2005_153_7309

Page 1


pe cy a


a

cy

pe


A Y L I K

T İ Y A T R O

D E R G İ S İ

www.tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yazı İşleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Sekreteri: Ebru Ilgaz Çocuk Tiyatrosu Editörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Katkıda Bulunanlar: Adalet Ağaoğlu, Sadık Aslankara, Ece Başokur, Yusuf Eradam, Ragıp Ertuğrul, Erbil Göktaş, Sema Göktaş, Nagihan Günpınar, Beki Haleva, Nihal Kuyumcu, Münevver Oğan, Robert Schild. Reklam ve Halkla İlişkiler Müdürü: Çiğdem Esmer Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Baskı: M a r t Matbaası T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş i s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e - p o s t a : e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Banka Hesap No: T. iş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0 110 • Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO Kapak Tasarımı: Genco Demirer (gDGa)

a

Yayın Türü: Yerel Süreli

EDİTÖRDEN: / S. 5 HABERLER: / S. 6

pe cy

TANITIM: 8. Uluslararası İstanbul Ülker Kukla Festivali / S. 10 SÖYLEŞİ: Eskişehir'in Çehresini Değiştiren Bir Deli Adam: Yılmaz Büyükerşen / Mustafa Demirkanlı / S. 18 ÖZDEMİR ABİ'YE MEKTUPLAR: "Adam Adam" / Üstün Akmen / S. 22 ELEŞTİRİ: Sezuan'ın "İyi" Çıkmış İnsanı / Robert Schild / S. 24 SÖYLEŞİ: Özer Tunca ile Tunus Festivali Üzerine / Nagihan Günpınar / S. 26 KONUK YAZAR: Hocanın Bendeki Arşivi / Adalet Ağaoğlu / S. 29 SÖYLEŞİ: Roberto Ciulli / Ebru Ilgaz-Duygu Atay / S. 30

ELEŞTİRİ: "Ful Yaprakları" ve Diğerleri / Yusuf Eradam / S. 32 ELEŞTİRİ: "IV. Murat" / Ragıp Ertuğrul / S. 36 TANITIM: Puntila Ağa ve Uşağı Matti / S. 39

ELEŞTİRİ: "O.B.E.B" / Üstün Akmen / S. 40 SÖYLEŞİ: Sadık Aslankara ile Sahne Tozunda Gezinti / Münevver Oğan / S. 42 ELEŞTİRİ: "İkinin Biri" / Beki Haleva / S. 46 ELEŞTİRİ: "Tebeşir Dairesi" / Ece Başokur / S. 48 SÖYLEŞİ: Faruk Boyacıoğlu ile Tiyatro İşletmeciliği Üzerine / Mustafa Demirkanlı / S. 51 KENTLER VE TİYATROLARI: Söke'de Bir Tiyatro Sınıfı / Sadık Aslankara / S. 54 SÖYLEŞİ: Sponsor Çocuk Tiyatrosu / Duygu Atay / S. 58 KİTAP TANITIM: Duygu Atay / S. 61 ELEŞTİRİ: "Çizmeli Kedi" / Duygu Atay / S. 62 BU AY SAHNEYE ÇIKANLAR: S. / 63 YANIT: "Sanal Bir Bölge Tiyatrosu'na Gerçek Bİr Eleştiri" / Sema-Erbil Göktaş / S. 66 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. / 67


> Editör > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Son üç yıldır "tiyatro sezonu bitmiyor"a alıştık artık, hatta daha yoğun yaşanmaya başlandı. Dergi matbaadayken, ben Ankara'da "Küçük Hanımlar, Küçük Beyler Uluslararası Çocuk Festivali"ni izliyor olacağım. Dergi çıkar çıkmaz, 2 Mayıs'ta Ebru "Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Festivali"ni izlemek üzere Trabzon'a uçacak. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda mayıs ayında "Danton'un Ölümü" promiyer yapacak. 10 Mayıs'ta "8. Uluslararası İstanbul Ülker Kukla Festivali" start alacak, Haziran'ın 1-20'si arasında artık gelenekselleşen "Rumeli Hisarı Tiyatro Günleri"ni izleyeceğiz. Geçtiğimiz ay, Adana'da uluslararası bir tiyatro festivalini geride bıraktık, Diyarbakır tiyatro festivali yeni bitti. Kocaeli'nde Kocaeli Şehir Tiyatroları, Kocaeli Bölge Tiyatrosu işbirliği ile çocuk festivali gerçekleştirildi, üniversitelerde, liselerde tiyatro şenlikleri art arda başlıyor. Ve bu yazıyı yazarken unuttuklarım... Ne güzel, her tarafta tiyatro... *** Türk tiyatrosunun önemli ödüllerinden biri olan "Afife Tiyatro Ödülleri"

a

sahiplerini buldu, bu önemli ödülün sunucusu Berna Laçin'in sorumsuz, gayri ciddi sunuculuk deneyimi herkesi üzdü. Yapı Kredi Sigorta çalışanları üzülmesin,

cy

onlar yapmaları gerekenleri yaptılar, yapıyorlar, burada üzülmesi gereken onlar değil. TV'lere geçen tiyatrocular, hele hele sahneden uzun süre uzak kalıyorlarsa, bu tür organizasyonlara daha sıkı çalışarak, işlerini önemseyerek hazırlanmaları gerekir diye düşünüyorum. Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri'ni izleyemedim, orada

pe

da benzer sunucu sorunları yaşanmış, yaşanmamalı. 3 Mayıs akşamı V. Lions Ödülleri sahiplerini bulacak. Halk Jürisi'nin oylarıyla belirlenen ödüller, ödüllere apayrı bir renk katıyor. Halk Jürisi, Tiyatro... Tiyatro...'ya da özel bir ödül vermiş, teşekkür ederiz.

Bu ay "Sahne Tozuna Bulaşanlar" dizimizde Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'le Eskişehir'deki tiyatro macerasını konuştuk. Söyleşide bir insanın, bir kentin çehresini nasıl değiştirdiğini göreceksiniz, dansı diğer kentlere diyeceğim ama diyemiyorum, keşke daha umutlu olabilsem. Tiyatro sezonu bitmediği sürece Tiyatro... Tiyatro... için de ara yok. Yazın sıcaklarında da birlikte olacağız .


> Haberler

Afife Ödülleri Sahiplerini Buldu 9. Afife Jale Tiyatro Ödülleri 18 Nisan akşamı Lütfı Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen törenle açıklandı. Yılın En Başarılı Prodüksiyonu ödülü, İstanbul Devlet Tiyatrosu Yapımı "Çayhane"ye verilirken; Yılın En Başarılı Yönetmeni Şakir Gürzumar (Çayhane-İ.D.T); Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Dolunay Soysert (Buluşma-Dostlar Tiyatrosu); Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Bülent Emin Yarar (Çayhane-İ.D.T.) seçildi. Kırk iki sanatçının aday olduğu 9. Afife Tiyatro Ödülleri on dört dalda dağıtıldı. Ödüller şu isimlere verildi:

pe cy

a

Yılın En Başarılı Prodüksiyonu: Çayhane (İstanbul Devlet Tiyatrosu) Yılın En Başarılı Yönetmeni: Şakir Gürzumar (Çayhane-İ.D.T.) Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Dolunay Soysert (Buluşma-Dostlar Tiyatrosu) Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Bülent Emin Yarar (Çayhane-İ.D.T.) Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Levent Öktem (Dobrinja'da Düğün Tiyatro Pera) Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Meral Oğuz (Ağır Roman - Sadri Alışık Tiyatrosu) Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu: Haluk Bilginer (Cimri - Oyun Atölyesi) Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu: Celile Toyon (Hadi Öldürsene Canikom -1. B. B. Ş. T.) Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu: Gökçer Genç (Cimri - Oyun Atölyesi) Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu: Şebnem Sönmez (Cimri - Tiyatro Atölyesi) Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı: Ali Cem Köroğlu (Çayhane İstanbul Devlet Tiyatrosu) Yılın En Başarılı Giysi Tasarımcısı: Funda Çebi (Cimri - Oyun Atölyesi, Mem ile Zin - Semaver Kumpanya) Yılın En Başarılı Sahne Müziği: Nurettin Özşuca (Pir Sultan Abdal Tiyatro Ayna) Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı: İzzet Önder Arık (Çayhane İstanbul Devlet Tiyatrosu) Özel Ödüller: Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü: Cüneyt Gökçer'e, Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü: Erol Günaydın'a, Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü: Nesrin Kazankaya'ya, Tiyatroda Yeni Kuşak Özel Ödülü: Oyun Atölyesi'nin Genç Oyuncuları'na, Yapı Kredi Sigorta Özel Ödülü ise Müjdat Gezen'e verildi.

Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri Verildi

"10. Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Oyuncu Ödülleri" 11 Nisan akşamı düzenlenen bir törenle sahiplerine verildi. Tiyatro Dalı'nda En İyi Kadın Oyuncu ödülüne Akbank Kültür Merkezi Genç Kuşak Tiyatrosu'nca sahnelenen "Aşk Delisi" oyunundaki rolüyle Esra Bezen Bilgin, En İyi Erkek Oyuncu ödülü de Tiyatro Odası'nın sahnelediği "Çin Kahvesi" oyunundaki performansıyla Can Başak değer görüldü. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü, Oyun Atölyesi'nce sahnelenen "Othello" oyunundaki rolüyle Esra Kızıldoğan Uygur'a, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü Şehir Tiyatroları'nca sahneye konulan "Çalıkuşu" oyunundaki rolüyle Bilge Zobu'ya verildi. Komedi ve Müzikalde En İyi Kadın Oyuncu ödülü Şehir Tiyatroları'nca sahnelenen "Hadi Öldürsene Canikom" oyunundaki rolleriyle Hale Akınlı ve Celile Toyon'a, bu daldaki En İyi Erkek Oyuncu ödülü ise Tiyatro İstanbul tarafından sahnelenen "İkinin Biri" oyunundaki rolüyle Volkan Severcan'a layık görüldü. Komedi ve Müzikalde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü Şehir Tiyatroları'nca sahnelenen "Kim Kimi Kimle" oyunuyla Hikmet Körmükçü'ye, bu daldaki En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü de Tiyatro İstanbul'un sahneye koyduğu "İkinin Biri" oyunundaki performansıyla Ali Sunal'a verildi. Akatlar'daki Mustafa Kemal Kültür Merkezi'nde düzenlenen ödül gecesinin sunuculuğunu Kerem Alışık, Halit Kıvanç ve Gamze Özçelik yaptı. Gecede, Sadri Alışık Tiyatrosu Onur Ödülü de Toron Karacaoğlu'na sunuldu. Sinema Dalında En İyiler Sinema Dalı'nda En İyi Kadın Oyuncu ödülünü "Kalbin Zamanı" filmindeki rolüyle Hülya Avşar; En İyi Erkek Oyuncu ödülü "Gönül Yarası" filmindeki rolüyle Şener Şen aldı. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü "Mustafa Hakkında Her Şey" filmindeki rolüyle Şerif Sezer, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü ise "Gönül Yarası" filmindeki rolüyle Güven Kıraç kazandı. Bu dalda Jüri Özel Ödülü de Fikret Hakan'a verildi.


cy

pe a


> Haberler

5. Lions Tiyatro Ödülleri 5. Lions Tiyatro Ödülleri açıklandı. Halk Jürisi'nin İstanbul'da sahnelenen 37 oyunu seyrederek yaptığı değerlendirme sonucu ödüle değer görülenler 3 Mayıs Salı akşamı 20.30'da Sadri Alışık Tiyatrosu Sahnesi'nde ödüllerini alacak. Ödüllerde bu sezon yeni değerlendirme kriterleri yer alıyor: Canlandırmada Bütünlük (Ensamble), 99 koltuğun altındaki salonları oyuncu ve prodüksiyon olarak kendi içlerinde değerlendirme ve Yenilikçi Tiyatrolar. Ödüle değer görülenler, bundan böyle önceden ilan edilen adaylar arasından değil, "halk jürisinin seyrederek başarılı olarak değerlendirdiği..." söylemi ile açıklanacak. Halk Jürisi Özel Ödülü alanlar arasında bu yıl dergimiz, Tiyatro... Tiyatro... da bulunuyor. Ödüle Değer Görülenler Şöyle: Halk JürisF'nin Seyrederek: Başarılı olarak değerlendirdiği Prodüksiyon Çayhane, İstanbul Devlet Tiyatrosu Başarılı olarak değerlendirdiği Yönetmen Ayşenil Şamlıoğlu (Süleyman ve Öbürsüler-Semaver Kumpanya) Başarılı olarak değerlendirdiği Oyun Yazarı Yiğit Sertdemir (Ortak Bölenin En Büyüğü-Altıdan Sonra Tiyatro) Başarılı olarak değerlendirdiği Erkek Oyuncu Ahmet Uğurlu (Yangın Duası-lstanbul Devlet Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Kadın Oyuncu Ülkü Duru (Yangın Duası-İstanbul Devlet Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Yardımcı Erkek Oyuncu Devrim Saltoğlu (Ağır Roman-Sadri Alışık Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Yardımcı Kadın Oyuncu Meral Çetinkaya (Sezuan'ın İyi İnsanı-Bakırköy Belediye Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Canlandırmada Bütünlük (Ensamble) Dobrinja'da Düğün (Tiyatro Pera) Başarılı olarak değerlendirdiği (Küçük Salon ) Erkek Oyuncu Nihat İleri (Dobrinja'da Düğün-Tiyatro Pera) Başarılı olarak değerlendirdiği (Küçük Salon ) Kadın Oyuncu Aslı Can Kotran (O.B.E.B.-Altıdan Sonra Tiyatro)

a

Başarılı olarak değerlendirdiği Komedi Erkek Oyuncu Bülent Emin Yarar (Çayhane-İstanbul Devlet Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Komedi Kadın Oyuncu Demet Tuncer (Aşkın Yaşı Yok-Tiyatro İstanbul) Başarılı olarak değerlendirdiği Sahne Tasarımı Ali Cem Köroğlu (Çayhane-İstanbul Devlet Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Kostüm Tasarımı Gülhan Kırçova (Çayhane-İstanbul Devlet Tiyatrosu)

cy

Başarılı olarak değerlendirdiği Tiyatro Müziği Timur Selçuk (Bedrettin-İstanbul Devlet Tiyatrosu) Başarılı olarak değerlendirdiği Efekt Tasarımı Berkun Oya (Yağmur Duası-İstanbul Devlet Tiyatrosu) "Ln. Selim Naşit Özcan" Tiyatroya Bir Ömür Onur Ödülleri

pe

Usta Erkek Arif Erkin Usta Kadın Yıldız Kenter Genç Ustalar Sarp Aydınoğlu, Emel Çölgeçen (Süleyman ve Öbürsüler-Semaver Kumpanya) "Halk Jürisi" Özel Ödülleri

Yenilikçi Tiyatro Ve Diğer Şeyler Topluluğu Sürekli Mükemmeliyet Zihni Kortay Okul Tiyatro AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) "Tiyatro" Aylık Tiyatro Dergisi Mustafa Demirkanlı www.tiyatrom.com Ertuğrul Timur "Profesyoneller" TV Programı Bülent Öner Fenerbahçe Tiyatrosu "Maç bileti ile Görsel Sanat Biletini aynı cepte taşıtabilmek" Birleşik FB Vakfı Başkanı Aziz Yılmaz

İsviçre Hastanesi Ödülleri Açıklandı Özel Yeni İsviçre Hastanesi'nin düzenlediği 2. Sanat - Edebiyat Ödülleri sonuçlandı. "Türk sanat ve edebiyatına yeni yapıtlar kazandırmak ve ödül alan yapıtları kitaplaştırarak okurla buluşmasını sağlamak" amacıyla düzenlenen yarışma, öykü, şiir ve oyun dallarında yapılıyor. Bu yıl öykü dalında birinciliği Elvan Çubukçu 'nun "Cümlemize" isimli öyküsü kazanırken, Seçici Kurul Özel Ödülü Pınar Eryaşar Aymaz 'ın "Şu İnsanlar" isimli öyküsüne verildi. Şiir dalında birinciliği Semih Çelenk'in "Nacar ile Serkisof' adlı çalışması, Seçici Kurul Özel Ödülü'nü Veysel Erol 'un "Vitrinler" adlı çalışması aldı. Oyun dalında ise Tülin Tankut 'un "Kız Kulesi" adlı oyunu birincilik, Sema Göktaş 'ın "Duvar" adlı oyunu Seçici Kurul Özel Ödülü"ne değer görüldü. Yarışmanın 1550 YTL olan birincilik ve 500 YTL olan seçici kurul özel ödülleri, kazananlara ekim ayında düzenlenecek bir törenle verilecek. Öykü Seçici Kurulu; Doğan Hızlan, Selim İleri, İnci Aral, Füsun Akatlı ve Turhan Günay'dan; Şiir Seçici Kurulu; Ahmet Oktay, Enver Ercan, Metin Cengiz, Baki Asıltürk ve Turgay Kantürk'ten; Oyun Seçici Kurulu ise Ahmet Levendoğlu, Güngör Dilmen, Melisa Gürpınar, Gülşen Karakadıoğlu ve Hayati Asılyazıcı'dan oluşuyor.


> Haberler

Nuri Candaş Doğumgününde Anılıyor Geçtiğimiz Aralık kaybettiğimiz Devlet Opera ve Balesi sanatçısı Nuri Candaş, doğum günü 15 Mayıs'ta saat 20.00'de Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi'nde düzenlenen bir etkinlikle anılıyor. Sanatçının tüm sevenleri ile dostlarının davetli olduğu gecede, Candaş Müzikal Grubu üyeleri ve Sedat Öztoprak müzikallerden, operalardan arialar söyleyecek, Orhan Şallıel'in piyanosu eşliğinde Tanju Yıldırım "Deli Dolu Opereti"nden bir bölüm ve bir tango gösterisi sunacak. Candaş Müzikal Grubu'nun kurucusu Candaş, aynı zamanda Beylerbeyi Müzik Okulu'nda da şan dersleri veriyordu. Bilgi İçin: www.candasmuzikal.com

Arda Kanpolat Anısına Oyunculuk Ödülü Geçtiğimiz haziran ayında hayatını kaybeden oyuncu Arda Kanpolat anısına, 2005 yılından başlamak üzere oyunculuk ödülü verileceği açıklandı. Arda Kanpolat'ın ailesi tarafından verilecek ödülü kazanan oyuncu 21 Mart 2006 tarihinde açıklanacak. Cüneyt Gökçer, K. Lemi Bilgin, Sevda Şener, Ayşegül Yüksel, M. Akif Yeşilkaya, Ayfer Kanpolat ve Yücel Kanpolat'ın oluşturduğu jüri, bireysel veya kurumsal olarak yapılan başvuruları ve kişisel performansları değerlendirerek ödülün sahibini seçecek. Ödül, "5000 USD karşılığı YTL para ödülü, "Arda Kanpolat Oyunculuk Ödülü" Belgesi ve Londra Royal Academy of Dramatic Art (RADA) - Londra Academy of Dramatic Art (LAMDA) veya Londra School of Speech and Drama okullarında eğitim programına katılabilmesi için bu okullara yapılacak öneri".

pe cy a

Ödüle katılım koşullan şöyle: 1 - Adaylar muzun oldukları tarihten itibaren ilk beş yıl içerisinde ödül için başvuruda bulunabilirler. 2 - Ödül için adaylar kendileri doğrudan başvurabilecekleri gibi, bir kurum, okul ya da topluluk tarafından aday gösterilebilirler. Tüm aday olacakların veya gösterileceklerin neden aday oldukları veya gösterildikleri konusunda bilgi sunmaları gereklidir. Tüm adaylar Ödül Koordinatörlüğü'nden alınacak formu doldurarak iki adet fotoğraf ile birlikte Ödül Koordinatörlüğü'ne 01 Mart 2006 tarihine kadar başvurabilir. 3 - 2 1 Mart 2005 - 01 Mart 2006 tarihleri arasında görev alınan oyunlara göre değerlendirme yapılacaktır. 4 -Arda Kanpolat'ın ailesi tarafından verilecek ödülü kazanan oyuncu 21 Mart 2006 tarihinde ilan edilecektir. (Ödül Koordinatörlüğü: M. Akif Yeşilkaya / İnkılap Sokak No: 24/2 06640 Kızılay-Ankara mayesilkaya@gmail.com)

Kocaeli'nde Festival

Geleneksel 12. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Festivali 18-29 Mayıs tarihleri arasında yapılacaktır. Kocaeli Bölge Tiyatrosunun 26. Dönem Kurs öğrencilerinden oluşan grupların katılacağı festival, il Milli Eğitin Müdürlüğü, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Çağdaş Drama Derneği birlikteliği ile gerçekleştirilecektir.

Tiyatro salonlarında, sokaklarda ve seminer salonlarında on gün devam edecek festival, 18 Mayıs 2005 Çarşamba günü saat 19.00 da grupların katılacağı "Tiyatroma Dokunma" yürüyüşü ile başlayacaktır. Oyuncuları çocuk olan festivalin birinci aşamasında 20 çocuk ve gençlik oyunu salonlarda oynanacaktır. İkinci aşamada yine, oyuncuları çocuk olan gruplar sokak oyunlarını açık alanlarda oynayacaklardır. Dönem içinde kendi yazdıkları öykülerden oluşturulan sokak etkinliklerinde daha çok beden dili ve çeşitli aksesuvarlar kullanılacaktır. Festivalin üçüncü aşamasında ise oyun gruplarının dışında kalan, ilimiz okullarının öğretmenlerinden oluşan gruplara sekiz ayrı salonda "Uygulamalı Seminer" verilecektir. 27-28-29 Mayıs günleri uygulamalı olarak verilecek olan "Yaratıcı Drama Seminerleri" Çağdaş Drama Derneği'nin konuk Drama Liderleri tarafından ücretsiz olarak verilecektir. Geleneksel 12. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Festivali 29 Mayıs 2005 Pazar günü saat 16.00 da katılım belgeleri ve plaketlerin sunumu ile sona erecektir.

Melih Kibar Aramızdan Ayrıldı Besteci Melih Kibar 7 Nisan günü cilt kanseri nedeniyle tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Kibar'ın cenazesi, 9 Nisan Cumartesi günü Bebek Camii'ndeki namazın ardından Nakkaştepe Mezarlığı'nda toprağa verildi. Sanatçının cenazesine sanatçı dostları katıldı. Müzik dünyasına unutulmaz besteler armağan eden Kibar, 2000 yılında "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" oyununa yaptığı müzikle Yılın En Başarılı Sahne Müziği ödülünü almıştı.


> Haberler

Üniversiteler'de Şenlik 9. EÜTT Tiyatro Günleri 13 Mayıs'ta Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu'nun (EÜTT) her yıl düzenlediği, "EÜTT Tiyatro Günleri 13-22 Mayıs 2005 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Kültür ve Sanat Evi'nde düzenlenecek. Birçok amatör tiyatroyu ve üniversite tiyatrosunu ağırlayan, bölgedeki tiyatro birikiminin ve donanımların paylaşılması adına bir alan açmanın amaçlandığı festival kapsamında salon ve sokak oyunlarının yanı sıra, söyleşiler ve atölye çalışmaları da gerçekleştirilecek. Tiyatro Günleri süresince bütün etkinlikler ücretsiz olacak. Salon içi etkinlik saatleri 13.00 ve 19.00'da; Kültür ve Sanat Evi önündeki diğer etkinlikler bu saatler arasında gerçekleştirilecek. Tiyatro Günleri'ne katılmak isteyen toplulukların, en geç 1 Nisan 2005 tarihine kadar başvuru formları ile birlikte festivale katılacakları oyunun metnini göndermeleri gerekiyor. (0536 966 23 07 / faks: 0232 388 10 21/ Adres: Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Ege Üniversitesi Kampusu Bornova-İzmir) İ.Ü. İşletme Fakültesi'nde de Festival Var 11. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Kültür Kulübü Bahar Festivali 2-13 mayıs 2005 tarihleri arasında yapılacak. Avcılar Kampüsü'nde düzenlenecek festivalde, 3-6-9-10 Mayıs tarihlerinde farklı üniversitelerin tiyatro toplulukları da oyunlarını sahneleyebilecek. (Özgecan Okan: 0532 487 60 25)

cy

a

Koç Üniversitesi'nde 'Sevgi Gönül 4. Tiyatro Günleri' Koç Üniversitesi Tiyatro Kulübü'nün düzenlediği "Koç Üniversitesi Sevgi Gönül 4. Tiyatro Günleri" 2-12 Mayıs tarihleri arasında üniversitenin Rumeli Feneri kampusunda gerçekleştiriliyor. Yedi üniversite topluluğunun katılacağı etkinlikle, farklı üniversitelerin tiyatro topluluklarını buluşturarak aralarındaki iletişimi oyunlar, söyleşiler, atölye çalışmaları ve doğaç çalışmaları ile geliştirmeyi amaçlanıyor. "Yaşadığımız yerden yakınmaktansa yarattıklarımızla onu renklendirmeyi seçtik." diyen Koç Üniversitesi Tiyatro Kulübü üyeleri, bu yıl biri profesyonel diğerleri üniversite grupları olan 21 tiyatro topluluğuna performanslarını sergileme fırsatı sunuyor. İletişim için: Senem Güler: 0532 255 52 81 sguler@ku.edu.tr Merve Erkal: 0533 360 38 50 merkal@ku.edu.tr

Yekta Kara Sabancı Üniversitesi G.M. Sanat Danışmanı

pe

Yekta Kara, Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi Sanat Danışmanlığına getirildi. Kara, düzenlediği basın toplantısıyla Gösteri Merkezi'nin projelerini aktardı. Nisan ayı programı tiyatroya ayrılan mekana Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali taşındı. Kara, 927 kişilik seyirci potansiyeline sahip salonu İstanbul'un Anadolu yakasının sanat merkezi haline getirmeyi amaçladıklarını söyledi. Geçtiğimiz Haziran ayında bitirilen salon; özel akustik düzeni, sofitası ve orkestra çukuruna sahip sahnesiyle opera, senfonik müzik, tiyatro, bale ve dans gibi etkinliklerin yanı sıra kongre ve konferanslar için de kullanılabilecek. Kara, böyle bir dönemde yeni mekanlar açılmasının tiyatro topluluklarını da yüreklendireceğini ifade etti. Toplantıya katılan Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu ise Gösteri Merkezi'ni -farklı işler yapmaları kaydıyla- isteyen herkesle paylaşmaya hazır olduklarını söyledi. Gösteri Merkezi, Nisan ayı boyunca Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Tiyatro Şenliği'ne ev sahipliği yaptı. Festival kapsamında gösterilen Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım" oyununun yazarı Haldun Taner'in eşi Demet Taner'e bir teşekkür plaketi sunuldu. (İletişim: 0216 483 90 26)

D.T.'de Çocuklar için Yeni Bir Festival Devlet Tiyatroları, 25-30 Nisan tarihleri arasında Ankara'da çocuklar için bir festival gerçekleştirdi. "Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Tiyatro Festivali" adını taşıyan etkinliğe; Ankara, Erzurum ve Antalya Devlet Tiyatroları, Semaver Kumpanya, Zorlu Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu, İzmit Şehir Tiyatrosu'nun yanı sıra Avusturya, Singapur, Yunanistan, Kanada, Bulgaristan, İtalya, Belçika, Almanya, İngiltere, Macaristan ve Rusya'dan çocuk tiyatrosu grupları katıldı. Festival boyunca; Mask yapımıkullanımı, Forum Tiyatrosu, Hikaye Canlandırma Teknikleri, Gölge Teknikleri, Karagöz-Kukla Atölye çalışmaları ile Flaman Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu başlıklı seminer düzenlendi.


a

pe cy


8. Uluslararası İstanbul Ülker Kukla Festivali

pe

cy

a

Kuklalar 8nci Kez Konuşacak

8. İstanbul Uluslararası Ülker Kukla Festivali 11-18 Mayıs tarihleri arasında İstanbul'da yapılıyor. Cengiz Özek'in sanat yönetmenliğinde hazırlanan festivale, 15 ülke katılıyor. Festivalin açılışı 10 Mayıs Salı günü Rus topluluk Serguei Obraztsov State Akademic Puppet Theatre'ın gösterisi ile yapılacak. 1931 'de kendi yaptığı kuklalarla izleyiciyle buluşan, ip kuklası ve el kuklasına getirdiği açılımlarla adını duyuran Serguei Obraztsov'un 1992'de ölümünün ardından, onun anısını yaşatmak üzere kurulan topluluk; ülkemize "Obraztsov'dan Seçmeler" (Best of Obraztsov) adlı gösteriyle geliyor. Gösteri, Obraztsov'un 100. doğumgünü nedeniyle hazırlanmış bir seçki. Topluluğunun repertuvarında yer alan 61 oyunun en iyilerinden parodilerin bir araya getirildiği gösteri, bugüne kadar dünyanın birçok kentinde sahnelenmiş. Serguei Obraztsov State Akademic Puppet Theatre, ülkemizde, açılış gösterisinin yanı sıra biri Ankara'da olmak üzere üç gösteri daha gerçekleştirecek. Kukla Festivali'nde ülkemizi Bakırköy Belediye Tiyatroları "Büyülü Ağaç" ve "Sihirli Lamba", Cengiz Özek Kukla Tiyatrosu "Çöp Canavarı", Tiyatro Cancana "Masal Gülleri" ve Tiyatro Tem "Lahana Sarması" adlı oyunlarla temsil ediyor. Etkinlik programında, Sophie Multishadows'un, Oscar Wilde'ın hikayesine Karagöz'ü yerleştirdiği İngiltereTürkiye ortak yapımı "Karagöz ve Bencil Dev" de yer alıyor.


Festivale Tükiye'nin yanısıra; Almanya, Avusturya, Brezilya, Fransa, Hollanda, İspanya, İsviçre, İtalya, Polonya, Rusya, Slovenya, Tayvan ve Yunanistan katılıyor. Ülker Kukla Festivali, yaşamını geçen yıl yitiren Oğuz Aral'ı da anıyor. Festivalin geleneksel "Onur Ödülü"nün bu yılki sahipleri Oğuz Aral ve Müşfik Kenter. Ödül töreni, festivalin açılış gecesinde gerçekleştirilecek. Avusturya'dan Theater im Ohrenbsessel'in kuklalar arasında geçen bir dedektiflik öyküsü niteliğindeki oyunu "Tehlike Benim Göbek Adım", Fransa'dan Theatre de L'Ombrelle'in festivalin kapanışında yorumlayacağı "Mozart, Bir Çocuğun Avrupa Turu", Hollanda'dan Eduardo de Paiva Souza'nın parkta canlanan bir heykelle sohbet eden adamı seyircilerle buluşturtuğu "Melek", İtalya'dan Compagnia Walter Broggini'nin insanoğlunun ölüme karşı verdiği boşuna savaşı işlediği "Solo", Tayvan'dan TTT Puppet Centre'ın "Şeytan Avcısı Zhong Kui ile Kutsanış" ile Yunanistan'dan The Divers'in kukla; oyuncu ve videodan oluşan sözsüz performansı "Dalış" bunlardan festivaldeki önemli gösterilerden birkaçı. Etkinlik programında yer alan Polonya'dan Teatr Maska'nın "Pencere"si kukla, gölge ve aktörün ilginç buluşmasına, Slovenya'dan Forum Ljubljana Production ve Cankarjev D o m ' u n ortak yapımı olan "Parmak Kız" animasyon kuklasına, Rusya'dan Puppet House'un "Sindrella"sı ise masa kuklasına örnekler.

GÖSTERİLER Almanya - Maren Kaun Theatre- Kafasına Pisleyeni Arayan Köstebek / Süre: 40 dk. Köstebek çok kızgın! Kafasındaki pisliğin kimin işi olduğunu arıyor... Toprak altında yaşamanın bir şansızlığıyla karşılaşmış; orman mensuplarından birisi, yuvasının deliğini tuvalet sanmış! Kendisine yapılan bu "terbiyesizliği" karşılıksız bırakmamak arzusuyla yanıp tutuşan köstebek, tek tek bütün hayvanları, kendi üslubuyla "sorguya çekiyor"... Werner Holzwarth ve Wolf Erlbuch'un çocuk öyküsü "Kafasına Pisleyeni Arayan Köstebek" (The Little Mole, Who Wanted To Know, Who Pooed On His H e a d ) , Maren Kaun Theatre tarafından kukla sahnesine taşınıyor. Avusturya - Theater Im Ohrensessel - Tehlike Benim Göbek Adım / Süre: 1 saat 10 dk. "Tehlike Benim Göbek Adım" (Danger is My Trade), kuklalar arasında geçen bir polisiye öykü. Stefan Libardi, 1930'ları sahneye taşıyan hikayede bir dedektiflik macerasına konuk ediyor izleyicileri. Libardi, "Tehlike Benim Göbek Adım"da, oynatıcı olmasının yanı sıra kendi kuklasıyla oyuna dahil oluyor ve bir cinayeti çözmeye çalışıyor. Oyun, masa kuklası tekniğiyle tasarlanmış. Brezilya - Anne Westphal - Flamingo / Süre: 45 dk. Başlangıçta büyük pembe bir yumurta, çeşitli sürprizle zaman içinde devasa bir kuş figürüne; bir flamingoya dönüşüyor. Westphal'in flamingosu, çöplerin bırakıldığı bir çevreden kendine yeni bir yaşam alanı yaratmaya başlıyor. Siyah beyaz çöplerin arasında bulduğu küçük pembe bir çanta ilgisini çekiyor ve onu güvenli bir yere götürmeye karar veriyor. Kendi küçük dünyasını yeniden düzenlerken oyunun sonunda onu bir sürpriz bekliyor; küçük pembe çantadan bir bebek flamingo çıkıyor! Anne Westphal, gösteride yer yer kendi bedenini kuklalaştırıyor.

cy

a

Almanya'dan Maren Kaun Theatre'ın "Kafasına Pisleyeni Arayan Köstebek"i, Brezilya'dan Anne Westphal'in "Flamingo"su, İspanya'dan El Retal'in "Küçük Bir Kahraman"ı ve İsviçre'den Teatro dei Fauni'nin "Bavulun İçindeki Orman"ı ise görsellikleri ve ele aldıkları konularla çocuklara olduğu kadar yetişkinlere de yönelik.

Gösteriler; Fransız Kültür Merkezi, Profılo Kültür Merkezi, Maya Sanat, Ses Tiyatrosu, Enka Oditoryum, Piyale Paşa Semt Konağı, Örnektepe Semt Konağı, Özel Sezin Okulu ve Ankara Türk Ocağı Tiyatrosu'nda gerçekleştiriliyor.

Fransa - Theatre de L'Ombrelle - Mozart, Bir Çocuğun Avrupa Turu / Süre: 50 dk. Theatre de L'Ombrelle, festivalin kapanış gösterisi olan "Mozart, Bir Çocuğun Avrupa Turu" ile bir dehanın

pe

8. İstanbul Uluslararası Kukla Festivali gösterilerinin biletleri 10 YTL'den (10 milyon lira) satılıyor. Biletler; Biletix kanallarından (www.biletix.com), Atatürk Kültür Merkezi Gişesi'nden (0212 251 56 00-dahili 372) ve oyunlardan bir saat önce salon girişlerinde açılacak gişelerden temin edilebilir. Toplu satışlarda yüzde 25 indirim uygulanıyor. Toplu bilet rezervasyonu için 0212 232 02 24 numaralı telefon aranabilir.

Müşvik Kenter

Oğuz Aral


İtalya - Compagnia Walter Broggini - Solo/Süre: 60 dk. 1981 yılında tiyatro kariyerine başlayan Walter Broggini'nin 1986'da kurduğu kendi kukla tiyatrosu dışavurumcu bir anlayışı benimsiyor. Topluluğun gösterisi; yalın, beyaz ve oldukça minimal bir biçimde tasarlanmış olan kuklaların kullanıldığı, çeşitli skeçlerin birbiri ardına sıralanmasıyla tasarlanmış. Oyun, seyirciyi zaman zaman kuklanın başına gelen trajediye güldürürken, zaman zaman da ölüm ve hayat kavramlarına karşı alışık olmadığımız yaklaşımlar getiriyor. "Solo", sözsüz olması dolayısıyla da evrensel bir ifade taşıyor. Avrupa'nın pek çok ülkesindeki kukla festivallerine katılan Broggini, "Solo" ile 21. Zagreb Kukla Festivali Büyük Ödülü'ne layık görüldü.

pe cy

a

çocukluğuna, gölge tiyatrosu aracılığıyla ayna tutuyor. Gösteride; Mozart'ın daha çocukluğunda kendini göstermeye başlayan ışıltılı dehası ve çocuksu yaramazlıkları kadar, saraydan saraya dolaşırken; parasızlık ve hastalıkla geçirdiği yılların hüznü de sahneye yansıyor. Hollanda - Eduardo de Paiva Souza - Melek I Süre: 40 dk. Hollandalı Eduardo de Paiva'nın 'meleği' ile beraber oynadığı bu oyun sırasında, "Melek" (Angel), büyülü bir oyun karakterine dönüşüyor ve seyircilere kukla olduğunu unutturuyor. De Paiva adeta iki kişi olarak, karakterleri inanılmaz canlı ve sürükleyici bir diyaloga sokuyor.

İngiltere - Türkiye - Multishadows - Karagöz ve Bencil Dev Süre: 45 dk. Sophie Metro Aksoy ve Hayali Ramiz Balakin'den oluşan Multishadows, İngiliz kuklasıyla geleneksel Türk kuklası Karagöz'ü birleştiren "Karagöz ve Bencil Dev" oyunuyla Kukla Festivali'ne konuk oluyor. Oyunun hikayesi Oscar Wilde'tan esinlenme: Bencil Dev'in bahçesinde ciddi bir sorun var; laleler kayboluyor! Bu tuhaf durumu araştırmak üzere İstanbul'dan yola çıkan Karagöz, Bencil Dev'in bahçesine ulaşana dek İngiltere'nin kötü hava koşullarıyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Yolculuğu sona erene kadar, aralarında Prens Charles ve Billy Connolly'nin de bulunduğu kişilere rastlayan Karagöz, maceranın sonunda, ilkbaharı geri getirmeyi başarıyor...

ispanya — El Retal - Küçük Bir Kahraman!Süre: 60 dk. "Küçük Bir Kahraman", İspanyol kukla grubu El Retal'in, bir Afrika masalı üzerine kurulu bir çocuk kukla oyunu. 36 yaş arası çocuklara pedagojik olarak uygun olan oyun, görmediğimiz şeylerden korkmamak gerektiğinin altını çiziyor. İsviçre - Teatro dei Fauni - Bavulun İçindeki Orman Süre: 40 dk. Orman bir bavula sığar mı? Eğer, bavul bir masalcının bavuluysa, hele bu masalcı kuklaların büyülü dünyasında yaşıyorsa neden olmasın? Santutza Oberholzer, "Bavulun İçindeki Orman"da, masallarla bezeli bir kukla oyunu sunuyor. Santuta Oberholzer'in, el kuklasını ve ellerini kullanarak kuklaya ve masalcılığa getirdiği kendine özgü yorum...

Polonya - Teatr Maska - Pencere/Süre: 45 dk. Festivalin bu yılki konuklarından biri de "kukla ve aktör tiyatrosu" olan Teatr Maska... Topluluğun "Pencere" (The Window) adını verdiği bu gölge oyununda Boris Bogdan, seyircileri 'elleriyle' ışığın ve gölgenin farklı bir boyutuna götürüyor. Rusya - Puppet House - Sindrella/Süre: 50 dk. 1992 yılında kurulan Puppet House; masa kuklası tekniğiyle, "Sindrella"yı minyatür bir müzikale dönüştürüyor. Puppet House bu gösteriyle, 2000 yılında, Moskova 'Altın Maske' ödülüne layık görüldü. Rusya - Serguei Obraztsov State Academic Puppet TheatreObraztsov'dan Seçmeleri'Süre: 1 saat 15 dk. İp kuklası ve el kuklasına getirdiği açılımların yanı sıra kukla karakterlerinin mükemmelliği ile öne çıkan Obraztsov ve topluluğu, 1970'lerden beri tüm dünyada tanınıyor. Festivalin açılışında "Obraztsov'dan Seçmeler" (Best of Obraztsov) ile çıkacak olan grup, geleneksel Rus kuklasının yoğun ve güçlü anlatımını seyirciyle buluşturuyor. Parodi kuklası anlayışının hakim olduğu tiyatro, şimdiye kadar tam 61 oyuna imza atmış. Slovenya - Forum Ljubljana production and Cankarjev dom coproduction - Parmak Kız/Süre: 60 dk. Slovenyalı Forum Ljubljana Production ve Cankarjev Dom ortak yapımı olan gösteri, kuklanın çok farklı bir dalını;


animasyon kuklasını sunuyor. Andersen'in sevilen masalı, bu kez bir interaktif animasyon kuklası olarak karşımıza çıkıyor. Seslendirmenin canlı yapıldığı oyunun bir başka ilginç noktası da; akışın, seyircilerin kendilerine yöneltilen sorulara verdikleri cevaplara göre dijital ortamda yönlendirilmesi.

da yer almakla beraber, bu gösteri, özellikle Karagöz oyunlarının Şamanizm etkisi altındaki özelliklerini epik bir yorumla bir araya getiriyor. Hareket ağırlıklı olarak tasarlanan ve söz kullanımının olabildiğince az tutulduğu oyunda Karagöz'ün otantik çalgıları nareke ve def, akış içerisinde etkin bir biçimde yer alıyor.

Tayvan - TTTPuppet Centre - Şeytan Avcısı Zhong Kui ile KutsanısISüre: 35 dk. Tapei Taiwan Puppet Centre (TTT Puppet Centre), festivale kuklanın ritüelistik kökenlerini sergilediği bir gösteriyle katılıyor. TTT Puppet Centre, Tayvan Kültür Bakanlığı himayesinde çalışan ve kuklayı korumayı kendine amaç edinmiş bir topluluk. Dünyanın çeşitli yerlerinden toplanmış olan 4 binin üzerinde kukla örneğini bünyesinde bulunduran kurum, özellikle kaybolmaya yüz tutmuş Çin kuklasını koruma çabalarıyla biliniyor. Topluluk festivalde, Master Lin'in sergilediği "Şeytan Avcısı Zhong Kui ile Kutsanış"ı (Blessing by the Demon Slayer Zhong Kui) yorumluyor. Gösteri, bir dinsel töreni günümüze kadar aktaran, aynı zamanda seyirciyi de kutsayan bir dinsel ritüel.

Türkiye - Bakırköy Belediye Tiyatroları - Sihirli Lamba Süre: 60 dk. Hacivat, bulduğu eski bir lambayı temizlemesi için Karagöz'e verdiğini sanıyor ama aslında ona gönlünce seçeceği 3 dileğini yerine getirecek olan "Sihirli Lamba"yı sunuyor. Lambanın ciniyle karşılaşan Karagöz bir anda kendini hiç ummadığı bir serüvenin içinde buluveriyor.

Türkiye - Tiyatro Cancana - Masal Gülleri/Süre: 45 dk. içeriği, görselliği ve anlatım biçimiyle 3-6 yaş grubundaki çocukların dünyasını zenginleştirecek, hayal güçlerini harekete geçirecek olan "Masal Gülleri", Ayşe Lebriz'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir gösteri. Amacının çocukların oyuna, bir başka deyişle masala kendilerini yakın hissetmelerini sağlamak olduğunu söyleyen Lebriz, tiyatroyu sevdirmeyi de hedefliyor.

Türkiye - Tiyatro Tem - Lahana Sarmasıl Süre: 45 dk. Tiyatro Tem'in Geleneksel Türk Tiyatrosu öğelerinden yola çıkarak tasarladığı "Lahana Sarması", gölge tiyatrosu ve masa kuklası teknikleriyle kurgulanmış bir oyun. Öykünün akışı içinde kuklaların 'renkli gölgeler' olmakla 'beyaz kuklalar' olmak arasındaki ikilemleri, oynatıcıoynatıcı, oynatıcı-kukla, kukla-kukla, kukla-tasvir çatışması ya da çatışması öykünün arka planını oluşturuyor. Yunanistan - The Divers - Dalış/Süre: 45 dk. "Dalış" (The Dive); kukla, oyuncu ve video olmak üzere üç temel öğenin üzerine kurulu bir oyun. 15 yaş üzerinin izleyebileceği "Dalış", insanlığın ortak korkularını, dil kullanımını olmadan aktarıyor©

cy a

Ayşe Lebriz, öykü anlatıcılığını üç katlı maket tiyatro tarzıyla zenginleştiriyor.

Türkiye - Cengiz Özek Kukla Tiyatrosu - Çöp Canavarı Süre: 45 dk. Karagöz'ün bir gün denize pet şişe atmasıyla birlikte, denizin içinden bir anda "Çöp Canavarı" çıkıveriyor. Denize atılan bütün çöpleri yiyerek her geçen gün daha da büyüyen "Çöp Canavarı"nın Karagöz'e çevre kirliliği hakkında birkaç sözü var.

pe

Türkiye - Bakırköy Belediye Tiyatroları - Büyülü Ağaç Süre: 45 dk. Klasik bir Karagöz oyununda var olan her ayrıntı, bu oyunda


8. ULUSLARARASI İSTANBUL Ü L K E R KUKLA FESTİVALİ P R O G R A M I "Bavulun İçindeki..." (Fr) "Küçük Bir Kahraman" (Fr) "Obraztsov'dan Seçmeler" (Tr) "Kafasına Pisleyeni..." (Fr) "Obraztsov'dan Seçmeler" (Tr)

12 M A Y I S PERŞEMBE: 11.00 Profilo 7 7.00 Fransız Kültür 13.00 Profilo 20.30 Fransız Kültür

"Kafasına Pisleyeni Arayan" (Al) "Bavulun İçindeki..." (Fr) "Sindrella" (Rus) "Flamingo" (—)

13 M A Y I S CUMA: 13.00 Profilo 7 7.00 Profilo 19.00 Profilo 20.30 Maya Sanat

"Küçük Bir Kahraman"(ls) "Pencere" (—) "Tehlike Benim.." (Al) "Melek" (İn)

14 M A Y I S CUMARTESİ: 11.00 Piyalepaşa 7 7.00 Örnektepe 12.00 Fransız Kültür 79.00 Profilo 20.30 Maya Sanat

"Bavulun İçindeki..." (Fr) "Büyülü Ağaç" (Tr) "Karagöz ve Bencil Dev" (İ-T) "Melek" (İn) "Tehlike Benim..." (Al)

15 M A Y I S PAZAR: 12.00 Fransız Kültür 14.30 Profilo 17.00 Fransız Kültür 18.00 Fransız Kültür 18.00 Enka

"Pencere" (—) "Sihirli Lamba " (Tr) "Şeytan Avcısı..." (—) "Solo" (—) "Dalış" (—)

16 M A Y I S PAZARTESİ: 14.30 Ankara Türkocağı 79.00 Profilo 20.30 Maya Sanat

"Obraztsov'dan Seçmeler" (Tr) "Solo" (—) "Sindella" (Rus)

17 M A Y I S SALI: 11.00 Fransız Kültür 73.00 Profilo 19.00 Profilo 18.30 Özel Sezin Okulu 20.30 Maya Sanat

"Çöp Canavarı" (Tr) "Karagöz ve Bencil Dev" (T-l) "Flamingo" (—) "Obraztsov'dan Seçmeler" (Tr) "Dalış" (—)

18 M A Y I S ÇARŞAMBA: 11.00 Ses 7 7.00 Profilo 13.00 Fransız Kültür 20.30 Maya Sanat

" M o z a r t " (Fr.a) "Masal Gülleri" (Tr) "Parmak Kız" (in) "Lahana Sarması" (Tr)

pe

cy a

11 M A Y I S ÇARŞAMBA: 11.00 Profilo 7 7.00 Fransız Kültür 13.00 Profilo 74.00 Fransız Kültür 19.00 Profilo


minifest Parkorman'da

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen Çocuk Şenliği "minifest", 6-7-8 Mayıs tarihlerinde Maslak Parkorman'da yapılıyor.

pe cy

a

Her gün 10.00 ile 17.00 saatleri arasında her yaş grubundan çocuğa farklı sanat dallarında gösteriler sunan festivalde, çocuklar mekanın değişik alanlarına yayılmış olan minifest boyunca çocuklar Parkorman'ın değişik alanlarına yayılmış olan Atölye Çalışmaları'na katılıp el sanatlarından dansa, tiyatrodan müziğe, arkeolojiden çalgı yapımına, masal anlatılarından sirk numaralarına kadar değişik çalışmalar gerçekleştirebilecekler. Her gün farklı bir atölye çalışmasına katılabilecek olan minifest konukları zengin ve renkli bir programla dolu saatler geçirecekler... minifest'e katılan çocuklar "Doğada Bir Gün" programında çeşitli doğa oyunları oynayacak, Rahmi M. Koç Müzesi'nin hazırlayacağı "Mini Müze"yi keyifle gezecek; "Camocağı"nın usta yaratıcılarıyla camı şekillendirebilecekler. Çocuklar ayrıca parkın çeşitli alanlarına konacak kocaman oyuncaklardan yararlanacak. Gizli Bahçe'de yer alan CimCimler artistik jimnastik atölyesine katılabilecek ve ardından minik artistlerin gösterilerini izleyebilecekler. Dileyenler de Dans Atölyesi'nde dans edecekler. Rengarenk El Sanatları Atölyesi'nde boyalarla uğraşacak, bir diğer atölyede pamuk helva çubuklarıyla Bir Şehir Yaratmak üzere kollan sıvayacaklar. Havuz çevresinde dolaşırken de aniden karşılarına çıkan biri onlara illüzyonun inceliklerini gösterecek. Küçük konuklar dilerlerse Masal Drama atölyesinde sevdikleri bir masalın kahramanlarını canlandırabilir ya da bir başka köşede Düşler Atölyesi'ne dalabilirler. Bedenin Müziği, Oyuna Davet, Kazalım Bulalım, Yapalım Çalalım, Resim Yolu Parkorman'da minifest kapsamında yer alacak eğlenceli atölye çalışmalarından sadece birkaçı... Atölye çalışmalarından çıkıp Parkorman'ın yeşil park alanında biraz dolaşmak isteyen küçükler belki bu gezintiyi WWF'in Gönüllü Liderleri eşliğinde Doğa Oyunları ile gerçekleştirebilir, kuş gözlem ve doğa keşfi turlarına katılabilirler. Arzu edenler Yüzlerini boyatıp, ellerine kocaman balonlar alıp, Curcunabazlar'ın Palyaço Taksi'si ile bir atölyeden diğerine gezip, Tahta Bacaklar'ın peşine takılabilirler.

Festivale, Hollanda'dan İngiltere'den de konuklar katılıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın, Milli Eğitim Bakanlığı İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Beyoğlu Belediye Başkanlığı ile yaptığı işbirliği sayesinde saptanan pilot okullardan öğrenciler minifest'in konuğu olacak. Biletler Biletix'den ve etkinlik günlerinde Parkorman girişinden temin edilebilir. (0212 334 07 77)©


Eskişehir'in çehresini değiştiren bir deli adam

pe cy

a

Yılmaz Büyükerşen

> Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Yılmaz Bey'le tanışıklığımız üç yıl öncesine dayanır, Eskişehir Şehir Tiyatrosu 'nun bir oyununun perde arasında tanıştık, sohbet ederken, "Çay içer misin?" dedi, "olabilir" dememe kalmadan Yılmaz Bey'in büfeye doğru ilerlediğini, yakınındaki görevlilerin hamlelerine rağmen iki fincan çayla bana yöneldiğini hayretler içinde izlemiş, yerimden kıpırdayamamıştım. Sohbetimiz arasında, bugünü değil üçbeş yıl sonrasının projelerini anlattığını fark etmiştim. Sonrasında inançlı ama mütevazı tavrının (çay ikramı gibi) sadece misafir olduğum için bana yönelik olmadığını öğrenirken, kızdığı zaman acayip de küfür ettiğini öğrendim. Bu sevimli, candan, konuşurken gözlerinin içi parlayan adamı küfrederken görmeyi çok istiyeceğimi düşünmüştüm. Sabah on buçuk için randevulaşmıştık, biraz sarktı, bizi on beş dakika kadar bekletti. Bence çok doğaldı bir Büyükşehir Belediye Başkanı'nın randevusunun on beş dakika sarkması. Söyleşi bitip de çıkarken bile bizden özür dilemeye devam ediyordu. Söyleşi sırasında bir ara, bile isteye kızdırmıştım, fotoğrafçı arkadaşım Gülay, "Harika fotoğraflar oldu." dedi, kızarken de güzel olacağını biliyordum bu eli öpülesi adamın. Benim için kolay bir söyleşi olacaktı, bir soru sorup dinleyecek, arada bir de kızdırmaya çalışacaktım. Öyle de yaptım.


Yıllar önce yuttuğunuz sahne tozunun ardından iflah olmadığınız söyleniyor. Bu tozu ne zaman yuttunuz? Lise yıllarında yuttum sahne tozunu. Sonra Akademi'de öğrenciyken dört yıl akademi tiyatrosu, 1960'larda ancak dört yıl açık kalabilmiş belediye tiyatrosu... İflah olmadınız yani... İflah olmadım ki hâlâ devam ediyorum. Akademi Başkanı olunca işe sahne yapmak, salon yapmakla başladık. Rektör olduktan sonra da daha büyük imkanlarla, daha büyük sahneler yapmaya başladık. Yetinmedik, Devlet Konservatuvarı kurarak insan gücü kaynağını da oluşturarak... O da yetmedi bir sahne, sonra ikinci sahne... Belediye Başkanı olduğum zaman burada hiç sahne yoktu. Eski toptan sebze halinde bir sahne kurduk. Arkasından ikinci sene kapalı otoparkın altında bir sahne kurduk. Onun yanında bir oda konser salonu yaptık. Şimdi birisi 600 birisi 550 kişilik iki salonu olan Sanat Sarayı yaptık. Son derece modern, operaların oynanmasına bile elverişli, döner sahnesi olan, orkestra çukuru olan salonlar yaptık. Artık, başkanı biraz tetiklemenin, kızdırmanın zamanı gelmişti. Hem küfrederken de görmek istiyordum. O zaman damardan girmek en iyisi deyip, tüm ciddiyetimle mızrağı fırlatıverdim.

İlk kurduğumuz sahneler 150-200 kişilik koltuk kapasitesi olan sahnelerdi. Tiyatro olarak düşünülmemiş yapılardı. Hoş bu son yaptığımız Kültür Sarayı da bizden önceki belediye başkanı tarafından düğün salonu ve nişan törenleri için başlanmış, betonarmesi çıkmış yapı üzerine kurduğumuz bir yer. Büyüterek, tadil ederek, sahneler, kulisler ilave ederek düğün yapılacak salonları amfi şekline getirerek, orkestra çukuru yaparak meydana getirdiğimiz yerler. Ama sanki yalnızca tiyatro, opera ve konser için yapılmış zannediliyor dışarıdan bakıldığında. Çok uğraştırdı bizi. Benim kaderimde galiba o var, benim çocukluğum 2. Dünya Savaşı dönemine rastladığı için, biz hep eskileri değiştirerek giyerdik. Annem, babamın elbiselerini bana göre değiştirirdi. Öyle büyüdük. Lisedeyken suluboyalarımızı kendimiz yapardık. Yoktu çünkü. Yoklukta yaratıcılık kışkırtılıyor galiba. Üniversitede de yaptığım o büyük sahneler, bir tanesi konferans salonu diye başladı ama tiyatro sahnesi yaptık. Ondan sonrakiler kütüphaneye ek bina olarak başladı. Hatta yatırım programında Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi diye kaydı yoktur. Onun için de inşaatı bayağı uzun sürmüştü. Ama şimdi, Türkiye'nin sayılı modern sahne ve salonlarından birisini teşkil ediyor AKM. Yani Eskişehir AKM dediğimiz. Sonra konservatuvarı onun yanına yamadık . Buraya gelince burada da eskilerle uğraştık. Haller Gençlik Merkezi. Sen bilirsin Mustafa, yıkılma karan verilen eski yaş sebze ve meyve haliydi orası, restore ederek yeniden yaptık. Bunun yanına da bir sahne sıkıştırdık. Tepebaşı Sahnesi oldu. O da yetmedi 500 bin nüfusu, iki üniversitesi olan şehre. Oyunlar senelerce kalmaya başladı sahnede. Onun üzerine yeni bir mekan aradık. Belediyenin kapalı otoparkının bir katını tadil etmek suretiyle sahne, resim galerisi, bir de oda orkestası için konser salonu yaptık. Bunlar da yetmeyince bu büyük sahneyi (Sanat ve Kültür Sarayı) yaptık.

a

Başkan, bir büyükkentin Belediye Başkanı'sınız. Bu kentin elli bin tane sorunu vardır, hepsi bitti de tiyatro salonu mu eksik? Ne demek bu yahu? İhtiyaç olmadıysa neden yapalım ki?

ettiğimde artık geç kalmıştım, çatılan kaşları düzeldi, titreyen sesi düzeldi, gülümsemesine, gülemseyerek yanıt verip, tekrar dinlemeye başladım.

cy

Başkanım, insanların günlük yaşam koşullarına bir bakın? Karınlarını zor doyuruyorlar, siz tiyatro için ayrı, senfoni için ayrı salon yapıyorsunuz hem de nurtopu gibi üç tane düğün salonu doğacakken...

pe

Tam ağzını açıp, gözlerini yumacakken durdu, Başkanı durduranın "nurtopu gibi" tanımlamam olduğunu fark


bir sahnede bir tiyatro perdelerini açabilir. Belki bizdeki gibi büyük bir senfoni orkestrası değil, bir oda orkestrası kurabilir. Çünkü Türkiye'de üniversitelerin birer ikişer konservatuvarları var. Müzisyenler, tiyatrocular yetiştiriyorlar. Hatta bazılarında şan bölümü var, operaya yönelik ses sanatçıları yetiştiriyorlar. Bunları nerede istihdam edeceğiz? Beş zengin şehre yayılmış, devletin desteklediği beş operayla değil herhalde. Bunların istihdamının düşünülmesi lazım.

pe

cy

a

Şimdi gelelim, demin beni kızdırmaya çalıştığın soruya. Valla ne yalan söyleyeyim, ilk başta sinirlenmiştim, son anda beni provoke etmeye çalıştığını anladım da, durdum. Bir kenti, çamurlu sokaklardan kurtarır, kanalizasyon derdi olmayan, su derdi, ulaşım derdi olmayan bir şehir haline getirebilirsiniz. Ne yapacak bu insanlar? Kentsel altyapı hizmetleri karşılanmış, ulaşım hizmetleri karşılanmış olacak... İşlerinden evlerine, evlerinden işlerine gidip gelecekler... Oysa şehirleri canlı kılan, insanları mutlu kılan, evleri ile işleri arasında gidip gelmek, alışveriş yaptıkları yerlerle evleri arasında gidip gelmek değildir. Onun dışında uyuyuncaya kadar geçirecekleri koskoca bir akşamlan vardır, tatil günleri vardır. O insanların ruhunu beslemek zorundasınız, o insanlara güzellikleri sunmak ve o şehirde yaşamaktan mutluluk duyabilme hissini verebilmektir önemli olan.

Yılmaz Hocam, bu sefer takılmıyor, sahiden soruyorum. Tüm bunları yaparken, Eskişehir halkından destek alacağınıza, sizin gerçekleştirdiklerinize cevap vereceklerine nasıl güvendiniz veya inandınız? Galiba şehrimin halkını çok iyi tanıyorum. Aslında, bana Eskişehir halkının özelliği gibi görünse de, Türk insanı kolay kolay talep etmeyen, ama kendisine sunulan güzelliklere çok çabuk sahip çıkan, benimseyen bir insandır, diye düşünüyorum. Eskişehir şehir merkezi 520 bin nüfuslu bir yer. 16 büyükşehir belediyesi içerisinde en küçüğü, bütçe imkanları olarak da en küçüğü. Ama, hem tiyatrolar hem de Türkiye'deki operalar her ay gelip kendi repertuvarlarını sundukları bu etkinlikleri bizim bu küçük belediyemiz karşılıyor. Senfoni orkestrası kadroları belediyenin, oyuncuların maaşlarını, oyunların prodüksiyon masraflarını belediye karşılıyor. Konser giderlerini belediye karşılıyor. Ayrıca gelen operaların giderlerini belediye karşılıyor. Şimdi Türkiye'nin 16 büyük şehrinden en küçüğü bunu yapabiliyorsa, Büyükşehir statüsünde olmayan ama bütçesiyle, nüfusuyla, sanayisiyle, zenginliğiyle Eskişehir'den büyük olan şehirler bunu rahat rahat yapabilirler. Mesela Eskişehir'den daha küçük nüfuslu illerimizi düşünelim, tek belediyeli şehirleri, bunlar da beş sahne değil ama her akşam

Aldığımız tepkiler son derece olumlu. Çünkü bir repertuvar kurulumuz var. Türkiye'nin sayılı tiyatro, müzik sanatçılarından oluşuyor. Onlar seçiyorlar ve bugün Avrupa'da Amerika'da diğer bir deyişle uygar ülkelerdeki üst düzey sanat kuruluşları hangi eserleri çalıp, hangi eserleri oynuyorlarsa onlar bizde de oynuyor. Biraz ağırlıklı olarak tiyatroda Türk yazarlara yer veriyoruz. Çünkü orada kendimizi görüyoruz, kendi özeleştirimizi görüyoruz sahnede. Onun için empoze de etmiyoruz oyunları, ama standardı yüksek eserler nelerse onu veriyoruz. Ve Eskişehir halkı bunu memnuniyetle kabul ediyor. Büyükşehir olabilirsiniz, mega şehir olabilirsiniz, metropol olabilirsiniz, çok turistin geldiği şehirler olabilirsiniz ama bunun ölçüsü nedir? Bütçe, belediyenin büyüklüğü değildir. Büyüklük insanlara çağdaş sanatın en güzel örneklerini sunabiliyorsanız, verebiliyorsanız, insanlar işlerinden çıktıktan sonra evlerine gidip güzelce giyinip, kuşanıp, operaların, tiyatroların olduğu o semtlere gidip bir ritüel içerisinde o binalara girip, orada o güzel sanatları alıp da akşam evlerine huzurlu bir şekilde gidebiliyorlarsa o zaman büyük şehir olmaya başlamışsınızdır. Yoksa isimle Büyükşehir olunmuyor, uygar ülke, uygar kent de olunmuyor, uygar kentli de olunmuyor. Yılmaz Hocam, biraz geriye gidelim mi? Örneğin şu kan satarak tiyatro kurma olayına? Nerden geldi aklınıza böylesine yaratıcı bir fikir? 1958 yılında İktisadi İdari Bilimler Akademisi'nde öğrenciydim. Öğrenci cemiyetinde de lider. Çok etkiliydim. Türkiye'nin bir çok yerinden okumaya gelen öğrenciler vardı. Bu öğrencilerin okul dışında vakit geçirebilecekleri sinemadan başka bir yer de yoktu. Bir de meyhaneler, kahveler tabii.


yaktılar. Tadilat yapacaklarını söyleyip kapattılar. Cüneyt Gökçer'den de söz aldılar. Ancak üç buçuk dört sene sonra aynı Cüneyt Gökçer, "Burada Devlet Tiyatrosu olarak ben görevi sürdüreceğim." diye beyanat verdi. Bu o günkü yerel yöneticilere uygun bir beyanattı. Fakat hiçbir zaman Devlet Tiyatrosu'nu buraya getirmedi. Türkiye'nin çeşitli vilayetlerinde Devlet Tiyatrosu'nu oluşturdu ama Ankara'ya iki saat mesafedeki Eskişehir'de bir türlü bunu gerçekleştirmedi. Neden? Hâlâ çözebilmiş değilim. Sonrası... Sonra ben akademide asistan oldum, hoca oldum, başkan yardımcısı, başkan oldum. Üniversite içerisinde sahneleri kurmaya başladık. Üniversite olunca daha büyüklerini kurmaya başladık, sinema okulu kurduk. Bu bir ilkti. Üniversitedeki sahneler çoğalmaya başladı. Dört-beş sahne oldu. Spor salonlarının birinde bile sahne vardır.

a

Başkan, tekrar Şehir Tiyatrosu'na dönelim mi? Yaklaşık dört yıldır faaliyette olan tiyatro, artık kendi sanat yönetimini oluşturdu ve pek de güzel gidiyor, "Artık bu iş tamam, tiyatro rüştünü ispatladı, gözüm arkada kalmaz" diyebiliyor musunuz? Sanat Yönetmeni konusunda pek acele etmiyoruz. Diğer şehirlerdeki ustaların da gelip oyun koymasını istiyoruz. Her ne kadar bütün oyuncularımız konservatuvar mezunu olsa da, eğitimin ömür boyu süreceğine inandığım için sürekli ustaların da olmasını istiyorum. Oldu diyebiliyorum ama yine de içim çok rahat değil, kanatlarımın onların üzerinden çekilmesi taraftan değilim. Geçmişte yaşadığımız bazı olaylar nedeniyle toplumun bazı kesimlerinde, özellikle siyaset kesimlerinde ve yerel siyasette her an her türlü fiyasko olabilir, geçmişte bunu yaşadık. Şimdi o durumda değiliz.

Yani, birilerinin birgün tüm bu yapılanları bir anda zedeleyeceği kuşkusunu yaşıyorsunuz, içiniz pek rahat değil galiba? Tabii ki rahat, ama işi de böyle yayıp bırakmak durumunda değilim. Her an daha iyisini yapmak durumundalar. Bunu bize sağlamak yükümlülüğünde olduklarını onlar da iyi biliyorlar. Bir de çok iyi bir topluluk olarak ayakta kalmalarını istiyorum. Yani birbiriyle anlaşamayan, kliklere sahip bir tiyatro olmasını istemiyorum. Çünkü biliyorum ki sanat rekabete dayanır, rekabet de kıskançlıkları, kaprisleri doğurur. Bu o müesseselerin ileriye gidememesi, parçalanıp bölünmesi, verimliliklerinin düşmesi, sanatın ikinci plana itilmesi demektir. Onun için onları son derece disiplin altında tutmaya çalışıyorum. Dizilere gitmek istiyorlar izin vermiyorum. Kaçak olarak bu işi yapanların sözleşmesini de iptal ederim.

pe

cy

Tiyatro kurma girişimine kalkıştım. Nasıl cesaret ettik, şimdi bile şaşırıyorum. Ama benim hayatımda zaman zaman böyle olmayacak işlere girişim vardır. O dönemin ticaret odasının düğün salonu vardı. Kaderde hep bu düğün salonları var nedense, çünkü sosyal etkinlik, sosyal ihtiyaçlardan doğan bir mekan aranırsa hemen düğün salonu yaparlar bizde. Evliliğe galiba daha çok önem veriyoruz. Bunlardan haftada iki gece salonu istedik. Portatif bir sahne yapmayı düşündük. Koltuklar alacaktık. Parayı, biraz esnaftan topladık. Koltukların yapılmasını endüstri meslek lisesinden rica ettik. Onlar sahnemizi yaptılar, manifaturacılardan perde için gerekli kadifeyi, kostümler için gerekli kumaşları aldık. Ama, nakit para yok. Devlet Hastanesi'nde yeni bir kan bankası kurulmuştu. O tarihlerde kan çok önemli ve kıymetliydi, galiba 350 lira falandı bir şişe kan. Öğrenci arkadaşlar gidip kan verdik, topladığımız para da ilk sermayemiz oldu. Sonra bizim bu girişimimiz çok ilgi topladı. Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçıları bizi desteklemeye karar verdiler. Cüneyt Gökçer genel müdürdü. Oyunculara izin verdi. Onlar her hafta iki üç gün Eskişehir'e geliyorlar, hem oyun koyuyorlar hem de rol alıyorlardı. Bir karma ekip oluşturmuştuk. Hiç para almıyorlardı, biz sadece, geliş gidişleri, yeme içme ve otel paralarım karşılıyorduk. O da tiyatroya alışılsın, Eskişehir seyirci sahibi olsun diye, çok ucuzdu biletlerimiz. Tabii gişe hasılatı yetmiyordu, cep harçlıklarımızı da katıyorduk. 1960'dan sonra da çoğumuz mezun olmaya başladığımızda, belediyelerdeki seçimle işbaşına gelenler yasaklıydılar biliyorsunuz. Belediye başkanının görevini vali yapıyordu. Daha sonra İstanbul valisi olan İhsan Tekin valiydi, ondan rica ettik, Belediye Tiyatrosu'na dönüştü ve profesyonelleşti. 1963'de seçimle yeni yerel yönetimler işbaşına geldi. Adalet Partili yeni bir belediye oluştu. Onlar da bir-iki sene götürdüler, sonra rahatsızlıklar başladı tiyatroda. "Toplumsal oyunları oynuyorlar, milletin gözünü açıyorlar" gibi laflar başladı. Lüks bir meclis salonuna ihtiyaç duydular, tiyatro müsaitti buna ve tiyatroyu kapamaya kalktılar. Eskişehir halkı ve gençler olarak engelledik. Tesadüfen değil, kasıtlı olarak bir yangın çıkardılar, tiyatronun çok az bir kısmını, dekorlarını

Ufkunuzda daha neler var? Ben buradaki ışığın Kütahya ve Afyon'a da yayılmasını istiyorum. Bunu da görürsem çok mutlu olacağım. Yerel yöneticiler son derece önemli bence. Oraların belediye başkanları böyle bir mekanı oluştururlarsa biz turnelerle de oralara destek veririz, arkasından onların müesseseleri kurulur. Şimdiye kadar böyle bir ışık görmüş değilim oralarda, ümidim üniversitelerde. Onlar başlatırsa, şehre taşarsa olur. Olmalı da. Dönüş yolculuğumuz başlamıyor olsa, Yılmaz Başkan'la daha saatlerce konuşabilir, beyninin derinliklerinde yer alan on-on beş yıl sonranın planlarını da açığa çıkarabilirdik, ama zamanımız daralmıştı, bir de konuşmak yerine gerçekleştirmeyi daha çok seviyordu Başkan, o klasik bir siyasetçi değil bir eylem ve kültür adamıydı, "yapacağız" yerine "yaptık" demek daha çok hoşuna gidiyordu. Bir insan bir kentin tüm geleceğine yön verebilmişti, tabii olumlu bir örnek olarak, ya ülkemizdeki olumsuzlukları düşününce ne hissediyoruz? Benim kalbim ağrıyor.


Eveleme geveleme, eleştirmeni eleştirme ve oyunu değerlendirme:

pe cy

a

Adam, Adam

> Üstün Akmen ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Özdemir Abicim, nasılsın?

Geçen ay çektiğin ve elektronik posta ortamında gönderdiğin fotoğrafı aldım. Pek güzel çıkmamışım, ama bunda senin ve de makinenin doğal olarak kusuru bulunmamakta. Bende iş kalmamış yahu... Dikkat ettiysen, gülümsemem bile yokuş çıkan yorgun beygir bezginliğinde. Gene de, zahmetin için teşekkür ediyorum, albümümde "senin gözünden ben" esprisiyle saklayacağım. TRAJİK YAZGILI BİR ADAMIN ÖYKÜSÜ Geçen ay deyince, Ankara Sanat Tiyatrosu, geçen ay "Adam Adam" ile İstanbul'a geldi. Hiç üşenir miyim, seve seve gittim elbette. Nuri Gökaşan'ın yazıp yönettiği, hem de oynadığı oyun, gecenin ileri bir saati ile tan yerinin ağarması arasındaki saat diliminde geçiyordu. Konuyu merak etmişsindir, hemen özetleyivereyim. Alkol ya da psikoz, belki de her ikisi, yani ne sebeple tedavi olduğu belli olmayan bir adam, sıklıkla fısıltılar duymaktadır. Bu fısıltılar, şeytansı, gerçekçi, yalancı, ironik, tahrik edicidir. Adam içinden gelen bu sesle sürekli kavga eder. Bu arada, hastane bahçesindeki "Düşünen Adam" heykeline anlattığı öyküler de vardır Adam'ın. Heykel, oyuncuyu sanki sessizce yanıtlayan, onaylayan, onaylamayan, zaman zaman seyirciyi temsil eden, zaman zaman amir, memur, çocuk, satıcı, kadın, erkek, yani öykülerde geçen rol kişileri olan diğer bir enstruman olur. Oyun, Adam'ın ironik vicdanı ile, aydın ve tutarlı dünya görüşü arasındaki hesaplaşmasını anlatır. Esasında, trajik bir yazgıdır Adam'ınki. GÖKAŞAN KONUYU İYİ YAKALAMIŞ DA... Anlaşılabileceği gibi, Nuri Gökaşan'ın metni, belli ki toplumda birbirinden farklı, hatta birbiri ile çelişen değer yargılarının bir arada bulunmasından esinlenilerek yazılmış. Tiyatro sanatına özgü, karşıtların çatışmasından doğan hareket, bana sorarsan işte bu toplumsal çelişkilerden kaynaklanıyor. Sevgisizlik, yalnızlık, birey olmak, aldatılmak... Düşünen Adam yontusu önünde yapılan bir iç pazarlık, hesaplaşma... "Muhabbetçi" olarak çağırılan iç kahraman ve o iç kahramanın içsesi "Fısıltı". Sözün özü, Nuri Gökaşan, yazmaya gönül vermiş pek çok insanı (bu arada en başta da beni) kıskandıracak güzellikte bir konu yakalamış ve işlemiş. Nasıl işlemiş, şimdi de işin o tarafını iğneleyeyim.


ATİLA SAV ÜSTAT NELER YAZMIŞ ÖYLE! Özdemir Abicim, okudun mu bilemiyorum, Atila Sav Üstadım, Milliyet Sanat'ta (Nisan 2005 sayısı), "'...Adam Adam' düşündüren, duygulandıran, sorgulayan, içi ısıtan bir oyun. İzlemeye değiyor," diyerek yazısını bitirmiş. Bitirmiş de, bu bitiriş doğrusu beni bitirdi. Atila Sav'ı sana şikâyet ne haddime! Yani, maksadım bağcıyı dövmek değil. Asla! Maksadım soru sorarak, soruları çoğaltarak öğrenmek. Bir oyun, sadece izlenmeye değer mi olmalı Özdemir Abi? Üstad bana kızmasın, ama usta işi eleştiri yazısı böyle mi yazılmalı? Eleştirmen ablalarım, ağabeylerim, bacılarım, kardeşlerim, anlı şanlı gazete/dergi sayfalarına artık böyle hatır yazısı mı kondurmalı? Atila Sav gibi bir eleştirmen, yazısının içinde: "...alçak gönüllülüğü elden bırakmadan...", "...Bir usta oyuncunun hüner gösterisi gibi değil, insancıl sıcaklığıyla neşeyi hüzne katarak anlatılan..." gibi yuvarlak lâflar mı etmeli? Bence olmamalı, yazmamalı, etmemeli. Otuz yıllık tiyatrocu Nuri Gökaşan, takdir ettiğim bir tiyatrocu da olsa, bu gerçek, benim onun tezgâha serilen eserini eleştirmemin engeli olarak kabullenilmemeli. Dostluğu bozma pahasına da olsa beni kimse susturmamak. VALLAHİ, AZ KALDI OHA FALAN OLUYORDUM Az önce: "... yazmaya gönül vermiş pekçok insanı (bu arada en başta bendenizi) kıskandıracak güzellikte bir konu yakalamış ve işlemiş," sözcükleriyle taclandırdığim oyun metninde, Nuri Gökaşan'm, yakaladığı güzel konuyu işlerken "lunapark" sözcüğünün "lunapark" olarak söylenişini neyse de: "...en yarayışlısı...", "evde horanta kalabalık...", "...bir bilişle bildin..." ve benzeri "Türkçelemeleri" Atila Sav Üstadın kaçırdığını varsaymıyorum. Bir metnin içinde bunca "ulan" sözcüğünü bir arada duyduğunu ise, hiç mi hiç sanmıyorum. MEDDAH, BELLİ BİÇİMSEL DÜZENLERE KARŞI Sahneleniş itibariyle, Nuri Gökaşan'ın oyunu çok uzun tuttuğunu, dolayısıyla doğal olarak tekrarlara düştüğünü söylemeden de geçemeyeceğim Özdemir Abi. Atilla Sav'ın "Muhabbetçi "nin içsesi "Fısıltı" sayesinde monologun diyaloga dönüşüşü savmaysa katılamayacağım. Oynanışta, Nuri Gökaşan'ın ikide bir bankın üstünü silmek amacıyla kullandığı mendili eşliğinde, türlü ses ve şive taklidi yaparak kalıplı sözler söylemesini de eleştireceğim. Atila Sav'ın giderek ortaoyununa dönüşen, hatta seyrciyi: "Acaba Kavuklu ile Pişekâr ne zaman çıkacak" merakına düşüren sahnelenişi: "...meddah gibi taklitlerle hoşlaştırma" olarak değerlendirmesini ise, ne yalan söyleyeyim, anlamazlıktan geleceğim. "Belli biçimsel düzenler, özel bir hoşlanma duygusu yaratmaz mıydı yani, illâ meddah mı gerekliydi," diye de soracağım.

a

"KATHARSİS"İN DOĞRU ALGILANMASI VE DOĞRU İŞLENMESİ Bu arada, Nuri Gökaşan'ın "katharsis"i, insanın ruhu için zararlı olan, bencil ve sivri heyecanlardan kurtaran, onu hem daha sağlıklı, hem özgecil yapan, günlük olayların ötesinde, insanın değişmeyen kaderi, bu kaderle kavgası üzerinde düşündüren bir işlem olarak algılamasını ve işlemesini alkışlıyorum. Esasında, oyunun eleştirdiklerimden arındırılması halinde, metnin doğrudan doğruya ahlaksal bir amaca hizmet etmese ya da kişiyi bir ahlak kuralı üzerinde eğitmese bile, toplum ahlakına hizmet edeceğine inanıyorum.

cy

Diğer taraftan, gerek ışık, gerekse dekor tasarımları için Burcu Aydınalp'in alnından öpüyorum. Can Atila'nın müziğiniyse övgüye değer bulduğumu söylüyorum. Kimseyi daha fazla kızdırmamak için, başka birşey demiyorum.

pe

Gözlerinden öpüyorum Özdemir Abiciğim, yengeme selam ediyorum.


pe

cy

a

Sezuan'ın "iyi" Çıkmış İnsanı

> Robert Schild robertschild@tiyatrodergisi.com.tr

Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda Ali Taygun'un yönetiminde sahnelenen "Sezuan'ın İyi İnsanı", ülkemizde "komünizm propagandası" yaptığı gerekçesiyle yıllar önce yayını yasaklanmış ve iki kez sahneden kaldırılmış olmakla birlikte, Bertolt Brecht'in epik tiyatro yönetmini en iyi aksettiren başyapıtlarındandır. Bu "mesel" (= simgesel) oyun, geniş anlamda bireydeki "iyilik" olgusunu veya, biraz daraltılmış biçimde, toplum düzenimizde hem iyi insan olmak, hem de ayakta kalabilmek olasılığını sorguluyor. Brecht'in savunduğu yabancılaştırma etmeninin de etkisiyle, özellikle Avrupalı izleyicilerin oyuna daha nesnel biçimde bakabilmeleri için Çin'e taşınan olayların başında, dünyaya gelen üç tanrı, Sezuan eyaletinde iyi bir insan aramaya koyulurlar. Onlara yardımcı olmaya çalışan Sucu Wang, birçok başarısız deneyimin ardından, tanrılara yatacak bir yer sağlamak üzere ancak Fahişe Şen Te'yi bulacaktır... Bu iyiliği karşılığında yüklü bir para armağanıyla ödüllendirilen genç kadın, eline geçenler ile bir tütüncü dükkânı açar. Ne var ki, kentin işsiz-güçsüzleri, fakir-fukaraları ve bu arada kendi akrabaları, onu sömürmeye koyulurlar. Bunlarla başa çıkamayacağım, kendi iyiliğinin kendine zarar vermeye başladığını algılayan Şen Te, yok olmamak için arada bir


başka bir kişiliğe ("sanal" teyze oğlu Şui Ta'ya) bürünüp, katı yürekli, kötü ruhlu ve sömürücü olmayı yeğler... Acaba bu acımasız dünyada birey iyi olmaktan vazgeçip sadece diğerlerini ezerek, insanlık dışı bir savaşım vererek mi ayakta kalabilecektir? "Sezuan"dan beş yıl sonra sahnelenen "Bay Puntila ve Uşağı Matti"de de olduğu gibi, her iki oyunun başkişileri iki ayrı kişiliğe bürünmekte - sömüren ve sömürülenler olarak... İşte burada Brecht'in toplumsal eleştiri yönü ağır basıyor: sosyal sınıfların baskısı, insanoğlunun doğasını belirlerken, eytişim sahneye taşınıyor... Oyunda gördüğümüz tanrılar ise, Şen Te'ye daha fazla yardım etmeksizin kendi diyarlarına çekilirken, Sucu Wang son sahnede izleyicilere seslenerek, sonucu kendilerinin belirlemesini önerir - işte buyrun, tam anlamıyla Brecht'sel epik tiyatro: İzleyici etkin bir duruma sokularak gözlemci kılınıyor ve sahnedeki olayı incelemeye çağrılarak yargıda bulunmaya özendirilir! Brecht yapıtlarındaki deneyimi ile Ali Taygun, çoğu genç oyunculardan oluşan 30 kişiyi aşkın kadroyu, bu dev tiyatro yazarının sahne anlayışına yatkın biçimde yönetmesini bilmiş elbet. Yukarıda özetlemeye çalıştığım yabancılaştırma efekti, sahne eytişimi ve epik anlatım, bunca sağlam bir yönetimde olduğunca belirgin biçimde dışa vurulurken, izleyiciyi rahatsız etmeden sarıp sarmalıyor...

pe cy a

Yenilikçi bir uygulama olarak, (biri tesettürlü bile olan!) üç tanrı yanısıra sucu Wang'ın (deneyimli Meral Çetinkaya) da kadın rolünde olması, oyunun gelişimine hiç bir engel yaratmamış. Genç Defne Şener Günay, Şen Te ve amca oğlu Şui Ta çift rollerinin altından, birazcık nefes nefese, ancak gene de başarıyla kalkabiliyor. Gönül Sipahioğlu, özellikle fakir/proleter halk kesimi ve Wang'ın kostüm renklerini iyi seçmiş. Bora Nakipoğlu'nun yarattığı yağmur efekti ve arkadan çekilerek açılıp kapanan beyaz yan-perde hareketleri iyi kotarılmış. Müziğe gelince, oyunu izlemeden "acaba Paul Dessau'un özgün şarkıları neden kaldırıldı?" diye hayıflanmıştım - ancak Tolga Çebi'nin ezgilerini dinledikçe (özellikle rap biçimindeki "Sekiz Fil" şarkısı ile oyunun sonundaki alaturka parodisini), bu genç besteciye kocaman bir "bravo" demekten başka söz kalmıyor. Özetle: Bunca yıl bekledikten sonra, yeni "Sezuan'ın İyi İnsanı" gerçekten "iyi" çıktı! ©


Tunus'tan "Otobüs Durağında Üç Bencil'e büyük ödül

pe cy

a

Otobüs Durağında Üç Bencil

> Nagihan Günpınar > nagihangnpnar@yahoo.com

Bursa Devlet Tiyatrosu, "Otobüs Durağında Üç Bencil" isimli oyunu ile 18-27 Mart tarihleri arasında katıldığı "Tunus Ben Auros Uluslararası Mediterranne Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali"nden, büyük ödül olan "Altın Ağaç" ile döndü. Oyunun yazarı ve yönetmeni Özer Tunca ile oyunu, festivali, aldıkları bu önemli ödülü ve çocuk tiyatrosunu konuştuk. Sevgili Özer Tunca, bize oyundan kısaca söz eder misiniz? "Otobüs Durağında Üç Bencil" çocuk oyunu benim yazıp, yönettiğim mobil bir oyun öncelikle. Az kadrolu (üç kişilik), az dekorlu. Bir otobüs direği, bir sokak lambası, çöp tenekesi var. Bunlar parçalanabiliyor. Sözün az olduğu, hikayeyi vücut diliyle anlattığımız eğlenceli ve ilginç bir çocuk oyunu.Yeri geldiğinde sahnede yeri geldiğinde sokak tiyatrosunda da rahatlıkla oynanabiliyor. Bugünün, modernleşen toplumların insansızlaşması, yalnızlaşması, insanın bencilliğini işleyen, bugüne göndermeleri olan bir çocuk oyunu. Bursalı sanat severler sizi hep oyuncu olarak tanıdılar. Aslında siz hem oyuncu hem yönetmen hem de oyun yazarı kimliğiniz ile çok yönlü bir sanatçısınız. "Otobüs


Durağında Üç Bencil" oyununun yazım ve yapım aşamasını anlatır mısınız? Bir şey söylemem gerekiyordu. Bunu da ancak çocuk oyunu ile yapabileceğime inandım. Yapacağım oyunun uluslararası festivallerde de Türkiye'yi temsil etmesi söz konusuydu. Tema zaten aklımdaydı. Ama nasıl yapabilir, ne yapabilirim diye düşünürken yavaş yavaş yazmaya başladım. Yazdıkça geliştirdim. Bir sene gibi bir zaman içinde bu oyunu yazdım. Ankara'ya kurula gönderdim, kuruldan geçti. Reji aşamasında ise oyuncularla doğaç çalışması yaptık. Çünkü bu oyun bir vücut dili olduğu için ve üç bencil soytarının hikayesini anlattığı için soytarı çalışmaları yapmamız gerekiyordu. Zor bir süreçti. Bu süreci de aştıktan sonra ortaya çok hoş, eğlenceli bir oyun çıktı.

Festivalde çok yorulduk. Çok yoğun bir programdı. Sabah çok erken kalkıp, uzak şehirlere gidip, oyunumuzu oynayıp geri döndük. Ama değdi. Ödülü jüri oy birliği ile bize layık gördü. Yetkililer oyunun anlaşıldığını ve çok sevildiğini söylediler. Bu ödülün bize 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde verilmesi daha da anlamlıydı. "Otobüs Durağında Üç Bencil" oyununun ödül alacağını düşünmüş müydünüz? Aklımdan geçiyordu. Çünkü yazışırken, programı bize gönderdiler ve 26 Mart 2005 tarihinde ödül töreni olacağından söz ettiler. Bu sene ikinci defa ödül veriyor festival komitesi. Ödül alacağımızı düşünüyordum ama birinci olabileceğimizi düşünmemiştim. Oraya gidip, çok iyi oyunları görünce bayan oyuncumuz olmadığı için belki "En İyi Erkek Oyuncu" ödülü olabilir diye düşündüm ama "En İyi Oyun Ödülü"nü düşünmemiştim. "En İyi Oyun" ödülünü duyunca gerçekten heyecanlandım. Çok mutlu oldum. Beklemiyordum, çok iyi oyunlar vardı. Anadolu

a

Gelelim "4. Tunus-Ben Arous Akdeniz Çocuk Oyunları Festivaline". Festival Komitesi, katılan ülkeler ve oynanan oyunlardan söz eder misiniz? Ben Arous Akdeniz Çocuk Oyunları Festivalinin 4.'sü gerçekleşti. İki senede bir düzenleniyor. Tunus Kültür Bakanlığı, Tunus Yerel Yönetimleri ve Tunus Assitej'inin işbirliği ile gerçekleşiyor bu festival. Giderek önemi daha da artıyor. Ben bu sene ikinci kez katıldım. Bu sene festival daha da önemsenmiş, gerek Kültür bakanı ve Bakanlık Yetkilileri tarafından gerek Yerel Yönetim tarafından gerekse ülkedeki tüm şehirlerin Festival direktörleri tarafından. Bu festival bir merkezde yapılmıyor. Tüm Tunus'a yayılmış durumda. Biz altı oyun sergiledik. Değişik şehirlerde sergilendi oyunumuz. Yani bir anlamda Tunus içinde turne yaptık. Bu anlamda katılan ülkelerin ve oyunların kalitesi çok yüksekti. Bizimle birlikte festivale katılan ülkeler; Hollanda, İspanya, Fransa, İtalya, Kuzey Afrika Ülkeleri; Fas, Tunus, Cezayir, Mısır olmak üzere toplam 21 grup katıldı.

Türkiye altı oyundan üçünü sokakta, üçünü ise sahnede oynadı. Ben her oyundan sonra çocuklarla tercüman vasıtasıyla konuştum. Çocuklar "Otobüs Durağında Üç Bencil"in hikayesini çok iyi anlamışlar. Tabi bu çok sevindirici. Festivalin de tek sözü az, vücut dili ağırlıklı oyunu bizim oyunumuzdu. Bu yüzden ayrıca çok gururlandık. Bu yöntem bizim ülkemizde çok fazla kullanılmıyor. Yabancı ülkelerde tercih ediliyor, uluslararası festivallere katıldıkları için... Türkiye'den böyle bir performans ve tema beklemiyorlardı, çok şaşırdılar. Tema; tüm ülkeleri, o ülkelerin insanlarını içine alan bir tema. Barış teması! Bencillik teması. Üç bencil asıl olanı beklerken, detaylarla uğraşarak birbirleriyle savaşırken bekledikleri 24 no'lu otobüsü kaçırıyorlar. Bugün karşılığı olan bir dolu sorunları yaşıyorlar. Sonunda hatalarını anlayıp paylaşma yolunu seçiyorlar.

pe

cy

Türkiye'nin performansı, alınan tepkiler ve öz eleştiriler nelerdi?


oynadık. Daha sonra Ben Arous'ta, festivalin merkezinde Kültür Merkezinin önündeki açık alanda oynadık. Jüri de açık alanda seyretti oyunumuzu. Ondan sonra Sfax şehrinin lunaparkında oynadık. Yüzlerce kişi seyretti orada bizi. Çok güzel tepkiler aldık. El-Zahra şehrinde Kültür Merkezinin bahçesinde oynadık. Monastır şehrinden sonra Ariyana şehrinde son oyunumuzu oynamış olduk. Herhalde 2 bine yakın seyirci ile buluşmuş oldu oyunumuz.

pe cy a

Üniversitesinde Doç. Dr. Hasan Erkek de oyunların kaliteli olduğunu söylüyordu. Biz yoğun program içinde bütün oyunları seyredemedik. O oyunları aşıp, birinci olmak ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde böyle bir ödülle dönmemizin Türk tiyatrosuna, Çocuk tiyatrosuna ve Bursa Devlet Tiyatrosu'na önemli bir mihenk taşı olduğunu düşünüyorum. Ödül adı kadar, anlamı da büyük olan bir ödül; "Altın Ağaç Ödülü". Ödülü aldıktan sonra, ödülün manevi büyüklüğünden dolayı bir korku yaşadınız mı? Yaşadım ve yaşıyorum. Çünkü bu oyunun daha iyisi olmak zorunda bundan sonra. Bunun korkusu var. Daha iyisi nasıl olur? Sorusunu soruyorum kendime. Yoksa bu inanılmaz bir haz! Anlamlı da bir ödül. Çünkü ağaç, meyve demek. Daha çok meyve verecek bir ağaç! O anlamda çok muhteşem bir ödül.

"Otobüs Durağında Üç Bencil" oyunu ile asıl olanın tiyatro dili olduğunu ve tiyatronun evrenselliğini bir kez daha göstermiş oldunuz bizlere. Tunus'ta oyunu Türkçe olarak oynadınız. İzleyenlerin tepkileri nasıldı? Az önce dediğim gibi oyunda çok az söz var. Onlar da kilit cümlecikler, bütünü etkilemeyen sözcükler. Mesela Lübnan'dan bildiri sunmak için gelen bir arkadaşımız bu oyunun büyük seyircilere yapılıp, büyüklere de oynanması gerektiğini, bütün sembolleri anladığını, oyunun hikayesini kavradığını ve çocukların da bunları algıladığını belirtti. Bu demektir ki; eğer bir hikayeyi iyi ifade edebilirsek (vücut dilini doğru kullanabilirsek) oyun daha da anlaşılır hale gelir. Zaten oyunda Beckett'in oyunu "Godot'yu Beklerken" gibi, otobüs durağında üç bencil de otobüsü, (Godot'yu) bekliyorlar. Bir günü, bir umudu bekliyorlar. Onu yakalamak istiyorlar. Ama içlerindeki fesadı, bencilliği bir türlü atamadıkları için bekledikleri o şans da kaçıp gidiyor. Fark ediyorlar ki bir şansları daha var. Çünkü ertesi gün 24 no'lu otobüs yani bir gün yine gelecek. Bu anlamda hem çocuklar hem de büyükler için çok anlaşılır bir oyun. Tunus'ta hangi il ve ilçelerde oynadınız ve oyun kaç izleyici ile buluştu? Tunus'ta altı il ve ilçede oynadık. İlk günü Janduba'da

Tunus'ta tiyatroya, özellikle de çocuk tiyatrosuna ilgi nasıl? Çok iyi. Bir kere her gittiğiniz yerde çocuk tiyatroları muhakkak var. Yerel Yönetimlerin desteğini alıyorlar. Bizdeki gibi korsan tiyatrolar yok. Denetimlerle önüne geçmişler. Siz ayrıca Assitej Türkiye üyelerindensiniz. Çocuk tiyatrolarının öneminden bahseder misiniz? Çocuk tiyatrosu çok önemli. Çünkü hem bugünün hem yarının seyircisi çocuklar. O anlamda kendini sorgulayan, eleştiren, öz eleştiri yapabilen bireylerin yetişmesi için önemli bir alan. Çocukların mutlaka küçük yaşta tiyatro ile buluşması gerekiyor. Ama maalesef çok boş bir alan çocuk tiyatrosu. Bilinçli ve bilgili kişiler tarafından yapılması, önemsenmesi gerekiyor. Bunu yapacak olanlar ise yine biz tiyatrocular.Üst makamların desteği şart. Biz Assitej olarak bu konuda çok çaba sarf ediyoruz. Festivaller, paneller düzenliyoruz. Tamamıyla bu özveri ile yürüyen bir iş. Ama sahip çıkılmalı diye düşünüyorum. Çocuk tiyatrosuna kendimi tiyatro insanı olarak sorumlu hissediyorum ve elimden geleni yapabilmeliyim diye düşünüyorum. Festivaller konusundaki düşünceleriniz nelerdir? Dünyanın bir çok yerinde yüzlerce çocuk tiyatrosu festivalleri düzenleniyor. İnsanlar birbirlerinden haberdar oluyor. İyi oyunlar diğer festivallere çağrılması için olanak bulmuş oluyor. Ayrıca festivaller dostluk anlamında da çok önemli. Bu festivallerde dostluklar kuruluyor. Gönül ister ki ülkemizde de bir çok çocuk tiyatrosu festivali düzenlensin. Bunu umutla bekliyorum. Çocuk Tiyatrosuna hizmet eden bütün dostlara selam olsun!©


> KONUK YAZAR > Adalet Ağaoğlu

Muhsin Ertuğrul Arşivi

Hocamın Bendeki Arşivi Bu yıl 27 Mart Dünya Tiyatro Günü de kutlandı; geldi ve geçti. O kadar sayıp sevdiğim, başta hikâye ve çok kendine has oyun yazarımız Haldun Taner'in 90. yaşgününde zengin toplantılarla anılması tiyatro günümüzün kutlanmasını daha da anlamlı kıldı. Oyun yazarlığı dostluğunun yanısıra Unesco, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) Türkiye milli merkezi çalışmalarında yanyana-elele geldiğimiz Haldun Taner'i yitirişimizin üstünden neredeyse 20 yıl geçmiş. (7 Mayıs 1986). Geçerliliğini hep koruyan oyunları, hikâyeleri onun dipdiri aramızda, tiyatroların seyircisi arasında ve masasının başında çalışmakta olduğu duygusu vermektedir bana. Ölüm gününü hatırlayınca, aradan geçen zamana şaşırıp kaldım. Bu sonuncu Tiyatro Günü'nde, başta Yıldız Kenter, sahne sanatına yıllarca emek vermiş, pek çok sanatçı yetiştirmiş değerlerimizin önünde saygıyla, içten teşekkürlerle eğilenlerin vefası, unutulup gitmenin yaygınlaştığı şu günümüzde kendi adıma beni çok duygulandırdı. İnsani değerlere katkı adına sergilenen nefis bir dayanışma. Tiyatromuzun bu anlamlı sahnesi, kendi 'ben'leriyle dolup taşanların 'verimi' kültürel yozlaşmalara karşı üst düzeyden verilmiş bir yanıt. Tiyatro sanatımıza değerli katkıları en güç şartlarda dahi süregelenlere yakışan bir tutum. O günleri uzaktan, bir seyirci konumundaymış gibi yaşayabildim. Her kıvılcım içimde Muhsin Ertuğrul ışığıyla

a

parladı; onun ışıldağından yansıdı. Tiyatromuzun gelişip yaygınlaşması yolunda yaşamış, bu kültürümüzün dışarıda da tanınıp bilinmesi çabasını hiç elden bırakmamış; Haldun Taner, Nüvit Özdoğru, Şakir Eczacıbaşı, Beklan, Ayla Algan ve daha nice gönüllü

pe cy

yani 'sivil' çalışana bir çocuk heyecanıyla dört elle sarılan Muhsin Ertuğrul hocamız... Kendilerindeki bu yaratıcı heyecan bizleri 'kaytarmamaya' mecbur etmiştir. Tanıtım broşürlerini dışarı göndermek üzere kendisinin tek tek paketlediğini tasavvur edebilir misiniz? Bunu yapmıştır. Tiyatro sanatımız için yaptıklarını sayıp dökmek gerekmez. Adlarını taşıyan Şehir Tiyatrosu'nun yanıbaşına dikilen "TRT hangarını iyi ki görmediler, TV dizilerinde oynayanların diksiyonlarını iyi ki işitmediler" gibi şeyler geçiyor içimden. Yıldız'a, Müşfik'e en yersiz yurtsuz kaldıkları dönemde, yaratıcı sanatlarına 'saygı ve sevgiyle' açtıkları kucak, hazırına bir gazete köşesinde kurulan 'hep bana-rab bana'cı densizlere bir şey demeyecektir. Muhsin hoca'nın bana yazdıkları değerli mektuplarını nereye vermem, ne yapmam konusunda, belki de bu uçucu, uçuk ortamdan ötürü büsbütün şaşırmış durumdaydım. (Bende İ. Galip Arcan imzalı, kendilerine has bir üslupla elyazılarıyla yazılmış birkaç mektup daha var.) Son yıllarda, sinema sanatının her şeyi var, ama tiyatro sanatının arşivleri ne durumda? Pek iyi bilinemiyor. Günübirlik yaşamanın hızı, bizi yetiştirenlerden bize kalanları, şuraya mı götürsek, buraya mı versek gibi bir bilmezlik, bilinmezlik -hattâ güvensizlik- içine yuvarlanmış bulunmakta.

27 Mart haftasını Muhsin Hoca'nın mektuplarını okumakla geçirdim; hep de 'ne yapsam' sorusuyla. Tam zamanında bir yanıt geliverdi: Gazetede Muhsin Ertuğrul'un renkli fotoğrafını çevreleyen bir yazı; bana göre güzel bir haber: Muhsin Ertuğrul'un kişisel arşivi gün ışığında. Arşiv sergisini gezenler, mektuplarını da okuyabilecekler. Atatürk Kitaplığı kütüphanecisi İrfan Dağdelen'in arşiv tarama çalışmasının ardından belirlenen, Muhsin Ertuğrul'a ait belgeler, kitaplığın sanat galerisinde sergilenmeye başladı. (...) Sergi için uzun süre araştırma yapan İrfan Dağdelen, "binlerce belgenin arasından en önemlilerini ayıkladım," diyor. (Bkz: Radikal, 1 Nisan Cuma. Yazan: Mahmut Hamsici) Hocamızın ölüm günlerinde, adına bir sergi. Mektuplar arasında benim de adım geçiyor. Kendilerine yazılmış mektuplar. Ya kendilerinin yazdıkları? Hemen İrfan Dağdelen Bey'i aradım. Bendeki mektup dosyasından söz açtım. İlgilendiler. "Şehir dışına çıkıyorum, döner dönmez mektupları Muhsin Ertuğrul Arşivi'nde yer alması için size getireceğim," dedim. Söz kesildi. Çoğu Dünya Tiyatro Günü'nün ilk kutlamalarıyla ilgili, ITI çalışması ve buluşup ayrılmalar üstüne, hep hep hep tiyatromuz üstüne mektuplar. Nisan ayı bitmeden önce Atatürk Kütüphanesi'nde İrfan Bey'in eline geçecek. Umuyorum ki içim çok, çok rahat edecek.


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda

pe cy

a

Roberto Ciulli

> Ebru Ilgaz/Duygu Atay > ebruilgaz@tiyatrodergisi.com.tr > duyguatay@tiyatrodergisi.com.tr

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Theater an der Ruhr'un Genel Sanat Yönetmeni Roberto Ciulli'yi, Georg Büchner'in "Danton'un Ölümü" isimli oyununu sahneye koyması için Türkiye'ye davet etti. 1934 İtalya Milano doğumlu Ciulli, 1965 yılında Almanya'ya gelerek çeşitli tiyatrolarda çalışmış. 1987 yılında Theater an der Ruhr'u kurmuş. Tiyatro konusunda Türkiye'ye hayran olduğunu söyleyen yönetmenin, ülkemize ilk gelişi değil. Daha önce Theater an der Ruhr 'un turneleri kapsamında farklı illerimizde oyunlar sahnelemiş, 1993 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu ile birlikte "Bernarda Alba 'nın Evi "ni, Müllheim 'de sahneye koymuş. "Danton'un Ölümü", yirmi dört yıllık kısa yaşamına üç oyun sığdırmış önemli bir Alman yazar, Georg Büchner'in oyunu. Fransız Devrimi konusunda uzun süren araştırmalar yapan yazar, gerçek kaynaklardan alıntılar da yaparak yazmış "Danton'un Ölümü"nü. Jakoben ve Jirondenler'in devrim süresince iktidarı ele geçirme kavgasını 'Danton'karakterinin penceresinden sahneye taşımış. Yönetmen Roberto Ciulli ile Türkiye 'deki konukluğunu ve "Danton"u konuştuk: Büchner'in "Danton'un Ölümü" ve "Leonce ile Lena"sım


daha önce de sahnelemişsiniz. "Woyzeck"i neden hiç sahnelemediniz? Bilmiyorum belki yazara saygımdan, belki de vakit gelmedi. Günün birinde olabilir. Türkiye'ye bu ilk gelişiniz değil. Daha önce de birlikte farklı projeler gerçekleştirmişsiniz. Şimdi "Danton'un Ölümü" için tekrar buradasınız. Evet, daha önce Ankara Devlet Tiyatrosu ile çalıştım. Bu gayet memnuniyet verici bir çalışmaydı. 1993'de "Bernarda Alba'nın Evi"ni sahnelemiştik. "Danton'un Ölümü" ortak bir projedir. Benim İstanbul'da ilk defa yaptığım bir sahneleme. Gelecek yıl Theater an der Ruhr, İstanbul'a bir ziyarette bulunacak ve altı oyun İstanbullu sanatseverlerle buluşturulacak. 'Neden Büchner?' diye bir soru saçma olurdu. Çünkü Büchner'in dünyanın en büyük yazarlarından biri olduğu konusunda hemfikiriz. Yazar, bu oyunu Fransız İhtilali üzerine, ihtilalden yüz yıl sonra yazdı. Oyunun günümüzde de son derece aktüel olduğunu düşünüyorum. Büchner oyununda, olayları sanki geleceği görmüş gibi anlatmış.

Türkiye ile ilgili gözleminiz nedir? Türkiye'ye on sene içinde her gidip gelişimde farklı bir sanat yönetmeni ile tanıştım. Aynı süre içerisinde de on tane kültür bakanı tanıdım. Türkler çok hızlı bir şekilde değiştiriyorlar bakan ve sanat yönetmenlerini. Burada yaptığım en önemli çalışmalardan birisi "Bernarda Alba'nın Evi"dir, diğer bir tanesi de 'İpekyolu Çalışması'dır. Ben eminim ki Avrupa'nın kültür başkenti İstanbul'dur. Ne Paris, ne Roma, ne de Berlin! Bunu 1987 senesinde geldiğimde de söylemiştim. Şu anda görmüş olduğum gelişme de bana hak vermektedir. Bu on yedi sene içerisinde yapamadığım ve en çok üzüldüğüm, 'İpekyolu Projesi' diye bahsettiğim İstanbul'un, Avrupa'nın kültür şehri olarak tanınması ve Asya ile Avrupa arasında kültürel bir köprü olabilmesi. Bütün çalışmalarıma rağmen değişen bakanlar, sanat yönetmenleri ile bunu gerçekleştiremedik. Şimdi Şehir Tiyatroları ile yeni başladığımız çalışmalar ile bunu gerçekleştirme adımları atmış bulunuyoruz. Yeni bir süreç başladı bizim için, yeni sanat yönetmeni Mazlum Kiper ile bir araya gelişimiz yeni projeler için çalışmamızı sağlayabilir. İstanbul'un, Avrupa'nın kültür başkenti olduğunu söylüyorsunuz. Uzun zamandır hayata geçirmek için çalıştığınız bir projeniz bile var. Türkiye'de insanlar 'sanat için' yüzünü Avrupa'ya çevirirken siz neden böyle düşünüyorsunuz? Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi tiyatro konusunda Tükiye'ye hayranlığım. Son elli sene içerisinde Türkiye'nin tiyatro konusunda gösterdiği gelişme dünyanın hiçbir yerinde olmamıştır. Türkiye'nin hemen her şehrinde bir tiyatro var. Her yerde Almanca oyunlar oynayabildik ki bunu başka bir ülkede düşünmek bile mümkün değildi. Türkiye'nin dışında hiçbir ülke tiyatroya bu kadar politik yatırım yapmamıştır. Politik olandan kastım tiyatronun bu kadar açılmasına olanak sağlamamıştır. Maalesef sanatsal yönden kalitesi, bu kadar büyük organizasyonla aynı kalitede değil. Çok bürokratik ve politik. Sanatsal gelişime karar veren insanlar tiyatro açıyorlar ama siyasal açıdan her türlü baskıyı uyguluyorlar. Sanatın serbest gelişmesine gereken önemi vermiyorlar.

pe cy a

Dilini bilmediğiniz bir ülkede oyun sahnelemek, oyuncularla iletişiminizi olumsuz yönde etkilemiyor mu? Herhangi bir sorun yok. Ben zaten Türkçe öğreniyorum... (Elinde bir sözlük var,gülerek söylüyor bunu) Olabildiğince her söylediğimin kelime kelime Türkçe'ye çevrilmesini istiyorum. Oyuncularla anlaşmam o kadar da zor olmuyor. Çünkü tiyatronun dili uluslararasıdır. Bir aktörün benim söylediğimi tam olarak anlayıp anlamadığını onun oyunundan anlıyorum. Ne şekilde ifade ettiğinden. Bazen yanlış bir şey yaptığında, Türkçe konuşuyor olsa bile onun yanlış yaptığını anlıyorum.

gerilim yaşanmasına neden oldu ama verimli çalışmalar da yapıldı.

Theater an der Ruhr'un hakkında küçük bir araştırma yapınca çok kültürlülüğe önem veren bir tiyatro olduğunu görüyoruz. Sadece Türkiye'ye değil, dünyanın çok farklı yerlerine tiyatro yapmak için gidiyorsunuz. Tiyatromuzun önemli çalışmalarından birisi de ülkelerarası çalışmalar. Bu durum hiçbir tiyatroda yoktur. Şu anda tüm dünyada yirmi beş ülkede süren çalışmalarımız var. Biz oraya gider oynarız, onlar gelip bizde oynar. Çalıştığımız ülkeler arasında iki ülke önemli rol oynamıştır: bir tanesi parçalanmadan önceki Yugoslavya, ikincisi de Türkiye. 1987 senesine kadar hiçbir Alman tiyatrosu resmi olarak gelip Türkiye'de oynamamıştı. Aynı şekilde hiçbir Türk tiyatrosu bu yıla kadar resmi olarak Almanya'ya davet edilmemiş. Theatrer an der Ruhr'un meydana gelmesindeki en önemli etkenlerden birisi bürokrasiye karşı verilen savaştır. Ben de bir devlet tiyatrosunda çalıştım, işleyişini bildiğim için söyleyebilirim, devlet tiyatrolarında büyük organizasyonlarda, en yukarda olması gereken sanat hareketi en aşağıda, değişik prosedürlerden hareketle en altta kalıyor. Bunu engellemek için Theater an der Ruhr'u kurmak zorunda kaldık. Yapmak istediğimiz en önemli olaylardan bir tanesi demokrasiyi tiyatroya yerleştirmek, hiyerarşiyi kaldırmaktır ki sanat istediği gibi gelişebilsin. Tabii bu durum iki tiyatro arasında

Felsefe eğitimi almış bir tiyatro adamı olarak felsefe ve tiyatro arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Bana tiyatro nedir diye sorduğunuzda, düşünmektir derim. Tiyatro ile felsefe arasındaki fark, tiyatrocunun vücuduyla düşünmesidir. Beyin ile vücut birbirinden ayrılmaz tiyatroda. Bütün vücut birliktedir. "Danton'un Ölümü"nü daha önce Almanya'da sahnelediniz. Türkiye'deki reji ile Almanya'daki reji arasında bir fak var mı? Konsept ve dekor aynı tabii ama, buradaki oyuncuların yaratıcılığından yararlanarak farklı bir şey yapıyoruz. Oyuncular kendilerinden bir şey getirdikleri zaman değiştiriyoruz tabii.


İstanbul'da tiyatro sezonu sona ererken

pe

cy

a

Ful Yaprakları vd.

> Yusuf Eradam yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr

Dökülüyor. Çok umutlandım oyunun başında. Küveti boş sanırken, içinden adam çıkınca. Küvetteki ressamın görüntüsünün tepe kamerasıyla elde edildiğini, bize gerçeğin başka bir açıdan yansıtıldığını başta anlamadık, ama bu sürprizin arkası zirveden inişler silsilesiydi. Yıllar önce Ankara'da izlediğim ve uzamı çeşitlendiren bir Alan Aykbourne oyununa benzer bir yapıt geliyor sandım olmadı. Gerçeğin göründüğü gibi olmayışı metinde sürdü ama uzamı çoğaltan arka plandaki üç perdedeki görüntüler aksiyonu çeşitlendirmek ya da güçlendirmek, ironileri çoğaltmak yerine oyunu süslemekten öteye gidemedi. Başka türlü yönetilseler çok başarılı oyunculuk çıkarabileceklerine inandığım oyuncular göstermeci oyunculuk sergilediler, oyun yazan da birazdan söyleyeceği dahiyane tümceye bizi hazırlayan repliklerle kör gözüne parmak klişelerle dolu bir oyun çıkarmış, ne yazık ki. Teknolojinin yeni olanaklarını kullanmakla edinilen boyut zenginliği, hatta mekan uzantılarının getirdiği neyin gerçek, neyin yanılsama olduğu tartışması bir süre sonra tükendi ve oyun sözdeki çatışmaya bırakıverdi kendisini. Bir ara sadece geri plandaki üç perdede neler olup bittiğini izlemeye koyuluverdik. Örneğin, kutu sahneyi terkeden ressamın birazdan perdelerden birinde


görüneceğini tahmin edebildik ve böylece perdede gördüğümüz ressamın aslında sahnenin arkasında olduğunu anladık, evinin başka bir odasında olduğunu değil. Sürprizin yapıtın başında değil, sonunda gelmesi gerektiğini her sanatçı bilir. Sözdeki, oyunculuktaki ve geri plana uygunlaştırılmış görsel imgeler arasındaki hayalgücü yoksunluğu oyunu kısa sürede can sıkıcı hale getiriverdi. Tiyatronun olanaklarını aşmaya çalışmak başka, sinemayla ya da televizyonla aşık atmaya çalışmak başka. Tiyatro gibi film, film gibi tiyatro olur tabii, neden olmasın, ama postmodern dünyamızdan gerçekçiliğin sıradan hallerine geçiş oyunun inandırıcılığını kırdı durdu. Amaç zaten buydu diyorsanız, bu amaç bize ulaşmadı.

a

Yazarın kendini kısa bir süreliğine göstermesine gelelim; sinemada birçok yönetmen de yapmıştır bunu. Bu sıralar AKM'de sahnelenen Belizarus'ta. da Donizetti bütün opera boyunca sahnededir, tanrısal erkiyle dolaşır durur; ya da edebiyattan bir tanecik olsun örnek vermek gerekirse, Gazap Üzümleri'ndeki ara bölümlerde Steinbeck'in yaptığı da böylesi bir müdahaledir, Tanrının kendini göstermesini yazarın egosuna teslim oluşu şeklinde yorumlamak yanlış olur, bunu bilirim. Resmi koyduğunuz anda, o yazarın yüzü de ekrandaki yanılsamalardan, imgelerden biri olur. Tıpkı gerçeği olduğu gibi, aynen anlatsanız bile, örneğin öykü biçiminde, ortaya çıkanın kurmaca olmaktan kurtulamayacağı gibi bir durum bu. Her şey metinleşir kağıda, perdeye, sahneye döküldüğünde. İster fotoğraf olsun, ister TV görüntüsü, öykü ya da roman; Cervantes'te de, Washinton Irving'de bulunan bu yabancılaştırma tekniği anlatıyı daha da inandırıcı kılma çabasıdır.

tıkanmış ki derdi nedir bilmiyor, derdi ne bilse, ağlanası bir derdi olduğunu anlar, çaresi bulunabilen bir dert olsa ağlardı. Bilmiyor, bu yüzden de ağlayamıyor, demiştim ve şarkı sözümü sevgili Sam yazdığım gibi okumuştu. Godot'yu Beklerken'de ağlıyorlar mı Vladimir ile Estragon? Bu ağlayabilmekten daha zor bir durum. Felçli bir kız umarsız, internette çet yaptığı ressam umarsız, fahişelik yapan kızkardeş umarsız; insanlık durumu bu ise bu elemi, bu durumu yeterince hissetmek gerekir ki metinden ışığa sağlam bir yapıt çıksın ortaya. Neydi o felçli kızın finalde ablasına bağırışı, vay bana ha, demek bunca zaman uruspuluk yaptın ha, diye çıkışması. Salt abla da ona dellensin hazırlanmış repliklerle diye hazırlanmış klişeler...aman yarabbi! Total etki ne? Sıfır. Tıpkı ressam olmayan ressamın anlattığı karısının ölümüne yol açışının uydurma oluşu gibi oyun da kendisini sıfırlayiverdi. Yani, hiçbir şey göründüğü gibi değilse, olmayabiliyorsa, ki neden olmasın, kızın felçli oluşu, ablasının fahişeliği neden gerçek kaldı. Biraz daha cesur olsaydınız da, oyunun sonunda, "Biz üç arkadaş sizi aldattık ey izleyiciler, ben felçliymiş gibi yaptım, bu da ablam falan değil, fahişe hiç değil, bu da ressam değil, ama biz yazarını arayan üç oyuncuyuz sadece, tabii bir de yönetmenimizi de" deseler inanın daha iyi bir oyun olurdu (Tabii biraz Pirandello'dan ilham almış olabilirim, ama sadece ilham). İlham aldığınız yazara, yapıta gönderme yaparsanız, bu intihal olmaz, ama gerçekle yanılsamanın birbirine karışmasını ilk kez sahneye taşıyormuş gibi yaparsanız (Abre los ojos ya da Vanilla Sky'da olduğu gibi), en azından sağlam bir metniniz olmalıdır. Sağlam metin, her tür aksiliği ikinci plana iter de ondan.

pe cy

Ama tanrısal erkiyle kendini gösterip son sözü yazdığını gördüğümüz yazarın tayin ettiğinden başka bir son gelse de bir hayat ironisi yakalansa daha iyi olmaz mıydı? Taksi Şoförü'ndeki final gibi. Oyuncuların ağlama hali geldiğinde zırıl zırıl ağlamaları şart mıydı? insan gözyaşı dökmeden de ağlayamaz mı? Yıllar önce bir şarkı sözü yazmıştım Leman Şam'a. "Sorma nedir bu halim, bilsem ağlarım" diyordum nakaratta. Leman Sam beni aramış ve "bilsem ağlamam desek olmaz mı, ne demek istiyorsunuz burada diye?" sormuştu. Ben de, adam insanlığın patetik haline karşı öyle

Oyunu benimle birlikte izleyen arkadaşımın farkettiği gibi, bir sahneden arta kalan kağıtların, bir diğer sahnede oyuncuların ayaklarına dolanması nedendi? Sahnede birçok farklı uzammış gibi görünen mekanın, aslında tek bir yalnızlık, umarsızlık uzamı olduğu neden geçmedi bize? Ne diyeyim? Bu kadar eleştirdikten sonra, gel sen daha iyisini yap derlerse ne yapardım diye düşündüm de, aklıma şunlar geldi: Oyuncuları öyle bağırta çağırta oynatmazdım bu bir; geri plandaki üç perdede perde arkasında olan bitenleri göstermek dışında (hele hele denizde boğuldu


dil hatası da buydu. Ömer Asım Aksoy 'un Dil Yanlışları adlı kitabı burada önerebileceğim önemli bir kaynak kitaptır. Okuyunuz, ta ki yanlışlarımız doğrularımız haline gelmesin, tiyatronun suları sığ sularmış gibi sunulmasın ve o sularda Hemingvvay'in ihtiyar Balıkçısı'nm yaptığı gibi koca bir kılıç balığı avlanmasın. Yoksa Nobel kazanan o romanın sonunda olduğu gibi kumsalda balıkçıyı ve kılıç balığının iskeletini gören bir izleyen, bir turist "köpek balıklarının kuyruğunun böyle olduğunu bilmezdim" deyiverir. İhtiyar balıkçının zaferinin traji-komikliği ve hayat ironisidir romanın büyüklüğüne şapka çıkarışımızın nedenlerinden biri.

pe cy

a

deyince uzun uzun deniz görüntüsü hiç izletmezdim) bir şeylerin altını çizmeyi arardım, örneğin belki birinde önseme, diğerinde geri dönüşlere yer verirdim; belki oyun sonunda herkesin yalanlarından sıyrılmaya çalıştıkları sahnelerde gerçekten de çırılçıplak bırakırdım üçünü ve aynı umarsızlık uzamında yaşamaya çalışmalarının dokunaklığını iletmeye çabalardım. Finalde de sahnede selam veren üç oyuncu arkada büyüyen perdedeki üç imge olarak beyaz perdede kalakalırdı, ya da internet sayfasının yer aldığı beyaz camda. Üç onulmaz yaralı, bir arada sanal dünyada yitip giderlerdi ne güzel. Bu onların trajik yüceliğine katkıda bulunur, bizim de onlarla empati kurmamızı sağlardı. Peki o otokontrolü kim getirdi? Oyun boyunca iki kez eller bacak arasına gitti ve izleyici bu iki sahneyi de tepedeki kameradan küvet içindeki yanılsama/yansıma gibi izledi. İlk sahnelerin birinde ressamın elleri kendi bacak arasına gitti, sona doğru da aynı eller fahişe ablanın bacak arasına. Bu, otokontrole kurban gitmiş bir türük değilse, neydi, anlaşılamadı. Dökülen ful yapraklarını yerden toplamak neden izleyene düşsün ki? Adam Adam Yıllardır tiyatromuzun can damarlarından olmayı alnının akıyla başarmış ve izleyende bilinç oluşturmakta hep başı çekmiş Ankara Sanat Tiyatrosu adı ile geldi karşımıza oyunu yazan, yöneten ve oynayan Nuri Gökaşan. Tek kişilik oyunların risklerini de biliyordu Gökaşan belli ki. Usta oyunculuğu oyunda uzun süre oyaladı bizi. Ama özellikle ağlama sahnelerindeki abartı (ben bu ağlamalara taktım bu sefer, ne yapayım) ve kolay komiklik halleri kısa bir süre sonra oyunu sahnedeki tek kişiyi olaylar dizisini anlatan kişi haline dönüştürüverdi. Sahnedeki sokak lambasının, hele hele akıl hastanesindeki bankın gıcır gıcır oluşu göze battı. Finaldeki intihar ise, romantik bir tükeniş ve tüketiş merakını iletmekten başka bir işe yaramadı.

Ve en az üç kez yinelenen bir dil yanlışı: Ta ki...kadar... Ta ki, Arapça'da yeter ki anlamına gelir ve ...kadar ile birlikte kullanılmaz. Bu yılki metinlerde bolca gördüğüm bir başka

Sezuan'ın İyi İnsanı Müziğini ayakta alkışladığım bu oyunda, eskiye yeni bir şeyler aradım, bulamadım. Üstelik Sezuan'a gelen üç kadından birinin sucu kadının yere ağır olduğu için bıraktığı su kaplarını içi boşmuş gibi kolaylıkla kaldırması gibi ayrıntı aksamalar, bir de bu küçük sahnenin onlara dar gelişinin bize de ulaşması olmasa, dört dörtlüktü diyebilecektim. Tabii ki Yunus Emre Kültür Merkezi'nin yer gösteren sarışın bayanının izlemeye gelen sanatçıları, eleştirmenleri Belediye yetkililerinin akrabalarından daha değersiz görmesi ve onları azarlar gibi arka sıralara itekleyip kakışlamasının oyunla bir ilgisi yok. Ağır Roman "Oyunculuğumuz accayip iyidir. Anlamazsanız da biz birer birer tiradlarla bunu üstünüze yıkar, sizi oyunculuğumuzun görkemiyle ezeriz icabında." Birinci perdede neredeyse sadece duduk ağırlıklı müzik, ikinci perdede hızlandı, coştu, bir şenlik bir cümbüş. Seyirciye, her ruh halinde aynı yüzü ve ses tonunu temcit pilavı gibi sunan emanet Alışık'a da ihanet etmek olmaz ki şimdi. İyi iyi. Allah sahibine bağışlasın. Güme gitmiş bir fırsattı Ağır Roman. Kamelyalı Kadın Müzikal dediler, kapalı gişe oynamış dediler, gittik gördük. Oyunculardan birinin davetlisi olmasaydım, ilk yarıdan sonra çıkardım. Dört dörtlük bir başarısızlıktı. Oyuncular, sırayla sahnenin önüne gelip şarkı söylediler. Cenk Taşkan ustanın hayalgücü de hala hayranlıkla dinlediğim ve Nükhet Duru'nun


sesinin buğusunda zihnime kazınan Anılar albümünde tutturduğu zirveyi sanki başrol oyuncusu oymuş izlenimiyle üstüne sıkılan bol ışık altında zorla aşmaya çalışırken, Kamelyalı Kadın'ın acısından ya da trajedisinden hemen sonra, "bundan bize ne ya" der gibi, "hoydaa sevgili seyirciler, hoppidi hoppidi hoppappaaa!" diyerek neredeyse hep birlikte oynayıp el şaklatarak bitirdik oyunu. Neden olmasın? Halkımız acıdan kederden yoruldu, biraz eğlenseler fena mı? Ben de az fesat ya da nifak tohumu değilim. İyi de, amaç izleyeni eğlendirmekse niye Kamelyalı Kadın seçiliyor? İyi oyuncular da kendilerini gösterememişler, ortaya sıradan ve izleyiciyi bunalttıktan sonra eğlendirmeyi hedefleyen bir müsamere çıkmış. Ü ç Kuruşluk Opera Öğrenciler ders verdiler ustalara. Sesleri yetersiz kalabiliyordu yer yer, şarkıları da her zaman güzel okumadılar ama bravo, oyun yekpare çıkmış, Mimar Sinan, Zeliha Berksoy'un yönetmenliğinde yılı alnının akıyla kapatıyor. Ne oyunculukta, ne müzikte, ne de yönetimde bir açık yakalayamadım. Gelecek gençlerde, umarım ustalaştıklarında da en az bu denli cesur ve pervasız olurlar.

Belki de doğrusu bu, "sahnemin büyüklüğü, bütçem, oyuncularımın kapasitesi vb. nelerim var elimde, malzemem bu, hangi yemeği pişirebilirim" demeli oyun seçimini yapanlar. Belizarus Tiyatro oyunu değil ama burada vurguladığım noktalara denk düşmesi açısından bu yapıttan söz etmeden geçemeyeceğim ve Cumhuriyet tarihimizde ilk kez sahnelenen Donizetti'nin Belizarus operasını da bu yüzden bir başyapıt olarak tiyatro yapanlara örnek göstereceğim. Donizetti'nin oyunun başından sonuna dolaşması dışında diyecektim az kalsın, ama bir süre sonra onu da kanıksayıp rahatsız edici bir öge gibi görmedim; yani operayı yazanın tanrısal erkini. Sahnede dolanan usta, eserinin önüne geçemedi çünkü. Sahne kocamandı, yüze yakın oyuncu kadrosu ile ve Ali Cem Köroğlu'nun mekanı yepyeni bir oyuncuya, kendi iradesi olan bir karaktere dönüştüren dahiyane sahne tasarımı sayesinde ve tabii ki kostümler, yönetim, ses ve görüntü ve aryaları söyleyen usta sesler ile gözleri ve kulakları doldurdular. Dört dörtlük bir sahne performansıydı Belizarus.

Cimri Oyunculuk harikası bir oyundu. Haluk Bilginer ustayı bir ödüle layık göstermek doğru olur mu bilmem çünkü ödüller üstü bir oyunculuğu var artık. Şebnem Sönmez hoca da en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüme adaydır. Gökçer Genç de en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülüne aday olabilir. Diğer oyuncular da onların gölgesinde kalmıyorlar. Yönetim adına söyleyecek pek bir sözüm yok, çünkü oyunculuktaki kalite götürüyor oyunu. Bir de sahnenin küçük bir kutu oluşunu genişletmeye çalışan (galiba) beşgen sahne tasarımı yalın ama kendisini gösteriyor ve işlevselliği yüzünden kutlanmaya değer.

Cimri'de sahne küçüktü, salon küçük sayılır, ama ayaklarım yorgana göre uzatmışlar ve ortaya özellikle oyunculuğun ayakta tuttuğu bir komedi çıkmış. Konuyu bilmemiz de başka bir dezavantajdı ama bunu da yenmişler. Du bakali bunlar nasıl oynayacaklar, diye sorduk ve hayal kırıklığına uğramadık.

Çok Yaşa Komedi Başka bir oyunculuk başyapıtı. Aksayan, eksik, fazla bir şey yok. Doya doya yılın en iyi oyunculuklarından üçünü izledim. Bu oyunculukları gölgeleyecek ayrıntılar da dikkatlerden uzak tutulmuştu. Dikkatim dağılmadan oyunculuğa yoğunlaştım ve bu Çehov derlemesini ayakta alkışladım.

Eleştirmenlik, haremdeki kısırlaştırılmış haremağalığı gibidir. O haremağaları, her gece neler yapıldığını izlerler, ama kendileri izledikleri işi yapamazlar. Bu gerçek, eleştirdiğim değerli sanatçılarımıza bir mazeret, ya da bir teselli olmasın dilerim O

pe

cy

a

Tiyatroda hayalgücünü müsrifçe kullanmamalı, çünkü izleyende müsrif beklentiler uyandırılıyor ki sonuç sukut­ u hayal olabiliyor. Ya da, tiyatroda hayalgücünde tutukluk, cimrilik de işe yaramıyor çünkü sahnede sunulanın ayıbını örtmek izleyenin işi değil.

Kamelyalı Kadın /Tiyatro Kedi

Çimri / Oyun Atölyesi


Istırabın pençesinde bir sultan

pe

cy

a

IV. Murat

> Ragıp Ertuğrul > ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın usta yönetmeni Engin Uludağ tarafından sahneye konulan "IV. Murat", yazan A.Turan Oflazoğlu'nun tarihsellik boyutu içerisinde ele aldığı konusu, diyalogları ve olayların kurgusu ile klasik tarihsel oyun formatında seyirciye sunuluyor. Her biri, Osmanlı tarihi sahnesinde bizlerin farkında olmadığı derecede önem arz eden karakterlerin, oyunda kısa sürelerle yer almakla birlikte olayların şekillenmesinde etkili olmaları, oyunun sonu hakkında bilgimiz olmasına rağmen, oyunu heyecanla takip edilir kılıyor. Öğrencilik yıllarımızdan beri tarih kitaplarında okumakta olduğumuz, ama hiçbir zaman tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşamadığımız, tarihte önemli roller oynadığı halde yeterince tanıyamadığımız, sanata ve edebiyata konu olduğu gibi tüm rengi, eti, kanı ve duruşuyla algılayamadığımız karakterler "IV. Murat" ta adeta bir resmi geçit yapıyor. Padişahlığının ilk zamanlarında annesi Kösem Sultan'ın gölgesinde kalan IV Murat'ın, harem dairesinden ülkenin sınırlarına kadar uzanan emirleri sineye çekmesi, sarayın koridorlarında çınlayan buyruklara karşı gelememesi, hem padişahın, hem Osmanlı Hanedanı'nın hem de halkın buhranlı


a

pe cy


yıllarına zemin hazırlamıştır. Koparılan kelleler, dönen laflar, çıkarılan söylentiler, makam uğruna fütursuzca verilen fetvalar, hırs, kin ve intikam dolu iktidar sapkınları... "Hünkarım sizin kılıcınız kesmeyi unutursa, bizim terazimiz de doğru tartmaz" gibi üstü kapalı tehditler, kazan kaldırma, kelle isteme... Kulağımıza çok da yabancı gelmeyen kavramlar. "Tarih tekerrürden ibarettir" lafı boş yere söylenmemiş. Bu iktidar oyunu çağlar boyu sürdü ve sürecek. Shakespeare'in ünlü eseri "Hamlet"te Danimarka Krallığında yaşananlar, "Macbeth"deki iktidar oyunları hiç de uzak değil Osmanlı tarih sahnesinde oynanan oyunlara (!). Günümüzde de mevkiler iktidara sadakat ve kulluk etme kıdemine göre tahsis edilmiyor mu? Gerektiği zaman kelle götürme operasyonu da kolaylıkla halledilebihyor böylece. Artık yerli tarihsel oyunlarda da yerelden evrensele ulaşmaya, izleyenin imgelem gücünü zorlamaya, tarihsel gerçeklere başka açılardan bakmaya ihtiyacımız var. Konusunu tarihten alan oyunlar günümüze uyarlandıkça, tarihi karakterlere çağındaki düşünce yapısını temsil etmesinin yanısıra alt mesajları çağımıza taşıma misyonu yüklendikçe, seyirci kendini oyunun içinde daha rahat konumlandıracak, tiyatronun toplum hayatı üzerindeki etkisi ve işlevselliği artacaktır.

Hüseyin Köroğlu, Sultan Murat'ın iktidarda olup da annesine boyun eğmek durumunda ortaya çıkan aczini, iktidarı can almak ve kan dökmekle özdeşleştirdiği buhranını, meyhanede Bekri Mustafa ile karşılaştığı sıradaki çelebiliğini ve daha nice değişen ruh hallerini dengeli, abartıya ve taşkınlığa varmayacak bir performansla aktarıyor. Sesini kullanımı da, fiziken ve ruhen içinde bulunduğu durumu pekiştirecek şekilde. Aliye Uzunatağan, sanırım yönetmenin bilinçli bir tercihiyle Kösem Sultan' ı dramatik oynamadı. Süse kaçmayan, canlandırdığı karakterin tarihteki rolünün baskınlığının altına kalın çizgiler çekmeyen, oğlundan hep uzak ve niyetlerini, hırslarım bir gizem perdesinin ardına saklamayan bir oyun sergiledi. Yardımcı rollerin dağılımı ve performanslar oyunu sıkı takip etmeyi sağlıyor. Özellikle tedirgin edici ve sinsi Sadrazam Topal Recep Paşa rolünde Salih Sarıkaya ve dingin kişiliği, etkileyici ses tonuyla Nef'i rolünde Doğan Bavli, yürekten alkışı hakediyorlar. Kötü olarak niteleyebileceğim oyuncu meyhane sahnesindeki Zenne idi. O role, daha önce şehir tiyatrolarının çeşitli oyunlarında beğeniyle izlediğimiz dansçılardan biri seçilmeli ve yalın ama illa ki özel bir koreografiyle ortam tamamlanmalıydı.

pe cy a

Uludağ'ın rejisine gelecek olursak; olayların akışı, mizansenlerin uyumu ve oyuncu kadrosunun seçimi IV.Murat'ın rahat izlenmesini, herkes tarafından kolay anlaşılmasını sağlıyor. Sahne tasannu bu oyunun önem gösterilmesi gereken bir boyutu. Saray içi, harem dairesi, mahalle, meyhane gibi birbirinden farklı mekanlar için yaratılan işlevsel çözümlemeler, bu mekanların, hem birbirinin içerisinde hem de birbirinden uzak algılanmasını sağlıyor. Oyunun başında ve ortalarında devreye giren denizciler, halkın saraya ve iktidara bakışını oyuna taşıyor. Bu bakış, oyun kurgusunda doğru bir etmen olarak yeralıyor ve ikinci perdede ön planda yükselen sahne aracılığıyla kurulan meyhane ile bir bütünlük sağlıyor. Bu iki sahne bir bakıma aynı rolü paylaşan iki oyuncu gibi. Denizcilerin yanma zaman zaman haraç toplayanların (ki vergi tahsildarlarını andırıyorlar) veya saray habercisinin gelmesiyle, sultanın tebdil-i kıyafetle meyhaneye uğraması benzer mesajlar barındırıyor. Bu sahnelerle saray ve halk arasındaki uzaklık ve yakınlığa işaret ediliyor.

sonra her huzura çağrılan devletlü aynı akıbetle karşılaştığından siz de yeni heyecan ve beklentiler içine girmiyor, ilginizi sabit tutmaya çalışıyorsunuz. Padişahın sarayda şarabını yudumlayıp efkar dağıttığı sahnede kaftanının katlanmış vaziyette kenarda yere serili durması ve kavuğunun da onun üstüne konması küçük bir detay olmasına rağmen dikkatten kaçmıyor. Kaftanın ve kavuğun en azından dekora uygun küçük bir yükseltide durması daha yerinde olacaktır.

Fondaki kubbe yeri geldiğinde sarayın ihtişamım yeri geldiğinde gökyüzünün derinliğini simgeliyor. Aslında ihtişam da kendi içinde bir derinlik barındırıyor veya tam tersi gökyüzü de tüm ihtişamıyla yeralıyor halkın tepesinde. Halkın tepesinde yeralan ve sonra tepesine inmeye başlayan topuz var bir de. Sultan Murat'ın topuzu oyunda yerine oturan bir simge olarak kullanılmış. Topuz sultanın aldığı kararlar doğrultusunda bir nevi şahlanma anına işaret ediyor. Bu şahlanma hafif tabiriyle "dellenme", doğrusunu söylemek gerekirse de sultanın hiddetinin ve hırsının ulaştığı tepe nokta olarak da görülebilir. O tepe nokta ki orada kendini kaybetme, kadere isyan, yürek acısı, vicdan azabı ve tarifsiz bir ıstırap var.

"Aydınlar çıkarları olmadığı sürece ortaya çıkmaz" deniyor oyunda. Padişahı en zor anlarında yalnızlığa mahkum eden de, geri dönülmesi imkansız ve yanlış kararlar almasına neden olan da saltanat çevresi ve çoğunlukla da bu çevreyi oluşturan aydınlar değil mi? Bildiriler yayınlamayı en büyük eylem sayan aydınlar. Çıkarları doğrultusunda ortaya çıkmak, kendilerini göstermek zorunda kaldıklarında da her şey için geç kalınmış olabiliyor ve saraydan sürgünlerin, boğdurmaların, koparılan kellelerin artmasıyla, saray duvarlarında çığlıkların yankılanmasıyla sonuçlanabiliyor. Oyunda bu ölümlerinin birbiri ardına sıralanması olayın etkisini arttırmak yerine biraz sıradanlaştırdı. İkinci ölümden 38

Nilgün Gürkan'ın kostümleri şık ve gözalıcı. Ancak bazı kostümlerin karakterleri tam yansıtmasına rağmen oyuncuların üzerinde eğreti durduğu görülüyor ve hareket kısıtı yarattığı hissi uyandırıyor. Işık ve dekor tasarımının büyük uyum içinde olduğu, sezonun ender oyunlarından biri "IV. Murat". Sultan'ın rüyasında uçurduğu başlan topluca gördüğü sahne, denizcilerin güneşin altında kıyıda tekne inşa ettikleri yer, İstanbul'u alevlerin sardığı gece ve saray içi atmosferini oluşturan ulu bir camiyi andıran, göz kamaştıran kubbe... Dekorun doğru algılanmasını sağlayan ve kendisi de kimi yerde dekorun bir parçası olan bir ışık tasarımı ve kimi sahnede ışığı çerçeveleyen, dar alanlara hapseden ve gerektiğinde alabildiğine yayan bir dekor tasarımı. Dekorda Atıl Yalkut'un ışıkta da Özcan Çelik'in oluşturduğu ekip ruhunu yansıtan, yönetmen Uludağ'ın kurgusunu ve mizansenlerini dengeleyen bir görsellik. Sezon sonu sürprizi olarak seyirciyle buluşan IV. Murat, 2005-2006 sezonunda yine kalabalık salonlara oynayacak ve sıkı alkış alacaktır


pe

T

cy

a

Puntila Ağa ve Uşağı Matti

Oyunun Adı: Puntila Ağa ve Uşağı Matti Tiyatro: Trabzon Sanat Tiyatrosu

Yazan: Bertold Brecht Çeviren: Yılmaz Onay Yönetmen: Necati Zengin Oyuncular: Necati Zengin, Zeynep Yılmaz, Süleyman Sırtkaya, Ramazan Uzun, Soner Çelik. Bülent Şen, İbrahim Gürsoy, Yasemin Aslan, Sevil Araboğlu, Songül Nadir Kamber, Güliz Oktar, Duygu Elmas. İbrahim Gürsoy.

Trabzon Sanat Tiyatrosu "Puntila Ağa ve Uşağı Matti" isimli oyunla turneye çıktı. 12 yıldır Trabzon'da perde açan tiyatro, 20 Mart'ta Trabzon Tonya'dan başladığı turne programına; Beşikdüzü, Bayburt, Maçka ve Arhavi turneleri ile devam edecek. Brech'in yazdığı oyunu Trabzon Sanat Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Necati Zengin yönetiyor. Kızı Eva'yı uşağı Matti ile evlendirmek isteyen Puntila Ağa, eli çok sıkı ve paragöz bir insan olmasına karşın içip de sarhoş olduğunda, çok iyiliksever ve cömert bir insan haline gelir.

Oyunu dilimize kazandıran Yılmaz Onay, "Puntila Ağa ve Uşağı Matti" için: "Kapitalist düzenin egemen olduğu tüm toplumlar ve tüm zamanlar için gerekli bir sahne eseri; bizdeki gibi kapitalizmin çok ilkel ve vahşi yanlarıyla egemen olduğu ve ağalık düzeni kalıntılarının giderek artarcasına baskın çıkmaya başladığı yaşam tarzlarında son derece güncel oluyor. Ayrıca Brecht'in oyunlarının kuru politik olduğu sanılır çoğu kez, oysa bu oyunda seyirci içi dopdolu bir eğlendiriciliğin komedi tadını alacak" diye konuşuyor. Oyunun yönetmeni Necati Zengin, oyunda Puntila Ağa karakterini de oynuyor. Zengin, Brecht'in oyununu yönetmenin "hem zor hem ders niteliğinde" olduğunu söylüyor. Trabzon Sanat Tiyatrosu'nun amacının usta yazarın oyunuyla izleyenleri güldürmek, eğlendirmek, mutlu kılmak, düşündürmek olduğunu ifade eden Zengin, "Trabzon gibi kendi içinde dinamik ama dışarıdan durgun görünen bir şehirde Brecht'in bir oyunuyla seyircinin karşısına çıkmak hem büyük sorumluluk hem de büyük bir haz.." diyor. Oyun, 1 Mayıs Trabzon/Beşikdüzü, 15 Mayıs Bayburt, 22 Mayıs Trabzon/Maçka, 29 Mayıs Artvin/Arhavi'de sahnelenecek 39


Karakter, eylemin öznesi midir, yoksa gücün nesmnesi mi?

pe cy a

O.B.E.B

> Üstün Akmen ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Altıdan Sonra Tiyatro, mühendislik ve mimarlık eğitimi almış, yıllarca üniversite tiyatrosu yapmış kişiler tarafından kurulmuş bir toplulukmuş. "Bekleme Salonu" başlıklı oyunlarına kaç kez ısrarla çağırdılar olmadı, kendilerini izleyemedim. Hatta bir keresinde, Maya Sahnesi'nin her şeyi Nilgün Kurt: "Yapmak istiyorlar, çok şey yapmak istiyorlar..." dediydi de ne yapmak istediklerini kavrayamamıştım. Meğer, öncelikle tiyatroya, özellikle de batılı tiyatro anlayışına derin eleştiri getirirlermiş. Her şeyi bir kenara kaldırıp atmazlarmış, yeri geldiğinde Brian Friel ve Arthur Miller de oynarlarmış da, batı tiyatrosunun yapısının temelinin zorlamaya dayandırılmasını eleştirirlermiş. Ben, ilk kez bir oyunlarını izledim. Yani, son sahneledikleri oyunu, Yiğit Sertdemir'in yazdığı, açılımı "Ortak Bölenlerin En Büyüğü" olan "O.B.E.B"i izledim. Kendisi de bazı takıntılarını gizleyemeyen, nereden olduğu anlaşılamayan bir yerden, ne içerdiği anlaşılmayan bir takım talimatlar alan bir psikolog (Yiğit Sertdemir); sağır-dilsiz yardımcısı (Erkan Kotran) ile birlikte, birbirinden farklı dört kadınla, birer birer ayrıntılı olarak görüşmekte, onları gene nedeni anlaşılamayan biçimlere dönüştürmeye çalışmaktadır. Bu kadınlardan C.T.


(Seda Yürük), deyim kullanırken dili sürekli sürçen bir "aydm"; A.D. (Aslı Can Kotran), duygularını sürekli olarak abartılı biçimde açığa vuran bir "sanatçı"; M.E. (Gülhan Kadim), gençliğinde çeşitli sorunlar yaşamış bir "lider" ve P.A. (Ebru Gözdaşoğlu) bir yandan babasından fevkalade çekinen, diğer taraftan asi bir kimliği olan bir "devrimci"dir. Psikolog, her seansın sonunda, karatahtaya "dönüşüm" hedeflerini yazar. Dört kadın, sırasıyla "lider", "aydın", "devrimci" ve "sanatçı" olmaya yönelik programlanır. Oyun akarken, arka planda bombalar patlamakta, anarşik bir ortam simgelenmektedir. İkinci bölümde, "dönüşüm" tamamlanır. Dört kadın, giysileriyle birlikte kişiliklerini de değiştirir. Ruhsal durumlar eyleme dönüşür. Sanal bir dükkânda, birer mal gibi, "sabırları", "samimiyetleri", "yaşama sevinçleri" karşılığında "özgürlük" ararlar, "adalet" kovalarlar. İnsanların hiçbir özgün yanı bulunmayan, bilinenden değişik olmayan, her zamankini, var olanı yineleyen, aynı biçimi tekrarlayan, sıradan, alışılmış, yeniliksiz karakterlerde gördüklerinden daha başka unsur bulmalarını sağlayacak, benim bilebildiğim bir reçete yok, ama basmakalıplık ile yola çıkıp, daha derinlere inmek için izlenebilecek tek bir yöntem var. O yönteme göre, kaçınılmaz olarak, yöntemin sunumu basmakalıp olacak. Ya da olmalı... Altıdan Sonra Tiyatro'nun da yaptığı zaten bu!

Esra Kudde'nin sahne tasarımı amaca fevkalade uygun. Kostümleri de iyi. Erhan Yürük'ün özgün müziğine ve efektlerine sözüm yok da, ışığa dokunmak isterim. Ama kim yapmış ışık tasarımını bilemiyorum ki! Yiğit Sertdemir, oyunu yönetirken, oyuncuların bedenlerini basit bir gösterge vericisi olarak, seyirciye yönelik işaretler göndermek için ayarlanmış semaforlar olarak görmemiş. Başta kendisi olmak üzere, Erkan Kortan da, Seda Yürük de, Aslı Can Kortan da, Gülhan Kadim de, Ebru Gözdaşoğlu da seyircinin belleğinde enerji, arzu yönlendirmesi, yoğunluk ya da ritim olarak adlandırılabilecek etkiler yaratıyor. Oyuncuların tümü rollerinin dış biçimini ve çatısını oluşturan bir dizi noktadan destek alıyor ve yönünü buluyor. "O.B.E.B", metniyle, yönetimiyle oynanışıyla, yaratıcı kadrosuyla, tek kelimeyle ifade etmek gerekirse ayakta alkışlanacak bir oyun. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bu tiyatro tutkunu mimarların, mühendislerin alınlarından öpmek geliyor içimden.

pe cy

a

Oyunun yazarı Yiğit Sertdemir, öncelikle önemli olan düşüncelerin çıkış noktalan arasındaki uzaklığı olabildiğince yakın tutmuş. Yani olayı bir siyah-beyaz çatışması haline getirmemiş, Ibsen - Çehov farklılığı gibi bir ayrımdan yola çıkmış. Kimi tablolarda Çehov oyunlarındaki karakter örgüsünün sıklığından sıyrılıp, olaya yoğunlaşmayı sağlamış; kimi tablolarda da Ibsen oyunlarında olduğunca olayı arka plana itip, karakterler üzerinde durmuş.

Hegel'e göre dramatik şiirde öznellik ve nesnellik aynı zamanda olmakta ve öznellik, nesnellikten önce gelmekte. Yiğit Sertdemir'e göre de ruh öznel. Ve ruh, tüm dışsal eylemi belirliyor. Sertdemir, Aristoteles'in: "Tutkuların hatalara dönüşmesi eylemin baskın gücüdür" lafını da boşlamıyor. Metinde, içsel olandan kaynaklanan güçlerin dışsal çatışmasını, bir diğer deyişle öznel güçlerin nesnel çatışmasını gösteriyor. Kısacası, Yiğit Sertdemir'in yarattığı kimi karakterler, tam anlamıyla eylemlerin öznesi oluyor. Kimi karakterinse tam anlamıyla özne olmadığını, aksine bağımlı olduğu ekonomik ve toplumsal güçlerin nesnesi olduğunun altını çiziyor. Öz, dramatik eylemi yaratırken, dramatik eylem karakterin toplumsal ilişkilerini düzenliyor.


M. Sadık Aslankara ile

pe cy a

Sahne Tozunda Gezinti

> Münevver Oğan

M. Sadık Aslankara'nın adının önünde pek çok niteleme sıfatı var. Hepsi de anlamlı ve güzel; ama onun bir de tiyatroculuğu var ki -meraklıları elbette bilir- yakından tanınmaya değer. Bu tanımayla yakın tarihimizdeki gölgeli alanlar da aydınlanacak. Tıpkı sahne tozu yutan oyuncunun seyircilerini kendi ışığıyla aydınlatması gibi... M. Sadık Aslankara'nın. bir öğrenci heyecanıyla adımını attığı tiyatro merdivenlerinden ağır ağır çıkışına tanık olalım mı? Ne dersiniz? İlk kez sahneye 1965'te çıktığınızı biliyoruz. Bunu Agora Dergisi'ndeki söyleşimizde vurgulamıştınız. Ben size bu kez profesyonel tiyatroya değin sorular yöneltmek istiyorum. Biliyoruz ki profesyonel tiyatroya 1968'te Halk Oyuncuları Sahnesi'nde adım attınız. Bu süreçte Tiyatro TOS'le de bir ilişkiniz oldu galiba. Bununla başlayalım mı? Tiyatroya adım atmam Oben Güney sayesinde oldu. Oben Güney namuslu ve çok önemli bir tiyatro adamımızdı, biliyorsunuz. O sıra TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) Genel Başkanı olan Feyzullah Ertuğrul beni onunla tanıştırmıştı. Tiyatro TÖS'ten 1967'de Denizli'de "Ayak Bacak Fabrikası "nı izlemiştim. AST'tan ayrılan bir grup oynamıştı. O oyundan çok etkilenmiştim ve o topluluğa


katılmak istiyordum. Oben Güney de beni Tuncer Necmioğlu'na götürdü. Orada, Halk Oyuncuları Sahnesinde sigortalı olarak profesyonel tiyatro yaşamına adım attım. Ben Denizli'de çok büyük ödüller almıştım. Öyle bir amatör dört yılım geçmiş ki onurlandırılmışım, gönendirilmişim! 1968'den 1993'e yirmi beş yıl profesyonel tiyatroculuk yaptım. Bunun enerjisi işte bu dört yıllık amatörlüğümden geliyordu. Ama profesyonelken oldukça örselendim. Aralıklarla suskunlaşıp bir kıyıya çekildiğim oldu. Bu yirmi beş yılın sağlam 16-17 yılı tiyatroyla dolu geçti. "1968, yarın devrim olacak!" diye not almışım, bunun üzerinde konuşalım mı? O dönemin bütün gençleri gibiydim ben de... Eylem çocuklarıydık yani... Tuncel Kurtiz, "Eylem çocuğu eylemler nasıl gidiyor? " diyerek beni kızdırırdı. Ben tabii örgütlü bir yapı, FKF içindeydim. Sonra çeşitli sosyalist gençlik örgütleri çıktı ortaya; yani gençleri bölüp küçük küçük dergilerin çevresinde topladılar. 12 Mart geldiğinde zaten gençleri bitirmişlerdi. Türkiye'nin en önemli genç unsurunu o zaman harcadılar. O gün olduğu gibi, sonra 12 Eylül günlerinde gençliğimizi bir kez daha harcadılar. O olayların heyecanıyla yazmışım böyle bir şeyi...

Sizi anımsadı mı? Hayır, bu olayı yalnızca Aydın Ilgaz'a anlattım. Ancak o sıralarda Rıfat Ilgaz, Yeni Gün gazetesinde yazıyordu. "Bir Oyun Yazarı, Oyununu Arıyor" başlığı altında yazdığı yazılarda benim de adımı andı. Ne yıllar sonra oyununu sergileyen, afiş yarışması düzenleyip bastıran Sadık'ın bu Sadık olduğunu öğrendi ne de 1973'te Yansıma'da yazdığı bir yazı nedeniyle kutladığı Sadık'ın bu Sadık Aslankara olduğunu öğrendi. Ya Kerim Korcan? Kerim Korcan'ın oyunları AST'ta sergileniyordu. İstanbul'dan Ankara'ya telif için gelip gidiyordu; ekonomik durumu iyi değildi. Gelince bizde kalırdı. Kendisi çok mert, içtenlikli bir insandı. Ben de İstanbul'a gittiğimde ona uğrardım. Birbirimizle bu anlamda sık görüşürdük. Bize marşlar öğretirdi (1 Mayıs Marşı). Onun marş söylerkenki hali gözlerimin önünden hiç gitmez. Yemekler yapar, söyleşirdik. O sıralar, tiyatroya biraz ara vermiştim, bilirsiniz işte düş kırıklıkları...

cy a

Ankara Halk Oyuncuları Sahnesi'ndeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz? Körün istediği bir göz Tanrı vermiş iki göz, denir ya hani, benim Halk Oyuncuları'ndaki çalışmam da biraz öyle! Yazılarını dergilerde yayımlayan biri olarak profesyonel tiyatroculuğa başlamışım... Aa, baktım Yaşar Kemal orada, Çetin Altan, Vedat Türkali, Erol Toy... Onların oyunlarını sahneliyordu çünkü topluluğumuz, andığım yazarlar da sıklıkla uğruyordu çalışmalar için ya da uğrayıp öylesine iki çift laf edip söyleşiyorlardı... Sonra bunlara başka yazarlar da eklendi, örneğin Rıfat Ilgaz, Kerim Korcan... Ben bu insanları yirmi yaşlarında çiçeği burnunda yazar ve tiyatrocu olarak tanıma fırsatı buldum böylece... Düşünün, ne büyük şans değil mi?

topluluk, bu hakkı sözümona andığım kişiden, kişilerden almıştı. Bu işle ilgili adlan anılanlarla görüşmek üzere İstanbul'a gittim. Cihangir'de çok ünlü bir karikatüristle görüştüm, görüşmede tiyatrocu eşi de vardı. Büyük bir pişkinlikle karşıladı beni. Döndüm, "bana böyle böyle" dediler, dedim. Yazar da bu arada gidip geliyor. Bulvar Palas'ta kalıyordu. Orada bir iki kez oturduk. Ardından ben, onu temsillere davet ediyorum ve telif ödeyememekten dolayı da büyük bir üzüntü duyuyorum. Bir gün Rıfat Ilgaz geldi; bu kez biletini almış. Bileti geri vermek istedim; ama o kesinlikle kabul etmedi. Kendi oyununu bilet alarak izledi. Anons ettirdim "Yazarı da aramızda" dedim... Üç yüz elli kişilik salon dolu, insanlar buruk ve mahzun... Seyirciler, Rıfat Ilgaz'ı ayakta alkışladı. Ben o utancı bugün de duyarım içimde... Bu yüzden sonraki yıllarda Türkiye'de ilk kez bir özel tiyatro tarafından gerçekleştirilen afiş yarışmasını (ulusal boyutta) da biz yaptık zaten. Ona 75. doğum yılı armağanı olarak "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" oyununun hem sergilenmesini hem de afiş yarışmasını sunduk.

pe

Rıfat Ilgaz'ın adı geçti. Onunla nasıl tanıştınız? Rıfat Ilgaz'la tanışmam yirmili yaşlarımda oldu. Ben, o sıra İstanbul'dan Ankara'ya gelmiş bir tiyatro topluluğunun Ankara'daki organizasyonunu yaptım. Başarılı bir organizasyonla "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" adlı oyunun Ankara sunumunda etkin görev üstlendim. Bu oyun Ulvi Uraz'ın sergilediği Hababam Sınıfı'nın öteki gençlerce (yanında çalışan) hazırlanan versiyonunun bir biçimde başkalarına geçmiş sunumuymuş. Yani birinci elin verdiği oynama hakkını bir başkası kullanıyor, o da oyunu Ankara'ya getiriyor. Böyle fason bir iş; ama bunu ben bilmiyordum. Bir gün, tiyatrodayım, gencecik bir çocuğum. Daha yenilerde Hababam Sınıfı'nı da okumuşum. Birden biri geldi ve "Ben Rıfat Ilgaz'ım!" dedi... Ardından, "Oyun yazarının izni var mı acaba? Oyununu sergiliyorsunuz da..." dedi... O utancı hâlâ duyarım içimde. Ben, oyunun izni olması gerektiğini söyledim. 12 Mart dönemiydi. Konuyla ilgilendim, gerçekten de onay yoktu. Ulvi Uraz'dan sonra sahneleme hakkını satın aldığını söyleyenler vardı, organizasyonunu yürüttüğüm

Duyarlılığınız acınızı, utancınızı artırıyor. Böyle unutamadığınız başka anınız var mı? Bir de Hasan Hüseyin'in tiyatrocu yanı vardı. Bu henüz açığa çıkmış değil. Sanırım Azime Korkmazgil de bunu önümüzdeki yıllarda açığa çıkaracaktır. "Hızarcı" diye çok önemli bir oyunu var. Ben belki onu yapamazdım; ama çocuk oyunlarından, özellikle çocuk öykülerinden "Aşıcı Baba"yı oyunlaştırmak istemiştim. "Tiyatroya ara vermiştim o zamanlar" dediniz. Tiyatrodan ayrı kaldığınız dönemlerde de yazıyor muydunuz? Evet, benim ulusal boyutlardaki dergilerde ilk yazım 1967'de İmece'de yayımlandı. 1973-75 arasında Yansıma'nın yazarları arasındaydım. O yıllarda yayımladığım eleştiri üzerine yazılar epeyi tartışılmıştı. 1965-1967 arasında Cumhuriyet'te çokça yazım yayımlandı.


Vasıf Öngören'e içten içe kırıldım. Aramızda görüş ayrılıkları var; o astığı astık kestiği kestik dolaşıyor tiyatroda ama paralar bana ait. Altmış bin lira o zaman çok büyük paraydı. Ben o parayı tiyatromuza yatırmıştım; ama günün birinde Vasıf Öngören bana dedi ki; " Senin neyin var ki? Senin paran olmasa ne işin var bizim aramızda?" Bu beni çok kırdı. Bugün dönüp baktığımda, Vasıf'in beni sanatçı olarak asla kabullenmemiş olduğunu düşünüyorum. Ama ben yirmisindeydim, o sanki çok mu olgundu? O da otuzundaydı... Bugün o yaştakilerin babası olacak konumundayım, bütün bunları hoşgörüyle karşılayabiliyorum artık... Ama Vasıf'ın bu sözünden sonra çok savruldum.

cy a

Tiyatroda yaşamınız, Ankara Birliği Sahnesi ile sürmüş. Bu tiyatronun kurucuları arasında da yer almışsınız. Sizi bir tiyatro kurmaya yönelten nedenler neydi? 1968, yalnız yurdumuzda değil tüm dünyada, var olan yapının sorgulandığı, her şeyin bir kez daha ama yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bir dönemecin de adıdır aynı zamanda, eğer yanılmıyorsam... Her yapıyı katmak gerekiyor bunun içine, siyasal partilerden sendikalara, sanat kuruluşlarına, yapılan sanata, daha nelere nelere... Örneğin kulağımıza geliyordu, 1968'de öğrencilerin, Paris'te tiyatrolara da müdahale ettiği, bu kadarcığı bile heyecanlandırmaya yetiyordu bizi.

Keşke bunu söylemeseydi... Ben asla bunu söylemezdim. Tiyatroyu bıraktım, paralar battı... Üzüldüm, bu kadar gönül verdiğim için yıkıldım... Ben emeğimle, fatura ödeyerek bulunduğum yerlere geldim... Demek ki bir yerlere gelme biçiminiz de yaşam karşısındaki tavrınızda etkili oluyor, ne diyeyim! Ama ben Vasıf için de yazıyorum. Belki bunu söylemem gereksizdi; ama ben sizden hiçbir şey saklamayacağıma söz verdim. Bunu da onlarca yıldan sonra ilk kez söylüyorum zaten. Örneğin Ankara Birliği Sahnesi'yle ilgili kimi yazıları okuyorum; bazen benim adımı unuttukları bile oluyor; açıp baksınlar o dönemin gazetelerine, orada Sadık Aslankara adı da geçiyor.

Bizi 1968'in heyecanı sürükledi, Vasıf 'ın öncülüğünde ortaya çıkan bu hareket, kısa sürede tüm Türkiye'ye yayıldı... Türkiye, popüler düzlemde 'epik tiyatro'yu yaygın biçimde bu hareketle tanımış oldu... Bu açıdan, şunca yıl sonra bir doğrunun daha altını çizme fırsatını bulduğumu sanıyorum...

Epik tiyatro ve seyirci tepkisi üstüne konuşabilir miyiz? Doğrusu, Ankara Birliği Sahnesi hareketi çok değişik kesimlerde, çok farklı tepkiler aldı. Bu tepkiler, hep olumlu tepkilerdi. Bunda kuşkusuz, ilk kez yeni bir söylem yansıtışının da büyük rolü olmuştur. Farklı bir çevre düzeni ve farklı oyunculuk (Asiye Nasıl Kurtulur?) seyirciyi etkiledi. İki de popüler oyuncusu vardı. Bugün de adlarıyla önemini koruyan Semiha Berksoy ve Zeliha Berksoy... Bütün bunlar bir araya gelince, oyun kapalı gişe oynadı, hem de yıllarca... Sinemaya filmi çekildi, Türkan Şoray oynadı. Bugün de ilgiyle izlenen oyunlar arasındadır.

pe

Nitekim Ankara Birliği Sahnesi'nin de 1969'da kurulmuş olması bir rastlantı değildir bana göre! Ancak biz Halk Oyuncuları Sahnesi'nden kopan, kendilerini "kafadar" olarak gören beş arkadaş, bu adımı atarak Türk tiyatro tarihinde ilginç bir sayfayı da açmış olduk. Ancak eklemem gerek. Bu beş kişi yani; Vasıf Öngören, Halil Ergün, Erdoğan Akduman, Mustafa Alabora, ben, hepimiz Vasıf ı "öncü" seçmiştik. Daha doğru bir söyleyişle bu hareketin öncüsü Vasıftı; onun dışındakiler, bu konuda gerekli ne bir birikime sahipti ne de deneyime! Ben Brecht'in tüm yapıtlarının Almanca takımını, bir kutu içinde ilk olarak Vasıfta gördüm. Kimi ciltlerin sayfalarına notlar düşmüştü. Oysa ne ben ne de öteki arkadaşlarım, o tarihlerde Brecht üzerine yeterince bir donanıma sahiptik. Tamam biz dördümüz yirmilerindeydik, en genç bendim, yirmisindeydim, ama Vasıf da otuzundaydı, diyeceğim, hepimiz gençtik!

Vasıf Öngören, bugüne dek daha çok oyun yazan, yönetmen, biraz da kuramcı olarak anılageldi hep, oysa o, aynı zamanda bir eylemciydi... O yılların ruhuna uygun bir eylemin öncüsüydü... Bizlerse, ardına takılmış dört şövalyeydik, o kadar! Sizin o dönemdeki tiyatro anlayışınız nasıldı? O günlerde ben siyasal tiyatro yapıyordum Halk Oyuncuları ile. Ama yönelişim epik tiyatroya doğruydu. 1968'de dünyada gençlik olayları oluyor; Fransa'da gençler tiyatroları basıyor... Bunlardan haberliyiz hep! Biz de Vasıf Öngören'in başkanlığında beş arkadaş olarak Halk Oyuncuları'nı bırakıp Ankara Birliği Sahnesi'ni kurduk. Babamdan aldığım paranın neredeyse bütünüyle yeni tiyatromuzu kurduk (1969). O zaman henüz yirmi yaşındaydım. "Asiye Nasıl Kurtulur? " bizim ilk oyunumuzdu. Babamın o zaman gönderdiği paralarla, o yıl Ankara'da rahat bir daire alınırdı, arsasını sattı, onu da tiyatroya harcadık biz...

Bu konuda eleştirel bir yazı yazmayı hiç düşündünüz mü? Hayır. Yazmayacağım da...

Peki "Keşanlı Ali Destanı"... Kendisine dek gelen tiyatro hareketi içerisinde, elbette bize özgü bir epik tiyatronun yansıtılması bağlamında "Keşanlı Ali Destanı"nı asla es geçmemek gerekiyor. Söz gelimi, yine deneysel bir açılım getirmiş olan (Asiye'den önce) Sermet Çağan'ın "Ayak Bacak Fabrikası "nı da anmak gerekiyor. Bu arada, hemen, aşağı yukarı, eş zamanlı olarak üretilen oyunlar olarak değerlendirebileceğimiz, benim hâlâ halk tiyatromuz için çok büyük bir yazarın oyunu olarak gördüğüm Oktay Arayıcı'nın "Rumuz Goncagül'ü, bu anlamda doğrudan bizim ortaoyunu geleneğinden de beslenen epik tiyatronun


yansıtılışları olarak anılmak. Ancak Vasıf, bu tür yapılan tiyatronun yine de temelde dramatik bir tiyatro anlayışına yaslandığı kanısındaydı. Neden? O, bunların benzetmeci olduğunu ve dolayısıyla seyirciyi oyunun içinde erittiğini, oyunla özdeşleştirdiğini (Aristo'dan gelen bir kavram vardır: "Katarsis"), arındırdığını, boşalttığını söylerdi. Bu nedenle de epik tiyatronun seyirci için hedeflediği bilinçlendirme ve onu donatma, dışarıya hazırlama işini de savsakladığını vurgulardı. Birlikte olduğumuz dönem boyunca onun reji çalışmalarını izledim hep. (O zaman da çocukluğumdaki gibi izliyordum, öğreniyordum). Vasıf, Batı'daki Brecht tiyatrosunun bir modeli gibi bakmıştı sanki olaya. Sahnelerken de galiba öyle düşündü. Yani evet, bizden öğe var, ama bir uzaklık da var seyirciyle arasında, hayır yabancılaştırma da değil bu. Şunu söyleyeyim, değiştireyim sözü.. Örneğin Almanya'ya, Fransa'ya gidip "Asiye Nasıl Kurtulur "u sergiliyorsunuz, ama oyun oradaki seyirci tarafından kendi yurtlarında yapılmış, kendi yurtlarını anlatan bir oyun gibi algılanıyor, böyle bir şey. "Keşanlı Ali Destanı "nın da yurtdışında pek çok gösterimi oldu; ama o bir Türk tiyatrosu oyunu olarak kaldı. Böyle bir yerellik, ulusallık, evrensellik tartışması yapılabilir oyunlar üzerine...

Nurhan Karadağ'ın Köy Seyirlik oyunlarını nasıl buluyorsunuz? Nurhan Karadağ, Türkiye'deki en güzel örnektir. Karadağ'ın yaptığı iş, Köy Seyirlik Oyunu'nu rimelle, dansla birleştirmek. Bu ikisi, büyük bir dönüştürmedir. İşte vurguladığım bu. Karagöz, meddah ve ortaoyunu dönüştürülmeyi bekliyor. Peki, Denizli Tiyatrosu ve de Tiyatrosu için ne söylemek istersiniz? Denizli Tiyatrosu, bir kent tiyatrosu modeliydi. Orada, o kentlilerin sanata girdirilmesi yönünde bir çaba sergiliyorduk. Denizli Tiyatrosu, tiyatro sanatının gereklerini yerine getirmesi beklenen bir topluluk değildi. Onun görevi, işlevi kentlilerin sanata girdirilmesiyle sınırlıydı. de Tiyatrosu, tiyatroda arayışları sürdürmek, bu anlamda kapılar aralamak için; ya da şimdiye dek sahnelenmiş çalışmalara, farklı bir gözle bakmak içindi. İki tiyatro, bu anlamda birbirinden çok farklıydı. Biri yüzeysel bir tiyatro hareketiydi, öteki derinliğine bir tiyatro hareketi. Tiyatroya âşıksınız... Evet, aşksız hiçbir sanat olmaz; ama tiyatro asla olmaz. Ben ustalarımdan bunu öğrendim. Halk Oyuncuları Sahnesi'nin kimseye beş kuruş borcu kalmadı. Tuncer Necmioğlu, Yeşilçam'a gider film yapar, oradan aldığı paralan getirirdi... Kime borç varsa tek tek öderdi. Aydın Engin de Umur Bugay da böyle yaptılar. O tiyatronun hiç kimseye borcu kalmadı. Ben de söyleyebilirim bunu; Denizli Tiyatrosu'nun da hiçbir oyuncusuna borcu kalmadan perdelerini kapattı. de Tiyatrosu da öyle... Onlar da benim sorumluluğumda olan tiyatrolardı. Tiyatro bir sezon daha yaşayabilsin diye GAP Televizyonu'nda haftanın üç dört günü çalışıyordum. TRT'den aldığım paraları da tiyatroya taşıyordum.

pe cy

a

Yeri gelmişken Haldun Taner'i de analım... Haldun Taner çok büyük bir tiyatro yazarı ve büyük bir tiyatro ustası. Haldun Taner'in "Keşanlı Ali Destanı "nın Türk tiyatrosunun en büyük oyunu olduğunu düşünüyorum "Ayak Bacak Fabrikası "yla birlikte... Ama bunlardaki epik özelliğin, hep yerelden yararlanan, yerele yaslanan, ortaoyunu, meddah ve gölge oyunlarımızdaki tutuma yaklaşan bir eğilimden geldiğini görüyorum. Biraz ileri mi giderim acaba, şunu da eklesem: Haldun Taner'in epik yöntemi, oyunsu bir hava içeriyordu; ama o Asiye'den önceydi. Vasıf'ın Asiye'si farklı bir reji ve oyun getiriyordu. Metin olarak da farklıydı. Apaçık bir kurguydu. Oysa Keşanlı bir öyküydü. Orada öykünün kendisi, ister istemez bir dramatik özellik yansıtıyordu. Onu, hangi yönetmen, neyle nasıl yansıtırsa yansıtsın. O zaman tabii ki o benzetmeci, benzeştirmeci duygular da işin içerisine giriyor. Oysa Vasıf 'ın oyununda öyle bir şey yok. Tamamen kurulmuş bir laboratuvar oyunu gibi...

Günümüz tiyatrosunun geleneksel tiyatromuzdan yararlanması konusunda neler düşünüyorsunuz? Yararlanmalı tabii ki.. .Sevda Şener'in Türk tiyatrosunun temelinde yer alan kitapları var. Onları romancı ve öykücülerin de okuması gerekiyor. Aynı şeyi Özdemir Nutku ve Metin And'ın kitapları için de söylüyorum. Geleneksel tiyatrodan yaralanılmalı ve geleneksel tiyatro dönüştürülmelidir. Bugün Kültür Bakanlığı, Karagöz ölüyor diye girişimlerde bulunuyor. Kurtaralım derken aynısını yapıyoruz ve iş sanat olmaktan çıkıp zanaata dönüşüyor. Bunu tiyatromuza yararlanılacak bir kaynak olarak katmalıyız.

Vasıf Öngören'in oyununda seyirci oyundan çıktıktan sonra kendisine sorular sorabiliyor, yaşadığı toplumu sorgulayabiliyordu, öyle mi? Evet, "Asiye Nasıl Kurtulur "u izleyenler, salondan kafasında sorularla çıkıyordu. Bilinç ışığını kuvvetlendiriyordu Vasıf...

Sanat yaşamında 40. yılını dolduran M. Sadık Aslankara, hâlâ tiyatroya âşık... Oyunlar yazacak, okuyacak, üretecek...


Tiyatro İstanbul'da

pe cy

a

ikinin Biri

> Beki Haleva

Kurulduğundan bu yana dramdan vodvile farklı oyun türlerini her seferinde seçkin bir oyuncu kadrosuyla başarıyla sunan Tiyatro İstanbul bu sezon seçimini güldürüden yana yapmış. Pembe Pırlantalar ve Aşkın Yaşı Yok başlıklı oyunlardan sonra yine aynı çizgide, izleyicisine hoşça vakit geçirtmeyi vaat eden, Ray Cooney'nin yazdığı, İkinin Biri (Two Into One) başlıklı fars öğeleri de içeren bir vodville karşımızda. Ray Cooney oyunlarında farsa da yer veren dünya çapında ünlü bir vodvil ustası, oyunları Rusça, Japonca ve Çince dahil olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş. Cooney yazar, yönetmen ve oyuncu kimlikleriyle kırk yıldan beri yaşamını bu sanata adamış gerçek bir tiyatro adamı. Bu üretken yazar, oyunlarını öylesine karmaşık buluyor ki yönetmen olarak bu zorluğun altından kalkmak işinin kendisine düştüğünü düşünüyor. Bu yüzden olsa gerek hem Londra'da, hem Broadway'de hep büyük başarı kazanmış oyunlarının çoğunu kendi yönetmiş. İlk olarak 1981'de sahnelenen bu oyun o dönemde kahkaha rekoru kırmış ve günümüzde de aynı şekilde güldürmeyi sürdürüyor. Son olarak geçen yıl Amerikan izleyicisini gülmekten kırmış, hatta tiyatro binası kahkahadan sarsılmış, öyle yazıyor Amerikalı eleştirmenler, ben onların yalancısıyım. Bizim seyirciyi güldürdüğüyse kesin, buna


gibi tiyatronun duayenlerinden, oyunlar, müzikaller yazmış, sayısız oyunda oynamış ve bir o kadar da oyun yönetmiş; kurduğu Dormen Tiyatrosu'yla uzun yıllar tiyatro yaşamımıza renk katmış. Ama o kendini yalnızca tiyatroyla sınırlamış bir sanat adamı değil. Yazdığı kitaplar ve çevirilerle edebiyatta, oynadığı ve yönettiği filmlerle sinemada ve son yıllarda da televizyon çalışmalarında olduğu gibi sanatın farklı dallarında kendini kanıtlamış bir isim. Bu oyunda da onun vodvil ustası olarak hünerlerini rahatça görebiliyoruz. Yavaş başlayan gittikçe hızlanan ve neredeyse hızını alamayan bir tempoyla gelişen oyunu bir orkestra şefi maharetiyle yönetiyor ve vodvil türüne özgü bolca açılıp, kapanan kapılar, girişler, çıkışlar hiç aksamayan bir ritmle sürüp gidiyor, tabii ki iyi bir oyuncu kadrosu desteğiyle. Öteki oyuncuların ve Ali Sunal'ın yanı sıra, özellikle Volkan Severcan'ın oyunu görülmeye değer, benim gibi vodvillerle çok barışık olmayanlar bile, sırf onun oyununu izlemek için de olsa bu oyuna gidebilirler diye düşünüyorum. Epey devinim gerektiren bu rolü hiç abartıya kaçmadan tüm doğallığıyla oynuyor ve izleyiciyi kahkahaya boğuyor. Ortaya çıkan gülünç durumların yanı sıra dilsel öğeler de güldürü unsuru olarak devreye giriyor. Çinli garson Wong'un kullandığı dil buna en iyi örnek. Çeviriyi gerçekleştiren Orhan Azizoğlu Türkçe'nin de elverişli yapısından yararlanarak Çince'yi çağrıştıran bir dil oluşturmuş, Sefa Zengin de bu dili aksatmadan kullanarak oyuna epey katkıda bulunuyor. Tıpkı Rus şivesiyle rahatça konuşan kat hizmetçisi Olga (Deniz Güzelmeriç) gibi. Özgün oyunda İspanyol olan hizmetçi burada Rus olmuş, Türklerin Rus kadınları daha iyi tanıdıkları düşünülmüş olmalı, ama nedense sarışın değil! Oyunun çevirisi başarılı, başlık farklı çağrışımlar yapıyor gibi geldi bana, belki de amaç o. Otel lobisinden çabucak iki otel odasına dönüşebilen çevre düzeni (Ersin Satgan) işlevsel ve sade, sahne trafiğinin rahatça yürümesine olanak tanıyor. Işık (Aytekin Saday)ve giysi tasarımı da oyunla uyum içinde. Sonuçta her bir öğesi iyi işleyen bir yapım çıkmış ortaya. Çok da gülmeyen biri olarak (yanlış anlamayın hiç gülmeyen, asık suratlı biri değilimdir, yalnızca her espriye de gülmem) bu oyunda bol bol kahkaha attığıma göre sizlerin de en az benim kadar güleceğinizi garanti ederim. Amacınız hoşça vakit geçirmek, günlük yaşamın stresinden kurtulup gülüp eğlenmekse hiç tereddütsüz İkinin Biri'ni izleyin derim

pe

cy

a

emin olabilirsiniz, ben şahidim. Türünün ustası bir yazarın kaleminden çıkmış bir yapıt, yine türünün ustası bir yönetmen tarafından sahnelendiğinde başka bir sonuç da beklemiyor insan. Epey bir zamandır sahneden uzak kalan Haldun Dormen, Tiyatro İstanbul'un sanat yönetmeni Gencay Gürün'ün bilinçli ısrarı sayesinde yönetmen olarak tekrar karşımızda. Oyunun konusu yazarın öbür oyunlarından çok farklı değil. O alışıldık çapkınlık hikâyeleri, karısını aldatan erkek, kocasını aldatan kadın, yalanlar, yanlış anlamalardan kaynaklanan gülünç durumlar/durum komedileri bu oyuna da hâkim. Perde bir otelin lobisine açılıyor. Richard Willey (Ali Sunal) hükümette görevli bir bakan yardımcısıdır, bir toplantıya katılmak üzere karısıyla geldiği otelde çoktandır düşlediği bir kaçamağı gerçekleştirmek derdindedir; başbakanın sekreterini tavlamış, iş otelde buluşmaya kalmıştır. Yardımcısı George Pigden'dan (Volkan Severcan) aynı otelde bir oda daha tutmasını ister, tabii farklı bir ad kullanılacak ve karısı (Ebru Vardal) şehri gezerken, o da sevgilisiyle (Ceren Erginsoy) birlikte olacaktır. Ancak plan elbette bu kadar kolay işlemeyecektir. Yardımcısı George bu işlerin adamı olmadığından (en azından oyunun başında öyleydi, henüz bozulmamış, masum bir adamdı) işler Richard'ın istediği gibi yürümeyecek, karısı da yaşamını George'la renklendirmeye kalkışınca çözülmesi zor durumlar ortaya çıkacaktır. Bir yandan sevgilisiyle olmak üzere tutulan odanın, karısıyla kaldıkları odanın hemen yanında olması, öbür yandan aynı toplantıya katılacak muhafazakâr bir kadın parlamento üyesinin (Dilek Demir) yine aynı otelde kalması, yardımcısının karısıyla iyice yakınlaşması, otel müdürünün (Argun Kınal) duruma müdahale etmeye kalkışması, müşterilerle iletişim kurması beklenen resepsiyon görevlisinin (Bilgehan Birincioğlu) iletişimsizliği ya da ne konuştuğu anlaşılan ne de konuşulanları anlayan Çinli garsonun (Sefa Zengin) her şeye karışmaya kalkması tahmin edileceği gibi işlerin sarpa sarmasına yol açacaktır. Bu durumlara aniden ortaya çıkan sevgilinin kocası (Gazi Şeker) da eklenince elbette iş çığırından çıkacak ve bu beklendik duruma karşın beklenmedik bir durumla yazar için bile çözülmesi zor bir düğüm atılacaktır. Yazar 1990'da bu oyunun devamı niteliğinde bir oyunla, Out Of Order'la tekrar izleyicinin karşısına çıkmış, ancak bu oyun dilimize çevrilmiş mi ya da oynanmış mı bilemiyorum. Oyunu sahneye koyan Haldun Dormen hepimizin bildiği


Çin' den Kafkas'lara - Kafkas'lardan Berlin'e:

pe cy

a

Tebeşir Dairesi

> Ece Başokur > ecebasokur@hotmail.com

Charles L. Mee' nin "Berlin Tebeşir Dairesi" adlı oyunu Karma Drama tarafından Türkiye' de ilk kez sahneye koyuluyor. Amerikalı bir yazar olan Mee, bütün oyunlarını yeniden yapım projesi (remaking project) adını verdiği bir teknik ile oluşturuyor. Yeniden yapım projesi, bir çok metin ve yazardan alıntılar yapılarak oluşturuluyor. Mee bu oyununda, Li Xing-dao'nun 13. yy.da yazdığı Tebeşir Dairesi (Hui-Lan-Ji) adlı çince eseri temel alıyor. Bu oyun Alman yazar Klabund tarafından 1924' te Tebeşir Dairesi (Der Kreidekreis) olarak yeniden kaleme alınıyor. 1945 yılında ise Bertholt Brecht yeni bir bakış açısıyla Kafkas Tebeşir Dairesi (Der kaukasische Kreidekreis) isimli eserini oluşturuyor. Almanya' da en çok sahneye konulan eserler arasında başı çeken Kafkas Tebeşir Dairesi, epik tiyatronun örnek eseri olarak gösterilmektedir. Tebeşir dairesi motifi, doğruyu bulmak, adaletin sağlanması gibi anlamlar içermektedir. Oyunların hepsinde bir çocuk, çocuğuna sahip çıkmayan, annelik duyguları zayıf olan bir öz anne ve bir de çocukla hiç bir kan bağı olmayıp çocuğa sahip çıkan bir kadın bulunmaktadır. İlk başta sahip


çıkılmayan, baştan savılıp atılan çocuk, daha sonra bir şekilde(bir sebeple) önemsenir ve çocuk kaçırıldı olur. Çocuğun öz annesi kimdir sorusuna cevap aranır. Doğruyu bulmak için bir tebeşir alınır, bir daire çizilir, tebeşir dairesinin merkezinde çocuk durur. Anne olduklarını iddia edenler tebeşir dairesinin etrafında yerlerini alır, çocuk kime giderse, gerçek anne odur. Brecht' ten önceki oyunlarda, çocuğun gerçek annesi, kan bağı olan kişidir. Fakat Kafkas Tebeşir Dairesi' nde, gerçek anne, çocuğa sahip çıkan, ona fedakarlıkta bulunan, karşılıksız sevgi veren kişidir. Brecht için önemli olan kan bağı değil, insani duygulardır.

İlk başta herkes agucuk bebecik, bebeği kandırmaya çalışsada, olay gitgide kızışır, en sonunda gözü aç ve doymak bilmeyen Pamela çirkefliğini gösterir, hedefe atlar ve çocuğu yakalar. Buna karşılık Christa' da çocuğu yakalayabildiği ilk yerinden tutar, çocuk bu ikisinin arasında bir süre çekiştirilir ve Pamela galip gelir. Bu çekişme sırasında Dulle ağlayarak ve bebeğin canını acıtmamaları yönünde yalvararak olduğu yerde kalır. Hakim; eskiden çocuğu incitmek istemeyen kim ise, çocuğa karşı sevgisini ve böylelikle gerçekten annesi olduğunu kanıtlandığını fakat günümüzde bu davranış saf karşılandığından, artık geçerliliğini yitirdiğini belirtir. Çünkü günümüzde bir şeyin elinizden alınmasına izin verirseniz, onu zaten elinizden alıp giderler. Yeni bir çağda yaşıyoruz, yeni kurallar geçerli. Saf olana yer yok artık. Bu yüzden gerçek anne, çocuğa atlayan, onu yakalayan ve elinden alınmasına asla izin vermeyen Amerikalı Pamela' dır.

cy

a

Berlin Tebeşir Dairesi' nde yine bir tebeşir dairesi, yine dairenin merkezine yerleştirilen, gerçek annesinin kim olduğuna dair karar vermesi gereken bir çocuk ve ona talip olan anne adayları söz konusu. Fakat yıl 1989, yer Berlin, duvar halen var ama oyun başladıktan kısa bir süre sonra tarihi an gerçekleşip, duvarda tarihe karışacaktır. Bu kez daire Doğu Almanya Başkanı'nın oğlu Karl Marx Honecker için çiziliyor. Duvarın yıkılmasıyla, özellikle Doğu Almanların yaşadığı şok ile, Batı' ya hücum, mağazalara hücum gerçekleşiyor. Duvar mevcutluğunu kaybedince, Karl Marx' ın anneside kendini kaybediyor. Bu esnada anne Christa çocuğunu unutur, oğlu bir anlam teşkil etmez, önemli olan Berlin' in batısına geçmek ve alışveriş yapmaktır. Bebek Karl Marx' ı birkaç dakikalığına tutmasını rica eden anne, ortadan kaybolur ve çocuk Berlin' i gezmek amacıyla gelmiş olan Amerikalı Pamela' nın elinde kalır. Pamela ne yapacağını bilemez fakat soğuk kanlılığını korur, her şeyin bir çözümü vardır, paranın çözemeyeceği sorun yoktur ve bebek için bir bakıcı tutar; Doğu Almanya'lı genç bir bayan, Dulle Griet. Bir süre sonra başkanın oğlu kaçırıldı olur ve polisler bebeğin izini aralar. Pamela ve bebek bakıcısı sonunda yakalanırlar ve mahkemeye çıkarlar.

seçerse gerçek anne belirlenecektir. Bir tanesi kan bağı olan Christa, bir diğeri parası olan Pamela, bir diğeri de çocuğa karşı sevgisi olan Dulle Griet' tir. Para- sevgi- kan bağı... hiç biri hepsine birden sahip değil, hatta her biri sadece bir tanesine sahip. Kan bağı olan Christa çocuğunu istemektedir, çünkü babası oğlu adına İsviçre Bankalarında bir hesap açtırmıştır. Komünist düzenden gelen Christa, hiçbir zaman paraya sahip olmamış olmasının, para istemediği anlamına gelmediğini, belki paraya sahip olsa çocuğa bakabileceğini savunuyor. Öte yandan Pamela, çocuğun bütün ihtiyaçlarını karşıladığını, bu yüzden gerçek annesi olduğunu savunuyor. Dulle Griet ise, bebeği gerçekten sevdiğini, aralarında duygusal bir bağ oluştuğu için "gerçek anne benim" diyor.

pe

Hakim, daha önce suç işlemiş, suç işlemenin ne demek olduğunu bilen Heiner Müller' dir. Tebeşir dairesi çizilir, bu sefer iki değil, üç tane anne vardır. Çocuk kime giderse, kimi

Epik tiyatronun bir çok özelliğini oyunda görmek mümkün. Oyunun her bölümünün başlıkları var ve seyirciye bir pankart ile her bölüm başında gösteriliyor. Seyirciye dönük konuşma, ilk sahnede maskelerle gerçekleştirilen oyun gibi yabancılaştırma efektleri göze çarpıyor. Bu yabancılaştırma efektlerinin dışında, oyunu izlemek üzere salonda yerimi alırken kulağıma yaşlı bir kadın sesi geldi. Hoparlörlerden gelen bu sese ilk başta hiç anlam veremedim, sonra bir masal anlatıldığını fark ettim. Anlatılan her ne ise tanıdık değildi


a cy

pe

ama sanki anlatılanların yarısındaydı. Yerimi alıp, oyun başladığında, tamda seyre dalmışken, beş dakika sonra ışıklar kapandı, sahnedeki oyuncular selam verdi, tereddüt içinde seyircilerle alkışlamaya başladım derken, seyircilerden bir itiraz yükseldi. Meğer ben salona girdiğim andan itibaren oyun başlamış, anlatılanlar başlamıştı. İlk sahne, soğuk duş etkisi yaratıyor. Seyirci önce duruma yabancılaştırılıp, sonra mıknatıs gibi oyunun içine çekiliyor.

Oyunu izlerken kendimi Berlin' in doğu tarafında şehir turu yapar gibi hissettim. Brecht' in Ensemble' nda başlayan oyun, daha sonra Charlie Kontrol Noktası ve oradanda Alexanderplatz'a doğru rota çiziyor. Oyunun en güzel yanı, bir olayı işlerken, bir çok konuyu aynı anda büyüteç altına almasıydı bence. Berlin Duvarı' nın yıkılmasıyla başlayan oyun sadece duvarın yıkımı ve sonrasını değil, aynı zamanda duvarın yıkılmadan önce var olan izlerinide içeriyor. Duvar' ın yıkılmasıyla değişen dengeler, Doğu Almanlar' ın Batı' ya hücum etmesi, Amerika' nın Doğu Almanya' ya hücum etmesi, Amerikan emperyalist-kapitalist anlayışları, Doğu Almanya' nın sanata bakışı ve Doğu Almanya sanatçısının dünyaya bakışı v.b.

Zengin bir dekora sahip olan Berlin Tebeşir Dairesi' nde ilk başta Çin Seddi olan dekor, daha sonra Berlin Duvarı' na dönüşüyor, duvarın yıkılması ile duvar Amerikan ürünlerinin reklamlarının asıldığı billboard olarak kullanılıyor. Oyunun akışı içindeki değişim( bir nevi tarihteki değişim) dekor ile paralel geçekleşiyor. Büyük bir titizlikle çalışılmış olan dekor ile oyun arasındaki uyum, kostümde de devam ediyor. Değişim kostümde de göze çarpıyor. Kucağında bebeği ile duvarın

yıkılmasına beş kala Christa' nın üzerinde kahverenginin hakim olduğu, dize kadar, sıradan kesimli bir elbise varken, oyunun sonlarında mini eteği, file çorapları, iddialı kıyafetiyle içindeki cevher ortaya çıkıyor. Işık ve ses oyun boyunca pürüzsüz gerçekleşiyor. Playback veya fon olarak kullanılan şarkıların zevkli bir seçim olduğunu, oyuna ayrı bir canlılık kattığını söyleyebilirim. Bu kadar Berlin ile yakından ilgili bir oyunda, Marlene Dietrich' in sesini duymamak gerçekten yazık olurdu. Şarkılar oyun içerisinde büyük önem taşır. Özellikle oyuncuların söyledikleri şarkılar. Fakat oyuncuların söyledikleri şarkıların hepsi almancaydı. Bu noktada seyirci göz ardı edilmiş. Şarkının hepsi türkçeye çevrilmese bile, en azından bir iki nakarat türkçe söylenirse, seyirci ile şarkı arasında bir kopukluk oluşmaz, bir başka deyişle bir bağ oluşabilir. Berlin Tebeşir Dairesi'ndeki kişilerin birer esin kaynağı var. Her esin kaynağının özellikleri ve meziyetleri ayrı ayrı. Heiner Müller, Dulle Griet, Pamela Dalrymple, Warren Buffet ve Erich Honecker. Tüm oyuncular rollerinin hakkını sonuna kadar verdiler. Charles L. Mee bu oyunun, hikayenin diğer yorumları ve Brecht ile bir tartışma olduğunu söylesede, ben bu fikre katılmıyorum. Bu oyun bir tartışma değil, yakın tarih ve günümüze tebeşir dairesi hikayesinin bir uyarlanışı, bir devamıdır bence. Kim bilir daha kaç tane tebeşir dairesi çizilecek dünya döndükçe... Bir yenisi çizilene kadar Karma Drama ile Berlin Tebeşir Dairesi kesinlikle izlenmeye değer!©


Faruk Boyacıoğlu ile tiyatro işletmeciliği üzerine

pe cy

a

Mal mı, Hizmet mi?

> Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Tiyatroya ilgin ne zaman, nasıl başladı.? Çok farklı bir eğitimin olduğunu biliyorum. Endüstri mühendisiyim, İzmir'de okudum. O dönemde bir tiyatro merkezi açılmıştı Izmr'de, neden tiyatro yapmıyoruz diye düşündük vee başladık. O günden beri devam ediyor tiyatro sevdam İyi bir tiyatro izleyicisi olduğumu düşünürüm, sonra da rastlantı olarak tiyatro organizasyonları yapmaya başladım. 15 yıl oldu. İnsanların öncü dediği şeyi ben yapıyordum o zamanlar. İzmir Fuarı'nda 1415 günlük bir tiyatro buluşması yapmıştık. Tiyatro ve sinema işletmeciliği üzerine master yapmak istedim. Ama bu konuda departman olmadığını gördüm. Sonra -sebebini şimdi bile anlayamadığım- İstanbul'da Kültür Bakanlığı tiyatroyla ilgilenen herkesi bir araya getirdi. Bir deklarasyon yayımlandı. Ben de işletme bilgimle, tiyatro işletmeciliği üzerine sunum yapmaya geldim. AKM'de yapılan ciddi bir organizasyondu. Tiyatro işletmeciliği konuşulurken, ürettikleri şeyin mal mı hizmet mi olduğunun farkında değildi tiyatrocular.

Bugün farklı mı? Bugün biraz farklı tabii. Gelenekle düşünmeyen tiyatro patronları var. Gelenek artık biraz daha demode ve geride.İşini doğru yapanlar var. Tiyatro işletmeciliğine yakın yerler var. Oyun Atölyesi ciddi


bir işletmedir bugün. Ali Poyrazoğlu'nun işletmeciliğini biliyoruz. Markasını sürekli turne ile tüketmemesi, zaman zaman televizyonu kullanması gibi... Orada kritik olan şu, şu an Türkiye tiyatrosunda, tiyatro sanatının üretim sorunu değil bence sorun, bu da var belki ama o ayrı bir tartışma, bunu işin kuramcıları tartışsın. Problem, tiyatro işletmecilerinin problemi. Organik olarak bağlandıkları ve profesyonel yöneticileri olmadığı için oradaki tüm problemleri kendi problemleri olarak algılıyorlar. Yaptıkları prodüksiyon, onun seyirciyle buluşması, pazarlanması, stratejisi, taktiği... Prodüksiyon çıkıyor, onun nasıl yürüyeceğine prodüksiyon kendisi karar veriyor. Bugün herhangi bir işe başlandığında "biz şu kadar salonda oynayacağız" denmiyor. "Başlayalım bakalım" deniyor. Başladığımız zaman da ne olacağını bilmediğimiz bir serüven yaşıyoruz.

Devam senaryosunu prodüksiyon ayağındakilerin üretmesi gerekmez mi? Benim onları yönetebilmekten öte, sağlıklı önermelerimin olması gerekiyor. "Bunu böyle yaparsak bizi başka bir yere götürür." diye başlayan sağlıklı önermeler kurulabilse şu an yine "Açık Tiyatro" bence Kubilay'sız ya da Lale'siz de devam ediyor, seyirciyle aynı şiddette buluşuyor olurdu. Peki, ürünün pazarlama ayağında yer alırken, bir süre sonra üretici konumuna geçtiniz, bu kararı neden verdiniz? Ayrışmasını söylerken siz birleştirmiş olmadınız mı? Biz şöyle düşündük, bir organizasyon gücümüz var, tüketicinin nabzını biliyoruz işi doğru pazarlayabileceğimiz ve kendi risklerimizi minimize ederek daha fizıbıl bir ekonomi yaratacağımız gibi bir algımız vardı en temelinde. Ama bu emperyal bir tutku değildi. Zeten bizim ilk prodüksiyon ayağımızda "Azizname" vardı. Çıkmış olan bir şeydi. Bir tiyatronun risklerini satın alır gibi devam ettik. Bu benim her zaman bir tutkumdu. Üretim tarafının

pe cy a

Sen bu birikime gelene kadarki süreçte, turnelerle, organizasyonlarla uğraştın, biraz gözlemlerinden bahseder misin? Neler yaşandı, yaşanıyor? Önce bu turnelere büyük bir hayranlıkla başladım. Çok seviyordum. Hepsi çok büyük ustalardı, her adımda çok şey öğreniyordum. Turnecilik büyük bir sevdadır. Bütün Türkiye'yi gezdim. Şu an nerede ne olur biliyorum. Ama problemler vardı ve herkes ne olup bittiğinin farkındaydı. O günlerden bu günlerin stratejileri kurulabilirdi. Ama benim o anki aklım ve bilgim böyle bir noktada değildi ve seneye herşey daha iyi olacak diye bakıyordum. Bence burada büyük bir suç ortaklığı var. Bu işin yapıcılarıyla, tasarlayıcıları ve uygulayıcılarının suç ortaklığı var. Bilerek yapılmış bir şey değil tabii bu. Oradaki majör kararlarının eksik olduğunu düşünüyorum.

kişiye yüzde elli indirim işi başka bir hale getirdi. An geldi yaptık. Bugün bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Büyük bir hız ve aşkla işimizi yaparken turnelerin sayısı arttı, biz işe bir girelim diyorduk. Sonrasında bu girmeler ve çıkmalar o kadar çoğaldı ki, o kadar çok performansı tüketiciyle buluşturma sevdasına girdik ki, orada ipin ucu kaçtı bence. Biz seyirciyi aynı anda çoklukla ve değişik bilet stratejileriyle karşı karşıya bıraktık. Son beş yıla bakalım, her sene mutlaka pazarın yapıcıları arasında pastanın önemli bölümünü alan bir prodüksiyon çıkıyor. "Olağan Mucizeler" diye bir iş çıkıyor. Lale Mansur, Kubilay Tunçer ikisinin de mevcut yapıya ilişkin geleneği yok. Mayıs'ta çıkıyorlar, İngiltere'ye gidip oyun sahneliyorlar, döndüklerinde o sene biz pazarın büyük kısmını alıyoruz. Ful oynuyorlar... Ama şu anda Açık Tiyatro diye bir tiyatro yok. Demek ki ben hatalıyım. Ben onlara bir devam senaryosu yazamamışım. Suçluyum.

Bu suç ortakları kimler? Ben organizasyon ayağı olarak bu suç ortaklığında kendimi algılıyorum. Mesela kültür-sanat hayatına toplu bilet diye bir şey soktuk. Bu bir taktiktir. Ama bir bilette herhangi bir


da değerli olduğunu düşündüm. Ama biz bir tiyatro eğitimi almadık. Sadece izleyiciydik. Hatta kirli bir izleyiciydik, çünkü her şeyi izliyorduk. Denedik ve boyumuzun ölçüsünü aldık aslında. "Azizname"den sonra Uluslararası Tiyatro Fetivali'nde "Kadınlar Devleti"ni denedik. Sonra devam ettiremedik. Ben orada bir majör karar olduğunu düşünüyorum. Bütün bunlar olup biterken biz durduk. O gün dedik ki, "masanın üzerindeki kül tablasını konuşmayalım, masayı konuşabileceğimiz bir şey yapacaksak konuşalım" Bundan sonra organizasyonları nasıl yapacağımızı konuşalım. Tiyatro buluşmalarının ideolojisinin mekaniğinin kurulduğu günler o günlerdir aslında. Dolayısıyla bizim geldiğimiz noktada bugünkü stratejimiz, mekaniğimiz şudur: Ben mevcut olan yapıların yanına, yeni tiyatrolar, yeni tiyatrocular, yeni kimliklerin gelmesi gerekliliğini pazarın vazgeçilmezi olarak görüyorum. Mevcut olan yapıcılara, yeni prodüktörler eklenmek zorundadır. Eklenmediği taktirde, sanki Türkiye tiyatrosu şu kadardan mütevellit gibi algılanacak ve bu erozyon gittikçe büyüyecektir. Ben 2006-2007 yıllarını çok parlak sezonlar olarak görüyorum.

cy a

Bu öngörünü neye dayandırıyorsun? Çünkü bana göre kötü bir durum senaryosu var, burada herkes bir çıkış yolu arayacak. Ben burada ahkam keser gibi konuşurken, aslında insanların kendi kişisel kariyerlerine ilişkin riskler taşıdığım da biliyorum. İki tane üç tane tiyatroda işlerin iyi gitmesi Türkiye tiyatrosunda işlerin iyi gittiği anlamına gelmiyor. Önemli olan varolan tüketiciyi yeni yapımlarla birlikte ikiye, üçe, dörde katlamak. Ben hep söylüyorum tiyatrolar işletme olarak rekabet eden kurumlar değil, yandaş kuruluşlardır. Yan yana üç tane tiyatro dolu oynasa dördüncü tiyatronun soluk alma ihtimali ortaya çıkıyor. Ama bunun böyle algılanmadığını düşünüyorum. Çok seslilik arayışının çok değerli olduğunu düşünüyorum. Buradan yani hem avangarttan hem de popüler işlerden bir şekilde seyircinin canlı performansa geri döneceğinden eminim. Dünyada da böyle. Çok eminim.

pe

Nasıl emin olabilirsin? Şunu görüyorum: İyi bir şey yapıldığı taktirde tüketiciyle buluşacağını ve o tüketicinin artacağını biliyorum. "Yıldızların Altında" diye bir iş yapıldı, popüler bir iş. Tiyatro konuşurken bunu önermek doğru olur mu, olmaz mı bilmiyorum, ama

sahne varsa, seyirci içeri giriyorsa, böyle bir ritüel gerçekleşiyorsa, oynayanla seyirci arasında bir ilişkilenme söz konusudur. Ama bugün Fil Yapım'ın, Mustafa Oğuz'un yaptığı gibi işler çoğaldıkça bu işlerin bir kar makinesi gibi diğer işlerin önünü açacağını düşünüyorum. Sonuç olarak, tiyatroların işletme ve pazarlama sorunlarını aşmak için, bu sorunlara çözümler bulmak için, geleneksel yapılarını terk edip hızla profesyonelleşmesi gerekir diye özetleyebilir miyiz? Bence, böyle bir özetin sakıncası yok, sanırım böyle de olacaktır.


pe cy

a

Söke'de Bir Tiyatro Sınıfı

> M. Sadık Aslankara

Söke, Nazilli'yle birlikte Aydın'ın iki büyük ilçesinden biri. Yalnız Aydın ya da bu iki ilçe değil, Ege'nin çok büyük bölümü tiyatroyu nice önceden tanıyor. Sahnelerimizdeki oyunların çok büyük bölümünün sergilenebildiği yöreler... Bu bağlamda enikonu görenek, seyir terbiyesi oluşturmuş, incelmiş ilişkilerin, karmaşıklaşmış toplumsal yapının egemen olarak öne çıktığı bir yurt köşesi... Andığım yörede bu tür etkinlikler, İzmir merkezli bir zenginliğin uzantıları olarak, cumhuriyetten önce başlıyor, cumhuriyetle birlikte yön değiştirerek sürüyor... Cumhuriyet, yeniden yapılanma yönünde bir hedef gösteriyor tiyatroya. Bu yaklaşım 1950'lere dek İzmir'de yoğun gündemle sürüyor, çevresini de bu yönde etkiliyor... Gerçekten Söke'de 1940'larda Halkevinin çakar almaz çalışmalarından 1950 sonralarından başlayarak kimi okulların sahne çalışmalarından söz edilebilir elbette, ne ki bunlar arasında dişe dokunur örnekler göstermenin olanağı yok!


Hep kişisel çabalar olarak almak gerekiyor bunları... Kimlerdi Söke'de tiyatro için ter dökmüş, emek vermiş insanlar? Bir iki kişinin adı öne çıkmakta gecikmiyor elbette, ne ki bu çabalayış yeterli olamıyor çalışmaların sağlıklı temele oturabilmesinde. Kaldı ki İzmir Şehir Tiyatrosu girişiminin sonuçsuz kalması, Devlet Tiyatrosu temsillerinin düzenlilik içinde sürdürülürken, bağımsız tiyatro yapmaya girişenlerin kendilerini işlevsizleştirilmesi, açılan Ege Üniversitesinin hiçbir sanat bölümü içermemesi, İzmir Fuarı'nın gide gide panayır havasına kaydırılması, İzmir'i kendilerine kültür başkenti seçmiş tüm Ege illeriyle ilçelerini olumsuz yönde etkiliyor.

Kimi çalışmalar konusunda yalnızca bilgim olurken, kimilerinin doğrudan tanıklığını yaptım diyebilirim. Ama tiyatronun başını çeken insan değişmedi: Hüseyin Akkaya. Ben, onu Denizli'de başlattığımız, bugün yerel yönetimce Uluslararası Amatör Tiyatro Festivali olarak sürdürülen Amatör Tiyatrolar Şenliğinin ilk etkinliklerinden birinde tanıdım... Disiplini dikkatimi çekmişti Akkaya'nın. Peşine takılan, heyecanları dışlarına taşan genç insanlarda nasıl bir tiyatro tutkusu yaratmış olduğunu gözledim. Bu özellikleri bile tek başına dikkat çekmeye yetiyordu doğrusu... Son olarak Ekim 2004'te bir etkinlik için Söke'ye gittiğimde bu kez de Söke Belediyesi Şehir Tiyatrosu kuruluşuna geçildiğini, Hüseyin Akkaya'nın da Söke'de tiyatro yapmak amacıyla yine var gücünü ortaya koyduğunu öğrenince merakım iyice arttı. Arayıp buldum Akkaya'yı, çevresini kuşatan, gözleri çakmak çakmak tiyatro için yanıp tutuşan genç insanlarla tanıştım.

cy

a

Böylelikle Ege, üretmeyen, ancak dışarıdan gelen sanatsal verimlerle yani yapay solunumla ayakta durmaya çalışan bir yapıya bürünüyor zaman içinde...

kendini göstermekte gecikmiyor elbette. Nitekim Söke'de son yirmi yıldan bu yana yapılan tiyatro çalışmaları, bir biçimde hep ulaştı kulağıma.

pe

Bütün bu olumsuzluklardan Söke de payını alıyor hemence. Özellikle 1960'lar boyunca turne için gelen tiyatro topluluklarının sıcak ilgiyle karşılandığı, nitelikli seyircinin görece varlığını koruduğu önemli bir merkez. Samim Kocagöz'ün, Kocagözler gibi sanata, kültüre değer veren öteki ailelerin etkili olduğu bir yer. Ama 1970'lerden 80'e ulanan dilimde, Türkiye'nin pek çok yöresinde görüldüğünce Söke'de de kentlilerin sanatsal üretim tepkelerinde büyük geri çekilme yaşanıyor. 1980 sonrasında yaşanan karanlık yıllarda onca baskıya karşın, demokratik hakların kullanımı, kültürel etkinlik, sanatsal yaratım, bu yönde kişisel yeteneklere fırsat tanıma biçiminde ortaya çıkan canlanma, büyük heyecan yaratıyor insanlarda. Gerçekten de bu yönde olağanüstü bir toplumsal, bireysel tepke gelişimi, kentlilik bilincinde bir yükseliş gözlenebiliyor söz konusu dönemde. Özellikle Ege'de başlayan bu duyarlı tutum Söke'de de

Anlaşılıyordu, Hüseyin Akkaya, Söke'deki o uzun yolculuğunu sürdürüyordu demek. Bu tiyatroyu daha fazla ihmal edemezdim artık! Son yirmi yılını düşündüm Söke'deki tiyatro hareketinin. Hacı Halil Paşa Halk Kütüphanesi'nden Söke Amatör Tiyatrosu'na kadrosu sürekli değişse de bir biçimde hep süren bir oluşum... İlk çalışma, Anadolu'nun pek çok kentinde sergilenen Ali Yörük'ün Çatallı Köy adlı oyunu. Henüz bir adı olmadığı gibi, yönsemesinde de belirsizlikler kol geziyor başlangıç aşamasındaki çalışmalarda.


1982'de sergilenen Çatallı Köy'ün ardından Cevat Fehmi'nin Göç'üne çalışıyorlar, 1983 sonlarında bu kez Göç sergileniyor. Çalışmalar sırasında gençler, güven verici kişiliğiyle, birleştirici yanıyla Hüseyin Akkaya'nın çevresinde birleşiyorlar. Süreç içinde kimi teknik işlerde bir yardımcı da geliyor Akkaya'nın yanına: Cemalettin Yeşilova... Ardından başka başka oyunlar çıkarılıyor, yıllar yıllara ulanıyor... Sonuçta yirmi yılı aşkın emek, bir çığ gibi her yıl biraz daha büyüyüp gelişerek, kök salarak bugünlere geliyor... Söke'de gereken yankı yaratılmıştır artık, çünkü kentliler de ayırdındadır bu çalışmaların. Cemalettin Yeşilova, Sökeli gençlerle yapılan çalışmaların değerini vurgulamak, belki de belgelemek anlamında Söke Ekspres gazetesinde, "Bu insanları kahve köşelerinden ve zararlı alışkanlıklardan kurtarıp böyle yararlı bir faaliyete yönelttiği için" (26.4.2001) tiyatronun yöneticilerini kutluyor. 2004'te Söke Belediyesi Şehir Tiyatrosu Yönetmeliği hazırlanıyor. Belediye meclisinde onaylanıp yürürlüğe giriyor, böylelikle Söke'de tiyatroya şimdilik bir "ad" verilmiş oluyor. Belediyenin nikâh, çeşitli oturum vb. etkinlikler için kullandığı salon topluluğun kullanımına sunuluyor. Bunda Belediye Başkanı Necdet Özekmekçi'nin, Belediye Başkan Yardımcısı Hatice Sarınç'ın, belediye encümeni ve kültür komitesi üyesi Sevim Şahin'in büyük katkıları söz konusu.

Aydın Belediyesi Şükran Güngör Sahnesinde Gogol'den Haluk Işık'ın yorumlayıp yönettiği Palto adlı o çok düzeyli çalışmasının genel prova bağlamındaki sahnelerinin basına sunumunu izlemiş, zaman yitirmeksizin Söke'nin yolunu tutmuştum. Bir sınıfa girmiştim sanki... Genç bir enerjinin buram buram tüttüğü... Tiyatro yapmak için çaba harcayan, cıvıltılar içinde Hüseyin Akkaya'nın çevresini sarmış gençler, gerçekten de bir şenliğe dönüştürmüşlerdi salonu... Bir arkadaşlarının yazdığı, kuma sorununu işleyen oyuna çalışıyorlardı. Fatih Akkentli'in Yazgı adlı oyununu, Hüseyin Akkaya yönetiyordu her zaman olduğu gibi. Kendisine teknikte yardımcı olan arkadaşları İlhan Kaya, Cemalettin Yeşilova, Şükrü Ateş de yanındaydı. Sonra iki düzine Söke'li genç... Her kesimden, her yaştan, her okuldan hatta her meslekten... Yasemin Yavaşoğlu, Bektaş Aktaş, Zehra Kazıcı, Ece Erkavasoğlu, Hakan Dinçsoy, Gökhan Aktarmacı, Faik Polat, Ahmet Yürekli, Beyhan Özçelikman, Mine Üzümcü, Gamze Dinçsoy, Cemile Kaya, Halil Söyler, Egemen Sercerman, Semra Demirtosun, Fatih Akkentli, Deniz Çağlaş, İbrahim Dilber, Veysel Baydar, Ali Bosnalı...

cy a

Akkaya'yla arkadaşları, bu kez yeni bir çatının altında toplanıyorlar. Ne ki Sökeli gençler, salona kavuşmuşlardır kavuşmasına ya, tiyatro için donanımı olan, sahnesi buna uygun bir yer biçiminde düşünülmemeli yine de bu! Belki de asıl şimdi başlıyor genç Sökelilerin kent tiyatrosu kavgası!

İşte tam bu dönüşümlerin yaşandığı günlerde Söke'deydim, provada yakaladım gençleri...

Bana öyle geldi ki, gençlerin bitmez tükenmez enerjisi Söke Belediyesi Şehir Tiyatrosu salonundan da taşıp Söke semasını doldurmuştu.

pe

Oturdum bir köşeye onları izledim... Geleceğe doğru alacakları yolu düşledim..


Şakir Demirpehlivan 18 yıldır çocuk tiyatrosu yapıyor

pe

cy a

Sponsor Çocuk Tiyatrosu

> Duygu Atay > duyguatay@tiyatrodergisi.com.tr

Özel çocuk tiyatroları yıllardır çeşitli ekonomik sorunlarla boğuşurken, sponsor olmadan ayakta kalmaya çalışırken, Şakir Demirpehlivan "Pınar Kido Çocuk Tiyatrosu" ile 18 yıldır hem İstanbul'da hem de bütün Anadolu'da rahatlıkla oyunlarını sergiliyor. Diğer grupları açıkçası kıskandıran bu durumu ve çocuk tiyatrosunu Pınar Kido Çocuk Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Şakir Demirpehlivan'la konuştuk. Sayın Şakir Demirpehlivan, Pınar Kido Çocuk Tiyatrosu'nu uzunca bir süredir İstanbul'da yürütmektesiniz. Aslında bu tiyatro önce İzmir'de kurulmuştu, oradan buraya yatay geçiş yaptınız, ne zaman oldu bu? Pınar Çocuk Tiyatrosu 1987 yılında İzmir'de kuruldu. O yıllarda sponsor tiyatroları daha yoktu. Yani ilklerden biriyiz. Kurulduğunda sadece İzmir ve Ege yöresine hitap ediyordu. Bundan yaklaşık 7 yıl önce İstanbul'da şube açmaya karar verdik. 1998 yılında geldiğimiz Akatlar Kültür Merkezi'nde yaklaşık 7 yıldır oynuyoruz.


İzmir'de de devam ediyor. Ekim ayında sezonu açıyoruz iki ayrı oyunla. Biri İzmir'de biri İstanbul'da. Yazın da bizi izleme olanağı olmayan bölgelere turneler yapıyoruz. 18 yıllık tiyatro maceramızda gitmediğimiz sadece Çankırı kalmış. Niye oraya gitmemişiz bilmiyorum ama Edirne'den Hakkari'ye kadar her İl'e bu arada Urfa'ya da 7 defa gitmişiz. Oradaki çocuklar bizi artık tanır oldular. Mesela Malatya'da "Aaa yine Pınar Çocuk Tiyatrosu gelmiş" diyorlar. Aslında çocuk tiyatrolarının turne yapması pek de alışılmış bir olay değildir. Sizin burada Akatlar'da yerleşik durumunuz varken neden turne yapma ihtiyacı duyuyorsunuz, yeri olmayan tiyatrolar gibi? Akatlar'daki sezon Mayıs ayında bitiyor. Yazın ise Pınar'ın bütün illerde örgütlenebilen, bayi teşkilatı var. Bu bayilerden gelen talepler, tiyatrolarım kendi illerinde de görmek istedikleri yönündeydi. Böyle bir istekten dolayı bu gelenek doğdu. Yani bölgeler organize ediyorlar. Tabii, biz organizasyonla ilgili önce bölgeleri tespit ediyoruz, bayilerle konuşuyoruz ve bir yön tespit ediyoruz. Örneğin Karadeniz bölgesi, İç Anadolu bölgesi gibi. Bölge bölge, günde iki oyun oynayarak dolaşıyoruz. Yani biz gittiğimizde davetiyeler dağıtılmış organizasyon hazır olmuş oluyor. Davetiyeleri orada kenar mahallelere kadar dağıtıyorlar. Bu şekilde hiçbir seyirci sıkıntımız olmuyor.

Bu durumu diğerleri için söylüyorsunuz sanırım, çünkü sizin böyle bir zorluğunuz yok. Pınar olarak yok ama gişe açtığımda diğer arkadaşlarım gibi aynı zorluğu ben de yaşıyorum. Bu yıl Olivium ve Profilo'daki açtığım gişeleri büyük zararlarla kapattım. Beni ayakta tutan Pınar Çocuk Tiyatrosu'nun sağlamış olduğu ekonomik güvencedir. Buradan yola çıkarak şöyle bir saptama yapabilir miyiz? Sponsor olmadan ne yetişkin tiyatrosu ne de çocuk tiyatrosu yapmak mümkün. Ne yazık ki, bu doğru bir cümle. Yani mutlaka bir desteğin olması gerekiyor. Destek olmadığı sürece tiyatronun yaşaması çok zor. Ödenekli tiyatroların diğer profesyonel gişe açan çocuk tiyatrolarının uyguladıkları fiyat politikası bakımından önünü kestiğini düşünüyor musunuz? Düşünüyorum da, aslında özel tiyatrolardaki kan kaybının niteliksizlikten kaynaklandığına inanıyorum ben. Türkiye'de çocuk oyunu çok yazılmıyor. Yazarlar bu konuda teşvik edilmiyorlar. Çünkü bir kere yazarlara telif ödenmiyor, telif almayınca da yazarlar çocuk oyunu yazmak istemiyor. Bunun yanı sıra standart çocuk oyunu fiyatları on milyon. Bir aile, anne baba ve iki çocuğuyla tiyatroya geldiğinde kırk milyon ödemek zorunda. Bir de yemek, yol gibi giderleri dahil edersek aile o gün yüz milyonu cebinden çıkarmak zorunda kalıyor.

a

O zaman bu oyunların Pınar'a parasal bir getirisi yok. Hayır, bunu bir kültür hizmeti olarak yapıyor. Yani ürün satıp da tiyatroya girmek gibi bir zorunluluk yok. İsteyen her vatandaş davetiyesini alıp oyuna geliyor.

aslında Şakir Demirpehlivan'ın çocuk tiyatrosuna bakışını öğrenmek istiyorum. Çocuk tiyatrosu çok zor bir alan. Pınar Çocuk Tiyatrosu aracılığıyla biz bu zorluğu kolaya çevirmeye çalışıyoruz. Türkiye'de Çocuk Tiyatrosu'nun yanı sıra yetişkin tiyatrosu da ne yazık ki kan kaybetmekte. Bu kan kaybedişin bir sürü nedenleri var. Kişisel olarak ben de kendi tiyatromu kurduğumda zaten her topluluğun yaşadığı seyirci bulma zorluğunu yaşadım. Son yıllarda seyirci iyice yok oldu. Nereye gitti bu seyirci diye bir sürü araştırmalar yaptık. Kredi kartları da bence seyircinin azalmasında önemli rol oynadı. İnsanlar bütün giderlerini bu kartlarla yapmaya başladılar. Sonra bir de dönüp baktılar ki, bütün paraları kredi kartlarına gidiyor.

cy

Peki oyunun sonunda bir şey dağıtılıyor mu? Tabii, Pınar'ın ürünlerinden her seyirci çocuğa mutlaka bir şey veriliyor. İlk kurulduğumuz yıllarda tiyatronun adı Pınar Çocuk Tiyatrosu'ydu sonra isim değiştirdik Pınar Kido olduk. Kido'da çocuklara ait ürünler anlamına geliyor. Yoğurt, süt, puding gibi özel olarak çocuklar için üretilen ürünler. Bizim bu bölgesel turnelerimizde ulaştığımız çocuk sayısı 30 ile 50 bin arasında değişiyor.

pe

Pınar Kido Çocuk Tiyatrosu'nun tanımını yaptık. Şimdiye kadar ne işler yaptığını da öğrendik. Biraz da genelden söz edelim. Siz tiyatroya doğrudan çocuk tiyatrosuyla mı başladınız? Evet, sayılır. Ben önce Bursa Devlet Tiyatrosu'nda çalışmaya başladım. Ailemden dolayı tiyatroyla bir ilişkim vardı. Daha sonra İzmir'de profesyonel olarak ilk çocuk tiyatrosunu kurduk. Ama gişe açmak imkansızdı bu yüzden sponsor olarak Pınar'la anlaştık. Bununla birlikte yine daha sonra beş yıl Ziraat Bankası ve Halkbankası çocuk tiyatrolarını kurduk. Yeni Asır Gazetesi ile tiyatro yapmaya başladık.

Sonra da hep çocuk tiyatrosunda kaldınız... Hayır, ama Pınar olarak asıl hedefimiz çocuklara yönelik işler yapmaktı. Pınar Çocuk Tiyatrosu öncelikle ilköğretim çağındaki çocuklara yönelmekle birlikte istek üzerine yaş durumunu yuvalara kadar indirdik. Anaokulu çocuklarına da hizmet vermek için anaokulu eğitim projesi dediğimiz bir kukla tiyatrosu yaptık. Bu da ilklerden biridir. Tabii ki kukla tiyatrosunu biz keşfetmedik ama Anadolu'ya biz taşıdık. Orada hiç kukla görmemiş çocuklar vardı, hiç tiyatro izlemeyen çok çocuk olduğu gibi. Mesela biz gittiğimizde canlı mı acaba diye elleriyle bize dokunmaya çalışıyorlardı. Pınar Kido Çocuk Tiyatrosu'nun yanı sıra kukla tiyatromuz da dört yıldır devam ediyor. Ama tiyatro oyunlarımızdan da hiç ödün vermedik, oyunları azaltmak yerine günden güne çoğalttık. Şimdi de bir gençlik tiyatrosuna doğru bir geçiş yapar mıyız onu bilmiyorum. Söz dönüp dolaşıp Pınar Çocuk Tiyatrosu'na geliyor. Ben

O zamanda bir bölgeleşme durumu ortaya çıkıyor. Nişantaşı, Etiler, Akatlar gibi lüks semtlerde oturan yüksek gelir grubuna ait aileler çocuklarını tiyatroya getirebiliyorlar. Zeytinburnu gibi daha kıyıda köşede kalmış semtlerde tiyatrodan yoksun kalıyorlar. Bu saptamayı doğru buluyor musunuz? Evet ve bu son derecede acı bir şey. Ödenekli tiyatrolar da bu varoş dediğimiz bölgelerde sahne açarak kısmen bu durumu değiştirebilirler mi? Ödenekli tiyatroların çok da oyunları yok aslında. Gazetelerin hafta sonu eklerine baktığınızda bir sürü çocuk tiyatrosu görüyorsunuz. Biz seyirciyle yaptığımız anketlerde şunu yakaladık. Seyirci "tamam ben oyunlara geleyim, otuz, kırk milyon da para vereyim ama sahnede güzel bir şey görmek isterim " diyor. Bunu göremeyince de tabii gelmiyorlar. Ödenekli tiyatroların iki milyon liraya oynadığı bir durumda seyirci bu kadar parayı özel tiyatroya verip bir de kötü bir şey görünce birden bire tiyatrodan soğumalar başlıyor. Ama bir elemede bu durum kaçınılmazdır, yaşayan yaşayacaktır diğerleri elenecektir. Kalanlar da iyi olursa önümüzdeki yıllara tiyatrolarını taşıyabilirler diye düşünüyorum. İyi oyunlar yapabilmeleri için artılar da var aslında. Örneğin, Özel Tiyatrolara Devlet Desteği var. Her ne


Tamam ben cevabımı aldım. Eğer almış oldukları destekleri tiyatroya yansıtmış olsalardı, dekorları, kostümleri iyi ya da telifi ödenmiş bir oyun görebilirdik. Ben burada birtakım arkadaşlarımı suçlamak istemiyorum ama yazan, yöneten, dekor, kostüm, oynayan aynı isim olursa ben o tiyatroya biraz kuşkulu bakarım. Şimdi gelelim repertuvara. Pınar'ın size oyun seçiminde herhangi bir müdahalesi oluyor mu? Hayır, repertuvarı ben oluşturuyorum. Bugüne kadar herkesin aklında bir soru vardı. "Pınar acaba oyunlarda yoğurt, süt gibi kendi ürünlerini öne çıkartacak girişimlerde bulunuyor mu?" Hayır, çünkü bu ters tepen bir reklam olur. Devlet Tiyatrosu'ndan, Şehir Tiyatrosu'ndan, yurtdışından aldığımız oyunlar oldu. Bu arada Grips'in bir iki oyununu oynadık. Haluk Işık'ın "Mavi Pullu Balık" oyunu hiç yoğurtla, sütle ilgisi olan bir oyun değildir. Ülker Koksal'ın "Sırça Köşk", Shakespeare'in "Fırtına" oyununu oynadık. Çocuklar için uyarlanmış bu oyunla büyük bir Anadolu turnesi yaptık, Güney Doğu Anadolu'ya kadar gittik. Oradaki çocukları Shakespeare ile tanıştırdık. Yani Pınar'ın bu anlamda repertuvara müdahalesi söz konusu değildir. Bir eseri seçtiğimizde sezon başında birkaç alternatifle birlikte toplantıya giriyoruz. Bizim seçtiğimiz eserler konusunda onları ikna ediyoruz. Bir önceki yıla göre daha farklı bir oyun öneriyoruz ve bu da genelde kabul görüyor.

S o n olarak şunu sormak istiyorum, arkasında böyle bir sponsor desteği olmadan gişe açmak isteyen genç tiyatrocu arkadaşlarımıza ne önerirsiniz? Türkiye bir geçiş dönemi yaşıyor, bu çok sancılı bir dönem. Sinemacılar bu işi halletti, biz tiyatrocular bir türlü bir araya gelip sorunlarımızı tartışmadık bile. Aslında sorunun ne olduğunu herkes biliyor ama buna çözüm üretebilmek için bir araya gelmek gerekiyor. Ne yazık ki bir araya gelemedik, geldiğimizde de birbirimizi yedik. Zor meşakkatli bir şey çocuk tiyatrosu yapmak. Ben yaşım ve işim gereği sadece herkese kapımızın açık olduğunu söylemek isterim. H e m bizim birikimimizden hem de depolarımızdan, kostüm olsun, ışık olsun her türlü teknik destekten yararlanabilirler, yardıma açığım. Yeter ki arkadaşlar doğru tiyatro yapsınlar. İyi yönetmenlerle, iyi yazarlarla, iyi oyuncularla çocuk tiyatrosu macerasına başlarlarsa başarılı olacaklarına inanıyorum. Ama şu an ülkemizde yaşanan bir kriz var, bir sürü duayen ablamız, abimiz tiyatrolarını kapatıyorlar. Yine de umudumu kesmiyorum, inşallah perdeler kapanmaz diyorum.

pe

cy

18 yıllık bir süre uzun bir zaman dilimi. Bu süre içinde sürekli çocuk tiyatrosu yapmak size pek çok deneyim kazandırmıştır. Aynı süre içinde hep İstanbul'da kalan bir topluluğa göre çok fazla deneyiminiz var, çünkü siz sürekli Anadolu'ya gidiyorsunuz. İstanbul'daki çocuk seyircilerle Anadolu'dakileri karşılaştırdığınızda bize neler söyleyebilirsiniz? Çocuk her yerde çocuktur. Çok büyük bir fark yok. Akatlar'daki seyircinin coşkusuyla, Hakkari'deki çocuğunki aynı. Ama tabii ki, bir sosyal, ekonomik farklılık göze çarpıyor. Tiyatro izleme konusunda büyük bir istek var ikisinde de ama buradaki çocuklar tabii ki daha disipline olmuşlar. Tiyatroda nasıl davranılacağı konusunda bilgi sahibiler. Anadolu'daki çocuk ise daha aç, daha saldırgan. Ama bu saldırganlıklarını hoşgörüyle karşılamak zorundayız. Çünkü sık tiyatro izlemiyorlar, tiyatronun nasıl bir şey olduğu konusunda bilgileri ve görgüleri yok.

Ama son derece doğallar değil mi? Oyun sırasında Akatlar'daki AB gelir düzeyinden olan bir çocuğun tepkisiyle Hakkari'deki çocuğun tepkisi aynı. Örneğin, eski Harran Üniversitesi'nin yıkıntılarında oynadığımızda müthiş bir coşkuyla karşılaştık ki, seyircilerin tümü daha önce hiç tiyatro izlememişlerdi. Bu 18 yıllık deneyim sırasında beni en çok mutlu eden şey, milyonlarca çocuğa ulaşmamız oldu. Turneler, hafta sonları ve hafta arası yaptığımız gösterilerle çok sayıda çocuğa ulaştık. Çocukları mutlu ettiğim için kendimi mutlu, sürekli onlarla birlikte olduğum için de genç hissediyorum. Oysa çok büyük darbeler de yedik, kendi açtığımız tiyatro battı. Zeytinburnu'nda 230 milyarlık bir yatırım yaptık ki bu özel tiyatroların yapabileceği bir miktar değil, ama bir yıl bile sürdüremedik. Seyircinin olmaması daha doğrusu tiyatrodan soğumuş olması bize o salonu kapattırdı. 18 yıllık deneyimde beni mutlu eden başka bir şey de Hacettepe Üniversitesi'nin ve Devlet Konservatuvarları'nın öğrencileriyle, daha onlar okullarını bitirmeden çalışmaya başlamış olmamız. Onlar stajlarını bizde yaptılar, biz aynı zamanda bir staj sahnesiyiz. Bunların içinde şu anda Türkiye'de çok iyi yerlere gelmiş sanatçılar var, onlarla birlikte çalışmış olmaktan da büyük mutluluk duydum. Geçenlerde bizim 15. yıl yemeğimiz olmuştu, Türkiye'nin her yerinden, bizden yetişen arkadaşlar geldiler. Bizim atölyemizden yaklaşık 250 sanatçı, 100 kadar da teknik eleman gelmiş geçmiş. Daha uzun yıllar bu şekilde devam etmesi için mücadele ediyoruz.

a

kadar bu miktar az da olsa aldıkları parasal desteği, yaptıkları oyunlara yansıtabildiklerini düşünüyor musunuz? Hayır.

Sohbet için teşekkür e d e r i m ©

Sahne sanatları Etkinlikleri Ltd. Şti. Belediye İşhanı Batı Blok Kat : 5 İzmit / Kocaeli Tel - Fax: 0262 324 10 90 e- mail: kbtss@ttnet.net.tr


a

cy

pe


Kitap Tanıtım 500 Oyun Mitos/Boyut yayınları, yıllardır büyük bir özveriyle yayımladığı tiyatro kitaplarının sayısını 273'e yükseltti. Kitapların içinde 140 oyun yazarından 500 oyun oyun var. Bunların yanı sıra,tiyatro ile ilgili olanlara,tiyatroculara,kuramcılara başucu kitabı hizmeti verecek 60 da kuramsal yapıt bulunuyor. Bu kitapların neler olduğunu bir kalemde görmek,ulaşamadıklannı bulmak isteyenler için,çok yararlı bir katalog hazırlamış Yılmaz Öğüt. 500 oyun başlığıyla, Mitos/Boyut Yayınlarını satan kitapçılardan ücretsiz edinmek olası. Katalog Oyunlar,Tiyatro-Kültür Dizisi olarak ikiye ayrılmış, sonuna bir de yazar adlarına göre Dizin eklenmiş. Bertolt Brecht-Bütün Oyunları Dizisi için ise, özel olarak ciltlerin içindeki oyunlar, kapsamlı bir tanıtımla sunuluyor.Tiyatro ile ilgili herkesin mutlaka edinmesi gereken bir çalışma. Kitaplığı Mitos/Boyut Yayınlarıyla dolu olanların bile bir göz atmasında yarar var. Mutlaka atladıkları birkaç oyun, ya da kuramsal kitap vardır çünkü içinde. Eksiklerini tamamlamak isteyenlerin bu -neredeyse-başucu kitapçığını ücretsiz edinmeleri yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Yıllarını bu -son derece emek ve özveri gerektiren- işe adayan Yılmaz Öğüt'ü bu kitapçığı hazırladığı için ayrıca kutlamak istiyorum. Kitapçığın arkasında da Mitos/Boyut Yayınlarıyla ilgili düşüncelerim sıralamış, tiyatro insanlar. Bakın neler demişler: ".. .Yıllardır Kültür Bakanlığı 'nın yapamadığını kısa bir süre içinde gerçekleştiren..." /Refik Durbaş ".. Mitos-Boyut Yayınevi,yıllardır Tiyatroyla ilişkili herkesin, özellikle de sanatçıların, eğitimcilerin,öğrencilerin ayrılmaz bir parçası."/Dikmen Gürün ".. .On beş yıldan bu yana benzersiz bir direniş göstererek salt tiyatro yayımcılığı yapan Mitos-Boyut..." / Sadık Aslankara ".. Mitos-Boyut, mükemmel bir tiyatro kitapları koleksiyonu sunuyor bizlere... "/Onat Kutlar ".. .1990'lı yıllara ise, yalnızca tiyatro kitapları yayımlayan Mitos-Boyut attı imzasını... "/Prof. Dr.Ayşegül Yüksel

pe cy a

Yalnız 90'h yıllara mı Ayşegül Hanım? Yıl 2005, Mitos-Boyut tam gaz gidiyor. 500 oyun ve 60 kuramsal yapıtın 5 katı, 10 katma çıkması dileğiyle "devam, ardında tiyatro camiası var" demek istiyorum ben, kendi adıma en azından... Duygu Atay

61


Dalin Çocuk Tiyatrosu

pe

cy

a

Çizmeli Kedi

> Duygu Atay duyguatay@tiyatxodergisi.com.tr

Şişli Terakki'nin Etiler'deki salonuna Çizmeli Kedi'yi izlemek için girdiğimde, birden kendimi yedi yıl öncesinde buldum. 1998 yılında bu salonda Beko Çocuk Tiyatrosu'nun "Küçük Prens" oyununu yapmıştık. Ben Genel Sanat Yönetmeniydim. O zaman için, hiçbir masraftan kaçınılmamış, adı pek duyulmamış ama sonraları ünlü olan isimlerle çalışmıştık. Ozan Güven, Alptekin Serdengeçti, Gülen Çehreli oyuncu olarak, Selçuk Gürışık kostümleriyle, Baba Zula müziğiyle, Selçuk Borak dans düzeniyle kadronun lokomotifleriydi. Beko, sponsor firma olarak kurduğu tiyatronun tek oyunla kalacağını, ileride bu oyunun arkasının gelmeyeceğini bilemezdi elbet. Bilebilseydi eğer bu işlerin sadece bol para akıtmakla olmayacağını, belki başka türlü davranırdı. Adı ve kendisi büyük firmaların, işi bilen insanlara finansal destek sağlamak yerine, kendi adına tiyatro kurması her zaman hüzünle sonuçlanır. Dalin Çocuk Tiyatrosu'nun oyununu biraz da bu düşüncelerle izledim. Dilerim bu öngörüm yanlış çıkar. Dalin de aynı Beko gibi, bol paralar akıtmış, masraftan kaçınmamış. Seçilen oyun; kostümleri, dans düzeni, özgün müzik ve şarkılarıyla eli yüzü düzgün bir iş olarak görünüyor.


Ama o kadar. Yönetmen Metin Arslan, aynı zamanda da oyunun. Oysa bilindiği gibi bu öykü Grimm Kardeşlerin bir çocuk masalı. Metin Arslan, herhalde masalı oyunlaştırmış, epeyce de değiştirerek. Elbette yapabilir de, "yazan" demek neyin nesi? Asıl masalda üç oğlu olan bir değirmencinin kedisi söz konusuyken, burada kedi -nedense- Kral'ın soytarısı oluyor. Adı da Farfara. Farfara sözcüğünün izleyici çocuklar tarafından ne kadar anlaşılacağı da, merak konusu. Mecklenbourg Şehir Tiyatrosu bu masalı kukla oyunu olarak sergiliyor. Gütenberg Projesi çerçevesinde Ludwig Tieck de masalı üç perdelik muhteşem bir gösteri halinde ve yetişkin oyunu olarak sahnelemiş. Ama hepsinde de Grimm Kardeşlerin adı var. Gönül isterdi ki, Dalin Çocuk Tiyatrosu da bu ilk oyununda, çocuk edebiyatının bu büyük ustasının adını ansın.

Oyuncuların acemice oyunları bana önce, gurubun tiyatrocular dışından rastgele seçilmiş olduğu izlenimini verdi. Broşürde, tümünün bir tiyatro geçmişi olduğunu okuyunca, bu kez de çocuk tiyatrosu oyuncusu olmak için çok başka türlü bir eğitim alınması gerektiğine bir kez daha inandım. Oyunda bence en başarılı kısım müzikler ve dans düzeniydi. Özellikle şarkılar, hem içerik itibariyle hem de akılda kalıcı sözleri nedeniyle, pek çok çocuk oyununda görmediğim kadar başarılıydı. Meltem Taşkıran, özgeçmişinde belirtilenlere yakışan bir iş çıkarmış. Umalım ki, bu konuda da çalışmalarını sürdürsün. Çocuk oyunlarının temeli ve olmazsa olmazı, müzik ve şarkı sözleridir çünkü. Sonuçta, çok da rahatsız etmeyen ama daha iyi olabilirdi, olması gerekirdi diyebileceğimiz bir oyun olmuş "Çizmeli Kedi"

pe cy

a

Oynanışa gelince, oyuncuların elbette yönetmenin bilgisi dahilinde, alışılmış çocuk oyunu karakterlerinde -kendilerince öyle olması gereken- acayip ve yapay bir konuşma tarzı tutturuyorlar. Böyle konuşunca çocuklar tarafından daha iyi anlaşılacaklar, tersi olursa bir şey anlamayacaklar sanıyorlar her halde. Tam tersine, çocukların neden koca koca insanların çocukmuşlar gibi abartılı bir konuşma tarzı tutturduklarını

çocuklar hiç anlamıyorlar. Karakterlerin karikatürize olması, gerçekten çok emek verildiği anlaşılan kostümlerin güzelliğini de zedeliyor. Oyunun broşürü, hiç olmasa da olurmuş dedirtecek kadar kötü. İçinde tek bir resim yok. Bunun yerine oyuncuların ve oyunu oluşturanların neredeyse bütün cv'leri var. Bu da seyirci çocukları ne kadar ilgilendirir acaba?


> Yeni Çıkan Oyunlar

KUMARBAZIN SEÇİMİ

YEDİ KÖYÜN YARGICI

Tiyatro: Kent Oyuncuları Yazan: Patrick Marber Çeviren-Yöneten: Cengiz Bozkurt Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımı: Gülay Kuriş Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Müzik: Arda Algül Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan, Engin Hepileri, Bülent Şakrak, Köksal Engür, Okan Yalabık, Cüneyt Türel.

Tiyatro: Ankara Deneme Sahnesi Yazan: Sönmez Atasoy Yönetmen: Umut Karadağ Işık Tasarımı: Hakan Güngör Müzik: Nedim Yıldız, Özlem Üngör Koreografı: Esin Kartaloğlu, Ziver A. Açıl Oyuncular: Hanife Birben, Zınar Aydeniz, İbrahim İzol, Ulaş Karadağ, Hakan Güngör, Zafer Til, Füsun Çınar, Olcay Yusufoğlu, Filiz Can, Emre Ön, Özlem Üngör, Berna Üçel. Oyun, çocuk ve gençlik tiyatrosu biçiminde şekillenmiş, Karagöz, Hacivat, Kavuklu, Pişekar, seyirlik oyunu biçimlerini kullanmış, Türk halk dansları ve halk müziğinden yararlanılmış.

cy

a

"Restoranda durgun bir gün, ama kimsenin umurunda değil... Çünkü Pazar gecesi, Poker gecesi... Üç garson, Bir patron, Bir velet, Ve bir misafir..."

pe

AŞK GREVİ

KARAR KİMİN

Tiyatro: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yazan: Brian Clark Çeviren: Nüvit Özdoğru Yöneten: Şakir Gürzümar Sahne Tasarımı: Efter Tunç Giysi Tasarımı: Ebru Aklar Işık Tasarımı: Yakup Çartık Müzik: Anouar Brahem ve Deep Purple Oyuncular: Serhat Tutumluer, Eylem Tanrıver, Zeynep Ozan, Tarık Keskiner, Esra Ronabar, Engin Benli,Selda Serçin, Barış Falay, Melih Düzenli, Erdem Irmak, Mustafa Arpacıoğlu, Aydın Sigalı, Ahmet Yaşar Özveri.

"Ken Harrison Güzel Sanatlar Okulunda öğretmendi ve aynı zamanda heykeltıraşlık yapıyordu .Onun hayatı geçirdiği trafik kazasıyla tamamen değişmişti. Boyundan aşağısı tamamen felç kalan Ken, artık sadece hastane odasındaki yatağında yatıyordu. Kendisi için yaşamak ve yaşamamak arasında bir fark görmemeye başlayan Ken hayatı için kendi kararını vermişti. O artık yaşamak istemiyordu. Ancak kendi hayatıyla ilgili kararı verebilecek miydi? "

Tiyatro: Merdiven Yazan: Savaş Aykılıç Yönetmen: Selçuk Delipınar Sahne Tasarımı: Deniz Karalar Giysi Tasarımı: Alpay Ekler Müzik: Levent Çelik Oyuncular: Mine Altın, Sevgi Uçar, Sibel Tomaç, Mustafa Öncü, Gürkan Sinan, Burak Güzey, Semiha Şeker, Gamze Halil, Enis Ergün, Zekeriya Karakaş. „ Oyun, Aristophanes'in Lysistrata'sından esinlenerekyazılmış. Barış isteyen kadınlar, erkeklere bu isteklerini kabul ettirmek için ,kadınca' bir yola başvururlar"

YAŞAMIN SESİ Tiyatro: Tuncay Özinel Tiyatrosu Yazan: Tuncay Özinel Yönetmen: Can Doğan Sahne Tasarımı: Ferit Özen Oyuncular: Nur Yoldaş, Tayfun Şengöz, Ebru Devrim, Tomris Karakartal, Deniz Özbay. Oyun, oğlunun askerden dönmesini bekleyen bir annenin hikayesi.


Yeni Çıkan Oyunlar <

DÜNYADA TEK BAŞINA Tiyatro: Kaz Damı Oyuncuları Yazan-Yöneten: Coşkun Irmak Sahne-Giysi Tasarımı: Esra Selah Oynayan: Gülizar Irmak. Oyunun metninin yazılmasına, eski bir tapınak kalıntısının duvarına kazınmış olan bir kitabenin sözleri kaynaklık etmiş: "Hükmetme. Bildiklerin, çöldeki kum taneciği bile değildir. Herkesi dinle. Dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Aşka burun kıvırma. O, çöl ortasındaki vahadır..." Sürpriz bir aşk ekseninde hayatı değişen bir kadının masalsı öyküsünün anlatıldığı oyunun kahramanı Sultan'ın başından geçen olaylar ile "iktidar" olgusu, "olgunluk" ve "bilgelik" kavramlarıyla ele alınıyor ve sorgulanıyor.

TRAJEDİ-PANTOLONLU BULUT-OMURGANIN FLÜTÜ-İNSAN Tiyatro: Kahramanlar Tiyatrosu Yazan: V. Mayakovski Çeviren: Sait Maden Sahne Tasarımı: Türker İşçi Viyolonsel: Mine Erol Oynayan: Aşkın Şenol. "Gürcü şair VladimirMayakovski'nin "Trajedi", "Pantolonla Bulut", "Omurganın Flütü", "İnsan" adlı şiirlerinden oluşan bir metin... Mayakovski'nin yirmili yaşlarındaki arayışı; kadınlar, sevgi, aşk, varoluş, tanrı, şairlik ve onun hırçın sesi... Mariya ve ölümsüz aşkı Lili Brik..."

MACBETH

pe cy a

Tiyatro: Seyyar Sahne ve İTÜ Mezunlar Tiyatrosu Yazan: W. Shakespeare Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu Yöneten: Celal Mordeniz Sahne Tasarımı: Rezzan İlke Yiğit, Celal Mordeniz Giysi Tasarımı: Mehmet Kimyon Işık Tasarımı: Lütfü Kaynar, Celal Mordeniz Müzik: Ege Karaosmanoğlu Masklar: Şule Yiğit Oyuncular: Özgür Akarsu, Gülden Arsal, Sezin Bozacı, Senem Donatan, Kerem Eksen, Özlem Ersoy Suzan Karaibrahimoğlu, Lütfü Kaynar, Efe Keleşoğlu, Selma Songür, Erdem Şenocak Merve Tanrıöver, Nesrin Uçarlar, Savaş Yıldırım, Rezzan İlke Yiğit.

DANTON'UN ÖLÜMÜ

Tiyatro: İ.B.B. Şehir Tiyatroları Yazan: Georg Büchner Çeviren: Aziz Çalışlar Yöneten: Roberto Ciulli Sahne Tasarımı: Gralf Habben Giysi Tasarımı: Heinke Stork, Leo Kulasch Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir Ses Tasarımı: Ümit Kıvanç Oyuncular: Engin Aklan, Arif Akaya, Levent Üzümcü, Hakan Arlı, Ayşen Sezerel, Yeliz Gerçek, Nergis Çorakçı, Işıl Zeynep Karaalp, Bahtiyar Engin, Cengiz Tangör, İbrahim Can. "Fransız Terörünün Dramatik Bir Tablosu " ikinci başlığıyla basılan oyun, Büchner'in yaşarken yayınlanmış tek edebi eseri"

HİÇBİR ŞEY İÇİN GEÇ DEĞİLDİR Tiyatro: Sarıyer Belediye Tiyatrosu Yazan ve Yöneten: Müşfik Saltık Dekor-Kostüm: M. Saltık Ses ve Işık: Erdal Güreller Oyuncular: Zuhal Öztürk, Müşfik Saltık, Neşe Orman, Murat Akın, Zafer Çaltekin, Mehtap Özdemir, Serdar Aydın, Bahar Demirtaş, Semih Akıllı. "Bir anda öyle bilgiler edinebiliriz ki hayatımızla ilgili görüşlerimiz kökten değişebilir. Artık en yakınlarımıza bakışımız çok farklıdır... Eşlerini kaybetmiş bir kadın ile bir adam tanışır..."

Shakespeare'in 1606 yılında kaleme aldığı Macbeth, 'görünür' ile 'gerçek'arasındaki çelişkinin ironisi. Edebiyat tarihinin en tanınmış karakterlerinden Macbeth, kaderi ovucunun içinde tutmayı ve geleceğe hükmetmeyi arzular, ancak iktidar yolunda attığı her adım onu şüphe ve korkunun tutsağı yapar. Oyun, her zaman 'daha fazla'sını isteyen insanın nasıl 'bir insandan daha azına' dönüştüğünün öyküsü.


> YANIT > Yrd. Doç. Dr. Erbil Göktaş > Yrd. Doç. Dr. Sema Göktaş

Zorunlu Bir Düzeltme ve

Sanal Bir Bölge Tiyatrosu'na Gerçek Bir Eleştiri (Tiyatro.. .Tiyatro... Dergisi'nin Nisan 2005 tarihli 152. sayısında Ebru İlgaz'ın Kocaeli Bölge Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Burhan Akçin'le "Söyleşi"si yayımlandı. Bu söyleşide yer alan yanlış bilgilerin okuyucuyu ve kamuoyunu yanıltabileceği endişesiyle bu yanıt yazısını hazırladık.) Sayın Burhan Akçin Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde hâlâ Sahne Sanatları Bölümü yok sanıyor. Olsun. Böyle sanmasının kime ne zararı var deyip geçilebilirdi. Ama son derece düzeysiz bir üslupla, bir de ahkam kese kese "açtıramadık", "başaramadık" dediği için, söyledikleri ülkemizin on beş yıldır yayımlanan tek tiyatro dergisinde yayımlandığı için, yani insanlar göz göre göre yanıltıldığı için duruma müdahale etmek bir sorumluluk oldu. YÖK'ün 23.7.2004 tarihli 1325 sıra sayılı kararı ve Güzel Sanatlar Fakültesi'nin 11.3.2005 tarihli Fakülte Kurulu kararı gereğince KOU GSF'de Sahne Sanatları Bölümü'ne bağlı bir Dramatik Yazarlık ve bir Oyunculuk Anasanat Dalı kurulmuştur. Kuruluşu gerçeküstü, bir acayip serüvendir. Ama kurulmuştur!!! Bu bölümü kuranlar Yrd. Doç. Dr. Erbil Göktaş ve Yrd. Doç. Dr. Sema Göktaş'tır. Bölümün kuruluş süreci onların Erzurum'dan Kocaeli'ye gelmesiyle başlamış ve ancak sonuçlanmıştır. Bu sürece Sayın Akçin'in en ufak bir katkısı olmadığı gibi (zaten nasıl olabilir ki) gelişmelerle ilgili en ufak bir bilgisi de olmadığını dolaylı olarak kendisi açığa vurmuş bulunmaktadır. Yani konu aslında Burhan Akçin'i hiiiiiiiç ilgilendirmemektedir. (İlgilendirseydi önce doğru dürüst bilgi sahibi olmaya çalışmaz mıydı?) Eee? Öyleyse nedir bu "onu da başaramadık bunu da beceremedik" diye pay çıkarmaya kalkmalar, atıp tutmalar? (Ortada gerçekten yirmi beş yıldır bölgede tiyatro yapan bir topluluk olsaydı bazı sorumluluklar, dolayısıyla bazı konularda söz söyleyebilme şansı da olabilirdi. Ama ne KBT Kocaeli'de bir bölge tiyatrosu gibi tiyatro yapıyor, ne de KBT'nin yöneticisi sayın Akçin bölgede tiyatroyu gerçekten inşa edecek diğer dinamiklere karşı herhangi bir sorumluluk duyuyor. Her şey sözde, her şey sanal, ele güne karşı!) Şimdi de açılmasını istemiyormuş. Açılmış bulunduk artık ne yapalım... Kusura bakmayın!

pe

cy

a

Bir diğer konu, Kocaeli'de 25 yıldır tiyatro yaptığını söyleyen Burhan Akçin'e karşın, dört yıldır Kocaeli'de olan bizler daha herhangi bir Kocaeli Bölge Tiyatrosu prodüksiyonu göremedik. Bu şaka değil. Çünkü hazırlanan oyunlar Kocaeli'de bir-iki gösteriden sonra apar topar turne yollarına düşüyor. KBT Kocaeli'de yalnızca çocuklara ve gençlere yönelik yaratıcı drama kursları yürütmekte ve sezon sonunda bu kurslarda ortaya çıkarılan (artık ne çıkarsa) gösterileri de muhtemelen yalnızca kursiyerlerin ailelerine izletebilmektedir. Erbil Göktaş bu yıl sonu etkinliklerinin birini izlemek için zaman ayırmış; izlediği "şeyin" düşük düzeyi karşısında ne yazık ki gösteri salonunda hayal kırıklığı ve acı dolu birkaç saat geçirebilmiştir yalnızca.Yine Erbil Göktaş KBT'nin son yaptığı "Hüznün Dalgın Kuşları" adlı oyuna gitmiş ve yazılacak çok şey olmasına karşın, yazmamıştır. Çünkü Göktaş, devlet yardımı alan bir tiyatroda devlet yardımının nereye gittiğini göremediği gibi, (acınacak kadar amatör) oyunda da eleştiriye değebilecek, eleştiriyle düzelebilecek şeyler bulamamış, yazmama kararını da Mustafa Demirkanlı'ya söylemiştir. Demirkanlı'nın "ben gelemeyeceğim, sen gidip izleyebilir misin?" ricasıyla oyuna giden Erbil Göktaş, birinci perdeyi çalan cep telefonlarının, girip çıkanların ve küçük çocukları mızmızlanan seyircilerin gürültüleri arasında 17. sıradan, Fayton Oyuncuları'ndan Taner ve Didem Büyükarman'la Kadir Yüksel'in arkasındaki sıradan izlemiştir. Arada, pek çok seyirciyle birlikte oyundan ayrılan eski İl Kültür Müdürü'nün protokoldeki yerinin boşaldığını gören Göktaş, ikinci perde başlamadan onun yerine oturmuş ve Özgür Kocaeli gazetesi yazan Ruhan Odabaş'ın yanında oyunu izlemiştir. Üstelik Göktaş, ikinci perdenin ortasında KBT görevlisi bir kızın gelip oyunu protokol sırasının tam ortasından izleyen Akçin'le konuşup tekrar seyircinin önünden geçtiğine de tanık olmuştur. Bu ciddiyetsizlik de üzüntü vericidir. Ayrıca hasbelkader yapılmış ezberleriyle şiir okumasını bile bilmeyen, broşüre adları bile yazılmayan ve çoğunluğu heveslilerden oluşan genç insanların nesini eleştirecekti ki Erbil Göktaş?... Bu genç insanların ancak sıkı bir temel eğitimden geçirilmelerini söyleyebilirdi, nitekim Akçin'e sözlü olarak söylemiştir de... Tüm bunlara karşın Akçin, Demirkanlı'ya, "Erbil Hoca oyunu izlemedi ki" diyebilmiştir. Göktaş oyunu her şeye karşın büyük bir dikkatle izlemiş, şair Ruşen Hakkı'nın dünyasına -amatörce de olsa- bir giriş olabilecekken, çocuklara özellikle şiirleri neden belli bir kıvama gelinceye kadar çalıştırmadığını Akçin'e sormuştur. Akçin, kaçamak yanıtlar vermiş, varsa yoksa "politik tiyatro" yaptığını söylemiş, zaten bu oyunu Eğitim Sen, KESK ve benzeri örgütler için hazırladığını yineleyip durmuştur. "Politik tiyatro" yapmak, hiç kimseye tiyatronun en temel, vazgeçilmez ilkelerini çiğneme hakkını vermez. Sayın Akçin, "Ey seyirci ne istiyorsun?" diye soruyor. Öncelikle bizim vergilerimizden ödenek ve devlet yardımı alan tiyatrolarda oyun izlemek istiyoruz, yıl sonu müsamereleri değil...Yani "hakkımızı" istiyoruz! Kocaeli'de ikamet eden birer yurttaş olarak ödenek ve yardımlarla yapılan tiyatroları izlemek elbette hakkımızdır. Peki Kocaeli'de durum nedir? Ödenekli Kocaeli Şehir Tiyatroları'ndan sonra kentte tiyatro yapmak için (Semaver Kumpanya gibi, Tiyatro Pera gibi, düzenli ve düzeyli tiyatro yapan İstanbul gruplarından bile iki yıldır kat kat fazla) "devlet yardımı" alan KBT'yi izlememiz mümkün olmakta mıdır? Hayır!.. Ayrıca Kocaeli toplulukları olan Fayton Oyuncuları ve İlkay Eser Tiyatrosu-Yeni Meydan Sahnesi tüm maddi olanaksızlıklara, "devlet yardımı yoksunluklarına", "ihbarlara" karşın ortalamanın altına hiç düşmeyen çizgileriyle sezon boyunca 15'in üzerinde gösteri yapmaktalar. Sayın Akçin, meydanı boş bulmuş, seyircinin yetiştirilmesinden tutun da, eğitime kadar bir sürü konuda atıp tutuyor. O kadar ki, "tiyatronuzun Kocaelili tiyatro izleyicisi ile nasıl bir bağı var?" sorusunu soran Ebru Ilgaz'a, "siz bu sorunun çok uzağındasınız." yanıtını verebiliyor. Bütün bunları yazmadığı için de, Göktaş'ı ilgilendiren konularda iyice pervasızlaşarak, hiç haddi olmayan konularda ahkam kesmeyi ve kamuoyunu yanlış bilgilendirmeyi iş ediniyor. Bu tavrının sürekli olmamasını dilerken, bize kocaman bir özür borcunun olduğunu da kendisine anımsatırız.


a

pe cy


KültürSanat / Röportaj Abdullah Oğuz'la "O Şimdi Mahkum" Üzerine Abdullah Oğuz: İnsan hikayeleri beni hep heyecanlandırmıştır.

pe cy

a

Özlem Özakova

O Şimdi M a h k u m adlı filmin yeni şirketiniz Green Pine Studios yapımcılığında çektiniz. Niye yeni bir şirket k u r m a gereği d u y d u n u z ? Normalde sinema sektörüne ANS olarak girdik. ANS neredeyse 5 bin saatlik program üreten bir firma. Bir tek ANS'de olan başka bir özellik daha var. ANS hem televizyon programları yapıyordu, hem dramalar çekiyordu. Çok başka bir departmanı reklam filmleri çekiyor, yabancı filmleri getiriyordu. ANS bir fabrika aslında. Kendi alanında bir sürü çalışmanın yapıldığı ayrı bir fabrika. Ben sinemanın bu hengamenin içinde ayrı bir yeri olsun istedim ve Green Pine Studios'u kurdum.

O Şimdi Asker'in devamı değil yani... Hayır, bambaşka bir film aslında. O Şimdi Asker'in devamı olarak düşünülmemeli o yüzden. O Şimdi Asker'deki üç tane karakterle yer altı dünyası insanlarının bir şekilde kesişmesi ve kendilerini başka bir hikayenin içinde bulmaları anlatılıyor. Karakterler hoşuma gitti. Bütün o karakterlerin yollarının kesişmesi, her birinin hikayelerini anlatmak ve bir de inanılmaz bir maceranın içinde kendilerini bulmaları bu filmi benim adıma en ilginç kılan ana unsurlar. Neticede bir durum komiği ortaya çıkıyor. Ve bu beni heyecanlandırıyor. İnsan hikayeleri beni hep heyecanlandırmıştır. Karakterleri daha derinlemesine işlemek, karakterlerin arasında birtakım tezatlar varsa onları çıkarmak ve sonunda da komedi dediğiniz durum komiğinin ortaya çıkması beni heyecanlandırıyor. E n t e r e s a n bir oyuncu k a d r o n u z var. Bu k a d r o y u nasıl oluşturdunuz?

68

Mesela oradaki Numan karakteri. Bir mafya babası rolünde... farklı şeyleri bulmak benim her zaman hoşuma gidiyor. Farklı bir yüzün daha inandırıcı olduğunu düşünüyorum. Aynı şeyi Fadik'te de yaptım. Bir Rus kızı oynuyor. Orada Deniz Akkaya'yı oynatamazdım. Çünkü Deniz Akkaya, Deniz Akkaya olarak çok biliniyor ama Fadik'i çok fazla kimse bilmiyor. Filmi izleyenler "Allah Allah bu kız Rus mu?" diyorlar. Demek ki başarılı olmuşuz. Fadik adına bu çok büyük bir artı. Erkan Can, Zafer Algöz çok çok i\ ileriyi olduklarını söylemeye bile gerek yok aslında. Üç asıl kadın çok başarılı. Melisa Sözen çok iyi bir oyuncu. Ayça İnci'yi Alacakaranlık'ta görmüştüm. Çok seneler önce de bir reklam filminde çalışmıştık. Kamera Ayça'yı seviyor. Bana hitap eden bir sinema yüzü var. Çok oyuncumuz var. Nurseli İdiz, Menderes Samancılar, Peker Açıkalın gibi çok çok iyi isimler var.Burhan zaten benim arkadaşım. Arkadaşım olduğu için B u r h a n ı tanıyorum. B u r h a n ı n serseri bir ruhu var. Kırklareli'nden gelmiş, İsviçre'de yaşamış, dünyayı turnelerle dolaşmış, dünyayı bilen ama hala Kırklareliliğini hiçbir zaman bırakmamış... Sazı eline aldığı zaman ya da udu. Dede efendiden de şarkılar söyleyebilen bir adam. Bir kış filmi çektiniz. T ü r k i y e ' d e çok fazla kış filmi çekilmiyor. Z o r olmadı mı, neler yaşadınız? Zaten zor olduğu için çekilmiyor. Bir bütçeden, bir de imkanlardan. Kışın İstanbul'da film çekmek gerçekten zor. Çünkü bütün o zorluklar soğuk vesaireden ayrı devamlılıklarda problem yaşıyorsunuz. Bir sahne evvel kar yağmaması gerekirken tam ondan sonraki sahneye hazırlanmışsınız kar yağmaya başlıyor mesela. Oturup karın


KültürSanat / Röportaj dinmesini bekliyorsunuz, her şey hazır 5 saat oturuyorsunuz ki kar dinsin. Kar arası sahne çekmeye kalkıyorsunuz. Öyle zorlukları var. Ekip üşüyor, oyuncular üşüyor. Çünkü Eylül ayında geçen bir sahneyi Şubat'ta çektiğiniz zaman onun kostümü tabii ki farklı. Öyle zorlukları var. Çok enteresan şey oldu mesela. Bir sahnenin ortasında yağmur yağmaya başlaması lazım. Halbuki o sırada acayip yağmur yağıyor ve siz onu kullanamıyorsunuz. Onun üstünü kapıyorsunuz yağmıyor gibi göstermek adına... Böyle absürd durumlarda kalabiliyorsunuz. Çok komik bu mesela. Düşünsenize yağmur yağıyor ve siz çadır kurmuşsunuz arabanın üstünü yağmurdan koruyor ve siz sahne çekiyorsunuz. Ve ortasında yağmur yağdırıyorsunuz kendi yaptığınız mekanik bir sistemle. Levent Kazak'ın sahnelerinde 45 ton su yağdırılmış, üç tanker. Evet... İçinde dalgıç kıyafeti olmasına rağmen bence müthiş bir performans sergiledi Levent. Çünkü o dalgıç kıyafetiyle de 8 saat durmak çok kolay bir şey değil. Sahnesi bitiyor kenara alıyorsunuz, doğal olarak sürekli vücutta ısı farklılıkları oluyor. Sıkıcı ve zor bir durum tabii.

Yönetmen kimliğiniz dışındaki ne gibi özellikleriniz filme katkı sağladı sizce? Reklam filmi yönetiyor olmam bir artı bence. Kısa süreler içine hikayeler koymak durumunda kalıyorsunuz. Bir reklam süresince zaman zaman duygusal, zaman zaman komik, zaman zaman da bir başka durumu anlatan kısa süreli filmler çekiyorsunuz. 30 saniyeye bir hikaye sığdırıyorsunuz yani. Sonra bir sürü sit.com geliştirdim bugüne kadar. Genellikle de yapımcılığını yaptığım dizi filmlerin ilk bölümlerini kendim çektim. Asmalı Konak, Ruhsar, Karaoğlan gibi bir çok projenin içinde oldum. Hem yapımcı hem de yönetmen olarak. Bütün bu çalışmalar farkında olmadan çok fazla deneyim kazanmanıza neden oluyor. Bu deneyimlerin yönetmenliğini yaptığım filmlere önemli katkıları olduğunu düşünüyorum.

pe cy

a

Filmin müziklerinden söz eder misiniz? Filmin müziklerini Atilla Özdemiroğlu yaptı. Atilla Özdemiroğlu müziklerinde mutlaka senfonik alt yapı vardır. Doğru temalar bulur, bulmuştur. Sektörün içindedir ve bir duayendir ama çok genç kalan biri aynı zamanda da. Çünkü sürekli dünyayla iletişim halinde. Teknolojiyi çok iyi biliyor ve takip ediyor; sürekli kendini yeniliyor. Bu film öncesi çok büyük bir arşiv getirdi. Hollywood'da kullanılan filmlerin alt yapılarından oluşmuş bir arşiv. Onlara girme imkanımız oldu. İyi şeyler çıktı, çıkıyor da.

Hapishane sahneleri için profesyonel bir yardım aldınız mı ya da araştırma yapmış mıydınız öncesinde? Evet, Turgay Tanülkü danışmanlık yaptı bize... Öncesinde Levent senaryo yazım aşamasında Bayrampaşa cezaevine gidip geliyordu ve ön araştırma yapmıştı zaten. Ardından da filme başlarken Turgay Tanülkü bize hem danışmanlık yaptı hem de mahkumlardan biri rolünde filmde yer aldı. Enteresan bir hapishane jargonu var. Tüm bunları Turgay Tanülkü yıllar önce cezaevinde yatmış biri olarak çok iyi biliyordu... Bu anlamda bilgi ve deneyimlerinden çok yararlandık. Zaten kendisi yıllardır ve halen cezaevlerinde mahkumlara tiyatro dersleri veriyor, mahkumlarla birlikte oyunlar sahneliyor... Bu anlamda hapishane jargonunu çok iyi bilen Turgay Tanülkü bize danışmanlık yaptı.


KültürSanat / Müzik başlayacak kapanış partisi. Wealherall'un topluluğu Two Lone Swordsmen'in diğer yarısı Radioactiveman Jaka Kent Tenniswood) canlı performansıyla başlayacak. 80'lerde Happy Mondays. Slone Roses gibi grupların başını çektiği Madchester sound'undan biri olan Andrew Weatherall. önlükle rock formlarıyla dans müziğini buluşturan Primat Scream'in Screamcdelica albümündeki çalışmasıyla ilgi topladı.

Phonem By Miller

Elektronik Müzik Platosu Devam Ediyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve Kod Müzik işbirliğinde düzenlenen Phonem By Miller / Elektronik Müzik Platosu 7 Mayıs'a kadar devam ediyor. 29 Nisan da başlayan elektronik ve modern müzik festivalinin bu yıl üçüncüsü gerçekleştiriliyor.

Festival biletleri Biletis'ten 20 ile 33 Y T L arasında temin edilebilir. MIAM'da yer alan atölye çalışması ise Ücretsiz. (0216 336 98 00)

a

lndigo, Babylon ve Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde gerçekleşen konserlerin yanı sıra İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmaları Bölümü'nde ( M I A M ) de atölye çalışmaları ve paneller gerçekleştirilerek, elektronik müziğin bir yaşam tarzı olarak kültüre yansımaları, teknolojik aşamaları ve sanatsal yönleri inceleniyor.

Atölye Çalışması 6 Mayıs günü M I A M ' d a gerçekleşecek atölye/konser çalışması ile elektro-akustik müzik incelenecek ve örnekler sergilenecek. İ T Ü Maçka Kampüsü Mustafa Kemal Amfisi nde 18:00 - 20:00 saatleri arasında gerçekleşecek atölye/konser çalışmasına Pieter Snappcr. Reuben de Lautour. Burak Tamer & Barkın Engin. Kerem Aksoy. John Cousins ve Panl Lansky gibi isimler katılacak. Etkinliğin tanışma konuları; müzik-kavram ilişkileri, dinleme şekilleri, tarihin değişik dönemlerinde music conerete (somut müzik takımı kompozisyonlarında kullanılan malzemelerden glıtch'e kadar birçok konuyu kapsayacak.

pe

cy

29 Nisan Cuma akşamı Indigo'da Ticd & Tickled Trio ile başlayan festivalde 30 Nisan Cumartesi günü Peaches ve Notwist sahne aldı. 4 Mayıs Çarşamba akşamı lndigo sahnesinde Dinamo 103.8 DJ'terinin katılımıyla devam edecek program 22:00*de başlıyor. Geceye geçtiğimiz sene Miller Master DJ yarışmasının birincisi Uygar Pulat yeni projesiyle. Mnbbas ve Da Frogg Dinamo@ Phonem by Miller'da sahne alacaklar. 5 Mayıs Perşembe akşamı ise Fransız sanatçı Anthony Gonzales'in projesi M83. Babylon'da saat 2 l : 0 0 d e sahne alacak. M83, My Bloody Valentine. Boards of Canada. Thırd Eye Foundation gibi topluluklara benzetiliyor. 6 Mayıs Cuma gecesi. Babylon sahnesi 'Ritim Simyageri*. 'Dans Müziğin Sun Ra'sı gibi sıfatlarla anılan Amon Tobin'i konuk edecek. Amon Tobin'den önce ise Electrocute sahne alacak. Kapılar saat 21:00"de açılacak... 7 Mayıs Cumartesi akşamı Indigo'da saat 22:00'de


a

pe cy


KültürSanat / Kitap MARCOVALDO ya da KENTTE MEVSİMLER Arzu Özköse arzu_ozkose@yahoo.com "Bu dünyada her daim hiçbir şeyi olmayanların yanında olacağım; kendilerinden o hiçbir şeye sahip olmamanın huzuru bile esirgenen insanların yanında." Federico Garcia Lorca Küba'da doğan İtalyan asıllı (o iki yaşındayken ailesi İtalya'ya geri döner) Calvino ile tanışmam edebiyat araştırmaları sırasında okuduğum Amerika Dersleri adlı kuramsal kitabıyla oldu. Postmodern edebiyatın en başta gelen temsilcilerindendir Calvino; bir fantastik kurgu ustasıdır aynı zamanda. Amerika Dersleri, 1985/86 akademik yılında Harvard Üniversitesinde vermesi planlanan ancak ne yazık ki 1985'de geçirdiği beyin kanamasıyla hayata veda ettiğinden gerçekleştiremediği konferans metinlerini içerir. 1972 yılında İtalya'nın en önemli ödüllerinden olan Premio Feltrinelli'ye layık görülen Calvino, gazetecilik ve editörlük de yapmış, savaş sırasında direniş hareketine katılan ve savaştan sonra Komünist Parti'ye giren yazar, II. Dünya savaşı sonrası İtalyan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olmuştur.*

Hüzünlü kişi Marcovaldo

"Kardeşleri Michelino'nun çığlık attığını ve o zamana kadar hiç koşmadığı gibi koşarak kaçtığını gördüler. Sanki buharlı bir taşıt gibi yol alıyordu (arılar saklandıkları ağaç kavuğundan bir bulut halinde çıkmış, taaruza geçmişlerdi zira),peşinde sürüklediği bulut da bir bacanın dumanına benziyordu. Kovalanan çocuk nereye kaçar? Evine! Michelino da böyle yaptı." Kafasında arılardan müteşekkil bulut olduğu halde ağrılarından kurtulmak için sabırsızlıkla bekleyenlerin doldurduğu eve girdiğinde çocuk doğruca su dolu leğene kafasını sokar; arılar da evde bekleyenleri...

a

Calvino'nun şimdi tanıtacağım eseri 1963 yılında yayımladığı Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler, Rekin Teksoy'un akıcı çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan, okumaktan mutluluk duyacağınızı sandığım bir öykü kitabı.

Marcovaldo'nun en büyük oğlu Michelino arıların saldırısına uğrar:

pe cy

Doğada yarın kaygısı var mıdır acaba? Yarın kaygısı güt(e)meden yaşamak durumunda olan sadece ve sadece altı çocuğu ve karısının karınlarını doyurmaktan başka sorunu ol(a)mayan, yazarın "hüzünlü kişi" diye söz ettiği Marcovaldo'ya bakılırsa doğada böyle bir kaygı bulunmadığı görülecektir. Yarın kaygısı yapay Kent yaşamının sürekli tüketimle koşullandırılmış zavallı insanının sorunudur yalnızca. O ise sürekli bir şimdiki zamanı kotarma peşinde koşar durur. Kitap değişen mevsimler boyunca Marcovaldo adlı kahramanın başından geçen öyküleri konu ediyor. Mevsimler kitap boyunca senelik döngülerini beş kez yinelerler ancak bizi gülümseten serüvenlerini ilgiyle izlediğimiz Marcovaldo için zaman durmuş gibidir; mevsimsel değişiklikler sadece yaşam koşullarındaki zorluk derecesini belirler. Her yeni mevsimin, özlemini duyduğu dünyaya yani doğaya kavuşmak için yanıp tutuşan, tüm eylemlerinde doğaya olan özlemini ve tutkusunu gözlediğimiz "kol emekçisi" Marcovaldo'yu yeniden umutlandırdığıdır tek gerçeklik.

Bazı dergilerde karikatürleri de yayınlanan Calvino'nun** gerek dış görünüşsel gerekse duygusal özelliklerini bir çırpıda vermeyip öykülerin tümüne yayarak tasvir ettiği, her öyküde adeta bize bir parçasını daha çizdiği bir çizgi roman kahramanı gibi beliren Marcovaldo'nun pastoral kişiliğinde, kent ile onun dışladığı doğayı diğer bir değişle canlı, sürekli değişim ve devinim içindeki doğal dünya ile cansız, tamamiyle insan yapımı, sürekli insan emeği yutan yapay dünyanın gerçekliğim karşılaştırdığı hissi uyanıyor. Dış dünyanın acımasız ve umursamaz gerçekliği içinde bazen romantik bazen de fantastik bulduğumuz "iyimser eğilimli", "hüzünlü kişi" Marcovaldo'nun başından geçenler biraz fazla aç gözlülüğün her zaman hüsranla son bulduğunu hatırlatır gibidir. (Üstelik söz konusu edilen açgözlülük daha fazla maddi hayata dair bile değildir.) Karısı ve altı çocuğu ile birlikte oturdukları yarı bodrum katında kış ardında romatizma ağrıları bırakarak çeker gider. Sadece Marcovaldo'lar değildir bu ağrılardan muzdarip; onlarla aynı kaderi paylaşan yüzlerce komşu ailenin de durumu böyledir. Ancak bir gün eski bir gazete kağıdında eşekarısı iğnesinin romatizma ağrılarına iyi geldiği haberi okunduğunda herşey değişir. Marcovaldo'ların evi ağrılardan kurtulmaya gelen insanlarla dolup taştıkça kavanozlar da eşekarıları ile dolup taşar. Bu sağaltım yöntemi işe yaramasına yarar ama eşekarılarının intikamı unutulmuştur; bir gün bir eşekarısı yuvasından avlanmaya giden

Kente dair herşey Marcovaldo'ya acı ve sıkıntı verir; buna karşılık da, küçücük bir parçası dahi olsa ulaşabildiğinde ona, doğaya sığınır, böylece teselli bulur. Tek umudu doğada arayan Marcovaldo, yapay gerçekliğin kuşattığı doğanın simgeleştirildiği kugusal bir kişilikse çocukları da artık doğadan uzaklaştırılmış, onu tanıyıp bilme şansına eremeyecek olan yeni insanlık durumunun bir temsilidir. Bir gün şans eseri bir inek sürüsünün dağlara doğru yola koyulduğunu gören Marcovaldo'nun çocuklarının yönelttiği sorularda buluruz bu motifi; devletin bir kurumundan başka bir şeyi simgelemeyen kentli insanın zihnini izler gibiyiz sanki çocukların bu sorularında: "Baba, dediler çocuklar, inekler de tramvaylar gibi mi? Duraklarda dururlar mı? Son durakları neresi? Tramvay gibi değil diye açıklama getirdi Marcovaldo, dağa çıkıyorlar. Kayak mı yapacaklar? Diye sordu Pietruccio. Besiye gidiyorlar, otları yiyecekler. Çimenlere basınca para cezası verecekler mi?" Bazen yeşil yaprakları solmak üzere olan bir saksı çiçeğini yağan yağmurla açılıp serpilsin diye bisikletinin selesinde kentin bir ucundan bir ucuna gezdirirken görürüz onu, bazen de bir doğa filmi seyredip sinemadan çıkmış, sisli sokakların karanlığında yolunu kaybedip her nasılsa bindiği bir Bombay uçağında hostese "Pancrazio Pancrazietti (oturduğu sokak) sokağına yakın bir durak var mı acaba?" diye sorarken buluruz. Marcovaldo'nun serüvenlerinden dost sohbetlerinde söz ettiğimde gözlerde hüzünlü bir gülümseme buluyorum. Bazı günler köşedeki parktan geçerken biraz daha dikkatle etrafa bakıyorum artık, bir akşamlığına olsun ailesine taze sebze yedirebilme umuduyla eğilmiş ağacın dibindeki mantarları dikkatle toplamakta olan Marcovaldo'nun hüzünlü gözlerinde yitirdiğimiz doğayı görebilmek umuduyla... Sevgiyle kalınız. *Calvino'nun diğer eserleri: Karga Sona Kaldı (1949), İkiye Bölünen Vikont (1952), Ağaca Tüneyen Baron (1957), Varolmayan Şövalye (1959), Kozmokomik Öyküler (1965), Sıfır Zaman (1967), Görünmez Kentler (1972), Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (1979), Palomar (1983). **Calvino'nun entelektüel yaşamöyküsünü merak edenlere Dünya Kitapevi'nden yeni çıkan Kalem Sincabı (L. Baranelli/ Ernesto Ferrera, çev: K. Atakay) adlı kitabı öneririm.


cy a

pe


KültürSanat Günlüğü SERGİ

'Sesiz Yüzleri' n Hikayesi Mehmet

Özşimşek' in

Yüzler"

isimli

Fotoğrafçı

sergi

yüzlerindeki Ama,

sağır

sergisi, için

şöyle

ifadeleri

Karsımda

Sergide

konuşuyor:

gibi

beyaz portrelerinden 19

Mayıs'a

edindim.

Onlar

istediklerini

durdular

ve

ve

pencereden

gelen

siyah-beyaz fotoğraf bulunuyor.

ve

ışık

ışık

çocukların

konuşamıyorlardı.

yüklüyorlardı.

yapay

"Sessiz

görülebilir.

duymayan

duymuyor

bakışlarına

verdirmedim

oluşan

kadar

"Üç yıl süren bu projemde

amaç

belirli pozlar

40

siyah

Fotoğraf Merkezi'nde

anlatmak

kesinlikle

istedikleri

çekildi."

çocukların

yakalamayı

konuşamadıklarını,

fotoğraflarken

dilsiz

Fototrek

Bu

bakışları

kullanmadım.

altında fotoğrafları

(Meşrutiyet

Caddesi

Ravanda

İş

Merkezi No: 85 Kat: 1 Daire: 1 / ( 0212 251 90 14)

FİLM FESTİVALİ

İFSAK'ta 4 Yönetmen 4 Film Brain De filmleri

Palma,

Mayıs

David

Ayın'da

Nurettin

Erkılıç

7 Mayıs

Cumartesi

(David

Cronenberg,

İFSAK'ta

Gösteri

Salonu'nda

"Blow out"

Cronenberg-1996),

Coppola-1979),

28

21

Mayıs

Francis

Ford

sinemaseverlerle 17.00'da

(Brain De Mayıs

Cumartesi

Coppola

ücretsiz

Palma-1981),

Cumartesi

ve

buluşuyor.

olarak

Godard'ın

Now"

(Jean-Luc

İFSAK

gerçekleştirilecek.

14 Mayıs

"Apocalypse

"Alphaville"

Jean-Luc

Gösterimler,

Cumartesi

"Crash"

(Francis

Ford

Godard-1965)

cy a

(0212 292 42 01)

KONSER

Akordeon ve Armonika Ustası Aynı Konserde ustası

Thielemans'ı

Richard Galliano

17 Mayıs

Konserin

ilk

parçalar

çalarken,

Salı

bölümünde

Richard

ikinci

ve

akşamı

bölümde

83 yaşındaki

saat

20.00'da

armonika İş

ustası

Sanat'taki

Galliano

üçlüsüyle

"Ruby

Toots

Thielemans

gruba

pe

Akordeon

Jean

"Toots"

konserde

May

Dear"

buluşuyor. albümünden

katılacak.

(0212 316 10 83)

KONSER

KONSER

Pain of Salvation

Nafas

Progressive

Nafas Dance Company 3 Mayıs

CRR Dans Festivali'nin Konuğu rock

grubu

Salvation

6 Mayıs

22.00'da

Yeni

Merkezi'nde.

Pain

Melek

Daha

önce

gelen

oldukları

albümleri

ile

ülkemizde

de

bir

Gildenlow: Hallgren: Johan

grup,

geniş

sahip.

gitar ve

çıkarmış

ve

Kristoffer geri

Hermansson:

geri

davul

hayran Johan vokal, geri

gildenlow:

vokal,

Fredrik

klavye)

İstanbul'da.

bas

yarısında

Libera

ve ise

Shakespeare'nin esinlenilmiş Tuhmi,

ve

Nightsongs'ı; William Othello'sundan

bir

An

koreografı

Irreversible

Dönülemez

sunacak.

Afrika

esinlenilmiş

ikinci yarısında

(Geri

Dans

Topluluk, ilk

dünyasından Caduta

ve

İstanbul kapsamında

gösterinin

solist ve gitar, gitar

Uluslararası Festivali

de

(Daniel

Langell:

vokal,

Salı günü saat 20.00'da CRR 5.

Gösteri

İstanbul'a

kitlesine

of

Cuma

Eylem)

Gösterinin

koreografı

olan

Action'ı

Patrick

yönetmeni de

Bana.


a

cy

pe


KültürSanat / Sinema

Mahkumiyet de Eğlenceli Bir Hale Gelebilir!.. Hüseyin Sorgun Üçlemenin ilk filmi O Şimdi Asker'in ardından iki yıl sonra, ikinci film O Şimdi Mahkum seyirciyle buluştu. Abdullah Oğuz'un yönettiği, Levent Kazak'ın senaryosunu yazdığı film, tezkereden iki yıl sonra, aynı tertiplerden üçünün ilginç hikayesini beyaz perdeye taşıyor. Athena grubunun solisti Gökhan, Yavuz Bingöl (Karlıdağ) ve Levent'in (Levent Kazak) yeniden karşılaşmaları üzerine kurgulanan O Şimdi Mahkum, yormayan, bıktırmayan, usandırmayan, eğlendiren, düşündüren, ne hepsi ne de hiçbiri olan bir film. Kurmacanın yaşama bulandığı olay örgüsü bir yana, rol alan meşhurlarıyla da farklı bir izlencelik sunuyor.

O Şimdi Mahkum, sinema kıvamında, fazla yormadan ama ilginin bütün unsurlarından bir demet sunan, yaşamdan kopmadan kurgunun matraklığına tutunan bir film olmuş. Yani öyle iddialı ve kocaman kavramları sorgulamıyor. Kurgu/Yaşam ekseninde, olanlarla olabilecek olanlar arasındaki dengeden yaşam uman bir film. Ya da dengesizlikten. Filmin reji masası, karışımın dozu öncülerin ustalığına yakın bir kıvamda ayarlamış. İşte şu saniye kovalamaca olacak; şu saniye bir aşk seramonisi; şu saniye bir aldatma; şu saniye bir mafya hesaplaşması vs...

cy

a

Senaryodan yaşama... Ağırlaşan yaşam şartlarının göbeğinde ofis olarak da kullandığı evinde kızı ve karısıyla zor günler geçiren Levent'in yazdığı citcom için uygun gördüğü askerlik arkadaşı Gökhan'a ulaşma çabası ilerleyen sahnelerde kurgunun yaşamla sınandığı bir evreye dönüşecektir. Olanlardan habersiz olan Karlıdağ, ayrı kaldığı aşkını sakin bir sahilde demir atmış bulunca, yedeğine sevdasını alıp dönmek ister fakat, bu kez de yaşam yol keser. Yaşamın geçit vermediği bir sahilde yol almaya çabalayan Karlıdağ, yaşanan arbededen mahkum olarak çıkar. Bu iki öyküyü besleyen bir başkası da, mafya iyisi Numan'ın yaşadıklarıdır. Bir hesaplaşmada üzerine suç yıkılan Numan, yakın adamını içeri yollarken; kendisi çareyi dışarı kaçmakta bulmuştur. Ancak içerdekilerin bulduğu bir yol, Numan'ı da uzaklardan içeri çekecektir. Yaşamın merkezkaçında savrulmuş ve aslında gerçekten masum olan bu kişilerin başlarından geçenler, O Şimdi Mahkum'un konusunu oluşturuyor. "O da kim?" diye sormayın; ne hepsi ne hiçbiri!.. Ya birimiz ya hepimiz!..

gördüklerimizin trajik bir yanı da mutlaka vardır. Yaşamın yollarını kestiği karakterlerin buluştuğu cezaevi, gizli bir tünelle yaşamın aydınlığına ulaşırken; dış/iç kavramsallaştırmasının ışığında içeriye (yani görece karanlığa) doğru bir sülukun olduğunu görmek de mümkün. Gerçekliğin kollarının uzandığı bir dünyada, yüz bulamayanların ya da aydınlığın kör ettiği gözlerin karanlığı aramasına şaşmamalı. Numan, kendi dünyasını korkudan titretirken en yakınının ihanetiyle "Sen de mi Brütüs" yollu serzenirken; Karlıdağ, aşkının kapısına kadar gelmişken yaşamın set çektiği duvarı aşamayacak ve içindeki "balık"ı yüzleştirecektir ölümle. Popüler dünyanın ikonlarından Gökhan, içeride yaşadığı katarsisin ardından, "aşk"ın yanı başında durduğunu ve kendisinin de bir "şirket" olmadığını anlayacaktır. Kurguda var olan yaşamın içerisinde de vardır aslında. Kurgulayamadığımız yaşamlara inat; gün yüzüne çıkmamış kurgulardır var olan!..

Sonuçta yaşam/kurgu diye bir ayırımı da önümüze sunulan kurgusal mönüden yapıyorsak; Ne diyelim, kurguya!..

pe

Her şey filmlerde olduğu gibi!.. Ne eksik ne fazla!.. Levent'in yazdığı ancak asla bir yönetmenin ilgisiyle buluşamayacak olan senaryo; yaşamın dar koridorlarından çıkmaz sokaklarına, özgür sahillerden karanlık dehlizlere varasıya geniş bir platoda uygulama alanı bulmaktadır. Ve aslında komik olarak

Vizyondan...

Melinda and Melinda / Melinda ve Melinda

Yönetmen: Woody Ailen Oyuncular: Radha Mitchell, Chloe Sevigny, Jonny Lee Miller, Will Ferrell,

filmde Ailen, son otuz yılın en saygı değer yönetmenlerinden biri olarak, en sevdiği konulardan birini işliyor. Erdem, kimlik, kıskançlık, aşk için yapılan kişisel kaprisler... Filmin açılış sahnesinde NewYork'un elit tabakasından bir çiftin evine konuk oluyoruz. Dışarıdaki yağmurlu gece içerde fikir alışverişinde bulunan konukları çok fazla etkilemiyor. Ve iki yazar olan Max (Larry Pine) ve Sy (Wallace Shawn) arasında insan doğasına ait bir tartışma başlıyor. En sonunda, merkezinde esrarengiz bir kadın olan Melinda 'nın yer aldığı komik bir hikaye garip ve gerçeğe yakın bir şekilde büyük bir dramaya dönüşüyor.

The Interpreter / Çevirmen

Yönetmen: Sydney Pollack Oyuncular: Nicole Kidman, Sean Penn, Catherine Keener, Yvan Attal, Jesper Christensen, Earl Cameron, Maz Jobrani, Yusef Gatewood Nicole Kidman ile Sean Penn'in başrolleri paylaştığı "The Interpreter"da birbirlerine tamamen zıt kutuplarda iki insanın öyküsü anlatılıyor. Kişisel sırlar, paranoya ve küresel çıkar çatışmaları labirentinde yolları beklenmedik anda kesişen iki insanın hayatta kalabilmek için saatin tik taklarına karşı verdiği amansız mücadelenin portresi çiziliyor.


a

pe cy


pe a

cy


a

cy

pe


a

pe cy


pe cy a


pe a

cy


pe cy a


cy

pe a


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.