a pe cy Hayatın bize neler getireceğini bilemiyoruz. Doğal olarak hepimiz çeşitli endişeler taşıyoruz. Ya kaza geçirirsem, ya ameliyat olmam gerekirse diye binbir tane olasılık düşünüyoruz. Tüm bu endişelerden kurtulmak, başınıza birşey geldiğinde birine yüzde yüz güvenmenin rahatlığını yaşamak istiyorsanız Yapı Kredi Sigorta'ya gelin... "Ya?"lardan kurtulun...
* Türkiye'nin her yerindeki Yapı Kredi Sigorta Acenteleri ve Yapı Kredi Şubelerinden ayrıntılı bilgi alabilirsiniz.
www.yksigorta.com.tr
Müşteri Hizmetleri: (0212) 336 09 09
Sigorta
S A Y I : 1 7 9 Beş Y e n i
TL
T İ Y A T R O
ISSN 1300-7963 TEMMUZ 2 0 0 7
A Y L I K
T İ Y A T R O
w w w . tiyatrodergisi.com.tr
Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Yazı İşleri Müdürü: Ebru Seyhan Koordinatör: Duygu Atay Tiyatro Eğitimi Editörü: Ali Taygun Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrul Timur Düzelti: Ayşe Nalân Özübek Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Hat Baskı Sanatları T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax:
L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e-posta: e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r
Abonelik İçin: (0212) 259 21 24 - 259 34 98 • e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 60 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245
Yayın Türü: Yerel Süreli
Kapak Tasarımı: Genco Demirer (57 elliyedi) EDİTÖRDEN: / S. 3
cy a
HABERLER: / S. 4
SAHNE TOZU: Yeşim Koçak'la Bir Romanın Sayfalarından Tiyatroya / Özlem Özdemir S. 5
ELEŞTİRİ: "Chamaco" / Üstün Akmen / S. 10 ELEŞTİRİ: "Dört Bölü Dört" / Eser Rüzgar / S. 13
pe
İNCELEME: Yaratıcı Dramayla... / Sadık Aslankara / S. 16 ELEŞTİRİ: "Kassandra"nın Anlattıkları ve "Euridike'nin Çığlığı / Robert Schild / S. 18 BİR YAZI: Bu Yazıya Başlık Gerekmiyor / Ahmet Levendoğlu / S. 21 ELEŞTİRİ: "Sansürcü" / A. Deniz Bozer / S. 26 İZLENİM: Ordu İzlenimlerim / Üstün Akmen / S. 29 İZLENİM-ELEŞTİRİ: 1. ÇGSG Sahne Sanatları Buluşmasının Ardından / Bahar Karlıdağ / S. 32 İZLEYİCİ TEMSİLCİSİ: Mayısta Festivallere Geldik / Gökhan Esentürk / S. 37 AVRUPA TİYATROSU: / Tilda Tezman / S. 57 THESPİS'İN DELİLERİ: Mevlâna&Freddy AKM Sahnesi'nde Buluşunca /Yusuf Eradam / S. 44 GÖRÜŞ: Dünya Bir Sahnedir Zaten, Siz Ne Kadar Karartsanız da! / Genco Demirer / S. 49 DANS/TANITIM: Faili Meçhul / Zeynep Aksoy / S. 50
YORUM: Tiyatro Yapmak, Kalkışmak / Sadık Aslankara / S. 52 ÇOCUK TİYATROSU: Editör: Nihal Kuyumcu / S. 67
1
a
pe cy
*** Kent Oyuncuları'nda parlamaya devam eden Yeşim Koçak bu sayımızda Özlem Özdemir'in konuğu oldu ve ortaya keyifle okuyacağınız bir söyleşi çıktı.
Üstün Akmen, Ordu izlenimlerine Çocuk Tiyatrosu Festivali ile devam ediyor. Tilda Tezman, Avrupa Tiyatrosu'ndan izlenimlerini sürdürüyor, yaz boyunca da festivallerden izlenimlerini sürdürmeye devam edecek.
pe cy a
Mustafa Demirkanlı / mdemirkanlı@tiyatrodergisi.com.tr
Editörden
Yaz sıcakları, seçim sıcakları, tiyatronun sıcağını bastırmış durumda, nasıl olsa "Özel Tiyatrolara Devlet Desteği" de dağıtıldı, demeye kalmadı ki, 7 tiyatronun: Hadi Çaman, Tiyatro Kedi, Tiyatro İstanbul, Tiyatrokare, Sadri Alışık Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu ve Reha Bilgen Tiyatrosu'nun, desteğin adil dağıtılmadığını ileri sürerek ek destek istedikleri haberi geldi. Bu destek artık öyle bir hal aldı ki dikiş tutar yeri kalmadı. Yeni hükümetin, yeni bakanına kişilerin veya kişisel örgütlerin brifing(!) vermeden önce, bu konunun enine boyuna masaya yatırılmasında yarar olduğunu düşünüyorum, çünkü bu tartışmaların kamuoyu önünde yapılması tiyatronun genel prestijini de yeterinden fazla sarstı.
***
Üstün Akmen, Robert Schild ve Eser Rüzgar geçmiş sezon oyunlarının eleştirilerine devam ediyorlar, Yusuf Eradam'da Thespis'in Delileri'ne...
***
Ahmet Levendoğlu, geçen sayıda yayımlanan Yusuf Eradam'ın "Eleştiri ve Tahammül" yazısına yanıt vererek, verdiği bu yanıtın son olduğunu, tartışmayı Eradam yanıt verse bile sürdürmeyeceğini belirterek bitiriyor, bence iyi de yapıyor. Söylenecekler söylendi, sonrası, artık gereksiz polemikler oluşturma riski taşıyor, ki her iki değerli yazarımızın zamanına yazık diye düşünüyorum.
Bu yaz, derginin portalı biraz değişecek. Önümüzdeki aylarda, tiyatrodergisi.com.tr sadece derginin web sitesi olacak, aboneler takip edebilecek ve şu anda olduğu gibi sadece yazılara ulaşmakla kalmayıp, dergiyi basılı hali ile de görebilecekler, yine istedikleri yazılara metin olarak ulaşabilecekler. Şu an yayında olan haber portalı ise tiyatrodergisi.net adresinden yayınına devam edecek. Tiyatro Ödülleri ise arkadaşımız Gökhan Esentürk'ün üzerinde çalıştığı tasarımıyla yepyeni bir biçemde tiyatrodergisi.org adresinden yayın yapacak. Tiyatro Ödülleri demişken, Seçici Kurul üyeleri yavaş yavaş seçimlerini Ebru'ya iletmeye başladılar, sezon ortasında, Ekim sonu gibi, ödüller sahiplerini bulacak, biz de o zamana kadar tören hazırlıklarını rahat rahat yaparız diye düşünüyoruz, bir de şu sıcaklar olmasa...
3
Dekoratör ve Kostüm Kreatörleri Prag'da
Haberler
Prag'da düzenlenen "Barışın Sürekliliği İçin Sanatsal Yardımlar Geçidi" başlıklı festivale Türkiye'den de tasarımcılar katılıyor. 14-24 Haziran tarihlerini kapsayan festivale, kostüm kreatörleri: Funda Cebi, Gazal Erten, Melahat Esra Selah, Fatma Görgü ve dekoratörler: Hakan Dündar, Gülümser Erigür, Funda Yılnur Saraç, Işın Mumcu, Murat Gülmez, Bukhet Akaya, Yıldız İpeklioğlu, Ayşe Şirin Dağtekin, Behlüldane Tor katılıyor. Dört yılda bir yapılan etkinlikte sergilenen eserler elli dokuz ülkeye yayılıyor. Sahne tasarımcıları tarafından Tiyatro Olimpiyatı olarak da adlandırılan etkinlikte, tasarımcılar, yönetmenler, öğrenciler ve halk bir araya gelip fikir alışverişinde bulunabiliyor. Etkinlik otuz yıllık bir geçmişe sahip.
Aydın Üstüntaş Tiyatro Ödülleri Özen Yula, Ülker Koksal, Tanju Cılızoğlu, Şahin Ergüney, Ebru Üstüntaş, İbrahim Dizman'dan oluşan Aydın Üstüntaş Tiyatro Ödülleri Seçici Kurulu, bu yıl ki ödülünü Hayati Asilyazıcı'ya verdi. Kurul ayrıca Filiz Elmas'ı Özel Ödül'e değer gördü. Aydın Üstüntaş'm ailesi tarafından verilen Onur Ödülü ise Seçkin Selvi'nin oldu. Ödül töreni, 12 Mayıs'ta Ordu'da yapıldı. Gecede Aydın Üstüntaş'ı anlatan belgesel film sunumundan sonra Aydın Üstüntaş'm yazdığı, Sedat Demirsoy'un yönettiği Esin Kartaloğlu Açıl, Ziver Armağan Açıl ve EbruÜstüntaş'ın oynadığı "Gökte Kaç Yıldız Var" adlı oyun sahnelendi.
İBBŞT 2007-2008 Repertuvarını Açıkladı
pe cy a
İstanbul Şehir Tiyatroları, 2007-2008 repertuvarlarını açıkladı. Tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer, Malta Köşkü'nde yapılan basın toplantısında yeni repertuvarlannın tüm seyirciyi kapsayacağım düşündüklerini söyledi. Gelecek sezonda "İstanbul" temalı oyunların yerli oyunlar bölümünde özel bir yeri olacağını belirten Tuncer, yabancı yazarlardan seçtikleri oyunların ise seyircinin "değişen dünyada Türkiye'nin bulunduğu yere bakmasına olanak tanıyacağını" söyledi. Tuncer, Cumhuriyetin 85. yılı olan 2008 için çok sayıda yeni proje ve etkinlik gerçekleştirmeyi hedeflediklerini de anlatarak Cumhuriyet'e armağan olarak, İsmet Küntay'ın "Tozlu Çizmeler" adlı oyununun sahneleneceğini, aynca Cumhuriyet temalı ödüllü bir oyun yarışması düzenleneceğini bildirdi.
Tuncer, 2006-2007 sezonunun "Ceza Kanunu", "Eskici Dükkanı", "Keşanlı Ali Destanı", "Leyla ile Mecnun", "İlk Göz Ağrısı", "Can Ateşinde Kanatlar", "IV. Murat", "Kantocu", "Lüküs Hayat" ve "Yaprak Dökümü" adlı oyunların devam edeceğini söyledi. İşte İBBŞT'nin 2007-2008 repertuvarı:
Yabancı Oyunlar: Beyazıt (Jean Racine), Size Nasıl Geliyorsa Öyledir (Luigi Pirendello), Tahta Çanaklar (Edmund Morris), Bernarda Alba'nın Evi (Frederico Garcia Lorca), Yazlıkçılar (Yaz Misafiri) (Maksim Gorki), Geçmişten Gelen Kadın (Schimmelpeenning), Fizikçiler (Friedrich Dürrenmatt), Satıcının Ölümü (A. Müller), Doğrular (Albert Camus), Barut Fıçısı (Dejan Dukovski), Çılgın Dünya (Lope de Vega), Ölümsüz Öykü (Karen Blixen), Yıldızlar Altında Cinayet (Elçin), Titanik Orkestrası (Hiristo Boyçef), Üç Kız Kardeş (Anton Çehov), İyi Geceler Anne (Marsha Norman), Kim Kimi Kimle (Alan Ayckbourn), Savaş ve Kadın (Mate'i Visniec), Saygılı Yosma (Jean Paul Sartre), Yaban Ormanı (A. Ostrovski) Yerli Oyunlar: Tozlu Çimenler (İsmet Küntay), Yolcu (Nazım Hikmet), Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (Aziz Nesin), Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye (Sait Faik), Mesun İnsanlar Fotoğrafhanesi (Ziya Osman Saba), Mai ve Siyah (H. Ziya Uşaklıgil), Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe (Orhan Asena), Gözlemeci (Derleme-oyunlaştıran Rauf Altmtak), Sinekli Bakkal (Halide Edip Adıvar), Divane Ağaç-Yunus Emre (Turgay Nar), Ceza Kanunu (İ. Ahmet Nuri Sekizinci), Eskici Dükkanı (Orhan Kemal), Keşanlı Ali Destanı (Haldun Taner), Leyla ile Mecrun (İskender Pala), İlk Göz Ağrısı (Feraizcizade Mehmet Şakir Efendi), Can Ateşinde Kanatlar-Mevlana (Turgay Nar), IV Murat (Turhan Oflazoğlu), Kantocu (Haldun Dormen), Lüküs Hayat (E. Reşit Rey/C. Reşit Rey), Yaprak Dökümü (Reşat Nuri Güntekin) Çocuk Oyunları: Karagöz Geri Döndü (Caner Bilginer), Şahmeran (Gülşah Gülebenzer), Kibritçi Kız (Hans Christian), Damlalar Dansı (S. Ergenekon-G. Aktemur), Küçük Karabalık (Samet Behrengi), Hırsız Kim (Bülent Kavas), Çiçek Prenses (Hasan Erkek), Bir Yıldız Seç Kendine (Zerrin Akdenizli Çelenk), Temizlik Ülkesi (Ayten Soykök), Doğ Güneşim Doğ (Dersu Yavuz Altun), Trafik Canavarını Gördünüz Mü? (Mürsel Yaylalı), Çevreci Prens (Fikret Yayan), Gök Kuşağının Altında (Nilbanu Engindeniz), Kedi ile Palyaço (Erhan Özçelik), Lay Lay Lom (Sevgi Sakarya), Bremen Mızıkacıları (Grimm Kardeşler).
4
Fotoğraflar: Fırat Erez
pe
cy
a
Sahne Tozu
Yeşim Koçak'la
Bir Romanın Sayfalarından
Kent Oyuncuları'nın oynadığı Anna Karenina oyununun içinden Anna'yı alıp masamıza buyur ettik. Onun deyimiyle "birlikte oyunu çekiştirdik"
Tiyatro'ya
Özlem Özdemir / ozlmozdmir@gmail.com
Değerli okuyucular, başlamadan önce sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim bir duygum var: dördüncü buluşmamıza kadar ben o kadar şanslı buluşmalar ve tanışmalar yaşadım ki çok mutluyum. Çok doğru seçimler yaptığımı görmek, tiyatroya olan inancımı besliyor. Konuklarım sadece dergi sayfalarında yazı kahramanı olarak kalmayıp hayatımın içine dahil oldular. Ve ortaya çıkan işten benim kadar mutlu olduklarını paylaşarak daha iyisini yapmam için beni iten güç oldular... Hepsine paylaştığımız değerli 'an 'lar için tekrar teşekkürlerimi gönderiyorum... Kent Oyuncuları 'nın Kenter Tiyatrosu 'nda oynadığı Anna Karenina oyununun içinden Anna 'yi alıp masamıza buyur ettik. Onun deyimiyle "birlikte oyunu çekiştirdik" ve biz çok eğlendik. Eğlencemizin cümlelerden size de ulaşması dileğiyle...
Buluştuğumuzda bana " saçlarımız da aynıymış " dedi gülerek ve biz Yeşim Koçakla saç kardeşliğinde buluştuk. İnsanın birinde benzer özellikler bulması ilişkinin ilerlemesini hızlandırıyor. Biz Yeşim'le kaynaştık, saçlarımız haricinde pek çok ortak yönümüz olduğunu anladık. Yeşim Koçak, buklelerinin ördüğü güzel yüzüne düşmeyen gölgelerle içimi sıcacık yapan biri oldu. Bir kadınla, önemli bir roman kahramanı kadını konuşmanın keyfini çıkaran ben, ayrıldığımızda içimdeki umut çiçeğinin bir tane daha açtığını gördüm ve gülümsedim ama yine kimse görmedi.. .yine kimse bilmedi.. .yine size fısıldıyorum şimdi... Anna Karenina, yüzeysel olarak bakıldığında evli bir kadının yasak bir aşk yaşaması ve bu konuda toplumla girdiği çatışmanın anlatıldığı bir oyun olarak görülebilir. Ancak altı dipsiz bir kuyu gibi. Tolstoy romanları güncelliğini her
5
Albenisi orada, güzelliği bence Hollywood filmlerinin bizde bıraktığı imaj. O kadar doğal ve sıcak ki mağrurluk bile biçim değiştirir bence sıcaklığında, içim sıcacık yanında. Bu oyunu izleyene kadar benim kafamda da Anna daha mağrur bir kadındı. Sizin Anna'nız bana daha sahi geldi. Daha gerçekçi, bizden biri. Çünkü o kadın ben de olabilirim, siz de. Evet, romanda da öyle değil zaten. Biz de Anna roman kahramanı kokmasın istedik. Herkesin başına gelebilecek bir şey yaşadığı, biz sadece o zamanki koşulları yaşamıyoruz.
cy
a
zaman koruyor. Bu oyunda da olduğu gibi kadın hâlâ aynı sorunlarla yaşamaya devam ediyor. Peki size göre Anna nasıl bir kadın? Bir kere çok cesur bir kadın. Tolstoy kadın erkek ilişkisini çok iyi yakalamış. Toplumla kadın, toplumla erkek, toplumla evlilik ilişkilerini o kadar iyi keşfetmiş ki bütün kombinasyonlarını yaşamış ilişkilerin. O kadar üstten bakmış, saptamış ve yazmış ki o yüzden hiç eskimiyor. Anna bana gerçekten yaşamış biri gibi geliyor. Hatta bazen bunu yanlışlıkla söylüyorum. Kurgu gibi yaklaşmıyorum çünkü Tolstoy da öyle yazmış. Anna aslında, bizim yorumumuzda aşk peşinde değil, sıradan bir evliliği var, toplumca uygun görülen düzgün bir evlilik. Onun tatmin etmeyen bir şey olduğunu biliyor ama onun ne olduğunu bilmiyor. Romanda da " ben de mecliste kalkıp unutulmaz konuşma yapan kahraman olmak istiyorum" diyor mesela. Belki bir işi olsaydı, o dönemde kadınlar çalışmıyordu, o boşluğu belki işiyle dolduracaktı. İçindeki gücü aktaracak bir platformu yok. O tutkusunu aktarabileceği şey, karşısına, "adam" olarak çıkıyor. Ondan sonra cesareti giriyor işin içine ve toplumun ondan istediği ikiyüzlülüğü yapamıyor. Çünkü o ahlaksızlık gibi geliyor Anna'ya, diretiyor. Sonunda onu toplum öldürüyor, tren değil.
pe
Şimdi daha rahat koşullarda yaşıyor görünsek de kadın aynı sorunları yaşamaya devam ediyor. Tabii, yaşıyor. O zamanlarda beklenen şey; flörtler yaşanıyor ama istenen her şey istenildiği gibi yürüsün, yaşananlar belli edilmesin. Anna, "ben aşkımı yaşayacağım" diye direttiği için ona karşı çıkıyorlar, çünkü kendileri o kadar güçlü değiller, o yüzden eziyorlar başını.
Yeşim'in Anna'sı seyretmeye değdiği gibi dinlemeye de değiyor.
Bu kimliğe bürünürken içinizde kalan, sizi etkileyen bir duygu var mı? Kendi hayatımda mı? Herhangi bir role yaklaşırken hep kendi içimden, kendi yaşadığım olaylardan paralellikler kurarak yola çıkıyorum. Mesela hayatımda buna benzer bir şey yaşamamış olabilirim ama ona benzer bir şey hayal edebilirim. Mutlaka kafamda alt metinde ona bezer bir şey kurmuşumdur. Çünkü kendi hayatımla ilgili, hep yere basan bir yaklaşımım oluyor. Yeşim'le Anna arasında özdeşlik kurduğunuz yerler var mı? Var, ben kendi içimde arıyorum diyorum ya rolü, hep yazıldı çizildi güler yüzlü Anna diye, o benim ona yaklaşımım, o benim ona sıcaklığım. Sahici bir şey arıyorduk ve benim malzemem neyse oradan yola çıktık. Benim de özelliğim o, ayrıca Anna'ya da yakışan bir özellik bu. Çünkü o enerjisi zaten böyle bir yaklaşım getirir. Romanda da yazıyor zaten.
6
Siz Anna olsaydınız aynı şekilde davranır mıydınız? Ben de düşündüm bunu, hayır o kadar cesur davranamazdım! Ben insanların beni sevmesini önemseyen biriyim.
Dürüstlüğüyle beni tam on ikiden vuruyor, olduğu yerde olmaktan mutlu biri var karşımda. Kimseyi etkileme çabası yok, gerek de yok, olduğu gibi etki bırakıyor zaten. Aslında Anna da öyle ama? Doğru. Ama buna rağmen çok büyük bir gücü var. Bir de günümüzde yaşayan bir kadın olarak o kadar göz karartıcı bir aşk mümkün müdür onu bilmiyorum. Onu zedeleyecek o kadar çok koşul var ki. O zamanlarda yaşasaydık belki gözümüzü karartırdı aşk. Sürekli çok şık giyiniyorsun, partiler vs. hep şıklık var, belki yapay ama öyle. Aşkı eskiten nedir? İnsanın zaaflarının ortaya çıkmasıdır. O zayıflıkları görmek istemezsin ya, onlar onu yaşamıyorlar. Bir de çok imkânsız koşullar, bir türlü kavuşamıyorlar. Belki de bu yüzden bu kadar bağlanıyorlar. Bu rolü oynamadan önce sizin kafanızda bir Anna var mıydı?
Dürüstlü ğüyle beni tam on ikiden vuruyor, olduğu yerde olmaktan mutlu biri var karşımda. Kimseyi etkileme çabası yok, gerek de yok, olduğu gibi etki bırakıyor zaten.
Dolayısıyla doğru bir seçimmiş Anna için. Anna güzel bir kadın, ona pek çok erkek aşık olabilirdi ama yanlış bir seçim yapabilirdi. Başka bir erkeğin bu noktada seçimi çekip gitmek olabilirdi, yanında durmayı ve paranoyalarıyla birlikte onunla yaşamaya devam etmesinden, onun da cesur bir erkek olduğunu söyleyebiliriz. Tabii, ilk başta Vronski flört amacıyla, o taraklarda O yüzden bu kadar sevildi belki bu oyun. Çünkü bezi olmayan evli bir kadını baştan çıkarmak için yaklaşıyor. Sonradan iş boyut değiştiriyor. aslında insanlar her zaman gerçek olanı benimsiyorlar. Tabii ki. "Ben de onun yerinde olabilirim" dedirtmeli Anna flörtöz bir kadın değil, kırıştırmaya müsait olan bir kadın değil. Kendi halinde yaşarken seyirciye. birdenbire hayatına bir adam giriyor. Anna'nın durumunu şöyle yorumluyorum: Anna Hiç beklemezken, hiç aramazken bir şey karşısına o yüzyılda, ben de varım ve yaşayacağım, çığlığı çıkıyor. Oysa bütün arkadaşları böyle flört ederken, atıyor. Kahramanlar vardır ya, bence de gerçekten o hiç etmiyor. Prenses Betsi iyi arkadaşı, o herkes yaşamış bir kahraman Anna, yaşasaymış bir flört etsin diye partiler veriyor ve Anna'yı ilk başta model olabilirmiş. Var olma adına çığlık atabilme destekliyor. Ama iş değiştikten sonra o da toplumun cesaretini göstermiş. Peki, adamla tanışıyorlar ve yanında yerini alıyor. aralarında kıvılcım oluşuyor. Kıvılcım ilişkiye dönüşmeden önce Anna'nın kendi içinde bir savaş Bu kararı aldıktan sonra, bu bir seçim aslında, başlıyor; doğruluk- yanlışlık, toplumun verdiği hayatına dair bir seçim hakkı kullanıyor orada, kuralların baskısı, çocuğu olması... Bu iç savaşın gerçekten bu aşk mı yoksa aşk adı altında kim içinde Anna size göre neler hissediyor? olduğunu öğrenmek, özgürce yaşamayı seçmek Bence çok zor bir süreç. Adama duyduğu çekim öyle mi sizce? Belki o yüzyılda böyle bir hadise ki ona direnmenin yolu yok. Öyle bir tanımlamayacaktır bunu ama ben alt metinde cinsel çekim hissediyor ki, illa hemen yatağa girmek bunu okuyorum galiba. Aslında olan şey, bir istediği için değil,***onun yanında ürperiyor, yüzüne kadının "benim hayatımı toplum ya da erkekler bakamıyor. belirlemeyecek, ben belirleyeceğim" durumu gibi! İlk defa böyle bir duygu hissediyor galiba? Böyle bir çırpmış oluyor. Bütün toplum ona karşı. "Yapma" derken içinden gelen bir istek ve merak da Giremez oluyor o balolara, aralarında konuşuyorlar, var, bilmediği bir duyguyu keşfetmek istiyor. erkekler "kötü kadın" derken kadınlar daha kötü bakıyor erkeklerini çalar diye. Böylece aşk eve Küçük buluşmalarla başlayan flört, zamanla sıkışmış oluyor. Aşkın sağlaması, başka insanların biçim değiştirmesi gereken bir yere geliyor. Adam yanında yaşandığında yapılabilir, aşkın insan içine da ondan vazgeçemiyor. Onunla birlikte kalmayı karışması lazım. Adam hayatına devam ediyor, Anna seçerek adam da cesur davranıyor aslında. eve kapanıyor. Halüsinasyonlar görüyor, morfin Ayrılamaz noktaya geldiklerinde, kocası bağımlısı oluyor, tek başına kalıyor, Vronski'nin boşanmayı kabul etmiyor, çocuğunu almakla bir gün onu bırakıp gideceğine inanıyor. Ölüme tehdit ediyor. Anna'nın kocasıyla ilişkisi nasıl? gidişinde o kadar büyük bir yanlış anlama var ki! Önce sıkıcı ama normal, hiç düşünmüyor, zaten Anna'nın "kötüyüm çabuk gel" dediği not başka türlüsünü de bilmiyor. Potansiyelinin farkında Vronski'ye geç ulaşırken, Vronski'nin ona, onun değil. notundan önce gönderdiği başka bir notu cevap gibi algılıyor. O da kendini trenin altına atıyor. Tabii bunlar hep sürecin sonucu. Vronski, Anna'yı gerçekten seviyor mu sizce? Seviyor, gerçekten seviyor. O kadar onurlu davranıyor ki bir yerden sonra Anna'nın "sev beni" baskısı öyle bir hal alıyor ki, sürekli arzulanmak istiyor ama bir yerden sonra tutumu müthiş bir kibarlığa dönüşüyor bence, ne olursa olsun vazgeçmemeye söz vermiş. Mutlaka artık yeter dediği yerler oluyordu ama çok asil davranıyor, onu bırakmıyor.
a
Oynamadan önce kafamda Anna yoktu. Belli olduktan sonra düşünmeye başladım. Seyrettiğim şeylerin etkisindeydim ben de. Önce roman ne veriyorsa onu anlamaya çalıştım, bu ekolde bizim yaklaşımımız kendimizden bir şey bulup ortaya çıkarmak olduğu için, şöyle bir şey yaratalım diye düşünmedik. Sahici bir yaklaşımla gidiyoruz.
pe cy
"Oynama dan önce kafamda Anna yoktu. Belli olduktan sonra düşünmeye başladım. Seyrettiğim şeylerin etkisindeydim ben de. Önce roman ne veriyorsa onu anlamaya çalıştım, bu ekolde bizim yaklaşımı mız kendimiz den bir şey bulup ortaya çıkarmak olduğu için şöyle bir şey yaratalım diye düşünme dik."
7
Hayatında başka uğraşlar olsaydı, baskı olmasaydı belki daha sağlıklı bir ilişki yaşarlardı. Hayatının merkezinde bir adam duruyor. Anna bir seçim yaparken, sıkıntıları göze alırken, yine aşkını yaşayamıyor, bütün bedeli Anna ödüyor. Evet, Vronski'ye "beni niye götürmüyorsun, ne yaptık biz, bir yalandan kaçtık başka bir yalana sarıldık" diyor. Yine istediği gibi davranamıyor, yine onunla olamıyor. Oysa istediği de büyük bir şey değil. Sonunda geri dönüyorlar değil mi, taşınmışlardı yanlış hatırlamıyorsam? Önce İtalya'ya gidiyorlar. İlk net kararını orada veriyor, "tamam gidiyoruz, boşanmayacağım, oğlumu da almayacağım" diyor. Ama sonra oğluna özlemi had safhaya ulaşıyor. Oysa oğlunun yeri apayrı onda, kızından daha çok seviyor oğlunu. Neden sizce? Ben de çok düşündüm bunu, Mehmet Hoca'yla da konuştuk. Kadının erkek çocukla ilişkisi başka oluyor, ama bundan ibaret olamaz. O kadar da sevmediği bir adamdan olan oğlunu bu kadar çok sevmesi, ancak aşık olduğu adamdan olan kızını o kadar sevmemesi garip. Adama duyduğu tutku o kadar büyük ki kızıyla aşkını bölünmüş hissediyor, buna izin vermiyor olabilir. Dediğim gibi, biz de çok düşündük ama bir sonuca varamadık
cy
a
Hastalanıyor Anna, kocası Anna'yı seviyor olmalı ki bir şekilde onu affediyor, eve geri dönmesini teklif ediyor. Anna kızını doğurduktan sonra çok hastalanıyor. Doktor da ölecek diyor, ama ölmüyor, günlerce kocası onun başından ayrılmıyor. Kocasının derdi, her şey toplumun istediği gibi gitsin, Anna'yı seviyor ama ölüp bitmiyor.
Levin'den de bahsedelim biraz. Tolstoy, Levin karakterinde Rusya'da yaşanan sistemi anlatıyor. Kendince bir şeyleri değiştirmeye çalışan, toplum için bir şeyler yapmak isteyen idealist bir adam gibi. Gibi!
pe
Hatta Vronski'yi çağırıp onu da affediyor değil mi? Evet, onu da, Anna'yı da affediyor ve Vronski'ye git artık gerekirse seni çağıracağım diyor. Anna ile kocası bir süre daha birlikte buruk bir yaşam sürüyor, Anna "mutlu son mu bu" diyor Levin'e. İsteksiz, orada yaşamak istemiyor. Koca çok koyu bir dindar, bağışlamanın hazzını yaşamak ona büyük bir şey yaşatıyor. Bu kadar büyük bir suçu, hele din açısından bir suçu bağışlamakla, dinsel bir haz yaşıyor.
Gibi olan tarafı? Bana göre Levin, Tolstoy'un kendisi. İçinde bir Anna öne çıkıyor, bir Levin. Levin'de şu var: o da zaaflarını biliyor, onları bastırmaya çalışıyor, onun için, köylüler için şunları yapacağım deyip, o inancı Kity'i görünce Dikkat etmediğim yerleri, Yeşim sayesinde sönüyor. Evet köylüler için bir şeyler yapmak öğreniyorum. Karşımdaki kadını sanki uzun zamandır gerektiğini düşünüyor, hakikaten çalışıyor da ama, tanır gibi yakın hissediyorum. başaramadıkça hep kendi çöküyor, öfkeleniyor. Anna kabul ediyor eve dönmeyi, çünkü artık olmayacak derken yine sürdüremiyor ve tutkusu galip geliyor. Evet artık olmayacak derken içindeki tutku yine bir yerden fışkırıyor, bizim oyunda kocası ona dokunduğu anda oluyor. Bir karı koca arasında yaşanması gereken her şey var, şefkat var, güven var ama aşk yok. İş cinselliğe geldiğinde dokunduramıyor kendine çünkü o artık öbürünün kadını. Onun için kocasıyla yatmak ahlaksızlık, "bırak beni" diyor, kocasıysa "her şeyin eskisi gibi devam etmesini istiyorum" diyor. Konuştukça daha da hayran oluyorum Anna'ya. Belli ki Tolstoy onu yazarken kendiyle çok didişmiş, onun içindeki tutku eminim Anna'da da var. Dini baskı konusunda Anna'ya çok kötü davranmış ama ona kıyamamış. Anna bence haklılığıyla, yazarın kanlı canlı elinden kontrolsüzce çıkmışçasına kendi kendini yazdırmış. O yüzden bizim oyunda Anna ile Levin'in kafa sesi konuşmaları da çok besliyor.
8
Çok insanca, işte biz. Çok. O yüzden 'gibi' dedim. Okumaya çok alıştığımız idealist biri değil. Güzel olan tarafı da bu, bir izleyici olarak kandırılmak istemiyorum. Masal gibi bir dünyaya gireyim, iki saat hayattan uzak kalıp unutayım her şeyi dedim, ee iki saat kendimi kandırdım, sonra ne olacak? Evet, öyle bir şey bana da zevk vermiyor. Levin, Anna'nın hayatında nasıl bir yere sahip? Aslında romanda hiç tanışmıyorlar. Sonunda bir tanışma sahneleri var. Levin onun yazarı ve içindeki öbür ses gibi. Levin zaman zaman Anna'nın vicdanı oluyor, zaman zaman karşı çıktığı bir şey oluyor, bir yandan en iyi arkadaşı gibi oluyor. Anna da Levin'in içinde yaşamaya cesaret edemediği tutkulu tarafı. Ama inançlarıyla ve gücüyle o tarafı bastırıyor, "dinlemeyeceğim artık seni" diyor Anna'ya ve
"Bana göre Levin Tolstoy'un kendisi. İçinde bir Anna öne çıkıyor, bir Levin. Levin'de şu var: o da zaaflarını biliyor, onları bastırmaya çalışıyor..."
yaklaşıyor'
demişti, çok hoşuma gitmişti."
gidiyor, içindeki tutkudan korkuyor Levin. Zayıf tarafını da biliyor çünkü Levin. Evet. Yazarla kahraman ilişkisi ve kafa sesi oluyorlar. Bazen sırdaş oluyorlar. Bizim oyun için aralarında gerçekçi bir ilişki kurmaya çalışmanın alemi yok, o tiyatral bir ilişki. Sürekli yer değiştiren ilişkiler. Ama hep birbirlerinin aklında gibi kurduk, onun dışındaki bütün ilişkiler gerçekçi düşünülebilir. Levin de Anna'ya karşı çıkan bir adam, desteklemiyor aşkını. Çok yalnız bir kadın değil mi Anna? Evet. Çok yalnız. İçten içe Levin yani Tolstoy, onun yaşadığı şeye özeniyor bence.
senaryo inanmama izin verdiği kadar oynuyorum. TV'de olmaktan nefret ediyorum demiyorum. Tiyatro ise bana çok zevk veriyor. Yıldız Hoca benim için "Yeşim tiyatroya ibadet evinde tapınır gibi yaklaşıyor" demişti, çok hoşuma gitmişti. Sonra baktım yaptığım şeyi çok büyük bir saygıyla yapıyorum, oyundan iki saat önce kuliste olmuşsam huzursuz oluyorum, TV'deki gibi koşturma yok, zevk için yapıyorsun. Bazen çok yoruluyorum ama karşılığını alıyorum, karşılığı da alkış değil sadece. Bir iddia var ortada, kanınla canınla ordasın, ortaya koyduğunun sonucunu almak, kendi başıma beni çok mutlu ediyor.
Yeşim'den Son Sözler: Oyunla ilgili bir şey yok ama röportajdan çok zevk aldım, çok güzel sorulardı. Anna bu kadar mücadele sonunda artık kafasının Bütün kış röportajlar yaptım, Mehmet Hoca'yla da konuştuk, tamam dedik, oyun belli, ama, sürekli da bulanıklığıyla mağlubiyetini ilan eder gibi aynı şeyleri söyledik, çünkü sürekli aynı sorular kendini bu savaşın içinden çekmeyi seçiyor ve soruldu. Şimdi ilk defa hiç aynı şeyleri söylemedim! kendini öldürüyor... Ölümü üzerine çok düşündüm, orada da şöyle bir şey var: Çok şık bir ölüm seçiyor. Evde bütün morfin Özlem'den Son Sözler: Çok sevindim öyleyse. şişesini dikip tek başına ölebilirdi. Vronski gelip onu Oyunculuğa karşı inancımı taze tutan biriyle daha evde ölü bulabilirdi. Ama bu istediği etkiyi yaratacak tanıştığım için çok mutlu oldum ve bu güzel sohbet bir ölüm olmazdı, tren rayının üzerinde ölmek daha için teşekkür ederim. güzel bir son. Bu kadar büyük bir tutku yaşanmış, ölümü de ona yakışır olsun istiyor. Kırmızı çantasıyla raylarda... Anna'nın müthiş bir gücü var. Ne kadar bastırılırsa bastırılsın bir yerlerden fırlıyor. Ölümüyle ilgili düşündüm dediniz, başka bir çözüm üretebilseydi, dediğiniz bir şey oldu mu, tek çözüm ölüm müydü Anna için? Her türlü yolu denemiş olduğunu gördüm ben, başka yol bırakmamışlar. Anna, zorla insanların aralarına girmeyi, çekilmeyi, morfine sığınmayı, yani her türlü yolu denemiş. Ama yok, başka çıkış yok.
pe cy a
"TV'de olmaktan nefret ediyorum demiyorum. Tiyatro ise bana çok zevk veriyor. Yıldız Hoca benim için 'Yeşim tiyatroya ibadet evinde tapınır gibi
Oyunla ilgili eklemek istediğiniz bir şeyler var mı? Yok, tamamen oyunun içinde konuştuk. Yetmiş beş oyunu bulduk, özel bir tiyatro için çok iyi bir şey. Üstelik aralık ayından bu yana olduğunu düşünürsek. Önümüzdeki sezon oynayacak mı? Seyircisi bitene kadar oynarız.
Benim klasik soruma gelelim: TV'de olmak, tiyatroda olmak duygu karşılıklarını öğrenebilir miyim? Oyunculuk adına hiç fark yok benim için, TV'de de
Özlem'ce Yeşim Koçak: Liseden itibaren sürekli tiyatro koltuklarında oturmuş ama hiçbir zaman oyunculuğu hayal etmemiş. Mimar Sinan Üniversitesi İstatistik bölümünde öğrenciyken üçüncü sınıfta birden durmuş ve "ben neden oyunculuk ilenemiyorum" demiş kendine. Ne bir tanışma, ne bir karşılaşma, sadece, "ben de denemek istiyorum " cümlesiyle girilen sınavla oyunculuğa adım atmış. Üçüncü sınıfta Martı oyununun yönetmeni derse gelmiş, oyuncu seçmelerinde elini birden kaldırıvermiş. O kalkan el onu Kenter Tıyatrosu'yla buluşturmuş ve 1998'den beri orada çalışıyor. Oda Öncesine şans, sonrasına çaba diyor. Çok renkli bir kadın O, hayatın her seçeneğinden yararlanmayı seviyor. Oyunculuktan tapınırcasına tatmin alıyor. Sadece işini yapmakla ilgileniyor. Egosuna teslim olmamış. Durduğu yeri biliyor ama gideceği yeri hayata bırakıyor. Hayattan besleniyor. Yaşama merakıyla cebini sürekli yaşadıklarıyla dolduruyor ki gün gelip kullanabilsin. Gözlerinin içi gülüyor, pozitifliği insana iyi geliyor. Kenter Tiyatrosu'nda kurulan Akademi Kenter'de eğitmenlik yapıyor ve her, gençten öğrenilecek bir şey olduğunu düşünüyor. Bence Yıldız Kenter 'in ardından muhtemel bir varis geliyor.
9
Fotoğraflar: Banu Kaplancalı
pe cy a
Eleştiri
Estanquero, Çerçeveyi Kadraja Doğru Yerleştiremeyince:
"Chamaco"
Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
"Eften püften bir senaryo, kırık bir kurgu, sıradan bir anlatım, özverili bir oyunculuk gösterisi" diyeceğim, şimdiden bilemiyorum kaç kişiyi sinirlendi receğim.
10
Sait Faik'in "Semaver" ve "Kumpanya" başlıklı öykülerinden adını almış bir tiyatro topluluğu Semaver Kumpanya. Ülkemizin dinamik, yeniliklere açık ve cesur birkaç tiyatro grubundan biri olarak tanımlanıyor. 2006-2007 tiyatro sezonunda Kübalı yazar Abel Gonzalez Melo'nun "Chamaco" isimli oyununu sahnelemeye başladılar, ben geçtiğimiz mart ayı içinde (iki önemli eleştirmenle, Seçkin Selvi ve Dikmen Gürün ile birlikte) görebildim. Yirmi yedi yaşındaki gencecik Kübalı yazar Abel Gonzales Melo'nun yazdığı oyunu, yine Kübalı bir yönetmen Orestes Perez Estanquero sahneye taşımış. Oyun, 2005 yılında kaleme alınmış ve Küba'da okuma tiyatrosu olarak sahnelenmiş. Dolayısıyla, "Chamaco" dünya prömiyerini
Türkiye'de yapmış. İçerdiği şiddet ve cinsellik öğeleri nedeniyle on altı yaş ve üzeri izleyiciye oynanmakta. Oyunun Konusu, Yazarın Amacı Öykü, Küba'nın başkenti Havana'da 23 Aralık ve 26 Aralık tarihlerinde geçmekte. Karel Darin adlı gencin işlediği cinayet üzerine kurgulanan oyun, cinayetin sonrasında gelişen olay örgüsünü ve çarpıklıkları sergilemek istemekte. Sekiz karakterin birbiriyle bağlantılı ilişkilerini, yaşama karşı duruşlarını, zayıflıklarını ve marjinal tercihlerini anlatmak istemekte. İnsanların yalnızlıkları, çelişkileri, hüzünleri ve var olan düzen içinde tutunamayışları sergilenmeye çalışılmakta; "Bakın görün eyyy ahali, insanlar istemedikleri bir yaşamın içinde debelenirse,
yoksulluk ve yoksunluk onları nerelere sürükler. Yalnızlıklar aşılamaz, sevgi ve sevgisizlik her bir yanı sarar" denmek istenmekte, ama hiçbir şey denmemekte, denilememekte. Orestes Perez Estanquero Sinema Filmi Yönetmiş Çünkü Abel Gonzalez Melo'nun öyküsünün her şeyden önce pek sıkıcı bir kurgusu var. Karakterler ne onlardan ne de bizden. Karakterler tipik Hollywood tiplemeleri. Metnin zayıflığı, sekiz karakter arasındaki ilişkilerin sahnelenişini de zora sokmakta. Dolayısıyla karakterler tatsız tuzsuz yaratıklar olarak kalıyor. Hepi topu yarım saatte tamamına erilecek bir öykü Abel Gonzalez Melo'nun anlattığı. Yazara karışmak ne haddime! Abel Gonzalez Melo sınır tanımamış,
pe cy
a
feneri çok iyi. Çok iyi olmasına çok iyi de, yahu deniz feneri soldan sağa dönerek mi çakar, yoksa sağdan sola mı, işin içinden çıkamadım.
yazmış da yazmış. Orestes Perez Estanquero da o yazılanları sinematografik sahneleme biçiminde sahneye taşımış. Bir oyunu monitörden izlemek ne derece keyif verir elbette tartışılır, ama vizörden bakarken bile gereksiz objelerin itinayla ayıklanması, böylelikle kompozisyon hazırlanması kural değil midir yahu? Haydi diyelim özellikle eşcinsel ilişkilerin yer aldığı tablolarla sert bir içerik bu içerik. O halde, dramatik yapı rahatsız edici bir şekilde ve de sürekli bir avaza bağırılınarak verilmese olmaz mıydı? Olurdu. Gel gelelim, diyeceğim, çerçeveyi kadraja doğru yerleştiremezsen işte böyle hayal kırıklığı yaşarsın. Sinematografik anlayış uğruna, iki anlatıcı aracılığıyla salmayı düşündüğün lirik duyguyu göz göre göre işte böyle harcarsın. Metne birebir bağlı kalacağım diye, Karel Darin ile Travesti'nin sokaktaki bana göre hiç gereği olmayan anal seks tablosunu çıkartıp atamazsan, seyirciyi sadece irite etmekle kalmaz,
yönetmen olarak ortada dımdızlak kalakalırsın.
Yaratıcı Kadro Sakıp Murat Yalçın'ın çevirisi ne yazık ki çok kötü. "Bayadır gelmiyorum" diye Türkçe mi olur? Allah aşkınıza: "Tatminkâr kalıyordum" sizce ne demek, yorumlar mısınız lütfen... Yani çeviri, çeviri değil. Melis ŞeşenBelkıs Sosa ikilisinin müziği iyi. Nazlı Ergör ile Banu Çiçek'in kostümleri de "matluba uygun". Abeloliva'nın sade dekoru, özellikle oyun boyunca kullanılan tekerlekli öğeler ve "kapı", mekân yaratma ve mekân anlatma açısından güzel tasarlanmış sayılır. Cem Yılmazer yaptığı ışık tasarımıyla sahnedeki oyuncuyu, seyirciye en doğru, en başarılı, amaca ve tekniğine en uygun biçimde göstermiş. Tasarımını, oyunun tüm heyecan ve duygusunu zaman, mekân, duygu, tema, atmosfer, derinlik, perspektif ve üçboyutluluk düşünerek yapmış. Depas ve Darin'li park tablosunda deniz
Oyuncular Oyuncuların sahnedeki kişilikleri, performanslarıyla hem de canla başla canlandırmakta olduklarını açık yüreklilikle söyleyecek ve tümünü birden kutlayacağım. Anlatıcaılar İrem Erkaya ve Aylin Çeralp görevlerini kusursuz yapıyorlar. Gel gelelim, Sarp Aydınoğlu'nun canlandırdığı Sivil Polis Saul Alter, beden diliyle olsun, tonlamalarıyla olsun, vurgulamalarıyla olsun hiç Kübalı gibi değil, sanki bir Hollywood filmi aktörü... Suçlu kim? Bence Aydınoğlu değil. Neyse! Diğer taraftan, Bülent Çolak, Travesti La Paco'yu mükemmel doğrulukta, gerçeğine fevkalade yakın biçimde ve hiç abartmadan, sulandırmadan çiziyor, benden kocaman bir "helal olsun" hak ediyor. Serkan Keskin'in, Felipe Alejo tipini ele alışı belki yanlış değil ama bana sorarsa çok tek yanlı. Böyle olmasını Estanquero istediyse bilemem. O istemediyse, Serkan Keskin başını ellerinin arasına almalı, Felipe Alejo karakterini yeniden tartmalı.
Oyuncuların sahnedeki kişilikleri, performans larıyla hem de canla başla canlandır makta olduklarını açık yüreklilikle söyleyecek ve tümünü birden kutlayaca ğım. 11
özelliğiyle bağdaştırdığını; Fatih Dönmez'in Miguel Depas'a mükemmel sahne estetiğinin de yardımıyla başarıyla can verdiğini; Mete Horozoğlu'nun, Alejandro Depas'ın duygu ve düşünceleri arasındaki diyalektiği belli bir düzen içinde ve olabildiğince kontrollü verişini sevdiğimi; Ahmet Kaynak'ın Karel Darin performansınınsa beni pek tatmin etmediğini söyleyeceğim. "Örneğin Felipe Alejo ile duygusal çatışmasında son derece yüzeyde kaldı" diyerek, yarınına güveni olmayan bir serserinin soğukluğu ve tedirginliğinin onda yeterince gelişmemiş ***olduğunu söylediklerime ekleyeceğim.
NOT: Haziran 2007 ayı içinde www.tiyatrodergisi.com.tr adresindeki portalımızda, yazarımız Üstün Akmen 'in "Amadeus (İstanbul Devlet Tiyatrosu)", "Bedendeki Kuyu: Etna (Bitiyatro)", "Son Dünya (Ve Diğer Şeyler Topluluğu)", "Romantika (TİM)" oyunlarına ilişkin eleştiri yazıları yayımlanmıştır.
pe
cy a
Sevdiğim Oyuncudur Ahmet Kaynak Bir saat kırk beş dakikalık oyun sonunda Özlem Durmaz'ı kendini Roberta Lopez karakterinin yerine başarıyla koymasıyla alkışladım. Gökçe Sezer'in, yeterli enerji ve sahne sempatisiyle Silvia'nın öznel sınırlarını yıktığını, karakterin ortaya çıkışını kişisel
Sonuç olarak: "Eften püften bir senaryo, kırık bir kurgu, sıradan bir anlatım, özverili bir oyunculuk gösterisi" diyeceğim, şimdiden bilemiyorum kaç kişiyi sinirlendireceğim.
Yusuf Eradam'ın Hakkımdaki Yorumunu Başıma Taç Yaptım Dergimizin "Thespis'in Delileri" sayfasının sahibi Yusuf Eradam ile "Inishmann'm Sakatı" oyununun yönetmeni ve çevirmeni Ahmet Levendoğlu arasında oyunun "çevirisi" üzerine başlayan tartışma, kar topu haline gelmek üzere, belki de geldi, bilemiyorum. Yusuf Eradam, hangi nedenle olduğunu anlayamadım, ama geçen sayımızda (Sayfa 25) oyun içinde "feck" sözcüğü karşılığı kullanılan "ittiğim" söylemini eleştirmesini enine boyuna "yayma" durumunu yeğlemiş. "Yayma", "yaygınlaştırma", "yaygınlaşma" eylemi kendi karandır, ancak saygı duyulur. Önemli olan "yavanlaşmamak". Öyle değil mi ama? Neyse!.. Eradam, Levendoğlu ile de umarım tartışma yolunun sonunda bir kavşakta buluşacaktır, ama anlayamadığım, Levendoğlu'ndan söz ederken ve de durup dururken: "... 'Yetersizliği bulunan tiyatro eleştirmeni'diyor, tiyatro eleştirmenleri sayısında yetersizlikten söz etmiyor. Hal böyle olunca da, Levendoğlu'nun Türkçesi, tiyatro eleştirmenlerinin yetersiz olduğunu saptıyor. Bu saptamaya dergi yayın kurulunda ve toplantılarda başköşeye birlikte oturduğu arkadaşları da giriyor mu acaba..." diyerek tartışmanın dehlizine neden beni de çekmek istediği. Sözünü ettiği toplantıda, " U " masanın kısa ucunda, Levendoğlu'nun yanında yayın kurulu üyesi olarak Ali Taygun ile birlikte ve de eleştirmen "kisvesi"yle sadece ben oturduğuma göre, sözün ucu bana dokunuyor. Varsın dokunsun! Alınmam ki!
Tiyatro: Semaver Kumpanya Yazan: Abel Gonzales Melo Çeviren: Sakıp Murat Yalçın Yöneten: Orestes Perez Estanquero Sahne Tasarımı: Abeloliva Giysi Tasarımı: Nazlı Ergör, Banu Çiçek Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
12
Müzik: Melis Şeşen, Belkis Sosa Oyuncular: Ahmet Kaynak, Mete Horozoğlu, Fatih Dönmez, Gökçe Sezer, Özlem Durmaz, Serkan Keskin, Bülent Çolak, Sarp Aydınoğlu, Anlatıcılar: Aylin Çalap, İrem Erkaya
Vay benim Eradam biraderim, meğer beni bugüne değin "yetersiz" tiyatro eleştirmeni olarak görüyormuş diye kızmam ki! Aldırmam ki!
Fotoğraflar: Aylin Özmete
pe cy a
Eleştiri
Bir Kadından En Fazla Kaç Değişik Kadın Çıkar?
"Dört Bölü Dört" Eser Rüzgar / eser_ruzgar@ hotmail.com
Çerçeve sahneli klasik tiyatro tanımının oldukça dışında olan Dört Bölü Dört, alternatif tiyatro izlemek isteyenler için uygun bir
çalışma.
Oyunun adı "Dört Bölü Dört", topluluğun adı "Tiyatro Z", yerleri Galata Kulesi yakınlarında dar bir sokak. Oyunun yazarı ve yönetmeni Cem Kenar. Oyuncular, ikisi Mimar Sinan Üniversitesi'nden diğer ikisi Süleyman Demirel Üniversitesi'nden mezun, birisi ise hâlâ okuyan dört genç kadın. Yazının hemen başında, Dört Bölü Dört'ün bu sezon Lions Tiyatro Ödülleri'nde "En İyi Özgün Yeni Oyun Yazımı ve Yönetimi Ödülü" aldığını da belirtelim. Son zamanlarda klasik tiyatro anlayışının dışına çıkmaya, çerçeve sahneden uzaklaşmaya, alternatif oyunlar sahnelenmeye başlandı tiyatro çevrelerinde. Bu sezon izlediğim Tiyatro Lush'un "Kendine Ait Bir Oda" adlı oyunu
Lush Otel'in sedirli odasında izleyicisiyle buluşuyordu ve alışılagelen tiyatro ortamından çok farklı bir atmosferi vardı. Yine geçen yıl kurulan DOT Tiyatrosu da bir apartman dairesini mekan olarak kullanıyor ve başarılı oyunlara ev sahipliği yapıyor. Meyhanede sahnelenen bir oyunu ise duydum, ama henüz görmedim.
Tiyatro Z de metnine, tiyatrolarının kafesinde hayat veriyor. Tiyatro Z'nin kafesinde oturup Aylin Özmete'ye ait fotoğraf karelerine dalıp gitmişken, biraz sonra "çoklu kişilikli bir kadının diğer benlikleriyle karşılaşmasını ve hesaplaşmasını anlatan bir oyun" izlemenin beklentisiyle kahvenizi yudumlarken bir kadın geliyor. Yerine oturmadan o da bir kahve istiyor. Kısa bir süre sonra, gelen
kadının oyuncu olduğunu fark ediyoruz. Sigarasını tüttürüp kahvesini -sert değil sütlüiçerken, seyirci olduğumuzu hatırlıyor, silkeleniyor ve kahramanımızı tanımaya başlıyoruz. Çoğumuzun bir köşeye çekilip kendiyle baş başa kalmak istediği zamanlar vardır. Oyuncu Nurcan Yanık, hayat verdiği karakterle böyle bir anı izleyiciye aktarıyor oyunun başında. Onu izlemeye koyulmuşken kötü melek, siyah uzun saçlarıyla yeşil elbisesiyle beden bulmuş olarak geliyor. Zaman zaman bizlerin de yaşadığı kişilik bölünmelerini ve epizotları görmeye "kötü melek"le başlıyoruz. Kötü melek, esas kadın hakkında olumsuz yargılar edinmemize neden oluyor, taraf
13
Cem Kenar, kahramanına Edip Cansever'in şiir kahramanı Ruhi Bey'in yalnızlığını, ayrıca Elektra Kompleksinin sancısını yüklemiş. Ben Ruhi Bey Nasılım'daki yalnızlığın yanı sıra annesine aşık Oidipus'un karşıtı olan, babasına aşık kız Elektra'dan da feyz almış. Yalnız, sadece dokunulduğu sürece hayatta kalabilen kadını ortaya çıkarırken baba figürünü de yoğun işlemiş. Genç oyuncular belli ki özveriyle giriştikleri bu işten alınlarının akıyla çıkıyorlar. Elif Sümbül Sert'in "ben" olarak bir adım öne çıkan inandırıcı oyunculuğuyla -ki gözlerimin içine bakarak kendimle yüzleşmeme neden
pe cy
Oyunun yazarı, Tiyatro Z'nin kurucularından dramaturg Cem Kenar, psikolojik bir oyun yazmış ve kahramanına psikolojik bir derinlik vermiş. Dissosiyatif bozukluk sahibi bir kadın oluşturmaya çalışmış. Dissosiyatif bozukluğun, "birbirinden bağımsız iki ya da daha fazla
kimliğin aynı kişide varlığı" demek olduğu tanımından yola çıkarak, oyunda bir olay örgüsü içerisinde esas kadının farklı kimliklerine tanık olmuyoruz aslında. Günlük yaşantısı içerisinde kahramanımız, kişilikleri arasında geçişler yaşamıyor. Biz kahramanımızın farklılıklarını olay tekniğiyle değil, anlatı tekniğiyle öğreniyoruz. Onun içinde yer alan farklı kişilikleri iyi melek, kötü melek ve ben'le fark ediyoruz.
14
olduğu sahnelerin etkisi büyüktür bu düşüncemde- metnin alt metnini ele geçirmiş olduğunu görebilmekteyiz. Grotowski'nin "Oyunculuk sanatı, insanın kendini keşfetmesinin törensel bir eylemidir. Seyirci de kendini keşfetmeye gelmelidir tiyatroya. Laboratuvar tiyatrosunun seyircisi bunu gerektirir." sözüne kulak verdiğimizde gerçekten, kafenin bir laboratuvara dönüştüğünü ve izleyicinin bedensel olarak değil ama psikolojik olarak kendi tahlilini yapmak için kıstırıldığını hissediyoruz. Oyunda sembolik olarak iyi meleğe kanat düşünülmüş, buna karşılık kötü melekte de bir aksesuvar olsaydı daha iyi olmaz mıydı diye bir soru geliyor akıllara. Veya her iki oyuncuda da aksesuvar kullanılmasaydı denge daha yerinde olmaz mıydı diye düşünüyoruz. Bir kafede oynanması, kafede bulunan masa sandalyeleri saymazsak dekorun olmaması, özel bir ışık kullanılmaması tüm bu sadelik, alışılagelen tiyatro terimlerinden yoksun olduğunu gösteriyor oyunun. Bunun bir sahneleme tekniği ve bir tercih olduğunu bilmemize rağmen kullanılan
a
olmuş buluyoruz kendimizi. Onun mutsuzluğunun sebebini yine kendine yüklüyoruz, belki de biraz acımasız davranıyoruz. Onu bu yükle bırakmışken, kanatlı bir "iyi melek" geliyor, anlattıklarından etkileniyoruz. Vicdan mekanizmamız devreye giriyor, ikna oluyoruz, hemen taraf değiştiriyoruz. Kadının aslında o kadar da kötü biri olmadığını, biraz bilinçaltına inip çocukluğuna bakarsak yaşadığı sosyal çevre, aile ve özellikle de Elektra Kompleksi düzeyindeki baba sevgisinin esas kadına şekil verdiğini görüyoruz. Sonra da "ben" çıkıyor sahneye ve içimize oturacak travmayı öğreniyoruz ondan. Oyunun kaotik hali, bu sırrın açıklanmasıyla çözümleniyor. Sırrı çok aşikar etmeyelim, sadece soralım, "sizce bir kadının hayatındaki en büyük travma ne olabilir?"
Oyunun yazarı, Tiyatro Z'nin kurucula rından dramaturg Cem Kenar, psikolojik bir oyun yazmış ve kahramanı na psikolojik bir derinlik vermiş. Dissosiyatif bozukluk sahibi bir kadın oluşturmaya çalışmış.
sıradan kafe aydınlatmasının üzerinde biraz çalışılması gerektiğini söylemeden geçemiyoruz. Etkili bir ışık ve müzik desteğiyle oyunun gücü, oyuncuların başarısı daha da arttırılabilir. Çerçeve sahneli klasik tiyatro tanımının oldukça dışında olan Dört Bölü Dört, alternatif tiyatro izlemek isteyenler için uygun bir çalışma. Sezon bittiği için oyunu artık göremeyeceksiniz. Yeni sezonda Dört Bölü Dört izleyicisiyle buluşur mu, henüz bilmiyorum. Bildiğim ise oyun; kadınların kendileriyle, sandık içine kaldırdıkları geçmişleriyle yüzleşmeleri konusunda, erkeklerin ise tanımakta ve anlamakta zorlandıkları kadınların psikolojilerini anlamaları konusunda bir adım atmaya yardımcı olabilir. Belki de hiçbir şey olmaz, parçalanmış, bir Bölü dört olmuş bir halde salondan -pardon kafeden- çıkarsınız.
pe cy
a
Etkili bir ışık ve müzik desteğiyle oyunun gücü, oyuncuların başarısı daha da arttırılabilir.
Tiyatro: Tiyatro Z Yazan-Yöneten: Cem Kenar Oyuncular: Emek Büyükçelik, Esra Ruşan, Elif Sert, Nurcan Yanık
15
pe cy a
İnceleme Yaratıcı Drama'yla
• •
Halkların Doğum-Düğün-Ölüm Kültürünü Süzmek...
Sadık Aslankara / msaslankara@hotmail.com
11 .Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Seminerindeki atölyelerden biri AB destekli bir projeydi aynı zamanda: "Kültürlerarası Etkileşim".
H.Ömer Adıgüzel'le Ali * Öztürk'ün birlikte yürüttükleri atölyelere; yedi farklı ülkeden on sekiz-yirmi beş yaş arası yirmi kişi katıldı. 16
H.Ömer Adıgüzel'le Ali Öztürk'ün birlikte yürüttükleri; yedi farklı ülkeden on sekiz-yirmi beş yaş arası yirmi kişinin katılımıyla gerçekleştirilen atölyede, "kültürlerarası etkileşim" bağlamında "doğum-düğün-ölüm" izleği, yaratıcı dramanm altın ışığında süzdürülmüş, tayftan geçirilmiş oldu.
Doğum Düğün Ölüm'ül.. Adıgüzel'le Öztürk'ün tam bir yetkeyle atölye çalışmalarını izlerken bunları düşünmeden edemedim doğrusu... Adıgüzel'le Öztürk, ilkin yaşadıkları toplumlarda kendilerini kuşatmış bu çok doğal kuttörenleri çağrışımlarla belleklerinden geçirmelerini istiyor katılımcı gençlerden...
Sonrası çorap söküğü gibi geliyor kuşkusuz... Bir yurtta yaşananın, karalarca uzağmdaki başka bir Nasıl mı? Olabildiğince az söz kullanarak, oyunun, toplumda bir başka değişkesiyle karşılaşılabiliyor dramanm evrensel dil olduğunun bilincine vara vara, çünkü. Diyeceğim insanlar dünyanın dört bir yanına dağılmış da olsalar, sevinçleriyle üzünçlerini, sonrasında buna sığınarak... korkularıyla tasalarını çok büyük bir örtüşmeyle yaşıyorlar. Ölümsüz bilimci, yazar Sedat Veyis Örnek'in budunbilimsel çalışmalarından, özellikle de Anadolu O zaman kolay elbette iş... Her genç, kendi Folklorunda Ölüm (1971), İlkellerde Din, Büyü, toplumunun değerlerini taşıyacak, birbirlerine bunu Sanat, Efsane (1971), Türk Halkbilimi (1977) vb. kitaplarını nasıl anımsamazsınız şimdi? Ya bunlardan yansıtırken bir mozaik bütünü içinde parça olmanın kalkarak Yeşim Dorman'ın verimlediği o kıvrak oyun doyulmaz tadına varacaklar.
Bir iple ayakkabı da yetebiliyor çalışmayı yönlendirebilmek için. Yerine göre bütün değerleri simgeliyor bunlar, yerine göre nesneleri... Hazırlanan sahnelerde ölüm nedenleri üzerinde duruluyor. Üçerli, dörderli gruplar, ölüm ritüeline çalışıyor. Bir anda ağıtlar kaplıyor ortalığı. Tüm dünyanın dili değil mi bu: Sevinçler, üzünçler... Çalışmalarını olgunlaştırdıktan sonra bir geri dönüşle başlayacak grupların oluşturduğu donuk fotoğraf kompozisyonları. Ardından görsel, imgesel, işitsel bir yaşam sunumu akmaya koyulacak gençlerin atölye çalışmasında... Yirmi genç, atölye çalışması sona erdiğinde, yaratıcı dramanın ışığında artık başkası olmuşlardı. Hem kendileriydiler hem ötekilerinin yerine de geçmişlerdi bir çalım. İspanyol Almanın, Türk Yunanın, İngiliz Fransızm duygularını anlayabiliyor, farklı dille, farklı inançla bir araya gelseler de tüm dünya halklarının ortak dili anlamında doğum-düğün-ölüm paydasında bir araya gelebiliyorlardı. Üstelik bu çalışmalarını Hong Kong'da uluslararası bir toplantıda sunum olarak da sergileyecekler, yaktıkları ışığa, dünyanın öteki gençlerini de çağıracaklardı. Ah, dedim kendime, tam bizim toplumumuza göre proje; almalı kalınından bir kızılcık sopası, çekmeli Türk, Kürt, Çerkez, Ermeni, Yahudi, Rum, şu bu ne kadar dangalağımız varsa, yer misin yemez misin, hepsini de böylesi bir yaratıcı drama atölyesinden geçirmeli... Öyle ya, birbirimizi doğum-düğün-ölüm kültüründe tanıyıp anlayamayacaksak, anladığımız halde anlaşamayacaksak yurt mu kalır ortada? Ne işimiz var o zaman böylesi bir yurtta? Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen o yirmi genç şimdi nerededir bilmiyorum. Ama onların, artık her doğumda, düğünde, ölümde bütün dünyayı, dünya halklarını kucaklayacağını çok iyi biliyorum...
cy a
Gençler işte böylesi bir ortak çalışmanın ardından atölyedeki yaratıcı drama çalışmasına geçiyor... Dünyanın dört bir yanından gelen farklı dillerdeki sevinç çığlıkları, acılı haykırışlar, ağıtlar, kutsamalar birbirine karışıyor atölye salonunda.
Yirmi genç, atölye çalışması sona erdiğinde, yaratıcı dramanın ışığında artık başkası olmuşlardı. Hem kendileriy diler hem ötekilerinin yerine de geçmişlerdi bir çalım.
Ali Öztürk, Orf yöntemini de arkasına alarak Avrupalı gençleri ezgilerden kalkarak yorumlama olanaklarıyla yüz yüze getiriyor bu arada: Te-ra-zi las-tik cim-nastik. Şimdi sıra gençlerde, kendi yaşam tanıklıklarında, halklarının acılarında, umutlarında... Aynı atölyede birer metre arayla camiden çıkıp kiliseye, oradan çıkıp sinagoga giriyorsunuz sanki...
pe
İnsanların birbirini sevmesi için ne çok gerekçesi varmış meğer...
17
Yetmişi aşkın yeni oyunla tiyatronun her türünün temsil edildiği ve gerçekten çok verimli geçmiş 2006/2007 sezonunda, bu kez aynı sahnede karşımıza çıkmış iki antik tragedya uyarlaması, ne ilginç bir rastlantıdır ki, "kadın" sorunsalını ele alıyor
18
pe cy
a
Eleştiri
İki Tragedya Karakteri:
"Kassandra"nın Anlattıkları veEuridike'nin Çığlığı" Robert Schild / robertschild@tiyatrodergisi.com.tr
Dergimizin son sayısında, biri en büyük (İstanbul Devlet Tiyatrosu), diğeri en küçük (Deneme Tiyatrosu) sahnelerimizde sergilenen iki "yerli" tragedyaya değinerek, Özen Yula'nın, Ayşenil Şamlıoğlu yönetimindeki "Dünyanın Ortasında Bir Yer"i ile Tarık Günersel / Özkan Schulze ikilisinin "Nero ve Agripina"sı arasındaki yaklaşım/yorum/yönetim farklılıklarını irdelemeye çalışmıştım. Yazar ve yönetmenin yaklaşımları nasıl olursa olsun, bir sahne yapıtında izlenen olaylar bizlere "korku ve acıma duyguları" (Aristoteles: "Poetika", XIII/2) uyandırdığı müddetçe, "iyi" bir tragedya ile karşı karşıyayız - ve bu tür yapımların hiçbir tiyatro mevsiminde eksik kalmaması gerekir...
Yetmişi aşkın yeni oyunla tiyatronun her türünün temsil edildiği ve gerçekten çok verimli geçmiş 2006/2007 sezonunda, bu kez aynı sahnede (Garajistanbul) karşımıza çıkmış iki antik tragedya uyarlaması, ne ilginç bir rastlantıdır ki, "kadın" sorunsalını ele alıyor. Ana fikir olarak kendi içlerinde asli bir benzerlik taşımakla birlikte, bazı önemli karşıtlıkları da göze çarpar. Oyunlar ayrı ayrı izlendiğinde o denli belirgin biçimde öne çıkmayan bu özellikler, bir süre sonra bazı zevkli geriye bakışlara yol açıyor... İki acınacak kadın - Biri, Troya Kralı Priamos'un kızı Kassandra: Nice doğru kehanetlerde bulundu; fısıldadı, konuştu, haykırdı - ama kimseye
yaranamadı... Ona bu yetiyi vermiş olan Güneş Tanrısı Apollon'un aşkını karşılıksız bıraktığı için, tarafınca ağzına tükürülüp öyle bir lanetlendi ki, öngördüklerinin hiçbirine hiç kimse inanmadı - ve böylece vatanını yerle bir edecek olan savaşın başlamasını ve bitmesini çaresizlik içinde izlemek zorunda kaldı! - Diğeri, Ege'nin karşı yakasındaki Thebai kenti Kralı Kreon'un eşi Euridike: Yakın çevresinde ve kendi sarayında olup bitenleri dehşet içinde yaşadı; onları izledi sadece, hiçbir dışavurum göstermedi ve hep sustu - peki o kimlere yarandı? Kreon'un acımasızlığına set çekemedi, onunla çatışan Antigone'nin kendini asmasına
İki farklı kadın - Biri, olayların olmasa da, karşımıza çıkarıldığı oyunun tam merkezine yerleştirilmiş - ve bu konumu, "monodrama" (= tek kişilik oyun) dinamikleri gereği ile değil, tüm iletilerin bu acınacak ve yalnız kadının kaderinden hareketle oluşturulmuş olmasındandır. Oyunu tasarlamış ve yazmış olan Mustafa Avkıran ile Gülbin Yeşil, tarihin belki de ilk "medeniyetler çatışması" olan Troya Savaşı'nın öncesini, sürecini ve sonrasını, salt Kassandra'nın gözünden aktanyorlar bizlere, çaresizliğinin ve yılgınlığının perspektifiyle... Olimpos'daki yüce tanrıların,
hangi drama anlayışı daha "dramatik"tir?..
a
- Diğeri, oyunun sonundaki o çarpıcı haykırışına kadar hep izliyor, dinliyor, susuyor - bir kenarda duruyor, gölgeden çıkmıyor hiç, son spot ona yönelene dek...
"Gölge" demişken, her iki oyunda ışık etmeninin de çok farklı biçimde tasarlandığını hatırlatmakta yarar var: "Kassandra"da ışık, oyuncuyu sıkı sıkı izliyor, özellikle üstten gelen spotların yerlere çizdikleri daireler, Kassandra'nın sürekli devinimlerine anlamlı çerçeveler sağlıyor (tasarım: Kemal Yiğitcan). - "Euridike"de ise oyuncular, spotları izlemek durumundalar - onları yöneten ışık'tır, adeta! (Şahika Tekand'ın baş döndürücü tasarımı ve, ilk kez rastladığım "Işık Masasındaki Oyuncular" tanımıyla, Ayşegül Cengiz Akman ile Nilgün Kurtar'ın ustalıklı çalışmalarıyla...)
pe
İki yalnız kadın - Biri, varlık içinde yokluk yaşıyor: Troya kahramanı şanlı Hektor'un biricik kız kardeşi, güzel tapınak rahibesi Kassandra'ya herkes sırt çeviriyor, ailesi dahil olmak üzere, karamsarlıktan çıkmayan söylemlerinden dolayı... Ardından savaşta tüm yakınlarını yitiriyor, esir düşüyor, Agamemnon'un sarayına köle olarak sürülüyor. - Diğeri, Sophokles'in "Antigone"sinde doğru dürüst bir role dahi değer görülmeyen Euridike: İkinci sınıf bir insan olarak asıl tragedyanın kıyısında köşesinde dolaşmaktadır sadece - en kayda değer eylemi ise, oyunun sonunda kendisini hançerlemesidir...
Troya surları önündeki şanlı kahramanların ve kent düştükten sonra surlarının içinde yakıp yıkan, ırza geçen acımasız askerlerin tüm devinimleri, oyun boyunca karşımızda duran bu ufak-tefek kadının, sözleriyle çizdiği, belirli bir merkezkaç kuvvet ile yayılan daireler ile sarmalıyor bizleri...
Metin: "Kassandra"da tane-tane, didaktik ve simgesel; bildiklerimize bilmediklerimizi katıyor ve kadının zayıflığını, yalnızlığını ve çaresizliğini karşımıza çıkarırken, ezilmişliğini sorguluyor, başkaldırı olasılıklarını irdeliyor = çağdaş kadın düşüncelerine dört bin yıl öncesinden göz kırpmaya çalışıyor. - "Euridike"de ise kadın ağıt yakıyor; ne var ki, oyunun tümünde olduğu gibi, sanki ışık huzmeleri ile yarışırcasına okunan metnin önemli bir bölümü anlaşılmıyor!.. Bu yazımızın temelinde yatan Euridike'nin söylediklerini bir an için bir yana bırakıp, özellikle Kreon ve Antigone gibi diğer başkişilerin, ayrıca gözlem/yorum/uyarılarda bulunan (bulunması gereken?) Koro'nun sözlerini anımsamaya çalışacak olursak, bunların da pek anlaşılır olmadığı ortadaydı, ne yazık ki...
cy
ve bunun üzerine nişanlısı, öz oğlu Haimon'un da kendine kıymasına engel olamadı; en nihayet, her şeyi kabullenmiş olmanın bir nevi pişmanlığım dört bir yana haykıran "ağıt" çığlığı ile ortaya çıktı...
Devinim'e gelince "Kassandra"da, baleden yetişme Övül Avkıran sürekli bir sahne dinamizmi gösterirken (koreografi kendisine ait), "Euridike" Şahika Tekand, buradaki yönetiminin felsefesine uygun olarak, tüm oyun boyunca statik biçimde duruyor, eşi Kreon'un sağında - sizce acaba
Sahne ve giysi tasarımı: "Kassandra"da (acaba niye?) uygulanan suni sis dumanları, bazı izleyicileri rahatsız ettiği gibi, şart mıydı? Bu oyunda başka bir dekor yoktu, gereği de yoktu, bence... Bazı eleştirmenlerin beğenmediği
Biri, Troya Kralı Priamos'un kızı Kassandra, diğeri, Ege'nin karşı yakasındaki Thebai kenti Kralı Kreon'un eşi Euridike...
19
a cy
pe
çağdaş görünümlü gömlek, bere ve özellikle beyaz lastik ayakkabılarına benim ise diyecek hiçbir şeyim olamaz! Zira burada önemli olan, Övül Avkıran'ın Kassandra "gibi yapması"da kanımca, Brechtsel anlamda; o halde burada özellikle "yabancılaştırıcı" lastik ayakkabılarını alkışlıyorum, nacizen... - " Euridike" de, ise, Thebai kral sarayını soyut biçimde gösteren metal çubuk konstrüksiyonu (tasarım: Esat Tekand) yerinde ve yeterliydi. Giysilere gelince, oyunun karanlık ortamında gerek dört başkişinin, gerek yirmi Koro üyesinin giydikleri bence hiç de önemli değildi, zira söylediklerine "kulak uydurmaktan" görselliğe önem ver(ebil)en var mıydı ki?..
20
Metin: "Kassandra "da tanetane, didaktik ve simgesel; bildikleri mize bilmedikleri mizi katıyor...
Grek mitolojisi ve antik tiyatronun bu iki kadın karakterine adanmış iki oyun hakkındaki irdelemelerimin sonunda, birazcık
abartmak sakıncasına karşın, düşüncelerimi şöyle bağlamak istiyorum: "Kassandra", bir saat süren söylemleri ve devinimleri ile - Homeros'a göre - yıllar süren ve yüzlerce (belki binlerce?) asker ve sivilin ölmesine yol açan bir savaşın (tüm savaşların...) gereksizliğini/acımasızlığını haykırırken, sahneyi tam anlamıyla dolduruyor; bir kadın olarak, hemcinslerinin zafiyetini de ortaya koyarak... "Euridike" ise, İsmail Tunalı'nın aktardığı gibi Aristophanes'e göre en
mükemmel ve en üstün tragedya ozanı olan Sophokles'in "Oidipus" ve "Antigone" öykülerinin bir nevi tamamlayıcı "dolgu malzemesi" olarak çıkıyor karşımıza, Şahika Tekand'ın ona adadığı uyarlamasında - ve burada "Sofokles nerede?" (Temmuz 2006 "Tiyatro... Tiyatro..."daki kısa değerlendirmemin başlığı) diye sorasım geliyor yine... Gönül ister ki, bu iki oyun önümüzdeki tiyatro sezonunda yeniden sergilenir ve tiyatroseverler kendi karşılaştırmalarını yapabilir...
Bu Yazıya Başlık Gerekmiyor Ahmet Levendoğlu / alevendoglu@tiyatrodergisi.com.tr
pe cy a
Keşke yazı da gerekmiş olmasaydı. Ne ki, oldu. Yusuf Eradam'ın Haziran sayımızda yer alan, her şeyden önce -ve her yönüyle- "şaşırtıcı" bulduğum yazısındaki şaşılası sözler, söylemler, savlar dizisi daha yazı başlığında beliriyor. "Eleştiri ve Tahammül" sözcüklerinden oluşan başlığa bakarak "Yazar eleştiriye tahammül gerektiğini savunuyor." diye düşünüyorsunuz, doğal olarak. Ama o da ne? Bakıyoruz ki, kendisi, dört sayfalık yazısının nerdeyse her satırına tahammülsüzlüğün görülmemiş örneklerini sığdırmış... Başlıktaki öteki sözcük olan "eleştiri"ye dayanarak Inishmaan'ın Sakatı üzerine yazdıklarını "eleştiri" olarak tanımladığını anlıyorsunuz, ne var ki yazısında "(...) 2004 yılı sonundan itibaren de Tiyatro Tiyatro Dergisi'ne oyun eleştirileri yazmaktansa kuramsal zemine dayalı tema yazıları yazmayı yeğledim." diyor! Peki, hangisi geçerli?... Yazısının başlarında "Eleştirilere her zaman yanıt verilir." görüşünü dile getiriyor, iki sayfa sonra "Gelen tepkilere kulak asmaya vakti olmamalı sanatçının (...) Vaktini 'yeniyetme' eleştirmenlere haddini bildirmeye ayırmaz." buyuruyor. N'apacağız şimdi?... "(...) uzun uzun kendimizi tanıtmamız yanlış olur (...) bu alanda neler yaptığımı anlatmak bana yakışmaz (...) gibi söylemlerini tersinlemeli, "kinayeli" biçimde kullanıyorsa da, gerçekte yazısının üçte birlik bölümünde düpedüz kendisini tanıtmakla kalmıyor, övüyor da. Oldu mu ya!... Benim "(...) ülkemizde yetersizliği bulunan tiyatro eleştirmeni (...)" değerlendirmeme köpürüp iki paragraflık öfke döşeniyor da, kendisi aynı konuda "Eleştirmen olduğunu söyleyenlerin kaçının ciddi bir tiyatro geçmişi vardır?" demekten sakınca duymuyor. Ne iş?!... "Ahmet Levendoğlu'nu tanımam (...) Ben nerden bileyim Ahmet Levendoğlu'nun yeni yetme bir yönetmen olmadığını." gibi inciler saçabiliyor da "Yusuf Hoca'nın 27 yıldır tiyatro içinde" olduğunu bilmeyen "Tiyatro Tiyatro Dergisi editörlerine" ve "Tiyatro editörüne" (evet, hem editörlere hem editöre!) fena halde kızıp sinirleniyor. Vay canına!... Bu tutarsızlıklar ve çelişkiler silsilesi yazı boyunca daha pek çok örnekle sıralanıp gidiyor. Ama ben bu noktada Eradam'ın yazısının başına dönmeliyim. Yazının daha ilk tümcesinin sonunda "(...) Ahmet Levendoğlu'nun eleştirime yanıt yazısını uzun uzun tartışmayacağım." diyor Yusuf Eradam. Yanlış aktarmadım, öyle yazıyor! Peki, yazı tartışılmayacak ise, yazıya yanıt yazısı neden (ve nasıl) yazılır acaba? İşte okumaya başladığımda en "şaşılası" bulduğum yanı bu olmuştu yazının. Ne ki, ilerledikçe, benim yazdığım yazıyla (dolayısıyla kendi eleştirisindeki kimi görüş ve yaklaşımların değerlendirilmesiyle) doğrudan bağlantılı birkaç satırlık bir bölüm ile "Eradam'ın kim olduğu ve neler yaptığına" odaklı paragraflar dışında yazısının tümünün Ahmet Levendoğlu'na yönelik dayanaksız ve düzeysiz sözler dizisi olduğu ortaya çıktı. Bu düzeysizlik, ne hazindir ki, sataşmaya, saldırıya, giderek "çamur atmaya" vardırılıyor.
Bunu niçin yapıyor Eradam? Bu gerçekten şaşılası sataşmalara neden girişiyor? Üzücüdür ama yazı bir bütün olarak incelendiğinde buna bulunabilen tek yanıt şu oluyor: Benim yazımın temelini oluşturan; Eradam'ın oyun eleştirisinde düşülen yanlışları/yanılgıları belirten/düzelten maddelere diyecek bir şeyi ol(a)madığmdan -yazısında kendisinin de ayıpladığı "kişisel sürtüşmelerin" de ötesine geçerek- öfkesini saldırgan söylemlerine yansıtıyor Eradam. Bu noktada da belirtmem gerek ki bu sivri sözleri, bir tür "perdeleyecek" ya da gerekirse onlar için "Ben o sözleri kendisine söylemedim ki." özrüne sığınılabilecek bir anlatımın arkasına gizlemiş: Olumsuz sözleri dizi dizi sıralayıp sonra sözü Ahmet Levendoğlu bu kişilerden değildir diye bitirilen bu anlatımda gerçekte kastedilenin "kişilerdendir" olduğunu, kitaplarla biraz tanışmış çocuklar bile kestirebilir. "Beni hiç tanımadığına" göre, yazmış olduğum -kendisinin eleştirisine yönelik olan- iki sayfalık yazıdan Eradam'ın benim hakkımda varabilmiş olduğu yargılar, şaşılası olmaktan da öte. Bu yargılarını ortaya koymak yolunda savurduğu zehirli oklardan bir demet toplayalım: " Gözünün üstünde kaşın var denmesini hazmedemeyen (...)"... "(...) kulaktan dolma bilgi ile eleştirmeni alan iktidarını tehdit etmiş gibi algılayarak karalayıp saf dışı etmeye çalışma gaflet ve dalaletini gösteren (...)"... "(...) eleştirmene kibarca haddini bildirmeye çalışan ve aba altından sopa gösteren"... " Yüksek yüksek tepelere ev kuran (...)"...
21
"(...) eleştirmenin eleştirme hakkını eleştirmenin kendisine bağışlayan yüce yönetmen havasına giren (...)"... "(...) yüce makamından 'kibarlığıyla öldürme' söylemini kullanarak (...) 'başöğretmen' söylemi ile eleştiren (...)"... "(...) bu cüreti gösterirken, kendisinin yayın kurulunda bulunduğu bir dergideki çabalarının değerini kendisi biçen (...)"... "(...) böylesi bir cüretin cehaletin ya da kibirin çocuğu olduğunu çok iyi bilen (...)"... Bunların, dört sayfalık yazının ilk sayfasının yalnız yarısını kapladığını söylersem, sanırım şaşılasılığın boyutunu belirlemiş olabilirim.
pe cy a
Yukarıda, Eradam'ın yazısında "benim yazdığım yazıyla (...) doğrudan bağlantılı birkaç satırlık bir bölüm" olduğundan söz etmiştim. Şimdi ona geleyim: "(...) çevirinin neden böyle olduğu konusunda yapılan açıklamalar da yanlış, yazar her yere 'feck' koyuyorsa, bundan rahatsız olmak yanlıştır. Bu argo söylemidir ve dengi 'ittiğim' değildir." demiş Eradam. Öncelikle, özgün dildeki sözcüğün "feck" değil "fecking" olduğunu önceki yazıda belirtmiştim. Kendisi burda aynı yanlışı yineliyor. Sahne dilinde Türkçe karşılığı olarak -"ittirici"nin yanı sıra- kullanılan "ittiğimin" sözcüğünü eleştiri yazısında pek çok kez doğru biçimde kullanmış olduğu halde son yazısında "ittiğim" biçiminde, yanlış kullanıyor. Yani, sözlerinin içeriğindeki yanlışı sürdürmekte direnirken, alıntı olarak kullandığı sözcüklerde de savrukluk (ya da dikkatsizlik?) gösteriyor. Acaba öyle mi, yoksa burda bir "kurnazlık" mı söz konusu? Önceden doğru kullanmış olduğu "ittiğimin" sözcüğünü "ittiğim"e dönüştürmesi bilerek yapılan bir değiştirme/bozma olmasın sakın? Çünkü "ittiğimin"deki en önemli özellik, ses benzerliği yoluyla "s..tiğimin" sövgüsünü çağrıştırması. Ama sen onu kalkıp "ittiğim" yaparsan o çağrıştırmayı yok etmiş olursun!... Sözlerinin içeriğinde sürdürmekte direndiği yanlışa gelirsek: "fecking=ittirici/ittiğimin" kullanımı üzerinde üç ayrı paragrafta bütünlenen çok ayrıntılı açıklamalarıma karşın yukarıda alıntıladığım, doğruyu yansıtmayan sözlerini sıralıyor. Şimdi son kez -bıkkınlıkla- söylüyorum: Yazarın her yere "feck" (doğrusu "fecking") koymasından rahatsız filan olan yok! Tersine -yine ilk yazıda açıklandığı gibi- yazarın kullandığı her yerde "fecking"in "bulunan -yakıştınlan" karşılığı koyulmuştur. "Fecking" doğrudan "argo" ya da sövgü olan bir sözcük değil, sövgünün yerine geçen, onu çağrıştıran bir sözcüktür. Sövgü sözcüğünü kullanmadan sövmüş olmak gereksemesinden doğan, benzetme yoluyla "uydurulan -yakıştınlan" bir sözcüktür. İrlanda insanının bir "buluşu"dur. Tıpkı İngiliz insanının aynı gereksemeden yarattığı, "fucking"in yerini tutan ama sövgü olmayan "effing" gibi. Tüm bunlar Eradam'a hâlâ bir şey anlatamazsa, eksikliği kendi algılamasında aramaktan başka uman olamayacaktır. Eradam bir yerde şöyle bir şey de söylüyor: "(...) Levendoğlu yeterli sayıda eleştiri, değerlendirme, inceleme yayımlıyor da, yetersiz eleştirmenler yollarına ışık bu yüzden mi bulamıyorlar, diye de sordum kendime." Buna da bir ölçüde şaşırmamak elde değil. Şu güne dek kendisi bunun bilincine ermemişse de, eleştiri eriğinden bir nebze nasiplenmiş bir yakını çıkıp da Yusuf Eradam'a dememiş midir ki sanatta yaratıcı/icracı aynı zamanda değerlendiren (eleştirmen) olamaz, olmamalıdır? Bu, yanlış, sanat eriğine de, eleştiri eriğine de aykırı bir şeydir! Eradam'a İngilizce bir deyimi Türkçeleştirerek anlatayım: Çitin her iki yanında birden yer alınmaz. Her ne kadar öyle bir isteğe hiç kapılmadıysam da, ben şimdi eleştiri yazmaya kalkışsam, hem yanlış hem de doğrusu ayıp bir şey yapmış olurum. İncelemeye gelince, hayır, yayımlanmış inceleme kitabım yok. Ama belki 1996'dan bu yana bu dergide (son iki yıldır her sayı sıklığında olmayan) yazılarımdan bir bölümü "inceleme" sınıfına konabilir, derim. Eleştiri ve etiği üzerine, örneğin, üç-dört yazımı anımsıyorum. Bir gün o yazıları toparlayıp yayımlarsam, sözüm olsun, Eradam'a armağan ederim. Geldik Eradam'ın yazısında diline doladığı "yeniyetme" lafıyla yaratılan yaygaraya. Ben yazarımızın "hayatının 27 yılını tiyatroya ayırdığını bilmeden ona 'yeniyetme' yakıştırması" yapmışım. "Vaktimi 'yeniyetme' eleştirmenlere haddini bildirmeye" ayırmışım. " 'Vay bana ha!' diye ayaklanmış", "Yeni geleni 'Avanak Avni' sanmışım." Anlaşılıyor ki işte bunlara "vehmeden" Eradam dizginleyemediği öfkesiyle köpürmüş ve bana iki buçuk sayfa kesintisiz sataşma ve saldırı sözcükleri sıralamış. Hemen söylüyorum, ben Eradam'a ne "yeniyetme" biçiminde ne başka biçimde bir "yakıştırmada" bulunmadım. Kuşku duyan, açar, Mayıs sayısına bakar. Kendi kendine yakıştırmış olduğu "yeniyetme" sözcüğünü benim kalemimden çıkmış gibi, alıntı biçiminde, tırnak içinde bana mal etmek ya da ait kılmak ayıptır, ayıp! Ondan öte, kandırmacaya, biraz zorlarsak "sahteciliğe" bile girer. Kimsenin tiyatro geçmişine dil uzatmış da değilim. Bu bağlamda yazdığım şey şu: "(...) tiyatro eleştirmeninin yetişmesi ve çoğalması için (...) azımsanmayacak çaba göstermekteyim. Bu nedenledir ki, dört beş yıl
22
öncesinde bu alanda hiç ürün vermemiş olan kişiler şimdi bu sayfalarda -çoğunlukla nitelikleri giderek gelişmekte olan- değerlendirmeler yapmaktadır. Yusuf Eradam da andığım kişilerden biridir." Bu satırlar kimsenin tiyatro birikiminden falan söz etmiyor. Konu, yeni eleştirmenlerin yetişmesidir. Bundan da hoşnutluk dile getirilmektedir. Özetle iyi bir şeyden söz edilmektedir. O zaman, nedir bu celallenme! Eradam bu dergide eleştiri yazmıyor mu? Yazıyor. Her ne kadar "kuramsal zemine dayalı (...)" filan dese de bal gibi eleştiri yazıyor, hem de çok sayıda. Yazısında çok yerde de, yazdığına yönelik "eleştiri" tanımını kendisi kullanarak bunu doğruluyor. Bu celallenme "Ben eskiden de eleştiri yazardım, bu dergide başlamadım bu işe." bağlamında olabilir mi diye, önerdiği üzre "adresini ziyaret" ettim. Dergimizde yazmaya başlaması öncesinde eleştiri yazmış olduğuna ilişkin bir bilgiye rastlamadım. Yani bu işe, eleştiri işine ilk kez Tiyatro... Tiyatro...'da girişmiş olduğunda bir yanlışlık yok. O halde, n'oluyoruz, nedir bu kuru gürültü!!
cy a
Eradam'ın yazısında ele alacağım son madde: "(...) gördüm ki özellikle belediye ve devlet kesesinden tiyatro yapanların, iki yakalarını bir araya zor getiren kumpanyalardan öğrenecekleri çok şey vardır, buna tanık oldum. İktidarı ele geçirenler, bütçeleri müsrifçe harcamaktadırlar. Ama Ahmet Levendoğlu, andığım kişilerden değildir." (Son tümcenin tam ters anlamda okunacağını anımsayarak) elimizi vicdanımıza koyup düşünelim mi? Dolaylı-dolambaçlı yoldan da olsa bu yakışıksız suçlamaların Ahmet Levendoğlu adıyla yan yana yazılması bile başlı başına bir "ayıp" değilse nedir? Ahmet Levendoğlu belediye ve devlet kesesinden tiyatro yapmadı. Kuruluş döneminde İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Müdür Yardımcılığım da üstlenerek bir oyun yönetip bir oyunda oynadıktan sonra kurumdan ayrıldı. 25 yıl boyunca bir ilişkisi olmadı. Bu yıl, aldığı çağrı üzerine, Inishmaan'ın Sakatı'nı çevirip yönetti. Olağanın üstünde bir başarıya erişen oyun, "müsrif bütçe" şöyle dursun, prova döneminin ortasında yandan fazlası kesintiye uğratılan bir bütçeyle gerçekleştirildi. Ahmet Levendoğlu Belediye tiyatrolarının hiç birinde bir sahne çalışması yapmadı. İki yakalarını bir araya zor getiren kumpanyalarla ilgili öğreneceği şey de yok. Çünkü on yedi yıldır iki yakasını bir araya zor getiren ama her yaptığı oyunla övgüler toplamış olan bir topluluğu yönetiyor. Şunu da eklemeliyim: Eradam, öfkesini kendilerinden de esirgemediği yayın kuruluna/ "editörlere"(!) aslında teşekkür etmeli. Söz konusu dergi, yasakçılığa karşı duran bir yayın organı olmasaydı, düzeysiz ve dayanaksız "kişisel" sataşmalar içerikli yazısı yayımlanmaya uygun görülmeyebilirdi.
pe
Bu, Yusuf Eradam'a yönelik son yazımdır. Karşılık verebilecek bir şeyi olabilse ve verebilse de, son yazımdır. (Konunun Yayın Kurulu'nca bir kez daha değerlendirmeye alınması durumunda da değerlendirmeye katılmayacağımı kendisine de, Yayın Kurulu'na da iletirim.) Yeri gelmişken, şu değinmeyi yapmam da kaçınılmaz oluyor. "Editörden" yazısında Mustafa Demirkanlı, Yusuf Eradam'a, eleştirisinde önceden yer alan "ittiğimin oyunu" sözlerinin "oyuna yönelik bir tanımlama gibi algılandığını" ilettiğini, Eradam'ın da "Tamam, onu çıkartalım." dediğini belirtiyor. Şunu da ekliyor: "Yayın Kurulu ve editörler, eğer hakarete varan bir tartışma oluyorsa, hakaret kısımlarını ayıklamalarını isterler taraflardan (...)" Yani, Demirkanlı bir hakaret görmüş ve hakaretin yazarıyla da görüşerek "o kısmı" ayıkla(t)mış. Ne var ki, nasıl olduysa, yazarın eleştirisinden "ittiğimin oyunu" kalkmışsa da "ittiğimin takıntılı yapım", "tabak gibi" kalıvermiş, yerinde. Kalan, gidenden daha az mı "hakaret" içeriyor? Editörümüz bunu gözünden kaçırıvermiş (mi?), ya da ne? Durum böyleyken ve bunun ardından gelen "yanıt" yazısı -bu yazı boyunca belgelendiği gibi- sayısız sataşma, saldırı ve "ayıp" içermişken, bırakın bu tür şeyleri, en ufak bir aşağılama bile içermeyen benim yanıt yazımla aynı kefeye konulmuş Demirkanlı tarafından. Editörümüz şöyle diyor: "(tartışma) bana göre kendi mecrasından çıkarak devam ediyor. Ama biliyorum ki her iki değerli çevirmen, tartışmayı kendi mecrasında verimli biçimde sonlandıracaklardır." Bana da kendisini bu hakça(!), yerinde(!), tutarlı(!) tutum dolayısıyla kutlamak ve bir yorum eklemeksizin değerlendirmeyi okura bırakmak kalıyor. "Ainesi iştir kişinin" (lâfa bakılmaz) deyimini kullanmış yazarımız bir noktada. Deyim güzeldir, doğru bir şey anlatır, da, bu karşılıklı yazılar bağlamında yanlış tarafın ağzından çıkmış oluyor, demeden geçemeyeceğim. Bu deyimi söz konusu süreçte yerli yerine oturtmanın yolu da aşağıdaki "tablo" olabilir diye düşündüm. Döküm, arşiv için, oyunun asistanlarınca hazırlanmıştı. Çeviriye ilişkin bold (dolgun) yazılmış bölümleri de ben ekledim. Doğrusu, ben eleştirmen olsaydım (ya da eleştiri yapmadığını belirterek eleştiri yapan bir yazar olsaydım, ki, bu bağlamda ikisi aynı kapıya çıkıyor), aşağıdaki tabloya bakma konumundaki Yusuf Eradam'ın yerinde olmak istemezdim.
23
Inishmaan'ın Sakatı"nın ödülleri: . VII. Lions Tiyatro Ödülleri - Kerem Yılmazer "Genç Yetenek" Teşvik Ödülü: Deniz Gönenç Sümer .2007 Afife Tiyatro Ödülleri - Yılın En Başarılı Prodüksiyonu . 2007 Afife Tiyatro Ödülleri - Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Atsız Karaduman . 2007 Afife Tiyatro Ödülleri - Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Sema Çeyrekbaşıoğlu . 2007 Afife Tiyatro Ödülleri - Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı: Ali Cem Köroğlu . 2006-2007 Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri - Tiyatro - Yılın En Başarılı Yapımının Yönetmeni: Ahmet Levendoğlu . 2006-2007 Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri - Tiyatro- Gençlik Özel Ödülü Erkek Oyuncu: Deniz Gönenç Sümer . XIV. Türkan Kahramankaptan Ödülleri - Tiyatro Dalında - En Başarılı Yapım ve Yönetmen: Ahmet Levendoğlu
pe
cy a
Inishmaan'ın Sakatı'nın basın değerlendirmeleri: "Oyun, ortak dili keşfetmiş, oyunun ruhunu okumuş ve bunu üzerlerine çok iyi giymiş bir oyunculuk anlayışıyla sahneye taşınıyor (...) Hayat tadında masalsı bir oyun." Hüseyin Sorgun, ZAMAN, 5 Şubat 2007 "Oyunu ustalara yakışır bir sadelik ve titizlikle sahneleyen (...) yaşama direncine ihtiyacımızın arttığı şu günlerde ilaç gibi gelecek." Vecdi Sayar, CUMHURİYET, 9 Şubat 2007 "Genç oyuncuları, başarılı dekoru, Ahmet Levendoğlu'nun çevirisi ve yönetmenliği ile dikkat çeken oyun (...) bugünün Türkiyesinden kesitler de hemen görülüyor." "Oyunun orijinal dilinin barındırdığı zorluklara rağmen başarılı bir çeviri (...)" Rengin Arslan, AYDINLIK, 11 Şubat 2007 "Oyunun sürprizi ise profesyonel tiyatro yaşamına Inishmaan'ın Sakatı'yla adım atan üç genç oyuncu (...) Üçü de rollerinin hakkını veriyor." Efnan Atmaca, RADİKAL, 14 Şubat 2007 "(...) rejisi de oyunla çok iyi bütünleşmiş (...) buruk komedisini iyi vurgulamış (...) İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun önemli oyunlarından biri olmuş." "Ahmet Levendoğlu çeviriyi yaparken ada insanının kendine özgü dilini korumuş (...) Yadırgamadım, diğer türlüsü eğreti kaçardı." Rengin Uz, POSTA, 23 Şubat 2007 "Oyun her anıyla muhteşem! (...) dekor göz alıcı ve çarpıcı. Oyunculuklara ise hiçbir şey söylenemez (...) rejisi çok parlak, zeki ve bir o kadar da dokunaklı!" Yasemin Bay, MİLLİYET SANAT, Mart 2007 "Martin McDonagh ile Ahmet Levendoğlu'nun Başarılı 'Tokalaşması' (...) birinci sınıf bir oyuncu kadrosu (...) 2007 yılının en çok konuşulan oyunları arasında yer alacak!.." Robert Schild, TİYATRO... TİYATRO..., Mart 2007 "(...) bu adayı ve insanlarını yalın bir üslupla seyirciye geçirmeyi başarmış (...) Sema Çeyrekbaşı oyunun temposunu yükselten güçlü bir oyunculuk şöleni sunuyor." "Levendoğlu, McDonagh'ın oyunda kullandığı İrlanda'nın yerel dilini başarıyla Türkçeleştirmiş." Ceren Ercan, TİME OUT İSTANBUL, Mart 2007 "Gençler harikalar yaratıyor (...) Atsız Karaduman, Gılman Kahyaoğlu Peremeci, Hanife Şahin, Seda Yıldız gibi ustaların da rol aldığı oyun (...) her anıyla çok başarılı." "(...) kendine özgün bir dil yaratılmış (...)" Yasemin Bay, MİLLİYET, 5 Mart 2007 "(...) başarıyla sahneye taşıdı (...) Seyirciyi hemen kuşatıyor (...) bu kadronun da bu başarıda büyük katkısı var (...) Mevsimin en iyilerinden." "(...) ilişkiler örgüsünü gerek çevirisinde gerek sahnelemesinde ustaca yansıtmış (...) ada halkının konuştuğu aykırı (...) nerdeyse gülünç dili hissettiriyor." Hasan Anamur, RADİKAL, 10 Mart 2007 "Levendoğlu'ndan dört dörtlük bir oyun (...) Oyuncuların fiziksel eylemlerini beklenen ustalığıyla çizmiş (...) bu oyun her yönüyle izlenmeyi, anasının ak sütü gibi hak ediyor." "Türkçe ile İngilizce arasında eşdeğerlik kurma ustası bir çevirmen. Diller arasındaki genel ayrımları tanıyor (...) yazarın yorum ufkunu ustaca ayarlıyor, deşiyor, çıkarıyor." Üstün Akmen, EVRENSEL, 13 Mart 2007
24
pe cy
a
"(...) her biri karakterlerini son derece inandırıcı canlandırıyor (...) seyircinin yeni nesilden umudunu körüklüyor (...) tiyatroya olan sevdamı yeniden yeniden körüklüyor." "Dildeki aykırılığın, alışageldiğimiz kalıplardan farklılığın oyun karakterlerinin ağzına birebir oturduğu kesin (...) sözü söyleyenin de kimliği hakkında ipucu veriyor." Ragıp Ertuğrul, TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "(...) özenli bir çalışma, içten ve iddialı bir yapım (...) oyunculuğun bir sanat olduğu gerçeğini (...) ders veriyorlar adeta (...) Ali Cem Köroğlu'nun anlatıma katkısı (...)" "(...) çevirisini büyük bir özen ve hünerle yapıyor (...) gerek İrlanda Halk Kültürü bağlamında gerekse yazarın özgün kurgusu anlamında başarı ile Türkçeye uyduruyor." Metin Boran, TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "Yönetmen bu başarısını elbette hiç aksamayan bir ekibi arkasına alarak gerçekleştirmiş (...) her bir üyesi ayrı ayrı alkışı hak ediyor (...) kaçırılmaması gereken övgüye değer bir yapıt." "(...) İngilizce'den 'kırma bir dil'in çevirisi söz konusu (...) yörenin kültürünü, insanını yansıtan bu dilin farklı yapısını (...) çeviriye yansıtmayı göze almış." Beki Haleva, TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "Elbet severek izledim Inishmaan'ın Sakatı'nı. Ama benim asıl alkışım Ahmet Levendoğlu'na." Sadık Aslankara, TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "(...) alkışlanacak bir diğer tutumuysa (...) okullu üç yeteneğe olanak tanıması (...) mutlak görülmeye değer bir dekor (...) Sema Çeyrekbaşı mühiş bir performans sergiliyor." "(...) bütün bu zorlukları aşmış Levendoğlu. Yaptığı çeviriden mükemmel bir sahne dili olmuş, oluşmuş (...) karşılık üretirken yorum gücünü yoğun biçimde kullanıyor." Üstün Akmen, TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "(...) masalsı anlatımı ve şaşırtmacalanyla izleyiciyi sonuna kadar merakta bırakmayı başarıyor (...) ilgi ve heyecan ayakta tutuluyor (...) oyunculukları görülmeye değer." Ece Baktıaya, CUMHURİYET, 19 Nisan 2007 "Oyunun büyük bir zevkle izlenmesi (...) tüm oyuncuları kutlamak gerekir (...) başarıyla tasarlanmıştır (...) sezonun en iyi oyunlarından birisi (...) gerçekten izlenmeye değer." Gülnaz Bıçakçı, TAVIR, Mayıs 2007 "(...) ada insanları müzesine dönüştürüyor neredeyse (...) Oyuncular da yönetmen de büyük başarı gösteriyor sahnede (...) çalışmaya büyük bir şölen havası getiriyor." Sadık Aslankara, TİYATRO... TİYATRO..., Mayıs 2007 "2006-2007 tiyatro döneminin en başarılı yapımı (...) Yapımının 'mükemmeliyeti' (...) bir takım oyunculuğuyla olağanüstü başarıya ulaşıyor (...) 'Kolektif çalışmanın en iyi örneği." "Levendoğlu'nun özenli, dikkatli çevirdiği oyunların (...) ayrıcalığı çıkıyor ortaya." Hayati Asılyazıcı, BİZİM GAZETE, 7 Mayıs 2007 "(...) ile Martin McDonagh'ın yazıp Ahmet Levendoğlu'nun yönettiği "Inishmaan'ın Sakatı" İstanbul Devlet Tiyatroları'nın yüz ağırtan yapımları arasında haklı yerlerini aldılar." Seçkin Selvi, MİLLİYET SANAT, Haziran 2007
***
"(...) 'ittiğimin' çeviri hatası (...) 'ittiğimin' takıntılı yapım (...) hem dil, hem oyunculuk açılarından, tıpkı başkarakter Billy gibi sakat bacağı üzerinde yürüyordu." Yusuf Eradam (yazı 1), TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "Inishmaan'ın Sakatı hemen her açıdan, bana göre, başarısızken (...)" Yusuf Eradam (yazı 2), TİYATRO... TİYATRO..., Nisan 2007 "(...) yazar her yere 'feck' koyuyorsa, bundan rahatsız olmak yanlıştır (...) Bir yapıtın tamamına gölge düşüren bir çeviri tercihi hatasının ve diğer çeviri yanlışlarının (...)" Yusuf , TİYATRO... TİYATRO..., Haziran 2007
25
cy a
Eleştiri
DOT Mayıs'ta Ankara'daydı
"Sansürcü"
Küçük mekanların da seyirciyle iç içe oynamaya alışık olan DOT topluluğu, 'yü Akün Sahnesi'nin büyük sahnesine ve salonuna başarıyla taşıdı. 26
pe
A. Deniz Bozer / dbozer@superonline.com
DOT, Mayıs ayında Tracy Letts'in Böcek (Bug, 1996) ve Anthony Neilson'ın Sansürcü (The Censor, 1997) oyunlarıyla Ankara'daydı. Böylelikle başkent seyircisi de nihayet In-Yer-Face Tiyatro akımıyla tanışma fırsatı buldu. Gerçi Ankara seyircisi esasen bu akıma dahil edilen Martin McDonagh'ın Kent Topluluğu tarafından sahnelenen Leenane'in Güzellik Kraliçesi (The Beauty Queen ofLeenane, 1996) ve Rona Munro'nun Ankara Devlet Tiyatrosu'nca sergilenen Demir (Iron, 2002) adlı oyunlarını daha önce izlemiş olsa da, In-Yer-Face akımının önde gelen kuramcısı Aleks Sierz'in* de belirttiğine göre anılan tiyatro akımının en güçlü örneklerini Sarah Kane (Blasted, 1995; Crave, 1998; 4:48 Psychosis, 2000), Mark Ravenhill (Shopping and Fucking, 1996;
izlettirmeyi, böylelikle seyirciyi Some Explicit Polaroids, 1999; sarsmayı amaç edindiler. Sözcük Mother Clapp 's Molly House, 2001; The Cut, 2006) ve Anthony anlamı itibariyle İngilizce argoda Neilson'ın (The Lying Kind, 2002; "görmezden gelinemeyecek" demek olan "in-yer-face" (New Twisted, 2003; The Wonderful World of Dissocia, 2004) özellikle Oxford English Dictionary, 1998), tiyatroda izleyicinin kişisel 1990'larda yazdıkları oyunlar alanına hoyratça girerek modern oluşturmaktadır. yaşamının sarsıcı yönlerini ona zorla gösteren, adeta suratına 1990'larda İngiltere'de ve akabinde Amerika Birleşik çarpan saldırgan bir akımı Devletleri'nde bazı genç oyun tanımlıyor. Bu özellikleri itibariyle yazarlarının başlattığı bu akımın "in-yer-face" Türkçe'de "kör kör temelinde Fransız tiyatro adamı parmağım gözüne" ifadesiyle Antonin Artaud'nun Vahşet karşılanabilir. Ve artık bir Türkçe Tiyatrosu'nun etkisi açıkça karşılık bulmak gerekliliği doğan görülmektedir. Ancak, 1932'de bu tiyatro akımı da, özgün ortaya çıkan Vahşet Tiyatrosu'nun ifadedeki gündelik dil kullanımı özelliklerini daha da abartarak korunarak, belki Kör Parmağım günümüze taşıyan bazı oyun Gözüne Tiyatrosu olarak anılabilir. yazarları, Sierz'in ifadesiyle, seyirciyi boynundan kavrayıp ona Bu tiyatro akımı çerçevesinde yaşamın bazı çirkin ve rahatsız yazılmış oyunların biçim ve içerik edici gerçeklerini zorla olarak bazı yenilikler getirdikleri
görülüyor. Öncelikle, küçük mekanlarda oynanmak için yazılmış oyunlar bunlar; izleyici oyunla iç içe. Bu bağlamda, epik tiyatronun aksine, izleyicinin oyundaki olaylar ve kişilerle duygusal bir bağ kurması bekleniyor. İzleyici olayları adeta kendi yaşıyormuş gibi oyunun içine çekiliyor. Oyunların dili genelde kaba ve bol küfürlü, cinsellik içeren açık saçık ifadelerle dolu. İçerikte cinselliğin yanı sıra şiddet öğesi de bolca kullanılıyor. Kişiler duygusal ve bedensel olarak aşağılanıyor; toplumsal ve ahlaki değerlere saldırılıyor; tabular yıkılıyor.
Dot'un Martin McDonagh'ın Yastık Adam (Pillowman, 2003) ve David Harrower'ın Kara Kuş (Blackbird, 2005) oyunlarını da sıraya koyduğu söylenmekte.
Saldırganlığa varan davranışlarıyla ona adeta tecavüz eder. Miss Fontaine karakterinin gerçekçiliği tartışılabilir. O, sansürcünün kendi cinsel yaşamına uyguladığı sansürü fark edip yeni sulara yelken açması için bir araçtır sadece. Miss Fontaine'in geliş gidişlerinin sonucu, sansürcü film hakkındaki fikrini pek değiştirmişe benzemese de Miss Fontaine'e karşı duygusal anlamda bir şeyler hissetmeye başlar. Ne var ki, birkaç gün sonra Miss Fontaine'in iş için New York'a gitmesi gerektiğinde, tek düze yaşamında bir renk yakaladığına inanan sansürcü, düş kırıklığına uğrar. Soru işaretiyle sürprizli bir şekilde biten oyunda sansürcünün yaşamına eskisi gibi devam edeceği anlaşılır.
pe cy a
Sansürcü, İskoç oyun yazarı Anthony Neilson'ın (1967-) Normal (1991) ve Penetratof'dan (1993) sonra üçüncü oyunu. Sansür kurumunun, bodrum katında karanlık bir ofiste çalışan sansürcünün görevi porno filmleri tekrar tekrar izleyip sınıflandırmak. Bir gün bu filmlerden birinin yönetmeni Miss Fontaine çıkagelir. Sansürcü Miss Fontaine'in filminin bir kadın ve bir erkek arasında sadece cinsel ilişkiye dayalı niteliksiz bir film 2005'te kurulmuş olan DOT tiyatro topluluğunun In-Yer-Face olduğu görüşündedir. Fevkalade sert bir porno film çekmiş akımı çerçevesinde yazılmış olmasına rağmen, Miss Fontaine oyunları oynamayı yeğlediği anlaşılıyor. Ve bu tiyatro akımının bu filmde seksi çiftler arasında sözsüz bir iletişim aracı olarak yukarıda anılan özelliklerinden kullandığını, gelecekteki nesiller dolayı oyunlarını "Gerçek için bunun bir örnek olacağını Yetişkinlere Sert İçerik" savunur. Amacı sansürcüyü tavsiyesiyle sahneliyor. İlk filminin bir sanat filmi olduğuna oyunları, Bryony Lavery'nin ikna etmektir ve bunu da bildiği Donmuş (Frozen, 1998) adlı tek iletişim biçimi olan seksi yapıtı. Bunu takiben Joe kullanarak yapmaya çalışır; onu Penhall'ın Aşk ve Anlayış (Love and Understanding, 1997), Caryl baştan çıkarır. "Pis" bir iş yapan, çalıştığı kurumda kimsenin de Churchill'in Çok Uzakta (Far Away, 2000), Tracy Letts'in Böcek pek görüşmek istemediği mutsuz bir bürokrat olan sansürcü, özel (Bug, 1996) ve Anthony Neilson'ın Sansürcü (The Censor, yaşamında da mutlu değildir. İktidarsızdır; bu yüzden de sürekli 1997) oyunlarını sahnelediler. DOT, bu işte gerçekten de başarılı. kendisini başkalarıyla aldatan karısıyla arasında çok yüzeysel Öyle ki, 2005-2006 sezonunda bir iletişim vardır. Bu durumun Tiyatro Eleştirmenleri Birliği üstesinden gizli anal fantezilerle "Yılın Tiyatro Oyunu" ödülünü topluluğun tek bir oyununa değil, gelmeye çalışır. Cinselliği sezon boyunca sahneledikleri tüm duygulardan arınmış olarak en saf halinde yaşayan ve bu alanda oyunlara verdi. Gerekçeleri fazlasıyla rahat olan Miss DOT'un sahnelediği oyunların zengin içeriği, topluluğun biçimde Fontaine, birkaç kez sansürcünün ofisine gider ve onu cinsel olarak yenilik arayışı ve ülkemizde tiyatro sanatında farklılık yaratan uyararak filmi hakkında ikna etmek için türlü oyunlar dener. bir çalışma içinde olmasıydı.
In-Yer-Face akımına uygun biçimde Beyoğlu'nda Mısır Apartmanının 4. katındaki küçük mekanlarında seyirciyle iç içe oynamaya alışık olan DOT topluluğu, Sansürcü'yü Akün Sahnesi'nin büyük sahnesine ve salonuna başarıyla taşıdı. Oyun, ağırlıklı olarak sansürcünün ofisinde geçiyor; masa ve hemen etrafı oyuncuların oyun alanı (Mobilya Tasarımı: Koray
Sansürcü nün karısıyla ofisin dışında gelişen ilişkisi, monitör üzerinden verilerek oyunun uzamı genişletilmiş oluyor.
27
Oyunda, ışığı, oyuncular masanın üstünde duran lambaları
sağa sola
çevirerek ve eğip bükerek kendileri ayarlıyorlar.
Malhan). Ayrıca, sansürcünün cinsel fantezisini yaşaması için ofisin tuvaleti kullanılıyor. Ofisten bir kapıyla ayrılan bu yer, seyirci tarafından görülmüyor; sadece oradan gelen sesler işitiliyor. Masanın üstündeki monitörlerden bazısında sansürcünün izlediği filmler yakın plan ve soyut olarak yansıtılırken, iki ayrı monitörde de onun karısıyla arasındaki konuşmalar veriliyor. Sansürcünün karısıyla ofisin dışında gelişen ilişkisi, monitör üzerinden verilerek oyunun uzamı genişletilmiş oluyor. (Video Tasarım: Emre Akay)
Oyunda, ışığı, oyuncular masanın üstünde duran lambaları sağa sola çevirerek ve eğip bükerek kendileri ayarlıyorlar (Işık Tasarım: Cem Yılmazer). Ne var ki, oyunun bazı sahnelerinde oyuncular lambaları çevirdikçe parlak ışık tam gözümün içine giriyor, gözümü alıyor, canımı acıtıyordu. Bu durum oyunun mekanının değişmesine rağmen ışığın kullanılışının gözden geçirilmemesinden mi kaynaklanıyordu, yoksa Kör Parmağım Gözüne Tiyatrosu'nun tarzına uygun olarak bilinçli bir seçim sonucu muydu, bilemiyorum.
pe cy a
Yönetmen Naz Erayda, Sansürcü'nün cinsel fantezisini içeren, Miss Fontaine'in gazete kağıdı üstüne büyük abdestini yaptığı sahneyi tuvalete taşıyarak seyircinin gözlerinden uzak tutmak istemiş. Bu sahnenin yurtdışında oynandığında pek çok tepki aldığı biliniyor. Bazı
eleştirmenler sahnede def-i hacet etmenin sanata katkısını tartışırken, bazıları da oyuncunun istediği zaman bu işi yapabilmek için kaslarını nasıl çalıştırdığına kafa yordular. Zaman zaman bir Quentin Tarantino filminin setini andıran Böcek' in tersine Sansürcü'de hemen hemen hiç ağır küfürlü konuşmalar ve çıplaklık yok. Buna rağmen arka sırada oturan bazı izleyiciler böyle bir oyunun devlet sahnesinde oynanmasına akıl erdiremediklerini şaşkınlıkla karışık bir memnuniyetle ifade ediyorlardı. Öyle ya, aynı Ankara izleyicisi değil miydi Büyük Tiyatro'da 1980'lerin sonunda Michael Frayn'in Oyunun Oyunu'nda (Noises Off, 1982) Meral Oğuz sahneye kombinezonla çıktı diye "devlet memuru sahneye nasıl çıplak çıkar" tartışmalarına şahit olan.!
Tiyatro: DOT Yazan: Anthony Neilson Çeviren: Aslı Mertan Dougherty Yöneten: Naz Erayda Video Tasarımı: Emre Akay Ses Tasarım: Ömer Sangedik
28
Mobilya Tasarımı: Koray Malhan Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Oyuncular: Güneş Berberoğlu, Uğur Polat, Almıla Uluer
Sansürcü rolünde Uğur Polat, gerçekten etkileyiciydi. Güneş Berberoğlu da Miss Fontaine'in soğuk, duygudan yoksun, adeta mekanik cinselliğini canlandırırken cesurdu; başanlıydı. Oyunun birkaç yerinde sansürcü ve Miss Fontaine arasındaki konuşmalar, geriye sarılıp yeniden oynatılan bir film gibi, birkaç kez arka arkaya tekrarlanıyordu. Bu uygulamayla sadece sansürcünün işine bir gönderme yapılmıyor, aynı zamanda onun özellikle etkilendiği, rahatsızlık duyduğu olayları ve konuşmaları sonradan kafasında evirip çevirip yeniden yaşadığını da gösteriyor. Bu tekrarlarda, sansürcünün hafızasının, onu bazen yanılttığını konuşmalardaki ufak tefek değişikliklerden anlıyoruz ya da olayları/konuşmaları kendi istediği gibi hatırlamayı yeğliyor. Tekrarlanan sahnelerde Berberoğlu olağanüstü başarılı. Oyunu izlerken, Güneş Berberoğlu'nun yıllar önce Dormen Tiyatrosu'nda Ben Elton'ın Popcorn oyununda canlandırdığı roldeki başarısı aklıma geldi. Berberoğlu, medyada yansıtılan şiddet ve cinselliğin sorgulandığı bu oyunda, şiddet yanlısı bir genç kızı canlandırmaktaydı. Kanımca Güneş Berberoğlu, güçlü, saldırgan karakterleri canlandırmakta daha başarılı; örneğin Kent Oyuncuları'nın oynadığı Tennessee Williams'm Sırça Kümes oyunundaki kırılgan, güçsüz Laura Wingfield rolünde daha az etkileyiciydi. Tam da öğrencilerimle sınıfta Çağdaş İngiliz Tiyatrosu dersinde Sarah Kane'in In-Yer-Face akımının en başarılı örneklerinden olan Blasted oyunu işleyip bitirmiştik ki DOT, Böcek ve Sansürcü ile Ankara'ya geldi. Genelde Ankara izleyicisiyle beraber İngiliz edebiyatı öğrencileri de derste gördükleri bu akımı ve oyun yazarlarını sahnede izleme fırsatım yakalamış oldular. Teşekkürler DOT. Yine bekleriz. * In-Yer-Face Theatre: British Drama Today. Londra: Faber&Faber, 2001.
cy a
İzlenim
3. Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali
Ordu İzlenimlerim Ordu Belediyesi ile TOBAV'ın (Devlet Tiyatroları Opera ve Bale Çalışanları Vakfı) birlikte düzenledik leri "3. Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali"ni izledim.
pe
Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Mayıs ayının son birkaç gününü Ordu'da geçirdim. Ordu Belediyesi ile TOBAV'ın (Devlet Tiyatroları Opera ve Bale Çalışanları Vakfı) birlikte düzenledikleri "3. Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali"ni izledim.
üzüntüler, sıkıntılar ekiplere fazla yansıtılmadı. Diğer taraftan, Cezayir ekibinin faciaya dönüşebilecek kazasında can kaybı olmaması da işin teselli yanını oluşturdu. Festival, fevkalade görkemli bir törenle başladı.
Samsun'dan Tan Sağtürk Bale Okulları, Tokat'tan Hayali Kemal Atan Gür, Litvanya'dan Aglija Tiyatro Stüdyosu, İngiltere'den Hope Street Project, Almanya'dan Spielwerk Tiyatrosu, Ankara'dan Polis Amca İlköğretim Okulu, İstanbul'dan Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, İzmir'den Karşıyaka Belediye Tiyatrosu'nun yanı sıra Cezayir'in Konstantin Tiyatrosu da hem de bir Türk yazarının, Hasan Erkek'in "Yaşasın Barış" oyunuyla festivale gelecekti, ama gelirlerken otobüslerinin yağan doludan etkilenerek devrilmesi bütün moralleri bozdu. Üstüne üstlük İngiliz ekibinden bir oyuncu da acilen apandisit ameliyatına alınmaz mı? Aksilik işte!
Anımsarsanız, daha önceki yazılarımdan birinde de (Mart 2007/175. Sayı) yazmıştım, Ordu, tiyatroya yatkın bir kent. Tiyatro ile çoook eskiden, taaa Birinci Dünya Savaşı yıllarında tanışmışlar. Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu (OBKT)'nu 1964 yılında kurmuşlar. Kurmuşlar ve o günden bu güne perde kapatmamış olmalarıyla haklı olarak övünüyorlar. Tiyatroyu seviyorlar, saygı duyuyorlar.
Gelecek Yılki Festivalde Ödül de Var Festival kapsamında, çeyrek yüzyılı aşkın bir zaman diliminde Devlet Tiyatrosu'na hizmet vermiş, şimdilerde yeniden Konya Devlet Tiyatrosu müdürlüğüne atanan değerli tiyatrocu Tomris Çetinel'in yönettiği "Çocuk Oyunları Yazarlığı" Üzüntüler, Sıkıntılar Hiç Duyumsatılmadı konulu bir de panel yapıldı. Panele kısa bir süre için Neyse ki, başta Belediye Başkam Seyit Torun ve Yardımcısı Özer Karadağ olmak üzere tüm düzenleme Belediye Başkanı Seyit Torun da katıldı ve tiyatronun kurulu üyelerinin gerçekten özverili çalışmalarıyla kent yaşamındaki yerini anlattı. "Ordu, Türkiye'nin
29
Sanat Başkenti Olacak" sloganına açıklık getirdi. Gelecek yılki festivalde "Çocuk Oyunu Yazarlığı Ödülü" koyacaklarının sözünü verdi.
Hayali Kemal Atan Gür
Ayvaz ile Özçelik Panele Can Verdi Tiyatro oyunları kadar, sade anlatımı ve günlük yaşamın ayrıntılarını işlediği öyküleri ile de dikkat çeken, İstanbul Devlet Tiyatrosu dramaturglarından, Karşıyaka Belediye Tiyatrosu'nun Ordululara izlettireceği "Domates ile Gözlük" başlıklı oyunun yazan Ülkü Ayvaz ile festivalde sahnelenecek İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı "Kedi ile Palyaço" başlıklı oyunun yazarı Erhan Özçelik, "biraz uzun (iki saat) olmakla beraber" dinleyenlerin gerçekten yararlandığı panele can veren adlar oldu.
pe cy
a
Seyirciler Salonlara Sığmadı Festival sırasında, Tokat ilimizde, dededen kalma "Hacivat Köftecisi" dükkânının alt katında bir de "Oda Tiyatrosu" kuran, diğer taraftan "Karagöz'ümüzün ölmemesi için yoğun çaba gösteren ülkemizin kutsalgillerinden "Hayali Kemal Atan Gür'ün dolup taşan gösterisinin öncesinde, kapıdaki görevliye: "N'olur taaa Fatsa'dan geliyorum, bizi içeri alın" diye ricada bulunan babalara, analara tanık oldum. Litvanya'nın Aglija Gençlik Tiyatroları Stüdyosu, Baltık dillerinde "M" harfinin önemini dile getiren danslı bir oyunla gelmişti. Laima Adomai Tieno'nun yazıp yönettiği oyunda iyinin, iyiliğin yeryüzüne yaşam ve sonsuzluk getireceği anlatılırken, yepyeni bir tiyatro dili aranmasını da izledim. Sahnelenişi, oynanışı, oyuncu disiplinini ben de salonu dolduran Ordulularla birlikte ayakta alkışladım. Şebnem Köstem'i Bu Kere İzleyemedim Almanya'nın Münih yakınlarındaki küçük bir kentinden gelen Spielwerk Theatre ise "Sen ve Ben" başlıklı, kendini bulma ve iletişimle ilgili bir oyun sahneledi. İki oyunculu performans niteliği de taşıyan oyunda "Ben"lerden biri, gitti diğer "Ben"i buldu.
Karşılaştılar, çatıştılar ve sonunda aralarında iletişim kurmayı başardılar. "Ben" ve "Sen"i buldular "Biz" oldular. Bir anlamda "Sen, Ben Yok, Biz Varız" gerçeğinin altını çizdiler. Ankara Polis Amca İlköğretim Okulu'nun "Yağmurla Gelen"iniyse kimse alınmaz, darılmazsa pek kuru bulduğumu söyleyeceğim. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı "Kedi ile Palyaço"yu geçmişte izlemiştim. Oyunun yazarı Erhan Özçelik'in ve yönetmeni Bahtiyar Engin'in Ordulu olmaları ve OBKT'dan yetişmeleri "Kedi ile Palyaço"ya ayrı bir özellik, ayrı bir önem getiriyordu. Özçelik'in oyununda Cengiz Tangör ve Şebnem Köstem rol alıyordu. Zamansızlıktan "Kedi ile Palyaço"ya gidemedim. Yoksa, ne yalan söyleyeyim, bir kez daha izlerdim. Neden itiraf etmeyeyim ki! Hangi oyunda oynarsa oynasın, Şebnem Köstem'in oyunculuğunun hastası olduğumu bilmeyen mi var Allah aşkınıza? Cezayirliler Seke Seke Dans Etti Ordu'ya bu gelişimde, OBKT'dan ayrılıp, Ordu Sanat Evi'ni kuran Coşkun Çetinalp ve Mustafa Gencer ile tanışmam da iyi oldu. Grupların tanışma yemeğindeyse, Belediye Başkanı Seyit Torun ve yardımcıları Özer Karadağ, Cengiz Okur, Birol Yılmaz ile, Hasan Erkek ile, Tomris Çetinel ile, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın başarılı oyuncusu Süeda Çil ile, OBKT'nun müdürü Mehmet Kefeli ile aynı masayı paylaştım. Hazır Belediye yöneticilerini toplu halde bulmuşken,
30
"Hayali Kemal Atan Gür'ün dolup taşan gösterisinin öncesinde, kapıdaki görevliye: "N'olur taaa Fatsa'dan geliyorum, bizi içeri alın" diye ricada bulunan babalara, analara tanık oldum.
a
Bir Kızıltepe'ye Bak, Bir De Ordu'ya... Bütün bir gece, birbirlerinin dilini anlamasalar da, aralarında iletişim kurabilen insanları gözlemledim ben. Sonra, Teatra Jiyana Nû'nun (Yeni Yaşam Tiyatrosu) Kızıltepe Festivali kapsamında sahneleyeceği "Mirina Anarşistekî" (Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü) adlı tiyatro oyununun Mardin'in Kızıltepe Kaymakamlığı tarafından "Toplantı ve Gösteri Kanununa Muhalefet" ve "Halkın huzur ve güvenliğinin tehdit altında olduğu...." gerekçe gösterilerek yasaklanmış olmasını düşündüm. Dario Fo'nun oyunu, Toplantı ve Gösteri Kanunu'na muhalifmiş! Bakın hele siz!.. Sanata uygulanan keyfiliğe, hukuksuzluğa köpük köpük köpürdüm. Bir ara, oyunun dilini ve "anarşist" sözcüğünü bir arada yakalaymca(!) öcü görmüş devlet erkinin travmatik korkusuna sövdüm. Bir yanda Kızıltepe Kaymakamı, diğer yanda Ordu Belediye Başkanı... Tiyatromuza taze bahar dallarından en güzel kostümü giydiren Ordu Belediyesi yöneticilerini içime süzdüm. Bir ara, İsa Küçük ile dans eden Cezayirli kadınla göz göze geldiğimizi anımsıyorum... Ona da el salladım, tüm içtenliğimle de güldüm...
İngiltere Hope Street Project
Neyse! Ekipler çok kısa bir süreç içinde ve özellikle OBKT Genel Sanat Yönetmeni Ali Kemal Tandoğan'ın başı çekmesi, tiyatronun sanatçıları Hakan Altan'ın, Ferda Turgut'un, Rıfat Çol'un, Cemil Gündüz'ün, İsa Küçük'ün olağanüstü çabalarıyla birbirleriyle şıpınişi kaynaşıverdiler. Kaynaşma dostluğu, sevgiyi, birlikteliği getirdi. Tango'dan Halay'a, Horon'dan Oryantal'e danslar... Belki inanmayacaksınız, ama kafaları sarılı, bacağı kırık, kolu bandajlı Cezayirliler bile, iyiden iyiye ısınan havada başlarından geçeni unuttu, seke seke danslar bile etti.
İBB Şehir Tiyatroları
tiyatro salonu fuayesinin pek ruhsuz, estetikten de hayli uzak olduğunu söyleyebilirdim, ama söylemedim. Duvarlara eski afişleri kronolojik sırayla çerçeveletip assalar, yangında yanan afişleri siyah boş bir çerçevede simgeletseler; oyunlardan fotoğrafları, "cast"ları daha ciddi biçimde sergileseler fena mı olur diye kendi kendime sordum. Önümüzdeki yıl yapılacak festivalin program kitapçıklarında, afişlerinde oyunların hangi yaş grubuna "hitap" ettiğinin belirtilmesindeki yararları da ardı ardına sıralamadım.
pe cy
Almanya'nın Münih yakınların daki küçük bir kentinden gelen Spielwerk Theatre ise "Sen ve Ben" başlıklı, kendini bulma ve iletişimle ilgili bir oyun sahneledi.
31
Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi'nin organizas yonu olan ilk Çağdaş Sahne Sanatları Buluşması, gerçekleş tirildi Buluşma, gösterimle re, anlatı geleneği uygulama ları ve çağdaş gösteri sanatları çerçeve sinde ev sahipliği yaptı.. 32
ÇGSG Sahne Sanatları Buluşmasının Ardından
Bahar Karlıdağ / baharkarlidag@hotmail.com
22 Mayıs ve 3 Haziran tarihleri arasında, Moda'da Oyun Atölyesi'nde Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi'nin (ÇGSG) organizasyonu olan ilk Çağdaş Sahne Sanatları Buluşması, Şule Ateş'in koordinatörlüğünde gerçekleştirildi. Böylece sezonun kapanmasına az kala, yıl boyunca çeşitli mekanlarda ve dönemlerde seyirciyle buluşmuş olan gösterimler bir kez daha, toplu olarak, Anadolu yakasında seyircileri ve gözlemcileri ile bir araya gelme fırsatı yakaladı. On üç gün süren buluşma, on iki gösteriye ev sahipliği yaparken, Hacettepe Üniversitesi Konservatuarı ve Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nden sırasıyla, Dr. Türel Ezici ve Prof. Dr. Metin Balay tarafından verilen iki seminerle de kuramsal desteğine kavuştu. Ayrıca, gerçekleştirilen forumlarda, ilgili seyircilerin, oyuncuların, yönetmenlerin ve gözlemcilerin arasında oluşan diyalog, sahnenin ve seyrin de ötesinde birbirini tanıma, anlama imkanı sağladı katılımcılarına.
eğitimcileri, kültür yöneticilerini ve akademisyenleri bir araya getirerek, bir değişim ve dönüşüm hareketi başlatmayı hedefleyen bir girişim olarak nitelendiriyor. Oyun Atölyesi - Kadıköy buluşması, CGSG'nin, kurumsal destek ve ödeneklerden faydalanma sıkıntısı yaşayan üreticilerin seyirci ile buluşmasını sağlayarak, bu kuruluş amacına hizmet vermek üzere gerçekleştirdiği ilk organizasyon.
Buluşma, gösterimlere, anlatı geleneği uygulamaları ve çağdaş gösteri sanatları çerçevesinde ev sahipliği yaptı. Tuğçe Tuna Proje Topluluğu'ndan Phronemophobia- Düşünme Fobisi adındaki gösterisiyle açıldı. Düşünme Fobisinin bazı fiziksel belirtilerini geliştirerek yarattığını ifade ettiği koreografide, Tuğçe Tuna, sürekli tepki halindeki bir bedenin birkaç hareketi ile örülü bir fasit daire yaratan ve bu fasit dairenin bedeni içine düşürdüğü esaretle de fobinin irrasyonel doğasını gerçekçi, somut bir anlatımla aktarabilen bir gösteri yaratmış. Sanatçının projesi hakkında bizlerle paylaştığı niyet, Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi, kendisini Türkiye'de çağdaş gösteri sanatları alanında üretimde metot gibi detayları aşarak bu projeye gösterim sanatlarının güncel çerçevesinden bakacak olursak bulunan bağımsız sanatçıları, kuramcıları,
22/11 Proje Topluluğu / Sıfırla Böl
pe cy
a
İzlenim / Eleştiri
ÇGSG'den ilk Çağdaş Sahne Sanatları Buluşması
Erbatur'un dramaturjisini gerçekleştirdiği, İlyas Odman ve Çağlar Yiğitoğulları tarafından ters çevrilmiş kadehlerin üzerinde, sahneye inmeden gerçekleştirilen bir gösterim. İki sanatçının, sadece siyah slipler içinde sergiledikleri bedensel yalınlıkları, cam kadehlerin üzerinde yüklendikleri riskli ve o sebeple de son derece özenli hareketlerini güçlendirmekte. Sahne alanını, bu kadehlerin üzerinden inmeden baştan başa kat ederek oldukça etkin kullanıyorlar. Hareketlerin başlangıç noktasındaki on kadar kadeh, her iki oyuncunun da bir tür adası; hareketlerine başladıkları ve sahneyi dolanmak ve birbirleri ile buluşabilmek adına terk edecekleri hareket noktaları. Oyuncuların her biri yolculuklarına farklı koreografilerde devam ediyorlar, biri sadece ayak üstünde, diğeri ise hem ellerinin hem de ayaklarının altına aldığı kadehlerde. Arada bir kadehler kırılıyor ve kesilmemek için oyuncu sahneye iniyor; bazen kadehin hareketleri ile oyalanılıyor, ağır ilerleyen bu zahmetli ve riskli hareketlere ara verilerek. Bu kadehler oyunun üzerine kurgulandığı platformları ve dramaturjinin önerdiği kırılganlık öğesini sağlarken, aynı zamanda kendi hareketi ve devinimi olan birer eşya olarak da sergileniyor böylece. Bu gösterimi etkileyici bir proje yapan, oldukça somut eşyalarla ve yalın bir beden kullanımıyla bir gösteriyi anlatıya dönüştürmeyi de başarması. Oyuncuların kadehler üzerinde aldıkları kişisel risk ile yakalanan kırılganlık duygusu, seyircide duygudaşlık ve gerilimi aynı anda yaratıyor. Sonuç, hem nitelikli bir gösteri, hem de etkin bir anlatıya dönüşüyor. Anlatı mesafe gerektirir, izleyicilerle gözlerinin önünde olup biten arasına bir şeyleri; genelde sözü yerleştirir; aynı şekilde anlatandan da aktarıım arasındaki mesafeyi koruması beklenir. Camadımlar, izleyicide var olan bu boşluğa merak ve gerilim hallerini bir arada yerleştiriyor ve oyuncuların eylemlerinin riskli doğası karşısındaki dikkatlerini ve emeklerini ön plana çıkarıyor ve seyir mesafesini yine etkin bir şekilde açmış oluyor. Hayatta kırılgan bireyler olarak yol almanın, hayat sahnesini keşfetmenin ve bunun ötesinde, bir de iletişim ve beraberlik aramanın yine kırılgan ve bir o kadar da riskli destanının etkileyici bir izdüşümü olarak da okunabilecek bir gösterim, Camadımlar.
9Altı Dans ve Hareket Projesi'nin gösterimi olan Camadımlar, İlyas Odman'ın koreografisi ve Evren
22/11 Proje Topluluğu'nun sunduğu Sıfırla Böl adındaki gösterim, koreografinin metinsel ifadesinde
22/11 Proje Topluluğu'nun sunduğu Sıfırla Böl adındaki gösterim, koreografi nin metinsel ifadesinde yer alan tereddüt, duraklama, çekinme gibi halleri sahnede de yerine getirmekte.
pe cy
a
eğer, dili ve onun şemsiye görevini gören anlatıcı kapasitesini tüketen sahne sanatlarının, artık bedeni de insanî anlamından soyutlamış olduğunu görebiliyoruz; bu anlamda Düşünme Fobisi, artık gözler önünde halden hale giren insanın durumlarını yansıtan, ve çağdaş sahne sanatlarının talep ettiği güncelliğe ve evrenselliğe de sahip bir proje. Bu evrenselliği, beden somutluğuna indirgenmiş gösterimiyle yakalıyor. Bu bedende bir şeyler oluyorgüncel bir şeyler. Hayat akışına kaptırılmış ve belki de orada kaybedilmiş bir benlik, o akışı düşünme yordamıyla bir türlü ketleyemiyor. Akışkan bir koreografi, fakat bu akışkanlık bir sonraki aşamayla kendini tamamlayamayan hareket evrelerinin - kafa silkme, ileri hamle yapip, geri düşme, adımı tamamlamadan yere sürülen ayaklar, kesilen nefesler - yeknesak tekrarından ibaret. Hareketler üst evrelerine geçemiyor, yer değiştirme ve bağımlılık fonksiyonlarıyla artık mitolojik bir hal aldığını öne sürebileceğimiz hareketlerin kısır döngüsü kırılamıyor. Beden istemsiz ve esrik; insan canı değil, başka bir şey taşıyormuş gibi, parçalanmış bir varlık boyutuna da işaret ediyor. Sahnede bedeni, insan varlığının istemsiz bir katmanı olarak sergileyen Düşünme Fobisi, sahne sanatlarının en has aracı olan oyuncunun somut, bedensel varlığını gösterinin tam anlamıyla emrine koşuyor. Gösterinin bu kısmına bir erkeğin mimiksiz yüzünün sergilendiği video gösterimi eşlik etmekte. Aynı projenin ikinci bölümü F ise, doğal olarak bir hücre hapsini çağrıştırıyor ve bu hapis içerisinde alınan yolları da gösteriyorsürünme, doğrulma, düşme, tekrar doğrulma, tutunma, diğerine tutunma ya da diğerini düşürme gibi. Bedenler bu yolda araç değil, bir engel. Bu, bedensel varlıkla başa çıkmanın ve bunun üzerine bir de hareket edebilmenin; belki de hayat akışında yol almanın zorluğu, ve belki de imkansızlığı; bedeni niyete koşmadaki beceriksizlik ve bunun sonundaki başkalaşmış, deforme olmuş hareketlerden örülü koreografisi ile bir grup gösterimi. Dansçıların bedenlerine hakimiyetleri son derece etkileyici; ayrıca her bir dansçının kendi bedenine has hareket deformasyonunu geliştirerek koreografinin senkronik yapısı içindeki bütünlüğe hizmet etmeyi başarmış olması etkileyici.
33
olduğu, Çıplak Ayaklar Kumpanyası'nın sunduğu Mehmet Barış'ı Seviyor gösterisi sivil hayatın içine sokulan militarizme yönelik bir eleştirel tavır sergileme çabasında bir yapım. Bir sahne yöneticisinin varlığından faydalanarak oluşturulmaya çalışılan sahne kurgusuna, sahnenin cephe duvarına yerleştirilmiş büyük monitörden gösterilen, temayı destekleyen çeşitli görüntüler de dahil edilmiş. Sahneye iki defa çıkarılarak, monitörden yayımlanan şehit analarının görüntüsünün önünde, sahneyi oyuncularla beraber iki kere turlayan 'Büyükanne', kestirme bir gerçekçilik yakalama girişimi gibi. Sahne yöneticisinin elindeki kamera ile oyunculara yapılan 'zoom'larla, yer yer sağlanan dramatizasyon zayıf kurgunun içinde havada kalıyor. Mehmet Barış'ı Seviyor, fikirlerin, sahnenin, oyuncuların ve teknolojik ekipmanın, bir gösterim sunmak üzere kendi içinde bir bütünlük yaratmasına hasbelkader engel bir 'oyun' havasında, şehitlik, militarizm gibi temalara karşı, sahnede henüz olgunlaşamamış bir tavır sergiliyor.
Camadımlar, izleyicide var olan bu boşluğa merak ve gerilim hallerini bir arada yerleştiriyor ve oyuncuların eylemlerinin riskli doğası karşısındaki dikkatlerini ve emeklerini ön plana çıkarıyor... 34
pe cy
a
Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi çerçevesinde son gösterim, Hareket Atölyesi tarafından gerçekleştirilen, Zeynep Günsür yönetimindeki İnsanlık Hali idi. Sahnenin sayısız irili ufaklı, içleri doldurulmuş plastik torba salkımlarıyla süslendiği açılışta, bir dizi bayan oyuncu sahne önüne sıralanıp oturur; seyirci mimiklere odaklanır çünkü başka hareket yoktur. Sonra yoldaki hareketin bir hapşırık olduğu ortaya çıkar, bu hapşırıkla oyuncular sahneye saçılır ve gösteri başlar. Kıyafetler, başta dekor olarak kullanılan plastik torba yığınlarının giyildiği anlar dışında, bir bluz ve yarım şalvardır. Bir sahne hariç, oyuncularının tamamı çeşitli yaşlardaki bayanlardan oluşan gösterim, seyircinin estetik alımlama deneyimine yönelik kendini kurguladığına dair bir izlenim yaratmakta. İlgi çekici, muzip enstantanelerle seyirciden tepki alıyor; aslında bu tepkileri bekliyor. Gösterinin oyuncuları, grotesk varlıklar sergiliyorlar. Bu sahiplenmeme konumu ile beraber, naylon poşetler, battal boy çöp torbaları gibi günlük hayattan tanıdık materyallerle izleyeni bildik bir algı boyutuna çekerek, bir pop art yüzeyselliği yakalıyor. Dansçılar arasındaki performans farklılıkları sanki kaçınılmaz bir doğallık dayatması. Gösteri metninin kendisi yok, ama bir dizi alt metin gösterimi olarak okuyabileceğimiz sahneleme, anları ve kişinin kendisine özgü oluşlarını, akışkan bir dizi sahneyle gösteriyor. 'İnsan(lık) hali' başlığıyla, son derece makro bir tema olarak beklenti yaratan, -i, -e, -de, -den, ve -lık halleri sergileme koşutundaki gösteride acaba bu 'insanlık hali' nasıl mevcut? Postmodern estetiğin kesintisiz ve dolayısıyla şuursuz bir akışkanlık haline hapsettiği insan var oluşunu, insan hallerinin bazen grotesk, bazen de karikatür hallerinin dizgisiyle sahnesini doldurup boşaltarak mı yakalıyor bu 'hali'? Bu acabaların sebebi, sahnede paylaşabileceğimiz insanlık halleri gözlemlerine rastlayamayışımız. Metnin parçalandığı ve yok olduğu, sahne üzerinde duran her varlığın aynı değer potasında eridiği, görselliğin ön planda durduğu, bedenselligin anlam yüklenmeye direndiği, gerçeklik duygusunun pekişmesine olanak tanımayan çağdaş sahne uygulamalarının bir okuması olarak anlaşılır olsa da, insanlık hallerinin sergilendiği bir gösterim olarak okunmada zorluk yaşatan bir sahneleme
yer alan tereddüt, duraklama, çekinme gibi halleri sahnede de yerine getirmekte. İki gösterimcinin bu 'atıl' halleri gösterimin temposunu son derece ağırlaştırıyor ama bu ağırlığa, onu belirginleştirecek, bir diyalektik kuracak akışkan bir öğe gerekli belki de; aksi takdirde, oldukça genç iki dansçının sahnedeki hantallığına seyirlik bir anlam vermek izleyici için zor oluyor.
Arıza, yine ÇGSG gösterimleri kapsamında buluşmaya katılmış olan, Emre Koyuncuoğlu'nun konseptini hazırlayarak yönettiği bir gösteri. Oyun, 'deformasyonun form olduğu bir sahne çalışması' olarak tarif ediliyor. Günlük hayattaki arızalı hallerin kaynağı olarak kabul edilen yatağın sahne olduğu önerisiyle, yatak üzerinde çeşitli 'pop-up' durumlar sergileniyor. Bir sonraki karede yerini alacak oyuncular, sahnenin arka planındaki - sahne olduğu öne sürülmeyen - sırada oturarak, sıralarını bekliyorlar ve kendi kareleri geldiği vakit, sahneyi - yatağı evvelki karenin oyuncularından teslim alarak oynuyorlar. Bu şekilde yatak hiç boş bırakılmıyor, yani 'sahne' etkinlikle kullanılıyor, İnsanlığın ve dolayısıyla seyircilerin kolektif beklentilerinin, tecrübelerinin zemini üzerine, bir yatak ve çevresinde yapılandırılan bir gösteri Arıza. Oyun, belli hallerin anlatıldığı kareleri usta bir dinamiklikle canlandırarak, hoş bir akıcılığa sahip hareketli imgeler silsilesine dönüştürebiliyor. Konsept ve koreografinin Mihran Tomasyan'a ait
Shakespeare'in, epik doğaları itibarıyla zaten birer anlatıcı olan karakterleri tek oyuncu tarafından üstlenilmiyor. Oyun, Shakespeare'in III. Richard tragedyasını böylelikle, sahnedeki oyuncu kimliklerinin farkında olan beş oyuncu ve bir kukla canlandırmasıyla hikaye içindeki bir hikaye gibi kısa bir zaman diliminde, etkinlikle anlatıyor.
pe cy a
İnsan(lık) Hali.
Nihal Koldaş'in Pulitzer ödüllü Tony Kushner'in metni Evcimeni Kabil'i Türkçe'ye çevirerek, Metin Deniz'in yönetmenliğinde sahneye taşıdığı aynı adlı solo oyun ise, 'Batılı bir kadının tarih boyunca sömürülen Doğu'dan, Batı adına bir nevi af dileyişinin öyküsü,' olarak tasvir ediliyor. Sahnede bir hatip rolüyle oyunu açan oyuncunun ilk önce yüklendiği anlatıcı rolünün, aslen bir karakter tarafından üstlenilmiş olduğu, oyun ilerledikçe ortaya çıkıyor. Evcimeni Kabil, nesnel bir anlatım için örülmüş, duygusal ve zihinsel derinliğiyle anlatının akışkanlığına sekte vuran; akışı kendi öznel sahasına çeken dramatik bir karakter barındırıyor. İnsanların artık öznelliklerini kolaylıkla taşıyamadıkları ve yansıtamadıkları hayatta, kişilik hakkı olan bu öznelliği, uzak bir coğrafyadaki, uzak bir kültürün eseri olan, tanınmamış bir adam üzerinden yapılandırılan ve böylece günlük hayatı, duyguları ve mahremiyeti açığa vurulan bir kadının zihninin penceresinden seyircisine incelikle, zarif bir ritimle açılan bir oyun. Anlatıcı karakter arada sırada ışık ve ses teknisyeni ile diyaloga girerek bir yabancılaşma etkisi ile de, seyirci ile arasındaki anlatı mesafesini muhafaza ediyor.
ÇGSG Sahne Sanatları buluşmasında anlatı geleneği ve çağdaş uygulamaların ilk sırasında yer alan Tiyatrotem, III. Riçırd Faciası adlı gösterisini William Shakespeare'in aynı adlı oyunundan yola çıkarak hazırlamış. Tek perdelik oyun, beş oyuncu ve bir kukla tarafından sahneleniyor. Oyuncular kendi sahne kimliklerini Shakespeare karakterlerinden öncelikli olarak taşıyorlar. Sahnelerde oyuncuların karakterlere giriş-çıkışları gayet net olarak vurgulanıyor. Sergilenen oyuncu gerçekliği, Bertolt Brecht'in epik oyuncusu ile örtüşmekle beraber, oyuncuların kendilerini kişisel jestleriyle, karakterlerden evvel yapılandırmalarıyla, Brecht'in, kendisini oynarken sergileyen ve aksiyondan sıyıran epik oyuncusunun ötesine geçiyor. Bu oyuncuların oyun dışındaki kimlikleri de sahne üzerinde. Bunun dışında, Shakespeare'in karakterlerine başlı başına epik bir boyut kazandıran dili, tek oyuncu taşımıyor. Aynı karakterin tiratlarını iki ya da üç oyuncu tarafından okunduğu görülüyor, aynı şey diyaloglar için de geçerli; iki karakter arasındaki diyalogun beş oyuncu arasında katmanlara ayrıldığını görüyoruz. Yani,
Tiyatro Oyunevi'nin sergilediği iki gösteriden ilki olan Tol, Murat Uyurkulak'ın aynı adlı eserinden sahneye Mahir Günşiray tarafından uyarlanmış. İki kişilik oyun, gerçekleşemeyen devrimlerden arda kalan iki kişinin buluşması ve devrimin 'bir ihtimal olarak' görüldüğü ve heyecan uyandırdığı dönemlere doğru zamanda yaptıkları yolculuk üzerine kurulu. Çizgisel olmayan oyun kurgusu, zamanda yolculuğa imkan tanıyor ve iki karakterin hikaye serimi için yöneldikleri zaman ve mekandaki yolculuk, oyuncuları kâh epik kâh dramatik karakterlere büründürüyor. Olaylar hem bir zaman mesafesinden anlatılarak hem de dramatik gösterimleri yapılarak, katmanlandınlmış bir kurguyla aktarılıyor. Gösterim ve anlatım katmanları arasında hareket eden oyuncu, oyunun hızlı temposunda, sınırları biraz muğlak
Çıplak Ayaklar Kumpanyası'nın sunduğu Mehmet Barış'ı Seviyor gösterisi sivil hayatın içine sokulan militarizme yönelik bir eleştirel tavır sergileme çabasında bir yapım. 35
bırakıyor. Sahnenin geri planındaki tren rayını andıran platform, çıkılan yolculukların seyir mekanı; platformun tepesindeki askılıkta asılı duran paltolar, kabanlar, ceketler oyuncuların sahnelere ve karakterlere girip çıkarken kullandıkları eşyalar. Oyuncular devamlı sahnede ve oynamanın ötesinde, aynı zamanda birer sahne işçisi misali eşyaları gelecek sahne düzenine uygun düzenliyorlar da. Sahne üstündeki anlatıma hizmet etmeyen bu dinamizm ve emek, izleyicinin gözlerinin önünde olan bitene bir adım daha geriden bakabilmesine yardım ediyor. Devrim hayalleri ve bu hayallerin kurbanları gibi, dramatik gerçekliği bizlere oldukça yakın bir konuyu, oyun, oyuncuları karakterlerin içine yerleştirmeden, onlara sahnede başka görevler yükleyerek, çizgisel aksiyondan kaçınan, nedenselliğe ve beklentilere meydan vermeyen, oyuncuların ve eşyaların varlığından son derece somut faydalanan rejisiyle seyirciye bir dikkat mesafesi kazandırıyor. Tiyatro Oyunevi'nin ikinci oyunu Yalnızlıklar ise, soyut ve şiirsel bir yalnızlık güzellemesini tek oyuncu ile sahneye taşıyor. Hasan Ali Toptaş'ın metninin sahnelemesinde, oyuncu Mahir Günşiray'a sahnede bir viyola ve klarnet sanatçısı eşlik ediyor. Bu da bir anlatı ve anlatılan sahnede başlamıyor ve de bitmiyor; bu bir hal. Şiirsel ifadenin yoğunluğu müzikle, oyuncunun kimi zaman dansa dönüşen hareketleri ile, çeşitli aralıklarda tekrarlanarak neredeyse nakarat oluşturan, mısralaşmış deyişlerle, ve de bir kova su ya da havaya saçılan konfeti ile sahne somutluğuna bürünebiliyor. Sahneden seyirciye doğru yönelen coşkulu titreşim zaman zaman yerini dinginliğe terk ediyor ve klarnet ve kemanın eşliğinde bir tür güncelleme, hafıza kontrolü ile anlatımına devam ediyor. Anlatılansa, kabaca, yalnızlığın kendini unuttuğu ve tekrar hatırladığı halleri. Oyuncu sahneyi terk etmeden evvel, sahnede görevini yerine getirmiş
pek çok eşya gibi, sırasını bekleyen sahnenin ortasındaki bir kutudan irice, bakır bir topacı seyirci için döner durumda bırakarak, şiirselliğin estetik atmosferinin süreceği vaadinde bulunuyor. Neden ise, kültürümüzün anlatı geleneğinin demirbaşlarından meddahlığı sözel anlatımdan soyutlayarak canlandırma deneyi. Oyuncu, etkili bir beden dili ile kırsaldan kente göç etmiş bir insanın yeni ortamındaki varlık mücadelesine ve yok oluşuna dair bir anlatım. ÇGSG'nin ilk buluşmasında izleme fırsatım olmadığı için burada gözlemlerimi paylaşamadığım gösteri ne yazık ki, Taldans'tan Sek Sek oldu. On gün boyunca nitelikli gösterileri, mutfaklarını eğitimcilere, gözlemcilere ve seyircilere açarak sunan, akademisyenlerin destekleri ile projelerin ardındaki kuramsal boyutu sergileyen ve gözlemcilere izlenimlerini okurlarla paylaşma imkanı tanıyan Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi'ne teşekkür ediyoruz.
pe cy a
Tiyatro Oyunevi'nin oyunu Yalnızlıklar ise, soyut ve şiirsel bir yalnızlık güzelleme sini tek oyuncu ile sahneye taşıyor.
36
cy
a
TIMIS Oyuncuları
İzleyici Temsilcisi
Festival Festivali
Mayıs'ta Festivallere Geldik Gökhan Esentürk / gesenturk@gmail.com
pe
Festivallerin en güzel tarafı şudur: Sezon içinde kaçırdığınız, duymadığı nız ya da uzakta olduğu için gitme şansınızın olmadığı oyunları toplu halde arka arkaya ve çoğunlukla ücretsiz olarak izleyebilirsi niz.
Mayıs demek festival demektir. Festivalse benim için, haritalarınkrokilerin arasında kaybolmak, saatler süren internet araştırmaları, telefon görüşmeleri, mailleşmeler ve bir de kısıtlı boş vakitlerimi optimize eden takvim ve çizelgeler demektir. Festivallerin en güzel tarafı şudur: Sezon içinde kaçırdığınız, duymadığınız ya da uzakta olduğu için gitme şansınızın olmadığı oyunları toplu halde arka arkaya ve çoğunlukla ücretsiz olarak izleyebilirsiniz. Kötü olansa, aynı anda iki festival varsa biraz sıkışırsınız, eğer üç festival varsa gerçekten koşmanız gerekebilir ama aynı anda dört festivali de izlemeyi planlayıp derginize söz verdiyseniz, şirin beldemiz ölmektenbaşkabirşeyistememeye hoş geldinizin resmidir.
Mayıs sayısında geniş bir biçimde dergimizde tanıtılan 10. Ülker Kukla Festivali, bu sene ikincisi düzenlenen ÖKM Tiyatro Günleri, İBB Şehir Tiyatroları 23.Gençlik Günleri, İstanbul Amatör Tiyatro Günleri (IATG) ve Boğaziçi Amatör Tiyatrolar Şenliği aynı günlerde bir araya gelerek şu bahsettiğim beldeye biletimi kesmiş oldular. Üstelik hepsi öylesine çekici oyunlara ve gruplara ev sahipliği yapıyor ki içlerinden birinden vazgeçmek de mümkün olmuyor. Ben de bu festivallerin çekiciliğine kapılıp, ben bunları izlerim dedim. Demiş bulundum. Bundan sonrası İstanbul Mekan Tiyatro Festivali'nden talimli olan benim için aynı hikaye, önce internetten festivali araştırırsın ve tabii ki dişe dokunur bilgi yoktur.
Gönüllü olarak çalışan, bilinen tiyatro sitelerinin yaptığı haberler dışında hiçbirini internette bulamazsınız. İnternet sitesi yapmayı gerekli bulmazlar. İnternet üzerinde, düzenledikleri festivalle ilgili bilgilere yer vermemek, bir işyeri açıp oraya telefon hattı almamaktan farkı değil oysa. Ama yapmazlar. Ve işte benim o yüzden aklım hiç almıyor. Arkasında "Ülker" bulunan Kukla Festivali'ni bir yana bırakırsak, bir paragraf önce adını sıraladığım tüm festivaller, daha başından enformasyon anlamında sınıfta kaldı. Festivaller bir yana, zor şartlarda günlerce provalar yapan, bu işe yüreklerini ve paralarını akıtan yüzlerce tiyatro grubunun internet üzerinde adı sanı yok. Kendilerine ve emek harcadıkları işlerine ulaşmak, tebrik etmek, eleştirmek, yardım
37
etmek mümkün değil. İşte bir kez daha ve sırf bu yüzden aklım hiç almıyor. Boğaziçi Amatör Tiyatro Festivali İşi biraz daha ilerletip yetkililere mail atarsın. Kimseyi zan altında bırakmamak adına: Eyy! Ahali... Boğaziçi Amatör Tiyatro Festivali iletişim için bir mail adresi edinmiş. Çok üzülerek söylediğimi belirteyim ki sevindirici. Ama benim gibi sevinip mail atmayın, cevap alamıyorsunuz. Hiç şaşırmadan belirteyim ki, üzücü. Kim bilir belki şifresini unutmuşlardır. Böylece listemden bir festival hiç gitmeme gerek kalmadan elenmiş oldu.
2. ÖKM Tiyatro Günleri Geçen sene, girişinde yasak olduğuna dair herhangi bir uyarı bulunmayan o sokağa arabamla girdiğimde "Birlikte bakalım, uyarı işareti yoktu! Yasak olduğunu nereden bilebilirim?" diye derdimi anlatmaya çalışırken, polis bir yandan cezamı kesip, bir yandan da "Ben anlamam, bileceksin!" demişti. ÖKM (Öğrenci Kültür Merkezi) Tiyatro Günleri ile ilk randevumuz da yaklaşık olarak işte böyle oldu. Programda 18.30 olarak yazan, İTÜ TİMİS "Üç Kuruşluk Opera" isimli oyunun başlangıç saati 19.30'muş. Bilmeliydik. Şu an yazımı hazırlarken daha sakin olsam da, işten çıkıp oyuna yetişmek için yirmi dakika koştuğum oyun
akşamı, başka şeyler söyleyipdüşünüyordum. Neyse ki TİMİS, yani Tiyatro Miyatro İstanbul Oyuncuları, o akşam bize harika
TİMİS Oyuncuları
pe cy a
Geçtiğimiz günlerde Radikal Gazetesi'nin yapmış olduğu bir siyasi partiler yoklaması var. Tebdil-i kıyafet parti ilçe merkezlerine girip kadın kollan hakkında bilgi istiyorlar. Tahmin edin bakalım hangi parti(ler)de muhatap bulup, hangilerinin kapısından dönüyorlar. Geçen seçimi göz önünde bulundurarak,
bu gizli yoklama sonuçlarını araştırırsanız tahminlerinizin doğru çıktığını görebilirsiniz. Umarım "Başarı" ve "Enformasyon" ile ilgili olarak bazı çağrışımlar yaptırabilmişimdir. Bir oyuncu her şeyden önce iyi bir tahminci olmalıdır, değil mi ama?
Benim ilk defa öğrenciler arasında duyduğum ve üniversite içinde bir mit olan "Tıpçılardan bir şey olmaz" önyargısını nasıl yıkacaklar hep beraber göreceğiz.
cy a
bir performans sergilediler de biraz olsun içime su serpildi. Sonradan öğrendim ki, şanı tüm üniversiteye yayılmış TİMİS ve oyunlarının. Ben de artık o sıkı takipçilerden biri olacağımı söyleyebilirim.
pe
ÖKM kapsamında izlediğim bir diğer oyun, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu'nun sergilediği Çehov'un kısa oyunlarından biri olan "Ayı". Sahnedekileri bir kenara bırakıp grubun yarattığı sempati ve bakış açılarındaki hoşgörüden bahsedelim. Oyunlarını beğenmediğimi yüzlerine söylesem de daha okullarının bodrum katında zor şartlarda çalışmış olduklarını öğrendiğim an, kötü şeyler yazmayacağıma emindim. Ama sanırım onlar emin olamadılar. Bana kızıp, oyunları hakkında bilgiler-fotoğraflar göndereceklerine dair verdikleri sözü unuttular. Benim için çok değerli bir grup. Belki de sırf belleğimde bir şeyleri dürtükledikleri için bile değerli. Seneye daha çok çalışmış, yardım almaktan çekinmemiş, isteklerini ve tiyatro sevgilerini kaybetmemiş bir grup doktor adayı, görün bakın 3.ÖKM günlerinde ne performanslar izletecekler bize.
Bu sene beşinci yaşını kutlayan TEM, sahnedeki başarısı ve yaklaşımı ile önümüzdeki sezonlarda, her zaman ajandamda yer alacak.
Festival sorumlularından Emre Yalçın Ta yaptığımız keyifli sohbette şunları kaydettim defterime: ÖKM Tiyatro Günleri bu sene ikinci defa gerçekleşen gencecik bir festival, aynı izleyeniyle, oynayanıyla olduğu gibi. Her sene daha da ileri gitmeyi hedefliyor. Festival için yapılan çalışmanın tamamı gönüllülük esasına dayanıyor. Üniversitelerinin öğrencilerine oyunlar izletmek, gelen tiyatro grupları ile dostluk kurup türlü tiyatral alış-verişlere girişmek gibi amaçları var. Bununla birlikte, çok önemli konuların da altını çiziyor Emre Yalçın. Amatör tiyatronun olduğu ve aslında olması gerektiği konum üzerine yerinde tespitleri var. Tiyatro için mücadele ediyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Bir diğer gözlem yaptığı önemli konu da şu: gelen seyircinin 'nitelik ve nicelik açısından' her geçen gün düşmesi. ÖKM Tiyatro Günleri çalışanları, festivallerinde panellere yer vererek, bu konuda da mücadele etmekte kararlılar. Organizasyondaki küçük
sorunların çözülüp, seneye daha sağlam yere basan bir festival izleteceklerini ümit ediyorum. 10. İstanbul Uluslararası Ülker Kukla Festivali Elbette ki diğer izlediklerim arasında en özenli hazırlanmış olan festival buydu. 'Uluslararası' olması kendi ağırlığını veriyordu zaten, festival sorumlularının da bu ağırlığın altında ezilmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Çok sayıda oyun izlemeyi düşündüğüm kukla festivalinde sadece bir oyun izleyerek bu sefer eleştirilmeyi hak eden taraf ben oluyorum sanırım. Ama izlediğim tek oyun olan Tiyatro TEM'in 3.Richard Faciası'nın da ağzımda bıraktığı tadı unutamayacağımı da bildirmek isterim. Bu sene beşinci yaşını kutlayan TEM, sahnedeki başarısı ve yaklaşımı ile önümüzdeki sezonlarda, her zaman ajandamda yer alacak gruplardan biri oldu bile şimdiden. Ne mutlu bana. Not: Yazarımızın, Mayıs 2007 sayısında yer alan yazısında, oyuncu Güliz Gençoğlu'nun adı yanlışlıkla Güzü Gençoğlu şeklinde yazılmıştır. Düzeltir, özür dileriz.
39
cy a
Avrupa Tiyatrosu
Çehov Tolstoy'a Elveda Dedi (Tchekhov a dit adieu â TolstoT) Chocolat Piment (Biberli Pasta) Piaf, Pembe ve Siyah Bir Yaşam
Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr
40
Çehov Tolstoy'a Elveda Dedi
Tchekhov a dit adieu a Tolstoi
pe
İki entelektüe lin satranç maçına dönüşen bu oyunda, seyirci hayali bir komediye tanıklık ediyor. İlişkiler hiçbir sonuca ulaşmaz ken, bu büyük edebiyat çılara bir saygı duruşuna dönüşüyor.
1890 yıllında büyük Rus yazar Tolstoy ölümsüz eserlerinin büyük bölümünü bitirmiş, her şeyden elini eteğini çekmiş olarak, İasnai Poliana malikânesinde, karısı Sofia ile sade bir hayat sürmektedir. 1890 yazında, Tolstoy o sırada çok gündemde olan bir çifti Anton Çehov ile karısı Olga Knipper'i hafta sonunu geçirmek üzere evlerine davet eder. Tolstoy, meslektaşından bu ziyareti uzatmasını ve beraberce bir söyleşi kitabı yazmalarını rica eder. Bu söyleşi, uzun ve bunaltıcı bir Tolstoy monologuna dönüşür. Bir yandan da Sofia, Olga Çehov'a özel hayatlarının gizli kalmış olaylarını açıklayacak bir kitap yazmalarını teklif eder.
yazılmayacak ve de basılmayacaktır. Tolstoy, canının sıkıldığı bu dönemde birçok genç yazarı, onlarla işbirliği yapmak için evine davet etmişti. Ama bu ilişkiler edebiyattan ziyade Tolstoy'un bunalımlı günlerine bir hoşluk katmaktan öteye gitmedi.
Tolstoy ile Çehov karşılaştılar mı? Gerçekte, Çehov İasnai Poliana malikânesine birkaç defa davet edildi. Ama piyesteki hikâyeye olan benzerlik bir tek bu noktada doğrudur. Oyun tamamıyla hayal mahsulü bir hikâye anlatmaktadır. Hırvat asıllı Miro Gavran bu oyunu kendi fantezisinden yola çıkarak yazdı. Miro Gavran aslında 19. yüzyıl sonlarında yaşayan bu çok önemli iki Rus yazarın buluşmasını kâğıda dökerken, iki farklı dünya görüşünü ve iki farklı Sofia'nın Tolstoy ile ilişkileri zor ve eziyetli kuşağın çatışmasını irdelemek istedi. İki entelektüelin seyrederken, Olga ile Çehov'un arası daha yumuşak satranç maçına dönüşen bu oyunda, seyirci hayali ve sakindir. Bir yandan su gibi votkalar peş peşe bir komediye tanıklık ediyor. İlişkiler hiçbir sonuca devrilirken, iki çiftin arasında garip ilişkiler oluşmaya ulaşmazken, bu büyük edebiyatçılara bir saygı başlar. Sofia, genç Çehov'u baştan çıkarmak için dişiliğini kullanmaya başlar. Yaşlı Tolstoy ise Olga'yı duruşuna dönüşüyor. ayartmaya çalışır. Bu karşılaşma sonucu hiçbir kitap
Marie-France Lahore, bu hayal mahsulü oyunu ustalıkla sahneye koydu. Jean-Claude Druot, Tolstoy rolünü canlandırırken, güçlü-etkileyici sesiyle ve manipülatör, açıkgöz, kurnaz tavrıyla dikkat çekiyor. Tolstoy'un karşısında, Marie-France Santon, iradeli ve duygusal karısını vakur bir edayla oynuyor. Çehov'u Vincent Primault, Olga'yı da zarif Camille Cottin oynuyor. Aşık, tutkulu Çehov çifti, bu garip atmosferden çok çabuk sıyrılmayı başarıyor ve oyunculukları büyük beğeni topluyor. Hilenin ve iktidarın ön planda olduğu bu alaycı ve eğlenceli komedi Paris'te Theatre Silvia Monfort'da 7 Mart'tan beri sahneleniyor.
Chocolat Piment
pe cy
a
Biberli Pasta
16 Ocak 2007'de Paris'te La Bruyere Tiyatrosunda başlayan bu piyes dört dalda Molieres ödülüne aday oldu.
Bir saat yirmi beş dakika süren bu tek perdelik oyun modern komedi türünde. Duygu, kurnazlık, anlayış sağlam bir temele oturtulmuş. Artistler için yazılmış roller öyle samimi ki, oyuncular büyük bir mutluluk ve neşe'yle bir yandan oynarken bir yandan da eğleniyorlar. Bu yaşam komedisinde aile gelenekleri esprili ve şefkatli bir üslupla sahneleniyor. Karısı öldüğü için uzun senelerden beri dul olan Paul (Jacques Marchand) çiftlik evinde yalnız yaşamaktadır. Her sene olduğu gibi o gün de iki kızı ve damadı, Paul'ün doğum gününü kutlamak üzere onun evine ziyarete gelirler. Paul'ün içinden
yetmişinci yaşını neşe'yle kutlamak gelmez, çünkü yaşam kısalmaktadır ve ölümün yaklaştığının bilincindedir. Her sene bir öncekine göre artan mum sayısı, onu sevindireceğine hüzünlendirmektedir. Ama her yıl olduğu gibi iki kızı onun yanına gelmeyi ihmal etmemiştir. Büyük kızı Stephanie (Anne Loiret) bekâr kalmış, birkaç defa aşık olmuş ama evlenmemiştir. Küçük kızı Caroline (Christine Reverho) evlenmiş ve on yaşındaki kızı ve kocasıyla monoton bir hayat sürmektedir. Caroline'in bitmez tükenmez takıntıları, hastalık boyutunda titizlikleri vardır. Antipatik kocası (Eric Savin) Caroline'le evlenmeden önce abla Stephanie ile uzun soluklu bir aşk yaşamış, çıkarcı ve üçkâğıtçı bir adamdır. Kayınpeder Paul damada bir türlü ısınamamıştır, özellikle damadının evindeki antikalara olan zaafı ve eve geldiği zaman, Paul'ün titizlikle sakladığı
Bir saat yirmi beş dakika süren bu tek perdelik oyun modern komedi türünde. 41
Aşk duygusu, aile kavramı, geçen zamanın ağır yükü, geçmişte kalan hatıraların bellekteki izi...
pahalı şarapları art arda içmesi onu çileden çıkarmaktadır. Sanki damat, evine ve eşyalarına konmak için onun ölümünü beklemektedir. Küçük kız Caroline yine bir orijinallik yapmış ve babasının doğum günü pastasını biberli çikolatadan yaptırmıştır. Çikolatanın burukluğu ile biberin acı tadı birbirine hiç yakışmamıştır. Paul bu pastayı yememeye kararlıdır. Büyük kızı Stephanie bir ara babasıyla yalnız kalır ve Paul'ü şaşırtacak bir açıklamada bulunur: Stephanie babasının annesi hamileyken başka bir kadınla gizli bir aşk yaşadığını keşfetmiştir. Tesadüfen bulduğu bir fotoğraftan yola çıkarak, babasının bu eski aşkının izini sürmüş ve onunla tanışmıştır. Utanan ve şaşıran Paul ne diyeceğini kestiremez. Stephanie ertesi günü eski aşkının babasını eve ziyarete geleceğini söyleyince, Paul iyice panikler. Otuz sene sonra göreceği eski
sevgilisinin gelişini heyecanla beklemeye başlar. Paul'ün kapısını çalan otuz yaşlarındaki genç kadın tıpkı ama tıpkı seneler önce aşık olduğu kadının kopyasıdır... Bu oyunu Christine Reverho yazdı. Jose Paul ve Agnes Boury sahneye koydu. Bu piyeste derin ve güçlü konular işleniyor: Aşk duygusu, aile kavramı, geçen zamanın ağır yükü, geçmişte kalan hatıraların bellekteki izi... Oyuncular rollerine doğal ve samimi bir yorum getiriyor. Özellikle Stephanie rolünde Anne Loiret mükemmel bir oyunculuk sergileyerek alkışı hak ediyor. Bu güzel komediyi Theâtre La Bruyere'de çok ama çok büyük bir keyifle seyrettim ve çok hoş bir zaman geçirdim.
Piaf, Une Vie En Rose Et Noir
Piaf, Pembe ve Siyah Bir Yaşam
pe
cy a
14 Şubat'tan beri Marigny Tiyatrosu Salle Popesco'da tekrar oynanmaya başlayan ve enfes bir buçuk saat geçirten, unutulmaz Piaf gösterisini kaçırmadığım için ne kadar memnun olduğumu anlatamam! Doğduğunda annesi tarafından terk edilen, babası bir akrobat olan Edith Piaf sokaklarda ve Belleville'in kenar mahallelerinde büyüdü. Pigalle'in izbe barlarında şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya başlayan Edith Piaf, bütün dünyanın tanıdığı ve hayranlıkla dinlediği sesiyle ünlendi. Edith Gassion adıyla doğan, daha sonraki yıllarda onu keşfeden bir emprezaryonun adını değiştirmesiyle Edith Piaf olarak ünlenen bu büyüleyici sese sahip kadını sahnede Nathalie Lhermitte canlandırıyor. Gösterinin konsept yaratıcısı Jacques Pessis sahneden Edith Piaf'in kariyerini ve hayatının stratejik tarihlerini kısa ve nükteli hikayelerle hatırlatıyor. Nathalie Lhermitte ise Piaf'ın unutulmaz şarkılarını söyleyerek anlatıya yön veriyor. Aurelien Noel akordiyonu ile bu efsane şarkılara eşlik ediyor ve aynı zamanda Edith'in hayatına giren erkekleri de canlandırıyor. Rubia Matignon'un bu gösteriyi sahneye koyarken kullandığı teknik ise, anlatıcı, şarkıcı-komedyen, müzisyen ve seyirci paslaşması üslubunda... Edith Piaf'a bir saygı duruşu lezzetinde tasarlanan bu gösterinin gerçekleşmesinde en büyük desteği veren ise Alain Delon. Gazeteci, yazar ve yapımcı olan Jacques Pessis'in en büyük merakı Fransız şarkıları. Nathalie Lhermitte ise küçük yaşta müzikle tanışmış, ilk albümü dört yüz bin satmış. Starmania ve Oliver Twist gibi
42
müzikallerde oynamış bir artist. Şarkıları okurken Piaf'ın sesine olan benzerliği şaşırtıcı. Aurelien Noel ise 1999'da dünya akordiyon şampiyonu olmuş, tek başına bir orkestraya bedel bir virtüöz. Ve Piaf'ın kırk yedi yıllık serüveni: Yves Montand, Charles Aznavour ve George Moustaki'yi keşfeden bu 1.50 boyundaki efsane kadın yalnız Avrupa'da değil, Amerika'da da kitleleri büyüledi. Elvis Presley'in ileride çok büyük bir star olacağını onu ilk defa dinlediğinde fark etti. Hiçbir eğitim almamasına, hiç kitap okumamasına rağmen, onun en büyük dostu Jean Cocteau olmuştu. Cocteau ile Piaf günde en az üç kere telefonda sohbet ederlerdi. Piaf'in ilk kocası Paul'ün lakayt davranışlarına ithafen, Cocteau, Piaf ve Paul için "Le Bel İndifferent" (Kayıtsız Yakışıklı) piyesini yazmış, bu ikiliyi de bu
piyeste oynatmıştı. Ama Piaf'in en büyük aşkı boksör Marcel Cerdan'dı. Evli olan Cerdan'ın bir uçak kazasında ölmesiyle Piaf bir daha kendine gelemedi. En dokunaklı aşk şarkılarını onunla ve onun ölümünden sonra yazıp söyledi. Ama erkekler onun hayatından ve evinden hiç eksik olmadı: Charles Trenet, Charles Dumont ve son kocası kuaför Theo Sarapo... Son konserine terlikle çıktı; kemiklerindeki rahatsızlıktan dolayı ayakta durmakta zorluk çekiyordu; hayata gözlerini yumduğunda yalnızca kırk yedi yaşındaydı ama seksen yaşındaki bir insan kadar yıpranmıştı. Ne tesadüftür ki, en yakın dostu büyük edebiyatçı Jean Cocteau ile tam yirmi dört saat arayla yaşama veda edecekti!
Fransa'da 2007 Molieres Ödülleri Açıklandı En İyi Çevirmen Marcel Bluwal - A La Porte (Kapıda)
pe cy a
Özel Tiyatro Oyunu Le Gardien (Bekçi) (CEuvre Tiyatrosu) Devlet Tiyatro Oyunu Cyrano De Bergerac
En İyi Yönetmen Denis Podalydes - Cyrano De Bergerac
En İyi Tek Kişilik Oyun Michel Aumont - A La Porte (Kapıda) (CEuvre Tiyatrosu)
Gelecek Vaat Eden Yetenekler Sara Giraudeau - La Valse Des Pingouins (Penguenlerin Valsi) (Nouveautes Tiyatrosu)
En İyi Erkek Oyuncu Robert Hirsch - Le Gardien (Bekçi)
Julien Cottereau - İmagine-Toi (Tahmin Et)
En İyi Kadın Oyuncu
En İyi Dekor Eric Ruf - Cyrano De Bergerac
Martine Chevallier - Le Retour Au Desert (Çöle Dönüş)
(Mathurins Tiyatrosu)
En İyi Kostüm Tasarımcısı
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Eric Ruf - Cyrano De Bergerac
Christian Lacroix - Cyrano De Bergerac En İyi Işık Tasarımcısı
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Catherine Hiegel - Le Retour Au Desert (Çöle Dönüş) En İyi Oyun Yazarı Christian Simeon - Le Cabaret Des Hommes Perdus (Kaybolmuş Adamlar Kabaresi) (Rond Point Tiyatrosu)
Stéphanie Daniel - Cyrano De Bergerac En İyi Müzikal Le Cabaret Des Hommes Perdus (Kaybolmuş Adamlar Kabaresi) (Rond Point Tiyatrosu) Şehir Tiyatrosu Özel Ödülü Au Revoir Parapluie (Elveda Şemsiye) (James Thierree Kumpanyası)
Fransa'da 2007 Molieres Ödülleri Açıklandı. Özel Tiyatro Oyunu Ödülü: Le Gardien (Bekçi) isimli yapımla Euvre Tiyatrosu'na verilirken, Devlet Tiyatro Oyunu: Cyrano De Bergerac seçildi. 43
Fotoğraflar: Muammer Yanmaz / llg>n Erarslan
pe cy a
Thespis'in Delileri
Bejart Ballet & Bellekteki Ölümsüzlük Metaforları
Mevlâna & Freddy AKM Sahnesinde Buluşunca
Yusuf Eradam / yeradam@gmail.com
"Aşk diyor Bejart, Wagner ya da Deli Aşk yapıtına önsözünde (www.bejart.ch) aşk, hayatımı yeniden, yenibaştan yapılandıran ve içimi inanç ve umutla dolduran kutsal gerekliliktir."
44
Lausanne'dan gelen ünlü Bejart Ballet, Mevlâna'nın doğumunun 800. yılı dolayısıyla AKM'de özel olarak kurgulanmış bir gösteri sergilediler Haziran 2007'de.
Gerçek hayatta bazen aşk ağuya dönse bile, yaratılarda, yapıtlarda aşk sayesinde yanılsama ile gerçek arasında bir köprü kurulur ya da hangisi gerçek hangisi yanılsama karıştırmayı ve bu doğrultuda mutlak doğrular söylemek yerine yorum ufku açık eserler üretmeyi sever sanatçılar, çünkü aşk ve yaşama sevinci ile bütün ile bir olma arzusunu çeşitlemeyi her sanat alanı kendi olanakları ile, kendi öznelliklerinin elverdiği ölçüde yapmayı sever. Öyle de olması gerekir. Okyanusa (denize) atılan her damla, gerisin geri sahile vurduğunda şekilsiz taşlar daha güzel, daha farklı ve çeşitli şekillenir.
Lausanne'dan gelen ünlü Bejart Ballet, Mevlâna'nın doğumunun 800. yılı dolayısıyla AKM'de özel olarak kurgulanmış bir gösteri sergilediler Haziran 2007'de. Son gösteriyi kaçırmadım. Programda gösterildiğinin tersine ilk yarıda "Rumi: Dua ve Dans" adını taşıyan ve Kutsi Ergüner'in müziği üzerine Maurice Bejart'ın hazırladığı "Rumi" koreografisi ve "Piramid-El Nour" ile "Gülistan ya da Gül Bahçesi" sunuldu. İkinci yarıda ise "Aşk-Dans" başlığı altında Stravinsky'nin "Bahar Ayini", Berlioz'un "Romeo ve Juliette", Geleneksel Çad Müziği "Heliogabale", Webern & Heuberger'in "Wien Wien Nur Du Allein", Mahler'in "Le Chant du Compagnon Errant", Teodorakis'in "Yedi Yunan Dansı", Strauss'un "Und So Weiter" ve Brel'in ünlü "Ne me quitte pas" adlı şarkısıyla başlayan Jacques Brel & Barbara'nın müziğine yapılan koreografi ile
"Brel et Barbara" adlı bölüm geldi. Kostümleri Henri Davila yapmış, ışığı ise Clement Cayrol üstlenmiş her ikisi de kusursuz bir tek etki nasıl yaratılır bilen bir ekibin ustalarından olduklarını göstermişler. Boş Alan (Empty Space) adlı kitabının "Kutsal Tiyatro" bölümünde Peter Brook Haiti voodoo'suna gönderme yaparak bir törenin sadece bir direk etrafına toplanmış insanlar ve davullardan oluştuğunu ve davul seslerinin Afrika'daki ataların duyduğuna inanıldığının altını çiziyor. Daha sonra ortaya gelip devinen, iniltiler çıkarın kişinin ise tanrı ile bağlantıyı kuran ve tanrısallığın muştucusu ve beden bulmuş hali olduğuna inanıldığından örnek veriyor. Şaman ritüellerinin hemen hepsinde olan bir bedensel devinim, dans, inilti ya da Kızılderili "chant"leri, Güney Utah'daki Sundance Temple'de
İnanç ile Tanrı eksenli dönmek ve ondan aldığını yeryüzüne vermek aracılığını folklor dansları ile bir tuttuğum sanılmasın. Sadece ortadaki bedenin aracı olduğu bir büyük, ulvi bütünsellik varsa, o bedenin yüklendiği anlamlar her izleyenin empati kurup aidiyet hissi içinde kendinden geçmesine yol açabilir. Bu yüzden de "kulluktan asla vazgeçmemek lâzım.
Mevlevi semâ ayininde kullanılan renk simgelemi sahnede de yer aldı. Beyaz ve kırmızı örneğin. Dervişin tennuresi yerine çıplak sırta giyilen tabutu simgeleyen hırka ve bol etek-pantolon karışımı kostüm içinde bu semboller ne kadar da değiştirilse dans edilen uzam "semahane" ise, AKM büyük sahnesi üzerindeki stilize Bejart semâsı ile kâinatın sonsuz anlamlarını yükleniverdi. Dansçıların gruplar halinde sahnenin sağ (madde), sol (mânâ) taraflarına koşup iki tarafı da kaynaştırdıklarının bilincinde olduklarını, koreografın Mevlevi sema töreninin bilgisine sahip olduğunu anlattı bize. Ulviden süfliye gidiş, kudumün ilk vuruşuyla gelen OL emri ile "seyr-i sülük" denen manevi olgunluğa erişme yolculuğu da başlamış oluyordu. Bilme, görme, olma mertebelerinin her hali ve de Mevlâna'yı simgeleyen kırmızı renkli post sadece tecelli anlamını taşıyan kırmızı şalvarımsı (hatta biraz da kovboy pantolonu ile kısbet karışımı ayak bileğine doğru daralıp incelen bol donlar) kostüm ile yine stilize, hatta grafik
sahne tasarımı düşünüldüğünde matematiksel kusursuzlukta sergilendi. İnancı güçlü, biraz da Ortodoks bakanlar ne demiştir bu değişim ve dönüşüme ama sanatın işlevinin de bu yolculuk olması gerektiğine inanan biri olarak dansçılara bu hoşgörüyü tevazu ile bahşetmek gerektiğine inanıyorum. Boş Alan konusuna yeniden dönmek lâzım. Beden ve boş sahne o denli sağlam iki araç ki hayalgücüne yol vermek için, sahneyi daha fazla dekor vb. ayrıntıları ile doldurmak saçma olurdu çünkü dikkati danstan başka öğelere taşırdı. Bedenlerin taşıdığı giysilerin renkleri, dökümleri bedene kattıkları anlamlar kadar boş alanın hep orada olduğu bilinci ile de izledik gösteriyi. Bejart'ın bilinen ve beğenilen özelliği hep farklı biçemler deneyişi ve üslup kalıplarına hep meydan okuyuşu ile izleyenlerini hep kalbinden vurmayı bilmiş.
Usul usul Mevlevi ayinlerinde dönmek üzere zemine çıkan dansçılar daha sonra çoğunlukla toplu ya da gruplar halinde hareket ederek Rumi'nin ruhunu, öğretisinin özünü anladıklarını dansla da söylediler.
Final performansı Jacques Brel'in şarkısı ile yaptı derken, selam vermeye gelmişti sıra ki, performansın zirvesine Freddy Mercury'nin tüyler ürperten sesi iniverdi. Gözlerimiz dolarak, hatta kimi kadın izleyiciler ağlayarak izledi selam performansını. Usulluğun, düzenin, disiplinin boş mekanda dünyanın en güzel
pe cy
Bejart'ın sahnede yaptığı da farklı değil. Sema törenlerine benzeyecekmiş izlenimi ile başlayan ama kılık kıyafet başta olmak üzere danslarda da Semazenlerin tek eksen etrafında dönüşlerine bağımlı kalmayan ekip elemanları müziğin coşkusunu tüyleri diken diken ederekten iliğimize görsel olarak da işlediler. Belleğimizdeki bu görsel vecd imgeleri uzamı dönüştürmeye yetti. Usul usul
Mevlevi ayinlerinde dönmek üzere zemine çıkan dansçılar daha sonra çoğunlukla toplu ya da gruplar halinde hareket ederek Rumi'nin ruhunu, öğretisinin özünü anladıklarını dansla da söylediler.
a
tek bir tahta direk etrafında çölün ortasında "heya heya!" çekmek ile halay çekmek ya da horon tepmek, işlevleri açısından pek de farklı değil. El ele, omuz omuzadır insanlar hemen bütün halk oyunlarımızda, daireler çizilir, boş uzamı doldurmak üzere neredeyse üforik çığlıklar atılır, o okyanus duygusuna kapılıp bütüne kaynadığımızı hissedince. Dön Allah dön!
45
seslerinden biriyle yine romantik, hatta romantiklerin biraz da acımasızca karamsarlığı ile selam verdi ekip. Yirmi yıllık bir sahne deneyimine sahip Bejart Balesinin kurucusu Maurice Bejart (1927) rahatsızlığı nedeniyle gelip sahneye çıkamadı ama kumpanyanın yönetmen yardımcısı Bejart'ın sağ kolu Gil Roman idi bu kez geminin orta direği.
Özellikle finalde (selam performansında) belki de en iyi Queen şarkısı denebilecek "Show Must Go On!" Freddy Mercury'nin tüyler ürperten sesi ile başlayınca kullanılan ve geminin orta direği Gil Roman'ın üzerinde toplanan ışık, sonra bu temel direğin topluluk elemanlarını birer ikişer toplaya toplaya sahnenin gerisinden önüne gelerek ve bütün dansçıların usul usul ve çoğalarak yürüyüşleri finaller finali gibiydi. Kostüm ve ışığın önemi de bir kez daha vurgulanmış oldu.
cy
a
Şarkının klibini anımsatmak gerekirse, Queen grubunun eski küplerinden bir derlemedir ve Freddy Mercury'nin (1946-1991) siyah peruk ve siyah deri bir mini etekle bir kapıyı kalabalıklara açışıyla başlayan ve de o kapıyı kapatması ile biten ve de her şeye karşın sahnedeki gösterinin, yani hayatın, sürdürülmesi gerektiğini söyleyen bir şarkıdır. Freddy Mercury'nin sahne performanslarından özet görüntüler, öleceğinin bilinmesi üzerine yapılmış olduğu kesin bir kliptir ve ainesi iştir kişinin der gibidir aynı zamanda da. Kapılar açılır kapanır, farklı şekil ve boyalarda sarılırız yine hayata, süreğen olan o sahnedir, bize düşen iyi oyuncular olup o gösteriyi sürdürmektir. Kulluk
biraz da bunu gerektirmez mi? AİDS olduğunu öğrendikten sonra çıkan 1991 albümü Innuendo'ram promosyonu için Queen var gücüyle çalışmayı sürdürmüştü. "Freddy'nin bu gezegende fazla vakti kalmamıştı" der Brian Ferry. Kensington'daki malikhânesine çekilir Freddy on sekiz ay boyunca ve 23 Kasım 1991, Cumartesi günü basına "Yes, I do have Aids" açıklar gerçeği. Kısa bir süre sonra da kırk altı yaşında ölür.
pe
Final performansı Jacques Brel'in şarkısı ile yaptı elerken, selam vermeye gelmişti sıra ki, performan sın zirvesine Freddy Mercury'nin tüyler ürperten sesi iniverdi. Gözlerimiz dolarak, hatta kimi kadın izleyiciler ağlayarak izledi selam performan sını.
Kostüm deyince Freddy'nin sahne performansları ya da müzik küplerinde giyindiği kılıklar geliyor aklıma. Bir okurum Nuh
Arslan'ın yazdığı gibi "bir çeşit binbirsurattı Freddy" tüm sahne sanatçılarının olması gerektiği ve Stanislavski'nin de öğütlediği gibi. Freddy demiş ki: "Üstümde bir kostüm varsa ve onun arkasına saklanabiliyorsam iyiyim, ama bundan daha düzcinsel (straight) bir şey yaparsam da işe yaramazdım doğrusu." Düzcinsel, ya da homofobik bir yerleşik düzene başkaldırıyı fantastik ya da gay kimliğini onların gözüne gözüne kadınsı kostümle yapmak ve eşcinsel olduğunu her zaman gizlemek sanat güneşimiz Zeki Müren'in de yaşadığı bir paradoks idi. Sahnelerde mini etek giyebilen ama asla eşcinselim demeyen Zeki Müren tüm varlığını da biri eğitim biri de askeri olmak üzere milletçe kucakladığımız ve devletçe onanmış iki kuruma bağışlamıştı. Müthiş bir sosyo-ekonomikmilliyetçi bir ironidir bu. Freddy de cinsel kimliği herkes tarafından bilindiği halde, ölümünden ancak kısa bir süre önce Aids'e yakalandığını söyleyerek "itiraf etmişti. Eğlence endüstrisinin özünde yatan ikiyüzlülük yüzünden Aids'in sadece eşcinsellere bulaşacak, hatta kadınsı eşcinsellerin yakalanması gereken bir tür ceza-hastalık olduğu yanlışı bilinçaltına böyle yerleşmektedir. Freddy bütün varlığını "ruh ikizim" dediği Mary Austin'e bırakmış. Sahnede, o boş uzamda tüm dünya ile özdeşleşmiştir giyindiği yeni kostümler ve kimliklerle ve belki de Mary ile. "Sahnede öyle güçlüyüm ki bir canavar yarattığım sanılır. Gösterim sırasında dışadönük olurum, ama içimde bambaşka bir adam var." (Freddy Mercury) İroniler ironisi diyebiliriz belki ama Freddy'nin sahne performansları hep teyatral olmuştur. Giydiği kılıklardan, mimiklerine, jestlerine hep
46
zirveyi sahiplenmesini sağlamalı. Oyunculuğun hası bunu bilmeyi de gerektirir. Rumi'nin yüreğimize işleyen ölümsüz şiirsel duruşu, selam sahnesinde bomboş uzamda çoğalmış bedenlerin üzerimize usul usul yürüyüşü ile birleşti ve Haitili yerlilerin Afrikalı tanrıları geldi Atlantik'i aşıp ve tepemizde döndüler durdular. Ortadaki direk (kapanış selamının girişinde tüm ışıkların üstüne yığıldığı ve Bejart'ın yerini almış koreograf idi) ne denli önemlidir işte burada ortaya çıkıyor diyor Peter Brook. "O direk olmasa, görünür nesneler dünyası ile görünmeyen dünyalar arasındaki bağ kurulamaz". (71) Metaforun gücü de burada yatıyor. (Metis'ten Bellek Metaforları diye bir kitap geldi, mutlaka okunmalı)
a
cy
ölüme karşı nafile bir çaba gibi ama aynı zamanda hayatın, yaşama sevincinin gözyaşlarına dönüşmesiydi.
Böylelikle, ölümsüzlüğün anıştırılması, hatta ölümsüzlüğün sahnedekiler için olduğunu anlayan izleyiciler için de hüzünlü bir bitiriş oldu. Duruş, toplu ve tek etkiyi hesaplayarak usul usul çoğalarak ve hep daima ileriye doğru yürüyerek yekpare bir bütün olarak ileri yürümek anlamıyla geldi bize. Ateşli bir saflık devresine kaptırdık kendimizi, sevinçliyiz hayattayız ve devam ediyoruz diye, ağlıyoruz bu ne sonsuzluk, ne bitişsiz bir yol zihnimizin yoğunluğunda diye.
pe
birtakım karakterler "OLmuştur". İyi bir oyuncuydu ve dünyanın en iyi seslerinden birine sahipti. O kadar ki, olimpiyatların kapanış töreninde (yine AKM'de ayakta alkışladığım ve dünyanın en iyi sopranolarından) Monserrat Caballe ile Barcelona'yı söylemek üzere seçilmişti, 1999) "Yaratıcılık", diyor Bejart, "görüşümüzü, bakışımızı sarsan duygusal yaşantılar ile metotlu ve disiplinli bir çalışmanın öyle tuhaf bir karışımıdır ki sevinçlerimizin ve gözyaşlarımızın matematiksel yapısını ortaya çıkarır." Sanatçı için, özellikle de tiyatro ve tüm sahne sanatları için sahne vazgeçilmezdir. "İçimizde kalbimiz paramparça da olsa, maskemizden makyajımız akıp dökülse de, gösteriye devam". Geride bıraktığı sesi, sahne görüntüleri ve hastalığını öğrenir öğrenmez grubuna açıklayıp hayata sımsıkı sarılmayı sürdüren Freddy'nin bu yiğitçe duruşunun ölümsüzlüğüdür de bize geçen. Ölümsüz kişilerimizin, şarkılarla, gösterilerle, simgeler ve göstergelerle ilintisini kurduğumuzda bize geçen hayatımızın güzel yaşandığı, ölümsüz eserlerin yaşanan o anları geri getirmesinin ironisiydi de
Bejart Ballet, Rumi ile başta Freddy Mercury finali olmak üzere, birçok ölümsüz Fransız melodisine yaptığı koreografi ile romantik bir huşu şöleni sundu. Wordsworth'in ölümsüzlük halleri (intimations of immortality) dediği iç ürpertileri, bir ölümsüzlük fikrinin farkındalığını boş sahnede herkes kendine özgü bir şekilde algıladı. Jacques Brel'i belki kimi izleyenler tanımayabilirdi ama "Beni terk etme" (Ne me quitte pas) adlı şarkının başladığı yerde insanların Bernard Brenson'un betimleyişine göre "kendilerini bütünle uyum halinde hissedip tamamen yitirdiği" (Anthony Storr, SolitudelBirbaşınalık, 2. Bölüm) anda gözyaşları yola çıktı, Freddy Show Must Go On! Diye inletince ortalığı da zaten zirveye doğru yola çıkan duygusallık infilak etti ve gözyaşları duygusal bir orgazm ile attılar kendilerini dışarı. Tanrısallığa, ölümsüzlüğe dair bir yakınlaşmaydı bu, salondakilerin çoğuna ulaşan bir yakınlaşma hissi. Brenson, çocukken bir ağaç çotuğu üzerinde ilk kez doğa aracılığı evrenle bir olduğuna, tüm evrenin bir parçası olduğu coşkusunu yaşama haline, bu kaynaşmaya "Şeylik" (Itness)
"Yaratıcılık", diyor Bejart, "görüşü müzü, bakışımızı sarsan duygusal yaşantılar ile metotlu ve disiplinli bir çalışmanın öyle tuhaf bir karışımıdır ki sevinçleri mizin ve gözyaşla rımızın matematik sel yapısını ortaya çıkarır."
Sahnedekileri düşündüm de, onlar ise tiyatro salonunun, yakında yıkılacak (umarım yerine daha iyisi yapılacak) AKM büyük salonun izleyenlerini alan boşluğuna bakarak, onları ayakta alkışlayan izleyenlere bakarak sahne ucuna kadar yürüyorlardı. Görkemin yalınlıkta, usullukta yattığını hepimize bir kez daha kanıtlayıp örnekleyerek. Zirve, sahne performansında zirve, sondan azıcık önce olmalı. İzleyeni o zirvede bırakıp, o
47
48
diyor. Gözyaşı bu yüzden, sanata devam bu yüzden. Yaşama sevinci bu yüzden. Aşk ve dans bu yüzden. Acılarımız harlandıkça, nar gibi çoğaldıkça, gülümsemeyi unutmayışımız bu yüzdendir. Fakat diyeceksiniz ki, gözyaşlarımız belki de Wordsworth'ün değindiğim o ünlü gazelinde dediği gibi çocukluğumuzda gördüğümüz, doğa ile iç içeyken iliğimize kadar işleyen o görkemi (glory) yitirmiş olduğumuz, artık bu duyguyu hissedemeyişimizdir belki de bizleri ağlatan. Bejart'ın sahnede aşk ve dans ile ve tüm yalınlığı ile yarattığı belki de bize bunu anlattı da G.Manley Hopkins'in Margaret'i gibi kendimize, kendi halimize ağlıyorduk. Bu mührü yemiş de doğmuş insan, Sen Margaret, sensin ağıt yaktığın. Geri getirilemeyecek bir şeyleri yitirmiş olduğumuzun ayırdına varış halinin zorunlu dışavurumları da olabilir bu gözyaşları. Wordsworth'ün gazeli şöyle bitiyor:
En çirkin çiçekten bir esinti bile çok derinlerde Yatan fikirler getirir bana, teşne gözyaşlarına. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Başım sükûtu öğüten/ uçsuz bucaksız değirmen/ İçim muradına ermiş/ Abasız postsuz bir derviş" diyebilmesi bu yüzden. Rainer Maria Rilke de bilge adamlardanmış. Bakın okyanus duygusunu, o sonsuzluğa karışma hissini, bütünün içinde yitip gitme dürtüsünü (ki bu dürtü intihar ile fuhuş halindedir hep) nasıl dökmüş söze: Acıdan kederden kaçınma Dünyanın ağırlığına bindir onu da gerisin geri Dağlar ağır ya, okyanuslar ağır. Ah o meltemler, ah o uzamlar— Peter Brook'un "Kutsal Tiyatro" dediğini Bejart ve ekibi gökteki bulutlar üstünde değil, ayakları yere basaraktan ve renkleri, bedenleri, beden devinimlerini, müziği ve onlarla ilintilenebilecek mecazları (metaforları) ve bütün bu imge ve simgelerden oluşma belleği kullanarak yeryüzünde yakalamıştı, yalın ve duru yorumları ile.
pe cy a
... geminin orta direği Gil Roman'ın üzerinde toplanan ışık, sonra bu temel direğin topluluk elemanlarını birer ikişer toplaya toplaya sahnenin gerisinden önüne gelerek ve bütün dansçıların usul usul ve çoğalarak yürüyüşleri finaller finali gibiydi. Kostüm ve ışığın önemi de bir kez daha vurgulanmış oldu.
Şükürler olsun bizi yaşatan bu insan kalbine, Şükürler olsun onun hassasiyetine, Maurice Bejart, kendi sanat neşesine, korkularına, yapıtlarının oluşturduğu labirentin
içinde yitip gitme riskine değinirken bizlere bu "yalnız adama" eşlik ettiğimiz için teşekkür ediyor. Bejart'ın yalnızlık dediği benim Storr'un Solitude'unu çevirirken "birbaşmalık" dediğim haldir. Wordsworth'ün ölümsüzlük duyumsamaları. Görkemin, tanrısallığın ve ölümsüzlüğün o romantik farkmdalığı. Rumi için "Yüreğin Şairi" diyor Bejart, "bırak da senin için dans edeyim kardeşim," diyor, en yüce makamın kulluk olduğunu bilircesine. Ustalardan alıntıya devam: "O zaman, şarkı söylemek lâzım avaz avaz": "Show Must Go On!" İnsan-ı kâmilin peşine takılmak lazım. "Devam!" demek için, cıvıl cıvıl şarkılar, rengârenk danslar için herkesin rüzgârı bol olsun. Yaşam dansımız sevinçlerle daim olsun çünkü direk (sol ayak) yerden kesilmez, diz bükülmez. www.bejart.ch www.yusuferadam.com NOT: Metindeki bütün çeviriler Yusuf Eradam 'a aittir.
Dünya Bir Sahnedir Zaten, Siz Ne Kadar Karartsanız da!
pe cy
a
Genco Demirer / gencodemirer@gmail.com
Garip olayların topraklarında her şey bir ters yürürmüş. Toprakları çok sevenler birbirlerini sevmezmiş. Çelişkiler içinde bin yıllardır kavga gürültü yaşarlarmış. Aynı dili konuşurmuş ya insanlar, hani Babil'de sonra birlik ve beraberliğe her daim ihtiyaç duysunlar diye dilleri ayrılmış. Farklı dillerle farklı fikirler kuvvetlenmiş. Dil renge dönüşmüş, simgeleşmiş, kişiselleşmiş, kimlikleşmiş.
Bizim topraktakilere de binlerce dil düşmüş tabi. Her biri ayrı fikirde, ayrı renkte ve ayrı kavgalı bir sürü ağız, binlerce kelime, milyonlarca harf. Havalarda. Rahatsızlık veriyor ama anlayan ya da gören yok sanki. Doğrular o kadar az tercih ediliyor ki, neredeyse her tercih bir doğru oluşturuyor. Hani milyonlarca harfin arasında sayısız tercihler var ya! Sonra bahsi geçen toprakta yaşayan kelimelerin sahibi ağızlar minik doğrular çevresinde toplanırlar. Kararlar verirler, tepki koyarlar. Bu toprakta yeniyi sevmez yenilikçi ağızlar. Eski ağızları maske yapar dururlar yeniliğe karşı. Başka doğrulara yanlış derler ve kendilerince doğrularla yanlışın da güzelliğini görmek istemezler. Mesela bu topraklarda sahneler vardır. Yeni, eski, iyi, kötü, gerekli, gereksiz onlarca sahne. Burada ağızlar buluşur bir şey söylerler, kulaklar buluşur söylenenleri dinlerler. Eller buluşur bu emeği alkışlarlar. Onlarca sahnede oynayan dışarıdakilerden farklı ağızlar alkışlar ve kulaklar tarafından kabul edilirler ki; aydındırlar. Dışarıda bu oyuncuları yöneten ve toprağın başındaki kendine aydın diyen ağızlar. Sanki bir ampul çevresinde kim daha aydın tartışması. Koca bir ampul, etrafında oyuncular, ölmüşlerin kanatları altında birleşip dünyada oyun oynuyorlar. Ama ne için? Eskimiş sahneler yıkılıp yeni sahneler yapılmasın diye. Çelişki doludur bu topraklar demiştim. Yenilikçi ağızlar karşı çıkarken yeniliklere, eskici gözler sahiplenir olur burada yenileri. Eskisi kalsın, başımıza yeni icatlar çıkartmasına karşı ilericilerin yüzünde gerilerden bir maske. İlericisi varsa gericisi de var bu ağızların. Gericilerin maskesi nerde? Bu topraklar yenilikten korkar, medeniyeti sevmez. Milli marşında bile CANAVAR der medeniyete. Etraf da kararıyor. Neden acaba?
49
kaybolan, kaybedilen, kaybettirilen...
50
otoqraflar: Uluç Özcü c
pe cy
a
Dans / Tanıtım "Faili Meçhul" bu toprakların onyıllardır kanayan yarası, yıllardır sistemli bir şekilde kaybolan, kaybedilen, kaybettirilen faili meçhulleri ve failleri belli ama sistemin kaybolma sını istediği büyük kayıplarımızı hatırladı, hatırlattı, anlattı.
"Faili Meçhul" Zeynep Aksoy / z aksoy@yahoo.com
Hasan Ocak, Hasret Gültekin, Güldünya, Metin Göktepe, Hrant Dink, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Ahmet Kaymaz, oğlu Uğur ve daha yüzlercesi... Kimi katliyle toplumsal hafızamıza kazınmış, kiminin adı gibi ölümünden de yakınları dışında kimsenin haberi olmamış yüzlerce kadın, erkek, çocuk, genç. Anneler, babalar, kardeşler, evlatlar, dostlar... 10 Haziran gecesi, Garajistanbul'un sezon kapanışına da denk gelen dans festivalinin son gösterisi, Çıplak Ayaklar Dans Kumpanyası'nın kurucularından Mihran Tomasyan'ın "Faili Meçhul" adlı performansıydı. "Faili Meçhul" bu toprakların onyıllardır kanayan yarası, yıllardır sistemli bir şekilde kaybolan, kaybedilen, kaybettirilen faili meçhulleri ve failleri belli ama sistemin kaybolmasını istediği büyük kayıplarımızı hatırladı, hatırlattı, anlattı. Yaklaşık üç saat süren, seyircinin de izleyerekgezerek interaktif olarak katıldığı bir performanstı. (Başladıktan sonra istediğiniz bir yerinden, istediğiniz kadar izleyebiliyor/paylaşabiliyorsunuz). Koridorlarla bölünmüş karanlık denecek kadar loş performans mekanında sizi ilk karşılayan yerde dikdörtgen bir çukurun içinde karmakarışık yüzlerce film rulosunun
arasında kıvrılmış yatan bir dansçı, "mezarının" içinde deviniyor, uzanıyor, hayata dönmeye çalışıyordu sanki. Koridorun devamında başınızı kaldırdığınızda yukarıda asılı bir dansçı, acılı bir yüzle sallanıyordu boşlukta. Devam edip geniş ana performans alanına geldiğinizde, yüzlerce siyah balon ve balonlara bağlı siyah-beyaz fotoğraflar bir matem hüznüyle öylece duruyorlardı. Faili meçhullerin fotoğrafları. Balonların kimi yere inmiş, kimi havada, kimi omzunuza, kimi elinize, yüzünüze dokunuyordu. Ermenice türküler, Ruhi Su türküleri eşliğinde yerlerde, balonların arasında, fotoğrafların etrafında devinen, dans eden, sürünen dansçılara katılarak, faili meçhul denizinde hüzün dolu bir yolculuktu çıkılan. Yaşlı bir kadın balonları önüne katmış, tek tek havalandırıyor, sanki parkta ölü torunlarının ruhlarıyla beraber top oynuyordu. Dansçılardan biri bir seyirciye sarılıp kendini yere bıraktı, ağırlıksız bedeni yerle bir olurken başka bir seyirci elinden tutup kaldırdı onu, dansçıyla seyirci arasında utangaç, doğaçlama bir düet başladı, biraz sürdü ve bitti. Mekanda bulunan herkes susuyordu, bazen dokunuyor, bazen bir dansçıya
matem dansında eşlik ediyor ve sessizce yürüyordu. Çoğu gözler yaşlıydı, birçok insan ise performansın, ortamın, müziğin ateşlediği hüzün ve acının yanında estetik ve teatral etkisinin gücünden ve mükemmelliğinden donup kalmış, sadece duruyordu. Çıkışta, kaybedilenlerin ruhlarına helva dağıtıldı, isteyenler bazı "dostlar"ı da yanlarında dışarı çıkardılar, balonları gökyüzüne saldılar. Yaz akşamının alacakaranlığında siyah balonlar ve "dostlar" süzüldüler gökkubbeye, zamansız bırakıp gitmeye zorlandıkları bu şehre, bu evrene bakakaldı fotoğrafları. Ruhları, o gece mutlaka oradaydı. Her birinin.
pe
cy a
"Faili Meçhul" bir kerelik bir performanstı, 10 Haziran gecesi üç saat boyunca bilenler, duyanlardan oluşan küçük bir kitleye ulaştı ve bitti. İzlediğim en estetik, en güçlü, en derin, en acıtan ve en gerçek işti. Sözcükleri anlamsız kıldı. Ne zaman, nerede bilinmez ama mutlaka, mutlaka tekrar edilmeli, daha çok insana ulaşabilmeli.
Konsept ve Yerleştirme Mihran Tomasyan Gerçekleştirenler: Amala Dianor, Aslı Bostancı, Candaş Baş, Çağlar Yılmaz, Çiğdem Agas, Dans Buluşma, Eda Yapanar, Erdinç Anaz, Güneş Çağlar, Maral Ceranoğlu, Melis Tuzcuoğlu, Mihran Tomasyan, Müibe Millet, Orin Camus, Yelda Baskın, Vertigo Uçuş Efektleri Işık Tasarım: Cem Yılmazer
51
cy a
Yorum
Tiyatro Yapmak, Kalkışmak
Sadık Aslankara / msaslankara@hotmail.com
Eğer tiyatro, yaşamınız da hava almak, su içmek gibi bir yer tutuyorsa siz tiyatro yapıyorsunuzdur. Amatörlük, profesyo nellik ötesinde kalır artık bunun.
52
pe
"Kalkışmak" sözcüğünü tek başına kullandığınızda girişmek, diklenip ayaklanmak, toparlanmak, isyan etmek... hepsi bir anda üşüşüveriyor belleğe. Örneğin "Toplumsal kalkışmalar çağı" ya da "İşçiler, gençler kalkışma çabası içinde" dediniz mi bu anlamıyla gelecektir sözcük önünüze. Bir de şöyle bir tümce içinde düşünün sözcüğü: "İşçiler 1 Mayıs için Taksim'de toplanmaya kalkıştı." Ya da şöyle: "Üniversiteli gençler tiyatro yapmaya kalkıştı."
İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulan İstanbul Doğaçlama Oyuncuları Tiyatro Topluluğunca sergilenen Mutlugiller Ailesi oyununu izlemeye giderken bunlar da var mıydı usumda bilmiyorum... Ama oyunu izleyip de gençlerle canciğer kuzu sarması oturup şurasından burasından oyunu çekiştirmeye yöneldiğimizde ister istemez usuma düştü bütün bunlar.
İstanbul Doğaçlama Oyuncuları Tiyatro Topluluğu, 2003'te İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulmuş... Burhan Gün'ün kaleme aldığı Mutlugiller Ailesi, O zaman diklenip ayaklanmak falan gidiyor, bir on birinci çalışması gençlik grubunun. Önceki başka anlam öbeği çıkageliyor kapıyı zorlayarak. Beceriksizliğe vurgu yapılıyor sanki, üstelik enikonu çalışmalarında Dario Fo, Franca Rame'den üç, yine küçümsemeli, tepeden bakan bıyık altı tutumla. Öyle Burhan Gün'den üç, Nâzım Hikmet'ten iki olmak ya işçiler niyet edip girişiyor, ama toplanamamış üzere sergiledikleri çalışmalar da andığım gençlik oluyor Taksim'de. Üniversiteli gençler de yekiniyor topluluğunun, dağar bağlamında belli bir odağa göre tiyatro yapmak için, ama yapamıyor bir türlü, ağzına yapılandıklarını gösteriyor bize. yüzüne bulaştırıyor. Mutlugiller Ailesi'ni de izleyince seziyorsunuz hemence, topluluğun nasıl bir dağarla hangi biçemle Diyelim "Tiyatro yapmak üzere kalkıştık" bükümlenmeye çalıştıklarını... Evet, İstanbul dediğimizde "kalkışma" sözcüğü, "kıyam" yerine geçiyor sanki. Böyle olunca "tiyatro yapmak'la Doğaçlama Oyuncuları Tiyatro Topluluğu aykırı, "tiyatro yapmaya kalkışmak" çok farklı anlamlara göstermeci, yer yer saçmacı bir kara anlatı tiyatrosu savuruyor göz açıp kapayana dek bizi... yapmaya yönelmiş topluluk izlenimi bıraktı bende.
görev almış. Çevre düzeninde, giyside, sahne yönetiminde, ışıkta, müzikte, afişte...
a
Nitekim topluluğun sanat yönetmenliğini de üstlenen yazar yönetmen Burhan Gün'ün oyuna değgin kaleme aldığı şu satırlar da bunu gösteriyor: "Açlık sınırına gelmiş insanların neler yapabileceği her daim kafamı meşgul etmiştir. Mutlugiller Ailesi fikri yedi yıl önce doğdu. Bir haber kanalında bir ailenin üç gündür aç bir şekilde evden hiç dışarı çıkmadan kaldıkları ve durumlarını merak eden komşularının müdahalesiyle ölümden dönmeleriyle ilgili bir haber izledim. Görüntüler inanılmazdı. Kalabalık bir aileydi. Anne baba da dahil hepsi açtı ve bunun için hiçbir şey yapmamışlardı. Direnmemişlerdi, öylece sükûnetle sonlarını beklemişlerdi. Bundan daha kötü ne olabilirdi. Evet daha kötüsü vardı, o da bu insanların içlerinden en zayıf olanı hayatta kalabilmek adına yemeye başlayacak olmalarıydı."
pe cy
Gençlerle neler neler konuştuk sahnedeki halkada. Kendilerine bir tek söz etmek istediğimi söyledim. Oyunun ilginç olduğunu, bunu lise öğrencileri gibi değil de üniversiteli olarak sunmaları gerektiğini... Ama süreç içinde bu düzeye yükseleceklerini eklemeyi de unutmadım elbette. Çünkü oyunun gerek metin bağlamında gerekse sahneye aktarırkenki plastik kavrayış olarak "üniversite topluluğunca sergilenmiş" gibisinden bir nitelemeyi yürekten hak ettiğini...
Gün'ün bu satırları bir yandan topluluğun tiyatro yapma amacını ele verirken oyunu da konu bağlamında özetlemiş oluyor... Görüldüğü gibi ilginç bir oyun. Peki nasıl sergileniyor? Zurnanın zırt dediği yer de burası değil mi? Mutlugiller Ailesi 'ni Burhan Gün-Abdullah Gün ikilisi yönetmiş. Birbirinden genç şu oyuncular rol almış oyunda: İlker Menken, Emel Kılıç, Elif Tozlu, Demet Çetinkaya, Sinem Sönmez, Anı Durna, Cengizhan Çakmaz, Burhan Gün, Ayşe Özköylü, Çevriye Pamukçu, Ahmet Çiçekdağ, Osman Utku Atış, Abdullah Gün, Nazlı Kocaefe, Gülgün Arslan, Nihat Demir, Uğur Kanlı, Yusuf Demirkol, İsmail Koşaoğlu, Hatice Çoban, Emel Kılıç. Bir bu kadar genç üniversiteli de sahne gerisinde
Tiyatro yapmak, tiyatroyu yaşam biçimine dönüştürmüş insanların işi elbette önce... Bu demek değil ki gençler, amatörler tiyatro yapamaz... Bal gibi yaparlar, hem de ne güzel yaparlar. Eğer tiyatro, yaşamınızda hava almak, su içmek gibi bir yer tutuyorsa siz tiyatro yapıyorsunuzdur. Amatörlük, profesyonellik ötesinde kalır artık bunun. Nitekim amatörce, ama yaşamlarının merkezine alarak tiyatro yapanlar, mesleklerini "tanıtmalık" gibi kullanıp, arada sahneye çıktıklarında seyirciye tepeden bakarak sözüm ona profesyonellik taslayanlara oranla çok daha erden yolcuları değil mi, ana tanrımız tiyatro sanatımızın? Gençler, Türkiye'nin her yerinde tiyatro için kalkışacak, üniversiteliler de tiyatro yapacak!
Mutlugiller Ailesi'ni Burhan GünAbdullah Gün ikilisi yönetmiş. Birbirinden genç şu oyuncular rol almış oyunda... 53
Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@yahoo.com
pe
cy a
Çocuk tiyatrosu
Beşiktaş Belediyesi'nden Çocuk Tiyatromuza Anlamlı Bir Katkı Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu ile Goethe Enstitüsü 18-27 Mayıs tarihleri arasında "Çocuk Tiyatrosu Günleri" başlığı altında bir dizi panel, söyleşi ve workshop düzenledi. Çocuk tiyatrosu oyuncuları, akademisyenler ve çocuk oyunu yazarlarının katıldığı etkinlikler, Akadlar Kültür Merkezi'nde gerçekleşti. Böylesine önemli bir etkinliğin çok da fazla olmayan seyirci grubuyla gerçekleşmesine sık sık "kimse sahip çıkmıyor" şeklinde eleştiriler getiren tiyatrocu dostlarımızın kulaklarını çınlatmadan edemedik. Bu arkadaşlarımızın, sadece kendi katıldıkları etkinliklerin olduğu gün değil, tüm etkinlik boyunca orada olmalarını beklerdik. Koskoca İstanbul'da onlarca tiyatro grubu içinde sadece iki tiyatrocu dostumuzun (Salim Dörtcan ve Okay Şenol'u) her etkinliği takip etmesi oldukça düşündürücü bir durum.
54
Duyuruların gazete ilanlarıyla, internet ortamındaki grup mesajlarıyla herkese ulaştığını düşünüyoruz. Ayrıca ASSITEJ de bu etkinliğin katılımcısı ya da takipçisi olmalıydı. Ne kadar tiyatrocumuz varsa "o kadar!" Çocuk tiyatromuz var dedikten, sitemlerimizi sıraladıktan sonra neler yapıldı onlara göz atalım. Etkinliklerin açılışı 18 Mayıs günü Masal Gerçek Tiyatrosu'nun sergilediği "Kristal Ormanı" adlı çocuk oyunu ile yapıldı. Ertesi gün Zeliha Berksoy, Tamer Levent, Reha Bilgen, Oktay Şenol, Çağlar Tüfekçi'nin katıldıkları panelde, Türkiye'de çocuk tiyatrosu, eğitim sistemi içinde tiyatro etkinliklerinin çocuğa kazanımları, yaratıcı drama gibi konuların ele alındığı bir panel düzenlendi. Tijen Savaşkan'ın bir grup gençle yaptığı drama
Beşiktaş Belediyesi KSP ile Goethe Enstitüsü 18-27 Mayıs tarihleri arasında "Çocuk Tiyatrosu Günleri" başlığı altında bir dizi panel, söyleşi ve workshop düzenledi.
Çocuk tiyatrosu oyun ortaya çıkarma süreci ile ilgili yaptığı çalışmada, çeşitli egzersiz teknikleri ve sonunda nasıl doğaçlama bir oyun ortaya çıktığını ilgiyle izledik. Katıldığımız birçok çalışmada şunu gördük; her yönetmenin kendine özgü, farklı bir çalışma yöntemi var ve ne kadar yönetmen varsa o kadar da yöntem mevcut. Böylece bu alanda çalışanların, asla "ben biliyorum" gibi bir yanılgıya düşmeden, komplekse kapılmadan bu tip çalışmaları takip etmelerini tavsiye ediyoruz.
cy
a
24 Mayıs günü düzenlenen ve Dersu Yavuz Altun, Oktay Şenol, Sabahattin Mutluer, Salim Dörtcan'ın katıldığı, yine çocuk tiyatromuzun sorunlarının tartışıldığı panelden sonra 25 Mayıs'ta Zehra İpşiroğlu, Hasan Erkek, Ülkü Ayvaz, Zeliha Berksoy ve Nihal Kuyumcu'nun katıldığı panelde, yazarların ve eleştirmenlerin gözüyle çocuk oyunları irdelendi. çalışmasını Almanya'da ve hatta dünya çocuk Son iki günde Tamer Levent ve Haluk Yüce'nin tiyatrosu literatüründe önemli bir yeri olan Grips yönettiği workshop çalışmalarından sonra etkinlikler Tiyatrosu yazar ve yönetmeni Volker Ludwig'in iki sona erdi. gün süren söyleşi programı takip etti. Volker Ludwig, ilk gün Grips Tiyatrosu'nun çalışma yöntemleri, Dileriz çocuk tiyatrosu ile ilgili etkinlikler bundan felsefesi ve bir oyun ortaya çıkartma sürecinden uzun sonra burada olduğundan daha çok ilgi görür. Sevgili uzun söz etti. İkinci gün, oyun kayıtlarından örnekler dostlarımız bu tür etkinliklere katılırlarsa gösterdi. Soru cevaplarla söyleşi sona erdi. göreceklerdir ki; çocuk tiyatrosu, ele geçen herhangi bir oyun metninin ezberlenmesi ya da sahnede 23 Mayıs günü Bursa Devlet Tiyatrosu'ndan -birçok çarpışıp düşüp iki komiklik -ya da komiklik olduğu başarılı çocuk oyununda imzası olan- Özer Tunca sanılan şeyleri- yapmak değil, hele hele "çocuk yine bir grup gençle bir atölye çalışması yaptı. Bir oyuncağı" hiç değil...
Dört Ülke Aynı Sahnede'ydi 26-31 Mayıs 2007 tarihleri arasında gerçek leşen festivale Bulgaris tan'dan Silistre ve Blagovgrad, Moldova, Romanya ve Güney Kıbrıs'ın ekipleri katıldı.
pe
Utku Çorbacı / utku_corbaci@hotmail.com
Lüleburgaz Uçan Eller Kukla Evi, Bulgaristan'ın Silistre kentinde düzenlenen 5. Uluslararası Yan Bibian Kukla Festivali'ne katıldı. Festivalde açılış oyunu olarak "Alaattin'in Sihirli Lambası" adlı oyunu sahneleyen grup, usta kuklacılardan tam not aldı. Oyunda Mesut Sarıoğlu, Bircan Sarıoğlu, Ümit Serap Sarıoğlu, Utku Çorbacı ve Ertan Bayer rol alırken ışık ve müzik figürlerinde Çınar Türkmen görev yaptı.
Ayrıca festival kapsamında Sofia Üniversitesi'nden gelen kukla profesörlerinin önderliğinde work-shop yapan ekipler, kendi yaptıkları kuklalar ile aynı sahneyi paylaştılar. Her ülke, oyunun farklı bölümlerini kendi dillerinde oynadı. çalışma sonucu ortaya çıkan, dört ülkenin birlikte kendi dilleri ile hazırladığı "Meça Puh" isimli oyunun Bulgaristan prömiyeri, 31 Mayıs 2007 tarihinde 26-31 Mayıs 2007 tarihleri arasında gerçekleşen yapıldı. Festivale ve çalışmalara Bulgaristan festivale Bulgaristan'dan Silistre ve Blagovgrad, televizyon kanalları da büyük ilgi gösterdi. Moldova, Romanya ve Güney Kıbrıs'ın ekipleri katıldı. "Meça Puh" masalının yazılışının 100. yılı nedeniyle Ortak Oyun hazırlanan oyun, Türkiye'de "Küçük Ayı Puh" adıyla Lüleburgaz Uçan Eller Kukla Evi, sahnelediği oyunun biliniyor. Oyunda, ormanda yaşayan hayvanların ardından tüm gruplarla ortak bir çalışma yaptı. Yapılan arkadaşlığı, dayanışması ve keşifleri anlatılıyor.
55
Çocuk tiyatrosu Workshop çalışmasına bu yıl 4. kez katılan Lüleburgaz Uçan Eller Kuklaevi, Bloevgrad ve Silistre Devlet Kukla Tiyatroları'yla birlikte kukla yapımı ve oyunculuğu konusunda çalıştı. Topluluk, önümüzdeki yıl yine aynı festivalde "Uçan Kaz" adlı oyunun workshop ve sahnelemesi için çalışacak.
Dört ülkenin birlikte hazırladığı oyun "Meça Puh"un çalışmaya katılan dört ülkede de gösterilmesine karar verildi. 2008'in Mart ayında Türkiye'de, Nisan ayında Romanya'da ve Mayıs ayında da Moldova'da sahnelenecek oyunun her ülkedeki prömiyerine, oyunda rol alan tüm ülke oyuncuları katılacak.
Yara maz Öğrencileri Ne Yapalım? noktasında da, notlarınıza puan ekleyeceğim "rüşveti" ile onları etkisiz hale getirdi. Öğrencilerden biri, bu kadar sert öğretmeni sevmeyiz biz, dedi ama öğretmen, ders sonrası özel konuşurum, onlarla ders saati dışında iletişim kurmaya çalışırım dost olurum, diyerek grubu ikna etti. Bu bir çözüm olabilirdi.
Nihal Kuyumcu
pe cy a
2 Haziran'da Sabancı Üniversitesi'nde "Köşe Bucak Bilim" adı altında ilginç, ilginç olduğu kadar da eğlenceli bir çalışma vardı. İstanbul'da çalışan ilköğretim 2. kademe ve lise temel bilim (fen bilgisi, fizik, biyoloji, matematik ve kimya) öğretmenlerine yönelik çalışmayı Temel Geliştirme Direktörlüğü düzenledi. Üniversite, öğrencileriyle birlikte, "fen eğitimi projeleri" kapsamında, ilköğretim-lise müfredatına yönelik, temel bilim kavramlarını açıklamaya yardımcı olacak, ucuz ve görsel uygulamalar tasarlıyor ve zaman zaman bu bilgi ve birikimleri paylaşmak adına öğretmenleri bir gün süreyle üniversiteye davet ederek sanat ve bilimin kaynaştığı bir ortamda konuk ediyor. Düzenlenen bu son toplantıda İlhan Koman'ın heykel sergisi ve matematik üzerine bir konuşma ve bir de "forum tiyatro" çalışması yapıldı.
Bir başka öğretmenimiz, sınıfın dikkatini dağıtan grubu tahtaya kaldırarak konuyu onların anlatmalarım istedi. Onları, anlattıkları konuyla ilgili olarak görsel malzeme gibi kullanıp, anlatıya yardımcı olmalarını sağladı. Bu da bir başka yöntem olarak işleyebilirdi. Bir diğer öğretmenimizin önerisi ise yaramaz öğrenciye sorumluluk vererek, onu geçici bir süre için öğretmen yapmak ve bu şekilde onları derse fiilen sokmaktı. Bu da işleyebilecek bir model idi.
Forum tiyatro, bilindiği gibi homojen gruplara sergilenmektedir. Sergilenen gruba ait ortak sorunlardan yola çıkarak hazırlanan önoyuna seyirciler istedikleri noktada oyuna katılıp, sorunu çözmeye çalışmaktalar. Bu durum, aslında ezen ezilen ilişkisi üzerinden yola çıkarak kişilerin ezenle başa çıkmaları için tiyatronun bir laboratuar, gerçek yaşam için bir prova alanı olarak kullanılması fırsatını vermektedir.
Sabancı Üniversitesi, üniversitenin tiyatro topluluğu ile yukarda dile getirilen etkinlik kapsamında öğretmenlerin yaşadıkları sorundan yola çıkarak bir oyun hazırladı. Oyunumuzda dersi kaynatmaya çalışan bir lise son sınıf öğrenci grubu ile onlarla başa çıkmaya çalışırken, okul müdürüne ve bir öğrenci velisine hesap vermek zorunda kalan öğretmen vardı. Öğretmen; öğrenci, müdür, veli üçgeni içinde eziliyor, ne yapacağını bilemiyordu. Oyunu sergileyip foruma geçtiğimizde ilk müdahale bir öğretmenden geldi. Öğretmenimiz son derece kendine güvenli, otoriter bir ses tonuyla sınıfı susturdu, kendisini uyaran müdürü saf dışı bıraktı ve öğrencilerin tekrar seslerini yükseltmeleri
56
Forum tiyatroda grubun maruz kaldığı sorunlar ele alınır ki grup üyeleri sahnede üretilen çözüm önerilerini dikkate alabilsin, belki de bir gün kendi yaşamlarında bu çözümleri kullanabilsinler. Ancak ilginç bir nokta var, o da öğretmenlerin bir kısmının "neden böyle çocuklar var? Neden iyi örnekler gösterilmiyor?" diyerek ısrarla oyundaki mantığı görmezden gelmeleri. Bir başka öğretmenin söyledikleri de gerçekten oldukça düşündürücü idi. "böyle sorunlu çocuklar hep oldu ve onlar hiçbir zaman düzelmedi. Ben bugüne dek düzelen öğrenciye rastlamadım. Onlar diğer çalışkan, öğrenmek isteyen çocuklara da engel oluyorlar. O nedenle bu çocukların hepsini bir sınıfa koyarak diğer çocuklara da engel olmalarını önleyelim." Tabii bu konu hemen tartışmaya açıldı. Ve ne yazık ki bu görüşü onaylayan bir kişi değildi. Bir başka öğretmenimiz çocukları ilgi alanlarına göre sınıflandırmak gerektiği gibi daha yumuşak bir ifade ile arkadaşının dediklerini düzeltmeye çalıştı. Anlaşılan onlar da bu ifadeden rahatsız olmuşlardı. Bir başkası ise sistemin yanlış olduğu, sorunun sistemden kaynaklandığını dile getirdi. "Neden burada öğretmeni gösteriyoruz, yargılıyoruz" gibi bir soru sordu. Öğretmenimize göre suçlu bulunmuştu; "sistem". Oysa ki burada öğretmen yargılanmıyordu, ayrıca "sistem" soyut bir kavram olmakla birlikte yine bu kişilerden meydana geliyordu. Bu durum da gözden kaçan bir başka nokta idi. Sonuçta öğretmenlerimizle birlikte tiyatro aracılığı ile sorunla başa çıkma yolları ararken, eğitim sistemimizde var olan başka sorunlar ortaya çıktı. Keşke bu tip toplantılara eğitim fakültesi dekanları, Milli Eğitim Bakanı da katılabilse de birtakım sorunları daha net görebilseler. Acaba bir forum da onlara mı düzenlesek, ne dersiniz?
Sabancı Üniversitesi, üniversitenin tiyatro topluluğu ile öğretmen lerin yaşadıkları sorundan yola çıkarak bir oyun hazırlandı. Oyunu muzda dersi kaynatmaya çalışan bir lise son sınıf öğrenci grubu ile onlarla başa çıkmaya çalışırken, okul müdürüne ve bir öğrenci velisine hesap vermek zorunda kalan öğretmen vardı.
cy a
pe
cy a
pe