna, komik bir durum, enflasyonun getirdiği, bir garip koşuşmaca var ve tabii bundan gençler daha çok etkilendiler, bizim dönemimiz yokluk dönemiydi, hiç kimsenin bir şeyi yoktu, olanın da kimseyi rahatsız etmiyordu, kimsenin gözü kimsenin cebinde değildi, mutluyduk, yoktu bir şeyimiz ama, patlak pabuç dolaştık, eski giydik dolaştık, etek uzattık dolaştık, ama daha mutluyduk, daha temiz bir toplum vardı, bu nüfusun kontrol edilemeyen yükselişi, artışı

cy

beğenmedikleri için mi yazmıyorlar, bilmiyorum. Basın medya olalı beri büsbütün yalnız bırakıldı tiyatrolar. Boyalı basın için de bir saptama yapmak istiyorum. Televizyon olmadan önce, bu kadar kanallar birbirinin içine girip de en kolayı, en ucuzu, en komiği ne şekilde olursa olsun, yapma yarışına girmeden önce, boyalı basının gene bir saygınlığı vardı, tiyatroya da sayfa ayırıyordu, resimler basıyordu, tanıtma yazıları basıyordu, bu reklamların bu kadar pahalı olduğu bir dönemde bize yardımcı oluyordu, bunu da unutmam doğrusu. Ama şimdi o gazetelerin televizyonları var ve yalnız o televizyonlarda oynanan oyunları inanılmaz boyutlarda reklam ediyorlar, bu da biraz haksız bir rekabet oluşturuyor. Kaç yıl oldu Yıldız Hanım? Ben 11 yaşında Ayşe Abla'nın Radyo Çocuk Kulübü'nde ve 12 yaşında da Ankara Halk Evi Sahnesi'nde sahneye çıktım. 1943'te Konservatuar'a girdim, 47-48'de mezun oldum. Bunları saymazsak 47 yıl oldu, sayarsak 50'yi geçti. Siz ne hissediyorsunuz? Ben kendimi yeni başlamış gibi

sanıyorum ki çocuklarımıza gereken besini, gereken oksijeni, gereken eğitimi, gereken kültürü vermemizi engelliyor ve kalabalık boş insanlar oluyor ortalıkta, tabiî onları asla suçlamıyorum, bunlar bir lokma bir hırka peşinde insanlar ve şiirle, sanatla, müzikle, tiyatroyla çok fazla ilgilenmiyorlar. Öğrenci gençleri de bunlardan çok fazla her zaman soyutlayamıyoruz. O çocuklarda da en kestirme yoldan, en çabuk, en verimli konuma ulaşmak var, işlerine merakları azaldı, yani şunu yapayım, oradan oraya sıçrayayım, Alfabe A, B, C diye gider değil mi? A'dan E'ye, E'den M'ye atlamak olmuyor, yani o yüzden tökezliyoruz, düşüyoruz galiba, sabrımız kalmıyor, sabretmiyor çocuklar ve öğrenciler bu 37 yıl içindeki değişimlerini görüyorum ama tabii ki öyle pırıltılar oluyor ki bazen içlerinde ve başarılı oldukları zaman o başarının size verdiği heyecan kendi başarınızından duyduğunuz heyecanın katlanmışı oluyor çünkü yaşamsa en önemli şey, onlarla ileriyi yaşıyorsunuz.


ELEŞTİRİ

Emre Koyuncuoğlu

Günlük

Müstehcen

Sırlar

Antonio de la Parra'nın hem bir yazar hem de bir psiko-analist olduğunu eklemem gerekiyor. Oyun da psikoterapide kullanılan belli sembollerin anlatım açılmalarını, biçimlerini teatral öğeler olarak kullanmış ve kişileştirmiş. Günümüz insanı kavram olarak, teşhircidir, ya da onu yok eden iletişimsizlik nedeniyle düştüğü yalnızlığın içinde var olabilmek için teşhirci olmak zorundadır. Modern batı düşüncesinin sahiplerinden sayılan Freud ve Marks'ın izdüşümlerini farklı bireylerde izliyoruz. Ancak, 1983'de yazılmış bu oyunda Şilili yazar ikisini de "teşhirci" kimliğinde yansıtmayı yeğlemiş. Freud'un ya da Marks'ın öne sürdüğü "birey" ve "toplum" analizlerinin üzerine daha sonra gelişen ve halen gelişmekte olanteoriler, düşünce ve inançlar artık belki de sıradan bir meraklının yakalayamayacağı zenginlikte. Peki, Şilili yani, gelişmiş(!) batı toplumu kültürünü biraz uzaktan seyreden bir ülkenin (Türkiye gibi) yazarının batı toplumunun düşünce ve kültür üretimine bakışı ile yazdığı bu oyunu, Türkiye'de bir tiyatro ne tür bir bakış açısıyla yorumlar? Benim oyunla ilgili en çok merak ettiğim soru bu olmalıydı...

pe cy a

17 Kasım'da ilk oyunlarını oynadılar. Şimdiye kadar her pazartesi İSM'de bir koşturmadır gitti. Onların çalıştığı odadın yanında bizim çalıştığımız oda olduğu için "Günlük Müstehcen Sırları"n provalarını da oyunun gelişimini de izleyebilmeye olanak buldum. Tiyatrofil bu yıl kuruldu. Bu yeni tiyatro sezona iki oyunla başladı, bunlardan biri geçen yıl oynanmaya başlanan "Hayat çok Güzel" ve diğeri üzerinde yazı yazmak istediğim "Günlük Müstehcen Sırlar". Tiyatrofil'in kurucularından ve oyunun yönetmeni Özkan Schulze 20 yıl Almanya'da yaşamış genç bir tiyatrocu. Onun ismini ilk olarak 1993'de Tiyatro G r u p ' u n oynadığı ve Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'ne çağrılan William Mastrosimone'nin "Uçlar" adlı oyununda duymuştuk. Oyunun iki oyuncusu Arif Akkaya ve Engin Alkan'ı da Şehir Tiyatrosu'ndan tanıyoruz. Oyunun açıklayıcı metninde "oyun günümüz insanlarının çelişkilerini, korkularını, giderek büyüyen yabancılaşmasını, onu bunalıma iten yalnızlığını ...anlatıyor" diyor. Hemen bu açıklamanın ardından oyunun yazarı Marco Tiyatro Tiyatro 56

Aslında bu soruyu oyundan sonra düşünmeye başladım. Böyle bir oyun seçip, sahneye koymak; belli bir kültür birikimi dışında gününü entellektüel anlamda iyi takip etmeyi ve de seyircisine doğru seslenebilmesi için Türk insanının bulunduğu noktayı da görüp, tüm bunların üstüne kendi yorumunu getirmesi gerekiyor. Bu kadar kolaycılığın yaşandığı günümüzde şapka çıkarılacak bir cesaret. Oyuna girmeden önce, oyunun oynandığı mekanla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. İstanbul Sanat Merkezi'nin (İSM'nin) üçüncü katındaki bir oda, Tiyatrofil'in sahnesi ve salonu. İSM'de barınan bu tip bir kaç tane "Oda Tiyatrosu" var zaten. Tiyatrofil'in odasına girdiğimizde masmavi bir mekanla karşılaşıyoruz. Nedeni ise diğer oyun "Hayat çok G ü z e l ' d e böyle bir sahnenin gerekliliği. Yönetmen Schulze, bu özelliği kendi oyunu için hiç rahatsız edici görmemiş, oyununu bu sahnenin içine yerleştirmiş. Böylece, oyun her yerde, her şekilde oynanabilirdi mesajını veriyor sanki. Oyuncular bizden geç giriyorlar salona, onlarda bizim gibi banka oturuyor. Oyuncularla seyirci arasındaki göze çarpan en önemli fark pantalonlarının olmaması. Yani açıkta bir şeyler var. Hemen bu cümleye şaşırmayın, çünkü psiko-sembolik bir anlatım kullanmaya başladım. Zaten oyunu bundan sonra aynen bu gözle izlemek bir tür seçenek olabilir. Yönetmen de oyunu yorumlarken "psikanalizden yararlandım" diyor. Biraz da bu nedenle olsa gerek oyun başlamasıyla birlikte izleyiciyi yakalıyor. Sırayla iki insanın (teşhircinin) birbirlerine yaklaşım biçimlerini , birbirlerini sınayışlarını,


Birbirlerine kendilerini yeniden tanıtırken, uzun uzun söylevler çekmeleri yerine, can alıcı bir kaç söz söylemeleri sanki yeterli olacaktı. Hem konu bütünlüğü adına hem de söylenmek istenen söz adına problemler ortaya çıkıyor. Aslında o can alıcı sözleri seçip çıkartmak da, o en başta sorduğum soruyla, yani "oyunun entellektüel açıdan hem günümüzü hem de Türkiye'yi nasıl yakalayacağı" sorusuyla bağlantılı biraz. Ben bu soruyu oyunu beğendiğimi düşündüğüm halde, bunu huzurla söylettirmeyen bir his sonrası sordum. Bizim buradan tüm bu yaşanan hikayeye söyleyeceğimiz nedir? Schulze, tiyatro ve psiko-analiz yoluyla "doğru sorulara ulaşmak" istediğini söylüyor. Schulze iyi bir yolun başında... demek istiyorum. Devamının gelmesi için ısrar diyorum.

pe

cy a

birbirlerine oynadıkları rağmen, isimlerini öğrenmekle "oyunları" ve de sanki ilgili büyük bir ısrar yaşanıyor. kendilerinde yokmuş gibi Ve birbirlerine kim olduklarını düşürmeye çalıştıkları açıkladıklarında her şey baştan maskelerini tempo hiç başlıyor. Bir önceki bilgiler bir düşmeden izliyoruz. yana bırakılıyor ve tanışma Arif Akkaya'nın oynadığı yeniden yaşanıyor. Çünkü biri karakter; kulağında Walkman'i Sigmund Freud, diğeri de Karl kesik eldivenleri, sırt çantasıyla, Marks olduğunu iddia ediyor. diğerine oranla daha baştan Yönetmenin basın duvarlarını belli eden bir açıklamasında yazdığı bir karakter. Engin Alkan ise, bölüm var; "..var olanı tekrar yumuşak gözüken ancak, tekrar yaşayarak, kendisinin bile ulaşamadığı yaşadıklarımda şimdiye kadar duvarları olan ve bu yüzden görmediğim güzellikleri kendisiyle sürekli çatışmaya görmek.." Evet, yönetmenin girdiği için oldukça acı çeken böyle bir iddiası var. Oyunun birini canlandırıyor. benim için ikinci bölümünde Psiko-analitik bir durum söz böyle bir tekrar var. İki insanın konusu ve bunu izleyiciye ilişkisi bu sefer, aslında aynı oldukça başarılı, ikili olarak da temel düşünceden yola çıkan uyumlu biçimde oynuyorlar. ancak farklı çözümler üreten iki Tüm bunlar, "iki teşhircinin bir farklı düşüncenin ışığı altında kız okulunun önünde, parkta işleniyor. İlk bölümdeki bir bank için tartışması" duruluk ikinci bölümde sırasında geçiyor. Daha sonra karmaşık, oturmamış bir oyunun dönüm noktasına zenginliğe dönüşüyor. Yeniden geliniyor. Birbirlerine isimlerini Marks'ın, Freud'un kim soruyorlar. Aslında birbirleriyle olduklarını, ne düşündüklerini ilgili çok şev bilmelerine keşfetmek zorunda kalıyoruz.

Tiyatro Tiyatro 57


ELEŞTİRİ

Yavuz Pekman

Herkesin A d a s ı Kendine

a

Mandela'nın da yıllarca tutuklu kaldığı Roben Adası'nda yaşadıkları mahkûmiyet günlerinden hareketle yazdığı oyununu ülkesinde yaşananlardan yola çıkarak evrensel bir tema üzerine oturtuyor. Kendilerine ait dünyaları küçücük bir hücreyle sınırlı olan iki mahkûmdan John, politik altyapısı ve yaşamsal birikimiyle bir düşünce adamıdır, diğer mahkûm Winston ise diğerine göre kaba saba, daha atak, daha cesurdur belki ama yaşamındaki bu birebirlik ve doğallık onun insani yönünü vurgular. Bu iki kader arkadaşı iki üzüm misali birbirlerine baka baka kararırlar. Küçücük adalarında paylaştıkları sevinçleri, hüzünleri, birbirlerine oynadıkları oyunlar, kavgalar, onları zaman zaman birbirlerine yaklaştırırken kimi zamanda uzaklaştırır, tıpkı bir karı-koca ilişkisinde olduğu gibi. Yazar insanların siyah ve beyaz olarak sınıflara bölündüğü, yırtıcı ırk ayrımına dayalı düzeni sorgularken aynı zamanda bu düzenin insan ilişkilerine yansıyan yanını da didikler. Fugard, oyunda tüm bu toplumsal, politik ve insani tabloyu irdelerken bir yandan da oyun içinde oyun kurmacasıyla sanatsal ve bir o kadar da evrensel bir kapı açar. "Ada"nın iki mahkûmu oyun boyunca Sofokles'in "Antigone"sini prova ederler, oyunun final sahnesinde de

pe cy

"Issız bir adaya düşerseniz yanınıza ne almak isterdiniz?"diye sorarlar ya hani. Kimi kitaplarımı diye yanıtlar, kimi radyomu, kimi televizyonumu, kimi mücevherlerimi, kimisi de sevgilimi diye cevap verir. Aslında kimse etrafı balinalarla, denizanalarıyla, köpekbalıklarıyla, türlü yosunlarla dolu bir okyanusla çevrili adacıklarda yaşadığımızın farkında değildir, bu yanıtları verirken. İnsanların anlaşamadığı, çoğunlukla uzlaşamadığı, düşünmekten ve üretmekten uzak tutulduğu, ekonomik, sosyal ve politik olarak kuşatılmış küçücük adalara hapsedildiği yalnız ve ıssız bir yaşam bizimkisi. Bu yüzden herkes kendi adasında, elindekileri başkaları ile paylaşabildiği oranda mutlu olabiliyor belki de. Güney Afrika'lı beyaz yazar Athol Fugard, "Ada" adlı oyununda ülkesinin böylesi adacıklara hapsedilmiş siyah insanlarının yaşadıklarını ele alıyor. Oyun insanların tenlerinin renginden dolayı bitmez tükenmez işkencelerle yıldırıldıkları, en aşağılık işlerde çalıştırıldıkları, düşündüklerinden ve söylediklerinden dolayı hapse tıkıldıkları Güney Afrika'da, bir hapishane adasında, iki politik suçlunun küçücük hücresinde geçer. Yazar, yönetmeni bulunduğu tiyatrosunun iki oyuncusunun, Nelson

hapishane adasının diğer mahkûm ve görevlilerine hazırladıkları bu oyunu oynarlar. Antigone, yazar tarafından gelişigüzel seçilmiş bir oyun değildir kuşkusuz. Sofokles de Fugard gibi Sofistike felsefenin de etkisiyle bireyi ön plana alan bir yazar. Oyunlarında, birey kendi kaderini kendisi belirleyen bir kahraman olarak karşımıza çıkar tıpkı John ya da Winston gibi. Bunun yanı sıra Antigone'deki iktidar birey ilişkisi "Ada"nın da asal temalarından biridir. Sofokles, oyununda suçu yaratının devlet mi yoksa birey mi olduğunu tartışırken, temelde tavrını bireyden yani trajik kahraman Antigone'den yana koyar. Fugard ise suçun devletin zeminini oluşturduğu zorunlu bir eylem olduğunu, Antigone penceresinden bakarak sorgular. Plebisit Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in "... suçlu suçlu doğar, suç işlemek üzere dünyaya gelir. Onu asmayıp da ne yapacaksınız?" sözlerini hatırlayacak olursak, her iki yazarın da üzerinde durduğu bu konuyla ne kadar içiçe olduğumuzu görürüz belki. Tiyatro Ti, türlü deniz canlılarıyla dolu bir okyanusla çevrilmiş sanat dünyamıza ilk oyunu "Ada" ile merhaba dedi tiyatro sezonunun başında. Oyunun yönetmeni Bülent Yarar'ın yorumunda, yazarın evrensel bakış açısına koşut bir yaklaşım gözleniyor. Fugard'in iki siyah insanı anlattığı


a

pe cy

oyunu iki beyaz insana oynatarak, Yarar aynı öykünün dünyanın birçok yerinde hatta ülkemizde de sürüp gittiğinin altını çiziyor bir anlamda. Sahne tasarımından, giysisine, ışığından oyunculuğuna kadar tamamen metni ön plana alan gerçekçi bir anlatım gözleniyor, Yarar'ın yorumunda. Ancak üzerinde böylesine titizlenilen tüm bu görsel malzemenin yanı sıra oyunun alt-metninin yeterince su yüzüne çıkarılamadığını görmekteyiz. Oyunun ülkemiz insanına söyleyecek birçok sözünün olmasına karşın Yarar bu sözlerden herhangi birinin altını çizmekten kaçınmış, bu sözlerin seyirci tarafından aranıp bulunması çabasına girmiş belki de. Yine de en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş tüm bu görsel tatlar içinde oyunun ülkemiz için çok önemli olan insani boyutunun ya da politik yanının belki de devletle bireyin ilişkisini sorgulayan siyasi tarafının vurgulandığını düşünüyor insan ister istemez. Buna karşın Yarar takımını iyi motive eden bir teknik direktör gibi özellikle oyunculuklar üzerinde çok durmuş. Böylece oyunun altı çizilebilecek sözleri, metnin söylediği kadarıyla yetinilerek havada uçuşuyor. Tiyatro Ti'nin genç oyuncuları Hakan Pişkin ve Devrim Nas, okyanusun kaba dalgalarıyla amansız bir mücadele verircesine heyecan verici bir çabanın içindeler. Ancak bu çabasına karşın John'da Devrim Nas rolünün politik altyapısı ve yaşamsal birikimini aktarmakta oldukça zorlanıyor. Rolünün tüm duygularını ve oyun içindeki yerini Yarar'ın da yardımıyla yerli yerine oturtmasına rağmen, kendi yaşamışlığı böylesine altyapılı bir karakteri dolu dolu anlatmasına yetmiyor. Böylesine genç bir oyuncunun bu rolü üstlenmesi oyunun genel gerçekçi anlatımını ister istemez aksatıyor kuşkusuz.

Tiyatro Ti'nin Winston'u Hakan Pişkin ise metin anlatımına paralel olarak rolüne daha yaklaşmış gibi görünüyor. Ülkemiz insanının belli dönemlerde oyuna koşut olarak yaşadığı sıkıntıları özümseyerek oyunculuğuna yansıtabiliyor. Bu açıdan Pişkin oyuna zaman zaman yürek burkan bir gülümsemeyle zaman zaman da göz yaşartan bir duygusallıkla yaklaşarak ülkemizin düşünen ve üretmeye çalışan duyarlı insanlarını dürtüklüyor. Sahne tasarımı da oyunun anlatımı bakımından üzerinde durulması gereken önemli bir nokta. İnsanların çürümüş, terkedilmiş, pis ve rutubetli adacıklarda yaşadığını anlatan, ilk bakışta

gerçekçi ama bir o kadar da anlatımcı bir dekor var sahnede. Zira oyundaki iki mahkûmun hücrede yarattıkları dünya bir anlamda hepimizin kendi adacıklarımızın küçük bir modeli

belki de. Tiyatro Ti, tiyatro dünyamızın küçük adacıklarından bir tanesi. Yemyeşil, umut dolu ama ne yazık ki ıssız bir ada. Bu yüzden yaşamın içindeki diğer tüm adacıklarla paylaşmak istiyor umudunu. "Sanata Hayır" diyen herkesin adası kendine, ama "Sanata Evet" diyebilenler takımadaları oluşturacak belki de.

Tiyatro Tiyatro 59


Sevil Kuvan

Şubat da Canlı Maymun

Lokantası İstanbul

Şehir Tiyatrosu

İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Ocak ayı sonunda sahnelenmeye başlanacak olan "Canlı Maymun Lokantası "nın konusu kısaca şöy­ le: Hong Kong'a balaylarını geçir­ mekte olan Amerikalı Jonathan çif­ ti, bir Çin Lokantası'na canlı may­ mun beyni yemeye gelirler. Ancak maymun lokantaya getirilirken kaçmayı başarır. O sırada lokanta­ da bulunan Çinli ozan Wong ken­ di beynini sunar Jonathan çiftine... Böylelikle bütün bir oyun süresince, Çin Lo­ kantasında Jonathan çifti, ozan Wong, may­ mun avcısı Çoo, garson ve Wong'un arkadaşı Matmazel Lülü arasın­ da şaşkınlık, korku, me­ rak ve hüzün dolu bir dizi duygu alışverişi ya­ şanır. Güngör Dilmen'in 1962'de, Yale Üniversitesi'ndeki tiyatro eğiti­ mi sırasında Türkçe ve İngilizce yazdığı bu oyun, doğu-batı ikile­ minde "Canlı Maymun Lokantası "nda, doğu­ nun doğusundakiler, batının batısındakiler ve bir de arada kalanlar var: İnsanı "satın alma gücü" olarak tanımla­ yan Jonathan çifti, ger­ çek yaşamın dışına ta­ şan, yaratma sancıları çeken ve bir anlamda intiharını satan ozan

pe

cy

Y a z a n : Güngör Dilmen Y ö n e t e n : Ali Taygun S a h n e T a s a r ı m ı : Atıl Yalkut Giysi T a s a r ı m ı : Aysel Doğan O y n a y a n l a r : Erhan Yazıcıoğlu, Betül A r ı m , Yalçın Boratap, Mehmet Gürhan, Oktay Sözbir, Tomris İncer

Perde

a

BU AY SAHNEDEKILER

Canlı Maymun Lokantası * İstanbul Şehir Tiyatrosu 60 Tiyatro Tiyatro

Diyenler Wong ve bu iki dünya arasında yer alan, ancak romantik sözler etmek­ ten öteye geçemeyen Avrupalı Matmazel Lülü.

Nafile

Dünya

Enis F o s f o r o ğ l u T i y a t r o s u Salon: Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Y a z a n : Oktay Arayıcı Y ö n e t e n : Enis Fosforoğlu M ü z i k : Altan Sezer Ç e v r e D ü z e n i v e Giysi T a s a r ı m ı : Şirin Dağtekin O y n a y a n l a r : Enis Fosforoğlu, Suna Keskin, Seren Fosforoğlu, Rıza Pekutsal, Doğan Dileroğlu, Gencer Uğurlu Enis Fosforoğlu Tiyatrosu 1994-95 sezonunda yeni bir oyunla "Nafile Dünya" ile 14 Ocak'tan itibaren 12 kişilik bir kadro ile karşımızda olacak. Günümüzden 20 sene öncesini an­ latan oyunu, yönetmeni Enis Fos­ foroğlu günümüze uyarlamış. Ça­ ğımızın, uygarlaşan dünyanın, teknolojik gelişmelerle büyülenen insanın unuttuğu değerler onun kanayan yarası durumunda. İşte bu oyunda da günümüzün yaşam şartları altında giderek küçülen in­ sanların amaç değil araç değerleri yüceltmeleri ile giderek yükselen araç değerlerin yaşamımızı neden alt-üst ettiği anlatılıyor. Böyle bir dünyada temiz kalmaya, kendine ait değerleri korumaya çalışan bir emniyet memurunun yaşamını ak­ tarıyor "Nafile Dünya". Yani, bu


düzene uyum sağlayamamış bir in­ sanın serüvenini göreceğiz bu sos­ yal komedide. Gerçekler ve doğ­ rular neler? Her insanın kendisine sorduğu bu soruyu bir kez daha soruyor "Nafile Dünya". Başkomiser Ramazan'ı Enis Fosforoğlu'nun oynadığı bu oyunu 14 Ocak'tan itibaren Altunizade Kül­ tür ve Sanat Merkezi'nde, 1 Mart'tan sonra da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde izleyebilirsi­ niz.

görüş sunmak, olası bulunmadı­ ğından Bizim Tiyatro, oyunla ilgili bir özet sunmaktan kaçınmakta­ dır; çünkü ortada bir özet bulunmamaktadır. Ancak kaba bir biçimde de olsa, " Kafka-Milena yaşam öyküselliğine değindiği, ya­ pıtlardan esinlendiği vaaz da olsa kimi satırlardan yararlanıldığı" söylenebilir. (Bilindiği gibi Kafka'dan Milena'ya Mektuplar" bi­ linmekte, ama Milena'dan Kafka'ya mektuplar bilinmemektedir.)

Milena'dan Kafka'ya

A p t a l l a r a Güzel Gelen

M e k t u p l a r

Televizyon

B i z i m T i y a t r o Salon: M. Gezen Gençlik ve Çocuk T.

O r t a o y u n c u l a r Salon : S e s 1885

Oyunlaştıran ve Yöneten: Zafer Diper Işık-müzik Tasarımı: Gökhan Cantemur Oynayanlar: Elif Gezen, Nazan Diper, Evren Duyal, Zafer Diper

Yazan: Anca Visdei Çeviren-Yöneten: Ferhan Şensoy Sahne Tasarımı: Ferhan Şensoy Giysi Tasarımı: Anca Visdei, Derya Baykal Şensoy Işık Tasarımı: Erdem Saran Video sistem: Ömer Şahin Oynayanlar: Derya Baykal Şensoy, Ferhan Şensoy, Settar Tanrıöğen.Ayşen Aydemir,Hüseyin Altuntaş

cy

a

Dizileri

Ortaoyuncular bugünlerde yepye­ ni bir denemeyle karşımızdalar. Romen yazar Anca Visdei'in kale-

pe

Bizim Tiyatro, 18 Şubat'tan başla­ yarak, Capitol (Altunizade) Müj­ dat Gezen Gençlik ve Çocuk Ti­ yatrosu salonunda "Milena'dan Kafka'ya Mektuplar" adlı oyunu sahnelemeye başlayacak. Yalnızca beş ayı geçkin sahne çalışmalarıyla, bir ayrıntısallıklar toplamı olan ovun üzerine özet bir

Milena'dan Kafka'ya Mektuplar * Bizim Tiyatro

me aldığı oyunun orijinal adı "Femme Suje" yani 'Özne Kadın' ya da 'Nesne Kadın'. Fransa'da on yıldır çok sözü edilen, maşist top­ lumda obje olarak görünen kadın yani. Türkçe'ye uymayan bu söz­ cük oyununu Ferhan Şensoy Türkçeleştirirken oyunda geçen bir cümle ile değiştirmiş oyunun adını: "Aptallara Güzel Gelen Televiz­ yon Dizileri". Oyun, adının çağrıştırdığı gibi ça­ ğımızın hastalığı pembe dizileri alaya almıyor. Ancak, oyunun kah­ ramanı Catherine aptallara güzel gelen televizyon dizileri yazıyor. Psikiyatr olan kocasıyla sorunlar yaşayan ve sık sık psikiyatr değişti­ ren Catherine, bir gün de Jacques'ın kapısını çalıyor. On üç psiki­ yatri seansı üzerine oturtulan oyunun sonuna doğru, aralarında tıpkı bir televizyon dizisi kurgusu gibi beklenmedik bir aşk doğuyor. Catherine'i Derya Baykal'ın, Jacques"i ise Ferhan Şensoy'un can­ landırdığı oyunun dünya prömiye­ rini gerçekleştirecek olan Orta­ oyuncular aynı oyunu gelecek yıl şubat ayında da Paris'te sergileye­ cekler. Orijinal metinde sadece iki karak­ teri olan oyuna Ferhan Şensoy yeni tipler eklemiş sahnelerken: "Anca Visdei'in tüm oyunlarında çok önemli parantezler var. Örneğin Jacques telefonla konuşurken 'Ajandama bakıyorum' diyor, ama parantez içinde 'Masanın üzerinde ajanda filan yoktur yazıyor. Bu önemli bir ayrıntı. Bu, tekstte söy­ lenmediği zaman beni rahatsız edi­ yor." Böylece Settar Tanrıöğen'in canlandırdığı "Parantez" yaratıl­ mış. Parantezin yaptıklarının söy­ lenmesi için de "Parantezin paran­ tezini" yaratmış Ferhan Şensoy. Ayşen Aydemir'in oynadığı bu tip, bir yükseltinin üzerinde oturup Fransızca tekstten oyunu takip edi­ yor ve zaman zaman müdahale edi­ yor. Oyuna eklenen bir diğer tip de Hüseyin Altuntaş'ın canlandır­ dığı oyunu algılamayan, çay dağı­ tıp parasını alıp giden çaycı. Bu oyunun ilginç bir yanı da adıTiyatro Tiyatro 61


nın çağrıştırdığı gibi televizyon ile bağlantısından yola çıkarak sahne­ ye kurulmasına karar verilen açık devre televizyon sistemi. Oyun içinde aktif olarak oyuna hizmet edecek olan 2x3 metre boyutların­ daki ekrandan izleyiciler, yakın planları, ayrıntıları, oyun dışında olup bitenleri izleyebilecekler. Te­ levizyon dizileri söz konusu olur da reklamlar olmaz mı? Derya Baykal'ın giyinme güçlüğü çektiği, zamanın kısıtlı olduğu yerlere rek­ lam alacaklar. Ferhan Şensoy ise hiç sahneden çıkmadığı için bu so­ runu üst üste 13 gömlek giyerek çözmüş.

Ankara

Devlet

Tiyatrosu

pe cy

Yazan-yöneten: Erdinç Dinçer Sahne-Giysi Tasarımı: Gül Emre Işık Tasarımı: Ali Ertekin Oynayanlar: Lale Başar, Sabri Özmener, Özgür Eren, ilknur Kaya, Erdinç Dinçer

çük grubumuzu gururlandıracak­ tır. Birlikte geçireceğimiz sayılı da­ kikalarda dudaklarınızdan eksik olmamasını dilediğimiz gülüşleri­ nizde sizlerle 'mutluluk' adını ver­ diğimiz çizgide bütünleşebilmeyi arzuluyoruz." Günlük yaşam kargaşası içinde dünyası giderek küçülen insanımı­ za soğanın cücüğünden başka şey­ ler de verilmesi gerektiğini düşü­ nerek hazırladığı gösteride, her türlü sahne sanatından bir avuç alarak hayatın değişik renklerini biraraya getiren bir güldürü yelpa­ zesi oluşturan Erdinç Dinçer söz­ lerini şöyle bitiriyor: "Hiç belli ol­ maz, herşey değişir birden, gökten taş yağar başıma, ateşi çalan Prometheus gibi kovulurum Olimpos'dan. Gene zincire vurulurum. Allak bullak olur dünyam... Ama kalbimi 'Barış' adlı bir güvercin oyar her sabah, alır götürür sevgi­ ye, sevgiliye, seyirciye doğru."

a

Geldim Gördüm Güldüm

Geldim Gördüm Güldüm • Ankara Devlet Tiyatrosu

Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Yeni Sahne'de 11 Aralık'ta prömiyer ya­ pan "Geldim Gördüm Güldüm", Fransız Kabare Tiyatrosu, İtalyan Kabare Tiyatrosu ve pantomim tekniği birleştirilerek oluşturulmuş bir stil ile sahneleniyor. İlk Türk mim sanatçısı Erdinç Dinçer yazdığı oyun hakkında şun­ ları söylüyor: "Yolda yürürken çevrenizden gelip geçenlerin yüzle­ rine bakın, hiç kimsenin gülmedi­ ğini, tüm suratların asık olduğunu farkedeceksiniz. Çeşitli zorlukla­ rın, bunalımların, sıkıntıların do­ ğal sonucu olarak insanlarımız adeta gülmeyi unutmuşlar. İşte bu nedenle bizler, sizlere çok kısa da olsa gülmeyi, gülebilmeyi sunmaya çalışacağız. Evlerinize dönerken ceplerinizde bir avuç kahkaha götürmeniz kü62 Tiyatro Tiyatro

Bina İstanbul

Devlet Tiyatrosu

Yazan: Behiç Ak Yöneten: Özgür Yalım Sahne Tasarımı: Nurettin Özkönü

Giysi Tasarımı: Gülhan Kırçova Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları Oynayanlar: Taner Birsel, Zafer Algöz, İştar Gökseven, Yeşim Kızılçeç, Ayşe Tunaboylu, Nihat ileri, Levent Öktem İstanbul Devlet Tiyatrosu A.K.M. Birim Tiyatro'da yeni bir oyun sah­ neliyor: Behiç Ak'ın yazıp, Özgür Yalım'ın yönettiği "Bina". Karikatürist Behiç Ak'ın bu ilk ti­ yatro yapıtı 1993 yılında Kültür Bakanlığı Oyun Yazma Yarışması Ödülü'nü kazanmıştı. "Yaşadığı olayları bir başka düzle­ me taşıyarak anlamaya çalışmak ve birşeyleri anlatmak" kaygısıyla ti­ yatro için yazan Behiç Ak, sonuçta ortaya tüm keskinlikleriyle dolu dolu bir komedi çıkartmış. Bir spor tesisinin onu yönetmeye çalışan idari birimlerce boğulması çerçevesinde gelişen olaylar, toplu­ mumuzda hiçbir bireyin yabancı olmadığı bir absürdlük içinde geli­ şir. Rejisör Özgür Yalım'ın değişiyle "Tek boyutlu yaşamın yönetimi yö­ netici keyfine bırakılırken bireyler bu durumu kanıksarlar." İşte bu kanıksama da çürüyüşün en temel öğelerinden biridir.


misi ile Anadolu'ya (İstanbul'a) ge­ lişi ile bir ulusun fahişelerinin sö­ mürge askerlerine peşkeş çekilişi, bunun karşılığında da iktidarın ge-

Hacı Yatmaz • Bakırköy Belediye Tiyatrosu

Hacı Yatmaz Evrensel

Oyuncuları Night Clup

Yazan-Yöneten: Haşmet Zeybek Müzik: Reyman Eray Giysi ve Sahne Tasarımı: Feyza Zeybek Oynayanlar: Ülkü Ülker, Ercüment Balakoğlu, Naci Alpkan, Dilek Kervan, Elif Ataman, Nihat Oktay, M. Ali İşgüder, Yaşar Özdemir, Mesut Akçayöz, Songül Şener, Funda Ersin, Mehmet Atak

pe cy

Yazan: Cevat Fehmi Başkut Yöneten: Pekcan Koşar Sahne Tasarımı: Ali Yenel Kostüm: Gönül Sipahioğlu Oynayanlar: Munis Düşenkalkar, Orhan Aydın, Nurhayat Atasoy, Cihan Bıkmaz, Berna Oğuzutku, Aytekin Özen, Erkan Can, Çetin Etili, Itrî Koşar, Bülent Çarıkçı, Muhsin Kurtaran, Erol Eratlar, Münir Akça, Orhan Aydın

Pezevenk Para

G ü z e l l i k l e r Evi Salon: Olimpia

a

Bakırköy Belediye T i y a t r o s u Salon: Yunus Emre Kültür Merkezi

Bakırköy Belediye Tiyatrolarında 1994-95 sezonunda oynayacak ye­ ni oyunlardan ilki Cevat Fehmi Başkut'un yazdığı "Hacı Yatmaz" adlı oyun. Oyun, her dönemde karşılaştığı­ mız, özellikle son yıllarda toplumu bir hastalık olarak kemiren; çıkar­ cı, yoz güç ve paradan başka değer tanımayan, iktidar hırsı ile her tür­ lü ahlâki değeri çiğneyen, sığ, gös­ teriş düşkünü, kültürel kirlenme­ nin ürünü olan bir zihniyeti ve ilişkileri yermekte; akıcı bir oyun trafiği ve renkli tiplemeleriyle "kir­ li bir toplum" parodisini eleştirel vodvil tarzında sahneye getirmek­ te.

Haşmet Zeybek'in yazıp yönettiği "Evrensel Pezevenk Para" adlı oyunla sahnelere merhaba diyecek olan Güzellikler Evi Oyuncuları, oyunlarını bir gece kulübünde iz­ leyici ile buluşturacaklar. Birtakım maddi güçlüklerin ötesinde, oyun­ cular ile seyirci arasında bir engel gibi gördükleri İtalyan Sahne'nin ötesine geçebilmek, seyirci ile doğ­ rudan iletişim kurabilmek, seyirci ile beraber bir oyun çıkarabilmek düşüncesinden hareket eden Gü­ zellikler Evi Oyuncuları, oyunları­ nın içeriğine de uygun düşen bir mekâna, bir gece kulübüne davet ediyorlar seyirciyi. Bir erginlenme şöleni ile aracılığın resmi tarihinin anlatıldığı bu oyun­ da 19.yy'ın sonlarında İngiliz sö­ mürgeciliğinin Victoria Savaş Ge-

yerlere ruhsat vermesi çerçevesin­ de, Hafız'ın kişiliğinde toplumun erginlenmesi; Özgür'ün bilincinde tarihin eleştirisi; Yusuf'un kişiliğin­ de çelişkilerin uzlaştırılması. Beyoğlu Zürafa Sokak'ta başlayan bu tarihi serüven bugünkü Beyoğlu'unda bilinmeyen tarihi mekanla­ rıyla, fahişeleriyle, emelleriyle, sefilleriyle, pezevenkleriyle, mamalarıyla, tinercileriyle, şairleriyle, barlarıyla, gece kulüpleriyle uzaktan tanıdığımız bir Beyoğlu'nu kendi ortamında kırmızı masalarında oturarak, bir düğün salonunu an­ dıran cafcaflı ışıkları, bol aynalı sahnesiyle bir tiyatro oyurtu seyret­ me, varlığımızla bir tiyatro oyunu meydana getirme imkânı tanıyor bizlere Haşmet Zeybek ve Güzel­ likler Evi Oyuncuları. Bir anlamda tuluat'a yakın olan bu yapıt, "Tuluat geleneğini yaşamış İstanbul'un" ve onun en karmaşık kültürlerini birleştirmiş Beyoğlu'nun kendisidir. Oryantalden kantoya, oyun havala­ rından valse elbirliğiyle, gönülbirliğiyle bir karşı çıkış için, hep bera­ ber kazanmak için bir yaşamı "Evrensel Pezevenk Para" diyor, Güzellikler Evi Oyuncuları.

Kavuklu

İş

Buldu K o z a T i y a t r o s u Salon: Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Yazan: Ünver Oral Yöneten: Erol Günaydın Oynayanlar: Kadir Gültekin, Haluk Kuyumcu, Ahmet Başımoğlu, Hakan Akar, Emek Göke, Müge Tüzemen, Uğur Özyazmacı, Tamer Kaya, Adem Unsal, Mustafa Pehlivan, Ayşegül Zorlukol, Aydın Ayna, İbrahim Uygur, Aylin Uyanıktürk


Koza Tiyatrosu bu sezon repertua­ rına bir ortaoyununu "Kavuklu İş Buldu"yu ekliyor. Yönetmenliğini Erol Günaydın'ın yaptığı bu oyu­ nun konusu şöyle: Çocukluk arka­ daşı olan Kuvuklu ve Pişekâr yıllar sonra karşılaşırlar. Artık iş hayatı­ na atılmış olan bu iki arkadaş ara­ sında geçen oyunda iş dünyasının alavereleri dalavereleri anlatılmak­ tadır. Koza Tiyatrosu bu oyunu Şu­ bat'tan itibaren Kadıköy Halk Eği­ tim Merkezi'nde ve Altunizade Kültür Merkezi'nde sergileyecek.

laşmanın büyük ustası Franz Kafka'yı, yalnızlığını, hayatına giren Felice, Milena ve Dora'nın birbir­ leriyle hesaplaşmalarını, aşklarını anlatıyor. Grup Kafka'yı Şubat ayında Cuma ve cumartesi günleri Aksanat'ta iz­ leyebilirsiniz.

İhsanın Evreleri

Kartal

Bir Yalnızlık Hikâyesi

"Kafkanın Kadınları" G r u p K a f k a Salon: A k s a n a t

İşliği

Yazan: Berthold Brecht-Fatih Altınöz Yöneten: Çetin Etili Müzik Düzenleme: Hamit Ündaş Dekor-Kostüm Tasarımı: Çetin Etili Oynayanlar: Çetin Etili, Özlem Doğuş, Serhat Özcan

cy a

Yazan: Michael Almaz Çeviren: Ali H. Neyzi Y ö n e t m e n : Hülya Karakaş D e k o r Tasarımı: Veli Kahraman Kostüm Tasarımı: Tcherina Oyuncular: Hale Akınlı, Alev Oraloğlu, Esin Umulu, Ersin Umulu

Sanat

pe

Grup Kafka Michael Almaz'ın ese­ rinden çevirisini Ali H. Neyzi'nin yapmış olduğu "Bir Yalnızlık Hi­ kâyesi- 'Kafka'nın Kadınları' " adlı oyunu Şubat ayında Aksanat Kül­ tür Merkezi'nde sergileyecekler. Grup Kafka bu oyunda, yabancı­

Kartal Sanat işliği İsmail Işılsoy'un yazdığı Çetin Etili'nin yönettiği "Masal" adlı çocuk oyunuyla yeni sezona merhaba diyerek Karadeniz turnesi ile Samsun, Amasya, To­ kat, Niksar, Erbaa, Ladik gibi il ve ilçelere hatta köylere kadar uzandı. Şubat ayında ise yetişkinler için ha­ zırladıkları bir oyunla "İhsanın Ev­ releri" ile seyircisi ile yeniden bu­ luşacak olan Kartal Sanat İşliği bu

Bir Yalnızlık Hikâyesi "Kafkanın Kadınları" • Grup Kafka

oyunda günümüz aydınının sorun­ larına eğiliyor. Daha önceki dönemlerin, askeri darbelerin baskılarıyla edilgen bir kimliğe kanalize edilmeye çalışıl­ mış beyinler, zaman zaman bu kimliği giyinmiş ve süreç içinde yi­ tip gitmiş. Zaman zaman da direni­ şi, gücü yettiğince sürdürmüş. Bu dayanılması zor onur savaşında edilgenleşen insanlar köşelerine çe­ kilip birikimlerini kişiliklerinin sa­ vunma mekanizmasına kalkan ya­ pıp eleştirel bir yapı oluşturmuşlar. İnsanlarda yanlış yaparım korkusu, deneme yanılma olgusunun yerine geçer olmuş. Bu geneli kapsamada önemli bir sorundur. Yani, ya ya­ pamazsam korkusu hiçbir şey yap­ mamayı getirdiğinde tehlike başla­ mıştır. Bu noktadan yola çıkarak Brecht'in evrenselliği içinde Fa­ tih'in, Çetin'in, Serhat'ın, Özlem'in oyuna katmak istediği gün­ cellik Brecht'in evrenselliğine saygısızlık olurmuydu. Bizce ol­ mazdı. Çünkü dünya hızla kapitalistleşmeye giderken(!) dünya üze­ rinde şablon devletler oluşmaya başladı. Her yerde çevreden, ekonomiden, insan haklarından, çarpık değer yargılarından, yozlaşmadan dolayı insanların çığlıkları duyulmaya başladı. Çünkü ekonomik güç bu çığlıkları atanlarda değildi. Bu noktada Brecht'in evrenselliği bu çığlığı atan insanlarla dünyanın bir yerlerinde birbirlerine karışıp güncelleşiyor, ölümsüzleşiyor. Daha çok kazanmak hedeflendikçe, satı­ lacak şeyler o derece çoğalıyor. Meğer insanoğlunun satacağı ne çok şey varmış. Ya bedeli! Şimdi satış dönemi. Sonuçları ya­ kın bir dönemde kendini göstere­ cek. Gösteriyor da. Brecht'in dediği gibi: "Bir yanda yenilenler vardı, gene/Bir yanda yenenler vardı./ Yenilen yanda yoksullar kırılıyordu açlıktan/ Ye­ nen yanda açlıktan kırılıyordu gene yoksullar" Yenensiz ve yenilensiz bir dünya için/ "İhsanın Evreleri" bir bakış­ tır sadece/ Kendine uzak insanlar


Hayvanat Bahçesi

Eroin T i y a t r o M e t r o p o l Salon: Kadıköy Halk Eğitim Merkezi

Yıldız

Yargılanması

pe

cy

Yazan:Korhan Abay Yöneten: Nurettin Küçükmotor Sahne Tasarımı: Tacettin Çelebi Müzik: Kudret Kurtcebe Işık: Abdullah Küçükmotor Koreografi: N. Küçükmotor Oynayanlar: Berna Erkartal, Nurettin Küçükmotor, Hakan Uyanık, Deniz İlhan, Hakan Bozkurt, Nuran Paro, Gül Çakır, Muhammet Uçar, Yeşim Uzun, Ahmet Biçer, Altuğ Kuşlu, Gülfem Güllüoğlu

durulduğu yolunda ortaya atılan aralarındaki sorunlarda artar. Liliiddiaları soruşturmak için Yılan uyuşturucu parası bulabilmek dız'da bir mahkeme kurdurması, için vücudunu satmaya kadar gi­ Mithat Paşa'yı da tutuklatıp Abden bir müptela olmuştur. Franz, dülaziz'in ölümünde rol oynadığı Martinle kavga ettikten sonra keniddiasıyla yargılatmasını daha son­ dine aşırı dozda eroin enjekte ede­ ra sürgüne gönderilen Mithat Parek intihar eder. Martin ve Likan şa'nın zindanda boğularak öldü­ eve geldiklerinde Franz'ın cesediy­ rülmesiyle son bulan süreci le karşılaşınca şok geçirirler. anlatıyor oyun. Franz'ın ölümü Martin'in iyice da­ Abdülhamit döneminde üç çeşit ğıtmasına sebep olur. Bir ara ero­ işkence vardır. Çengele asılmak, inden kurtulmayı deneyen Martin çarmıha gerilmek, kazık. Kafanın Lilian ikilisi sonunda eroine yenik sobaya sokulması, hayaların ezil­ düşer. Martin'in ölümünün ardın­ mesi, ustura ile diri diri deri yüz­ dan Lilian tedavi altına alınır. mek, cımbız ile sinirleri çekmek, Tiyatro Metropol'ü 3 Şubat'tan iti­ çekiç ile kol-bacak kırmaksa bili­ baren Kadıköy Halk Eğitim Mernen bir gerçek. kezi'nde izleyebilirsiniz. Bütün bunların yanı sıra, bir gün savaş çıkarsa, boğazlar, din, petrol yüzünden çıkar diyen, bunu yüzyıl önce söyleme cesaretini gösteren Mithat Paşa ve arkadaşlarının yar­ gılanmasını konu eden oyunda Mithat Paşa'ya tanınmayan kendi­ İzmir Devlet Tiyatrosu ni savunma hakkının insanın en önemli haklarından olduğu vurguYazan:Orhan Asena Yöneten:Haldun Marlalı Oynayanlar: Şener Ünal, Vedat Özkök, Bayazıt Gülercan, Zeliha Güney, Fatih Kahraman, Zafer Önal, Sedat Şenoğlu, Yılmaz Tüzün, Melek Tartan, Sedat Demir, Ekrem Kocaçal, Yavuz İmsel, Erol Aksoy, Levent Ulukut, Ebru Unurtan

a

her şeye yabancıdır./ Biz sadece ustanın gölgesinde yabancılaştırdık./ Yabancı kalmamak için! Oyunları "İhsanın Evreleri"ni işte böyle anlatıyor Kartal Sanat İşliği. Bu oyunu Şubat ayından itibaren ilk önce Kartal ve Pendik'te, daha sonra İstanbul'un çeşitli salonla­ rında dönüşümlü olarak sahnele­ yecekler.

Tiyatro Metropol bu sezon Korhan Abay'ın yazdığı "Eroin" adlı oyunu Şubat ayından itibaren sah­ nelemeye başlayacak. Uyuşturucu müptelası olan Martin ve Franz aynı evi paylaşan samimi iki arkadaştır. Franz'ın sevgilisi Cassi, bir diskotekte Martin'i Lik­ an adında bir kızla tanıştırır. Lilian 16 yaşında henüz hiç uyuşturucu görmemiş, masum ve utangaç bir kızdır. Çok kısa sürede Martin ile Lilian arasında duygusal bir ilişki başlar, Böylece Lilian bir anda kendini çeşitli uyuşturucular kulla­ nan ve uyuşturucu parası kazan­ mak için her şeyi yapan gençlerin arasında bulur. Uzun zaman geç­ meden Lilian'da uyuşturucu kul­ lanmaya başlar. Zamanla uyuşturu­ cu dozu arttıkça Martinle

İzmir Devlet Tiyatrosu'nda Şubat ayında sahnelenecek olan sezo­ nun 8. oyunu, Uğur Mumcu'nun önerisiyle Orhan Asena'nın kale­ me aldığı "Yıldız Yargı­ lanması" belki de günü­ müze tam da denk düşen bir oyun. Sultan Murat'tan sonra taht'a çıkan 2. Abdülhamit'in, amcası Abdülaziz'in intihar etmeyip öl­ Yıldız Yargılanması • İzmir Devlet Tiyatrosu Tiyatro Tiyatro 65


İstanbul Şehir Tiyatrosu

Yazan: Emile Fabre Uyarlayan: Hüseyin Suat Çeviri Yazı: Sezai Gülşen, Doğan Yavaş Düzenleyen-Yöneten: Zihni Küçümen Sahne-Giysi Tasarımı: Ayşen Aktengiz, Sabahat Çolakoğlu Efekt Tasarımı: Hitay Daycan Oynayanlar: Necdet Mahfi Ayral, Şehime Erton, Jeyan Mahfi Tözüm, Mücap Ofluoğlu, Nüvit Özdoğru, Fuat İşhan, Hale Akınlı, Sevil Uluyol, Celile Toyon Şehir Tiyatroları 80. kuruluş yıldö­ nümünde, temsil ettiği ilk oyunu tekrar sahneliyor. 19 Ocak 1916 yılında Reşad Rıdvan tarafından sahneye konan ve Türk Tiyatro­ su'nun ilk resmi kurumu Darülbedayi'nin ilk piyesi olma özelliğini taşıyan "Çürük Temel" bu kez Zihni Küçümen tarafından bir 'okuma tiyatrosu' olarak sahnelen­ di.

pe cy

"Yıldız Yargılanması" adlı oyunu­ muz, bu duygu ve düşüncelerin, sanat yoluyla ve tiyatro aracılığı ile tarif edilmesidir. Oyunumuz pek çok sorunun tartışılmasına yol aça­ caktır. Adalet, yasa, suç, iftira, iş­ kence, onur, insan hakları ve tari­ hin unutmamazlığı gibi kavramları tartışırken, kuşkusuz günümüze dair bir değerlendirme de yapıla­ caktır." diyerek bu oyunu sahnele­ melerinin nedenlerini açıklıyor. Oyunun yazarı Orhan Asena ise bütün gerçeği belki de şu birkaç cümlede özetliyor: "Yazık ki, tari­ himizde, böyle bir yüzkarası dö­ nem yaşanmıştır. 33 yıllık hüküm­ darlığı sırasında, birçok aydının öldürüldüğü, kaçırıldığı, sürgüne mahkum edildiği, adaletin kana bulandığı Kızıl Sultan Abdülhamit çağı, elbette bir trajik çağdır. Peki, bugün dev­ ri dilârayı demokraside böyle güme giden aydın­ larımız, yazarlarımız, dü­ şünürlerimiz yok mu? Bunların failleri nerede peki? Sevgili dostum Uğur Mumcu! Acaba, bu oyunu yazmamı, bu­ nun için mi istedin ben­ den?"

Çürük Temel

a

lanmakta, adalet sisteminin o gün­ den bu güne uzanan çarpıklıkları eleştirilmekte. İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürü Cengiz Yılmaz: "....sevgili Uğur Mumcu'nun katledilmesinin yıldö­ nümünde, İzmir Devlet Tiyatrosu olarak iki günlük bir etkinlik prog­ ramı düzenlemiş bulunmaktayız. İzmir Barosu'nun da katkıda bulu­ nacağı "Uğur Mumcu" etkinlikle­ rinde, laik, demokratik ve çağdaş Türkiye düşüncemizi İzmirlilerle paylaşacağız.

Bizler de buradan katle­ dilen tüm insanları, ay­ dınlarımızı, yazarlarımı­ zı, düşünürlerimizi saygıyla anıyor tüm sa­ natseverlere 14 Şubat'tan itibaren gündemi çok iyi yakalayan bu oyunu seyredebilecek­ lerini duyuruyoruz.

İşhan, Jeyan Mahfi Tözüm, Mücap Ofluoğlu ve Nüvit Özdoğru'yu yıl­ lar sonra yeniden sahne üzerinde görme mutluluğuna eriştiğimiz bu oyunda Hale Akınlı, Celile Toyon ve Sevil Uluyol da "Çürük Temel"in ustalarına eşlik ettiler. Hüseyin Suat Yalçın tarafından, Fransız yazar Emile Fabre'nin "La Maison d'Argile" adlı oyunundan uyarlanan "Çürük Temel" bir bo­ şanma olayı çevresinde gelişiyor. 80 yıl önceki ilk "Çürük Temel"de Roza Felekyan, Kınar Hanım, Eliza Binemeciyan, Adrien Binemeciyan, Sara Mannik, Muhsin Ertuğrul, Nurettin Şevkati ve Ahmet Muvahhit Bey rol alıyordu. "Çürük Temel "in ilk genel provası 19 Ocak 1916 tarihinde, özel da­ vetliler için yapıldı. Davetiyelerin üzerinde şunlar yazıyordu: "Darülbedayı'nin ilk temsil edeceği 'Çürük Temel'inumumi provası Kânun-ı Sâni'nin 6. çarşamba günü akşam saat dokuzbuçukta Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu'nda icra edilece­ ğinden teşrifleri mütemenâdır efen­ dim. "

Bugün artık emekli olan Şehir tiyatroları'nın ustalarını, Nejdet Mahfi Ayral, Şehime Erton, Fuat

Çürük Temel kadrosu toplu olarak • İstanbul Şehir Tiyatrosu


cy

pe a


a

pe cy


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.