DEVLETİN TİYATROSU OLMAZ! (MI?)
pe cy a
Yücel Erten
Yücel Erten, Ankara'da sanatçıların uğrağı olan
çeşitli mekânlarda geçen bir dizi şakalı konuşma biçiminde kaleme aldığı kitabında Devlet
Tiyatroları'nın sorunlarına ilişkin görüşlerini ve çözüm önerilerini sunuyor, yirmi yılı aşkın
oyunculuk, yönetmenlik, yöneticilik deneyiminin ışığında. Yazar en başta bir önkoşul koymuş ortaya. Devlet Tiyatroları'nın mutlaka yaşatılması önkoşulunu.
Cinlilerinin Devlet Tiyatroları'nın verimsizleştiği iddialarına, tiyatroya yapılan yatırımı gereksiz
görme eğilimine, özelleştirme tekliflerine karşı, toplum yaşamında tiyatronun yeri üzerinde durmuş, Devlet Tiyatroları'nın bu günkü işleyişi konusunda saptamaları ve eleştirileri var Yücel Erten'in. Sevda Şener
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri
Ankara Temsilcisi:
Öğüt, Sevgi Sanlı, Pınar Şenel,
Yurtdışı Abone: 150 DM/ 75$
Müdürü:
Yalçın Günaydın
Umay Umay
Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic.
Mustafa Demirkanlı
Katkıda Bulunanlar:
Redaksiyon ve Düzeltme:
ve San. Ltd. Şti.: Firuzağa
Yayın Kurulu:
Şirin Akdil, Üstün Akmen, Hasan
Ayşe Nalân Özübek
Mahallesi Ağahamamı Sokak 5/3
Orhan Alkaya, Mustafa Demir
Anamur, M. Sadık Aslankara,
Hukuk Danışmanı: Levent Aral
Cihangir 80060 İstanbul
kanlı, Kerem Kurdoğlu, Nilüfer
Mehmet Birkiye, Tuncer
Teknik Müdür: Erkut Arıburnu
Telefon: (0212) 243 09 37
Kuyaş, Ahmet Levendoğlu, Ali
Cücenoğlu, Feridun Çetinkaya,
Abone Sorumlusu: Murat Güler
Fax:(0212)252 94 14
Taygun, Sibel Aslan Yeşilay
Yücel Erten, Müjdat Gezen,
Film Çıkış: Çağdaş Grafik
P. Çeki: Tiyatro Yapım 655 248
Yayın Koordinatörü:
Dikmen Gürün, Aytuğ Iz'at, Nihal
Baskı: Mart Matbaası
Banka Hesap No: T. İş Bankası,
Duygu Atay
Kuyumcu, Yılmaz Onay, Yılmaz
Abone Bedeli: 18.000.000.-
Cihangir Şb. 197 245
A R A L I K
Kapak Fotoğrafı: "Hep Aşk Vardı'nın 3 kadınından biri; Leyla
HAYATİ ASILYAZICI'YA Y A N I T I M I Z /S.4 EDİTÖRDEN Ali Taygun/S.5 TİYATRO... TİYATRO... ÖDÜLLERİ S.6 HABERLER
S.8
ELEŞTİRİ:
"TROILOS İLE KRESSIDA" SEZONUN EN SIKICI OYUNU OLMAYA ADAY Kerem Kurdoğlu/S. 10
ELEŞTİRİ:
TELEFONU KAPATMA! Nilüfer Kuyaş/S. 14
FOTOĞRAFLARIN DİLİ:
a
İ Z D Ü Ş Ü M : Ahmet Levendoğlu/S.9 HEP AŞK VARDI/YILDIZ KENTER Mehmet Birkiye/S. 18
SEMİHA BERKSOY: DOKSAN YAŞINDA BİR ATEŞ KUŞU Dikmen Gürün/S.22
ELEŞTİRİ:
LEENANE'İN GÜZELLİK KRALİÇESİ VE IHLAMUR AĞACI Hasan Anamur/S.24
ELEŞTİRİ:
YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL! Duygu Atay/S.27
ELEŞTİRİ:
TA: BİR RÜYAYI HATIRLAMAK Umay Umay/S.28
ELEŞTİRİ:
"YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM" Üstün Akmen/S.30
ELEŞTİRİ:
DİKKAT! İÇERDEKİ ANLAŞILIRLİK DÜZEYİ SÜREKLİ ZİHİN DURGUNLUĞUNA YOL AÇABİLİR Pınar Şenel/S.32
cy
İZLENİM:
ELEŞTİRİ:
pe
KIRK Y I L D A BİR: AF ÇIKACAK DA NE OLACAK? Mustafa Demirkanlı/S.35 "Bi ŞEY" TİYATROCULAR, ŞARKICILAR VE OYUNCULAR Feridun Çetinkaya/S.36
KENTLER VE TİYATROLARI: TİYATRONUN İKİ KİŞİLİK "ORDU"SU M. Sadık Aslankara/S.40 SUFLE: TANRIM SEN AKLIMIZI KORU!
Şirin Akdil /S. 44
GEÇMİŞTE KALANLAR: TEMAŞA HAYATI:
HAFTANIN TEMSİLLERİ F.
Nafiz/Çev.: Nihal Kuyumcu/S.46
İZLENİM: FESTİVALLERDE KISA BİR GEZİNTİ Yalçın Günaydın/S.48 POLEMİK
DAMDAKİ ÇEVİRMEN YA DA ÇEVİRİDE BEDELSİZ İTHALAT Sevgi Sanlı /S.49 BENİM
"KÜÇÜK TİLKİLERİM
Yılmaz Öğüt/S.50
YABANCI OYUNLARIN ÇEVİRİSİ VE SEVGİ SANLI'NIN İDDİALARI Aytuğ Iz'at/S.51 AÇIK BİR SALDIRIYA ZORUNLU BİR YANIT Yılmaz Onay/S.52 NE BU HİDDET BU CELÂL? Huzursuz Seyirci/S.55 REFİK ERDURAN'A YANIT Yücel Erten/S.56 AÇIKLAMA
Tuncer Cücenoğlu/ DERGİ'NİN
YANITI/S.57
"BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLMAK" Müjdat Gezen/S.58 BİLGİ SAHİBİ OLDUĞUNU "ZANNETMEK" Duygu Atay/S.59 KİTAP T A N I T I M I : Duygu Atay/S.60 ÖKÜZ A L T I N D A BUZAĞI: Huzursuz Seyirci/S.62 T O M R U K : /S.63 BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR /S.64 EK/SÜPERMEN'DEN BİLE KUVVETLİ Roy K i f t / S . 67
TİYATRO...TİYATRO...DAN
HAYATİ ASILYAZICI'YA YANITIMIZ Yayın Kurulu ismet Küntay Tiyatro Ödülleri'nin yirmi beşincisi, 26. 10. 2000 akşamı, "Ihlamur Ağacı" oyununun galasında, AKM Oda Tiyatrosu'nda verildi. Bu ödüller, verdiği özgün ürünlerle ülkemizde oyun yazarlığı alanında haklı bir yer edinmiş olan İsmet Küntay'ın anısına, eşi Nadide Küntay ta rafından tiyatro yaşamımıza kazandırılmıştı. Küntay Ödülleri'nin geçmişi ni -kuşbakışı- değerlendirmek gerekirse, en azından şunun belirtilmesi gerekir: Bugüne dek medyada işleyişine ve yansızlığına yönelik herhangi bir tartışmanın hedefi olmamıştır. Bu da ödüllerin "temiz" kalma özellik lerini korumada zorlandıkları ortamımızda, dikkat çeken bir özellik oluş turmaktadır, Küntay Ödülleri adına.
Bakırköy Belediye Başkanlığı'na verilen ödülün gerekçesini, elimdeki ya zılı notlardan sözlü olarak açıkladım. Bakırköy'de çok işlevli, tarihsel ni teliği korunan bir konservatuar yaptırdı. İşletmesini İTÜ Devlet Konser vatuarına devretti. Bu hizmetinden ötürü Başkan Bahadırlı'ya ödül veril di.
pe
cy a
Ne yazıktır ki, 25. yaşında üzerine koyu bir gölge düştü, düşürüldü. Ödül akşamının hemen ertesinde, seçici kurul üyelerinden, tiyatro eleştirmeni, dramaturg, çevirmen ve Tiyatro... Tiyatro...'nun yayın kurulu üyesi Sibel Arslan Yeşilay, bir basın bildirisiyle, tiyatro kamuoyuna şunları duyurdu, öz olarak: "25. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri'nin belirlenmesi için yönet- 1 6 men, en iyi erkek ve en iyi kadın oyuncu dallarında ödül verilecek kişiler belirlenmişti. Ancak 26 Ekim 2000 tarihinde "Ihlamur Ağacı" oyununun galası sırasında gerçekleştirilen ödül töreninde, jüri kararı olmadığı hal de, jüri sözcüsü sayın Hayati Asılyazıcı tarafından Devlet Tiyatroları Ge nel Müdürü sayın Rahmi Dilligil'e de İsmet Küntay Ödülü verilmiştir. Asılyazıcı, Dilligil'e ödül verilmesini birçok sebebe bağlarken, İsmet Kün tay'ın bir oyununun Konya Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmesi ile Kün tay'ın bir başka oyununun da Adana Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenecek olmasını ödüle layık görülme nedenleri arasında saymıştır.
ve ödülünü kendisi aldı. Sibel Arslan Yeşilay, yalnız Dilligil'e "itiraz" etti. Bahadırlı için hiçbir çekincesi olmadı, olamazdı da! Ancak istifasında çif te standart uyguladı. Gerekçesi de ahlâk bakımından doğruları tam an latmıyordu. Bakırköy Belediye Başkanı'na aynı gerekçelerle itiraz ede mezdi; çünkü Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda kadrolu dramaturg olarak çalışmaktadır.
Ülkemizde hemen her alanda sıkça rastladığımız 'al gülüm ver gülüm' mantığının eleştirmenlik mesleğimin ilkesine ters düşmesi ve adı ünlem ve soru işaretleriyle anılan Devlet Tiyatroları Genel Müdürü sayın Rahmi Dilligil'e jüri üyesi olduğum İsmet Küntay adına ödül verilmesini içime sindiremiyorum. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri içinde "En İyi Tiyatro Ge nel Müdürü Ödülü" kategorisi olmadığı gibi bunun için bir jüri toplantısı da yapılmamıştır. Üstüne üstlük bu kuşku götüren ödülün verileceğini, aynı gün öğrenmiş olmam olayın vahametini daha artırmaktadır. Bu yüzden İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri jüri üyeliğinden istifa ediyorum." Bu üzücü durumun rahatsızlığı yaşanırken, kıdemli tiyatro eleştirmeni, Ti yatro Eleştirmenler Birliği'nin (son Genel Kurul'una dek) yönetim kurulu üyesi, İsmet Küntay ödüllerinin baş emekçisi ve seçici kurul sözcüsü Ha yati Asılyazıcı, yazarı olduğu Bizim Gazete'de yayımlanan köşesindeki uzun yazısında, konuya ilişkin (başka görüşlerin yanı sıra) şunları dile ge tirdi: "İlk ödüller sahiplerine verildikten sonra, ödül töreninde, ödüllerin verilmesinden önce yapmış olduğum konuşmada, "İki ödülümüz daha var" diye bir açıklama getirdim. Nadide Küntay Ailesi'nin almış olduğu karar gereği, seçiciler kurulu üyelerine, bu dönemin başlamasından ön ce alınan kararı her üyeye ayrı ayrı açıklandı, gerekçeleriyle. Sibel Arslan Yeşilay, verilmesi kararlaştırılan (Türk tiyatrosu ve Türk sanatına katkıda bulunan kurumlara verilmesi için bu tür ödüllerimizi sürdüreceğimizi söylememize karşın) iki ayrı ödülden yalnız Devlet Tiyatroları'na verilen, Devlet Tiyatrosu ödülünü. Bursa Devlet Tiyatrosu'ndaki yeni bir oyunu izledikten sonra İstanbul'a gelen Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil aldı. Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı da galaya katıldı
Rahmi Dilligil'in Genel Müdürlüğü'nü yaptığı kurum, Cumhuriyet Tiyatro Tarihi'ne geçecek bir ilkeyi gerçekleştirdi. Bu ilkeyi gerçekleştiren başka bir genel müdür olsaydı yine aynı özenle değerlendirecektik. Olay bu ka dar basit." Savları dikkatle okunduğunda görüleceği gibi, sayın Asılyazıcı, söz konu su ödülün Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil'in "şahsına" ve rildiği gerçeğini perdeleme çabasındadır. Ancak, "Bakırköy Belediye Baş kanı Ahmet Bahadırlı da galaya katıldı ve ödülünü kendisi aldı. Sibel Ars lan Yeşilay, yalnız Dilligil'e 'itiraz' etti." yolundaki sözleri, aynı biçimde Dilligil'in de "ödülünü kendisinin aldığı" gerçeğini -ister istemez- belirle mekte. Rahmi Dilligil/Devlet Tiyatroları (?) ödülü plaketinin üzerinde ne yazdığını görmedik, bilmiyoruz. Ancak, sayın Asılyazıcı'nın törende yaptı ğı konuşmada, ödülün R. Dilligil'in "şahsına" verildiğini ortaya koyan açıklamalarını Sibel Arslan Yeşilay gibi, törende bulunanların da duyduk ları biliniyor. Şurası ilginç ki, durumu "perdeleme" çabası, Asılyazıcı'nın kendisinin de Rahmi Dilligil'e ödül verilmiş olmasından rahatsızlık duyduğu düşüncesini uyandırmakta. Bu durumda söylenecek şey şu oluyor: "Yanlış bildiğin şe yi yapma. Yaptıktan sonra pişman olduysan, açıkça söyle. Olmadıysan, yaptığının arkasında dur." Yazık ki, yılların tiyatro adamı Hayati Asılyazıcı'nın yanlış tutumu bunlarla sınırlı kalmıyor. Yazısının son bölümünde Sibel Arslan Yeşilay'dan sözle "Kaldı ki, kendisi 'Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin yayın kurulunda görevli, Kültür Bakanlığı ve Devlet Tiyatroları'na karşı tutumu derginin her sayı sında okuyoruz." diyor. Tümce Türkçe özürlü, ama yine de şu anlaşılıyor ki Asılyazıcı, Yeşilay'a yanıt vereyim derken, her nedense hedef değiştire rek Tiyatro... Tiyatro...'ya yükleniyor; onu "Kültür Bakanlığı ve Devlet Ti yatroları'na karşı" olmakla suçluyor. Neden acaba? Fahri devlet koruma cılığı görevine mi soyunuyor? Yoksa söz konusu iki devlet kurumunun başındaki yetkililerin skandal boyutlarını çoktan aşan "icraatlarından" ya na çıkıyor, onları savunuyor mu? Kendi adımıza şunu netlikle belirleyerek, bu çok yönlü üzücü olaya yöne lik görüşlerimizi noktalayalım: Bir yılı aşkın süredir Tiyatro... Tiyatro...'nun konuya eğilişini izleyenler, dergimizin "derdinin" söz konusu kurumlara değil, tersine, yaptıklarıyla o kurumlara onulmaz yaralar aldıranlarla ol duğunu iyi biliyorlar.
EDİTÖRDEN
Ali Taygun
Bu sayımız polemiklerle kaynıyor. Kültür alanında -özellikle bu alanın seyirlik kesiminde- resmi ağızlar ile sivil sözcüler arasında benzeri görülmemiş bir çatışma alevlendikçe alevleniyor. 12 Eylül öncesinden bu yana sanatçıları devlete yönelik bir suskunluk sarmıştı. Devletten taleplerde bulunuluyor, bununla yetiniliyordu. Çekişmeler belli bir konu ya da kişilerle sınırlıydı. Ama kültür iktidarına böyle toplu bir başkaldırı, hükümet temsilcilerine böyle bir muhalefet değil son zamanlarda, başından beri söz konusu olmamıştı. Hiçbir kültür bakanı veya üst kadrosu bugün olduğu kadar açık, bugün olduğu kadar sert tepkilerle karşılaşmamıştı. Ve hiçbir kültür bakanı veya üst kadrosu kendilerine yönelik
çalışmamıştı.
a
muhalefeti bugünkü gibi polisiye özel metodlarla ezmeye
cy
Kısacası, kültür alanı hiç bir zaman bürokrasi pençesinde böyle
yıpratılmadı.
Bugünlerin alışılmadık başka bir gelişmesi de mesleği temsil
ettiklerini iddia eden kimi güya 'demokratik kuruluş'
pe
yöneticilerinin 'sivil' davranmaları beklenirken her geçen gün biraz daha 'resmileşmeleri'. Bunlar, Demokrat Parti döneminin 'Vatan Cephesi' muhtarları
gibi mesleği temsilen ortaya çıkıp kapılandıkları kamu kurumlarının müdür sözcülüğünü üstlenmekte, ödenekli
yapıların 'sanattan arındırılmasına' omuz vermekteler. Koltuk uğruna, mansıp yoluna kelle avcılığına çıkan bu 'resmileştirilmiş' ağızların sebep oldukları çölleşme onlara da yaramayacaktır ama bunu kavradıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Dergimiz yazarları, yazı kurulumuz 'kültür iktidarı'na muhalefeti sürdürürken tutarlılık gereği 'boyun eğmeyenin boynunu vurma' yöntemine de muhalefet ederek kendilerine yönelik her eleştiriye sayfalarımızda saygıyla yer vermeyi seçmişlerdir. Çatışan fikirlerden doğacak hakikat ışığının bencil hesapların buzlu sularında yüzenleri aydınlığa çıkarması umuduyla... 5
TİYATRO ÖDÜLLERİ
TİYATRO... TİYATRO... ÖDÜLLERİ Tiyatro...
Tiyatro...
Dergisi, kendi adını taşıyacak ve 2000-2001 dönemi sonunda birincisi verilecek olan
ortamımızda,
ödüllere yönelik çeşitli doğrultularda
koşut olarak ödüllerin varlığı da,
sürdürülegelen
varlığının değeri de sorgulanmakta.
fazlalıktan,
ödül
tartışmalara
Giderek sayısal
a
Tiyatro
tiyatro ödüllerini oluşturuyor.
"enflasyonundan" söz edildiği de oluyor. Değerlendiren durumdaki kişi, aynı zamanda "yapanlar/icracılar" havuzunda yer alıyorsa, o kişinin "yansızlığı", daha işin başında, en iyimser tanımla "kuşku götürür" olur.
pe cy
Gerçekte de, büyüklüküçüklü, çok kategorili -az ya da tek kategorili, sürekliliği belirli- sürekliliği belirsiz tiyatro ödüllerinin tümü bir arada düşünülürse, 10'u aşkın sayıda ödül çıkıyor karşımıza, ki bu da "fazlalık" görüşüne güç kazandırıyor. Öyleyse Niçin Bir Ödül Daha? Nedenini, ayrıntılı biçimde açıklama gereği duyuyoruz:
Köklü kültürlerin ödül/ödüllendirme etiğinin temelini oluşturan, ancak kendi tiyatro ödüllerimiz gerçeğinde hiç gözetilmemiş olan ölçütten başlayarak, konunun geneline uzanalım. "Değerlendirici" konumdaki kişinin, aynı alanda "icracı" konumda olması, ilkesel açıdan yanlıştır. Başka deyişle, bir yandan bir işi "yaparken", öte yandan "çitin öbür tarafına atlayarak", yapılan işe değer biçmeye soyunmak, ahlaksal bir sakatlığa yol açar. Söz konusu durumdaki sakatlığın nedeni açıksa da, biz buradan yine de belirtelim.
Bu bakışla, son beş yılın ödüllerimiz genelini -seçici kurul oluşumları açısındanşöyle bir tararsak, görünüm şu olacaktır: Çeşitli seçici kurullarda yer alanlar arasında; oyuncular, yönetmenler, sanat yönetmenleri, tiyatro yönetim kurulu üyeleri, dramaturglar, oyun yazarları, oyun çevirmenleri yer almıştır, almaktadır. Bunların tümü, sözü edilen havuzun içinde kulaç atan kişilerdir. Yani, ortaya koydukları ürünlerle ödüller için (ya kendileri olarak ya da ürünlerini/çalışmalarını sahneleyen tiyatrolar uzantısıyla) potansiyel ödül adayı durumundadırlar. Dolayısıyla "taraftırlar. Bu nedenle, çitin öte yanına da geçip, "seçen" konumunda
da bulunmaları doğru değildir. Bulundukları sürece, ödülün en önemli gerekliliği olan "yansızlık" ilkesi baştan çiğnenmiş olur. Bu böyle olunca ödüller, sahip olmaları gereken saygınlık niteliğine erişemezler. Bunun doğal sonucu olarak da, tiyatro sanatçısı için hem itici güç olması, hem "manevi değer" taşıması gereken ödül, değersizleşir... Değerlerin değersizleşmesi de, sanat evreninde yaşanabilecek en amansız yozluk, en büyük talihsizliktir. Türkiye'de tiyatro ödüllerinin yakın geçmişinde, çok ciddi yozlaşmalar yaşanmış, çok sayıda tiyatro sanatçısının kimi ödüllere karşı toplu tepki koymaları; ödülü geri çevirmeleri, eskiden alınmışları geri vermeleri gibi durumlar yaşanmıştır. Tiyatro... Tiyatro... bu olumsuzlukları yeniden gündeme getirerek ya da belirli ödüllerin işleyişini hedef alarak yeni polemiklere, kapışmalara kapı açmak amacında değildir. (Dergi'nin başka sayfalarında göreceğiniz ismet Küntay ödülüyle ilgili yazı, anlaşılacağı üzere, zorunlu bir yanıt niteliğindedir.) Ama,
V Bir sezonda sahnelenmiş oyunların en az yarısını izlemiş olduğunu deklare etmek. Katılacak eleştirmenlerden, sezon boyu sahnelenmiş tüm oyunların yarısından fazlasını izlemiş olduklarını "deklare etmeleri" beklenecektir...
pe
Tiyatro... Tiyatro... ödüllerini yaşama geçirirken, ingiltere'nin -yukarıda sıralanan nedenlerlegerçekten saygın ödülleri olan Play & Players dergisi ödüllerini özde model aldık. Çeyrek yüzyıla yakın bir süreyle verilen bu ödüller, Londra tiyatro yaşamını sürekli izleyip değerlendiren ve sayıları -yıllara göre- 2025 arasında değişen eleştirmenlerin seçimlerinin aritmetiksel ortalaması olarak belirleniyordu. Her bir eleştirmen, yıl sonunda, ödül değerlendirmeleri ağırlıklı dergi sayısında kişisel seçimlerinin ayrıntılı gerekçelerini belirtirken, geçmiş yılın genel değerlendirmesini de yapmış oluyordu.
Ödül Modeli V Bir sezonda en az 6 (altı) eleştiri yazısı yayımlanmış olmak. Ödüllerin seçici kurulu, söz konusu tiyatro döneminde eleştirmenlik uğraşını çeşitli gazete ve dergilerde sürdürmüş kişilerden oluşur. Eleştirilerini aylık dergilerde yayımlayanlar yıl boyu kısıtlı sayıda katkıda bulunabildiklerinden, bir sezon boyunca 6 (altı) eleştiri yazısı yayımlamış olmak, katılım için yeterli sayılır...
Öz olarak benimsediğimizi belirttiğimiz bu modeli "bire bir" uygulama yoluna
gelen değerlendirmeler üzerinden yapacağı puanlama ile her kategorinin birincisini belirleyecektir. (Eşitlik durumunda ödül paylaştırılmış kabul edilir.)
Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, tüm seçici kurul üyelerinin değerlendirmelerini, ödüllerle birlikte Dergi'de yayımlayarak açıklar. Ödül töreni tarihi ayrıca duyurulur.
V Değerlendirmeye hangi oyunlar dahil edilebilir? Değerlendirmeye girecek oyunların İstanbul'da sahnelenmiş olmaları esas alınır. İstanbul dışından turneye gelmiş oyunlar da değerlendirme kapsamındadır. Amatör tiyatroların ürünleri de değerlendirmeye alınabilir.
A/ Ödüllerin maddi karşılığı var mıdır? Ödüllerin parasal karşılığı yoktur. Ödül sahipleri heykelcik ya da plaket ile ödüllendirilir.
V Değerlendirme hangi tarihleri kapsar? Değerlendirmeye girecek oyunlar, her tiyatro sezonunun 1 Ekim ile 15 Haziran tarihleri arasında (Sezonun son oyunlarını da değerlendirebilme amacıyla bu tarih belirlenmiştir) sahnelenen oyunlar olacaktır.
a
Nasıl Bir Seçici Kurul? "Doğru oluşumun" tek anahtarı ise "icracılar havuzu"yla bağlantısız, yalnızca eleştirmenlerden oluşan bir seçici kuruldur. Tiyatro eleştirmeni, tiyatro ürününü "değerlendirmeyi" uğraş edinmiş kişidir. Değerlendirmenin bir uzantısında (eleştiri yazmakta) nasıl o varsa, öteki uzantısında da (ödül seçimi yapmakta) yine onun var olması en doğal durumdur. Eleştirmen ayrıca, oyun eleştirisinde olduğu gibi, ödül seçiciliğinde de seçimini gerekçelendirmek durumundadır ve bu yanıyla da, ödüller açısından büyük önem taşıyan bir başka gerekliliği yerine getirir.
gitmiyoruz. Bir yıl içinde 100'e yaklaşan sayıda oyun izlemiş ve eleştirmiş 20-25 eleştirmenimiz olmadığından, zaten gidemeyiz. Plays & Players modelinden yola çıkılıp "koşullarımıza uyarlamalarla" biçimlenen kendi modelimizi aşağıdaki belirlemelerle tanıtabiliriz:
cy
Tiyatro... Tiyatro..., "oluşumu doğru" bir seçici kurulun yaratılması yoluyla, yansızlığına ve işleyişine gölge düşemeyecek, saygınlığı su götürmez bir ödül ortaya koymayı, bilinçli bir amaç edinmiştir.
V Seçici kurul üyelerinde sayı sınırlaması yoktur. Dergi'nin, koşullara uygunluğuyla belirleyip, değerlendirmeye katılmaya çağıracağı eleştirmenlerin yanı sıra, ölçütlere uyan her eleştirmen, kendi başvurusuyla seçici kurula katılabilir... V Değerlendirme. Tiyatro dönemi bitiminde her bir seçici kurul üyesi, çeşitli kategorilerdeki adaylarını belirleyen ve gerekçeli kararlarını içeren sezon değerlendirmesi niteliğindeki yazısını Dergi'ye iletecektir. Bu katkıyı yerine getiren eleştirmenlerin seçici kurul toplantısı yapmaları söz konusu olmayacak; Dergi,
V Değerlendirmelerin hepsi yayımlanır mı?
V Tiyatro... Tiyatro... Dergisi değerlendirmeye katılır mı? Hayır. Sadece puanlama ve yayımlama sorumluluğunu üstlenir, ancak; Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Yayın Kurulu, Seçici Kurul'ca belirlenen ödüllerin dışında, tiyatroya verilmiş önemli emek ya da destekler için kişi ya da kuruluşları onurlandırmak isterse, bunu "ödül" adı altında değil, "teşekkür plaketi" adı altında gerçekleştirir. Ödül katogorilerinin tamamen dışındadır.
Ödül Kategorileri Yılın Yapımı Yılın Yönetmeni Yılın Erkek Oyuncusu Yılın Kadın Oyuncusu Yılın Yerli Oyun Yazarı Yılın Çevirmeni Yılın Sahne Tasarımcısı Yılın Giysi Tasarımcısı Yılın Işık Tasarımcısı Yılın Oyun Müziği 7
Haberler... Tiyatro... Tiyatro...'ya Yeni Dava
"Can" New York'ta
Devlet Tiyatroları Rejisörü Yücel Erten Emekli Oldu Devlet Tiyatrolan'nın deneyimli yönetme ni Yücel Erten kurumdaki karmaşa, baskı ve işbilmezlikler karşısında verimli olama yacağına karar vererek emekliliğini iste di. i. Rahmi Dilligil'in Genel Müdür olmasıy la başlayan karmaşa ve yaprak dökümü Yücel Ertenle devam etti. Sayısız rejisi, yurtiçi ve dışında aldığı on larca ödül sahibi Yücel Erten'in DT'den ayrılması kan kaybı olarak nitelendirildi.
cy a
Devlet Tiyatroları Genel Müdürü i. Rahmi Dilligil Tiyatro... Tiyatro...'nun her sayısı na dava açıyor. Daha önce açmış oduğu davaya kendisi ve avukatı gelmediği için dava şimdilik düştü ancak I. Rahmi Dilli gil bir önceki sayıdan dolayı da yeni bir tazminat davası açtı. Arka arkaya açtığı davalarla Tiyatro... Ti yatro. ..'yu yıldırmaya çalışan ve bunu deklare de eden I. Rahmi Dilligil'in açtığı veya açacağı davalar mahkemelerden önce Ankara kulislerinde konuşulmaya başlayarak, bize kadar ulaşıyor/ulaştırılı yor. Tiyatro... Tiyatro... açılan ve açılacak da valarda kendini savunur, ama tazminat davalarıyla yıldırılıp, susturulamayacaktır. Tek isteğimiz i. Rahmi Dilligil'i önce dava açıp sonra takip etmeyerek hem bizi hem de mahkemeleri boşu boşuna işgal etmemesi, açtığı davalara sahip çıkması.
Genco Erkal'ın Can Yücel'in yaşamı ve şi irlerinden yola çıkarak sahneye koyduğu "Can" adlı oyun 19 Kasım'da New York'ta izleyici karşısına çıktı. The Kaye Playhouse at Hunter College'da sahnele nen oyun, geçen yıl Uluslararası istanbul Tiyatro Festivali Onur Ödülü'nün yanı sıra Afife Jale, Muhsin Ertuğrul ve Sadri Alı şık "En Başarılı Erkek Oyuncu" ödüllerini almıştı. Genco Erkal'ın rol aldığı oyunun sahne düzenlemesi de şairin kızı Su Yücel'e ait.
ASSITEJ Çadırkent Etkinlikleri Sonuçlandı
KÜSAD Kuruldu
pe
17 Ağustos 1999'da meydana gelen bü yük depremin ardından deprem bölge sinde Değirmendere Belediyesi ve Bursa Büyükşehir Belediye'sinin katkılarıyla Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği (ASSİTEJ) Türkiye Merkezi'nin Ya lova, Gölcük ve Değirmendere merkezli olarak düzenlediği 'Çadırkent Sanat Et kinlikleri', 23 Ekim 1999-2 Ekim 2000 ta rihleri arasında Tiyatro Tempo, Nüans Ti yatro, Saklambaç Sanatevi, İngiltere'den Chipolatas Tiyatro Gurubu, Gurup Yağ mur Öncesi, Gurup Elma Şekeri, Tiyatro Hayal Perdesi, Pembe Kurbağa, Tiyatro Çatı, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı, Anatolia Sokak Oyuncuları ve İBŞT'nin katılımlarıyla 62 seansta 8970 çocuk izle yiciye ulaşılarak tamamlandı. 12 Kasım günü, izmit Büyükşehir Beledi yesi Süleyman Demirel Kültür ve Sanat Merkezi'nde düzenlenen törende etkin liklere katılan gruplardan hazır bulunan lara onur plaketleri ASSİTEJ üyeleri tara fından dağıtıldı. 'Çadırkent Sanat Etkin likleri 2' projesi de, Kültür Bakanlığı'nın destek vermesi halinde Bolu, Düzce ve çevresinde çocuklara yönelik tiyatro gös terileri gerçekleştirilecek.
Kısa adı KÜSAD olan Kültür Sanat Ha bercileri Derneği 22 Kasım akşamı AKM Sinema Salonu'nda gerçekleştirilen bir kokteyl ile kuruluşunu duyurdu. Kültür Bakanı istemihan Talay'ın da katıl dığı gecede kültür-sanat habercilerinin dışında birçok sanatçı da katıldı. Gecede kısa bir konuşma yapan Dernek Başkanı Hami Çağdaş; mesleğe ayrı bir kimlik kazandırmak ve iç eğitime önem vermek olduğunu belirtti, istemihan Talay da yaptığı konuşmada, KÜSAD'ın gerekliliğini ve önemini vurgu layarak, görsel ve yazılı basında kendi alanlarını arttırmaları gerektiğini söyledi.
Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması Sonuçlandı Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü'nün Suat Taşer ailesi ile birlikte düzenlediği Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması sonuçları şöyle: Erdoğan Akar'ın "Hayat Güzeldir",
Aslıhan Çalışan'ın "Piyes Of The Hamburger", Necmettin Tetik'in "Düşeş" ve Pınar Merterkek'in "Yollar Açılacak" adlı oyunlarını sahelenmeye değer buldu. On altı yıldan bu yana düzenlenen Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması jürisi; Şahika Tekand, Soner Olgun, Ali Ulvi Hünkar, Yrd. Doç. Dr. Semih Çelenk ve Yrd. Doç. Dr. Selda Ergün'den oluşuyor. Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncay; "Yarışmanın en önemli özelliğinin, yanlızca üniversitelerimizde dramatik yazarlık eğitimi gören gençlere açık olması ve sahnelenmeye değer bulunan oyunların aynı yıl içerisinde DEÜ Sahne Sanatları Deneme Topluluğu'nca sahnelenmesi ol duğunu." belirtti. Bugüne kadar yapılan yarışmalar sonucu sahnelenen 80 kısa oyunun, bölümün 25. yıl etkinlikleri kapsamında iki cilt olarak basılacağı duyuruldu.
Artık Mahir Canova Sahnesi Yok Ankara Devlet Tiyatrolan'nın Kara Kuv vetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı içe risinde yer alan Balgat Mahir Canova Sahnesi, son temsilini vererek perdelerini kapattı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na ait olan sahne, bundan sonra ordu içi eğitim amacıyla kullanılacak. Kara Kuv vetlerinin tek taraflı olarak sözleşmeyi feshetmesi üzerine seyirciye veda eden sahne, son olarak iki Kova Su' adlı çocuk oyununa mekân oldu. Buradaki oyunlar, 15 Ocak'tan itibaren DT'nin Cinnah Cad desindeki Türk-Amerikan Derneği'ndeki yeni sahnesinde izleyiciyle buluşacak.
Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Teoman Özer Vefat Etti Yakalandığı hastalık nedeniyle bir süredir tedavi gören ve 62 yaşında aramızdan ayrılan Teoman Özer'in cenazesi Antal ya'da toprağa verildi. Tiyatroya, Ankara Devlet Tiyatrosu'nda başlayan Teoman Özer, 1993 yılından bu yana, Antalya Devlet Tiyatrosu'nda misafir oyuncu ola rak sahneye çıkıyordu. Sanat yaşamı bo yunca, 50'nin üzerinde oyunda rol alan Özer'in resim ve şiir çalışmaları da bulu nuyordu.
Haberler... 23. Avni Dilligil Ödülleri Sahiplerini Buldu
Devlet Tiyatroları "Tiyatroya Destek" Kampanyası Başlattı
"23. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri" 26 Ka sım akşamı Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenen bir törenle sahiplerini buldu. Gecede Genco Erkal, iki ödül birden aldı. Erkal'ın yönettiği ve oynadığı Dostlar Ti yatrosu yapımı "Can" En İyi Prodüksiyon Ödülü'nü alırken, Genco Erkal "Yaşam Boyu Başarı" ödülüne de değer bulundu. "Dolu Düşün Boş Konuş", Ferhan Şensoy'a "En iyi Yönetmen Ödülü", Zuhal Ol cay'a ise "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü" kazandırırken, "En İyi Erkek Oyuncu Ödü lü", 'Kobayla Ali Poyrazoğlu'nun oldu. Burat Davutoğlu Romeo ile Juliet'deki ro lü ile "En iyi Yardımıcı Erkek Oyuncu", Betül Arım ise "Aşk'ı Memnu"daki rolü ile "En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu" ödül lerine layık görülürken '"Kobay"ın dekor ve ışık tasarımı Barış Dinçel'e "En iyi De kor", Yüksel Aymaz'a da "En İyi Işık" ödülünü kazandırdı. Okay Temiz "Nakşidil Sultan"la "En iyi Müzik Ödülü"nü, Gü ler Yiğit "Nerede Kalmıştık" ile "En iyi Kostüm Ödülü"nü kazanırken Cenk Sü zeri "Altın Göl'deki rolü ve inci Türkay da "Sylvia"daki rolü ile bu yılın "Özendir me Ödülü"nün sahipleri oldu. Civan Canova, "Sokağa Çıkma Yasağı" ile "En iyi Yerli Yazar", Egemen Berköz ""Sıradan Bir Gün" çevirisi ile "En iyi Çevirmen Ödülü"ne değer bulundu. Suna Pekuysal, "Belkıs Dilligil Onur Ödülü"nü alırken, La le Oraloğlu ve Mitos Boyut Yayınevi adı na da Yılmaz Öğüt "Jüri Özel Ödülü"ne layık görüldü.
Fax ağıyla birçok şirkete çağrıda buluna rak, "Tiyatroya Destek" kampanyası baş lattığını duyuran Devlet Tiyatroları, şirket lerin Devlet Tiyatrolarına sponsor olarak katkıda bulunmalarını istedi. Genel Müdür i. Rahmi Dilligil imzası ile gönderilen faxlarda sponsor olmak iste yen kuruluşların Genel Müdür Yardımcısı Erdoğan Şahin'e (0312. 324 54 62) veya APK Uzmanı Seval Uzgören'e (0312. 312 56 32) başvurmaları isteniyor.
Ankara D.T. Müdürü Murat Atak Görevden Alındı
pe cy
a
Devlet Tiyatroları Genel Müdürü I. Rahmi Dilligil Ankara Müdürü Murat Atak'ı görevden aldı. Atak, yaptığı açıklamada, uzun süredir Genel Müdür Dilligil ile sorun yaşadıklarını belirterek; "Böyle talihsiz bir olay yaşadık. Uzun süredir Sayın Genel Müdür ile sıkıntımız vardı. Kurumun önünü açmak adına onunla aynı paralellikte düşünen bir değerli arkadaşımız görev alacaktır. Bu kurum hepimizin kurumu, ben burada barışı sağlamaya çalışırken savaşın içine çekilmeye çalışıyorum. Ama, bu savaşın içine girmeyeceğim. Benim için asıl önemli olan bu kurumdaki iç barışın sağlanmasıdır." dedi. Sorularımızı cevaplarken, görevden alınmadan önce istifa etmeye karar verdiğini fakat çalışma arkadaşlarının engellediğini belirten Atak, istifa etmeye karar vermesinin gerekçelerini ise şöyle açıkladı; "Sayın Genel Müdür uzun süredir Ankara Müdürlüğü'ne by-pass uyguluyordu, son zamanlarda asılacak oyunları başkalarından duymaya başladım. Yönetmenler direkt Genel Müdür ile görüşüyor, distribisyonlar yapılıyordu, hatta değerli bir rejisörümüz benim bilgim dışında gelişen ve hiçbir yasal prosedürü tamamlanmamış olan bir proje için bana rol teklif etti. Başında bulunduğumu zannettiğim(l) Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü'nde kukla olmanın anlamı yoktu." dedikten sonra; "Sayın Dilligil ile sorunumuzun kaynağı başkadır. Yönetim biçimleri konusunda
Ödül gecesinde ünlü pandomim sanatçısı Adam Darius, Semih Sergen'in yöneti minde Ankara D.T. sanatçıları ve Ali Poyrazoğlu da birer gösteri sundu. Programın çok uzaması, sunucu Çiğdem Tunç'un ve Çiçek Dilligil'in karşılıklı espri ve programı uzatan konuşmaları, özellik le Semih Sergen'in programının çok uza ması birçok izleyicinin salonu terk etmesi ne neden olurken, aldığı ödül sonrası kı sa bir gösteri için sahnedeki yerini alan Ali Poyrazoğlu'nun gösterisine programı eleştirerek başlaması ve salonda kalmaya devam eden izleyicilere de "En Sabırlı Ödül Töreni İzleyicisi Ödülü" verilmesi önerisi uzun süre alkışlanmasına neden oldu.
farklı düşünüyorduk. Aynı pencereden, aynı noktaya bakamıyorduk, bunun için beni devre dışı bırakmak istemesini doğal karşılıyorum. Ancak asıl sorun, kurumumuzun bu tür sorunlarını basında, kamuoyu önünde tartışmanın bu kurumu gün geçtikçe daha da zedelemesidir. Derginizin kurumumuz yönetimine karşı hassasiyetini biliyorum. Ancak, umarım Türk Tiyatrosu'nun bu köklü ve saygın kuruluşu yakında tüm (yönetim) sorunlarından arınmış olarak yurdun her köşesinde hizmete devam eder ve değerli Türk tiyatro seyircisinin gözünde de çoktan hak ettiği (ve eskiden olduğu gibi) saygın konuma ulaşır. Ben asil görevime dönüyorum, bizler sanatkarız. Zaten sanatkarlığın üzerinde bir kartvizit yok. Bundan böyle sahne üzerinde yine rejisör ve oyuncu olarak seyirciye hizmet etmeye devam edeceğim." dedi.
Ferdi Merter Yine Sahnede iki yıl önce i. Rahmi Dilligil'in babasının uyarlaması olan "Şıpsevdi" oyununu kendi uyarlaması gibi sunduğunu Ankara D.T. koridorlarında dolaştırdığı iddia edilen Ferdi Merter, "Saray Darbesi" ile I. Rahmi Dilligil yönetiminde Başrejisör olarak görev almıştı, eski Başrejisör Erhan Gökgücü'nün idari davayı kazanıp göreve dönmesinden sonra, festivallerden sorumlu olan Merter, Murat Atak'ın görevden alınmasından sonra Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü'ne atandı. ÖZÜR Ekim-Kasım sayımızda "Bursa Festivali'ne Ne ler Oluyor?" başlıklı yazımda, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı'nın oynadığı "Midas'ın Kulakları" oyunu bir teknik hata sonucu yer almamıştır. Oyunla ilgili değerlendirme şöy leydi:" Vakfın bu yılki oyunu Güngör Dilmen'in "Midas'ın Kulakları". Ekip çalışmasını Ayşe Selen yönetmiş. Midas'ın ünlü efsanesi keşke Güngör Dilmen'in tekstinden alınmasaydı da, çocuklara yönelik bir tekst çalışması yapılsaydı diyorum. Metin bu haliyle çocuklar için çok ağır. Mitoloji bilmeyen küçüklere Apollon, Pan, Zeus gibi karakterleri anlatmak hayli zor çünkü. Bir de halkın neden "Ahoi" diye bağırdığını anlayamadım. Ayşe Selen çok iyi bilir ki bu yüreklendirme sözü, Alman gemicilerin kullandığı bir sözdür, mitolojik devire hiç yakışmamış". Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı'ndan özür dilerim. Duygu Atay
ELEŞTİRİ
"TROİLOS İLE KRESSIDA" SEZONUN EN SIKICI OYUNU OLMAYA ADAY Zor bir gece geçireceğimi tahmin ederek gittim, Troilos ile Kressida'yı seyretmeye. Ama oyunun açılışıyla birlikte, sahnelemenin gücünü yeterince hesaba katmayarak haksızlık ettiğimi, ilgi çekici bir gösteriyle karşılaştığımı düşünmeye başladım.
şimdi neler oluyor, takip edemem. Sonuçta kendimi neler olup bittiğini bir türlü anlayamayan, zekâ özürlü biri gibi hissederek, ilişki kurabileceğim bir iki diyalog ya da olay parçası yakalayabilmek için olağanüstü çaba sarf ederek, izlemeye devam ederim.
Müziğin, sahne ve kostüm tasarımıyla birlikte, hareket anlayışı üzerinde baskın bir belirleyiciliğe sahip olması, sahnelemenin en belirgin özelliği. Kadronun da bu anlayışı başarıyla ve keyifle taşıdığını düşünüyorum. Üstelik metni de harcamadan.
Sorunun, Shakespeare'in 'oyun kurucu' ve 'şair' kimliklerinin çatışmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
cy a
Kerem Kurdoğlu
pe
Sonuçta ulaşılan sahne estetiği, sıradışı ve özgün bir seyir lezzetine sahip. Ancak yine de gösteri, son derece sıkıcı olmaktan kurtulamamış. Sahnede ne olup bittiğini asla kavrayamadığım, bir an önce bitmesini dilediğim üç saat geçirdim o salonda.
Troilos ile Kressida Tiyatro: istanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yazan: W. Shakespeare Çeviren: M. Urgan-S. Eyüboğlu Yöneten: Mustafa Avkıran Sahne-Giysi Tasarımı: Naz Erayda Işık Tasarımı: İlhan Ören Müzik: Yannis Soulas Koreograf: Övül Avkıran Oyuncular: Uğurtan Atakan, Kahraman Acehan, Süleyman Balçın, Demet Bozkaya, Mehmet Çerezcioğlu, Cem Davran, Mehmet Gürhan, Orhan Hızlı, Aslı İçözü, Hüseyin Köroğlu, Altay Özbek, Şenay Saçbüker, Şükrü Türen, Ergun Üğlü, Avni Yalçın 10
Kabahat kimde diye düşündüğümde ise, söylemesi zor bir cevap verdim kendi kendime. Yine de, birçok kişi tarafından topa tutulmayı göze alarak söyleyeceğim. Esas sorunun Shakespeare'in metninden kaynaklandığı kanaatindeyim. Bir seyirci olarak zaten oldum olası hazzetmem Shakespeare'in oyunlarından. Olağanüstü iyi kurulmuş oyunlar olduğunu düşündüğüm ve kıskandığım halde hazzetmem. Diyaloglarının, üstün bir şiirsel ve düşünsel lezzet içerdiğini düşündüğüm halde hazzetmem. En iyi oyunlarının en iyi sahnelenişlerinde bile sıkılırım. Konuşulanlardan koparım; kim kimdi,
Hamlet, Kral Lear, Macbeth gibi oyunlarının yapılarını incelediğimde, ulaşılması zor bir ustalıkla karşılaşıyorum. Daha ilk sahneden seyirciyi avucunun içine alan, çok güçlü dramatik çatışmalar yaratan, merak unsurunu hem kısa hem uzun vadeli kararsızlık durumları kurarak sürekli diri tutmayı bilen, ilerki sahnelerin tohumlarını metne ustaca yerleştiren, karakterlerini derinlemesine inşa eden, düşünsel ve dramaturjik tutarlılıkla ilgi uyandırıcı olma niteliğini aynı potada eritebilen, ele aldığı tarihsel kişi ve olayların özündeki ezeli-ebedi dinamikleri ortaya çıkararak zamanının çok ötesine seslenebilen, çok iyi bir 'oyun kurucu' çıkıyor karşınıza. Diyaloglarındaki 'şiirin gerek dilin kullanımı, gerekse düşünsel güç açısından içerdiği derinlik, ustalık ve zenginlik ise apayrı bir 'üstün değer'. Bence sorunun kaynağı tam da burada zaten. Shakespeare'in karakterleri, söyleyeceklerini o kadar 'bilgece', o kadar 'ustaca', o kadar güzel, o kadar dolaylı; benzetmelerle, süslemelerle dolu ve uzun söylüyorlar ki; 'nasıl' söyledikleri,
a
Shakespeare'in karakterleri, söyleyeceklerini o kadar 'bilgece', o kadar 'ustaca', o kadar güzel, o kadar dolaylı; benzetmelerle, süslemelerle dolu ve uzun söylüyorlar ki; 'nasıl' söyledikleri,
cy
'ne' söylediklerinin önüne geçiyor bağlamda' söyledikleri ise iyide görünmez hale geliyor. Sözleri dinlemekten, olay örgüsünü izleyemez oluyoruz.
gösteri, Mustafa Avkıran, Övül Avkıran ve Naz Erayda üçlüsünün uzun süredir sürdürdükleri işbirliğinin, yeni bir halkası olarak çıkıyor karşımıza. Çağdaş, düzeyli, zengin ve özenli bir gösteri olarak da 'başarılı' sayılabilecek bir halka.
pe
En azından ben ve bana benzeyen 'Coca Cola kuşağı' için durum böyle. Kaldı ki, düşünsel derinliği ve entelektüel merakları ne düzeyde olursa olsun, bu çağda yaşayan hemen hemen herkes için, yukarıda kendimden yola çıkarak anlatmaya çalıştığım algılama biçiminin, az çok aynı olduğunu sanıyorum. Ancak düşüncelerimi açıklamaya başlarken sarf etmiş olduğum övgü sözcüklerinin, herkes tarafından büyüklüğü kabul edilen bir yazarı beğenmemeye cesaret edemediğim için kullandığım sözcükler olduğu sanılmasın.
Shakespeare'in, karşılaştığım en iyi oyun kuruculardan biri olduğunu düşünüyorum gerçekten de. Oyunlarının çoğu, benim için birer ders niteliğinde. Bu durumda, belki de bu çağda gerçekleştirilen her Shakespeare sahnelemesinin 'birinci vazifesi', olay örgüsünü tekrar görünür kılmak olmalı. Ancak bunun ne kadar mümkün olduğundan emin değilim. Tekrar yola çıktığımız noktaya, yani Şehir Tiyatroları'nın Troilos ile Kressida' sahnelemesine dönersek, söz konusu
Başta müzikleri besteleyen Yannis Saolis olmak üzere, tüm kadronun da bu 'başarıda' payı olduğunu düşünüyorum. Ödenekli tiyatrolarda çalışan oyuncuların çalıştıkları oyunlardaki varoluş biçimleri ve oyunculuklarındaki klişe çözümler konusunda çok kuvvetli olumsuz ön yargılara sahip biriyim. Ancak, gerçekten inandıkları bir projede ne kadar farklı davranabildiklerini de birçok kez gördüm. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi. Koreograf Övül Avkıran'ın, oyundaki aksiyonlarla oyun müziği arasında kurduğu tartımsal bir ilişki var. Bu ilişkinin dozu öyle ki, ortaya çıkan devinim dizgesini bir 'dans gösterisi' haline getirecek kadar soyut, stilize ve ağırlıklı değil; ama bununla birlikte oyuncuların sahne üzerindeki hareketliliğini "gündelik edimlerin bire bir yeniden üretimi" olmaktan çıkaracak
'ne' söylediklerinin önüne geçiyor. kadar da belirleyici. Naz Erayda'nın herhangi bir tarihsel göndermesi olmayan, soyut, hatta 'geometrik', görsel olarak oldukça etkileyici, minimalist mekân ve kostüm anlayışıyla koreografinin hareket tarzı, çok organik bir ilişki içinde. Bunlar, oyunu, seyirlik nitelikleri yüksek, çağdaş bir gösteriye dönüştüren en önemli elemanlar. Gündelik jest ve mimiklerle desteklenen, sözün merkezde olduğu bir oyunculuk tarzına alışkın bir kadronun, bu tür bir sahneleme anlayışı içinde zorlanacağını, hatta direnebileceğini tahmin edebilirsiniz. Ancak böyle bir sorunla karşılaşmıyorsunuz. Oyuncuların, sahneleme anlayışıyla barışmış olduğunu görüyorsunuz. Hatta aslında bunu bile düşündürmeyecek kadar organikleşmiş bir barışıklık bu. Eğer ben bu sözleri kullanıyorsam, kendi olumsuz önyargılarım nedeniyledir. Yer yer müziğin ritmini tam olarak yakalayamamak gibi belli belirsiz teknik aksamalar olsa da, kadro genelde gösteriyi iyi taşıyor. Bu noktada, belki de rejinin oyuncuları yeterince zorlamamış olduğunu söylemek mümkün. Hatta gösteriyi oluşturan ana elemanlar 11
arasında bir üslup tutarsızlığı olduğunu da söyleyebiliriz. Müziğin, tanıdık öğelerle kurulmuş sıcak ve otantik, 'Akdenizli' tavrına karşılık, sahne tasarımı ve koreografi, soğuk, mesafeli, stilize, minimalist bir tavra sahip. Ben bu karşıtlığı bir 'üslup tutarsızlığı' olarak değil, gösterinin genel kimliğine olumlu etki etmiş bir çatışma olarak görüyorum. Eğer tüm ana öğeler müziğin karakteriyle uyum içinde olsaydı, ortaya yıllarca önce National Theater'dan izlediğim Hint usulü Tartuffe'e benzeyen, 'oryantalist' denebilecek bir yerelleştirme esprisinden başka bir şey çıkmazdı. Sahne tasarımı ve koreografinin aykırı tavrı, müziği ve dolayısıyla gösterinin tümünü daha çağdaş ve evrensel bir noktada konumlandırmış. Koreografinin, sahne tasarımının ve sık sık etkin birer aksesuvara ve kodlamaya dönüşen kostümlerin doğrudan etkisi dışında
kalmış oyunculuk alanlarında ise rejinin tavrı çok net değil. Ne sıcak ve tanıdık buluşlarla bezenerek müziğe yaklaşmış ne de yadırgatıcı, stilize ve minimalist bir anlayışla diğer öğelere. Daha çok, 'kendiliğinden çıkan'a teslim olmuş gibi görünüyor.
hiçbir zorlama barındırmayan bir diğer oyuncu da Mehmet Çerezcioğlu. Ancak özellikle Hektor rolü için doğru bir seçim olmadığını düşünüyorum. Oyuncunun taşıdığı 'entelektüel' karakterle, Hektor'un temsil ettiği 'yiğitlik', 'dövüşçülük' gibi değerler örtüşmüyor.
Birkaç oyuncuya bireysel olarak, kısaca değinmek istiyorum.
Benzer bir uyumsuzluk da Mehmet Gürhan ile Odysseus rolü arasında var. En azından benim kafamdaki Odysseus imajı, daha 'olgun', daha 'yıllanmış' bir görüntü gerektiriyordu. Oyuncunun belki de bu nedenle- saçıyla kurduğu ilişki de, henüz içselleşmemiş, oturmamış, eklektik bir tipleme girişimi olarak göze batıyor.
Kressida'yı ve Andromakhe'yi oynayan Şenay Saçbüker'i izlerken, çok güçlü bir oyuncuyla karşı karşıya olduğunuz duygusuna kapılmıyorsunuz. Kendisi de böyle bir iddia taşımıyor zaten. Sahne üstünde alçakgönüllü bir varoluşu var. Ama işlevini çok iyi yerine getiriyor ve rolünün yorumuyla oldukça uyumlu. Öyle ki, oyunun ve sahnelemenin temel meseleleri, seyirciye en çok onun oyunculuğu dolayımıyla ulaşıyor. Keyifle izlenen, kompozisyonlarında 'doğru (!)' şekilde görselleştirilecek
a
Bir sahne metni, aslına sadık kalınarak,
'ana eser' değildir. Bir gösterinin söz düzeni, ulaşılmak istenen etkiye ulaşmamızı sağlayan
öğelerden sadece biridir.
pe
cy
Hatta bazen en önemli öğe bile değildir.
Thersites'i oynayan Altay Özbek ise oldukça yüksek bir seyirlik çekiciliğe sahip. Oyundaki önemli enerji merkezlerinden biri. Tek ve önemli itirazım, sarf ettiği enerjiyle ilgili. Fazla 'gayretli' bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Aynı etkiye daha 'sakin' bir kompozisyonla da ulaşması mümkündü bence. Sıradışı bir kompozisyon çizmek kaygısıyla ellerine geçirdiği ayakkabılar, hem kolaycılık hem gereksiz hem de yönetmenin genel sahneleme anlayışı nedeniyle elemesi gerekirken zaaf gösterdiği bir fazlalık. Kassandra ve Andromakhe'yi oynayan Aslı Içözü, sahnede hiç de alçakgönüllü olmayan ağır bir 'star' edasıyla var olduğu için beni rahatsız etti. Belki de bu rahatsızlık benim, "gerçekten iyi bir oyuncunun, ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu seyirciye fark ettirmemesi gerektiği" ilkesine olan inancım nedeniyledir. Bahsetmeden geçemeyeceğim bir başka oyuncu ise yönetmen Mustafa Avkıran'ın kendisi, içselleşmiş ve ölçülü birkaç tipleme esprisiyle bezenmiş, alçakgönüllü ve 'hafifletilmiş' oyunculuğunu izlemek benim için çok keyifliydi. Hele Şükrü Türenle oynadığı ikili sahne, tüm gösteri boyunca en çok haz duyarak izlediğim sahne oldu. Ve Şükrü Türen. Bu oyunda çizdiği kompozisyon, benim için 'dört dörtlük' kategorisine giriyor. 'Bayağı' olanı 'bayağılaşmadan' çizebilmek kolay iş değil. Oyunun, 'yüce' değerleri hafifleştirerek ve çirkinliklerini teşhir ederek ayaklar altına alan tavrı, Şükrü Türen'in oyunculuğunda tam karşılığını buluyor. Son derece seyirlik bir
zenginliğe sahip olduğu halde 'popülist' olmayan, metnin edebi değerlerini usta bir oyunculukla aktarırken 'ağırlaşmayan', tüm öğelerin dozu iyi ayarlanmış bir oyunculuk. Şükrü Türen' e teşekkürü borç biliyorum. Oyuncu kullanımı açısından, sahnelemenin belki de en önemli özelliği, savaşın iki tarafında birbirine karşılık gelen rollerin aynı oyuncular tarafından oynanması. Sahne ve kostüm tasarımının temel konsepti de bu 'karşıtların birliği' yorumundan kaynaklanıyor. Söz konusu tercihin, dramaturjik gerekliliği çok iyi düşünülmüş ve sağlam da olsa, olay örgüsünü ve ilişkileri takip edilebilmemizi zorlaştırdığını belirtmeliyim. Ama buna bir 'hata' demek zor. Çünkü eserin içeriğine dair ana yorumun taşıyıcısı.
pe cy a
Bence bu gösteride yönetmenin en büyük hatası, tekst seçimi olmuş. Bu tür bir sahneleme anlayışı, daha 'tenha' bir diyalog düzeni istiyor. Nitekim en etkileyici sahnelerden biri, metnin, harekete göre çok daha az yer tuttuğu açılış sahnesi. Ancak aktarılması gereken o kadar çok söz var ki, aynı tavrı tüm gösteri boyunca sürdürmek mümkün olmuyor. Mustafa Avkıran'ın seçiminin, her yönetmeni baştan çıkaran bir nedenden, yani zor olanı başararak, ihmal edilmiş bir değeri hakkıyla ortaya çıkarabilmek iddiasından kaynaklandığını sanıyorum. Ne nedenle olursa olsun, bir kez bu eserin seçilmiş olduğunu veri alırsak, çok radikal bir 'yeniden yazım' dramaturjisine gereksinim olduğu kanaatindeyim. Bu noktada "ben olsaydım ne yapardım?" sorusunu sordum ister istemez. İlk önce tek tek her sahnede kimin ne söylediğini, neler olup bittiğini birkaç cümleyle özetleyen bir 'tretman' oluştururdum, ikinci aşama olarak bu tretmanda oyun kuruluşu açısından zaaflı bulduğum yapısal bozuklukları giderirdim. Çünkü Shakespeare'in son derece iyi bir oyun kurucu olduğunu düşünmeme karşın, bu oyunun aynı başarıyı taşımadığı kanaatindeyim. Üçüncü aşama olarak, her sahnenin özetlenen işlevini yerine getirmesi için, hangi sözlerin yeterli olacağını sorardım. Bu sözleri, yine orjinal metinden alırdım. Burada, metnin alışıldık anlamda
Bir seyirci olarak zaten oldum olası hazzetmem Shakespeare'in oyunlarından Olağanüstü
iyi kurulmuş
halde hazzetmem.
oyunlar olduğunu
Diyaloglarının,
neler oluyor,
takip edemem.
ve
kıskandığım
üstün bir şiirsel ve düşünsel lezzet
içerdiğini düşündüğüm halde hazzetmem.
sahnelenişlerinde bile sıkılırım.
düşündüğüm
En iyi oyunlarının en iyi
Konuşulanlardan koparım; kim kimdi,
şimdi
Sonuçta kendimi neler olup bittiğini bir türlü
anlayamayan, zekâ özürlü biri gibi hissederek,
ilişki kurabileceğim bir iki
diyalog ya da olay parçası yakalayabilmek için olağanüstü çaba sarf ederek, izlemeye
devam
'budanmasından' değil, bir kez sıfırlandıktan sonra, çok daha az sözle yeniden kurulmasından söz ediyorum. Genelde Shakespeare ve özelde bu metin hakkında dile getirdiğim düşüncelerin, bu konuda benden çok daha birikimli ve edebiyat kökenli birçok saygın kişi tarafından tepki göreceğini biliyorum. Ama Shakespeare'deki edebi değer, beni ancak bir okuyucu olarak ilgilendiriyor. Bir tiyatrocu olarak ise, yazılı bir tiyatro oyununun, bir gösteri oluşturulması için taşıdığı olanaklar önemli benim için. Bir sahne metni, aslına sadık kalınarak, 'doğru (!)' şekilde görselleştirilecek 'ana eser' değildir. Bir gösterinin söz düzeni, ulaşılmak istenen etkiye ulaşmamızı sağlayan öğelerden
ederim.
sadece biridir. Hatta bazen en önemli öğe bile değildir. Bu bağlamda bir sahne metninin asıl önemli işlevi, gösterinin çatısını belirlemek, daha doğrusu buna temel oluşturmaktır. Son olarak, Mina Urgan ve Sabahattin Eyüboğlu imzalarını taşıyan çevirinin, metnin aslını doğru aktarmak amacını öne çıkartan, edebi kaygılı bir çeviri olduğunu belirtmek isterim. Dilin, işitildiğinde takip edilebilir olması, sahneleme açısından çok önemli bir özellik. Çeviriyi bu açıdan başarısız buluyorum. Sonuçta, üç saat boyunca inanılmaz derecede sıkıldım. Ama "kaçırsaydım pişman olurdum" dediğim çok değerli şeyler de gördüm. 13
ELEŞTİRİ
TELEFONU KAPATMA! Sahnede yıldız oyuncu seyretmenin ayrı bir keyfi var. Buna ayrıcalık da diyebiliriz. Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay bence yıldız oyuncular. Onlar hangi oyunda oynasalar gider görürüm, oyunun ne olduğu önemli değil. Bence yıldız oyuncunun da tanımı bu. Varlığıyla en sıradan oyunu yahut filmi bile izlenebilir kılması, ingiliz yazar Tom Kempinski'nin Ayrılış / Separation adlı oyununda da aynı şeyi hissettim. Hani Önder Focan'ın Ella Fitzgerald için bir şarkıda kullandığı sözler var, telefon rehberini şarkı gibi okusa yine de mükemmel olur diye. Bilginer - Olcay çifti sahneye çıkıp telefon rehberini zikretseler, yine mükemmel olurdu!
pe
cy
a
Kuyaş
Bu her oyuncuya nasip olan bir paye değil kuşkusuz. Nedir bir oyuncuyu yıldız yapan? Sadece yetenek yahut güçlü oyun tekniği değil elbette. Fazladan bir şey var yıldız oyuncularda. Tabii ki yaratıcılıkla ilgili bir şey. Ben buna cömertlik diyorum. Yıldız oyuncular, kendilerini sakınmayan, kendilerini izleyiciyle cömertçe paylaşan, yaptıkları işe fazladan bir şeyler katan sanatçılar.
Ayrılış Tiyatro: Oyun Atölyesi Yazan: Tom Kempinski Çeviren: Zeynep Avcı Yöneten: Işıl Kasapoğlu Sahne-Giysi Tasarımı: Veli Kahraman Müzik: Selim Atakan Oyuncular: Zuhal Olcay, Haluk Bilginer 14
Yıldız oyuncular sahneye çıktığı zaman varlıkları içimizi ısıtır, çok nefis bir yemeğe oturduğunu bilen insanlar gibi büyük lezzetler bekleyerek yerimize daha bir keyifle yerleşiriz. Asla da düş kırıklığına uğramayız. Onları yıldız yapan şey kendi yetenekleridir tabii ki, ama biz izleyicilerin de bir payı vardır bu sihirde. Onları biraz da biz yıldız yapmışızdır. Neredeyse kendi yarattığımız bir şeyi izler gibi, kendimize pay çıkartırız bu ışıltıdan, bir tür kültür ve uygarlık alışverişidir bu, bize en iyi yanlarımızı yansıtır, bizi
güzelleştiren bir aynada gösterir kendi aksimizi, gururumuzu okşar. Ayrılış oyununda da bol bol gururum okşandı, ama zihnim ve ruhum için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, çünkü oyunu pek beğenmedim. Gerçi ingiltere'de defalarca sahnelenişinde "harikulade bir komedi" diye nitelendi, üstelik 1990 yılında Rosanna Arquette ve David Suchet gibi çok beğendiğim iki oyuncuyla, yönetmen Barry Davis tarafından televizyon filmi bile yapıldı. O filmin adı "Telefonu Kapatma" idi. Evet, bu oyunun özeti, "telefonu sakın kapatma" sözleriyle verilebilir, çünkü bir telefon aşkını anlatıyor. Hattın iki ucunda iki sakat insan var. Erkeğin ruhu sakat, agorafobiden şikâyetçi, evden çıkamıyor, ünlü bir yazar ama yazarlık suları kurumuş, çocukluğundaki ruhsal yaralar alevlenip onu köşeye sıkıştırmış, durmadan tıkınıp, panik krizleri geçiriyor. Diğer uçtaki kadın ise bir oyuncu, ama onun da bedeni sakat, "multiple sclerosis" denilen şifasız illetten muzdarip, bacakları hissetmiyor, ama azimli ve iradeli bir New York'lu Yahudi kızı bu, pabuç bırakmıyor hayatın sillesine, sahneye de çıkıyor, aşk da yaşıyor. Bu iki sakat, zekâyla yapılan bir düelloda gibi, birbirlerinin zaaflarını yoklayarak, birbirlerine güvenmenin yollarını arıyorlar. Çünkü ikisi de hayatın acılarından dolayı güvenme özürlü aslında. İkisi de psikiyatride "ayrılış korkusu" ya da "separation anxiety" denilen, sevilmediği ve sevilemeyeceği korkusundan muzdarip. İyi de, bize ne?
cy a
pe
görmediğim için tam hüküm veremem, ama Kempinski'nin bence böyle bir zaafı var.
Tom Kempinski, ruhsal ve bedensel sakatlıklara kafasını çok takmış bir yazar. 1960'larda çok yetenekli ve bol ödüllü bir oyuncuymuş, yönetimindeki Ulusal Tiyatro'da yıldızı parlamış,
sonra
Laurence Olivier
muazzam bir ruhsal
çöküntü yaşayarak evine kapanmış, ama bu sayede de yazar olmuş.
Onun
a
"Tek Kişilik Düet" adlı oyunu, yine multiple sclerosis hastalığına yakalanıp genç yaşta ölen ünlü kadın viyolonselci Jacqueline du Pre'den esinlenmiş bir
pe cy
yapıttı ve dünya çapında ün yaptı, ödül kazandı, Kempinski'nin örneğinde olduğu gibi çok iyi de yazılsa, mizahla da örülse, hünerle ve zekâyla da işlense, ruhsal dramlar nedense beni pek açmaz tiyatroda. Fobilerimiz, bilinçaltımız, komplekslerimiz ve korkularımız yaşarken çok ilginç ve önemli gelir de bize, yazıldıkları zaman nedense sıradanlaşırlar. Çünkü asıl önemli olan o ruhsal krizlerin kendileri değil, onlar yüzünden ya da onların sayesinde bizim deneyim dediğimiz şeye nasıl tepki gösterdiğimizdir. Asıl dram buradadır. Dolaylıdır yani. Ruhsal kriz doğrudan ve çıplak temsil edildiği zaman tıbbi dosya okumaktan farksızlaşır. Dediğim gibi, ister tıbbi dosya, ister telefon rehberi, böyle yıldız iki oyuncuyla, yetkin bir metnin her tür tadına varıyor insan varmasına, ama geriye onları izlemiş olmanın keyfinden öteye bir şey kalmıyor pek. Yani Oyun Atölyesi'nin bu oyundaki seçimine pek katılmıyorum. Tom Kempinski, ruhsal ve bedensel sakatlıklara kafasını çok takmış bir yazar. 1960'larda çok yetenekli ve bol ödüllü bir oyuncuymuş, Laurence Olivier yönetimindeki Ulusal Tiyatro'da yıldızı parlamış, sonra muazzam bir ruhsal çöküntü yaşayarak evine kapanmış, ama 16
bu sayede de yazar olmuş. Onun "Tek Kişilik Düet" adlı oyunu, yine multiple sclerosis hastalığına yakalanıp genç yaşta ölen ünlü kadın viyolonselci Jacqueline du Pre'den esinlenmiş bir yapıttı ve dünya çapında ün yaptı, ödül kazandı, Julie Andrews'un oynadığı Andrey Konchalovski imzalı bir film de oldu. Ama Kempinski bana yine de yaranamadı. Bunun nedenini, geçenlerde internet'i karıştırırken rastladığım bir mektupta buldum. Rivayete göre Kempinski, bir makalesinde, Samuel Beckett'in insanlığın acılarını yansıtan yapıtlarını okurken midesinin bulandığını, çünkü televizyonu her açtığında haberlerde insanlık acılarının en âlâsını görebildiğini yazmış! Bu herhalde, Beckett tarzı soyutlamanın ve entelektüel / felsefi yaklaşımın, "gerçek hayatlar" adına bir eleştirisiydi, ama hiç yerinde değil, üstelik Kempinski'nin zaafını bana açıkça gösterdi. Onun oyunlarında, örneğin Ayrılış'ta, tam da televizyon haberlerini andıran çiğlikte bir "hayatın acıları" anlayışı var, ki dediğim gibi bence bunlar bire bir temsile pek gelmiyor, tam tersi, ancak Beckett - vari bir soyutlamayla, dolaylı olarak yansıtılınca bir anlam kazanıyor. En yeni oyunlarını
Sahnelemeye gelince. Afife Jale'de gördüğümüz oyun sırasında, yanımdaki arkadaşım bana dönüp "Bu oyunda Işıl Kasapoğlu'na yapacak ne iş kalmış acaba?" diye sordu. Evet, erkeğin salonu, kadının da yatak odasından ibaret bir dekorda, birkaç ayrıntı dışında, yönetmenin ne katkısı oldu acaba yıldız oyuncularımıza? Erkeğin telefonunun kablolu ve göbek bağı gibi bir yere bağlı olup, kadının telefonunun kablosuz yani daha özgür olması gibi ufak ama önemli simgeler çok güzeldi tabii, ama oyun boyunca değişen tek şey oyuncuların kılıkları olduğuna göre, sahne araları neden öyle uzun sürüyordu mesela? Çok sevdiğim bir besteci olan Selim Atakan'ın bu oyundaki müziğinin de anlamını pek kavrayamadım. Sonunda karar veremedik arkadaşımla: Yıllardır hayranlığımızı kazanan ve başarılı bir yönetmen olan Işıl Kasapoğlu'nun bu yıl Aksanat'ta, Oyun Atölyesi'nde, İzmit'te ve her yerde bu kadar fazla oyun yönetmesinin bir yorgunluğu mu söz konusu acaba? Her neyse, biz yıldızlarımıza dönelim. Zeynep Avcı o kadar iyi çevirmiş ki bu oyunu, Türkçe yazılmış gibi. Zuhal Olcay, sakat da olsa kendini tanıyan bir kadının hayata karşı nasıl güçlü olabildiğini, insanı ağlatırcasına incelikle yansıtıyor. Haluk Bilginer ise, erkeklerin (anneleri onları terk etmiş olmasa bile) neden asla büyüyemedikleri konusunda, ciltlerce kitap yazabilecek kadar cesurca yansıtabiliyor erkek ruhunun zaaflarını. Bir oyuncu ancak çok büyükse, ruhsal cücelikleri bu kadar yerinde sergileyebilir. Üstelik, gerçek hayatta karı koca olmanın, ya da sahnede birbirine alışık olmanın hiçbir gölgesi düşmüyor bu iki oyuncunun yaratıcılığına. Daha ne diyeyim? Şunu: Bu oyun ya da böyle oyunlar, keşke hakikaten Türkçe yazılabilseydi. Türk tiyatrosu bu iyi oyun yazamama kabızlığından nasıl kurtulacak allahaşkına? Ama bu başka bir konu. Ayrılış'ı görmenizi tavsiye ederim. Eteği sarkmayan, derli toplu bir yapımda, yıldız oyuncu seyretmek, biz Türk tiyatroseverlere her zaman nasip olmuyor ne de olsa! Ayrılış, bu açıdan sonuna kadar telefonu izleyicinin yüzüne kapatmıyor.
İZDÜŞÜM
Levendoğlu
Olmayan Virgülü Okuyabilmek Şöyle serinkanlı, dingin, polemiklere çanak tutmayacak bir şeyler yazayım bu sayıda, diyorum. Birçok sayfasında göreceğiniz gibi, yeterince tartışma, atışma var zaten derginin bu sayısında. Yanıtlar ile ya nıtların yanıtları havada uçuşuyor. Varsın uçuşsun; kayıtsızlık, ilgisizlik olacağına tartışmanın, polemi ğin olması yeğdir, giderek sağlıklıdır. Ama ben bu yazıda polemiklere kapı açmak niyetinde değilim. Sabah gazete okurken gözümün bir yandan "olası yazı malzemesine" kaydığını duyumsuyordum. Bu, ayırdına varmadan edindiğim bir "refleks" mi? Eğer öyleyse ben bayağı bayağı yazar mı (dahası, "kö şe yazarı" mı) oluyorum?! Gözüme ilk takılan, tiyatro ilanlarının son zamanlarda değişen çehresi oldu. Bu çehre değişikliğinin getirdiği şey de, ilanların artık büyük ölçüde "çehrelerden"; oyuncuların yakın plan çehrelerinden olu şuyor olması. Tasarımda bir estetik kaygısı barındıran ya da çehre barındırmaksızın tanıtıcı bilgi içeren ilanlar azınlıkta artık. "Bunda bir kötülük mü var?" derseniz, "Var." diyemem. Çünkü, aynı teknede (oyun ilanı verme konumundakiler teknesinde) yer alan biri olarak, evet, biliyorum ki "Yazılı kültürü gelişmemiş toplumda parsayı görsellik topluyor... İlanda en etkili görsellik de tanınmış sanatçının yü zü oluyor... Üstelik reklamda her yol mubahtır, yeter ki amaca ulaşılsın...", vb... "İyi de, bir zamanlar ilan kültürü diye bir şey de vardı." biçiminde tutturmanın bir anlamı yok. Zaten ben polemiğe çanak tutan bir yazı yazmayacağım burada!..
cy
a
Sonra, İ.B.B. Şehir Tiyatrolarının oyunlar ilanı, repertuardaki bir oyuna yöneltti dikkatimi. O da -nere den nereye- yıllar önce verdiğim bir konferansı anımsattı bana. Arşivden metni bulup çıkardım. Bo ğaziçi Üniversitesi'nde 1988'de verilmiş, konferans. Metni okudum. Doğrusu, kulağa aşırı ciddi ve "akademik" gelen "konferans" nitelemesinin gereğini karşılamış; özenli, ayrıntılı, İngilizce yazılmış, "oyun çevirisi" üzerine bir çalışma, ingilizceden Türkçeye yapılan çeşitli oyun çevirilerinden örnekle melerle, metinlerdekilerin yanı sıra oyun adlarında görülen yanlışları da belgelemiş. Beni I.B.B.Ş.T. ilanından konferans metnine götüren köprü, Arthur Miller'in "Hepsi Oğlumdu" oyunu. Konferans metninde ayrıntılı işlemiş olduğum örneği burada özetleyerek aktarayım. Özgün adı "Ali My Sons" olan oyunun ilk Türkçe çevirisindeki adı "Bütün Oğullarım". Bu, uygun bir çeviri değil. "Hepsi Oğlumdu" çevirisi ise çok yerinde, çünkü oyunun içeriğinin önemli bir yanını ortaya koyan "Ne olurlarsa olsunlar, sonuçta, hepsi oğlum." anlamını karşılıyor. Bu doğru oyun adına varışta çevirmen aslında ustalığını şurada gösteriyor: "All" ile "My" İngilizce sözcükleri arasında -gerçekte yazılışta var olmayan- virgül imini var gibi düşünüyor. Yani olmayan virgülü okuyabiliyor. (Ülkü Tamer'in eline sağlık.)... Ad çevirisi örneklerinden bir başkası: Alan Ayckbourn'un "Time and Time Again" oyunu nun -bir inceleme yazısı için yapılmış- Türkçe çevirisi "Zaman ve Yine Zaman" olmuş. "Sözcük sözcü ğüne" yapılmış bu çeviri tümden yanlış. Çünkü burada ingilizcede "sürekli yinelenmeyi" anlatan bir deyim söz konusu, ki bu, Türkçede "her Allahın günü" ya da benzeri bir deyimle karşılanabilir. (Bura da çevirmenin adını vermiyorum, çünkü bu yazıda polemiklere çanak tutmak istemiyorum!!)
pe
Ahmet
Derken, televizyon sayfasında olumlu bir şeye çarptı, gezinen bakışlarım. Evet, evet, olumlu bir şeye. "Bu ülkede, bu çürümüşlükte iyi bir şey nasıl olabilir ki?" saplantısının girdabına kapılmış "o bozgun cu, o milliyetçilik duygularını yitirmiş, sözde aydınlara" inat, iyi bir şey: Akşam aynı saatlerde iki ayrı kanalda tiyatro üstüne iki ayrı izlence var. Biri, bu işi uzun yıllardır yapan Fikret Terzi'nin bu yıl "Tiyat ro Sahnesi" adını almış olan TRT 2'deki izlencesi (21.15). Öteki, NTV'nin "Şehir Işıkları" izlencesinin (21.05) tiyatroya ayrılmış olan bölümü. Burada "Tiyatro cephesinde yeni bir şey yok mu?" konusu tar tışmaya açılıyormuş. İzleyici olarak televizyonla ilişkim sınırlı olduğundan, örneğin Serap Aksoy Gürkan'ın "Alkışlar"ını biliyorum da, öteki izlenceleri tek tek bilemiyorum. Ama bilenlerden duyuyorum ki, NTV, TRT 2, TV8 ve CNN Türk kanallarında akşamın daha erken ve daha geç saatlerinde tiyatro konularının da yer aldığı başka kültür-sanat izlenceleri de varmış. Eh, yeterli değilse de, genel resim eskisinden biraz iyi gibi görünüyor bu alanda. Akşam iki izlence arasında "zaplayacağım". (Ya da bu eyleme bir yazarımızın bulduğu Türkçe karşılık la "zıplayacağım".) İster misiniz sonra iki tiyatro izlencesini aynı sıralarda izlemiş olmanın olumlu etki sine kapılıp, olmayan virgülü okuyabilen bir toplum olabilmek gibi olmayacak düşlere kendimi kaptı rayım! işte, polemiklere, kapışmalara (umarım) yol açmayacak bir yazı yazdım. Üstüne üstlük "olmayacak duaya amin" diyecek denli olumlu bağladım sözlerimi; sırf çevrelerini saran olumsuzlukları görmek ve duymak istemeyenler mutlu olsunlar diye. 17
F O T O Ğ R A F L A R I N
D İ L
pe
cy
a
Yazan: Yıldız Kenter Yönetmen:Yıldız Kenter Mehmet Birkiye Sahne Tasarımı: Osman Şengezer Giysi Tasarımı: Çolpan İlhan Müzik: Mete Sakpınar Koreograf:Oral Yazıcı Oyuncular: Yıldız Kenter Engin Hepileri
Hazırlayan: Mehmet Birkiye
HEP AŞK VARDI 34
"Ne yaldızlı hükümdar anıtları, ne mermer Ömür süremez benim güçlü şiirim kadar; Seni pasaklı Zaman pis bir mezara gömer, Ama satırlarımda güzelliğin ışıldar." W. Shakespeare Sone 55 Bir yaşam ancak belli bir zaman aralığında var olabilir. Bu aralık aynı zamanda bireyin kişisel ve toplumsal tarihidir. Bu zaman dilimi bireyin kendisidir. Mutluluk-kin-sefalet-varlık-yokluk şefkat-acı-tebessüm-toplumsiyaset-kimlik-ihanet-aşk, herşey bu zaman aralığında olup biter. Leyla, Yıldız Kenter'in kızı
Herşey, tüm yaşam, her an, ele avuca sığmaz zamanla var olabilir ancak.
pe
Ölmek değil korkunç olan, unutmaktır. Kişi unutur... unutmaktan ölesiye korktuğu için de geçmişini tekrar uydurur. Geçmiş zamana baktıkça, zaman gerçeği eğer, büker, tanınmaz hale getirir. Artık geçmişi yeniden kurmak zamanıdır. Yakıştırmalar, benzetmeler, uydurmalar, olanı, olması istenene dönüştürür, yeni ve istediğimiz gibi bir geçmiş...
cy
Bir bireysel tarihi, işgal günlerinden Cumhuriyet'e, Cumhuriyet'ten 12 Mart'a Türkiye'nin toplumsal tarihinin önünde, Nadide, Leyla ve Yıldız kimliğinde şimdiki zamana döküyor.
a
"Hep Aşk Vardı" bir oyunun zamanında, bir yaşamın tüm zamanını kapsıyor.
"Hep Aşk Vardı" zamanın teröründen kurtarılmış bir geçmiştir. Ve biz zamanın eğilip bükemediği, gerçek bir özel tarihin tanığı oluruz. Yıldız Kenter'in özel tarihi sade, özentisizdir. O da büyük ozan gibi, ailesine, tiyatrosuna, öğrencilerine, hocalarına, tanıdığı ve bazen tanımadığı kişilere duyduğu aşklarının tümünü, pasaklı zamana bırakmaz, ele geçirir, bize sunar
Yıldız Kenter, kızı Leyla ve ailesiyle birlikte
Kâmran Yüce, Genco Erkal, Yıldız Kenter, Müşfuk Kenter 19
pe
cy a
"Çöl Faresi" oyunundan
"Martı" oyunundan
"Pembe" oyunundan 20
pe
cy
a
"Ben Anadolu" oyunundan
"Hep Aşk Vardı" oyunundan.
"Hep Aşk Vardı" oyunundan. 21
İZLENİM
SEMİHA BERKSOY: DOKSANYAŞINDA BİR ATEŞ KUŞU Gürün
David Hancock'un "Bellek Tiyatrosu'ndan söz ederken giz ve gerçek arasındaki bağlantıya değinir tiyatro bilimcisi Elinor Fucsh. Bu tür bir gösteride, nesneler yüklendikleri gizemli anlamlarla sanki kutsal emanetleri simgeler, garip bir tılsım taşırlar. Sanatçı ile belleği arasında iletişim kuran ve bu titreşimi çevreye yayan kendine ait sararmış bir mektup, kurşun kalemle tutulmuş notlar, taş plaklar, tablolar, tüylü bir şapka, bir şay, bir şamdan ya da çok başka şeyler de olabilir. Bunlar sahnenin yanılsamasından yaşamın gerçekliğine geçişi sağlayan nesnelerdir. Burada söz konusu olan 'gerçek' gündelik yaşamın gerçekliğinin çok ötesinde anlamlarla yüklüdür. Belleğin yok olmasına karşı inşa edilen ateşten bir duvardır söz konusu olan ve bu tiyatro Fucsh tarafından yeni bir postperformans sanatı olarak tanımlanmaktadır. Çünkü, 'bellek tiyatrosu'nda bedenin şimdi ve buradaki varlığı ile salınarak uçuşan zarif imgelerin bütünleşmesi söz konusudur...
pe
cy
a
Dikmen
Değerli sanatçımız Semiha Berksoy'u 22 Kasım akşamı Babylon'da izlerken geçti aklımdan bellek tiyatrosu üstüne bu kısa saptamalar. 2000 yılında 90. yaşını kutlayan Berksoy kendi yaratısı olan gerçeküstü giysilerle sahneye çıktığı andan itibaren bu türün en çarpıcı örneklerinden birini sundu onu izlemeye gelen gençlere. Kendinden, Atatürk'ten, Nâzım Hikmet'ten söz etti. Yaşamın ne anlama geldiğini, başarının ne demek olduğunu, sanatla bilimin nasıl örtüştüğünü açıkladı... Severek, gülerek, heyecanlanarak, coşarak anlattı. Ders
vermedi, sadece anlattı, ama imgelerle zenginleşmiş bir anlatımdı bu. Dünle bugün arasında sürekli köprüler kuruyordu. Yıllar önce yazmış olduğu ve kendisi için derin anlamlar taşıyan, simgelerle dolu "Nebbaş" öyküsünü yer yer sararmış, yırtılmış kâğıtlarından okurken önünde duran tarihi mermer masa ve üzerindeki objeler (bir şamdan ve bir bebek) onun geçmişle bir kez daha buluşmasını vurguluyordu. Öte yandan; bedeniyle ve de bedenle adeta çelişen/çatışan giysisiyle bugüne geliyordu. Geçirdiği kalp ameliyatı beyaz body'sinin üstünde yine Semiha Berksoy tarafından resmedilerek anlatılmıştı... Gerçeküstü ve gerçeğin buluşmasıydı Babylon'daki beraberlik. Semiha Berksoy'un dili ile Baba Zula'nın farklı müziği bu buluşmanın ilginç bir parçasıydı kuşkusuz. Mekânı tıka basa doldurmuş olan gençlere "benim bedenim 90 ama ruhum 25 yaşında... Bir phoenix kuşu gibi küllerimden yeniden yeniden doğuyorum" diye seslenirken, "Madam Butterfly", "Fidelio" ve "Ariadne auf Naxos"tan aryalar söylerken dünü bugüne taşıyor, bugünden düne bakıyordu. *** 7 Kasım akşamı AKM Büyük Salon'da Semiha Berksoy'un 72. sanat yılı kutlandı. Ahmet Cemal'in "gerçek sanatçı" üstüne yaptığı kısa ama anlamlı konuşma Berksoy'un güçlü sesinin, güçlü kişiliğinin ve yıllarca yılmadan sürdürdüğü mücadelenin özüydü. O gece ekranda Lüksemburg'da "Manifesta 2"de "Salemo" operasından
üzere Paris'e gidiş yılı, 1934'ün Semiha Berksoy için çok ayrı bir yeri var, çünkü o yıl Atatürk'ün önünde "Özsoy" operasında oynar genç sanatçı. Ardından Carl Ebert, Paul Lohmann gibi uzmanlar tarafından imtihan edilir ve burslu olarak Berlin Yüksek Müzik Akademisi'ne girer. 1938'de Berlin Operası'na kabul edilir. Berlin radyosunda konser verir (bu konseri taş plaktan her dinleyişimde büyülendim), 1939'da Richard Strauss'un 75. doğum yılı kutlamalarında "Ariadne auf Naxos" operasında başrolü üstlenir. Aldığı eleştiriler onu göklere çıkartır... Sararmış gazete kupürlerinden o satırları birlikte okuyoruz... "Eşine az rastlanan büyük bir ses ve alışılmamış bir temsil kabiliyeti... Birinci sınıf klasik bir Wagner yorumcusu..." ve benzeri övgüler... Semiha Berksoy'un Berlin Operası'nda kalması için yapılan teklifleri reddederek Türkiye'ye dönmekte ısrar etmesi onun yaşamındaki dönüm noktalarından biri kuşkusuz. Sıra Türkiye'de yaşadıklarına gelince, "şahsi hırslar baskın çıktı" diyor kısaca, ekliyor, "sanatta bu tür şahsi hırslara yer olmamalıdır. Bu bir kültür eksikliğidir. Bazı çevreler beni yaşatmak istemediler ama ben yine de sanatım nedeniyle hep takdir edildim. Çünkü sanatta bilimin yeri yadsınamaz. Ben yüksek dramatik sopranoyum. Bunu bilim ispat etti ve elime belgeleri verdi." Klikleşmeler ve gruplaşmalar değerli sanatçının ciğerini parça parça ediyor, ama, Berksoy parçalan onarmasını biliyor. Her alanda başarıyı yakalıyor... Bir yanda "Fidelio", "Madam Butterfly", "Ariadne auf Naxos", "Tosca, "Haensel ve Gretel" gibi operalar diğer yanda Ekrem ve Cemal Reşit Rey kardeşlerin onun için yazdığı "Lüküs Hayat" ve diğer operetler... Ardından zengin bir tiyatro repertuvarı ve yine birbirini izleyen başarılar... Tablolar; acılarını, aşklarını, sevinçlerini, sevgilerini çizgilerle, renklerle, yazılarla işleyen tablolar.
cy
pe
Konu hırslar, kısırlıklar değil... 2000 yılında 90. yaşını ve 72 sanat yılını kutlayan inanılmaz sanatçı Semiha Berksoy ve onun kalıplar içine sığmayan yaşamı, başarıları. 1998'de Kuntshaus Zürich'in sanat yönetmeni olan Harald Szeeman'ın "kutluğ ataman's semiha b. unplugged" filmini gördükten sonra Semiha Berksoy için yaptığı "patlamaya hazır bir bomba" tanımı opera, resim ve tiyatro alanlarında aynı güçte buluşuyor sanatçının dünyasında. Onun yapıtlarının inanılmaz bir giz içeren 'yatak odası'nın Bonn Bienali'nde "Gelecek Milenyuma Bakış" bölümünde sergilenmesi, oradan Viyana'ya geçmesi ve 2001 yılında belki de Madrid'e uzanacak olması pek çok doğruları ortaya koyuyor. Umuyorum ki Semiha Berksoy'un Çengelköy'de doğduğu evin müzeye dönüştürülmesi için Kültür Bakanlığı tarafından başlatılan olumlu çalışmalar kısa sürede sonuçlanır ve sanatçının tablolarından kitaplarına, el yazılarına, mektuplarına, taş plaklarına, kostümlerine kadar sahip olduğu tüm zerginlikler burada sergilenebilir. Başlıbaşına bir hazine Semiha Berksoy...
a
söylediği arya eşliğinde sergilediği cesur performansı izlerken, 1938'de Berlin Radyosu'nda verdiği konseri, yine gençlik yıllarında "Madame Butterfly" operasından "un bel di vedra" aryasını dinlerken, o pırıl pırıl ses kulaklarımda yankılanırken hep "neden?" diye sormadan edemedim, "neden yıllardır ülkece birbirimizi yıpratma politikası içindeyiz?" Şöyle bir bakıyorum da yaşananlara, yaşadıklarımıza... şaşırıyorum. Dünden bugüne değişen hiçbir şey yok. İlişkilerde sürekli olarak saplantılar, kompleksler galip gelmiş. Halbuki onca enerji, yapılan iyi işlerin doğurganlaşması, güzelliklerin daha da güzelleşmesi için harcansa her şey ne kadar farklı olacak...
Semiha Berksoy'un yaşamı öylesine dolu bir yaşam ki... Opera, tiyatro ve resimle dolu. "Bende bütün sanatlar bir arada" diyor. 1928'de Nimet Vahit Hanım tarafından burslu olarak konservatuvara alınmış. 1929'da ilk konserini vermiş ve aynı yıl ressam Namık İsmail Bey tarafından yine burslu olarak Güzel Sanatlar Akademisi'ne alınmıştı. 1930 ise Darülbedayi'de Muhsin Ertuğrul'un açtığı tiyatro okuluna 50 lira maaşla kabul edildiği yıl. 1931 ise ilk sesli Türk filmini çevirmek
Kulağımda Semiha Berksoy'un 72. Sanat Yılı kutlamaları sırasında söylediği "Fidelio" operasından bir arya. Kulağımda Semiha Berksoy'un "ben küllerimden yeniden doğuyorum" sözleri. Aryalar, sözler, renkler, çizgiler buluşuyor ve ilk Türk opera sanatçısı olan Semiha Berksoy yeni başarılara doğru kanat çırpıyor. 23
ELEİTİRİ
LEENANE'İN GÜZELLİK KRALİÇESİ VE IHLAMUR AĞACI Anamur
Bu yazımızda İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda 2000-2001 sezonunda sahnelenmeye başlanan iki oyunu ele alacağız. Bu oyunlardan ilki İrlandalı yazar Martin Mcdonagh'ın "Leenane'in Güzellik Kraliçesi", ikincisiyse Vüs'at O. Bener'in "Ihlamur Ağacı".
a
Hasan
pe
cy
Bu oyunuyla tanıdığımız Martin Mcdonagh'ın tiyatro alanında gerekli sağlam alan bilgisiyle ve gerçek bir yazardan beklenen içerik - yapı - biçem uyumunu ustalıkla sağlayan gözlemci ve yaratıcı niteliklerle donanmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu oyununun ve yazarının Türk tiyatro izleyicisine tanıtılmasını tiyatro çevremizde özlemle beklediğimiz olumlu adımlardan biri olarak değerlendiriyoruz. Bu oyunu işlek, işlevsel, doğal bir sahne Türkçesiyle dilimize aktaran Sevgi Sanlı'nın da bunda kuşkusuz büyük katkısı var. Her alanda olduğu gibi, tiyatroda da çevirinin önemi de, ne yazık ki, şimdiye kadar üzerinde fazla durulmamış bir konudur. Başka yazılarımızda bu temel öğeyi de incelemek istiyoruz.
Leenane'in Güzellik Kraliçesi Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Martin McDonagh Çeviren: Sevgi Sanlı Yöneten: Cüneyt Çalışkur Sahne Tasarımı: Ethem Özbora Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan Işık Tasarımı: Önder Arık Koreograf: lan Phillip Oyuncular: Sumru Yavrucuk, Rüçhan Çalışkur, Hakkı Ergök, Yurdaer Okur
Ihlamur Ağacı Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Vüs'at 0. Bener Yöneten: Nur Subaşı Sahne Tasarımı: Ethem Özbora Giysi Tasarımı: Medine Yavuz Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Cemal Ünlü, Gılman Peremeci, Levent Güner, Gülen Çehreli 24
Her oyun, kuşkusuz, yazarın kaleminden çıktıktan sonra sahneye koyucunun ve oyuncuların alanlarına girer. Bir önceki yazımızda klasik oyunların sahnelenmesi üzerine görüşlerimizi açıklamış ve sahneye koyucunun çok özel bir yaratıcı, yazarın izleyici karşısındaki temsilcisi olduğunu, bunu hakkıyla gerçekleştirebilmesi içinse yapıtı tüm içeriğiyle derinliğine kavraması, onu bütün yapısal ve ilişkisel bağıntılarıyla, tüm labirentleriyle bilmesi gerektiğini söylemiş ve sahneye koyucunun yazara
karşı bir bağımlı özgürlük içinde olduğu üzerinde durmuştuk. Bu durum, doğal olarak, yalnız klasik oyunlar için değil, tüm oyunlar için de geçerli olmalıdır ve hiçbir bakımdan sahneye koyucunun yaratıcılığını engelleyici, hatta örseleyici bir yaklaşım değildir. Tersine, bir oyunu derinliğine kavrayabilme ve tüm yönleriyle algılayabilirle yetisi sahneye koyucunun önünde yepyeni ufuklar açar. Önceki yazımızda bunu örneklemeye çalışmış ve sahneye koyucunun ancak böyle bir çalışmadan sonra oyunda iğreti yamalar gibi sırıtan tutarsız sözde buluşlar yerine oyunun derin ve tutarlı anlamını aktaran gerçek buluşlarla yazarın sözünü, bu sözle birlikte de kendi sözünü en etkili biçimde izleyiciye ulaştırabileceğini vurgulamıştık. Leenane'in Güzellik Kraliçesi gibi çetin ceviz bir metin üzerinde Cüneyt Çalışkur böyle bir çalışma ve doğru bir çözümleme yapmış. Çalışkur, dar ve kapalı bir çevrede yaşanan psikolojik gerilimler, meydan okumalar ve çatışmalar üzerine kurulu bu oyunu yalnız derinden anlamakla kalmadığını, aynı zamanda hissettiğini de tutarlı ve duyarlı bir uygulama ve çarpıcı buluşlar bütünüyle gösteriyor. Bu çalışmada, başta Sumru Yavrucuk gibi tiyatro hamuruyla yoğurulmuş bir üstün yetenek olmak üzere Rüçhan Çalışkur, Hakkı Ergök ve Yurdaer Okur'dan oluşan genç kadronun payı da, doğal olarak, çok büyük. Bütün oyuncuların oyunu ve canlandırdıkları kişileri çok iyi biçimde çözümlemiş oldukları anlaşılıyor. Bunun sonucu olarak da, her biri
a
pe cy
a pe cy
canlandırdıkları kişileri, içindeki dalgalanmaları, fırtınaları, çekingenlikleri, kaytarmaları... Son derece doğal, ölçülü ve etkileyici bir biçimde izleyiciye ulaştırıyorlar. Cüneyt Çalışkur da, yazarın bildirisini, yarattığı ruhsal çatışmalar labirentini, söylemek istediğini oyuncularına çok iyi anlatmış. Her hareketin, her bakışın, her duruşun, her repliğin, her tonlamanın, her susuşun ayrı ayrı anlamı doğru yönde vurguladığı, bütün göstergesel öğeler üzerinde titizlikle çalışıldığı ve abartıya kaçmadan doğallık içinde verildiği görülüyor. Bunun sonucu olarak da, oyun kişileri arasındaki ilişkiler sahnede de inandırıcılık ve doğallık kazanıyor. Dolayısıyla da, kişisel özelliklerden, saplantılardan, çelişkilerden yola çıkıldığı halde tüm insanlığa seslenen evrensel bir gösteriye ulaşılıyor. Oyunun başlangıç sahnesinde annenin çarpıcı ve aykırı davranışını -mutfaktaki eviyeye tuvaletini yapması- ile oyunun bitişinde kızının, dolaylı bir biçimde de olsa, aynı davranışa girmesi benzer kapalı evrenlerde "Güzellik Kraliçesi" gibi durumunu gerçekçi biçimde değerlendirebilenlerin bile istemleri dışı yaşadıkları kısır döngüyü etkileyici bir biçimde veriyor: Antik tragedyaların 26
özünü oluşturan yenilmez tanrısal istem burada aşılmaz bir toplumsal boyunduruğa dönüşüyor. Bu önemli oyunu bize tiyatroya yaraşan bir biçimde sunan tüm kadroya teşekkürler.
Usta yazar Vüs'at O. Bener'in "Ihlamur Ağacfnın Devlet Tiyatrosu repertuvarına alınışından kırk yıl sonra da olsa, sahneye çıkarılması da bu sezonun ilginç bir olayı olmaya adaydı. Ama, ne yazık ki bu umudumuz daha ilk repliklerde söndü. Bener'in, başlığını Franz Schubert'in Der Lindenbaum başlıklı şarkısından alan "Ihlamur Ağacı" da Mcdonagh'ın "Leenane'in Güzellik Kraliçesi" gibi kapalı bir çevrede - bu kez bir aile çevresi: Anne, oğul, gelin, üvey baba - ve tek uzamda geçen, sürekli bir çatışma ortamı ve çıkış yolu arayışları içinde ruhsal derinliklerin araştırıldığı, ilişkilerin gerçekliklerinin kişilerin söyledikleri, bunları söyleme biçimleri, söylemedikleri, suskunlukları, taşkınlıkları... aracılığıyla verildiği ve genel yaklaşımıyla Sartre'ın Yaşamı Cehennem'e dönüştüren çevredir yaklaşımını anımsatan bir başka çetin ceviz metin. Bu kez sahneye koyucu Nur Subaşı ile oyuncuların - Üvey baba:
Cemal Ülkü, Anne: Gılman Peremeci, Oğul: Levent Güner, Gelin: Gülen Çehreli - bu güç yaratıyı gerçekleştirebildiklerini söyleyemeyeceğiz. Gösteri, metnin tüm inceliklerini ve kişilerin özelliklerini vermekten uzak; daha ilk repliklerden başlayan sürekli bir karşılıklı bağırışmaya dönüştürülmüş, içerik ile biçim, söylenen ile söyleme tarzı arasında kurulamayan nedensellik tutarlılığı da, inandırıcılığı da yok ediyor. Bunun sonucu olarak da "Ihlamur Ağacı", ne yazık ki, ezberlenmiş repliklerin, derinliğine varılmadan sahnede hep aynı mekanik yöntemlerle söylenmesi bağırılması -düzeyinde kalmış. Bunun nedeni sanırız sahneye koyucunun metni zor bulmuş oluşu; bildiriyi ve kişileri çözümlemeye ve yorumlamaya gereğince gitmemiş, dolayısıyla bu çalışmayı oyuncularla da yapmamış oluşudur. Böyle olunca da sahnede anlamlı ve tutarlı bir yapım bulmak, bu yapımın içine oyunculuğun ve göstergesel öğelerin uyumlu bir biçimde katılmasını beklemek aşırı iyimserlik oluyor. Buna bizlerden çok üzülen de sanırız yapıtının bu halini gala gecesinde izleyen Vüs at O. Bener olmuştur.
ELEŞTİRİ
YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL!
pe
cy
a
Sadri Alışık Tiyatro'sunda Or han Oğuz'un yönettiği "Her kesin Gözü Önünde" adlı oyun sahneleniyor. Bu oyun, daha provalar sırasında paparazzilerin ve Tiyatro'da çıplaklıksever aziz seyircileri mizin sabırsızlıkla beklediği bir muştu haline 'getirildi'. Yönetmenin gazetelere "Ben bu oyunda herkesi soyuyo rum" sözleri, provalar sırasın da bir dilek-istek miydi, gişe başarısı için verilen bir tüyo'muydu, bilemeyiz. Ancak, bildiğimiz daha doğrusu gördüğümüz, oyunda hiç kimsenin soyunmadığıydı. Yönetmenin üslubudur. İster soyar, ister giydirir. Berliner Ensemble"ın "Arturo Ui" sahnelemesinde yıllarca unutulmayacak bir sahne vardı. Mafya'nın kadınların dan biri, vizon kürkünün altı na hiçbir şey giymemişti ve bu durum bir tek mizansen dışında hiç belli olmuyordu. Ama o bir tek mizansende, elindeki uzun ağızlıklı sigara sına ateş istemek için sağ kolunu bir metre yana açtı ğında, tümüyle çıplak oldu ğu ortaya çıkıyor ve bu, o kadının mesleğini birkaç sa niyelik görüntüyle tüm ola rak yansıtıyordu. Özetle, ne gerekiyorsa, yö netmen ne istiyorsa yapılır elbet. Zaten başoyuncu da İzleyici oyunda bu sahneyi göremeyecek, çünkü yok. kendisine yöneltilen soruları hep böyle yanıtlı yor. Doğru. Doğru olmayan, oyunda kulla nılamayan sahneleri, varmış gibi gösterip Herkesin Gözü Önünde basını, seyircileri aldatmak. Neden basın Tiyatro: Sadri Alışık Tiyatrosu oyunda olmayan durumların resmini basarak Yazan: Oliver Hailey okuyucusunu aldatsın, aldatmış durumda bı rakılsın? Neden tiyatro'nun girişine 'sanki öyÇeviren: Sevgi Sanlı leymiş' gibi resimler asılsın? "Basına yapılan Yöneten: Orhan Oğuz prömiyer", neden bir panayır gösterisi haline Giysi Tasarımı: Çolpan İlhan getirilsin? Müzik: Orhan Topçuoğlu Oyuncular: Kerem Alışık, Nilüfer Açıkalın, Onlarca paparazzi muhabiri TV kameralarıyla Osman Çağlar, Nazlı Tosunoğlu, hazır ordu gibi en fazla 'frikik' verilecek sah Yasemin Çonka, Bülent Polat, Derya neyi yakalamak için birbirinin üstüne çıkıyor. Çetinel Az sayıdaki kültür sanat habercileri, oyunu
bırakmış, onların haline gülüyor. Bir ara, işi o kadar azıttılar ki, oyundaki oyuncular bile gülmeye başladı. İnsanların bir kadın oyuncu nun göğüslerini ya da vücudunun diğer yerle rini görmeyi beklemekten başka işleri yok mu? Kaldı ki, sanıyorum seyirciler oyunlarda gördükleri çıplaklık ile erotik sahnelerle ilgi lenmiyorlar o kadar. Bir sürü oyun var, sözü edilen bu oyunun dışında, çok daha fazla çıp laklık içeren. Hemen aklıma geçen sezon Kenter Tiyatrosu'nda sahnelenen "Oyunun Oyunu" geliyor. Üç perde boyunca hem de o muhteşem vücuduyla Güneş Berberoğlu sütyen-külotla oynadı. Bu kadar gürültü olmadı basında. Aynı şekilde DT'nin Marguerite Duras sahnelemesinde Yetkin Dikinciler-Nesrin Kazankaya ikilisinin erotik sahneleri neden hiç yankı yapmadı acaba? Hani ucuz panayırlarda çadır çığırtkanı bağı rır kapıda: "Gel vatandaş gel, içeride çıplak deniz kızı var, senin için yakaladık, yarısı ba lık, yarısı kız!" diye. Seyirci de içeri dalar, son ra da küfrederek çıkar. Biraz o hava veriliyor sanki bu oyunda. Yani, sen gel de, içeride umduğunu bulamasan da olur. Peki, umduğunu veya basında ve tiyatro girişinde kendine sunulanı bulamayan izleyicinin bilet parasını geri isteme hakkı yok mu bu oyunda? Ne gerek var bütün bunlara?.. Yoksa metin iyi, oyuncular da ellerinden geleni yapıyorlar. Bu çıplaklık beklentileri yüzünden, metin de, sahneleme de gözden kaçıyor, tiyatronun özüne ilişkin bir şey kalmıyor ortada. Yazık... Hiç değilse gerçekleştirebilseler söylediklerini. Yani, uyduruktan banyo sahnesi koyacakları na, sahiden yapsalar. Çıkaracaksa üstündeki leri, tam çıkarsın. Duş yapacaksa, yapsın. İki yıl önceki İstanbul Tiyatro Festivali'nde, İs panyol'ların "Faust"unda gördük, sahnede na sıl duş yapıldığını. Bir işi gerçekten yapmakla, yaparmış gibi yapmak arasındaki fark, işte bu. Gerçekten yapmak, gerekeni gerektiği kadar yapmak, ama sansasyon yaratmamak bile bile. Öğrenmemiz gereken galiba bu. Eğer gerçekten soyunsaydı Nilüfer ve kimse kışkırtılmasaydı önceden, eminim ki ruhu bile duymayacaktı kimsenin ve sadece oyunun kalitesi tartışılacaktı, frikikler değil. Haa, ama bu durumda az seyirci gelirdi izlemeye, o başka. Benim aklım o kadarına ermez. Benim derdim bu yolla tiyatronun kirlenmesi. Bir de, oyunların içeriğinin 'göründüğü gibi' olması. Gerisi de beni ilgilendirmiyor zaten...
ELEŞTİRİ
Teatra Jiyana Nû'den Kürtçe Bir Oyun
TA: BİR RÜYAYI HATIRLAMAK Mezapotamya Kültür Merkezi, Hüseyin Kaytan'ın yazdığı "Ta" isimli oyunu Erdal Ceviz yönetimiyle sahneledi. Kürtçe oynanan oyunu benim gibi bu dili bilmeyenlerin anlaması mümkün değildi. Buna rağmen yaratılan atmosfer büyüleyiciydi. Etnik olduğu kadar bireysel kimlik de önemlidir diyen Erdal Cevizli için, kültürler arası iletişimde önemli olan, bu kimliğin en sahici haliyle ortaya çıkarılması. Oyun metnini okuduğumda bir kez daha anladım ki, bazı sanat dalları, içinde kelimelerin ötesinde evrensel bir dil saklıyor. "Ta", oyuncuların doğaçlama yapabildiği gerçekte bitmemiş bir metin üzerine kurulu. Bu evrensel bakış ışık, kostümler ve müzikle ifade bulan yabancı olmadığınız başka bir hayatı ortaya çıkarıyor. Kendinizi bu dilsizliğe ve bu yalnızlığa ait hissediyorsunuz. Işıklar karardığında, karşınıza çırılçıplak çıkan sahneye koşmak istiyorsunuz. Bir de iyi bir tiyatro oyunu seyrediyorsanız içinizdeki yaramazlık damarı kabarıyor.
pe cy
a
Umay Umay
Ta Tiyatro: Teatra Jiyana Nû Yazan: Hüseyin Kaytan Yöneten: Erdal Ceviz Sahne Tasarımı: Hale işsever, İbrahim Özgür Öztoprak Giysi Tasarımı: Ümit Ünal Işık Tasarımı: Alişan Önlü Oyuncular: Kemal Ulusoy, Nazmi Qırıx, Yıldız Gültekin, Feyyaz Duman 28
"Ta", kendi toprağından yaşadığı şehir ya da köylerden kopup metropole gelmiş insanların dramını anlatıyor. Bu dram ölüm korkusundan çok yaşam korkusu çektiğimiz binyılın hikâyesi. Aynı zamanda büyük şehirlerin, büyük kimlik savaşlarının, yanılsama ve gerçek arasında sallanan insanoğlunun yazgısıyla hesaplaşması. Metropollerde büyük sokaklar, büyük caddeler, bir fotoğraf karesine dönüşen hayatlar var. Sokaklar kavga, ölüm ve Pazar üzerine kurulu. Sokakta satılan kadınlar var. Sokakta onları satan adamlar var. Sokakta satılan erkekler var. Kimliğini yitiren çocuklar, aşkı kaybedip intihar etmek isteyenler var. Gerçekten intihar eden ya da gerçekten intihar edemeyen insanlar var. Tek ortak nokta, aynı
zamanda oyunun altını çizen gerçek herkesin kendi annesinden kopup gelmiş olması. Ta, insanlığın ruhundaki bu ortak yaranın üzerinde dolaşıyor. Böylece kutsayacağı bir dönüş yolu aramaya başlıyor. Dört kişilik oyun,dört ayrı karakterin bir gemi dekorunun içinde çözmeye çalıştıkları yaşam ve ölüm paradoksunu işliyor. Ta, Parsek, Mire ve çocuk onları bir araya getiren umutsuzluğun, ait olamadıkları yaşamların arasında dururlar. Bu yüzden onlar da kendi hayatlarının birer seyircisidir. Nefes alıyormuş gibi yaptıkları ve gerçekte sınırlarını çizemedikleri gökyüzünden düşmüş gibidirler. Oyuncular Ümit Ünal'ın kostümleri sayesinde neredeyse birer masal kahramanı görüntüsündeydiler. Bu masal kahramanlarının başları her zaman gerçeklerle derttedir. Onları, nedenlerini bir türlü anlayamadıkları acıların içine çeken girdabın içindedirler. Bu acı öylesine alışılan bir duygudur ki artık soru bile sormazlar. Sahnenin ortasında asılan salıncak aynı zamanda bir darağacıdır. Tekrar doğmak ve yeni bir şans yakalamak için ölüm denenecektir. Anlamsızlık ve yanılsama karşısında yeterince cesur olan sadece Ta'dır. Çünkü Ta sevdiği insanların öldürülüşüne tanık olmuştur. Onda deli cesareti vardır. Mutlu olacağı, beklenildiği o zamana ve o yere ulaşmayı ister. Oyunun en önemli karakteri Ta, tıpkı insanoğlunun sudan doğuşu gibi denizden çıkar, Parsek ve Mire ile karşılaşır. 'Ez avetim vira' şarkısının sözlerini mırıldanır. Beni buraya attılar/Bu küçük şehre/Ölülerin içinden attılar beni/Ve çırılçıplak düştüm buraya. Parsek oyunun
sonuna kadar içki şişesiyle Ta'nın etrafında dolanır. Sarhoşluğuna ve serseriliğine rağmen paradoksu bilmekte ama çözememektedir. Kimi zaman dalga geçtiği kimi zaman anlamaya çalıştığı Ta onun için deliliğin ötesinde bir yerdedir.
Seyirci koltuğunda nefesimi tutmuş tüm bu çıkmazların, tüm bu dar sokakların insanların kaderini nasıl belirlediğini izliyordum. Savaşın, ölümün ardından geleceğine inanılan yaşamın, artık Şirin için dağları delmeyen Ferhat'ın, Leyla için çöllere düşmeyen Mecnun'un hikayesi duruyordu karşımda. Kalbinin soluksuz yerinden bir öpüş kaçıran sevgililer, insan olmak
cy a
Ta, Nuh Peygamber gibi bir gemi yapıp Cudi dağına gidecektir. Sevgilisi, annesi ve yaşayamadığı hayatı orda onu beklemektedir. Önemli olan geldiği yer değil, gideceği yerdir. Orada sonsuz acıyı, sonsuz mutlulukla değiştirecektir. O kadar emindir ki, Parsek ya da Mire'nin ona inanıp inanmaması önemli değildir. Ayakkabı boyacısı olan çocuk merakla Ta'yı izler. Yaşamı ne çözmek ne de bir karşılık aramak üzerine kuruludur. Buna rağmen Cudi dağını gören tek kişidir. Çocuk sadece daha önce tatmadığı şefkat karşısında korkar. Bu şefkat sevgisiz Mire'nin şefkatidir. Güzelliği gibi iyiliği de satılıktır. Mire duygularını derinlere gömen bir fahişedir. Umutlarıyla hayatı arasında herhangi bir değer bulunmaz. Yine de alaycı cilvelerinin arkasında acı çeken bu erkeğe gerçekleri anlatmak amacındadır. Ne Ta bir peygamberdir ne de Cudi diye bir yer vardır. Bir yandan da Parsek ve Mire sıkıcı hayatlarına Ta'nın varlığı ve planları girdiği için mutludurlar. Nasılsa hiçbir şey olması gerektiği gibi değildir.
Deliliğin ya da trajedinin içinden umutlu bir son çıkartabilmek.
bestelediği müzikler sahneyi yalayıp yutan dalgalar gibi yayılıyordu. İçimde sırılsıklam olmuş bir arzunun titrediğini hissettim. Bazılarımız, sadece bazılarımız görebiliyordu.
Seyirci koltuğunda nefesimi tutmuştum bu çıkmazların, tüm bu dar sokakların insanların kaderini nasıl belirlediğini izliyordum. Savaşın, ölümün ardından geleceğine inanılan yaşamın, artık Şirin için dağları delmeyen Ferhat'ın, Leyla için çöllere düşmeyen Mecnun'un hikâyesi duruyordu karşımda. Kalbinin soluksuz yerinden bir öpüş kaçıran sevgililer, insan olmak için bir yolculuk, varlığından kuşku duyulan dönüş yolunu görebilmek. Deliliğin ya da trajedinin içinden umutlu bir son çıkartabilmek.
pe
Ta'nın Nuh peygambere özenişini gören Mire, adı gibi anlamsız bulduğu bu yabancı erkeğe ayakkabı ve beyaz bir gömlek giydirir. Bir peygamber iyi gözükmelidir. Çıplak, titreyen, sıska bir peygamber inanacakları en son kişidir. Ta, ona giydirilen kıyafetle salıncağa çıkıp peygamberliğini ilan eder. Şimdi sıra yürekten bir gemi yapmaya gelmiştir. Mire onunla birlikte gelmek istediğini ama tren ya da arabayla gitmeyi gemiye tercih edeceğini söyler. Ta, kendisiyle dalga geçen Mire'ye, Cudi'nin derin bir kuyu olduğunu anlatır. Onunla gelmek isteyen sevgilisinden ve onun ansızın ölümünden bahseder. Sevgilisi Ta'yı bırakıp Cudi'ye yalnız gitmeye karar vermiştir. Buna rağmen onu orada bekleyecektir. Dünya ne kadar dönerse dönsün, uzun bir hayat sürsen de, değişmeyen kendi ölü bedeninin üzerine ağlaman olacaktır. Mire geçmişte kalan vedalara, gelecek günlerdeki mutluluğa inanmamaktadır. Mem u Zin döneminde kalan bir aşktan başka bir şey değildir duydukları. Yaşamın sınırlarını zorlayan Ta, ince bir iple bağlı olduğu gerçeğe, yalnızlığın kör ve acımasız haline kendisi gibi kayıp bir cevap mı verecektir? Geminin içinde dolanan ölüm, varılacak noktayı hangi dilsiz ağıtla süsler? Oyun için Serap Sönmez'in
için bir yolculuk, varlığından kuşku duyulan dönüş yolunu görebilmek.
Bazı rüyalar mucizedir. Bazı sözcükler bazı müzikler gibi. Ta, gerçeğin içinde debelenen bir yaratığın, karşılaşmaktan korktuğumuz yüzümüzün şiiri. Her şiir gibi iddialı. Her şiir gibi onu yalnız bırakan acının tutsağı. Darağaçlarıyla yaşamaya alışanların, darağaçlarını sevmekten vazgeçemeyenlerin hikâyesi. Parsek denize saldığı ağlarının içinde Ta'nın annesini bulacak, Mire bir helikopterden aşağı atılan Ta'yı trenle yolculuk etmeye ikna edecek. Çocuk boya sandığından donmuş yüzler çıkartıp darağacında eritecek. Ta,
Cudi dağında onu bekleyen sevgilisiyle buluşacak. Yolculuk Ta'yı yitirdiklerine ulaştıracak. Ve biz hâlâ o derin uykuların yalancı cinleriyle oyalanacağız. Uyandığımızda hatırlamadığımız rüyalarla dolu bir kalp taşıyacağız. Hangisi hayatımız, hangisi oyun, hangisi daha çok acı çektiriyor diye durup düşünmeye başladığımızda öncelik sıralamamız belki değişecek. Belki de hiçbir şey olmayacak. Sadece bir rüyayı hatırlamak ya da bir rüyaya inanmak gerekiyor. Gerçekten de bizler büyük şehirlerde, büyük yalnızlıklar mı edindik? Düşlerimizle yaklaşıp sevebileceğimiz gerçekler olmadı mı? Acaba bu gerçeklerle başka yüreklere dokunabilseydik, yaşamımızı çevreleyen yanılsamaları fark edebilecek miydik? Bir gün bir şiir ya da bir tiyatro oyunu yolculuğumuzun başlangıcı olabilir miydi? Ön sıradan oyunu izleyen yaşlı bir kadın dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü görüyor. Belki de umutsuzluklara ilaç olacak çok öyküsü var. Onu dinleyen birileri olduğu sürece anlatmaya devam edecek. Hepimizin içinde yolculuk düşleri kuran Ta'lar var. Gitmeyi, gitmeyi ve gitmeyi isteyen. Doğmayı, doğmayı ve yeniden doğmayı isteyen.
ELEŞTİRİ
"YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM" Akmen
"Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"in Nâzım Hikmetin ilk romanı olmadığını yedi düvel biliyor. Daha önce de birkaç kitap yazmış, ama onlar para kazanmak amaçlı, önemsiz tefrika romanlarmış. Memet Fuat, Nâzım Hikmet (Adam Yayınları-Ağustos 2000) başlıklı yaşamöyküsü kitabında "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim" için: Kitap tam bir özyaşamöyküsü romanı değildi. Geçmişe gidiş gelişlerle zaman sırası bozulmuş. Nâzım anılarıyla birden fazla kişiye dağıtılmıştı. Yeni bir anlatım anlayışı söz konusuydu diyor.
cy a
Üstün
pe
Yeni Tiyatro, Orhan Aydın'ın kaleminden romanı oyunlaştırmış. Şimdi gelelim oyunlaştırılan konuya: Efendim roman, Hizmetçi kız önde, Ahmet arkada taşlığa girdiler. Taşlık genişti, loştu, serindi. Bu kız da niye böyle ayaklarının ucuna basarak yürür? Evde hasta mı var? tümceleriyle başlıyor, ilerideki sayfalarda, Ahmet'in, izmir'de kent dışındaki penceresiz bir taş kulübenin içinde, bir yeraltı basımevi kurmak amacıyla, büyükçe bir çukur kazmakta olduğu anlaşılır. Arandığı için hiç dışarı çıkamaz Ahmet. Bir gün dayanamaz, tepenin eteğindeki pınara kadar gider. Tam su içerken bir köpek bacağını ısırır. Kuduz yaygındır, istanbul'a, iğne olmaya gitse yakalanma tehlikesi vardır. Korkulu bir bekleyiş başlar. Bir yandan çukuru kazar, bir yandan gün sayar bir yandan geçmişi düşünür. Bir sabah başı ağrıyarak uyanır. Ateşi vardır. Kudurmak üzere olduğunu sanır. Kulübede birlikte kaldığı, her sabah işe gidip akşamları dönen İsmail, kudurursa onu tabancayla öldürecektir.
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim Tiyatro: Yeni Tiyatro Oyun/aştıran: Metin Coşkun Yöneten: Şakir Gürzumar Sahne Tasarımı: Hüseyin İngin Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Metin Coşkun, Orhan Aydın, Şenay Gürler 30
Sonunda Ahmet'in grip olduğu, kudurmayacağı anlaşılır. Ertesi gün kılık değiştirerek polisin yakalayamadığı tek sorumlu arkadaşları, Balıkesir'deki Ziya'ya gidip kazdığı çukurdan nasıl yaylanacaklarını konuşmak üzere yola çıkar. Trende birinin kendisini izlediğinden kuşkulanır. Işkenceli, işkencesiz anılarla Balıkesir'e doğru giderken roman biter. Memet Fuat'ın da, yukarıda anılan kitabında belirtildiği gibi, Nâzım'ın anlattığı, gençlik yıllarında, komünist arkadaşlarıyla birlikte, hiçbir çözüm getirmeyecek birtakım siyasal etkinlikler yüzünden kendilerini nasıl harcadıklarından başka bir şey değil. Bir anlamda romantik Türk devrimcilerinin sonsuz özverileriyle insana yaşama ülküsü adına nasıl kendilerini ateşe attıklarının öyküsü... Pekii, bu roman oyun olur mu? Roman iyiyse, erbabı elinde neden olmasın? Romanı oyunlaştıran Metin Coşkun, alçakgönüllülükle: Oyuna ilişkin tüm olumlu şeyler Nâzım'ın, tüm olumsuzluklar da (hiç tartışmasız) benim hesabıma geçmelidir diyor ya, inanmayın, o kadar da değil doğrusu. Şair Baba'nın bir ay gibi kısa mı kısa bir süre içinde yazıp bitirdiği bu romanının dramatik yapısına, konusuna, kurgusunun sağlamlığına falan, tabusever yurttaşlarımızı kızdırmamak için girmeyeceğim. Ama Nâzım Hikmetin tiyatro anlayışına değinmemde sanırım sakınca yoktur. Ne demiş Nâzım: ...Ve kişilik, düşünceler, duygular, yaşantılar... Bizim oyunlardaysa bunun yerine ikinci
a cy
pe
dereceden şeylerle uğraşıyorlar. Tiyatroda, insanı görmeye engel olan her şey sinirlendiriyor beni. Bu nedenle, dekorasyona gereksinim yok. Varsın tümüyle nötr, renksiz olsun kabul. (A. Fevralski-Nâzım'dan Anılar/Çeviren: Ataol Behramoğlu/lstanbul 1979) Böyle demiş. Şimdi de Nâzım bu oyunu izleseydi sinirlenir miydi, onu araştıralım bakalım. Ben, tiyatro sanatı açısından öğretmeninin Meyerhold olduğunu olanak buldukça yineleyen ve 2 Nisan 1923'te, Yaşasın Meyerhold şiiriyle tiyatrodaki yeni sanat anlayışını alkışlayan Nâzım'ın oyunlarını ve de oyunlaştırılacak romanlarını yine bu yoldan anlamak gerektiği kanısındayım. Meyerhold'un, Piscator ile Brecht'ten önce, Doğu Batı tiyatroları senteziyle gerek sahne tasarımında gerek oyunculukta gerekse sahnelemede getirdiği yeniliklerin Nâzım Hikmet'in 1923'ten sonra yazdığı birçok oyununa yansıdığını bilmeyen mi var? Meyerhold tiyatrosunun temelinde stilizasyona ve biyomekanik oyunculuğa dayanan, simgelerden uyarıcı sokak tiyatrosuna kadar uzanan, yeni anlayışta bir halk tiyatrosu düşüncesi yok muydu? Bunun için de en vurucu eleştiriyi de, taşlamayı da sağlayacak groteks doku aranmaz mıydı? Şakir Gürzumar'ın rejisi, Nâzım Hikmet'in bir ay gibi kısa bir süre içinde yazdığı romanında vermek istediğinin uzağındadır. Oyun, Ahmet'in kudurup kudurmaması ekseninde kurulmuştur. "Tipiktik" diyor Nâzım Hikmet (A. Fevralski): Tipiklik. Yani iyiliğin örneği ya da kötülüğün örneği. Sanki bir büyüteçle gösterircesine. Oyunda groteskin asal öğesi tipiklik yoktur. Genişlik, derinlik de verilmemiştir oyuna. Mizansen olarak Ahmet tahta kerevetten kalkmakta, İsmail tahta kerevete yatmaktadır. Serim, düğüm, yer, zaman ve aksiyon birliği darmadağınıktır.
ELEŞTİRİ
DİKKAT!
İÇERDEKİ ANLAŞILIRLIK DÜZEYİ SÜREKLİ ZİHİN DURGUNLUĞUNA YOL AÇABİLİR
cy
a
Pınar Şenel Geçen sezondan devam eden Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı "Tavariş", halkımızı eğlenceye çağırıyor. Oyun, Beyaz Rusların dramını anlatmakta. Bolşevik devrimi nedeniyle, Ükeyi apar topar terk etmek zorunda kalan Çar ailesinden bir çiftin yeni hayatlarında düştükleri acıklı durum, Fransız komedya yazarı Jaques Deval'in kaleminde traji komik bir öykü olarak şekillenmiş.
pe
Prens Mikael Uratiyef ile eşi Prenses Tatianna, yegâne varlıkları sancakları ve yadigâr kılıçları dışında kendilerine emanet edilmiş devlet parası ile ayrılmışlardır Rusya'dan. Dokunamadıkları paranın gölgesinde açlığın çemberinden geçerken, bir gazete ilanını izleyerek, Paris'in sınıf atlamaya çalışan ailelerinden Dupontların yanına uşak ve hizmetçi olarak girmeyi başarırlar. Korudukları paranın peşinde olduğu için kendilerini yakından tanıyan Fransız banka müdürü ile birlikte saygın konukların çağrılı olduğu davette kimlikleri deşifre olunca,
Tavariş Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Jacques Deval Çeviren: Asude Zeybekoğlu Yöneten: Ali Hürol Sahne Tasarımı: Işın Mumcu Giysi Tasarımı: Nalan Türkoğlu Işık Tasarımı: Ahmet Karademir Oyuncular: Murat Gökçer, Altan Gördüm, Ayşe Atak, Kurtuluş Şakirağaoğlu, Orhan Aral, Neşet Erdem, Rengin Samurçay, Savaş Tamer, Yasemin Karataş, Ayla Alevok, Zeynep Aytek, Cengiz Uzun, Ferhunde Hürol, Yıldırım Bayazıt, Volkan Ulusoy 32
işverenlerine üstün hizmet sunan Uratiyefler ile hizmetkâr olarak bir prens ve prensesi çalıştırdıklarını öğrenince gaflarının utancıyla yanıp tutuşan Dupontlar'ın karşılıklı düştüğü "saygı bizden" durumu, o ana değin ironik olan komiği açık ve vurgulu hale getirir. Öte yandan yemeğin ağır konuğu, ülkesine para bulmakla görevlendirilmiş bir Bolşevik olan Tovarich Goroçenko'dur. Zindana düştüğünde Prens Mikail'e çektirmediği eza kalmamış, ama en kötüsü Prenses Tatiana'ya tecavüz etmiş Tovarich ile Uratiyeflerin karşılaşması, daveti, herkesin nefesini tuttuğu büyük bir gerginliğe sürükler.
Jaques Deval'in 1933'te yazdığı bu antikomünist oyun uluslararası bir üne kavuşmuş. Daha önce Dormen Tiyatrosu'nca "Şahane Züğürtler" adıyla sahnelenen oyunun, ülkemizde yine aynı adla gösterime girmiş bir de sinema uyarlaması var. Bolşeviklerin temsilcisi olarak çizilen oyun kişisinin neden "olabilecek en kötü kişi" olduğunu ve korunan paranın kimin emeğine karşılık geldiğini yanıtlamayan oyunun düşünsel zaaflı olduğu söylenebilir. Dramatik zaafı ise anti-komünizme bu kadar bağlanmış olmasına rağmen Uratiyefler ile Tovarich arasındaki ana çatışmayı yeterince işleyememiş olması. Bununla birlikte metin herkese seslenebilecek etkileyici bir izleğe sahip: "Kim derdi ki bir gün, böyle... Nerden nereye" Tiyatro tarihinde "hafif bulvar komedyalarının yazarı" olarak geçen Jaques Deval, Çar ailesinden bir çiftin kişiliğinde eski-yeni düzen, ilk-son kimlik ikilemlerini işlemekle, kimlik dönüşümünün traji komik hallerini çizmekle, eğer istenirse hafifliğin ötesine taşınabilecek bir oyun yazmış. Yönetmen Ali Hürol'un ne istediğine, oyun broşürüne yazılan sunuş yazısından bakalım: "Teatral dinamiğin türevlerini sözdizimsel gestusun jakoben ritüeline adapte edilebilir ve oyunun morfolojik konumunu paradoksal prizmanın optik levanten dokusuyla bağdaştırmak, kriminal frekansların kategorik derinliğini Shakespeare'in yaptığı gibi (...) kriptonaturel açılımları izole eden organik mekanizmayı düşünerek, konturmarjinal kapasiteyi logaritmik şablonların minimal teşekkülüyle beslemeyi akıl ederek,
a
aşağılamak.
Bir yapıtın anlaşılırlığı ile onun sanat düzeyi arasında kurulan bağıntıda, sanatla gerçek yaşamı bire-bir eşitleyen ile dolaylı olarak ilişkilendiren iki temel anlayış arasındaki fikir ayrılığı bu düzeyde sürdürülen bir tartışma ile temsil edilmese gerek. Kaldı ki "Tavariş"in sahnelenme biçimi, savunulan görüşe taraf olmaktan hayli uzak. "Halkımız için" diyerek kendini "sanat toplum içindir" klasörüne taşımaya çalışan bu reji örneği, basitliği ve hafifliği nedeniyle, söz konusu anlayışı gereğince -açık ama sanata özel bir üstdille- sürdüren kuramlara ve
pe cy
dramatik problematiğin makroteknik panosomatizmini... KESİNLİKLE ama KESİNLİKLE AKLIMIZA BİLE GETİRMEDİK. Tavariş'i sahnelerken tek düşündüğümüz "HALK"tan KOPMAMAKTI...
Özetle: Sadece ve sadece halkın seveceği, anlayacağı, sıcak bulacağı, alkışıyla ödüllendireceği bir oyun olmasına çalıştık. 10 kişiye oynanan ve kimsenin bir şey anlamaması için özellikle gayret edilen ve yıl sonunda ÖDÜL! alan bir oyun sahnelemektense DOLU SALONA oynayan ve ödülü de SEYİRCİ olan bir oyun her zaman tercihimizdir". imza, yönetmen Ali Hürol ve yönetmen yardımcısı Ahmet Türkoğlu (vurgulamalar yazarların). Bir de dipnotu var bu sunuşun: "Coşkun Büktel'in kulakları çınlasın".
Yazıda kullanılan "anlaşılmaz" pasaj Coşkun Büktel'in Shakespeare'siz Herifler adlı oyunundan alıntı. C. Büktel'in, soyunduğu işten bihaber kendini bilmez yönetmenleri ve belki de elitist entelektüel tavrı hicvetmek üzere kaleme aldığı bu tirad, en doğru, yazıldığı oyun bağlamında değerlendirilebilir. Bu tiradın tiyatro metni gerçekliğinden koparılıp temsil dışı gerçekliğe taşınmasının ve "halk için sanat" temalı sunuşa malzeme olarak kullanılmasının tek anlamı var. Yapıtları kolay anlaşılır olmayanları alay ederek
Final sahnesinde, yağan
olsun -ortalama, avant-garde, toplum'cu, sanat'çı- muhakkak ki dolaylı, öznel, yaratıcı bir dokunuştur sanatçının yaptığı. Okur'unu bu iki dünya arasında kurduğu köprüde ama kısa yoldan, ama dolandırarak, ama el vererek, ama ite-kaka yürütür ve yaşamı yorumlayan bir şey söyler. En az 'bir' şey. Bu oyunun yazarı, saygınlığını sınıfsal konumuyla değil onurlu duruşuyla gerçekleştirenlerin hiçbir şeyle ezilmeyeceğini anlatıyor. Yönetmenin yaptığı ise metni ayağa kaldırmakla sınırlı. O da yer yer biçimsel hatalarla. Final sahnesinde, yağan kar'ı
kar'ı pencereden izlerken
vatanındaki mutlu
günlerini anımsayan Çar ailesi üyesi prensesin bu özleyişinin sessel ikonu olarak kullanılan olması gibi.
müziğin,
Sovyet Kızılordu Korosu'nun seslendirdiği bir marş
Hepi-topu Rusça bir şeyler duyması gereken halkımız için bu kadarının yeterli olduğu
kurumlarla aynı hizada ele alınamaz. Öte yandan Tovarich, yazarının ününe rağmen, pekâlâ "ağır" yorumlanmaya uygun bir metin. Sahne evrenin bambaşka kuruluşuyla, bambaşka bir oyunculuk, bambaşka bir dekor-kostüm anlayışı ile bir grotesk, bir kara komedya, bir kara film bile çıkar bu metinden. Öyle ya da böyle... yapıt ile yaşam arasındaki ilişki ne biçimde olursa
düşünülmüş
olmalı.
pencereden izlerken vatanındaki mutlu günlerini anımsayan Çar ailesi üyesi prensesin bu özleyişinin sessel ikonu olarak kullanılan müziğin, Sovyet Kızılordu Korosu'nun seslendirdiği bir marş olması gibi. Hepi-topu Rusça bir şeyler duyması gereken halkımız için bu kadarının yeterli olduğu düşünülmüş olmalı. (Müziğin özellikle tersinlemeli tercih edilmiş olduğunu varsaysak... bu
rejiye hizmet eden anlamlı bir yoruma ulaşamıyoruz. O halde bu hatanın başka nasıl bir açıklaması olabilir?) Metnin taşıdığı "toplumsal statünün alt üst oluşu nedeniyle yaşanan kimlik dönüşümü sarsıntısı" yeterince görülmeksizin, adı 'bulvar tiyatrosu'ymuş diye, çocuk oyunlarında kullanılan numaralarla neredeyse sadece beden dili komiği yaratan, düşen-kalkan-ayağı takılan-kırıtan oyun kişisi ile gülünç olanı yarattığını sanan anlayış, bu oldukça yetersiz reji yönelişinin meşruiyetini "halk için böyle yaptık" demekle kazanmaya çalışıyor. Doğruluğuna kanıt olarak da, dolu salonu gösteriyor. Devlet Tiyatroları'nın salonları hep doluyorsa, bu, daha çok tiyatronun büyüsünden olmalı. Sahne uzamında temsil edilen hayali bir evrende, aslında gerçek olmadığı bilinen bir oyun kişisinin
hoşlanıyor seyirci. Bu kitle, bir biçimde rayına oturttuğu günlük yaşantılar trenini yolundan döndürecek, kendisini tedirgin edecek oyunları değil, içindeki sıkıntıyı, -kabalığı ve sığlığı ölçüsünde adeta bir dokunuşla- boşalttıran "hafif" oyunları seviyor genellikle. Seyirci ortalamasının bir güldürüyü başarılı bulması, oyuncuların ne kadar mukallit, esprilerin ne kadar belden aşağı ve yapımın ne kadar kolay anlaşılır olduğuna kilitlenmiş durumda. Dramlarda da durum farklı değil. Ortalama seyirci, Bilge Karasu'nun "Sevilmek" oyunundan çıkarken "bizim milletimiz bu! Her türlü ahlâksızlık beklenir" diyebiliyorsa en fazla; Yılmaz Güney'in Duvar'ını izledikten sonra, gerçek çekim olduğu apaçık belli olan bir sahne için sahici mi-film hilesi mi tartışmasını yapabiliyorsa, bu zihin
Seyirci ortalamasının bir güldürüyü başarılı bulması,
oyuncuların ne kadar
kilitlenmiş
durumda.
durgunluğunun sebebi acaba halkımızın ne kadar kendisinde? Kültürü, sanatı, edebiyatı, tiyatroyu çocukluğundan itibaren tanımamış, gördüğü-göreceği zekâ puanı düşük diziler olmuş, algılama ve beğeni düzeyi incelememiş genç Türk seyircisinin salonları bu şekilde doldurması ne kadar övünülecek bir şey?
pe cy
olduğuna
a
mukallit, esprilerin ne kadar belden aşağı ve yapımın ne kadar kolay anlaşılır
gerçekmiş gibi kabul edilmesinden; temsilin "canlı" olmasından; ışığın, müziğin, dansın, kostümün, dekorun alaşımından; yaşamın tipik olan'ı ile sanatın sıradışı olan'ının bileşiminden... olmalı.
Martin Esslin ise insanları sahne sanatlarına çekenin, her oyuncunun kendi gerçekliği ile yarattığı hayali karakteri temsil eden kişiliği arasındaki gerilim olduğunu söylüyor ve "Tiyatronun, sinemanın ve televizyonun ekonomisi 'yıldız' oyuncunun çekim gücü dikkate alınarak bu gerçek üzerine kurulmuştur." diyor.(*) Gerçekten de yıllardır hemen hiç değişmeyen bir şey var ki o da salonu dolduran seyircinin, adını, ününü, dahası 'sesini' bildiği bir sanatçıyı sahnede gördüğü an yanındakini dirseklemesi ve o an'a tanıklık etmekten duyduğu heyecanı paylaşmaya çalışması. Oyuncuların seslendirmede çalışıyor olması, reklam filmlerinde rol alması, daha popüler bir sanat olan sinemada da görünmesi, yıldız sistemine alışkın Türk seyircisi açısından tiyatroda özellikle belirleyici. Ve evet; düşüp kalkan, kekeleyen, sakarlık yapan, belden aşağı esprileri çok iyi kıvıran kahramanlardan da çok 34
"Dolu salon" ile "iyi sanat" arasında her zaman doğru bir orantı yok. Hem iyi hem dolu oyunlar da ya yıldız oyunculuk sisteminden destek alıyorlar ya güçlü metinlere dayanıyorlar ya da popüler olanı en geniş anlamda ele alıp kitlenin her bireyinde bulunan insanf detaylara gönderme yapıyorlar. Ancak bunlar görece az. Geriye kalan çoğunluk ise, "Tavariş"i gerçekleştirenler gibi, nicelik ile nitelik değerlerini birbirine karıştırıp kendini kolay ele vermeyen her yapımı, seyirciye hainlikle suçluyor. Oysa ki bugünün dolu salonlu oyunların yarın unutulmayacağının bir garantisi olmadığı gibi, şu anda aykırı olarak değerlendirilenlerin, gelecekteki sanatın yeni uzlaşılarını kuruyor olması da muhtemel. (Oyunlarında trajik olan ile komik olanı yan yana getirdiği için Shakespeare de kendi çağında bir aykırı
idi.) Alternatif, avant-garde, radikal çıkışları değerlendirirken "eh, varlık sebepleri bu zaten!" demekle yetinmek yerine "neden buna ihtiyaç duyuyorlar" demek; "anlaşılmıyor" demek yerine anlamaya çalışmak (çünkü her eser ama kolay ama zor- mutlaka "okunsun" diyedir), sanat kurumu için daha yapıcı bir yaklaşım. Tovarich'in yönetmeni Ali Hürol'un, salonları boş kaldığı, ancak on kişiye seslenebildiği için beğenmediği sanatçıların marjinal işlerinin kime, ne sakıncası var? Hoşlanacağı bir şeyler görmeyi umarken hayal kırıklığına uğramış, vaktini boşa harcamış olduğu hissine kapılmış seyirci için bir çekinceden söz edilebilir belki ama "başkasının yapıtı'nı izlemeye yeltenmek zaten belli bir riski göze almak değil midir? Bu, "Tavariş" için de geçerli. Biz riski göze aldık ve bu yazı çıktı mesela. Aynı anda toplumun her kesimine seslenme yetisine sahip üstün yapıtlar sayıca çok olamaz elbette. Ama "on kişi"yi olsun bir yerlere taşıyan yapımlar da küçümsenemez. Başarının ölçüsünü yaratılan etkide aramalı. Eğer seyirci bir temsili izledikten sonra yaşamını yeniden gözden geçiriyorsa, çemberini kırmak için bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyuyorsa ya da tanıklık ettiği durumu kendisine hitap eder bulmasa bile yine de ona kayıtsız kalamıyorsa, nerde-nasıl yaşandığının sırrına tam olarak erilemeyen, etkileri hemen görülemeyen gerçek ödül, bu olsa gerek. Popüler beğeninin en gelişmemiş yanlarına yaslanıp nümayişle karşılanmayı hedeflemek yerine, alkışı sessiz diğer ödüle doğru yol almak, meşakkati ölçüsünde daha saygıdeğer. Zaten sanat tarihi de onların tarihi.
(*) "Seyirci oyuncunun ikonik işlevinin oyunla sağlanan düzmece bir şey olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Tiyatroda, sinemada, televizyon ekranı önünde, inanılmazlığın askıya alınması, bir göstergeyi gerçeklikmiş gibi kabul ettirecek kadar ileri götürmez. Zaten eski Yunanistan'dan Brecht'e kadar kuramların büyük bölümü bu gerilim üzerine temellendirilmiştir. Seyircinin büyük bir bölümü hayali karakterlerin ne anlama geldiğini algılamaktan çok, belli oyuncuları görmek için tiyatro ve sinemaya gider ya da televizyon seyreder. Tiyatronun, sinemanın ve televizyonun ekonomisi 'yıldız' oyuncunun çekim gücü dikkate alınarak bu gerçek üzerine kurulmuştur." (M. Esslin. Dram Sanatının Alanı., Çev. Ö. Nutku, Sy.48, YKY, 1996.)
KIRK YILDA BİR
Demirkanlı
Af Çıkacak da Ne Olacak? Zaman zaman 'Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin neden Devlet Tiyatroları'na karşı olduğu' gibi anlamsız so rular da gelmiyor değil, az sayıda olsa da, DT Yönetimiyle ilişki içinde olanlardan geliyor olsa da. Biz, DT'ye karşı olmak bir yana, yaşadığımız şu dönemde gerçek savunucusu olduğumuzu düşünüyoruz. "Saray Darbesi" diye adlandırdığımız gece yarısı operasyonunu, öncelikle etik olarak, sonra bir sanat ku rumuna hem de DT gibi Türkiye'nin en yaygın bir sanat kurumuna yakıştıramadığımız için, siyasilerin bu kuruma bu denli ellerini sokmasının yanlış olduğunu savunduğumuz için, görüşlerimizi savunageldik. An cak iş bununla kalmadı. Kayda geçmiş hiçbir sanatsal başarısı olmayan, üstüne üstlük intihal (eser hırsızlı ğı) ile ciddi bir biçimde suçlanan, belgeleri ortalıklarda dolaşan bir şahsın, I. Rahmi Dilligil'in, bir zaman lar Muhsin Ertuğrul'un da oturduğu o koltukta oturmasının yanlış ve kabul edilemez olduğunu savundu ğumuz için bu meselenin üzerinde durduk ısrarla ve devam edeceğiz. Belki bugünün Türkiyesi'nde ban kaların içinin boşaltılması, trilyonların bir gecede el değiştirmesi ve bu hortumlamanın ardında ve içinde bürokrat ve siyasilerin olmamasının mümkün olmadığı her gün yazılırken, milyon dolarlarla ölçülebilen ve telaffuzu bile zor olan suistimal, irtikap, rüşvet vs. vs.'lerin yanında "Eser Hırsızlığı"nın esamesi bile okun maz, denebilir. Ama öyle değil, herkes kendi evinin önünü temizlemek zorunda ve bu temizlikte -eğer çı kar ilişkisi yoksa-siyasilerin de yardımcı olmaları gerekir, dahası zorundadırlar, görevleridir. Bizim evimizin önünde tiyatronun çer çöpü var, biz sadece -şimdilik- ona bakıyoruz.
cy
a
Bu noktada bir an duralım, durmak zorunda bırakıldığımız için. Ülke insanının % 72'sinin kabul etmedi ği, siyasilerin içlerine sindiremediği bir af var gündemde, artık çıkacak, bir kez daha geri dönülemez sanı rım. Affın kapsamı konusundaki görüşlerimiz ayrı, bu yazının konusu değil. Ancak, eser hırsızlığı ile yargı lanması devam eden I. Rahmi Dilligil, çıkacak afla birlikte, affedilmiş sayılıp davası düşecek. Ne olacak şimdi? Önce ben yazdım diye oyunu D.T. Edebi Kurulu'na veren, sonra yazmadım uyarladım diyen, ol madı uyarlamadım çevirdim diyen, yine olmayınca bir arkadaşımla birlikte çevirdim diyen, ama birlikte çevirdiğini iddia ettiği arkadaşının ismi bile gizli(!) olan I. Rahmi Dilligil bu köklü kurumun başında olma ya devam edecek mi? Tabii. Ancak, bir sanat kurumu için, bir sanatçı için en ağır suç, affedilmez ve ka bul edilmez bir suç; "Eser Hırsızlığı" iken ve bu suçlamadan af ile sıyrılan, kendini aklamak için en küçük bir çaba göstermeyen ve maalesef T.C. Kültür Bakanı Istemihan Talay'ın da kendisine bu konuda soru sormadığı gibi arkasında durduğu bir Genel Müdür ile Devlet Tiyatroları nereye gidecek? Bir önceki Ge nel Müdür Lemi Bilgin'i kurumda huzursuzluk var diye görevinden alan Bakan Bey, o günden bugüne kurumun geldiği yeri görmüyor mu? Mutlaka görüyor, neden müdahale etmez? Her kurum (Devlet kurumları da) zor günler geçirir, maddi olanaksızlıklardan dolayı programlarını tam olarak uygulayamaz, bu bir gerçektir, amma bugüne kadar "genel fax" zinciri ile "bize destek olun" diye amatörce -aslı çaresizlikten- hitap ettiği kişi bile belli olmayan faxlarla kurumu bu kadar çaresizlik içinde gösterip, saygınlığını ayaklar altına alan bir başka Genel Müdür oldu mu? Hatırlayanınız var mı?
pe
Mustafa
I. Rahmi Dilligil'in imzasıyla gönderilen resmi faxlardan ikisi, iki ayrı ve önemli şirketten bize bildirildi. Bil diren sorumluların sordukları soru içimizi acıtmanın ötesinde öfkemizin de kabarmasına neden oldu: "Bu nasıl iştir Mustafa Bey, böylesi büyük bir kurumun başındaki bir insan bu kadar amatörce ve ciddiyetsiz faxlan nasıl gönderebiliyor? Siz mutlaka tanıyorsunuzdur, Genel Müdür'e bu amatörlüğün yakışmadığı nı, Devlet Tiyatroları hakkında yanlış imaj doğurduğunu uygun bir dille anlatır mısınız?" dediklerinde, yüzümüzün kızarmasını görmemelerinden başka tesellimiz yoktu. Bakan Bey, sadece kurum değil, başında bulunduğunuz bakanlık da yerlere seriliyor bu olaylarla, bu ka dar sorumsuz, hesapsız, ciddiyetsiz davranışlar artık kurum bünyesinden taşıp, ülkenin tüm şirketlerine, oradan çalışanlarına, çalışanlarından ailelerine, ailelerinden çevrelerine, çevrelerinden tüm ülkeye yayılı yor. Eğer bütün bu çabalar sizin bilginiz dahilinde; "İşte olmuyor, bu kurumu özelleştirmekten başka ça re yok." gerekçesini oluşturmak için değilse, büyük yanlış yapılıyor Devlet Tiyatroları yönetimince. Yok, eğer sizin bilginiz dahilinde yapılıyorsa, siz büyük yanlış yapıyorsunuz. Bir de kendinizi bir an için kurumdaki ve hatta dışındaki herhangi bir sanatçı yerine koyun, gözlerinizi ka payın ve düşünün. Eser Hırsızlığı ile suçlanan Genel Müdürü'nüz için yargıda aklanma yolu da kapanıyor, siz o insanlardan biri olsanız kendinizi nasıl hissederdiniz? Siz bir bakan olarak yargı yolu da kapanmak üzere olan Genel Müdürünüzün bu şekilde suçlanmasını içinize nasıl sindireceksiniz? Siz Kültür Bakanı, orası bir sanat kurumu. Biz içimize sindiremiyoruz, yüzlerce sanatçı da içine sindiremiyor, kamuoyu da içine sindiremiyor. Böylesi önemli görevlerde bulunan insanlar sorunsuz, sorumlu ve açık olmak zorundadır, en küçük bir şaibe karşısında derhal hesap vermeye hazır olmalıdır, ama görünen o ki, sizin Genel Müdürünüzün buna hiç mi hiç niyeti yok, bütün hesaplarını af üzerine kurmuş durumda. Biz affetmiyoruz. 35
ELEŞTİRİ
"
BİŞEY
"
TİYATROCULAR, ŞARKICILAR VE OYUNCULAR Geçenlerde bir arkadaşım telefon etti. "Grup Gündoğarken, müzikli bir oyun sahneliyormuş, hem de Levent Kırca yönetmiş, ne dersin izlemeye gidelim mi?" dedi. Doğrusu önce biraz şaşırdım, biraz da meraklandım. Sonra, en azından Gündoğarken'in güzel şarkılarını dinlerim diye düşündüm, "Tamam gidelim!" dedim. Gittiğime değmiş mi, değmemiş mi, bu yazıyı okuyunca siz karar verin.
pe cy
a
Feridun Çetinkaya
Grup Gündoğarken üyeleri İlhan, Burhan ve Gökhan Şeşen'in kendilerini oynadıkları, ilhan Şeşen'in yazdığı "Her şey Şahane" adlı oyunu bir tiyatroda değil, bir caz barda, Jazz Stop'da izledim. Daha önceki gidişlerimde bu mekânı küçük ve sevimli sahnesiyle bir tiyatro olarak gözüme kestirmiş olduğumdan hiç yadırgamadım. Afişte "Her şey Şahane"nin yönetmeni olarak Levent Kırca'nın adı geçiyordu, ama anladığım kadarıyla bu yalnızca "isim düzeyinde bir katkı"(!) olarak kalmış. Oyun, bir albümün hazırlık sürecinde geçiyor. Aynı evde kalan grup üyelerinin toplumsal yaşama, sanata, insan ilişkilerine bakışları, hem kendileriyle hem de birbirleriyle geçmiş ve bugün ekseninde hesaplaşmaları esprili bir üslupta sergileniyor.
Her şey Şahane Tiyatro: Grup Gündoğarken Yazan: ilhan Şeşen Yöneten: Levent Kırca Oyuncular: Burhan Şeşen, Gökhan Şeşen, ilhan Şeşen. 36
Teknik olarak değerlendirildiğinde, oyuna bir tiyatro çalışması olarak başarılı demek zor. Hâlâ yazım ve prova aşamasında gibi. Otobiyografik Öğeler taşıyan bir sahne şovu olmanın ötesine ne yazık ki geçemiyor. Ama diğer taraftan heyecan verici, çok
önemli bir yanı var ki bu benim için bir oyunun "teknik olarak" başarılı olmasından çok daha önemli ve değerli. Grup Gündoğarken üyeleri, bir tiyatro oyununda "her şey şahane" de olsa (oyunculuk, metin, sahneleme, ışık, dekor...), çoğu zaman eksikliğini hissetiğimiz ama adını koyamadığımız "b i1 ş e y "i hissettirmeyi başarıyorlar seyircilerine. Belki, oyuncuların heyecanlarıyla, içtenlikleriyle ya da acemilikleriyle farkında olmadan yakaladıkları "b i1 ş e y" bu. Bir tür heyecan. Coşku. Tiyatro. Adını koyamadığım ama tanıdığım bu heyecanı yaşamama neden olan şey, çocukları "evcilik", "öğretmencilik" oynarken izlediğimde yakaladığım " d r a m a t i k o l a n"ı, Grup Gündoğarken'in bu "tiyatroculuk" oyununda bulmuş olmamdır belki de. Oyundan çıktıktan sonra, bu "b i' ş e y"i rastlantısal da olsa uzun zamandır bir tiyatroda, bir tiyatro oyunu izlerken neden hissedemediğimi düşündüm. Bu ne mene bir şeydi ki asıl uğraşıları tiyatro olmayan insanların oyununda bu heyecanı duyabilmiştim de, asıl yaratıcılık alanı tiyatro olan kişilerin, daha ustaca sahne yapıtlarında bulamıyordum? Elbette çok çeşitli yanıtları olabilir bu sorunun? Ama ben bu yanıtların daha çok "spekülatif" olanlarına değinmeyi tercih edeceğim. Bazı genellemeler yapmayı da göze alarak.
a
kimliğiyle sürekli ve düzeyli yapımlar çıkarmakta parasal zorluklar nedeniyle zorluk çeken tiyatro sanatçıları hem 50 milyon tarafından tanınmak hem de para kazanmak amacıyla TV'nin ucuzlatılmış kitle kültürü ürünlerine katkıda bulunmakta, böylece de bu sanatçıların TRT denetimi altında, 'tekseslilik' düzenine ayak uydurmaları kolaylaştırılmaktadır..." (Tiyatro Çoksesliliktir, Cumhuriyet Gazetesi, 23 Aralık 1989).
pe cy
Tiyatromuzda "b i' ş e y"in eksikliğinin bana göre öncelikli sebebi, birçok tiyatrocunun yaptıkları işe karşı duydukları heyecanı ve inancı yitirmiş olmasıdır. Bu heyecanın şu ya da bu nedenle "evcilleşmiş" olmasıdır.
Özellikle son 20 yılda Türkiye'de tiyatroya yön verecek konumda olmuş insanlar tiyatroyu aslında alışkanlıkla yapmışlardır, tiyatro ile sürekli yenilenen, günün koşullarına, döneme "uygun", sağlıklı ve anlamlı bir ilişki kuramamışlardır. Tiyatromuzun vitrininde olmuş insanlar, tiyatroseverleri, potansiyel seyircileri heyecanlandırmak şöyle dursun, kendi heyecanlarını dahi diri tutamamışlardır. Tiyatroyu pek de ciddiye almamışlardır.
Birçok tiyatrocunun (yoksa oyuncu mu demeliyim?) tiyatrodan pek kolay "vazgeçerek", "popüler gerekçelerle hedeflerini televizyona kaydırıyor olmalarını, bunun bir görünüşü olarak değerlendirebiliriz sanırım. Tiyatrocular tiyatroya olan inançlarını, heyecanlarını ve ideallerini tabii ki bugün yitirmediler. Televizyon sadece bunun açığa çıkmasına aracılık etti. Bu ayrıca dünden bugüne ortaya çıkmış bir eğilim de değildi. Bu eğilimin daha ilkel biçimini bakın Ayşegül Yüksel bundan 11 yıl önce nasıl saptıyordu: "... Tiyatro üstündeki devlet denetiminin bir başka boyutu da televizyondur. Ortaya özel tiyatro
"Ünsüz Tiyatromuzun, Ünlü TV Yıldızları" Arabesk "serbest piyasa" anlayışı ve çifte standartlı "özgürlükçülük" yaşamın her alanındaki değerlerin içini boşaltmada insanı dehşete düşüren bir başarı sağladı. "Medya kültürü" içinde ayaklar baş, başlar ayak oldu. "Medya kültürü" kavramını, iletişim araçlarını kullanarak insanı müşterileştirme stratejisinin şöyle ya da böyle parçası olan her şeyi adlandırmak için kullanıyorum. Bu kültür içinde her şeye ticari karşılığı ile değer biçiliyor. Özellikle, sadece "rating" kriteriyle işleyen bugünkü televizyonculuk, bu değeri temel alarak, bu kültürün işledikleriyle besleniyor ve bu kültürü besliyor. Televizyon bugün için kültürel "dejenerasyonun motoru görevini yürütüyor. Tiyatro, özünde, insana karşı olan her şeye direnmiş, tarih boyunca, kültürel ve
toplumsal krizlerde çözümleyici, eleştirici olmuş, insanı ve değerlerini savunmuştur. Bu nedenle "medya kültürü"nün hakimiyeti, gücü artıkça, aslında tiyatronun varlığının değeri ve önemi de azalmak şöyle dursun daha da artmıştır. Bu düşünceye sahip oldukları içindir ki tiyatroya gönül veren pek çok tiyatro insanı, yine tiyatro sayesinde, kirlenmenin dışında kalabilmeyi başarmıştır. Birçok önemli ve değerli tiyatro sanatçımız "dinozor" olarak anılmak pahasına aynı vakur ve saygıdeğer çizgilerini koruyabilmişlerdir. Bu insana umut ve güç veriyor. Ama böyle düşünenler yine de azınlıkta kalmıştır. En az bu umut veren şey kadar, tiyatromuz açısından düşündürücü bir yönelimin de dikkate alınması gerekiyor; tiyatronun ve tiyatro sanatçılarının "medya kültürü" dışında kalmaya özen gösterecekleri yerde, gün geçtikçe daha çok sayıda ve fütursuzca "medya kültürü" içinde konumlanmaları. Yılların tiyatro sanatçıları, başarıyı, şöhreti hatta parayı tiyatroda aramak yerine, tiyatronun erdemlerini anlatmak, yaşamımızdaki ve "medya kültürü" karşısındaki yerini daha belirgin bir hale getirmek için mücadele etmek yerine, tiyatro heyecanlarını ve inançlarını yitirdikleri için "pes" dercesine, hâlâ onun bir parçası olmayı seçiyorlar.
Dahası bir dönemin istanbul Devlet Tiyatroları Müdürü olmuş, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği'ne kadar yükselmiş Kenan Işık gibi bir sanatçımız bile, önce "popüler" televizyon dizilerinde rol alıyor, sonra bir yarışma programının sunuculuğunu yapıyor. Ardından da bir gazetede köşe yazarlığı yapmaya başlıyor.
Ben tiyatro sanatçılarının televizyona çıkmasına karşı değilim. Para kazanmasına da. Ün kazanmasına da. İsteyen istediğini yapar! Yolları açık olsun! Televizyona olan bu yönelimin tiyatromuzun güdük kalmasının nedeni olduğunu da iddia etmiyorum. Tiyatrocuların televizyon yıldızı olmalarını tiyatroya ihanet olarak da değerlendirmiyorum. Çünkü, tiyatromuzun güdük kalmasının nedenini TV'nin popülaritesinin artmış olmasıyla, "medya kültürü'nün" başarısıyla açıklamıyorum. Ben bazı kişilerin bugün televizyonun ve sinemanın vaat ettiği ünü ve parayı tiyatroda kazanamamış olmalarına, kendi beceriksizliklerinin, heyecanlarını ve inançlarını yitirmiş olmalarının sebep olduğunu itiraf edecekleri yerde, bunu
pe cy
Tiyatronun önemini, değerini ve ne denli ciddiyet gerektiren bir iş olduğunu genç kuşaklara aktarmak için iyi örnek olması gereken kerliferli tiyatro sanatçıları, bu seçimleriyle ne yazık pek iyi örnek olamıyorlar. Yaptıkları ile daha çok, "Küpünüzü doldurunuz, ilerde benim gibi olmayınız. Genel Sanat Yönetmeni olursunuz ama bu, içinizdeki şan ve şöhret ateşini söndürmeye yetmez. Tiyatromuz nasıl olsa durumu idare ediyor, yapabildiğiniz kadar ek iş yapabilirsiniz arkadaşlar." mesajını veriyorlar.
olmalarını neredeyse tiyatro yapmak için katlanılan bir fedakârlık olarak göstermeye çalışıyorlar. "Tiyatrodan para kazanılmıyor, daha da önemlisi, kazanılamaz. Onun için biz televizyondan para ve ün kazanırız, o kazandığımız para ve ünden aldığımız güçle de tiyatro yaparız." diyorlar.
a
Devlet tarafından, tiyatro yapsın, sanat düşünmekten başka kaygısı olmasın diye maaşa bağlanmış bazı tiyatro sanatçıları da ne yazık ki medyanın büyüsüne kapılıveriyorlar.
Bazı tiyatrocularsa televizyonda
tiyatronun bir eksikliği gibi yansıtıyor olmalarını eleştiriyorum. Çünkü, açıkça "Bunca yıl Donkişotluk yaptım da ne oldu! Ben ünlü olmak, para kazanmak istiyorum. Tiyatro benim için bir hobi olmaktan öte bir şey değildi zaten" diyecekleri yerde, kendilerini tatmin edecek şeyleri tiyatroda bulamadıklarında, tiyatro ile elde edemediklerinde bunu tiyatronun popülaritesini yitirmişliğine, televizyon ve sinema karşısındaki yenilgisine bağlıyor olmalarını kabul edemiyorum. Üstelik, eğer tiyatro bugün para kazandırmıyorsa, "popüler" değilse bunun sorumlusu yine tiyatroculardır. Tiyatrodan yeterince para kazanamadıklarını gerekçe olarak gösteren bu kişilerin, bunca yıldan sonra televizyon yıldızı olmalarını değil, bunca yıl tiyatro yapmış olmalarını ve hâlâ yapıyor olmalarını eleştiriyorum. Sorun ne televizyonun tek başına kötü olması ne de tiyatro sanatçılarının televizyona çıkmasıdır. Bu kişilerin televizyonda yaptıkları işlerin anlamı ve değeridir. Yıllardır çizdikleri imajla ve üstlendikleri misyonla şimdi yaptıkları arasındaki çelişkidir. Bu dönemde yeteneklerini tiyatronun daha güçlü bir konuma gelmesi için kullanmak yerine, sadece "rating"i kriter almış televizyonculuk anlayışının, "medya kültürü"nün hizmetine sunmuş olmalarıdır. Tiyatro sanatçıları tiyatronun geniş kitlelere ulaşmasına aracılık edecek, kültürel ve sanatsal değerleri genç kuşaklara aktaracak televizyon programları yapsalardı, herhalde buna kimsenin itirazı olmazdı, kendilerini alkışlardık. Ama pek öyle olmuyor! Bu durumu etik bir problem olarak değerlendirmiyorum. Bu yönelimi "medya kültürü"nün güç kazanması olarak da, tiyatromuzun güç kaybetmesi olarak da görmüyorum. Tiyatro heyecanını ve inancını yitirmiş kişilerin "deşifre" olması olarak görüyorum. Bir "doğal eleme" biçimi olarak, ileriye dönük bir yararı olabileceğini bile düşünüyorum. Tiyatronun "arkhe"si insandır. Tiyatronun "töz"ü insanda yaşıyor. Ne mutlu ki insan var oldukça tiyatro da var olacaktır. Her şeye rağmen, rastlantısal
"Ünlü TV Yıldızlarımızın, Tiyatro Tutkusu" Siyasal alanda olsun, sanatsal alanda olsun en ciddi konular, bol "rating" alacak yüzeysel tartışmalara çekilerek, sulandırılıyor, kördüğüm haline getiriliyor. Şarkıcılar, mankenlerin şarkı söylemelerinden ve oyunculuk yapmalarından, mankenler biraz alımlı olan herkesin kendisine manken demesinden, gazeteciler edebiyatçıların gazetecilik yapmalarından, tiyatrocular mankenlerin ve şarkıcıların oyunculuk yapmalarından şikâyetçiler.
Belki biraz ileri gidip "medya kültürü" içinde tiyatroya yeni bir "değer" atfedildiği bile söylenebilir. Bugüne kadar sınırlı bir tiyatro çevresinin tekelinde olan değer ve saygınlıktan artık medyanın vitrinindeki insanlar da payını istiyorlar. Ne var bunda? Tıpkı tiyatrocuların televizyondan istedikleri gibi. Örneğin tiyatrocuların yönelimlerinin tersine, Hülya Avşar, şan şöhret, para pul elindeyken tiyatro sahnesinde kendini kanıtlamaya çalışıyor, tiyatro oyuncusu olmazsam olmaz diyor. Fatih Ürek'e sadece iyi bir şarkıcı olmak, ünlü olmak yetmiyor, meslektaşlarıyla arasındaki kültürel farkı vurgulamak için olsa gerek, sık sık eski tiyatroculardan olduğunu söyleyerek övünüyor. Aşkın Nur Yengi tiyatro yapmaya başlıyor, tiyatroculuğu becermesi medyada yer buluyor. Grup Gündoğarken dinleyicilerini, seyirci olarak da selamlıyor. Ben bütün bunları önemli buluyorum. Çünkü bu insanları tiyatroya çeken tiyatronun büyüsüdür.
pe cy
İyi ile kötü, başarılı ile başarısız, güzel ile çirkin, yanlış ile doğru, değerli ile değersiz, önemli ile önemsiz, yararlı ile zararlı, hakiki ile kalp, ahlaklı ile ahlaksız arasındaki farkın ucuz ticaret, para, şan ve şöhret uğruna ortadan kalkmış gibi gösteriliyor olmasından, kimsenin şikâyet ettiği yok.
Ne yaman çelişkidir ki, tiyatro yapmak piyasa deyimiyle beş para etmezken, bazı uyanıklar tiyatronun karın doyurmadığından şikayet ederek, ama tiyatroculuğunu öne çıkararak televizyon dizilerinde rol, yarışma programlarında sunuculuk kapmaya uğraşırken, her şeye rağmen tiyatro hâlâ değeri parayla ölçülemeyecek, kimsenin parayla satın alamayacağı bir saygınlığı ve değeri temsil ediyor. Bu anlamda bazıları için tiyatro yapıyor olmanın tek başına değeri yok, ama tiyatro yapmış olmanın, tiyatro ile uzaktan yakından ilgili olmanın rantı var.
a
da olsa yaşamımızda o "b i' ş e y"le karşılaşacağız. Tiyatro ele avuca sığmaz. Kurallarla sınırlandırılamaz, varlığı ne kurumlara ne de kişilere bağlıdır. Tiyatrocu dediğimiz kişiler tiyatro yapmaktan vazgeçerse, mutlaka tiyatro yapacak birileri çıkar. Kimsenin bundan endişesi olmasın.
Önemli olan kimin neyi yapıp yapamayacağını yargılamak değil, yapılan şeylerde sözünü ettiğimiz değerlerin varlığını, niteliğini ve işlevini anlamaya, değerlendirmeye çalışmaktır.
Bir manken eğer yetenekliyse şarkı da söyleyebilir, oyunculuk da yapabilir. Bir şarkıcı da tiyatro yapabilir. Bu onun kötü niyetli olduğu, tiyatroyu yozlaştırdığı anlamına gelmez. O kişinin tiyatro ile olan ilişkisinin değerini belirleyen şarkıcı olması değildir, o işe yönelmesindeki amacın ve yaptığı işin değeridir. Aynı şekilde bir kişinin tiyatro geçmişinin olması onun iyi tiyatro yapıyor olduğu anlamına da, "tiyatro ile dürüst bir ilişki" içinde olduğu anlamına da gelmez. Yıllardır tiyatrocu dediğimiz kişiler, bu şekilde tanınmış insanlar ahbap çavuş ilişkileri ile al gülüm ver gülüm tiyatro yaptılar da ne oldu. Kıyamet kopmadı! Biraz da şarkıcılar mankenler tiyatro yapsınlar! Sonuçlarının tiyatromuzun bugün içine düşmüş olduğu durumdan çok çok kötü olacağını sanmıyorum.
Asıl tehlikeli yaklaşım yine tiyatroculardan geliyor. "Oyunculuk eğitimli" bir tiyatrocu-sunucu mankenlerin, şarkıcıların televizyon dizilerinde oyunculuk yapmalarını eleştiriyor. Bu eleştirinin arkasından ne yatıyor dersiniz? Rant. Kendisi saygın ve eğitimli bir "tiyatro oyuncusu" olduğu için bu hakkı, (televizyon dizilerinde oyunculuk ve sunuculuk yapma hakkını da, mankenlerin oyunculuk yapmaları konusunda ahkam kesme hakkını da) kendisinde buluyor. Elindeki tiyatro kartını oynayarak, pastadan en büyük payı tiyatro geçmişi olan oyuncuların alması gerektiğini söylüyor, tiyatronun
da tiyatrocu arkadaşlarının da hakkını savunduğunu iddia ediyor. ("Arkadaşlar, bize yakışıyor mu bu kıytırık işlerde yer almak, biz yeteneklerimizi daha iyi, hem kaliteli hem de para ve ün kazandıran tiyatro yapmak için kullanalım" demiyor.) Değerli bazı tiyatrocularımızın yaklaşımlarıyla, şarkıcılarımızın yaklaşımı arasındaki ters orantı insanı gerçekten şaşırtıyor. Grup Gündoğarken'in oyununda yakaladığım " b i' ş e y " aslında tiyatroyu diğer sanatlardan ayıran, tiyatroyu tiyatro yapan şeydir. Bu "b i' ş e y" insanın tiyatroda, duyum eşiği sınırını yıkışının hazzıdır, başka hiçbir şekilde mümkün olmayan bir iletişim anı'dır, estetiktir, eğitimdir, "sihirli formül"dür. insanı tiyatroya çeken bu heyecandır, "b i' ş e y"i başka insanlarla paylaşmanın her şeyi daha iyiye daha güzele götüreceği inancıdır. Bu formülü elde etmenin yolu ise tiyatro heyecanını "her zaman" canlı tutmak, tiyatroya "her zaman" inanmaktır. Belki biraz saf, biraz acemi kalabilmektir. Tiyatroculuğun meslek olmadığını bilmektir. Bu gerçekleri her fırsatta vurgulayarak, tiyatroyu, özellikle "b i' ş e y"i "medya kültürü"nün iktidarına karşı, hatta bu uğurda gerekirse tiyatroculara karşı savunmalıyız. Akla karayı, değerli ile değersizi, asıl ile sureti tanımalı, ayırmalı, yerine göre övmeli ya da yermeliyiz. Bunu yapmazsanız, gerçekleri görmezseniz, "Görmedim, duymadım bilmiyorum!" derseniz ne olur? Bir şey olmaz demeyin. Şimdi olanlar olur. Siz tiyatronun, tiyatro ile birlikte kendinizin iktidarda olduğunu sanırken, birileri gelir, sizi tatlı uykunuzdan uyandırır, tiyatronun gerçek yerini size hatırlatır. Feridun Çetinkaya 1971 yılında İstanbul'da doğdu. Tiyatro ile lise yıllarında tanıştı, bu tanışmayla birlikte 1986 yılında Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Topluluğu'na katıldı. Uludağ Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden 2. yılında ayrıldı. 1998 yılında Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı'ndan mezun oldu. "Asklepios ve Fani Gani" isimli oyunu Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nun düzenlediği yarışmada 1. lik Ödülü'ne değer görüldü ve sahnelendi. "Köprü" ve "Ambulans" isimli iki oyunu daha vardır. Tiyatro ile ilgili çeviri çalışmaları yapmaktadır.
39
KENTLER VE TİYATROLARI
Ordu'nun Tiyatroları-2
TİYATRONUN İKİ KİŞİLİK "ORDU"SU M.
Sadık Aslankara
"Ordu'nun Tiyatroları" başlıklı yazımın ilk bölümünü, tiyatro etkinliklerinin başlangıcından OBKT'nin kuruluşuna dek geçen süreye ayırmıştım.
a
Peki OBKT (Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu) kurulduktan sonra neler oluyor?
pe
cy
Kırk yıla varan bu tarih içinde neler olup bittiğine tek tek değinmenin olanağı var mı? Hem, dizinin amacını da aşar bu. "Kentler ve Tiyatrolarında ben, kentleri, bir de tiyatrolarıyla, adından neredeyse hiç söz edilmeyen tiyatrocularıyla birlikte tanıtmayı amaçladım sizlere... Bu yüzden kimilerine kupkuru gelebilecek tarihsel verileri, kimilerince can sıkıcı algılanabilecek kuramsal değerlendirmeleri bir yana bırakmaya çabalıyorum elimden geldiğince bu yazılarda. Şimdi soruyu yineleyip, ardından Ordu'nun bu soylu tiyatro serüveninden içeriye dalalım yeniden... OBKT kurulduktan sonra neler oluyor?
Ergun Köknar'ın sahneye koyduğu, OBKT'Iİ gençlerin yanı sıra Pekuysal'ın da oynadığı Hülleci'nin ardından Cevat Fehmi Başkut'un Buzlar Çözülmeden'i çıkarılıyor bu kez sahneye. Tunç Yalman yönetimindeki oyunun galasına yazarı da katılıyor büyük sevinç içinde. Ardından bir konuk yönetmen daha geliyor. Bu kez Zihni Küçümen, Haldun Taner'den Günün Adamı'nı sahneliyor. İki konuk oyuncuyla karşılaşıyoruz Günün Adamı'nda: Necdet Yakın, Tanju Yakın. 40
Zihni Küçümen, yıllar sonra Erol Ataşan'ın dilinden anılarını aktarırken, o günlerle ilgili olarak, şunları söylüyor: "Ordu gibi bir kentte, tiyatro yapılması büyük önem taşır. Bana, Ordu'ya gitmem ve bir eser sahneye koymam istendiği zaman, gerçekten çok düşündüm ve çeşitli tereddütler içersindeydim. Eserde oynatacağım arkadaşların çoğu amatör oyuncular idi. Ordu'ya gelip görünce çok sevindim." "Günün Adamı'nı oynayabilirdik. Ve oynanmasına da karar verdim." "Ulvi Uraz'dan eseri istedim, eseri yollamakla beraber bir de haber yolladı, 'Oralarda pek anlaşılmaz,' diye. Eseri sahneye koyduk, her şeyden önce anlaşıldı da. Ordu ve çevresi Günün Adamı'nı tuttu." "Oyun başarı ile oynanıyordu. Turnede bulunan merhum Ulvi Uraz'a bir mektup yazarak sevinç ve mutluluklarımı bildirdim. 'Ordu'da çok güzel, tahmin edilmeyecek bir tiyatro potansiyeli var,' dedim. Daha sonra, bu duygu ve düşüncelerimi istanbul'a dönünce Muhsin Bey'e ilettim. Yıllar, benim bu yargımı değiştirmedi. / Sayın Uğur Gürsoy'un tiyatronun kuruluşundaki çalışmalarını hâlâ gönülden alkışlıyorum. Aydın Üstüntaş'ın gayretlerini taktirle karşılıyorum. O günleri tekrar yaşarken, Ordu Tiyatrosu'na emeği geçenleri ve başta Fatma Hanım olmak üzere ebediyete göç edenleri saygı ile anıyorum." ("Karadeniz 52", 25.10.1982) Fatma Hanım kim diyeceksiniz? Hüzünlü bir durak Fatma Demirkan, OBKT'nin tarihinde. OBKT'nin, ta Gençlik Tiyatrosu'ndan gelen oyuncusu
cy a
Demirkan, kömür sobasından zehirlenip ölüyor 34 yaşında... (Bak.: "Günaydın", 29.5.1972) Yıllar sonra, Demirkan'ın oynayamadığı, yanan tiyatro binasının yerine yapılan parka Belediye, 1998'de meclis kararıyla onun adını veriyor.
pe
Dördüncü oyunda, Recep Bilginer'in isyancılar'ıyla birlikte köklü bir değişiklik yaşıyor topluluk. Oyunun yönetmeni, artık bir Ordulu: Uğur Gürsoy. Gürsoy, Genel Sanat Yönetmeni olarak da başına geçiyor tiyatronun. Tam bu sıra, çok önemli bir olaya daha tanıklık yapıyoruz OBKT'de. ilk kez 3 Kasım 1964'te Jean-Paul Sartre'ın Saygılı Yosma adlı oyununun provasında tanışan Aydın Üstüntaş ile Gülçin Özova 1 Nisan 1967'de evleniyor çünkü.
Ne dersiniz, daha yakından tanıyalım mı, Anadolu'daki tiyatro eyleminin bu altın çocuklarını? Aydın Üstüntaş, tiyatroya nasıl başladığını şöyle anlatıyor:
"Ben, her insanın içinde sanat kıvılcımının olduğuna inanırım. Ama o kıvılcımın kendiliğinden ateşe dönüşmesi güç iştir. Birileri varsa o kıvılcımı üfleyip harlandıran, işte o zaman insan ömrü boyunca ateşi söndürmez, yanar durur. Benim içimdeki kıvılcımı da amcam Ali Üstüntaş ateşlemiştir." "Ali Üstüntaş, 50'li yılların tanınmış sinema ve tiyatro sanatçısı. Baha Gelenbevi'nin 'Lale Devri' adlı filmi ile başladı sinemaya. O zaman henüz Güzel Sanatlar Akedemisi'nde öğrenciydi. Birçok filmde rol aldı. Muhsin Ertuğrul'un kurup yönettiği Küçük Sahne'de oynadı. Düşüncelerinden dolayı tutuklandı. Uzun süre Ruhi Su ile birlikte hapis yattı. 1960 yılında genç yaşta çekip gitti dünyamızdan." "Amcam Ordu'da sevilen, popüler biriydi. Bazen çarşıya çıkarken beni de yanına alırdı. (...) Ordu'ya her gelişinde çevresindeki gençlerle oyun hazırlayıp sahneye koyardı. 1949 yılında 'Göçmen Çocuğu' adlı bir oyun
hazırlıyorlardı. Ben de hep yanındaydım tabii, hayranlıkla izliyordum onu. Ben yaşta biri gerekliymiş oyunda. Kolumdan tutup çıkarıverdi sahneye. Henüz on bir yaşında idim. Ahırda sahne kurup ineklere taklit yapmaktan bir anda sahneye terfi etmiştim. Dayanılmaz bir heyecan ve çocukça bir gururdu bu. Belki bu heyecandır, beni tiyatroya bunca yıl bağlayan." "ilk denememden sonra artık okulun da tiyatrocusuydum." "Bir süre sonra üniversite, dolayısıyla istanbul yıllarım başladı. Amcam konservatuvara sokmak istemişti beni, ama gerçekleşmedi bu düş. İktisat Fakültesi'ne yazıldım. Aklım fikrim tiyatrodaydı yine de." (Bak.: İbrahim Dizman; "Tiyatroya Adanmış 45 Yılın Adı: Aydın Üstüntaş", "Kıyı", Haziran 1993, Sayı 87) Sonrasını biliyorsunuz... 1961'deki Halkevi Gençlik Tiyatrosu'nun kurucuları arasında Aydın Üstüntaş da var. Eski halkevci Kadir Pekbaş, Uğur Gürsoy'la buluşturuyor Aydın Üstüntaş'ı. Zaten topluluğun sergilediği ilk oyunu Aydın Üstüntaş, istanbul'dan getiriyor yanında: Harput'ta Bir Amerikalı. Ya Gülçin Üstüntaş?.. Bir güzel Ordulu da o. "401ı yıllar Halkevleri'nin toplumu sanatla karşı karşıya getirdiği, ülkenin önüne parıltılı ufukların açıldığı yıllardır. Gülçin Hanım'ın babası Ziya Özova da o yıllar Ordu Halkevleri'nin müzik/tiyatro kollarında etkin görevler alan bir aydın kişidir. Aynı zamanda kentte yayımlanan Akobuz adlı sanat dergisinin yönetmenidir. Halkevleri'nin kapatılmasından sonra, dönemin kültür sanat insanları spor kulüplerinde etkinliklerini sürdürmekte, evlerdeki sohbetlerinde yeni düşlere açılmaktadırlar. Toplanılan yerlerin başkası Özovalar'ın evidir. Henüz ilkokul çağındaki küçük Gülçin, nelerden konuşulduğunu anlamasa da bu sohbetlerin sadık
M. Sadık Aslankara-Gülçin ve Aydın Üstüntaş
düşün peşinde savrulup gelmiştir ailesinin kentine." (İbrahim Dizman; "Sanata Adanmış Bir Ömür", "Kıyı", Şubat 1993, Sayı 83) O Ziya Özova ki, bir yandan kızı aracığıyla Ordu'da tiyatro eylemine katkıda bulunur, öte yandan Samsun'da, "Samsun Oda Tiyatrosu"nun kuruluşuna katılır... (Bak.: "Milliyet Sanat"; 10.12.1976, Sayı 209) Gülçin Özova ile Aydın Üstüntaş'ın evlenmesi, hiç kuşku yok ki, OBKT'nin geleceği üzerinde çok önemli bir belirleyene dönüşüyor süreç içinde. 1973'te Genel Sanat Yönetmeni Uğur Gürsoy'un, Samsun'a taşınması nedeniyle ondan boşalan görevi Mahmut Çöl ve Ziya Demirel üstleniyor kısa sürelerle. Hemen ardından bu kez Aydın Üstüntaş atanıyor... Uğur Gürsoy'un şu sözleri, OBKT'deki çiçeklenmeye bir övgü gibi:
pe cy a
dinleyicisidir. Onları dinlerken uyuyakalır her gece. (...) Evlerine gelen 'amcalar' bu meraklı küçük kıza büyüyünce ne olacağını sorduklarında yanıt her zaman aynıdır: Tiyatrocu olacağım. / Aklının erdiği günden beri tiyatrocu olacağını söyleyen küçük Gülçin, ilk oyununu ancak 1957 yılında Ankara'da izler. Babası Ankara'ya atanmıştır. Kızını Devlet Tiyatrosu'nda oynayan 'Polyanna' adlı oyuna götürür. Ankara yıllarında Gülçin Özova'nın okul yolu, konservatuvarın önünden geçmektedir. Nereden duymuşsa duymuş, bu kurumdan sanatçı yetiştiğini öğrenmiştir. Bu yapıya ve girip çıkanlara küçük belleğindeki belirsiz bir düşün mekânı ve kahramanları olarak bakar hep."
"...Kurduğumuz tiyatronun başarısını seyirci koltuklarından izlemenin kıvancını duyuyoruz. / Aslında böyle de olması gerekirdi. Her işte olduğu gibi, sanat dünyasında da 'Nöbet Değişimi' gerekliydi. Ve bu nöbet değişimi bir yerde 'Yeni Kan' demekti. Nitekim 1974'ten bu yana Tiyatromuzda yeni bir kuşak yetişmiş ve eski kuşağın başarısını sürdürmesini bilmiştir. / Bu nedenle Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu'nu yönetenlere ve onun sahnesinde ramp ışığına çıkarak tiyatroyu yaşatma savaşı verenlere kalbi teşekkürlerimi sunarım." (Uğur Gürsoy; "Bir Anı ve Merhaba...", "Karadeniz 52", 18.10.1982)
"Özova ailesi bir süre sonra da Konya'dadır. (...) Ancak Gülçin Özova'nın okulla arası iyi değildir. Amacı, ortaokulu bitirip konservatuvara girmektir. Beş yıl önce kapısında düşler kurduğu bu yapıya öğrenci olarak girmek ister o." "Lise öğrenimini yarıda bırakan Gülçin, konservatuvar konusunda babasını da ikna eder ve sınavlar için özel öğretmen tutulur. Sınavlardan bir süre önce de Ankara'da Ziya Demirel'den ders alır. Sınav öncesi heyecandan, gerilimden sarılık hastalığına yakalanmasına karşın geçer jürinin karşısına, içinde Cüneyt Gökçer'in de bulunduğu jürinin istediklerini yapar sahnede. Sınava yüzlerce kişi girmektedir ve yalnızca üç bayan alınacaktır. Kazanamaz sınavı; düşlerinin çatısı çöker birden, kendini okumaya verir."
"Bir süre sonra Ziya Özova'nın tayini Samsun'a çıkar. Gülçin artık bir ev kızıdır. Konservatuvara girememiştir, çok istese de oyuncu olamamıştır. Düşleri uzakta, çok uzaktadır artık. Bir gün Hürriyet gazetesinin bir köşesinde küçücük bir haber ilişir gözüne; Ordu'da bir tiyatro kurulduğu bildirilmektedir. Habere göre Ergun Köknar ve Suna Pekuysal, Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu'nu kurmak için kente geleceklerdir. Hemen babasına koşar; düşleri bir anda yeniden yaşam bulmuştur, hem çok sevdiği kentine gidebilecektir hem de belki oyuncu olabilecektir. (...) Hemen ertesi gün Ordu'ya gelirler. OBKT'nin kurucularından Uğur Gürsoy'la görüşürler. Gülçin, Ordu Belediyesi'nde işe alınır, temizlikçi kadrosu ile!" "Ailesi bir ev tutmuştur ona. 19 yaşındaki bir genç kız, bir
OBKT, çiçeklendikçe çiçekleniyor süreç içinde... 1976'daki çocuk tiyatrosu bölümüne, 1982'de bir de "Deneme Sahnesi" ekleniyor. 1981-82'den başlayarak liseler arası bir tiyatro şenliğini de ateşliyor.
ilker Koksal, şu değerlendirmeyi yapıyor topluluğun 1984'teki yirminci yıl kutlamalarında: "OBKT ve Ordulularla tanışıklığımın 1979 yılında başladığını saptadım. Beş yıllık bir beraberlik. Oysa bende çok uzun bir süredir bir tiyatro dostluğunu sürdürdüğümüz izlenimi vardı." "Oyunlarımı görmek için Ordu'ya gelişlerimde, OBKT'nin insanı yitirmeden toplumu, toplumu yitirmeden insanı verebilen, bunu yaparken de sanatsal kaygıdan ödün vermeyen dürüst çalışmalarını, tiyatroya saygılarını, özenci, özverili çabalarını izledim, alkışladım." ("OBKT" Dergisi, Yıl 20, Sayı 9, 1984) İlker Koksal, bu başarıda Ordulunun da çok büyük payı olduğunu vurguluyor: "... Bunda bilinçli seyircinin sanatı seven insanların rolü büyüktür." "Bu gösteriyor ki, sanatçısıyla seyircisiyle Ordu'da bir tiyatro bütünlüğü var." ("Ordu Sesi", 16.2.1982 / Hüdai Şaşmaz'ın haberi) Buna, "tiyatro bütünlüğü" çerçevesinde, S.Günay Akarsu'nun çok önemli bir saptamasını da eklemek gerek: "OBKT'lılar, yaptıklarını yalnızca bir tiyatro olayı olarak ele almadıklarını; işlev ve görevlerinin kitleyle diyalektik bütünlük kurmak olduğunu kavramışlar..." ("S. Günay Akarsu [ile konuşan: Fatma Karaca]", "Tartışma", Şubat 1979) Seçkin Cılızoğlu, Ordu'daki tiyatro etkinliğinin, "yine (de) karıkoca bir çiftin omuzlarında dur(duğunu)" söylüyor ama...(Bak.: "Ordu Tiyatrosu", "Politika", 30.3.1976)
Bundan kuşku duyulabilir mi? Gülçin Üstüntaş-Aydın Üstüntaş çiftinin adı silinebilir mi Ordu tarihinden, olası mı bu? Şimdi de ibrahim Dizman'ın yazdıklarına göz atalım... "Bir kentin asıl sahipleri kimleridir, sorusunun yanıtı, kanımca, 'kültür/sanat insanları1 olmalıdır. Kentin ve binlerle, yüzbinlerle ifade edilen insanların ortak belleğini oluşturan ve geleceğe taşıyan; şair Ahmet Özer'in deyimiyle 'o kentin göğsünde bir madalya gibi duran1 sanat insanlarıdır." "Gerçekten de Ordu kentinin göğsünde bir madalya gibi duran bu iki insanın otuz yıllık çabası (şimdilerde kırk yıllık çabası), bir büyük serüven gibiydi; ama ne yazık ki Anadolu Aydınlarının hemen her kentteki bu büyük serüvenleri bir yeraltı suyu gibidir, kendini gösteremez. Işıltılı düşleri çok defa gazete sayfalarına, radyolara, ekranlara yansımaz. Zaten onlar da bu uğraşı böyle şeyler düşünmeden vermişler, kültürü, sanatı yaşamın anlamı olarak değerlendirmişlerdir." (İbrahim Dizman; "Sanata Adanmış Bir Ömür", "Kıyı", Şubat 1993, Sayı 83) Gürcistan'ın, Ermenistan'ın bir kasabasında, Suriye, Irak çöllerinin bir ağaç altında, Yunanistan'ın, Bulgaristan'ın bir köyünde kurulmuş olup da bugünlere gelseydi de sevinirdim... Bu tiyatro Ordu'da, şu bizim Ordu'da, Anadolu'daki tiyatro hareketinin başkenti Ordu'da...
Gördünüz mü, yerim bitti yine... Oysa ben, günümüzdeki genç OBKT'lilerden söz edecektim daha... Sonra OBKT'nin yetiştirdiği sevgili K.Coşkun Çetinalp'e getirecektim sözü. Karadeniz Tiyatrolar Birliği'ne değinecektim daha. Çetinalp'le Bulancak'ta birlikte olacağız nasılsa... Ama ötekiler adlarını bir kez olsun anamadıklarım... Bağışlasınlar beni artık. Hem kuzum, kimin adından söz edebilirim ki, kısacık bir yazının içinde? Istelik bunu yapmak, Ordu'da kim var kim yoksa, adlarını sıralamak anlamına gelmez mi hepsinin? Ah sevgili Ordulular, biliyorum, bir büyük şenliğe hazırlıyorsunuz kendinizi; "Kırkıncı Yıl" şenliğine... Sanki bir fısıltı geliyor kulağıma bir yerlerden, onu, geride kalan o tek sevgilinizi, Suna Pekuysal'ınızı çağırıyorsunuz "onur konuğu" olarak Şenliğe, ipince iki yol iniyor gözlerinizden yanaklarınıza. Heyecandan yürekleriniz güm güm... Türkü ne diyor? "Boztepe'ye çıkmalı / Şu Ordu'ya bakmalı." Eğer Boztepe'ye çıkar da 470 m. yüksekten Ordu'ya bakarsanız, her kezinde yeniden görürsünüz bu gerçeği... Ordu'nun dereleri yukarı akmaz belki ama, Ordu'nun tiyatroları tam yüzyıldır Ordu'yu Ordu yapmak için, Ordu'yu kentleştirmek, uygarlaştırmak için, çağıltılarla akar durur sonsuzca... Ordululara umut taşır, sevgi taşır inatla...
pe cy a
Kırkıncı yılını kutlamaya hazırlanıyorlar şimdi onlar, biliyorum...
bütün Ordulular gönül veriyor ona... Çünkü her Ordulu bir tiyatro taşıyor yüreğinde, Ordu tiyatronun değil, tiyatroların kenti!
Kırk yıl önce başlayan bu serüvene kimler kimler gönül vermişti; Muhsin Ertuğrul, Ergun Köknar, Suna Pekuysal, Zihni Küçümen, Tunç Yalman... Yalman, bildiğim kadarıyla Türkiye'de değil. Ya ötekiler? Pekuysal'ın dışında kimse kalmadı onlardan... Ama onlar, Ordu'da dünyaya gelen her bebekle yeniden çiçekleniyor, onlar büyüyüp tiyatrodan içeri adım attıkça yeniden yeniden soluk alıyorlar... Hayır, OBKT'nin gönül verenlerine seslenmeyeceğim... Çünkü
OBKT, yalnız Ordu'nun değil, tüm Türkiye'nin biriciği...
ALTYAZI Bu yazılara ek olarak, isteyenler için bir kaynak daha vermek istiyorum: Behnan Ulaş; "Ordu İli Tiyatro Tarihi", "Kıyı", Ekim 1990, Sayı 55
Aydın Ûstüntgş
SUFLE
Şirin
AkdiI
Tanrım Sen Aklımızı Koru! Yazmıştım: Mahkeme kararı ile görevine dönen Devlet Tiyatroları Başrejisörü Erhan Gökgücü, yanılıp da
pe
cy a
Genel Müdür i. Rahmi Dilligil'e "Lemi Bey" dediği için, tutanak tutularak soruşturmaya uğramış ve tekrar görevden alınmıştı. Meğer dahası varmış: Erhan Gökgücü rapor almış, raporlu olduğu akşam da TOBAV'ın lokalinde iki kadeh rakı içmiş. İçer ya... (Nah içer! Yok öyle! Burası Türkiye!) I. Rahmi Dilligil'in şaibeli sınavı ile reji asistanı olarak sanatçı kadrosuna geçirilen iki genç, bundan aşırı derecede motive olmuşlar. TOBAV'dan Gökgücü'nün adisyonunun fotokopisini almış ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne antropolojik bir şikayet dilekçesi yazmışlar. "Raporluyken TOBAV'da içki içti" diye. (Ne biliyorlar? Belki doktoru Erhan Gökgücü'ne dedi ki: "Bırak şu DT stresini, git, iki kadeh rakı iç, kafan değişsin, havan değişsin!"... Bu memlekette erkeklerin yarısı yavşak değil vallaha! Bunları duyunca benim kimyam bozuluyor...) Neyse bu vesileyle Gökgücü yine Başrejisörlükten alınıyor ve... Yerine kim Başrejisör oluyor, bilin bakalım? Midesi ekşidiğinden ya da kabızlık çektiğinden mi bilinmez, bir sabah uyanınca rejisör olması gerektiğine karar veren I. Rahmi Dilligil vardı ya? Şimdi de aklından ve fikrinden ishal olmuş olmalı ki; kendisinin aynı zamanda Başrejisör olması gerektiğine karar vermiş! (Yani işte ne yapalım, bunun başka türlü bir tarifi benim aklıma gelmiyor! Sizin aklınıza geliyorsa, yazın!) Ben bu arada I. Rahmi Dilligil'in hallerinden öyle tahrik olmuşum ki, söylemeyi unutmuşum: Aslında bunlar, yardımcısı Tamer Levent ile birlikte; dionizyak mı yoksa afrodizyak mı olduğunu kestirmeye imkân olmayan bir halvet halinde "rejisörlük pozisyonu"na geçmişlerdi. Belki biraz ah demişlerdi, ıh demişlerdi ama, sonunda pozisyon da pozisyona benzemişti yani!., işte böylece Tamer Levent de eleştirmenlerce yerden yere vurulan iki buçuk rejisi ve zeybek donundan daha kısa rejisörlük hayatı ile, Rejisör oluvermişti. Geçen gün bir de.ne göreyim? Gözlerime inanamadım! Aktüel Dergisi'nde Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı ve TOBAV Genel Başkanı Tamer Levent ile bir söyleşi yayımlandı. Yayımlanır ya, adam habire-hıbıra konuşuyor! Ama gözlerime inanamadığımı bölüm, editörünün yazısıydı. Editör Arda Uskan, bu kadar saçmalığa dayanamamış anlaşılan, "Satır aralan" başlığı ile şöyle bir not koymuş başına. Okuyun! Okuyun da, vezir olmak mı önemli, yoksa rezil olmak mı, siz karar verin: "Hem Devlet Tiyatroları'nın Genel Müdür Yardımcısı hem de TOBAV'ın Başkanı Tamer Levent. Yani sapına kadar bir tiyatro adamı. Bu hafta Varyete sayfalarında Nur Yalçınkaya'nın onunla yaptığı ilginç bir söyleşi var. Söyleşinin ilginçliği aslında satır aralarında gizli. Bu satır aralarından birkaç ipucu vermek istedim bu minik köşede. Nur soruyor: "Siz hem DT'nin başındasınız hem de tüm sanatçıların üye olduğu TOBAV'ın başında. 200'e yakın sanatçı soruşturmaya uğradığı zaman ne yaptınız?" Yanıt kısaca şöyle: "TOBAV'ın hukuken böyle bir hakkı yok. Devlet Tiyatrolarının yaşadığı sistemsizliğin içinde sorun yaşanmaması gariptir zaten..." Demezler mi insana, "Bu sistemsizliği düzeltmek bir yöneticinin işi değil mi? Ve minik bir satır arası daha. Soru şu: "Oyuncular bazan istemediği oyunlarda oynamak zorunda kalıyorlar. Oynamamak gibi bir hakları yok mu?" "Yok" diyor Tamer Levent, "Paranı alıyorsan oynayacaksın. Kurallar böyle. Yasayı değiştiremezsin..." Son soru ve yanıt ilginç bir portreyi ortaya koyuyor. Tamer Levent, rejisör kadrosundaymış. Bu kadroya geçebilmek için Devlet Tiyatrosu'nda en az 10 oyunda yönetmenlik yapmak şartı var. Tamer Bey ise sadece birkaç oyun yönetmiş, "şart mı 10 oyun yönetmek" diyor Tamer Levent. "Değil ama bu sizin yönetmeliğinizde yazıyor" diyor Nur. Yanıt harika: "Hodri meydan. Ben yaparım!" Dedim ya, bunlar satır araları. Okuyun, farkına varırsanız çok eğleneceksiniz..." Devlet Tiyatroları için, kamuoyu önünde ne büyük başarı! Kültür Bakanlığı'nın düzenlediği menapozyuma (Ay, pardon, sempozyuma) gitmiştim. (Aslında sanat kurumlarının yöneticilerine bakınca; daha çok andropozyuma benziyordu ya!) Hani devletin sanat kuruluşları nasıl yapılanmalı sempozyumu... Orada bir başka gazeteci, Şefik Kahramankaptan, Tamer Levent'e soru sormuştu: "Yaklaşık 10 yıldır Genel Müdür Yardımcısısınız. Her şeyden şikayet ediyorsunuz ama, düzelmesi için ne yaptınız?"... Tamer Levent, şecaat arz ederken sirkatini söyledi: "Genel Müdür Yardımcısıydım ama, yıllarca bana bir oda bile verilmedi!"... Hemen sordum öğrendim tabii. Şimdi bir Genel Müdür düşünün (Bozkurt Kuruç!), yardımcısına oda vermiyor! Bu suç!.. Ama bir Genel Müdür Yardımcısı düşünün ki (Tamer Levent!), buna itiraz etmiyor ve katlanıyor! Bu daha ağır suç değil mi?.. Tamer Levent Aktüel'de şöyle diyor: "Ben, 90'ı aşkın ülkede davetli olarak ders verdim. Kalkıp da bana, "Sen 10 oyun sahnelemedin, sen tiyatro yönetmeni olmayı hak etmedin" diyecek birisi varsa, gelsin birlikte oyun yönetelim. Ben çıkarım er meydanına." Görülüyor ki Tamer Levent artık "olmuş". Bence düşebilir!.. Kulaklarıma da inanamaz oldum! Gerçi sonra gözümle de gördüm ama yine de inanamazlardayım. I. Rahmi Dilligil'in İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Zafer Kayaokay var hani. Bilemediniz mi? Hani Sakıp Ağa'nın hayatını piyes, Ali Sürmeli'nin hayatını film yapan, kendi hayatını da roman olur sanan şeker çocuk! İşte bu delikanlı "genelge" yayımlamış. Devlet Tiyatroları bir Genel Müdürlük. Yarıaçık cezaevi
44
gibi ama, olsun yine de Genel Müdürlük! Ve de bu Genel Müdürlüğün 12 bölgede müdürlükleri var. Bunlardan biri de istanbul. Basit bir bilgidir: Genelge, en az genel müdürlük düzeyinde yayımlanır. Bekçi Murtaza genelge yayımlayamaz. Ama işte bu Zafer Kayaokay, kendini darı ambarında sanmış olsa gerek ki, istanbul'da genelge yayımlamış! Zaten derginin son sayısında, Demirkanlı ile yaptığı söyleşide, yakında Genel Müdür olacağını söylüyordu. Hüseyin Sorgun "Zaman"da kendisiyle söyleşmiş. Önce "O bir genelge değil" diyor. Sonra da şunları söylüyor: "Genelgeyi bu olay üzerine çıkardım"... "Tabii genelgeye gerek kalmadan savunmanızı yapınız diyebilirdim... Benim gündeme gelmeyen bir genelgem daha var..." Kız, bunlar bizimle kafa mı buluyorlar ya? Yoksa Freudiyen bir durumla mı karşı karşıyayız? Yoksa bu İstanbul Genel Müdürlük oldu da, şebboy'un bundan haberi mi yok? İyi geceler Ankara! Kötü rüyalar!.. Bu Zafer "olmuş" demek! Bence o da düşebilir! Yalnız dikkat etsin de, dibine düşsün!.. Aslında artık burnuma da inanamaz oldum! Çünkü Ankara Devlet Tiyatroları'ndan inanılmaz kötü kokular geliyor. Ankara DT Müdürü Murat Atak, 1 Refik Erduran, 1 Recep Bilginer, 1 Tuncer Cücenoğlu, 2 de Dinçer Sümer oyunu koyarak borcunu ödeyememiş anlaşılan, ki görevden alındı. Murat Atak, "Ben bu kurumda barışı sağlamaya çalışırken, savaşın içine çekmeye çalışıyorlar" diyor. Hayırdır inşallah?
pe cy
a
Tiyatroda neciydi bilmiyorum ama, Faruk Günuğur da istifa etmiş veya görevden alınmış veya görevden alakonulmuş veya işte buna benzer bir şey olmuş... Genel Müdüre zaman zaman vekalet eden, yaşıtlarına "Bana artık Sabri Bey diyeceksiniz" diye çıkışan, koşa koşa 4 kat çıkış (ya da iniş) yapıp Genel Müdürüne asansör getiren, golevole sunucusu Sabri Özmener de bu önemli görevlerinden ayrılmış. Bazı şeyleri onurlarına yediremedikleri için kendileri mi atladılar, yoksa değnekle mi düşürüldüler, bunu göreceğiz! inanmayacaksınız ama, ağzıma da inanamadım! Çünkü gittiğim Diyarbakır'dan ağzımda çok kötü bir tat kaldı. Duyduk duymadık demeyin: Yücel Erten'in Genel Müdür Yardımcısı ve sonra da dramaturg yaptığı I. Polat Ararat, I. Rahmi Dilligil'in (Artık bu i. şeklinde başlayan isimlerden uyuz olmaya başladım!) şaibeli sınavında sanatçı kadrosuna geçip "Reji Asistanı" oldu. Üç de yetmez beş tane: Bir zamanların demokratikleşme ve yeniden yapılanma kahramanı, arslan sosyal demokratların aday adayı olamamış milletvekili adayı, bununla da kalmadı; I. Rahmi Dilligil'in Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Müdürlüğünü üstlendi! Beş de yetmez on tane: "Gözlerini kapamış", Diyarbakır'da rejisörlük "vazifesini yapıyor"! 60'ından sonra "Vicdani'liği bırakmış "Efruz" olmaya yelteniyor. (Haldun Taner'in bu oyunu kimler üzerinedir sanıyor?..) İster misiniz, Tamer Levent gibi iki buçuk piyes sahneye koyduktan sonra rejisör, sonra da gazını alamayıp başrejisör oluversin? Ben dilimi ısırıp tahtaya vurdum ama, bunlar para etmiyor: Bakarsınız bir gün Genel Müdür bile olmuş! Ama adam ne de olsa şimdiden bir "olgunluk" manzarası gösteriyor. Düşsün canına yandığım! Devlet Tiyatroları'nda olup bitenler karışısında dokunma duyuma bile güvenemez oldum! (Bu konularla çok ilgilenmekten frijit olur muyum acaba diye korkuyorum, ama yine de ilgilenmekten kendimi alamıyorum. Mazo muyum acaba?) Genel Müdüre zaman zaman vekalet eden golevole sunucusu Sabri Özmener, yaşıtlarına "Bana artık Sabri Bey diyeceksiniz" diye çıkışıyormuş. Koşa koşa 4 kat çıkış (ya da iniş) yapıp Genel Müdürüne asansör getiriyormuş! Yeni İzmir Müdürü Mustafa Şekercioğlu, hemen repertuvara 1 Refik Erduran, 1 de Recep Bilginer yerleştirerek; yönetime ve yazarlar lobisine sadakatini göstermiş. Bursa Müdürü Emin Gümüşkaya, 1 Refik Erduran, 1 Recep Bilginer, 1 de Dinçer Sümer ile İzmir'e kafa atıyormuş. Eski Müdür Feyha Çelenk'in sürgünde oluşundan utanacağına, keyiflenip gek gek geriniyormuş. Üstelik sırtını Cavit Abisi'ne dayadığını söylemekten hiç kaçınmıyormuş. Gelgelim Cavit Abi artık nereye dayayacak (Ay pardon dayanacak demek istedim), o belli değil! Adana Müdürü Mustafa Kurt'un, Genel Müdürü ile birlikte "Adana Devlet TiyatroSA" şenliği yüzünden Sabancı Köşkü'nde düştüğü maskaralık; Sakıp Ağa'ya dokunmaz! Devlet kurumuna dokunur! Trabzon Müdürü Galip mi, i. Galip midir neyse; eski Genel Müdür Lemi Bilgin'in kendi tiyatrosuna sürgün edilmesine çanak tutarak tarihe geçti! Bu Lemi Bilgin'e dokunmaz! Devlet Tiyatroları'na dokunur! Konya Müdürü'nün adını bilmiyorum. Dünkü çocuklardan biriymiş! O da, i. Rahmi Dilligil'in emrine uyup, Yücel Erten'in Konya'ya sürgün edilmesine çanak tutmaya yeltenmiş! Yücel Erten de bu hakarete katlanmamış, emekliliğini istemiş! Bence bu da Yücel Erten'e dokunmaz! Devlet Tiyatrolarına dokunur! Elbirliği ederek duyularımızı köreltmek isteyen bütün bu "olmuşlara ve Devlet Tiyatroları'ndaki olaylara bakıp şöyle de denebilir: "Olmuşlar düşeceğine, Devlet Tiyatroları'ndan Yücel Erten düştü!.. Bence bu Devlet Tiyatrolarının genel müdürü, yardımcıları, müdürleri, müdür yardımcıları ve yardakçıları, padişah esvapları giyip mehter eşliğinde kuş cennetine gitsinler. Sünnet şenliği, cülus töreni ve seyirliklerin yer alacağı ve de konuklara kulaşı, pilav, zerde ikram edilecek bir panayır düzenlesinler! Kültür Bakanı da panayırı himayesine alsın!
GEÇMİŞTE KALANLAR
TEMAŞA HAYATI: HAFTANIN TEMSİLLERİ "Söz uçar, yazı kalır "demişler, işte uçan sözleri yazarak kalıcı kılan, günümüze gönderen Faruk Nafiz'in anlatan,
"YeniŞark" gazetesinde yer alan
"haftanın
temsilleri"ni
tanıtan, eleştiren bir makalesi... Bundan böyle arada bir eski gazete, dergi geçmişe bir göz atmayı düşündük. Ne dersiniz?
cy a
sayfaları arasında gezinmeyi,
Faruk Nafiz Türk Tiyatrosu, geçen hafta Çev.: Nihal Kuyumcu Halit Ziya Bey'in Payron'dan
pe
Yeni Şark Gazetesi nakil ettiği "Fare"yi ve bu haf 31 Kanun-u evvel 1337-1921 ta da Halit Fahri Bey'in "Bay 1 Cemaziyül evvel 134C kuş''u ile Vefik Paşa'nın Moliere'den nakil ettiği "Zor Nika hı" oynadı. Bu temsillerin hiçbiri sahneye yeni çıkmadı ğı için kıymetleri hakkında söylenecek sözler esasen sarf olunmuştur. Yalnız Fare'nin tarihi temsili ötekilerden bir nisbe daha eski olduğundan istitraden bir iki söz söylemek istiyoruz. Halit Ziya Bey'in "Fare"si temsil itibariyla gayet güzel oldu ve halk memnuniyetini mükerrer alkışlarıyla ilan etti. Eserin edebi kıymetini itiraf ederiz. Fakat "Fare"nin sakat cihetleri düzgün tarafların dan daha çoktur. Bir kere mevzuu hülasa ede lim: Sedad Bey çapkınlık ale minin şöhret almış kahramanlarındandır. Bir macera dan kurtulmak için Yakacık'da akrabasından Surur Paşa'nın köşküne gelmiştir. Kendisini artık yaşlı gördüğü için-ki inzivasında da bunun dahli vardır. Sururi Paşa'nın 46
kendisine akran bir yaştaki kerimesi Iclal Hanımla gez mektedir. Bu gezintilerde yi ne akrabadan darü'l muallimat kızlarından Jale, Fare'ye refakat ediyor. Server Paşa kızını Sedad'ın elinden kur tarmak için Sehpa ile Nermin Hanım'ı çağırmıştır. Bu iki ha fif meşreb kadın Sedat'ın kal bini celbetmek üzere bütün kuvvetleriyle çalışırlar. Halbu ki diğer tarafta Sedat'ın her vaziyetteki resmini defterine geçiren ve bu defteri koltu ğundan hiç ayırmayan Fare, içinden aşıktır. Nihayet bir gün defteri meydanda unu tuyor ve defter de Sedat'ın eline geçince Fare'nin hissiya tına vakıf olarak teşrik-i hayat ediyor. Diğer kadınlar bu iş ten zararlı çıkıyorlar. Bu ka dar. Pek kısa hulâsa edilen bu pi yes bilakis sahne üstünde pek uzundur. Ve eser baştan nihayete kadar eşhas vaka nın birbirine irad nutk etme sinden ibarettir. Sedat Iclal'e, Iclal Jale'ye Jale Nermin'e , Nermin Şehpa'ya llh... Sedad Bey, Surur Paşa,
Jale, Iclal, Sehpa, Nermin tip leri kamilen yabancı tiplerdir. Sedad Bey dünyadaki donjuanların en zavallısı, Surur Pa şa alafrangalığıyla budalalığı arasında insanı mütehayyer bırakan bir adam, Jale ise o yaşdaki hiçbir kızın olamaya cağı bir safvete daha doğru su safdilliye malik bir mekteblidir. Bununla beraber Raşit Rıza Bey, Sedad; Behzad Bey, Surur Paşa rollerini fev kalade canlandırdılar. Ve ye rinden kımıldamayacak kadar hareketsiz sanılan piyasi ade ta yürüttüler. Bu iki güzide sanatkar cidden şayan-ı hay ret bir sebat ile eseri canlan dırıyorlardı. Eliza Binemeciyan Hanım sanatın ruhuna nüfuz eden bu keskin zeka fare rolünda halka o kadar sevimli, o kadar munis, o ka dar güzel geldi ki bize, hissi ihlal etmemek için tek bir söz söylemekden bile çekiniyo ruz. Kınar Hanım, Iclal vazife sini mümkün olduğu kadar güzel yapdı ve Sehpa rolünü yapan Adrien Hanım kabul ettiği tipin bütün kusurlarını ve fenalıklarını diğerleri gibi örtmeyerek gözümüzün önünde canlandırdı. Bundan anlaşılıyor ki bu eser muvaf fakiyet kazanmak için kusur suz olmağa muhtaç değildir. Hareketsizlik, manasızlık uzun mükalemeler, mükale-
mede seci ve kafiye bir eseri düşürmek için kafi sebeb de ğilmiş! Elize Binemeciyan Ha nım en ziyade sevdiği rolün "Fare" olduğunu söylediği za man biz anlıyoruz ki muharri rin ilk vazifesi eserini mümessilllere beğendirmek ve sevdirmekdir. Onlar münekkidlere beğendirmese bile halka sevdirmesini pekala biliyorlar. ***
pe cy a
İstanbul Opereti evvelki ak şam "Emel" namında yeni bir operet sahneye koydu. Türk Tiyatrosu sanatkarlarından Faik Bey'in eseri olan "Emel"in mevzuunu mu, ta'rz-ı temsilini mi, yahut bestesini mi hangisini daha ziyade tenkid edeceğimizde mütehayyiriz. "Emel"i temaşaya gelen herkes hiç şüphesiz ki niçin bir operet yazmadıklarını kendi kendilerine sormuşlar dır. Madem ki eser yazmak bu kadar kolay bir işmiş!
Mevzuyu hulasa etmeyece ğiz. Zira "Emel" de mevzua benzeyen bir şey yok. İnci, Güneş, Ay, Yıldız, Şafak, Tuluğ, Zafer gibi eşhas isimleri bize maksadın vatani bir ga ye olduğunu Inci'nin İzmir, ayyıldızın bayrağımız olduğu nu anlattı. Bunun için mu kaddesatımızdan bahseden eseri bir tarafa bırakarak temsilden ve mümessillerden söz açmak daha münasip olacaktır. İstanbul Opereti (sanatkarları) tenkid ve takdir edilmek için daha bir kaç isti hale geçirmeğe mecburdur lar. Herşeyden evvel tenor, primadonna sesle dekor ve musikiye muhtaç olan bir he yet bunlardan yalnız birisine, bir Nuvart Hanım'a malik ol
makla tamam olmuş sayıl maz. Sahnede rol almak cümle söylemek değil, tegan : ni etmek, şarkı çağırmak de ğildir ve evvelki geceki üç sa atlik falsoyu dinleyecek temaşacılar nihayet bir sene bulunur. Binaenaleyh halkın rağbetine mazhar olan İstan bul Opereti nevakısını ikmal eder ve böyle her perdesinin sonunda nihayet bulmuş his sini veren piyeslerinden daha güzellerini intihaba çalışırsa herhalde kendisine iyi bir ati mevuddur.
İstanbul temaşa heyeti unva nı altında yeni bir operet da ha teşkil ettiğini haber aldık. Ve ilanlarında (büyük sanat karlar) diye takdim olunan bir zatın nezaret umumiyesi altında ne işler gördüğünü seyir etmeğe gitdik. "Büyük Ateş"in müellifi ve bestekarı aynı kimsedir. Biz Büyük Ate şi gördükten ve dinledikten sonra tekrar kendi kendimize sorduk: Neden bu memleketde her yazı yazan bir "Batay" her saz çalan bir "Betofen" değil? Madem ki eser yaz mak ve beste yapmak bu ka
dar kolay bir işmiş, neden herkes yapmıyor ve neden derhal bir temsil heyeti mey dana getirerek oynatmıyor?
"Büyük Ateş" umumi bir ev den genç bir sanatkarın gü zel bir kız alarak beraber ya şarken nihayet kızın paraya ve süse malub olarak hiyanet etmesini ve nihayet sukutunu gösteriyor. Görülüyor ki piyes ahlaki bir tez üzerine yazıl mış, içtimai yaralarımız gös terilmek istenmiş! Fakat ha yır, piyesin ne tezi ne de ten kide layik bir ciheti var. Piya nosu başından piyesi heye canla idare eden müellif ve bestekar, piyesi piyes ve bes teyi beste olsun diye yapmış ve bir heyet teşkil ederek oy natıyor. Mesele bundan iba ret. İstanbul temaşasının uzviye tinde müzmin bir hastalık gi bi duran tuluatçılarla makale mizi nihayetledireceğiz. Ge çen gün gazeteler Ferah Ti yatrosu'nda yine bunlardan müteşekkil bir kitle kayd et mişti. Sakarya Anadolu muzafferiyetlerinin Halk üzerin deki heyecan ve tesirinden is
tifade ederek zaman zaman milli bir davayı ortaoyunu şekline döken bu komikler o gün soluğu polis merkezinde almışlardı. Mamafi bu husus ta sabıkalı olan bu tuluatçılar daima bu hadiseleri bir nez leden seri geçirmeyi biliyor lar. Yine türk tiyatrosunun yükselmeğe çalıştığı bir sah nede bunların yarın yeni bir maskaralık yapmaları muh temeldir. Ne tiyatro müdür leri ne polis, bunlara tamamiyle mani olmuyor. Ara sıra Edebi heyet-Ah edebiyat, senin namına ne cinayetler yapılıyor!- ismini alarak ortalığı kalpakçılar başına çeviren kumpan yaların ne zaman hiç olmaz sa umumun yolu üstünden kalkacağını ve yan sokaklara gideceğini göreceğiz? Kanto namı altında manasız el biselerle manasız rakslar yapan kadınlardan bahs et meyeceğiz, her ne kadar bunlardan biri güzel bir ninni okumasını bir diğeri iyi bir bale yapmasını biliyor fakat heyet-i umumiyyesiyle karın çalkalamaktan ibaret olan bir vazifenin mevkii icrası herhal de sahneden gayri bir yerdir. Bizi en fazla asabileştiren şey sahnede güldürmek için söy lenirken insanı adiliğine tik sindiren nüktelerdir. Bunlar en işlek bir caddede ve şeh rin binnisbe en iyi sahnelerin den birinde yapılıyor. Zaman gelecek midir ki müteşebbis bir idare nasıl umumi evleri kenar bir mahalleye kaldırmışsa, bu ar ta kalan kısımları da onlara ilave etmeğe muvaffak olacaktır?
İZLENİM
FESTİVALLERDE KISA BİR GEZİNTİ Yalçın Günaydın
a
rak diğer oyunların yanında biraz daha amatör ruhla hazırlandığını gördüm. Tek kişilik oyunlar festivaline davet ettiğim Hollandalı Stuffed Puppet Theatre Tiyatrosu'nun sanatçısı Nevılle Tranter'in oynadığı tek kişilik kukla gösterisi "Frankenste'ın" muhteşem bir oyundu. Beş karakterin dör dü kukla biri oyuncu ile oynadığı bu oyun, umarım Ankara'ya gelir ve izleyicilere ülke mizde bu güzel gösteriyi izletme imkânına sahip oluruz. Zürih Festivali'nin bittiği günlerde başlayan Theater Festival Basel'e güzel bir tren yol culuğu sonunda ulaştım. Basel Festival ala nı Zürih Festival alanından biraz daha kü çük bir alana kurulmuş, festival alanı olarak boş hangar alanları gibi içi boş eski binaları değerlendirmişler yine burada da ortada büyük bir çadır ve yiyecek alanı mevcut. Zürih'te de Basel'de de oyunları izlemeye ge len izleyici dışında eğlenmeye gelen yüzler ce insanla karşılaşıyoruz, çocuklar atlı karın cada dönerken, festival alanının mim ve jonglör gösterileri yapan yetenekli insanlar la dolu olduğunu görüyoruz ve insanlar müziğin ritmiyle dans edip çılgınlar gibi eğ lenmeyi ihmal etmiyorlar, işte bu güzel at mosferin yanında dolu salonlarda oyunlar oynanıyor ve her gece birden fazla oyun festivalde sahne alıyor. Basel'de Fransız sanatçı Francesca Lattuda'nın 10 ayrı dilde şarkı söyleyip dans ettiği ve illüzyon sanatını kullandığı "La Donna e Mobile" isimli oyun izlediğim oyunlar içinde en iyilerinden biri idi, bu oyunu da tek kişilik oyunlar festivaline Ankara'ya davet ettim, umarım getirtme imkânına sahip olabiliriz. Yine Basel'deki tüm oyunlar yerine bu tek kişilik oyunun yanında, Arjantinli bir tiyatro grubu olan El Preiferico de Objetos'un ilginç oyunundan kısaca bahsetmekte yarar görüyorum. "Zooedipous" adlı oyun insanlığın et yeme hastalığını ele alan vejeteryan bir yapıya sahip, ölüm ve doğum üzerine kurulu bu oyun insanın ölmeden hayvanlarla beslenmesini, insanın ölümünden sonra da, hayvanlar tarafından yenilmesini doğanın ayrılmaz bir parçası olduğunu anlatırken hayvan etinin aslında bizim kendi bedenimiz oldu ğunu, ilginç bir ışık ve kukla gösterisiyle seyirciye anlatıyor. Türk insanın yoğun olduğu Basel'den ayrılarak bu iki güzel festivali ar kada bırakıp Ankara'da yapacağımız tek kişilik oyunlar festivalini düşü nerek yola çıktım.
pe
cy
Ülkemizde yeni yeni oturmaya başlayan ti yatro festivallerini birçok kez izledik ya da Kültür Bakanlığı'nın verdiği sözleri yerine getirmediği için borçlar içinde gerçekleştir dik (Tiyatro Dergisi'nin üstlendiği çocuk oyunları festivali) Mart ayında Ankara'da Çankaya Belediye si Şehir Tiyatroları bir ilk'e imza atarak "Tek Kişilik Oyunlar" festivalini gerçekleş tirdi. Bu festivale Genco Erkal, Yılmaz Er doğan, Ali Poyrazoğlu, Altan Erkekli, Za fer Diper, Enis Fosforoğlu ve Cem Özer katıldı. Festival yaklaşık on beş bin izleyici topladı. Çağdaş Sanatlar Merkezi'nin 250 kişilik küçük salonunda izdiham yaşandı, bunun üzerine festival komitesi fuaye ve dış mekâna birer sinevizyon yerleştirerek geçici çözümler bularak ilk kez yapılan bu festivali, başarılı bir şekilde sona erdirdiler. Tek kişilik oyunlar festivali 2001 yılında uluslararası boyuta taşınarak geleneksel hale getirilecek, işte ben bu festival komi tesinde yer aldığım için uluslararası oyun ları izlemek üzere davet edildiğim İsviç re'nin iki güzel kenti Zürih ve Basel'de iki ayrı festivale izleyici olarak katılma şansı elde ettim.
Festival denilince biz alışmışız kapalı me kânlara (sokak gösterileri hariç) ve sadece oyunlar organize edip onlarla yetinmeye, halbuki ülkemizde ilk tiyatro nun tohumlarının atıldığı direklerarası tiyatroları unutmuşuz, ilk tiyatro dönemlerinde halkın katıldığı panayırlar içinde yapılan çadır tiyatrolarını unutmuş, tıkılmışız kapalı mekânlara. Zürih Theater Spektakel, göl kenarında muhteşem bir atmosfer içinde, oyunların oynandığı çadırlar, yiyecek ve içecek standları içinde kurul muş bir festival alanı görüyoruz. Festival programı birçok ülkenin iyi oyunlarıyla dolu, organizasyonda her şey düşünülmüş; Festival alanına geliş haritalarından tutun elinizdeki biletle tüm şehirdeki ulaşımlardan ücretsiz yararlanmaya kadar. Yapılan tüm çalışmalar ve oyunların başla ma saatleri saniyesi saniyesine çalışmakta. Teknik yapı ise mükemmel denilecek bir boyutta. Festival alanına kurulan prefabrik salonlarda her türlü ses ve ışık sistemini oyunların istemi doğrultusunda hazırlayarak festival sonuna kadar hiçbir aksamanın yaşanmamasının, festivalin or ganizasyon niteliğini artırmakta olduğunu gördüm. Zürih'deki tüm oyunlardan bahsetmek belki de sizleri sıkacağından sa dece genel olarak değinmek istiyorum. Oyunlar tekniğin, ışığın, kukla nın, dansın ve oyuncunun beden dilini iyi kullanabildiği oyunlar olarak göze çarpıyor. Bu özellik tüm oyunlarda vardı, yalnızca bir genç ve yeni bir tiyatro olan Theatre lnexıstent'in oynadığı "Nereye Kadar" adlı oyu nun, oyun içinde oyun örgüsüyle yapılanmış hoş bir gençlik oyunu ola
Burada başta Ankara'daki İsviçre Elçiliği'nde yardımlarını esirgemeyen tüm çalışanlarına, Zürih ve Basel Festivali'nde emeği geçen herkese, be ni Zürih'de ağırlayan ve Türk misafirperverliğini sürdüren Bodrum Res toran çalışanlarına, Canazlar Ailesi'nin tüm fertlerine ve tüm tanıştığım dostlara sonsuz sevgi ve şükranlarımı sunarım.
POLEMİK
DAMDAKİ ÇEVİRMEN YA DA ÇEVİRİDE BEDELSİZ İTHALAT Sevgi Sanlı Şu ara bir Shakespeare oyununu çeviriyorum. Her yıl bir Shakespeare çevirme düşüm gerçekleşecek gibi. Bernard Shaw bir okul kitabına "Jan Dark" oyunun dan bir bölüm aktarmak için kendisinden izin isteyenlere şöyle karşılık vermişti: "Kim benim oyunlarımı okullarda zorla okutup Shakespeare'den nefret edildiği kadar benden de nefret edilmesine neden olursa Allahından bulsun. Benim oyunlarım işkence aleti olsun diye yazılmamıştır." Ülkemizde çevrilen Shakespe are yapıtlarından çoğu eski, kitabi donuk, üstelik yanlışlarla doludur. Oyuncular için birer işkence aleti. Dante'nin Cehennemini Ingilizceye çeviren John Carre ki tabın önsözünde hiçbir dilin başka bir dilin müziğini notası notasına iletemeyeceğini, piyanoyla çalınan ezgi, kemanla tekrarlanınca değişik bir ses çıkacağını söyler. Shakespeare'in orkestrasyonunu başka bir dille tekrarlamak kimin haddine düş müş? Sevgiyle, saygıyla binbir emek vererek yaklaşıyorum bu zorlu işe. Genç ti yatrocularımıza bir miras bırakmak istiyorum.
Sevgi Sanlı, sayfa 11 MARSHALL: Amerika'da benzeri olmayan bir durumunuz var. Bizlerden daha iyi yaşıyor, daha iyi yiyip içiyorsunuz. Acaba iş yapmağa vakit bulabilir misiniz ya da bulmak ister misiniz? Sayfa 11. Aytuğ Iz'at, sayfa 11 (Benzeri olmayan, kendinize özgü diye değiştirilmiş sade ce) Sevgi Sanlı, sayfa 15 BEN: Lionnet, zamanında güneyin en iyi pamuk veren toprağıydı. Hâlâ oldukça iyi ürün alırız oradan. O günler saltanatlı günlerdi sahipleri için. Ben bile hatırla dım. Herşeyin iyisi onlarındı. Paris'ten giyinip kuşanmak, Avrupa gezileri, bugün yetiştirilemeyen cins atlar, karşılarında el pençe divan duran zenci köleler. Bu bölümde olduğu gibi daha birçok bölümde Sevgi Sanlı çevirisi yeni sahibi karşısında el pençe divan durmuş ya da durdurulmuş. Aytuğ Iz'at Bey'in hakkını yememek için özellikle üçüncü perdede ibrazı hüner eylediğini itiraf edelim. Piyesin konusu 1900 yılında geçer. Orta yaşlı bir kadınla erkeğin yirmi, yirmi beş yıl önce piyano ve kemanla bir düet çaldıklarından söz edilir. Adamın kızı babasının keman çaldığını yeni öğrenmiştir.
a
Gelgelelim tiyatroyla yakından uzaktan ilgisi olmayan biri, ben ölmeden mirası ma konmaya kalkmış. MitosBoyut yayınlarından Lillian Hellman'ın "Küçük Tilki leri", yanında İngilizce özgün metinle birlikte piyasaya sürülmüş. Acaba neden bana danışmadılar diye düşündüm önce. Öyle ya, Milli Eğitim Bakanlığı 1958'de bu çevirimi basmıştı. Önce Bursa'da oynandı. Ankara'ya gelmesi 197273 sezonunu buldu. "Kırık Oyuncaklar" - "Toys in the Attic" 1960-61 sezonun da "Yeni Sahne"de sahne ışıklarına kavuştu. Metinde birkaç ufak değişiklik yap mak isteyebilirdim.
REGİNA: Bay Marshall, sanırım beni avutmaya çalışıyorsunuz. (Gerisi tıpatıp ay nı, yalnız hanımeli yerine açelya denmiş)
Aytuğ Iz'at çevirisi, sayfa 62
"Küçük Tilkiler" benim için çok önemli. İlk basılan, ilk oynanan bana bir ödül ka zandıran ilk çevirim. Daha sonra yedi sekiz ödül kazandım ama bunun yeri baş ka, benim için çok önemli.
Dam üstünde saksağan vur beline kazmaynan.
pe cy
Meğer metinde birkaç küçük değişiklik yapılmış. Bu da Aytuğ Iz'at Bey'e yapıta kendi imzasını atma hakkını vermiş anlaşılan. Bizim Ege tarafında tanımadıkları biri için "Bu bey kimlerden olur?" diye sorarlar. Bu beyin kimlerden olduğu az çok anlaşıldı. Ama geçmişinde herhangi bir çeviri deneyimi yok.
Lillian Hellmann (1905-84) "Children's Hour" (Çocukların Saati), "Watch on the Rhine" (Ren Üstünde Nöbet), "Another part of the Forest" (Ormanın Başka Bu cağı), "The Autumn Garden" (Güz Bahçeleri) en güçlü oyunları arasında. Anouih'un Jan Dark'ını "The Lark" (Tarla Kuşu) adıyla Ingilizceye çevirdi. Emmanuel Robles'in "Monserrat"sı onun kaleminden Anglo-Sakson dünyasına tanıtıldı. Voltaire'in "Candide"ini müzikal biçiminde yeniden yazdı. Yayımlanan yaşam öyküleri birbirinden ilginç. Yaşam öyküsü oyunları kadar ilginç. Amerika'da geri ci güçlere, MacCarthy'cilere karşı çıkan yaman bir kadın. Yaşam öyküsü birçok oyunun ve filmin konusu oldu. Şu anda Tiyatro Studyosu'nda sergilenen "Lilli an" bunlardan biri.
Bu kadar değer verdiğim bir yazarın, bu kadar değer verdiğim bir yapıtı haddini bilmezlerin yağmasına uğrayınca acı duydum. Kendimden çok yazar adına ve bu oyunu oynayacak oyuncular adına. Bedelsiz ithalat kör kör parmağım gözü ne olmasın diye Iz'at Bey bazı yamru yumru sözler eklemiş "Küçük Tilkiler"e. Yaptığı alıntı ve çalıntılardan sadece birkaç örnek vermekle yetinmek zorunda yım. Keşke benim metnim, baskısı tükendiği için, yeniden basılabilse de tümü nü karşılaştırma olanağı olsa meraklısının. Bu olanak ve çevirimin yeniden sah nelenmesi olanağı elimden alınmış bulunuyor. Türkiye Yayın Hakları Tem Yapım Yayıncılık, oynatma hakkı Yunus Tanıtım adına Aytuğ Izat'a ait. Balinadan son ra bir de Yunus çıktı karşımıza. "Küçük Tilkiler" Sevgi Sanlı çevirisi Maarif Vekaleti Modern Tiyatro Eserleri Seri si 1958 Ankara, f. 140 kuruş, sayfa 10. REGİNA: Mr. Marshall beni avutmaya çalışıyorsunuz galiba. Chicago dünyanın en gürültülü, en pis şehri olabilir ama yine de onu ne atlarımızın nal seslerine, ne de hanımellerimizin kokusuna değişirim. Kalabalık sokaklar, tiyatrolar, güzel kadınlar görmek hoşuma gider. Kadınlarımız çok güzeldir değil mi Mr. Mars hall? "Küçük Tilkiler", Aytuğ Iz'at çevirisi Mitos Boyut, Amerikan Oyunları Dizisi 2000 İstanbul, f. 3.000.000, sayfa 10.
ALEXANDRA: Babam da çalar mıydı? BIRDIE: Elbette çalardı. Damdaki Kemancıyı çalmıştı, hem de çok güzel.
Damdan düşercesine Amerikan oyunlarını bizlere tanıtma misyonunu yüklenen bu beyefendi Damdaki Kemancı'nın 1964'te bestelendiğini 'fiddler' sözcüğü nün yalnız bu müzikale bağlı olarak kullanılmadığını bilmiyor, besbelli.
Oyunun en önemli kişilerinden biri olan zenci Addie kuzeylilerin sermayesiyle güneyde pamuk fabrikaları kurulunca kendilerine neler vaat edildiğini anlatır. Sevgi Sanlı, sayfa 89
ADDİE: Az sonra burada otururken bile kırmızı tuğlaların oraya taşındığını işite ceksiniz. Ertesi gün kocaman bir bacadan duman tütecek. Ondan sonra her pa zar bütün kullar tavuk etiyle beslenecek. ...Sherman'ın orduları uzaklaştığından beri burada bu kadar çok lakırdı edilmemiştir. Aytuğ Iz'at, sayfa 64 ADDİE: Biraz sonra hatta otururken bile kayaların havada uçuştuğunu görürsü nüz. Yarın dumanlar bacadan görünür. Pazar gününe ise kadınların doğurduğu her erkek tavuklaşır. ...Sherman ordusu yakına kadar gelmeyince de konuşma lar kesildi. Birdie aristokrat bir ailedendir. Annesinin yeni ailesini dükkân işlettikleri için de ğil fakir, cahil zencilerle fahiş kârla mal satan, sattıkları her mala hile karıştıran adamlar oldukları için sevmediğini söyler. Iz'at Bey'in yorumuna göre sayfa 67, Birdie'nin erkek kardeşi geleneksel bir ahırları olduğu için annelerinin bu adam lara tepeden baktığını iddia eder. Anlayan beri gelsin. Bu durumda gadre uğrayan sadece ben olaydım belki bu kadar üstünde dur mazdım. Ama sırada başkaları var. Öğrendiğime göre Iz'at Bey, Can Yücel'in Tenessee Wİlliams'dan çevirdiği "Sırça Kümes"i yeniden kaleme alıyor. Orhan Burian ve Ülkü Tamer de bu silahtan keskin kalemden canlarını kurtaramıyor. Bu zatın çok acar biri olduğu, karşısında duran bir Mısırlının gözündeki sürme den emin olamayacağı söyleniyor. Ya Türkiye Amerikan Büyükelçiliği Kültür Ateşeliği'nin bu zatı muhteremin Amerikan kültürüne büyük hizmetlerinden ötürü MitosBoyut'a ve pek tabii biz zat kendilerine büyük katkılarda bulunmasına ne buyrulur.
POLEMİK
BENİM "KÜÇÜK TİLKİLER"İM Yılmaz Öğüt/MitosBoyut Yayınevi Yayın Önce, yayımladığımız "Küçük Tilkiler" oyunu üzerine Çevirmen Sevgi Sanlı'nın iddialarında, yayınevimize ve adı geçen esere sataşma olduğu için yanıt verme zorunda kaldığımızı belirtmek istiyoruz.
nulmazlığının bulunduğunu savunuyor. Türkiye'de ilk çevrilen, ilk basılan ilk oy nanan Shakespeare oyunlarının çevir menleri, Sabahattin Eyuboğlu, Nurettin Sevin, Mina Urgan, Orhan Burian gibi sanat ve bilim adamları değil mi? Bu çe virilerin başarıları, edebiyat çevrelerinde hâlâ kabul görmüyor mu? Senelerce bü tün kuşaklar Shakespeare'i bu çevirilerle okuyup, seyredip büyümedi mi? Peki o halde, şimdi SS'nin Shakespeare oyunla rını çevirmeye soyunması onlara saygı sızlık olmayacak mı? Bu işe kalkışırken onlara danışmak ihtiyacını duydu mu, onlardan önizin aldı mı? Bütün bunlara gerek yok SS Hanım. Ta bii ki yasal zorunluluklar dışında her eser defalarca yeniden çevrilebilir, ya yımlanabilir. Hele 70 yıllık copyright hakları düşmüş eserler için bu konuda hiçbir sınırlama yoktur.
Eski Çeviri-Yeni Çeviri Gerçeği Biz, yayınevi olarak yeni çevirilerin kültü rümüzü güçlendireceği, yeni alternatif yaratıların kültür yaşamımıza zenginlik kazandıracağı inancını taşıyoruz. Bu ne denle de yayın yaşamımızda kesin bir kural uyguluyoruz. Eski çevirileri kullan mıyoruz; her bastığımız eseri yeniden ve özgün dilinden çevirterek yayımlıyoruz. Bu konudaki ısrar ve kararlılığımız, ya yıncılık sürecinde yaşadığımız olaylar dan, karşılaştığımız örneklerden sonra oluştu. Karşılaştığınız hemen bütün eski çeviriler, kime ait olursa olsun, ya eksik (bazı bölümler düpedüz atlanmış), ya yanlış, ya dili eski, ya da düşük olduğuna inandıkları kültür düzeyimize indirgenmişti ya da politik ortam nedeniyle san sürlüydü; birçoğu da özgün dilinden çevrilmemişti.
cy
pe
Yayınevimizin Türkiye'de yalnızca tiyat ro eserleri basan, (şimdilik) tek yayınevi olduğunu çok kimse bilir sanıyoruz. Ti yatro yayınlarına başladığımızdan bugü ne 370'i aşan yerli-yabancı oyunla, tiyat ro konusunda 40 kuramsal kitap yayım ladık.
a
SS'nin iddialarını okuyan hemen her ak lı başında kişi, böyle hırsı salim düşün me yetisini bastırmış hırçın bir kişiyle polemiğe girmenin, insanın sağlığına zarar vereceğini bilir. Ancak hiç yanıt vermemek, çok kez iddiaları kabul anla mında algılandığı için, bu konuda sağlık endişelerini göz ardı edip, dergi sayfala rını, yalnızca bir defalık, işgal ediyoruz.
"Mitos Boyut Yayınevi'ne Ne Buyrulur" Yanıtlarımıza, SS'nin yazısının son pa ragrafından başlayalım. Bu son parag rafta, "Ya Türkiye Amerikan Büyükelçili ği Kültür Ateşeliği'nin MitosBoyut'a bü yük katkılarda bulunmasına ne buyru lur," diyor SS.
Yönetmeni
Bir zamanlar, SS'nin kendisi de bazı oyun çevirilerini, basılması isteği ile yayı nevimize getirmiş, ancak bunların yayını gerçekleşmemişti. Yazısındaki saldırgan ifade ve yakıştırmaların nedenleri ara sında, ne yazık ki bu olayın izleri de bulunuyor. Yayınevi olarak bugüne kadar yaptıklarımızın somut kanıtları, yani oyun ve ku ramsal kitaplarımız ortada duruyor. Yayımlanan oyunların çevirilerine emek ve ren kişilerin adları da belli: Filiz Ofluoğu-Ahmet Cemal-Yılmaz Onay-Prof. Özdemir Nutku- Yücel Erten-Prof. Hasan Anamur- Ali Neyzi- Aziz Çalışlar-Prof Cevat Çapan-Panayot Abacı-Zeynep Avcı-Nesrin Kazankaya-Ayşe Selen-Yiğit Bener... Bütün bunlar göz ardı edilip, mütevazı özsermayemizi zorlayarak Türk tiyatro sanatının ihtiyaç duyduğu kaynakları çoğaltmaya yönelik çalışmalarımızın alaylı bir dille küçümsenmesini, inanıyoruz ki, tiyatro çevresi ve kamuoyu sağduyu ile değerlendirecektir. Ancak biz, SS'nin ifadesindeki "büyük" diye nitelemek ihtiyacını duyduğu katkı nın ne olduğunu açıklamasını istiyoruz kendisinden. ABD Büyükelçiliği'nin katkı sının "büyük" olduğunu iddia ettiğine göre, bunun boyutlarını da biliyor de mektir. Bu "büyük" katkının ayrıntılarını kamuoyuna açıklaması, onun edebiyat çevrelerindeki sanatsal saygın kişiliğinin gereğidir kanısındayız. Ebedi Çeviri Hakkını SS'e Kim Verdi? Şimdi başa dönelim. Yazı, çevirmen Aytuğ Iz'at'a açık hakaretlerle başlamakta... Halen Amerika'da ikamet etmekte olan Iz'at, herhalde bunlara yanıt verecektir. Biz, yayımladığı mız çeviri ile ilgili SS'ce ortaya atılan çelişkili, objektif olmayan ve "çamur at, iz bırakır" ilkesi ile yazılmış iddialara yanıt vermek istiyoruz. SS, "Küçük Tilkiler" oyununun çeviri hakkının adeta ebedi olarak kendisine ait olduğunu, bu çevirinin "ilk basılan, ilk oynanan" çevirisi olması nedeniyle doku
Bu konuda yaptıklarımıza birkaç örnek verelim: Antik Yunan tragedyalarını ya zarımız Güngör Dilmen "eski Yunanca" asıllarından yeniden çevirdi-çeviriyor. Bertolt Brecht'in versiyonları ile birlikte sayısı 62'ye ulaşan bütün oyunlarını ba sıyoruz. Bunların pek çoğunun eski çevirileri mevcut olduğu halde, hiçbirini kul lanmadık; hepsi yeniden çevrildi-çevriliyor. Bulgarca'dan, Farsça'dan çevrilen oyunlar yayımladık. Bu konuya daha bir açıklık getirmek için şu örneği vermek istiyoruz: Shakespe are oyunlarını yayımlama kararı vermiş olsak, yukarda adı geçen eski çevirileri değil, hiç tereddütsüz sizin yapacağınız yeni çevirileri yeğlerdik. Ancak, "Küçük Tilkiler" oyununun çevirisine karar verince sizi aramadık; araya mazdık, çünkü çeviriniz 42 yıllıktı, bu kadar "yaşlı" bir çeviri yayın ilkelerimize aykırı düşüyordu. Ne yapalım ki SS Hanım, biz özel ve özgür bir sektörüz. Ka rarlarımızı, hiç kimseden icazet almadan kendi düşüncelerimize göre verebiliyo ruz; yani uygun gördüğümüz çevirmenle çalışmak lüksüne sahibiz. (Yanlış yo rumlara yol açar endişesi ile şu açıklamayı da yapmak isteriz: Eskiden bu işe cid diyetle emek vermiş, yaptıkları ile hepimizin yetişmesine, toplumun kültür yaşa mının gelişmesine yardımcı olmuş, siz dahil bütün çevirmenlerimize büyük gö nül borcumuz var. Yaşam koşulları, dünya, her alandaki kavramlar, dilimiz, top lumsal yaşam kriterlerimiz büyük değişimlere uğradı, uğruyor. Olaya, bu gözle bakıp akılcı bir yaklaşım getirirsek birbirimizi daha iyi anlarız düşüncesindeyiz.) Biz, çevirilerin, sanatsal bir mücadele ortamında, edeble tartışarak, adeta çarpı-
jarak ortaya çıkması taraftarıyız. Ancak böylece "putlar yıkılır", doğru, aslına jygun ve nitelikli çalışmalar ortaya çıkabilir. Böyle bir ortam, yeni çevirmenle'in bilgi ve donanımlarını da artırır; yanlış ve doğrulan bir arada görerek onla'in gelişmelerine olanak sağlar. Ama sizin gibi, kişinin yaptıklarını, birikimlerini ıiç araştırmadan "geçmişte hiçbir çeviri deneyimi yok" diye insanları dışlayan egosantrik kişiler, bu yöntemleri, kendi "nüfuz sahalarına" saldırı olarak gördü ğünden, "tek çeviri, ilk çeviri" saplantısından kurtulamıyor. Aslına Uygun Çeviriler Neden Çakışır "Küçük Tilkiler" oyununda tam 1018 adet diyalog ve ayrıca 879 adet parantez içi açıklama var. Bu kadar söz arasından 2-3 diyalog alıp bütün çevirinin aynı yapıda olduğunu savunmak inandırıcı ve objektif bir değerlendirme olamaz. Aslına sadık kalarak ve dil açısından doğru yapılmış çevirilerde her zaman bu tür çakışma ve örtüşmelerin olması kadar doğal ne olabilir? Olmaması, zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Ayrıca SS'nın verdiği örneklerde bütün sözcük ler bire bir aynı da değil. Peki, SS'ya sormalı, acaba Iz'at'ın yanlış çevirisini an latmak için verdiği örnek bölüm, kendisininkinden neden "tamamen farklı" bir bölümdür? Her insan yanılabilir, yanlışlık yapabilir. Hiçbir zaman hiçbir yerde çevirilerimizin en mükemmel, en başarılı olduğunu savunmadık. Bu işle uğraşanlar bilirler, ne kadar titiz olursanız olun hep gözden kaçan hatalar çıkacaktır. Bunları SS'nın Izat'ın çevirisinde takıldığı bir sözcük üzerine söylüyoruz.
Şimdi bu yanlışını(!) SS'nın gözlükleri ile in celeyelim. Hanımeli, hanımeligiller familya sından, bir Asya-Avrupa bitkisidir (Açelya, fundagillerdendir). Ilıman iklimde yetişir. Amerika'da yalnızca Kuzey bölgelerde bulu nur. Oyunda sözü edilen yer Amerika'nın güney bölgesi, yani çok sıcak bir bölge ol duğuna göre bu çeviri yanlıştır. Şimdi bu bilgiler ışıığında, biz, "SS Hanımın 'nebatat' bilgisi de yok," mu diyeceğiz?
pe
İşte tek bir sözcüğün anlamı ve iki üç cümle ile bütün bir çeviriyi karalamak, kopya oldu ğunu söylemek insanı böyle çıkmazlara so kar; bu tür iddialar sahibine de hiçbir şey kazandırmaz. Böyle bir karşılaştırma ciddi bir çalışma ve araştırma işidir; mutlaka ta rafsız usta kişilerce yapılmalıdır. Tartışmaya konu olan yayınladığımız kitaplar her yerde satılıyor, üstelik ingilizceleriyle birlikte. Her kesin incelemesine açık. Kamuoyu, edebi yat çevreleri, çevirmenler, medya dünyası, üniversiteler, tiyatrocular ve tabii okuyucu lar bu meraklı konunun peşine, inşallah, dü şerler. Yetmediyse mahkemelerimiz var. Buyrun...
Ülkemizde sahne sanatlarından tiyatronun, diğer sanat dallarına oranla daha bir ileri gitmiş olmasının ardında, bu alanda çok ciddi telif eserler veren de ğerli Türk yazarların yanı sıra, yabancı oyunları dilimize kazandıran, bu vesi leyle dünya tiyatro kültürünü ülkemize taşıyan, ama genelde arka planda ka lan çevirmenlerin de çok önemli bir yeri vardır. Ama çeviri işi öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Zaman zaman yeni bir telif eser yazmaktan daha zordur. Bunun başlıca nedenlerinden biri kültür farklılığı ise, diğeri diller arasındaki uçurumdur. Bir dilde tek bir kavramla ifa de edilmek isteneni diğer dilde bir veya birkaç cümleyle ifade etme zorunluluğuyla karşılaşırsınız. Oysa, cümle uzunluğunun uyarlı olması gerekir.Şiirsel di lin tutarlı olması gerekir. Yazarın ne demek istediğine bağımlı olmak gerekir. Gelelim bizim yaptığımız ve Sevgi Sanlı Hanımefendi'nin saygın kişiliğiyle pek bağdaştırmadığımız hezeyan, hakaret dolu eleştirilerine: Tiyatro oyunlarını çeviri işleriyle ciddi bir biçimde ilgilenmeye, ABD'de sahneleyecek İngilizce Türk eseri bulamadığını ifade eden bir yönetmene bir oyun sunmak için baş ladım. Tuncer Cücenoğlu'nun Matruşka isimli oyununu çevirdiğimizde bu oyun uluslararası boyutta bulunarak Amerika'da ve Türkiye'de başarıyla sah nelendi. Bu eseri, yine aynı yazarımızın Çıkmaz Sokak, Boyacı, Kadıncıklar, Zi yaretçi oyunları ile Nâzım Hikmet'ın Kuva-yı Milliyesi (ki Şikago'da sahnelen miştir!), ve Adalet Ağaoğlu'nun Tombala adlı oyunları izlemiştir. Bu çevirilerin tamamı, sırf yazarlarımızdan hiç değilse bir kısmının uluslararası arenada daha yakından tanınmalarını sağlamak için, ücretsiz ya pılmıştır! Amerikan oyunlarından yaptığımız çevirilere gelince: Amerikan Kültür Merkezi ile birikte belirlenen oyunların çevirisine başlamadan evvel bu eserlerin yeniden çevrilmesinin gerekli olup olmadığı üzerinde sıkı sıkıya durulmuş ve eski çevirilerin yenilen me gereği ağır bastığı için çeviriler sipariş usulü "ücreti mukabi linde" yapılmıştır. Bu çevirilerden ikisi, Ay İle Yarış ve Ot, Krem, Esmer Şeker zaten ilk defa Türkçeye kazandırılmaktadır. Küçük Tilkiler, Sırça Hayvanlar ve Satıcının Ölümü adlı oyunların eski çe virileri vardı. Ama ya bu çevirilerde dil çok eskiydi ve çeviri hatala rı vardı ya da çevirilerde özellikle yazara hiç saygı gösterilemeyen bir keyfilik gözleniyordu. Hemen belirtmek isterim ki, Sayın San lı'nın 1958 tarihli çevirisi, dilin eskimesine karşın, eserin özüne en yakın çevirilerden biriydi. Ama aynı zamanda çeviri hataları da dikkatlerden kaçmıyordu. Sırça Hayvanlar merhum Can Yücel'in olağanüstü dil becerilerine karşın, eserin orijinaline ve yazarına saygı duyulmadan yapıldığı için, kanaatimizce katledilmişti ve Satıcı'nın Ölümü'nde de eseri zayıflatacak oranda çeviri hataları var dı. Üstelik kullanılan dil de oldukça eskimişti. Çevirdiği eserin ya zarına ve eserine saygı gösteren ve ülkemizdeki en ciddi çevir menlerden biri olduğuna inandığımız sayın Sevgi Sanlı ile önce den bir diyaloga girmemiz faydalı olabilirmiş. Sanırım tek kusuru muz bu. Yoksa kendi çevirisini yeniden bastırtabilir, o çeviri oyna dığı sürece de telif haklarını takır takır alır. Burada "hangi göz den, hangi sürme" çalınmış oluyor ki? Anlayamadım ve hanıme fendinin saygınlığına hiç yakıştıramadım.
cy a
Her çevirmenin, özgün metindeki anlamı farklı yöne saptırmaması kaydı ile, çe virisinde daha etkili, anlamı kavramasında okuyucuya yardımı olabilecek, öz gün metinden küçük sapmalar yapması olağandır. SS'nın verdiği örnekte Ingiizce aslı "azalea", yani açelya anlamındaki sözcüğü, "hanımeli" olarak çevirdi ğini öğreniyoruz; SS Hanım elbette "azalea"nın hanımeli olmadığını, açelya ol duğunu bilir. Neden bu değişikliği yaptığını da anlayabiliyoruz.
Yabancı Oyunların Çevirisi ve Sevgi Sanlı'nın İddiaları
Aytuğ Iz'at yalnızca "Küçük Tilkiler"i çevirmedi Aytuğ Iz'at, bu dizi içinde 5 kitap çevirdi; bunların dördü yayımlandı, biri de Aralık ayının ortalarında çıkacak. Yayımlanan kitaplardan ikisindeki oyunlar he nüz Amerika'da bile kitap halinde yayımlanmamış yeni, çağdaş Amerikan oyunları; yani, Izat'ın bunların Türkçelerini bir yerden kopya çekmesi mümkün değil. Yayımladığımız Tennessee Wllliams'ın "Sırça Hayvan Koleksiyonu"nu alıp okuyacak olanlar. Can Yücel'in "Sırça Kümes" olarak çevirdiği oyun met niyle hiçbir ilişkisi olmadığını göreceklerdir. Zaten Can Yücel'in çevirilerini böyle bir karşılaştırmaya taşımak baştan yanlıştır. Aralık ayında çıkacak "Satıcının Ölümü" adlı çevirinin, Orhan Burian'ın çeviri sinden ne kadar farklı olduğu, Orhan Burian'ın ifade biçiminin çok gerilerde kalmış olduğu kolayca görülecektir. Biz, bütün önyargılarına rağmen SS'nın bi le insafa gelip bu görüşe katılacağına içtenlikle inanıyoruz. Sonuç: Biz İşimize Devam Ediyoruz Bize "kazmaynan" saldıranlara rağmen ilkelerimiz doğrultusunda yolumuza devam ediyoruz. Şair ne güzel söylemiş: "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz"...
Bu çevirileri gönül rahatlığıyla yaptım ve MitosBoyut ile birlikte Türk tiyatro dünyasının hizmetine sunduk. Kim ki eski çevirileri beğenir, onu okur ve oynar... Ama biz cesaretle ve ülkemizde ilk defa olmak üzere bir ye nilik yaptık: Çevirilerin orijinallerini de yan yana bastık! Hatamız elbette olabi lir ama okuyucu için referans hemen bitişiğinde. Hem eserin yazarına hem de Türk tiyatro dünyasının İngilizce bilen okurlarına yeni bir seçenek ve ciddi çe virmenlere de rekabet fırsatı sunduk. Son olarak, Sayın Sanlı kendi ve benim çevirilerimden benzeri cümleler seç miş. Aynı eseri çevirdiğimizi, ikimizin de mükemmel çeviri yapmamız halinde bu çevirilerin nerdeyse aynı olmasının gerektiğini gözden kaçırmış bu arada. Keşke, alelacele yaptığını sandığım aslına uygun olmayan kendi çevirileriyle benim düzeltmelerimi de cesaret edip ekleseydi. Türkiye'deyken bir dostumdan ödünç alarak göz atıp iade ettiğim kendi çevi risi elimde olmadığı için böyle bir karşılaştırmayı maalesef benim buradan yapma şansım yok. Saygılarımla, Aytuğ Iz'at/ Çevirmen
POLEMİK
AÇIK BİR SALDIRIYA ZORUNLU BİR YANIT Yılmaz Onay Derginizin Ekim-Kasım 2000 sayısındaki "Huzursuz Seyirci" sayfasında yayımlanan "Öküz Altında Buzağı" yazısında benimle il gili yazılanları, eleştiri dozunu çok aşan ön yargılı ve haksız bir saldırı olarak görmemi yadırgamayacağınıza güveniyorum.
ve şöyle yazmış: "Bunları görünce Müge Gürman'ın neden üç yılda bir oyun çıkardı ğını anlayamıyorum. Müge Hanım, hiç mi ibret olmuyor size, gayretkeş meslekdaşlarınız? Haa siz 'Tennessee Wİlliams, Athol Fugard, Samipaşazade Sezai, Ezo Gelin çorbası değiller ki, ne buluyorsan elinin al tında karıştır, olsun çorba' diyorsanız, -ki dediğinizden eminim- işte böyle üç yılda bir oyun yaparsınız. Arkadaşlarınız da 'Özgün yönetmen tiyatrosu' örneği, sıralarlar işte birbirine hiç benzemeyen yazarlardan seç tikleri, birbirinden değerli rejilerini..."
Dolayısıyla üzülerek de olsa yanıt vermek zorunluluğunu duymama hak vereceğinizi sanıyorum.
Bir defa benim tanıdığım Müge Gürman, öyle "ben ancak üç yılda bir reji yapabilirim' diyecek kadar verimsiz bir rejisör değildir, verdiği projeler kabul edilse her sezon oyun sahneleyecek güçte yaratıcılığı ve enerjisi olan bir sanatçıdır. Hele İstanbul'da başlatılan "Birim Tiyatro" girişimi sürseydi, c birimin rejisörü olarak sayın Müge Gür man, "Ben bir reji yapar, üç yıl üstüne yata rım," deme lüksünü kullanmayı aklından bi le geçirmezdi sanırım; bilmem yanılıyor muyum? Benim Devlet Ti yatrosuna girişim de o sezon, yani sayın Yücel Erten'in genel mü dürlüğüyle 1993 yılında olmuştur. Ama bir farkla: Rejisör kadro suyla girdim ben Devlet Tiyatrosuna. Çünkü ben oyunculuğu an cak tiyatro yaşamına atıldığım 1955 yılından 1962 yılına kadar ya pabildim. Ondan sonra yalnızca reji ve dramaturji yaptım ve oyun culuğu kırk yıla yakın bir süredir bırakmak zorunda kaldım. Bu yüz den arkadaşlara, "Rejisör kadrosuyla alıyorsanız alın, yoksa hiç al mayın beni Devlet Tiyatrosuna," dedim. Dolayısıyla bu imzasız im zanın yazdığı: "Artık bu ülkede bir reji okulu açılsa da, eski tiyatro oyuncularının reji yapmasından kurtulsak" savı benim için geçeri olamaz. Hal böyleyken benim adım niye zorla yazıya sokuşturulu yor? Hem de, "Benim öyle önyargılarım falan yoktur aslında," diye yazarak. Hani kendi çıkarından başka şey düşünmeyenler, "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim," demek ihtiyacını duyarlar ya, o kalite işte. Her neyse...
pe cy a
Önce yanıtımın başlığındaki "açık saldırı" de yimini olumsuz anlamda kullanmadığımı be lirtmek isterim. Tam tersine, isim verilerek açıkça yapılmış olması çok daha erdemli. Ama böyle satırları yazanın kendi adını giz lemesine ne denir? "Kirlilik" değilse nedir bu; ve sanat alanına da böylesi kirliliklerin sokulması ne uğruna? İmza olarak hiç de ğilse bir takma isim bulunsa ötesi beni ilgi lendirmezdi. Ben yanıtımı o yazılı imzaya yöneltebilirdim en azından.
Oysa hiçbir imza bulunmadığı için sorumlu yazı işleri müdürünün de yer aldığı tüm yazı kuruluna seslenmek durumunda kaldım. Ama bu benim sorunum değil herhalde. Medyanın "rating" kovalayan magazin programla rındaki bazı "sanat" tartışmalarını anımsatır derecede böylesine ca hilce ve sulu bir ağızla yazılan satırların üstelik de imzasız yayımla narak, yazı kurulu listesi içinde bulunan bazı çok değer verdiğim sanatçı dostları da bağlayıcı durum yaratması üzücü doğrusu.
"Bir de bizim bu üstün nitelikli yönetmenlerimize takılıyorum," diye yazmış imzasız imza; "Bunlar nasıl bir şeytani zekâya sahip olmalı lar ki, bir sezonda 4-5 oyun yönetebilsinler" Doğru. Ama ardından benim adımı da ekleyince kasıtlılığını ve önyargısını ele veren bir "yalan" başlıyor. Kırkıncı yılına girmekte olan reji hayatım boyunca 4-5 oyunu birden yönettiğim tek bir sezon olmamıştır, bunu bil mez mi bu imzasız imza? Belki de bilmez. Hatta yazdıklarına bakı lırsa, hiçbir şey bilmez bir kişiye benziyor. O zaman başka birinin empoze ettiği şeyleri kendi ağzına çevirdiği ve zavallılığı yüzünden kendisine tiyö verenleri de mahcup ettiği düşünülebilir. Bu yüzden ismini gizlemiş de olabilir. Ama bir medyatik barda "huzur" içinde keyif çıkaranların sözlü dedikodusu değil ki bu, yayımlanmış bir ya zı. Sorumluluğu olmalı.
"Maşallah ateş gibiler," demiş, benim adımı açıkça verip kendi adı nı gizleyen bu kişiliksiz imza, "Çat burada, çat kapı arkasında. Ülke mizi boydan boya dolaşarak her yerde birbirini hiç tutmaz oyunlar yapıyorlar. Bu nasıl bir velutluktur ki, gün 24 saat reji yapıp, hepsi ni birbirine karıştırmazlar?" Sonra çok talihsiz biçimde, herhalde ona yağ çektiğini sanarak, Sayın Müge Gürman'ın adını karıştırmış
İstanbul Devlet Tiyatrosunda sayın Müge Gürman'ın konumunda olduğu gibi, reji yapan ama rejisör kadrosunun sorumluluğunu ta şımayan sanatçı arkadaşların, kendileri istemedikçe hiç reji yapma ma "yetkileri vardır. Rol oynamaya zorlanabilirler, ama İstanbul'da olsun, bölgelerde olsun reji yapmaya kimse zorlayamaz onları. Ay nen beni rol oynamaya kimsenin zorlayamayacağı gibi. Ama buna karşılık reji yapmak da benim tek işim. Üstelik yalnız İstanbul'da değil, deneyimli rejisöre ihtiyaç duyan bölgelerde de. Yani "Ülkemi zi boydan boya dolaşarak" iş yapmayı suç sayabilen imzasız imza, eğer aynen medya magazincilerinin "bizi İstanbul metropolünür
dışındaki sanat ilgilendirmez" sahtekârlığı gibi bir kafaya sahipse, böyle bir kafanın bana saldırmasını olsa olsa onur sayarım. Ben rejisör olarak kendi projelerimi veririm. Girdiğim yıldan itiba ren de sürekli proje verdim. Ama ne hikmetse, beni Devlet Tiyatro suna isteyerek alan yönetim dahil, bu sezona kadar hiçbir projem kabul edilmemiştir, gerekçe bile gösterilmeksizin... Dahası, İstan bul surlarının içine sokulmam sakıncalı sayılırcasına, hep bölgeler dayatılmıştır. Bana ancak sunulan seçenekler arasında en uygun bulduğumu tercih etme şansı bırakılmıştır. Böylece benim, Devlet Tiyatrosuna girdiğim 1993 yılından itibaren, yani yedi sezonda yaptığım reji sa yısının toplamı 6'dır. Üçü Bursa'da, biri Trabzon'da, ikisi İstan bul'da. Geçen yıllarda istanbul'da akıl almaz koşullar dayatılarak sahnelemeye zorlandığım kendi oyunum bile kendi projem değil di. Ben o projeyi hep ve yalnızca Bursa için vermiştim ve uygun ko şullarda olmak kaydıyla tabii ki. Geçtiğimiz sezon istanbul'da yaptı ğım ikinci reji içinse, o zamanki yönetim başka isimler önermiş, ka bul edilmediği için sonunda bana verilmiş, bunları sonradan öğ rendim, ama yine de işimi yaptım. "Güne Bakan Cam Kırıkları" oyununun başarılı olmasına daha önce o oyunun rejisini bana ver mek istemeyen bazıları üzüldü belki, ama dediğim gibi, ben reji çalışmamı, o veya bu üzülsün, sevinsin diye değil, kendi üslubumu ve yöntemimi ortaya koyarak seyirci için mesleğimin sorumlulu ğuyla yaparım, başarının nerede yattığını da bilen bilir.
Dahası, Schaubühne'nin ve Volksbühne'nin günümüzde en önde gelen ve art arda oyun sahneleyen rejisörleri Ostermeier ve Castorf ne derler acaba böyle süper zekâ ürünü reji kuralına? Kaldı ki uzağa gitmeye de gerek yok. Örneğin Yücel Erten'in ülkemizin en önde gelen ve üstelik reji okulunda okumuş rejisörlerinden biri ol duğunu herhalde imzasız yazarımız da inkâr edemez. Peki sayın Erten, sırf geçtiğimiz sezonlarda -aralıksız her sezonda en az bir, kimi kez iki, bu arada bir de Opera, ayrıca istanbul, Ankara dışın da ülkemizin bir bölgesinden Makedonya'ya, Berlin'e dek- üst üste oyunlar sahneledi diye rejisörlükten düşmüş mü oluyor? O oyunla rın pek çoğu ödüller aldı. "Huzursuz Seyirci"miz bundan huzursuz mu oldu, yoksa o ödülleri verenler mi yalancı? Tersine, ben geçti ğimiz yıllardan birinde, bir sezon verilen bir oyunun rejisini de red dedince iki sezon üst üste oyun sahneleyememiş oldum. Demek ki ben o iki yıl, ama sadece o iki yıl için büyük rejisördüm, öyle mi? Oysa ben maaşımı her çekişimde bir eziklik duyuyordum o dönem. Tek tesellim, o kadar proje verdim, kabul edilmedi, ne yapayım, diyebilmemdi. Üstelik "yorulmayı" sürdürdüm, yazarak, çevirerek, oyun kitapları, tiyatro kuramı üstüne, edebiyat bilimi üstüne kitap lar sunarak teselli buldum. Ama örneğin bu sezondaki gibi benim sediğim üç oyunu yine bu sezon öncesindeki gibi yeterli hazırlık süresiyle yapmam o dönemde istenseydi benden, hiçbir oyun yapamamaktansa art arda üç oyun çalışma yorgunluğunu kesinlikle tercih ederdim ve o yönetimler sırasında bu "huzursuz seyirci" ba na saldırmayı asla düşünmezdi eminim. Ama vermediler yazık ki. Bu arada bir yıl Eskişehir Anadolu Üniversitesi Konservatuvarında reji uygulama dersi, bir yıl da istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül tesine bağlı "Eleştiri ve Dramaturji Bölümü"nde reji ve dramaturji dersi verdim, ama sonraki yıllarda da ders vermeyi sürdürmem is tendiğinde, tek bir oyun çalışmam bile olsa dersi aksatacağım için üzülerek reddetmek zorunda kaldım. Peki bu dersleri vermem niye istenmişti benden acaba ve sürdürmem için niye ısrarlı olunmuştu da ben reddederken mahcup olmak zorunda kalmıştım? "Buzağı arayan" yazarımız bunu ilgililerden bir sorsa da ben de öğrensem.
pe cy
a
Gelelim, bu imzasız imzanın reji için getirdiği "dâhiyane" kurala. Reji okulu özlemini dile getirdikten sonra yazarımız şöyle buyur muş: "O okulu bitirenler de, rejinin ne olduğunu, ne olması gerek tiğini gösterse dosta düşmana. Belki o zaman yönetmenlerimizin göbeği çatlar, ancak bir yılda tek oyunu yönetebilmek için. Sonra da dinlenir iki yıl, bu rejinin yorgunluğunu ve büyük olasılıkla geti receği zihinsel psikolojik bozukluğu üstünden atabilmek için. Öyle ya, her oyun kendi içinde bir zihinsel travma sürecini getirir, getir melidir. Ondan sonra söz edilir bir reji olayından.." Breh breh! im zasız yazarımız sırf bana saldırabilmek için bu kez de reji sanatını yağlamak adına kaçırmış ipin ucunu. Niyeyse üç yıla takmış. Dört yıl, beş yıl da diyebilirdi. Reji eğer "zihinsel psikolojik bozukluk", "zi hinsel travma" gibi hastalıklar getiriyorsa, bunların iki yıl dinlen meyle geçeceği nereden belli?
Peter Stein duysa, özellikle Schaubühne'nin yükseliş dönemlerinde ki kendi hızlı üretimini düşünüp mabadıyla gülmez mi böyle bir ku rala?
Gerçekte tükenmişliklerini böylesi hastalık edebiyatı ile süsleyerek verimsizliğin üstünü örtmeye çalışan "rejisörler yok değildir üste lik. Hatta bu tür fenomenler üstüne fıkralar bile vardır bolca. Ama böyle bir kabızlığı reji adına yüceltmekle de kalmayıp hızını alama yarak reji için olmazsa olmaz bir kural haline getirebilmek için, o satırları yazabilen kişinin düzeyinde biri olmak gerek. Ben aynı dü zeye inmek istemiyorum.
Yalnız, derginizde böyle bilir bilmez herkesi bağlayıcı kural koyma hastalığına bir kez daha rastladığımı anımsıyorum şimdi ister iste mez. Nisan 2000 sayınızdaki bir eleştiride geçiyordu o kural. Eleşti ri imzalıydı kuşkusuz ve yazı kurulunuzun üyelerinden sayın Nilüfer Kuyaş'a aitti: "Yetkin sözcüğü bir iltifat değildir eleştiri dilinde, hat ta pek beğenmediğinizi gizlemek için kibarca hiçbir şey söyleme me yoludur," diyordu sayın Kuyaş. Öyle mi gerçekten? "Eleştiri dili", böylesine önemli bir kavramı, bir şeyleri "gizlemek" adına tam tersine kullanmayı sistem veya kural haline getirecek kadar ikiyüzlü mü oldu? Bu da korkunç bir kirlen me. Kendi adını bile gizleyen "huzursuz seyirci"nin bundan huzur suzluk duymasını zaten beklemem ama, örneğin Eleştirmenler Birliği'mizin bir açıklaması beklenirdi. Şimdi de buna rejinin illa üç yıl da bir olması kuralı eklendi. "Huzursuz Seyirci"miz daha önceki im zasız yazılarında Almanya'yla pek içli dışlı görünüyor. Peki, örneğin
Bir suçum da şu herhalde: Ben, ancak televizyondaki veya başka bir medyatik kurumdaki "esas" işlerinden vakit buldukça ödenekli tiyatrodaki işleriyle lütfen ilgilenen ve sözde "huzursuz" seyircimi zin hiç toz kondurmadığı kimi sanatçılar gibi sağda solda başka iş ler kovalayan biri değilim. Maaşımla geçiniyorum ve para mesele sini, meslek disiplinimi satmanın bahanesi yapmıyorum. Ama bu sayede bir oyunun rejisini yaparken gerçekten "gün 24 saat" çalı şabiliyorum. "Dramaturji, araştırma, inceleme" dahil. Çünkü kafam "öbür işler"de değil, iki oyunun rejisi aynı anda yapılmaz zaten. Haa, yapan yok mu? "Okumaz" yazarımız birazcık okumakla ilgilenseydi, "birbirini hiç tutmaz" bilmem kaç projeyi aynı anda bir arada yürüten kişinin tam da o hayranlık duyduğu Robert Wİlson olduğunu öğrenirdi. Ama yazarımızda gerçek huzursuzluk ne ge zer. "Belki de yeni asrın Robert Wİlson'u bizden çıkacak, ne ma lum" diyerek benimle alay ediyor aklınca. Robert Wİlson'u neredey se bir tek benim açıkça eleştirme cesaretini göstermeme de bozuluyordur ve yazısının sonunda seyirciye önerdiğinin tam tersine, asıl kendisi "beğenmediği oyunları gösteriş için ayağa fırlayıp" daki kalarca alkışlıyordun Theater Heute dergisinde Robert Wİlson'un nasıl herhangi bir rejisör gibi yerine göre acımasızca eleştirildiğini de okumamıştır kuşkusuz. Evet, geçtiğimiz sezon ikinci reji olarak dramaturji metnini de hazırladığım Tartüf 2000 oyununu (Nâzım'ın Tartüf 59 oyunu) Berlin'de sahneledim. O oyun üstüne ör neğin Süddeutsche Zeitung'da (hani İstanbul Festivali'ni yerden ye re vurduğu için pek öfkelenilen ünlü Bernd Sucher'in eleştirmeni
olduğu gazetede) çıkan eleştiri yazısını okusa,: evrensel bir oyunu muzla yurtdışında da nasıl başarı kazanılırmış görürdü, ama bizim yazarımız saldırmaktan okumaya vakit bulamaz. Gelelim bu sezona. İlk kez bu sezon, verdiğim projelerden hem de ikisi birden kabul edildi. Nedenini, daha önce yıllarca hiçbirini ka bul etmeyenler düşünsün, ben bilemem. Biri Güngör Dilmen'in Canlı Maymun Lokantası, diğeri de Hans Fallada'nın aynı adlı ro manından oyunlaştırdığım Küçük Adam Ne Oldu Sana. Canlı May mun Lokantası'nı Adana Devlet Tiyatrosu benimsedi. Dekor eskiz leri ve müzik, yaz boyunca uzun süre çalışılıp bitti ve provaya bun lar bitmiş olarak girilebildi. Oyunu sahneledim, 14 Ekim'de prömi yer yaptı. Adana'da halen oynanmakta. Ama bizim "seyretmez" seyircimiz Adana'ya kadar "yorulup" oyun izlemez. Seyretmeden saldırırken de pek huzurludur. Üstelik, Gün gör Dilmen'e ve Canlı Maymun Lokantası oyununa da mı karşıdır, bunu imzasıyla açıkça yazmaktan kaçınır. İstanbul'da bile değişik mekânlarda, değişik koşullarda güçlükle gerçekleştirilen değerli ti yatro ürünlerini izlerken yanımda onun gibilere hiç rastlayamıyorum. Yani yazarımız, yazısındaki başlığın tersine hem huzursuz de ğil hem seyirci değil. Ama ismi de yok ki, ne gam? Rejisörün "birbi rini tutan oyunlar" sahnelemesi şartını koymuş ya, haydi buna "tu tarlılık" diyelim, bir de "birbirine benzeyen yazarlar" diye kuralını tamamlayıvermiş, içi rahat. Tutarlılık dediği, yazarların birbirine "benzemesiymiş" meğer? Ne demekse?
Rejisör ne kadar başarılı olursa, kendisi sahnede göze batmaksızın nihai başarı da bir o kadar oyuncunun ve tüm oyunun başarısı olur. Bu reji yöntemi çok daha zor ve yorucudur üstelik, ama çoğu zaman, öteki "kolay" ve kendini öne çıkaran yöntemler gibi teşek kür almaz. Bunu da biliyorum ve düzeyli, imzalı tartışmalara her zaman varım. Evet, bu yıl biraz fazla yorulacağım, oyunların daha uygun bir da ğılımıyla daha az yorulmayı ben de yeğlerdim kuşkusuz. Ama sırf yorulmayayım diye, ya da sırf birtakım imzasız imzalar istemiyor diye hiç iş yapmama tembelliğini seçmem mümkün değil, çünkü asıl o zaman "zihinsel psikolojik bozukluğa" ve "zihin travmasına" uğrarım. Benim sanat hayatımın tümü, yani kırk beş yılım zaten yorgunlukla geçti, tiyatrodan emekli olmama bir iki yıl var, o za man tiyatroyu tümüyle bırakmaya kararlıyım, isteyen sevinebilir, ama ölene kadar yorulmaya devam edeceğim: Yazarak. Bunun içi ne eleştiri de dahil belki. Yıllar önce hem sanat yapıp hem eleştiri yazma uygarlığının bizde de yürüyebileceğini sanma gafletinde bulundum ve afaroz edildim. Bir sanatçı "dostum" samimiyetle şöy le demişti: Senin sanat yapmana izin vermeyecekler, bu belli artık. En iyisi sen sanat yapmayı bırak, sırf eleştiri yaz! Ben inadına tersi ni yaptım, eleştiriyi bıraktım. Ama o "afaroz" hâlâ sürüyor, farkın dayım.
a
Aynı yazarın değişik oyunları bile birbirine benzemeyebilir, bundan haberi yok mu?
geçen yıldan tamam. Bu arada, bu sezon kendi projem olmasa da, daha önce hep kendi projem olarak düşlediğim Troyalı Kadın lar oyununun rejisini yapmam istendi. Ben o oyunla yıllardır öylesi ne haşır neşirim ki, yayımlanmış olan "Prometheia" oyunumda o oyundan seçtiğim alıntılar vardır (orijinalinden çevirerek ve kayna ğını vererek tabii). Ekim ayı ortasından Aralık ayı ortasında başla yacak provaya kadar, iki ay boyunca "gün 24 saat" bu oyunun ön hazırlığıyla meşgulüm. Orijinal metinle karşılaştırmalı olarak ve çe virmeninden izin alarak hazırladığım dramaturji metnini bitirmiş bulunuyorum; eskizler ve müzik çalışması da başladı. Dahası, ben "reji tiyatrosu" anlayışına karşıyım, "tiyatro sanatı oyunculuk sanatı dır," diyen biriyim. Yani bence reji, bir ensemble yaratışı olan tiyat ro sanatının yalnızca bir boyutudur, sırf kendi mesleğimi yücelt mek için rejinin misyonunun abartılmasına da prim vermem elbet. Tartışmaya açık.
pe cy
Reji, sağlıklı zihin, gerekli zekâ, yeterli bilgi ve yaratıcı üretkenlik ve yetkinlik -evet, yetkinlik, ama sahte değil gerçek anlamıyla yetkin lik- isteyen ciddi bir iştir. Kaliteden ödün vermeksizin, gerektiğinde birbirinden çok farklı yazarların çok farklı eserlerini sahnelemeyi özellikle seçebilir rejisör, yeter ki her sahnelemede o oyunun ge rektirdiği üslupla, rejisörün kendi yöntemi örtüşebilsin. Dolayısıyla, rejisörün tutarlılığında ölçüt, üslup ve yöntem tutarlılığıdır. Şimdi, kendi projelerim olan iki oyunun yazarlarının benzerliğinden söz edilemez, biri roman yazarı zaten, benim o romanı oyunlaştırma üslubum üzerinde durulabilir, veya Güngör Dilmen'in eserindeki üslup üzerinde durulabilir. Bir de benim o oyunları sahneleme yön temim ve ortaya çıkan ürünün kalitesi söz konusudur. Buyrun, iz leyin, en acımasız eleştirinizi yazın, ama adınızı gizleme kirliliği yapmaksızın. Aksi halde yazdığınız saçmalardaki yalan ve cehalet bir yana, saldırınızın tek nedeni olarak ortada sırıtan bir tek şey ka lır: Benim şimdiye dek eski yönetimlerce "başarıyla" dışında tutul duğum İstanbul surlarının içine iki oyunla girecek olmam. Ya bir de kazara iyi çıkarsa o oyunlar! Asıl önlenmek istenen bu olma sın? Başarı için kehanette bulunamam. En ünlü rejisörlerin bile başarılı oyunları da vardır, başarısız oyunları da. Ama ben her zaman ol duğu gibi ürünün en iyi şekilde çıkması için her günümün 24 saati ni ve tüm kapasitemi kullanacağım. İşim bu ve işime saygılıyım. "Küçük Adam Ne Oldu Sana" oyununun hem oyunlaştırması hem de kendi yaptığım reji, yıllar önce Ankara Sanat Tiyatrosu'nda iki sezon üst üste oynayarak sınavını vermişti zaten.
Ama bu kez farklı bir konseptle ele almak istediğim için, taa geçti ğimiz sezonun sonunda kadrosunu oluşturdum, provalara bile başladık. Kadro, tam bir "ensemble" anlayışıyla oyuna sahip çık makta. Bazıları asıl bu gelişkinliği hazmedemiyor galiba. Her ney se... "Küçük Adam Ne Oldu Sana" oyununun böylesine bütünleş miş kadrosundaki oyunculardan ikisinin başka bir oyunda da rolle rinin olması nedeniyle ve o iki oyuncudan asla vazgeçemeyeceğim için sahnelemeye sezon sonunda gireceğim. Yani hazırlığım zaten
Dolayısıyla işim iki kat zor, biliyorum. Ama ne yapalım, her şeyi önünde hazır bularak hiç yorulmadan "yaratma" lüksüne sahip "za degan" kesiminden olmamışım bir kere ve bundan sonra da olaca ğım yok. Son olarak yazıdaki şu satırlara değineyim: "Biz zavallı faniler hâlâ bir günü 24 saat, bir haftayı yedi gün belliyoruz, ama semavi var lıklar haline gelen bu yönetmenlerimiz mesafe, zaman, yorgunluk, araştırma inceleme-danışma zahmetleri, dramaturji, çeviri kontrol leri gibi zorlukları aşmışlar çoktan, üretiyorlar baba üretiyorlar. Bi ze de onların oyunlarına gidip alkışlamak ya da benim yaptığım gi bi huzursuzluk çıkarmak düşüyor. Baksanıza daha oyunlar ortaya bile çıkmadan ne herzeler yumurtladım." Bildiniz, bravo! Yalnız yine bir yalan var: Oyunlardan birinin çok tan çıkmış, oynanıyor olduğunu bilmezden geliyorsunuz. Eğer ger çekten "önyargılarınız falan yok" olsaydı, bu "herzeleri yumurtla madan " önce buyurur birazcık da siz Adana'ya kadar yorulurdu nuz; oyunu izleyip ne istiyorsanız yazardınız, değerli imzanızla ta bii! Tek bir soru: Ben işimde ciddiyim, siz de işinizde ciddi misiniz ey "huzursuz seyirci"? Meselenin özü bu galiba.
POLEMİK
Ne Bu Hiddet Bu Celâl?
pe cy
a
Dergimizin Ekim-Kasım sayısında yayımlanan yazıma büyük bir tepki gösteriyor, sayın Yılmaz Onay. Bence çok gereksiz. Çünkü söz konusu yazıda benim saptamamı önce "Doğru" diye niteliyor. Ama ardından kendi adını gördüğü için saldırı diye niteliyor saptamayı. Eğer sayın Yılmaz Onay, 'Ben bu yıl 4-5 oyun sahnelemediğim için bu saptamalar beni bağlamaz demiş olsaydı, geçen sezondan kalan "Günebakan Cam Kırıkları" da yanlışlıkla bu 4-5 sayısına dahil edildiği için, gerçekten de onu bağlamayacaktı bu saptama. Ben de herhalde bir sonraki sayıda özür dileyecektim. Ama, yanıt yazısı, yapıldığını sandığı 'saldırı' nın çok üstünde hakaretlerle dolu oldu Huzursuz ğu için, ben de yanıtlamak gereğini duydum. Önce Türkçe sorunumuz var. "İmzasız imza" olmaz. Bir imza, imzadır. "İmza olarak hiç değilse bir takma isim bulunsa..." diyor Sayın Yılmaz Onay. Bulunsa ne olacaktı? "Hüsnü Kuruntu" gibi örneğin, diyelim benim adım da "Huzursuz Seyirci". Ha Ali Veli, ha Veli Ali. Anlaşılan 'İsimsiz imza' demek istiyor sayın Yılmaz Onay da, öfke sinden karıştırmış. Kaldı ki bu köşenin esprisi bu... Bakın, Nisan 2000'de biz bu köşeye karar verirken nasıl çık mışız yola: "Bu sayıdan başlayarak her ay sizlerle birlikte olmaya çalışacağım sevgili okur. Bu münasebetsiz kö şeye başlamamın amacı, onu bunu kırmak, ukalalık etmek, her şeyi herkesten iyi bildiğimi göstermeye çalış mak filan değil. Tiyatro eleştirmeni olmadığım için, gördüğüm oyunların konusunu, tekniğini, olurunu olmazı nı didiklemek de değil. Amacım yalnızca, bazı oyunlardaki küçük, küçücük eksiklik ya da yanlışlıkları, detay ama 'olmasa ne kadar iyi olur' denebilecek cinsten olanları göstermek yalnızca. Yüreği kötü olmayan her yö netmen ya da sahne amiri, sanat yönetmeni vb. görevlilerin hemen ortadan kaldırabileceği türden kusurlar". Hatta seyircilerden gelebilecek eleştirileri de dahil etmeyi düşünüyorduk bu köşeye. Bu açıdan tek bir kişinin adı konmamıştı. "Cahilce ve sulu bir ağızla" yazıldığını söylüyor yazının sayın Yılmaz Onay. Bu yüzden mi acaba yanıtında kullan dığı sözcüklerin seviyesi düşük? O nasıl benim üslubumu beğenmiyorsa, ben de onun yanıtındaki hakaretleri beğenmedim. Kendine yakıştırıyorsa bravo. Yorum yok. Geliyoruz Müge Gürman'a. Evet, itiraf ediyorum Müge Gürman'a yağ çekiyorum. Yeni oyununda beni başrolde oynatacak da, onun için. Birtakım insanların, bazı sanatçıları neden yaptıkları işler için değil de, yağ çekmek için övdükleri sanılır acaba? Hiç mi sanatsal tercih kalmadı? Hep yağ üzerine mi düşünülür oldu? Ben entel barlara gitmediğim için bilmem, sayın Yılmaz Onay'ın sözünü ettiği barlarda böyle oluyor herhalde. Hiç yazmadığım, beni hiç ilgilendirmeyen bazı tavırları da bana eklemiş nedense. Metropol düşkünü filan gibi. Olabilirim ayrıca. Ama bu bana Metropol dışında çalışan sanatçıları kınama ya da takdir etme hakkını vermez. Yönetmenimizin satırlarca anlattığı, nerelerde ne rejiler yaptığı da, beni zerrece ilgilendirmiyor. Ama neden bu kadar kendini anlatıyor sayın Onay, anlamak mümkün değil. Sizi herkes tanıyor nasılsa. Bakın, şurada anlaşa lım. Ben bir seyirciyim. Ne oyuncuyum ne de eleştirmen. Yazdıklarım doğrudan doğruya beni bağlar. Ne kimse den tüyo almaya ne de güdümle yazı yazmaya gereksinimim yok. Hiç kimseye de göbek bağım yok. Hiçbir ku ruma da akçeli olarak bağlı değilim, bir yerlerden emekli olma şansım da yok. Bundan dolayı arkamda kimseyi aramayın lütfen. Yalnızca yeni yüzler, yeni söylemler görmek istiyorum. Bunun için okul, gençler, denemeler. Hem de yurdun her yerinden. Çat buradan, çat kapı arkasından. Bu bilgilerin ışığında gelelim Yücel Erten'in aldığı ödüllere ve de Robert Wilson'a. Dediğim gibi ben eleştirmen değil, seyirciyim. Gördüğüm aksaklıkları kendi düşünceme göre yazarım. Herkesin ödülü kendine. Robert Wil son'a hayran olduğum da nereden çıktı? Tam tersine. Hiçbir şey anlamadıkları halde 'minimalist tiyatro' diye öv güler yağdıranlarla dalga geçmek için yazdım ben onu. İstanbul Festivali'ndeki oyununda, ara olmadığı için dı şarı çıkamayıp sonuna kadar izlemek zorunda kaldım ve 'zihinsel travma' geçirdim. Neden ayağa fırlayıp daki kalarca alkışlayayım? Mantık yürütmenin böylesine pes... Kendinizi övmekte pek mütevazı değilsiniz. Karşınızdakini yererken de hiç ilgisi olmayan konuları varmış gibi göstermeyi iyi biliyorsunuz. Sizin Adana ya da Berlin'de yaptığınız rejileri eleştirmenler düşünsün, ben ancak gidebildiğim oyunlarda -o da varsa- görebildiğim aksaklıkları, başka seyircilerin fikirlerini de alarak, yazarım. Haa, illa Adana'ya da gel diyorsanız, olur. Biraz masraflı olur sizin için ama, yol olur belki de. Bundan sonra 'Metropol' dışında sahnelecek oyunlarında yönetmenler yanlarına birer 'Huzursuz' alırlar. Ne dersiniz, hoş ol maz mı? Sanıyorum 'Huzursuz Seyirci"nin bu yazısına kızmanız yerine sevinmeniz gerekmeli. Öyle ya, reklamın kötüsü ol maz. Bir 'açık saldırı'ya beş sayfa yazarak yaptıklarınızı anlatma olanağı buldunuz, az şey mi bu? Benim bu yanıtımı da yanıtlamak isterseniz, benden karşılık alamayacaksınız. Sonuçta bu sayfa polemikler için değil, baş ta da belirttiğim gibi küçük aksaklıkların düzeltilmesi için var. Özetle: Siz rejilerinizi yapmayı sürdürünüz, biz de huzursuzluğumuzu.
Seyirci
POLEMİK
REFİK ERDURAN'A YANIT Yücel Erten Erduran'ın Cumhuriyetteki iddialarına yanıtım yayımlanmadığı için, "Tiyatro... Tiyatro... Dergisi"ne sığınmıştım. Şimdi de Aktüel Dergisi'nde söylediklerine verdiğim yanıt yayımlanmadı. Bir kez daha "Tiyatro... Tiyatro..."ya sığınıyorum. oyunları oynansın. Kültür Bakanlığı paralı eleştirmenler tutsun; on lar da "Refiktiv Tiyatro" diye pembe bir dergi çıkarıp orada Erdu ran'ın oyunlarına övgüler düzsünler. Kim bilir, belki bu yolla gele cekte tiyatroyu dramatik, epik ve refik olmak üzere üçe ayırarak anlatırlar?
pe cy a
Erduran, Aristofanes'ten esinlenerek yazdığım bir oyuna bayağı lık yakıştırmasını yapıyor. Yavanmış, çirkinmiş. Ben de Erduran'ın, impotentlere yani iktidarsızlara tavsiye edilen bir ilaçla ilgili dene yimlerini gazetelerde çarşaf çarşaf yazmasını bayağı, yavan ve çir kin bulabilirim. Nedir yani? Herkes Erduran'ın zevkini ya da zevksiz liğini ölçü olarak kabul etmek mecburiyetinde mi? Hem tayin ile geldiği Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu'nda sansürcülük yapıyor; hem de sağa sola çamur atıyor. O kurulun başka üyeleri, bazı Dev-16 let Tiyatroları dramaturgları ve bazı Devlet Tiyatroları sanatçıları da, oyunu çok beğendiklerini söylediler. Üstelik Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu tarafından kabul edildi. Kurulun varlığı bence anlamsız ama; Erduran, başkanı olduğu kurulu da çiğneyip tükaka etmiş ol muyor mu? Erduran benim perde gerisinde kalıp söyleyeceklerimi başkalarına yazdırdığımı söylüyor. Aktüel'de söylediklerine, yine derginiz aracılı ğı ile yanıt verdim. Cumhuriyet Gazetesi'ndeki iftiralarına karşılık olarak, Cumhuriyet'e de yanıt gönderdim. Ama aylarca hiçbir ge rekçe göstermeden yayımlanmadı. Mahkeme yoluyla tekzip gön dermeyi kendime ve Cumhuriyet Gazetesi'ne yakıştıramadığım için; bu kez rica ettim, "Tiyatro... Tiyatro... Dergisi"nde yayımlattım. Orada bütün iddialarına yanıt verdim, alsın okusun. İşte şimdi de söyleyeceklerimi açık açık söylüyorum. Eleştirilere yanıt veremeyip, kıvırtan ve vurdumduymazlık eden Erduran'dır.
V Yazdım. Ama bir kere daha tekrarlayayım: Erduran üfürükçü! Devlet Tiyatrolarından elime geçen telif ve tercüme ücreti, Erdu ran'ın üfürdüğünün yirmide biridir. Ama o, benden özür dileyeceği ne, hâlâ diyor ki: "Tiyatro muhasebesinin verdiği rakamlarla Erten'inkiler birbirini tutmuyor". Erduran "en az 50 milyar" diyor. ONK Ajans ile ben de "2 milyar 470 milyon" diyoruz. Erduran, muhasebe rakamlarına yaslandığına göre; Devlet Tiyatroları ne diyor? Hiç. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, Edebi Kurul Başkanı'nın, bir ku rum mensubuna yönelen bu yakışıksız uydurmaları karşısında sus mak hakkına sahip midir? Bir nebze adalet duygusu varsa, değildir. Ama Devlet Tiyatroları Genel Müdürü susuyor! V Konunun daha da önemli yanı şu: Erduran, insanların emeğinin karşılığı olan yasal hakkına, oryantal bir açgözlülükle dil uzatıyor; lokmalarını sayıyor. Ayıp değil mi? Bu ne şirretlik canım? Ne diye yim, gözünü allah doyursun! Ya da Devlet Tiyatrolarının adını "Devlet Tiyatrolerduranı" koysunlar; bütün sahnelerinde Erduran'ın
V Erduran dedikoducu: Yok efendim, kendisi bana esnaf dememiş de, bunu falanca toplantıda Serhat Nalbantoğlu söylemiş. Serhat Nalbantoğlu'na sordum. "Ben böyle bir söz söylemedim" diyor. Er duran üfürükçü ve iftiracı olduğunu gösterdiği için, doğal ki ben de Serhat Nalbantoğlu'na inanıyorum. Ama Nalbantoğlu, Erduran'ın o görüşmede şöyle dediğini söylüyor: "Biz Rahmi Dilligil'in bokunda boncuk bulmadık. Oyunlarımızı oyna tıyor, onun için destekliyoruz". Ne olacak şimdi? Erduran bu sözü nün hesabını nasıl verecek? Hem zaten biz ne diyoruz? Erduran çıkar peşinde diyoruz. Oyunla rını oynatıp Devlet Tiyatroları'ndan para kazanmaktan başka dü şündüğü bir şey yok diyoruz. Bu yüzden Edebi Kurul'dan ayrılamı yor diyoruz. Oysa hem yarışmacı hem hakem olmak ahlâklı değildir diyoruz. Erduran ile aynı safta buluşan bir yazarlar grubunun bir tek ölçüsü var diyoruz: "En iyi Genel Müdür, oyunlarımızı en çok oynatan Genel Müdürdür!" Erduran'ın sözleri de, davranışı da bu nu kanıtlıyor. V Erduran, oyunlarını oynatıp para kazanmak için yırtınıyor. Devlet Tiyatroları ile çıkar ilişkisi var. Benim yok! Çünkü benim Devlet Ti yatrolarımda oyunum oynanmış değil. Oynanan, uyarlama ve çevirilerimdir. Erduran, başarıyı alkışlayacağına; salt Yücel Erten uyarla dı diye Aristophanes ile Aziz Nesin'i; sırf Yücel Erten çevirdi diye; Brecht, Dürrenmatt, Heinrich Böll ve daha başka yazarları yasakla mak mı istiyor? V Ben başarılarını uluslararası alana da taşıyabilmiş bir rejisörüm. 5'i yurtdışında 28 ödülüm var. Daha geçen sezon, ülkemde 2'si An kara'da, 3'ü İstanbul'da, 1'i de İzmir'de olmak üzere; yarım düzine sahneleyişim, aynı gün içinde oynandı. Şimdi ise Devlet Tiyatroları'ndaki 5 sahneleyişimin tamamı, Erduran'ın "boncuksuz" olarak ni telendirdiği ama dayanışma içinde olduğu bu yönetim tarafından, tiyatroda sık kullanılan bir deyimle "gömüldü". Erduran bu yüzden kına yakar mı acaba?
POLEMİK
AÇIKLAMA Tuncer Cücenoğlu mişse, karşılık olarak da kendisine "bir başka oyununu oynayalım" denmişse, bu benim bilgimi de, yetkimi de, sorumluluğumu da aşar. Bu nedenle C. Boynukara ile söyleşi yapan M.Demirkanlı'nın yazı için de benimle ilgili "siz" ya da "biz" yorumlamalarını komik, yersiz ve yan lış yaklaşımlar olarak değerlendiriyorum. Kınıyorum. 3. Gene derginizin 4 1 . sayfasında yer alan "Öküz Altında Buzağı" baş lıklı Huzursuz Seyirci imzalı yazıda, bir sezonda birden fazla oyun yöne ten Yılmaz Onay, Işıl Kasapoğlu, Ferdi Merter gibi sanatçıların sanki suç işliyormuş gibi alay edilerek aşağılanmasını da kınıyorum. Eğer "Üretim yapan insanların aşağılanmamaları, tam tersine ödüllendiril meleri" gerektiğini bilmiyorsanız bu dergiyi çıkartmaktan vazgeçin De mirkanlı... Yoksa amacınız Türkiye'de oluşmakta/gelişmekte olan tiyat ro sanatının yaratıcılarının morallerini bozmak, engellemek, yollarını kesmek ve hatta onları yok etmeye çalışmak mıdır?
a
1. Sözkonusu sayınızın 60. sayfasında Mehpare Dilsizgil imzasıyla ya zımlanan 'Devlet Tiyatroları İcralık' başlıklı yazının "Yazarlar Zor Durumda" alt başlığıyla yayımlanan bölümünde "...birçok yazarın telifini alamadığı biliniyor. Devlet Tiyatroları biletlerin satıldığı andan itibaren «salarına giren ve yazarlara ödenmesi gereken bu telifleri dokuz aydır tutuyor, ödemeleri gerçekleştirmiyor. Ancak DT'nin Edebi Kurulu'nda jye olan Refik Erduran ve Tuncer Cücenoğlu ile DT yönetimini çeşitli platformlarda destekleyen yazarların ödemelerinin hiç bekletilmediği diğer yazarlar tarafından biliniyor..." denilmektedir. Bu bütünüyle yaandır. Çünkü ben geçen yıldan bu yana sergilenmekte olan "Kadıncıkar" (Trabzon) ile "Matruşka" (Ankara) ve bu sezon sergilenmeye başanan "Şapka" (İstanbul) adlı oyunlarım için, doğal hakkım olmasına rağmen, DT'deki parasal sorunlar yüzünden bir lira bile telif ücreti ala madım. Bunu da şikâyet konusu yapmadım. Çünkü benim için önemli plan hakkım olmasına rağmen telif ücretimi her ne pahasına olursa olsun almak değil, Cumhuriyetin en önemli kültür kurumlarından DT'nin, bütün olumsuz çabalara, bütün aptalca tezgâhlara, artık iha nete varan özelleştirme istemlerine rağmen, yaşatılmasına katkı sağla mak düşüncemden kaynaklanıyor. Çünkü yaşamda her şey para değil dir. Başka değerler de vardır.
cy
4. Gene aynı dergide, 46 yıl önce gene bir Türk yazarının (Nâzım Hikmet'in) oyununu sahnelemiş olan Maksim Gorki Tiyatrosu'nun benim bir oyunumu sahnelemesini, sanki sıradan bir durummuş gibi göster menizi, vermiş olmama rağmen oyunla ilgili fotoğrafları yayımlamama nızı, oyunlarımın hızla dünyanın birçok ülkesinde o ülke dillerine çevril mesini, sahnelenmesini ya da repertuvarlara girmesini görmezden gel menizi de kınıyorum. Çünkü Tiyatro Dergisi çıkartmak ciddi bir iştir. Yansız ve ileri görüşlü olmayı gerektirir. Duygusal değil akılcı olmak, en önemlisi tiyatro sanatını her yönüyle bilmek zorundasınız. Kendi yazarı na yönetmenine, sanatçısına kol kanat germeyen bir tiyatro dergisi olabilir mi? Olsa da yaşayabilir mi? Kendi ülkenizin sanatçılarına bu ka dar acımasızca saldırmak size ve derginize hiçbir şey kazandırmaz Sa yın Demirkanlı.
pe
<aldı ki yazıyı yazdığı söylenen şahsı da bu doğrultuda bilgilendirmek amacıyla arayıp sorduğumda dergi yönetiminden "Mehpare Dilsizgil diye biri yok. Devlet Tiyatrosu sanatçılarından biri yazıyor o yazıyı. O bİr takma ad" diye yanıt almam da işin bir diğer üzücü yanıdır. Zaten Mehpare Dilsizgil'in Devlet Tiyatrosu'nun bir sanatçısı olduğuna da inanmıyorum. Çünkü Devlet Tiyatrosu'nun hiçbir sanatçısı, kendi kurumunun böylesine yanlış haberlerle yıpratılmasına izin vermez. Beni yanlış tanıtmaya çalıştığınız, "Devlet Tiyatrosu İcralık" diye başlık atarken nerdeyse zil takıp oynadığınız iiçin sizi kınıyorum Demirkanlı.
2. 1992 yılından bu yana görevli olduğum ve görevli olmaktan da onur duyduğum DT Edebi Kurulu'nun yetki ve sorumluluklarını bilirim, Edebi Kurul üyeliği yönetsel bir görev değildir. Hiçbir oyunun sahnelen mesine, kaldırılmasına, sürdürülmesine karar verme yetkisi yoktur. Kuş kusuz bazı önerilerimiz olur ama bu asıl gerçeği değiştirmez. Bu ne denle C. Boynukara ile ilgili benim söylediğimi iddia ettiğiniz her şey yalandır. Boynukara her yerde parasal olarak da çok mağdur olduğunu söyle-
Ancak bu yaklaşımlara rağmen dünyaya açılma çabalarımın/çabaları mızın süreceğini de bilmenizi istiyorum. Türk yazarlarını dünya sahnele rine ulaştırmak için yola çıkan bu kervan, Demirkanlı gibi şahıslara rağ men yoluna devam edecektir. Bu böyle biline! Bu açıklamamın Derginin Yayın Kurulu'nda yer alan değerli üyelerce özenle değerlendirilmesi üzüntümü biraz da olsa hafifletecektir. Saygılarımla.
Değerli oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu, arkadaşımız Mehpare Dilsizgil'in yazısına, ayrıntılı bir cevap gönderdi... Sayın Dilsizgil, Sayın Cüce noğlu ve Sayın Erduran'ın, oyunları Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen diğer yazarlardan farklı olarak, telif ücretlerini zamanında aldığına da ir bir duyumunu yazıya dökmüştü. Meğer doğru değilmiş. Meğer Sayın Cücenoğlu da telif ücretlerini, bırakın zamanında almayı, hiç mi hiç alamıyormuş. Bizce, "Öğretmen" Oyunu'ndan bu yana tanıdığımız- bildiğimiz ve ülke tiyatromuz içinde yer aldığını kabullendiğimiz Sayın Cücenoğlu bir beyanda bulunuyorsa, bizim için beyanı doğrudur. Cuma Boynukara ile yapılan söyleşi, oldukça açıktır. "Siz'"den bir dernek kastedilmiştir, kınama şart mıdır, bilemiyoruz? Öküz Altında Buzağı başlıklı anektod, arkadaşımız Huzursuz Seyirci'nin, tamamiyle Sayın Cücenoğlu dışında yer alan değerlendirmelerini içermektedir. Sayın Cücenoğlu'nun oyunlarının uluslararası arenada kazanacağı başarılar, dergimizi iftihar ötesi bir duyguya yöneltmez. Bilinmesini is tediğimiz bu hissiyatın yanı başına, dergimiz Yayın Kurulu'nun bir bütünlük arz ettiğini, birimiz hepimiz için olamasak bile, hepimizin, yeri geldiğinde birimiz için tavır alabileceğimizi belirtmek isteriz. Yayın Kurulu
POLEMİK
"BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLMAK" Müjdat Gezen muhaveremizin basit ifadesine maruz bırakmanız neden acaba' " Osric: Efendim? Hamlet: Demek bu dili kendinizden başkası konuşunca anlamıyorsunuz... Sermayesi tükendi bütün seçme sözlerini harcadı...." Artık bir eseri bir kez bile okuyan burada ya zarın ne yapmak istediğini çevirmenin ve benim de buna nasıl hizmet ettiğimizin ayırımına varmaz mı? Belli ki Hamlet adamla dalga geçiyor işte... Bunu herhangi biri algılamasa da olur. Ama bir kitap eleştirmeni anlayamıyorsa bence kitap yerine kendin eleştirsin daha iyi...
pe
cy
a
Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin Ekim-Kasım sayısında "Duygu Atay" imzasıyla çı kan tiyatro kitapları bölü münde bizim okulun yayın larından da söz ediliyor. Bir kere bunun için teşek kürler. Gelgelelim tam ül kemize özgü olan "bilgi sa hibi olmadan fikir sahibi ol mak" bu sütunlarda da kendini göstermiş. Benim hazırladığım "Hamlet" ile Memet Fuat'tan bastığımız "Tiyatro Tarihi" kitapları ta nıtılırken bilgisizce eleştiril miş. Bu, sokakta olsa olur ama bizim dergiye yakış maz. Sonra böyle sütunlar güvenilir olma özelliklerini yitirirler ki bu da dergiye yara açar. Duygu Atay Hamlet için: "... Hamlet'i Müjdat Gezen sadeleştirmiş. Herhalde çevirinin es kiliği göz önüne alındığı için bu uygulamaya gidilmiş. Yalnız bu arada nazım metin, nesir olmuş ki bu da Shakespeare şi irinin tadını almamızı engelliyor. Bu arada eski sözcüklerden bazıları da yerinde kalmış. Reyi-i ali, evsafını camı gibi benim bile anlayamadığım birtakım sözcükler insanı rahatsız edi yor." demiş. Atay'ın ne Muhsin Ertuğrul çevirisinden ne Can Yücel çevirisinden ne Orhan Burian çevirisinden haberi yok. Sadece Sabahattin Eyüboğlu çevirisini bildiğini söylüyor. Oy sa ben tam kırk yıldır bu dört çevirinin tümünü birkaç bin kez okuyup, oynayıp, yazıp yönetip, adeta Hamlet'le halhamur oldum. Bir kere Burian çeviriyi nesir olarak, yani düzyazı şeklinde yapmıştır. Ben de bu çeviriyi kaynak aldığıma göre aynen çevirmene sadık kaldım. İkincisi: Eski sözcüklerden aynen bırakılanların amacı me tinde açıkça belli. Yazar burada aristokrasinin dilini eleştirir. Osric adlı bir aristokrat Hamlet'le Leartes arasında bir düelloya aracılık edecektir. Hamlet'e gelir ve :" Leartes'in meziyetleri lauyat, sohbeti latif, etvarı ki bar bir zat, efendiliği bütün esvafını cami..." der. Hamlet de bunun üzerine: "Hangi vesile zuhur etti efendim? Bu zatı mevzu itihaz ederek
Memet Fuat'ın kitabına gelince: "Kitapta içerik sayfasının olma ması okur için bir handikap.. Genç kuşağın pek de öyle sa birli olmadığını düşünürsek, bı bir eksiklik..." demiş sayın Duy gu Atay... Burada iki suç bir den işliyor. İlki tiyatro eğitim alan, tiyatroya ilgi duyan gend lerin okuma özürlü olduklar: konusunda yargıda bulunuyor Oysa bu gençler dört yıllık eğ timleri süresince bu kalınlıkta yüzlerce kitap okuyorlar. İkinci si yazar üç baskısında da içeril sayfasını özellikle koymuyor Araştırma yapan, kitabi birder fazla okusun diye. O Meme Fuat. Bizleri tiyatroya başlatan tiyatro kitaplarını sevdiren ilk lerden biri. Duygu Atay ad (bence adsız) birinin Meme Fuat adını bu kadar çabuk har camasına izin vermeyiz. Yaza bunu böyle yapmış tam kırk yıl önce. Kırk yıl kimsenin sesi çık mamış, çünkü yazar doğrusu nu yapmış. İstemiş ki kitabı tekrar tekrar okunsun... Ben de o nedenle yeniden bastım. Bu kitaplar bizim tiyatro öğrencilerine ücretsiz dağıtı lir. Onlar defalarca okur ve anlarlar. Hamlet neden Osric"le öyle eski dilden konuşuyor? Memet Fuat neden içerik sayfası koymuyor, anlar lar. Çünkü onlar gençtirler ve tiyatro eğitimi görmektedirler... Gördük leri eğitimde onlara sık sık bilgi sahibi olmadıkları konuda fikir söyleme meleri de hatırlatılır...
POLEMİK
BİLGİ SAHİBİ OLDUĞUNU "ZANNETMEK" Duygu Atay bu çeviri zaten nesirmiş. İyi ya, ben 'Neden nazım olan çeviriyi nesir yap tın?' demiyorum ki ona, sözüm çevirmene... Neden 'Hamlet'i sadeleştir me gereğini duydunuz?' diye sorabilirim ama. Yüzlerce kalın kitabı oku yabilecek kapasitede olan MSM öğrencilerine saygı adına en azından. Yakın zamanda oynanan 6,5 saatlik Hamlet'in orijinalini de İzmit Şehir Tiyatrosu'ndan izlediklerini bildiğim için.
a
Ekim-Kasım sayımızda yeni çıkan tiyatro kitaplarını büyük bir sevinçle ta nıtmaya, okurla buluşturmaya çalıştım. Yaptığım kısa tanıtımların 'fin cancı katırlarını' ürküteceğini bilseydim, daha detaylı yazmaya çalışırdım, ama o zaman da sayfa sayımız izin vermezdi. Şimdi de gelen yanıtlara yanıt vermek için harcanıyor sayfalar, o da başka. Diğer sayfada okudu ğunuz gibi Müjdat Gezen beni "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak"la suçluyor ya, bakalım öyle mi gerçekten? Ayrıca, beni kitap eleş tirmeni olarak nitelemiş. Sağolsun ama değilim. Olmamama karşın, yaz dıklarımın arkasında duruyorum.
cy
Dört çeviriyi "birkaç bin" kez okumuş Müjdat Gezen. Olabilir. O zaman önce şu isimlerde anlaşalım: Laertes mi, Leartes mi? Bana yanıtında Leartes demiş. Kitapta 'Kişiler' sayfasında da Leartes. 14. sayfada Laertes oluyor, 15'te yine Leartes, hatta Leatres. O, eski dilden konuşan ve be nim takıldığım sözleri söyleyen karakterin adı da Osric değil, Osrik. Çün kü adam Danimarka'lı. Rosencrantz değil, Rosenkranz, Guildenstren de ğil, Güldenstern. Bu yabancı isimlerde anlaşmak amma da zor oluyor...
pe
Beni hedef gösteriyor Müjdat Gezen, hem MSM öğrencilerine, hem de çok sayın Memet Fuat Hoca"ya. Şöyle diyor: "Memet Fuat adını bu ka dar çabuk harcamasına izin vermeyiz!". Memet Fuat'ın sahip çıkılmaya ihtiyacı yoktur, birisinin tekeline alınmaya da. Adı geçen yazıya Memet Fuat'ın kitabından yaptığım alıntıyla başlamışım, neden onu harcayayım ki? "Kitapta içindekiler sayfasının olmaması okur için bir handikap" yaz mışım. Doğru. Örneğin Elizabeth Devri Tiyatrosu gibi bir maddeyi ara mak için, kitabı baştan sona bir daha mı taramalıyım? Memet Fuat Ho ca, bunu özellikle böyle yapmış oysa. Ee, ben nereden bilebilirim bunu? Böyle özel bir durum, kitabın iç kapağında açıklanmalı, yoksa müneccim değiliz bunu bilecek. Bu da neden Memet Fuat'ı harcamak oluyor, anla yan varsa beri gelsin. Ben böyle yazınca MSM öğrencilerini okuma özürlü olmakla suçluyormuşum. Allah Allah? Sakın aynı şeyi kendi yapıyor olmasın? Öyle ya, hem öğrencilerinin "bu kalınlıkta yüzlerce kitap" okuduklarından söz ediyor hem de Hamlet'i 'sadeleştiriyor', kolay okunsun diye. O da başlı başına bir konu zaten, geleceğim.
"Duygu Atay adlı-bence adsız-birinin..." diye sürdürüyor saldırısını Müj dat Gezen, nedense. Şimdi bu ne demek? Herkesin bir adı vardır kendi ne göre, ister beğensin ister beğenmesin, benimki de bu. Hakaret mi, yoksa takma ad olduğu sanısıyla mı yazıyor, bilemem. Ama bildiğim şu dur: Memet Fuat'ın kitabına içindekiler sayfası konmadığı için "kırk yıldır kimsenin sesi çıkmıyor" diye, benim de mi çıkmayacak? Demek ki ney miş, "bilgisizce eleştirmiş" olma durumu yok ortada. Kaldı ki, bu eleştiri değil, tanıtım. Eksik bulduğum için yazmışım, o kadar. Yoksa Memet Fu at'ın Türk edebiyatı'ndaki yerini, en az Müjdat Gezen kadar bilirim. Dersimiz Hamlet: Önce benim ne yazdığıma bakalım: "Hamlet'i Müjdat Gezen sadeleştirmiş. Herhalde çevirinin eskiliği gözönüne alındığı için bu uygulamaya gidilmiş. Yalnız bu arada nazım metin nesir olmuş ki, bu da Shakespeare şiirinin tadını almamıza engel olmuş". Bu ifadeye çok kız mış Müjdat Gezen. Benim diğer çevirilerden haberim olmadığını yazıyor. Evet, yok. Ne yapalım yani, diğer bütün çevirileri bulup okumalı mıydım, beş satırlık bir tanıtım yazısı yazmak için? Ben önümdekine bakarım. Ha,
Gelelim Osrik'in diline. Oyun sadeleştiği için, bu karakterin söylediği söz lerin Orhan Burian'ın çevirisinde olup olmadığını bilemem. Yalnız biraz Hacivat tipini andırır gibi geldi bana. "Sohbeti latif, etvarı zarif" bilindiği gibi Hacivat'ın, yanına bir arkadaş ararken söylediği sözlerdir. Burada 'zarif, 'kibar' olmuş yalnız. Olabilir. Osrik'e kullandırılan sözlerin tama mının da anlamı var, 'talikat' dahil. Bu sözcüğü Osrik bile bile yanlış ak tarıyor Hamlet'e. 'Kayış takımı' diyor. Oysa, bu sözcük 'bir kitapta kulla nılan kenar notları' demek. Osrik burada 'giydiriyor' Hamlet'e. Osmanlı ca sözlükte hepsinin karşılığı olduğuna göre bu adamın dedesi Osmanlı. Olabilir. Ama Hamlet de onun dilinden konuşabiliyor isterse. İşte bu ola maz, çünkü Hamlet'in İstanbul'da değil, Wİttenberg'de tahsilini yaptığı nı biliyoruz. Şimdi de -nedense- sadeleşmiş kitabımıza bakalım ve Shakespeare dilinin güzelliklerine dalalım biraz: S.11-..."Marcellus'cuğum.", S. 12- "...Danimarka kralının o yakışıklı, cen ge hazır heyetine...", aynı sayfa "...inandırmasaydı buna inanmazdım." S.14- "...en akla yakın bir kederle..." S.35- "Ben ne adi, ne satılmış köle nin biriyim". Daha fazlasına yerimiz yok. Ayrıca diğer karakterlerde de kullanılan "selahiyet", "muamele", "merasim" gibi sözcükler de bolca ol duğu için, kapakta yazılan 'sadeleştiren' i okuyunca, dilin sadeleştirildiğini sanıp, öyle yazmıştım. Meğer oyun 'kısaltılmış'. Bu durumda uygun sözcük, elbette 'kısaltan' olmalıydı. Beni lütfen birçoğunu tanıdığım ve sevdiğim MSM öğrencilerine hedef göstermeyin Müjdat Gezen. Bilgi sahibi olmaya gelince, o iş kolay kolay olmuyor bildiğiniz gibi. Öğrencileriniz de, bırakın söylesinler fikirlerini, tam bilgi sahibi olana kadar beklemesinler. Bilgi, bütün bir yaşamboyu bile alınamıyor bazan çünkü.
KİTAP TANITIMI
TİYATRO KİTAPLARI
pe cy
Boyut Yayınevi Yücel Erten'in, Devlet Tiyatrosu'nu bütün yönleriyle enine, boyuna tartışmaya açtığı "Devletin Tiyatrosu 01maz!(Mı?) kitabını yayımladı. Önsözünü Prof. Dr. Sevda Şener'in yazdığı kitap, Yücel Erten'in bunca yıllık Devlet Tiyatro su deneyimlerinin ışığında, bu işin olurunu-olmazını sorguluyor. Bir Yönetmen ve Oyuncu kişiliğinde iki arkadaş, çeşitli me kânlarda buluşarak konu üstünde söyleşi yorlar. Eski Yunan filozoflarının dialog yöntemiyle konuları irdelemeleri biçimin de gelişiyor, biçimleniyor, açılıyor Devlet Tiyatrosu konusu da.
Atay
a
Duygu
"Devlet Tiyatroları'nın belli bir sanat poli tikası olmaması, plansızlık, eleştiriden korkma, sanatçılarda memur zihniyetinin egemen olması, genel müdürlerin sık sık değiştirilmesi, kadro politikası, Bölge Ti yatroları'nın yönetimi, Edebi Kurul'un ge reksizliği, oyun yazarlarının baskısı, ödül lendirmelerde yöntemsizlik, üstü örtülü cezalandırma gibi daha önce de değinil miş olan sorunlara da yer verilmiş" diye yazıyor Sevda Şener.
Bu kitap, üstünde uzun süre tartışılması gereken konuları da beraberinde getiri yor. Aslında bu konuların hiçbiri yeni de ğil. Ne var ki, hem bakış açısıyla hem de sorunların üstüne açık yüreklilikle gitme siyle, hiç gündemden düşmeyen Devlet Tiyatrosu içindeki aksaklıkların tartışılma ya başlatılacağını umuyorum. Yazarın amacı da bu zaten. Kışkırtmak istiyor, so runlar örtülmesin, tartışılsın diye. Bu bağ lamda ama, sadece olayları tartışmaya açmakla kalıp, orada bırakmak istemiyor işlevini. Çözümler de öneriyor. O çözüm-
Devletın Tiyatrosu Olmaz! (Mı?) Yücel Erten Boyut Yayınevi, 208 sf. Kasım 2000
lerin de tartışılmaya açılması kaydıyla.
Kitaptan bir örnek. Sayfa 77: "Yönetmen: Devlet Tiyatrolarında genel likle çağın gerisinde kalmayı adet edin miş bir repertuvar anlayışı egemen ol muştur. Oyuncu: Yine mayınlı bölgeye giriyor sun. I Hiçbir Genel Müdür bu dediğini ka bul etmez. Sen de etmezsin! Yönetmen: Lanet kundura! Tabii et mem! Ben genel bir çizgiden söz ediyo rum. Ayrıksı durumlar kuralı bozmaz. Oyuncu: Herkes öyle söyleyecektir. Yönetmen: Söylesinler canım! Bu bir şeyi değiştirmiyor... Brecht'in "Üç Kuruşluk Opera'sı"ndan, "Arturo Ui"sinden tut da,
Nâzım Hikmetin "Ferhat ile Şirinine, Or han Kemal'in "ispinozlarına, Haldun Ta ner'in "Keşanlı Ali Destanı"na kadar birçok yapıtı, Türkiye'de oynanışlarından ancak 10-20 yıl sonra oynamaya cesaret edebilmiş bir tiyatrodan söz ettiğimizin bilincinde olmalıyız". Ülkemizde Devlet'in Tiyatrosu'nun, ancak Devlet kendini 'işin içinde' görürse müm kün olabileceğini, oysa Devlet'in kendi ti yatrosunu ancak ve ancak 'kendinden bağımsız' olarak var etmesi gerektiği gi bi, pek çok aydının katıldığı sav, bölük pörçük gazete-dergi sayfalarından, sözlü sohbetlerden farklı olarak ilk kez bir ki tapta toplanıyor. Akıcı, eğlendirici, keyifli dialoglar rahatça okunurken, yazarın altını çizdiklerinin notlar alınarak, üstünde düşünülmesine olanak veriyor. Yücel Erten'in kitaptaki Yönetmen'e söylettiği "Hay bin kunduz!", "Tamuya gidesice", "Hay bin sansar", "Hay bin çükündür" gibi hayret ve kızgınlık ifa de eden sözleri de, Gagavuzca'dan gel me olup, bazı aydınların Türkçe bozuklu ğuna bir telmih. Son olarak Sevda Şener'in sözleriyle biti relim: "Ülkemizde, yönetici, sanatçı, eleştirmen ve seyirci olarak tiyatro gerçeğinin bir parçasını oluşturan herkesin bu düşünce leri tanımasında, tartışmasında yarar var". Yüzde yüz katılıyorum. Keşke yazsa her kes bu konudaki düşüncelerini, sadece düşünmese...
' Tiyatro ile ilgili kitapların, yeni oyunların bası mı hızla artıyor, keyfimizi çoğaltıyor. Bu ay da peş peşe yeni kitaplar çıktı. MitosBoyut, bu alanda bizler için çölde vaha gibi. Yılmaz Öğüt de Don Kişot'luğunu sürdürüyor. Şimdi lik Kültür Dizisi'sinden 41 kitaba ve 125 oyun kitabında 377 oyuna ulaştı. 'Tiyatro Kitapları Bakanı" sanki mübarek. 60'lı yıllarda Yaşar Nabi'nin edebiyat alanında yaptıklarını yapı yor. Bize ulaşan yeni yayınlarından beşi oyun, ikisi de kültür dizisinden önemli kitaplar. Oyun kitapları, Erman Canatan ve Savaş Aykılıç gibi yeni oyun yazarlarını da gündeme ge tiriyor. Bunların yanı sıra Memet Baydur Top lu Oyunları'nın 5.si ile karşımızda. Bilgesu Erenus'un "Halide" oyunuyla, Georg Tabori'nin "Brecht Dosyası" adlı oyunu da önümüze ge len kitaplar arasında. Bu arada Multilingual Yabancı Dil Yayınları'ndan bir de oyun kitabı çekiyor dikkatimizi. Bakışımlı, yani iki dilde ya yımlanan Max Frisch'in ünlü "Biedermann ile Kundakçılar" oyunu. Toplu Oyunları-1 Savaş Aykılıç MitosBoyut Yayınevi, 102 sf. Eylül 2000Savaş
Toplu Oyunları-5 Memet Baydur MitosBoyut Yayınevi, 119sf. Eylül 2000 Memet Baydur'un 'Toplu Oyunları 5'de iki oyunu var. Biri uzun süre önce yazılan ve basıl ması merakla beklenen-en azın dan benim tarafımdan- "Maskeli Süvari"si. Bu oyunda Baydur, üç 'aydın'ın yaşamboyu taktı ğı kat kat maskelerin, masalsı kahraman 'Maskeli Süvari' tarafından sökülüp alınmasıy la ortaya çıkan gerçek kimliklerini sergiler. He men her oyunundaki 'aydın' eleştirisi, bu oyu nunda da iyice belirgindir. İki ünlü ozanımız Edip Cansever ve Turgut Uyar'ın dizeleri ve sözlerinin, yazarın düşünceleri ile buluşarak oluşan "Menekşe korsanlarında, 'tiyatro oyunculuğu ve tiyatroculuk' kavramları tartış maya açılıyor.
a
Halide
Bilgesu Erenus MitosBoyut Yayınevi, 123 sf. Kasım 2000
pe cy
Aykılıç Devlet Ti yatrosu oyuncu larından. Kitapta ki iki oyunu da gönderme yapı larak yazılmış. "Aşk Grevi", Aristofanes'in "Lysistrata" adlı oyunundan, "Ah Şu Büyükler" de, Turgut Özakman'ın yıllardır gençlik oyunu baş yapıtı olarak oynanan "Ah Şu Gençler" oyunu na nazire olarak yazılmış.
Toplu Oyunları-1 Erman Canatan MitosBoyut Yayınevi, 160sf. Eylül 2000
Devlet Tiyatrosu Dramaturgların dan Erman Canatan'ın Toplu Oyunları 1 kita bında üç oyun var. Bunlardan "Batakhane Gü zeli", son Osmanlı kabadayılarını, açık biçim ve müzikal tarzda anlatan, kalabalık kadrolu bir oyun. Egemen güçlerin topluma yaptığı baskıları anlattığı "Uygunsuzlar" ise, absürd ti yatro biçimiyle yazılmış. Üçüncü oyunu "Evin Kadınlarında, çağdaş yaşamın dayattığı ko şullarda sıkışıp kalan kadınları bu kez duyarlı ve dramatik bir üslupla anlatıyor.
Bilgesu Erenus, siyasi etkinlikleri ve romanları ile tanınan Halide Edip Adıvar'ın mücadeleli yaşa mını ve onun iç dünyasını tarihsel olayların akışıyla birlikte "Halide" adlı oyunun da anlatıyor. "Kurtuluş Savaşı öncesi İstan bul'una ve bu savaş sürecine tanıklık etmiş aydın bir türk kadınının, korkuları ve kararlılı ğı arasındaki çatışmasının gerçeklerle örtüşen yaşam öyküsü "yazıyor kitabın arka kapağın da.
Brecht Dosyası George Tabori Çev. Yılmaz Onay MitosBoyut Yayınevi, 64 sf. Ekim 2000 "Brecht Dosyası", Georg Tabori'nin 8 Ocak 2000'de Berliner Ensemble'de prömiyeri yapılan son oyu nu. Oyun, Bertolt Brecht'in Amerika'da iken FBI tarafından izleniş ve Senato Komisyo-
nu'nca sorgulanışını taşlamalı biçimde sahne ye getiriyor. ABD'nin McCarty baskı dönemi ne yüklenen, güldürü ve alay dolu bu tarihsel oyunda birçok ünlüyle beraber Brecht de sah nede. Kitabın sonuna Tabori ve Brecht'in birer yazısından alıntılar da yapılmış ve Bertolt Brecht için Amerika'da düzenlenmiş FBI fişinin orijinalinin fotokopisi de eklenmiş.
Biedermann ile Kundakçılar Max Frisch Çev. Hasan Kuruyazıcı Multilingual Yayınları, 240 sf. 2000 Multilingual Ya bancı Dil Yayınla rı Max Frisch'in " Biedermann ile Kundakçılarını iki dilde yayımla mış. Bildiğim kadarıyla bu oyunun yıllar önce ki çevirisi de yine Hasan Kuruyazıcı'ya aitti. Bu çok önemli oyun bu şekilde, hem de dil bilenlerce karşılaştırma yapmaya olanak verecek biçimde yeniden yayımlanmış oluyor. Yanlız, kapakta Biedermann yanlış yazılmasaydı daha iyi olurdu. Daha önce de Çehov'un üç oyunu yine iki dilden yayımlanmış ve başka oyunlar da Gogol ve Turgenyev gibi, yayımlanacak.
Tiyatroda Devrim Zehra Ipşiroğlu MitosBoyut Yayınevi, 136 sf. 3. Baskı Eylül 2000 Zehra Ipşiroğlu'nun Kültür Dizisi'nden çıkan "Tiyatro'da Dev rim"!, 3. baskıya ulaşmış. Dört bö lüm ve 136 sayfadan oluşuyor kitap. Başında kitabın yazarıyla Yayınevi'nin yaptığı bir söyle şi ve Giriş" yazısı var. İçindeki bölümler de şöyle: 1 .Doğacılık Geleneği-Benzetmeci Tiyat ro, 2. Yabancılaştırma Tiyatrosu-Bertolt Brecht, 3. Yabancılaştırma Tiyatrosunun bugünkü gelişimi, 4. Türkiye'de Yabancılaştır ma Tiyatrosu. Kitabın sonuna eklenen Dipnot lar bölümü hayli zengin. Bu şekilde konuyla il gilenenler için bulunmaz bir kaynakça çıkıyor karşımıza.
ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI
Sezonumuz açıldı, oyunlarımız başladı, sakın tiyatrosuz kalmayın bu sayfanın sadık okurları! Bazı oyunlar 15 (yazıyla onbeş) milyona, bazıları halk günü Perşembe 500 (yazıyla beş yüz) bin liraya. Seç seç al! Beş yüz binlik oyunların salonları, bir bilet 5 ekmek parasına olduğu için satılıp da gitmeyenler tara fından doldurulamıyor, ama raporlarda dolu görünüyorsa da, on beş milyonluk oyununki maşallah son kol tuğuna kadar dolu. Araba ve üst-baş göstermek isteyen zevat, birbirine gösteriş yapmak için dolduruyorsa salonu, bize ne bundan? Tabii bize de bir şey ama, o konu bu sayfanın konusu değil.
Seyirci
DT'nin Aziz Nesin Sahnesi'nde Ayşe Emel Mesçi'nin sahneye koyduğu "Mat" oyununu izlemeye gitmiştim. Oyundan önce oyun tanıtım kitapçığını karıştırıyordum ki, tanıdık bir imza gördüm. İlhan Selçuk. Çok se vindim. DT'nin bu girişimini kutlarım. Belki bundan sonra, diğer oyunlarda da tanınmış yazarlarımız oyunla ilgili düşüncelerini yazarlar, kalite artmış olur.
a
Kenter Tiyatrosu'nda "Sesler, Ziller, Bizler" adlı oyunda, Alman turist karakterindeki kostüm, içler açışıydı. Aysel Doğan hiç mi Alman görmedi hayatında? Bir tipi gülünçleştirmek için, hiç gereği yokken, kostüm yo luna başvurmak hoş olmamış. Yönetmenin gözünden kaçmış demek. Dormen Tiyatrosu'nda "Bugün Git, Yarın Gel" adlı bir oyun var. Oyunda, salonun orta yerinde bir dolaplı sa at duruyor. Daha oyun başlamadan bu saatin neden orada durduğu belli. İçine adam saklanacak. Çünkü oyun vodvil. İyi de saat neden çalışmaz? Yani bir sahneye çalışmayan bir saat koymak çok tehlikeli. İster is temez seyircinin gözü kayacak, çünkü dekor gerçekçi. İki katlı bir pansiyon-sağlıkevi gibi bir yerde geçiyor konu. Bu durumda, bütün karakterler çıktıkları yerden girecekler oyuna. Beş ya da altı tane de çıkış yeri var. Mantık, mutfaktan çıkan kişinin evin ikinci katından, bilardo salonuna gidenin yatak odalarından sah neye geri gelmelerini almıyor. Zaten bunu da yapan bir tek pansiyon sahibi, Göksel Kortay. Oysa bu ka rakterin tekste göre cin- peri taifesinden olma gibi bir özelliği de yok.
pe cy
Huzursuz
24 Kasım akşamı İBBŞT'nin Fatih Tiyatrosu'nda geçen sezondan kalan "Arslana Benzer"i izledim. Alışılmışın dışında beş dakika geç başladı oyun. Ardından da ışık-müzik-efekt hataları üst üste geldi. Hesapta olmayan bir aksaklık olduğunu anladım ama huzursuz olmadım da değil. Neyse ardından çok kaliteli bir oyun geldi de, bayağı keyiflendim. Yalnız, ilk sahnede taşınan bavulun içinin açık-seçik bomboş olduğunun belli olması canımı sıktı. Dolduruverin yahu şunun içini, çok mu zor? Sonradan Engin Alkan'ın içi dolu bavulu nasıl zor kaldırdığı görüldüğünde, aradaki fark iyice ortaya çıkıyor. Oyundan mutlu bir durumda ara için dışarı çıktı ğımda, gördüklerim hiç olmayan huzursuzluğumu dehşet boyutuna getirdi. On beş kadar 7-8 yaşlarında çocuk en arka sırada toplu halde oyunu izliyordu. Bu nasıl iş? Benim bildiğim, İBBŞT'nin oyunlarına 12 ya şından küçük çocukların alınmadığıdır. Kim izin vermiş, bu nasıl sorumsuzluk, anlayamadım. Oyun, bu ço cukların zihinsel gelişimlerine önemli ölçüde negatif etki yapabilecek nitelikte, psikodrama tarzında bir aşk oyunu. İlgililer, lütfen biraz ciddiyet. Bu çocuklarda belki on yıl sonra ortaya çıkabilecek psikolojik bozukluk lara neden olmaya hakkınız yok.
Gelelim Sadri Alışık Tiyatrosu'nda "Herkesin Gözü Önünde" oyununa. Ben ilk gece gördüm, sanırım düzel miştir ama, yine de yazayım. Birinci sahnede kırılan cam sürahinin tapası, ikinci sahnedeki farklı mekânda da aynı yerde duruyordu. Bir de düş ışığı girip çıktıktan sonra, eski ışık aynen kalmıyordu, fazlalık vardı. Bu da olması gereken kontrastı bozuyordu. Sanırım artık kodlar ayarlanmış, kalkmıştır bu aksaklık. Ama düzelmediğini sandığım şeyler de var. Çeviri biraz aksak. 'Onu', 'ona' gibi Türkçe'de kullanmadığımız, dublaj Türkçesi'ne özgü kulak tırmalayıcı sözler var. Neden Mabel de, Meybıl değil, onu da anlayamadım. Beni en çok huzursuz eden konu ise şu: Banyo yapmaya giden oyuncu çok doğal olarak bir paravanın arkasında soyunuyor, havlusunu ya da bornozunu alarak banyoya gidiyor. Bundan doğal ne olabilir derdim, eğer oyuncu külotlu çorabın üstüne giymiş olmasaydı külotunu. Aynı olay geçen yıl "Marion ile Muhammet''te de yaşandı. Dünyanın hiçbir ülkesinde striptiz yapan kadınlar, bu işi külotlu çorapla yapmazlar, banyoya gi denler de. Spotların altında öyle bir parlıyor ki çorabın naylonu, kahkahayla güldürüyor insanı. 'Evet ama, bu kadarcık şeyden bile medya ayağa kalktı' diyenleriniz olabilir. Tamam. Eğer bu ülkenin medyası böyley se ve siz karşı koyamıyorsanız korkudan, kaldırın bu sahneleri. Ya tam yapın ya da yapmayın. Gerektiği hal de bir kadını sahnede çıplak gösteremiyorsanız, oynamayın o oyunu. Biraz ciddiyet, lütfen. Levent Kırca Tiyatrosu'nda "Kadıncıklar" var. 1. perde genelevde sabah başlıyor ve akşam olunca bitiyor. İyi. Yalnız, bir saat süren 1. perdede, normalde geçen 8 ya da 10 saat anlatılıyorsa, en azından zamanın geçtiğini belirten bir küçük teknik kullanılsa, daha bir gerçekçi görünürdü durum. Haa, araya zırp-pırt giren şarkılarla da çözülmüyor durum, çünkü şarkılarda başka şeyler anlatılıyor. Fahişeler korosu olarak oyunda görünen kızcağızlar ise, Nişantaşı Kız Lisesi'nde okuyan kızlar gibi. Dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir insan, boyunlarında etiket bile olsa bu kızlara fahişeliği yakıştıramaz. Şarkı söyleyip dans edecekler diye dansçılar toplanmış olabilir. Ama birazcık olsun benzetin şunları genelev kadınına yahu... Bu ay benim huzursuz olduğum oyunlar bu kadar sevgili okur. Kim bilir sen de nelere nelere takılmışsındır? Çekinme, yaz onları bana. Yaz ki, giderek daha çoğalalım ve bu çoğunluk da sonucunda huzur'u getirsin. 'Huzursuz' değil, huzurlu olalım, aksaklıkları düzelterek. Sonuçta, kin değil güttüğümüz, istemimiz daha düzgün bir Türk Tiyatrosu.
TOMRUK
İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Zafer Kayaokay ile İki Söyleşi Söyleşi 1: Gösteri, Kasım 2000 Alıntı a) "Örneğin, mutlaka Shakespeare, Moliere, Schiller, Tennessee Wİlliams gibi büyük klasiklere yer vereceğiz." Dokunmalar: - Her biri ayrı bir yüzyıla ait olup burada "büyük klasikler" tanımı altında bir araya getirilmiş bu oyun yazarlarından çağdaşımız. T. Wİlliams'ın (şimdiden) klasik sayılabileceği epey tartışma götürür. - "Küçük klasik" olamayacağından ötürü "büyük klasik" de yoktur. - "Klasik" nitelemesi yazar için değil, yapıt için geçerlidir.
Alıntı b) "Bugün Amerika'nın en önemli yazarı Michael Frayn, ama kaç Frayn var Amerika'da?.."
pe
cy
a
Dokunmalar: - Amerika'da hiç Michael Frayn yoktur, çünkü Michael Frayn bir İngiliz oyun yazarıdır. ("Amerika" ile İngiltere aynı dili konuşan ülkelerdir, ancak dünya coğrafyasının ayrı kıtalarında bulunurlar.) Frayn, oyunlarının çoğunluğunda İngiliz insanını anlatır. Kayaokay, müdürlüğünü yaptığı tiyatronun repertuvarında yer almış olan, örneğin "Oyunun Oyunu"na bir göz atmış olsaydı, bu bilgileri edinmiş olabilirdi.
- Frayn, Amerika'nın en önemli yazarı olmadığı gibi, İngiltere'nin en önemli yazarı da değildir. Tanınmış, popüler bir oyun yazarıdır, ancak -en önemli olmak bir yana- "en önemliler" arasında değerlendirildiğine de bugüne dek herhangi bir kaynakta rastlanmamıştır. - Kayaokay'ın bulunduğu konumdaki birinin, yaptığı belirlemelerin en azından nesnel doğruları yansıttığına özen göstermesi gerekir. Yoksa artık Devlet Tiyatrosu müdürleri için bu tür ölçütler bir gereklilik değil midir?
Söyleşi 2: (ya da "Öz Tomruk":) Tiyatro... Tiyatro..., Ekim-Kasım 2000 Söyleşideki ilk sorunun yanıtı: "Allah razı olsun." (Zafer Kayaokay) Söyleşideki soruları yöneltenin son sözü: "Allah utandırmasın."(Mustafa Demirkanlı) Dokunmalar: 2000 yılı Türkiye'sinin "nabzını tutan", "söylemini yakalayan" bu "inanç-kültür sentezi"nin yaratıcılarına Dergi'den "artçı" katkı: "Allah iyiliğinizi versin."
Ece Bilginin, Tardu Flordun ile Milliyet 2000'de yaptığı söyleşi. 10 Kasım 2000 Alt Başlık: "Kanal D'de yayınlanan "Evdeki Yabana" dizisinin oyuncusu Tardu Flordu, en çok isminin anlaşılmamasından şikayetçi." Dokunmalar: Tardu Flordun şikayetçi olmasın da kim olsun? Şikayetini bildirdiği satırlarda bile ismi yanlış yazılmış. Tabii söyleşinin tamamında da.
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: MİE Uyarlayan: Metin Akça Yöneten: Salim Dörtcan Müzik: Oktay Şenol Dekor Tasarımı: Ferit Özen Kostüm Tasarımı: Şenay Korgül Koreografi: İbrahim Ulutaş Oyuncular: Zeynep Sağlam, Sinem Yener, Başak Meşe, Başak İleri, Neslihan Kızılkaya, Süleyman Arslan, Salim Dörtcan. Ünlü çocuk klasiği Alis Harikalar Diyarı'nın, doğa-hayvan-insan ilişkileri bağlamında geliştirilmiş, doğa ve çevrenin kirletilmesini eksen alarak uyarlanmış biçimi.
Tiyatro: Oyun Atölyesi Yazan: Kemal Aydoğan Müzik: Hasan Yükselir Dekor Tasarımı: Başak Çoraklı Oynayanlar: Erkan Bektaş, Onuryay Evrentan, Nükhet Genç, Toğan Şerif Onay, Uluç Özkök.
a
cy
Gökdelen yapmak için oyun alanlarına el konulup, oyun oynamaları ve gülmeleri yasaklanan, oyuncakları ellerinden alınıp ağaçları kesilmeye çalışılan Ali ve Ayşe'nin tüm bu kötülüklere, gülerek ve oyun oynayarak karşı koymalarının oyunu.
Tiyatro: Yayla Sanat Merkezi Yazanlar: Haldun Dormen-Kemal Uzun Müzik: Serpil Günseli Dekor Tasarımı: Barış Dinçel Kostüm Tasarımı: Güler Yiğit Işık Tasarımı: Ahmet Demircioğlu- Erdoğan Ikisivri Yöneten: Haldun Dormen Oynayanlar: Selçuk Yöntem, Bülent Kayabaş, Nilgün Belgün, Settar Tanrıöğen, Osman Gidişoğlu, Yalçın Otağ, Atılgan Gümüş, Ali Altuğ, Candan Ünal, Murat Aydın, Özgür Özaslan, Başak İlhan, Perihan Savaş, Emre Altuğ, Ümit Yesin, Yaman Tüzcet, Ercan Bostancıoğlu, Melih Çardak, Ayla Karaca, Deniz Biber, Bülent Şakrak, Bülent Düzgünoğlu, Funda Güllü.
Cevat Fehmi Başkut'un Buzlar Çözülmeden oyununun orijinal metninden yola çıkılarak yazılan oyun, müzikale dönüştürülmüş. 1960 İhtilali sıralarında, kardan yolları kapanan bir Anadolu kasabasına atanan kaymakam'ın binbir zorlukla oraya ulaşmasının ardından gelen olaylar ve sonuçta gelenin asıl beklenen olmadığının ortaya çıkması, 16 müzikli sahneye bölünerek anlatılıyor.
pe
Tiyatro:Taksim Kabare Yazan-Yöneten:Oya Yüce Müzik: Serdar Kalafatoğlu Dekor-Kostüm Tasarımı: Ayçın Tar Koreografi: Dikmen Seymen Oynayanlar: Volkan Girgin, Okan Selvi, Murat Ersan, Tuba Erdem, Ayça Mutlugil, Nuray Uslu, Gülden Güley, Sedef Pehlivanoğlu.
Tiyatro: İtalyan Kültür Merkezi Yazan: Claudio Tomati Çeviren: Esin Bakla Yönetmen: Mehmet Gürhan Işık Tasarımı: İlhan Ören Müzik: Payam Koryak Oynayanlar: Mahperi Mertoğlu, Filiz Kutlar İkinci dünya savaşı sırasında Alman toplama kampı Auschwitz'de geçen oyunda, kadınlar kampı orkestrasının şefi Gustav Mahler'in torunu Alma Rosa ile Fransız kadın şarkıcı Fenelon'un yaşama ve müziğe farklı bakış açılarını irdeliyor. Oyun doğal olarak toplama kampının korkunç koşullarını da izletiyor.
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu Yazan: Moliere Yöneten: R.Reha Özcan Dekor-Kostüm Tasarımı: Sevtaç Demirer Işık Tasarımı: Hakan Doğan Oynayanlar: Müfit Kayacan, Gökhan Avkıran, Hasibe Özgür, Mehmet Özgür, Safinaz Özgür, Cenap Aydınoğlu, Nilgün Kayacan, Recep Kamiloğlu, Özcan Kayacan, Yılmaz Arkun, Hülya Kayacan, Erdal Gürcan, Cem Adil Baş, Özlemcan Tul. Moliere'in ünlü yapıtı Cimri yüzyıllardır seyircinin ilgisini toplamayı sürdürüyor.
cy a
Tiyatro: İzmit Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu Yazan: Bertolt Brecht Çeviren: Yücel Erten Yönetmen-lşık Tasarımı: Malcolm Keith Kay Dekor- Kostüm Tasarımı: Efter Tunç Müzik: Kurt Weill-Çiğdem Erken Dramaturg: Tülin Ceylan Oynayanlar: Engin Benli, Tardu Flordun, Esra Bezen Bilgin, Betül Çobanoğlu, Ahmet Yaşar Özveri, Eylem Tanrıver Sökmener, Mehmet Çevik, Aydın Sigalı, Funda İlhan, Veysel Berikan, Meltem Özsavaş, Melih Düzenli, Barış Falay, İbrahim Şendoğan, Zeliha Çetinkaya, Şafak Karali, Serhat Tulumluer, Ufuk Aşar, Tarık Keskiner, Ebru Kara, Aysel Yılmaz, Ufuk Aşar, Mehmet Serimer.
pe
İngiliz yönetmen Malcolm Keith Kay'in sahnelediği Brecht'in ünlü oyunu, Kurt Weill'in orijinal müziğiyle, güncelliğinden hiçbir şey yitirmemiş olarak izleyici karşısında.
Tiyatro:lstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Friedrich Schiller Çeviren: Seniha Bedri Göknil Yöneten: Bozkurt Kuruç Dekor Tasarımı: Ethem Özbora Kostüm Tasarımı: Hale Eren Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları Oynayanlar: Sönmez Atasoy, Şahin Çelik, Simay Küçük, Mustafa Uğurlu, Payidar Tüfekçioğlu, Musa Uzunlar, Erkan Taşdöğen, İsmail Hakkı Sunat, Halil Doğan, Özgür Yalım, Selçuk Kıpçak, Saydam Yeniay, Murat Karaman, Ali Ersin Yener, Yetkin Dikinciler, Yalçın Kandemir, Yudum Süataç, Gökhan Seyhan, Faruk Topçu, Kubilay Çamlıdağ, Nazım Uğur Özüaydın, Hakkı Subentekin, Fatih Dönmez, Abdullah Eldosi, Cavit Taşkeser.
Gotik kültürün özelliklerini içeren oyunda, kötü ve despot bir yöneticiye karşı, dürüst ve esirgemesiz bir kardeşin başkaldırısı anlatılıyor. Bu romantik tragedya 1781'de yazılmış ve Schiller'in bütün avrupa ülkelerinde tanınmasını sağlamış.
Tiyatro:Tiyatro İstanbul Yazan: Wİlliard Simms Çeviren: Dürrin Tunç Yöneten: Selim ileri Dekor Tasarımı: Nilgün Gürkan Müzik: Önder Focan Oynayan: Deniz Türkali
"Muhteşem Gatsby" ve "Geceler Güzeldir" adlı romanlarından tanıdığımız Scott Fitzgerald'in eşi Zelda'nın yaşamını konu alıyor oyun. Yazar, balerin ve ressam olan Zeida, döneminin magazin basınının kraliçesi olup, renkli yaşantısı bugüne ilişkin pek çok ipucuyla dolup taşmaktadır.
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Babylon Yazan-Yöneten: Özgür Erkekli Dekor-Kostüm Tasarımı: Hüseyin İngin Işık Tasarımı: Önder Arık Oynayanlar: Özgür Erkekli, Zeynep Erkekli Eski bir mezar odasında Auschwitz'li, Hiroşima'lı çocukların, Shakespeare'in, Seferis'in, Nâzım'ın, Weiss'ın, Osman Serhat'ın, Enzensberger'in, Bachmann'ın, Refika Bezirci'nin sözleri arasına bir işkenceci el kitabından sözler karışıyor.
Evlilikte eşlerin birbirlerini ne kadar tanıdıkları üzerine kurulmuş bir güldürü "Mary Mary".
pe cy
Tiyatro: Bakırköy Belediye Tiyatrosu Yazan: Nâzım Hikmet Yöneten: Kenan Işık Dekor Tasarımı: Ali Yenel Kostüm Tasarımı: Gönül Sipahioğlu Işık Tasarımı: Murat İpek Oynayanlar: Ragıp Savaş, Defne Şener, Şefik Kıran, Turgay Kantürk, Aytekin Özen, Fidan Tek, Edip Saner, Nurhayat Atasoy, Sait Genay, Sinan Albayrak, Cihan İnan Bekar, Orhan Kemal Aydın, Münir Akça, Ayşe Demirel, Didem German Aydın, Meral Çetinkaya.
a
Tiyatro: Bakırköy Belediye Tiyatrosu Yazan: Jean Kerr Çeviren: Asude Zeybekoğlu Dekor-Kostüm Tasarımı: Ayçın Tar Işık Tasarımı: Murat İpek Oynayanlar: Emre Kınay, Yonca Cevher, Çetin Etili, Durul Bazan, Gülce Uğurlu
Olayların sosyalist düzende geçtiği oyun, evrensel açıdan bakıldığında, yalnız sosyalist sistemdeki değil, tüm sistemlerdeki bürokrasinin insan yaşamını dayanılmaz hale getirmesini hicvediyor.
Tiyatro: Tiyatro Siyah Beyaz Yazan: Athol Fugard Yöneten: Koksal Engür Dekor-Kostüm Tasarımı: Onur Uğurlu Işık Tasarımı: Okan Yalabık Oynayanlar: Cengiz Özek, Nergis Çorakçı, Yıldıray Şahinler "Merhaba, Hoşçakal", dünyanın her renkten tüm zencilerine adanmış bir oyun.
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 1
OYUN METNİ
Roy Kift Çeviren ve Uyarlayan: Duygu Atay
SÜPERMEN'DEN BİLE KUVVETLİ 8 yaşından büyükler için 2 Perde müzikli oyun.
Ovun kişileri : Ömer, Mine, Anne, Deniz, Baston Hüsnü, Bekçi, Market Sahibi, Hayri Bey
cy
(Oturma odası. Ömer masanın başında oturmaktadır. Başında Baseball kepi, onun üstünde de bir kadın şapkası vardır. Kar tondan yapılma bir itfaiyeci kaskı ve bir mikrofonla kasetçalar da masanın üstün de durur)
takar) Yoo... Yani, demek istiyorum ki ta bii... Hem de nasıl?.. Yani şimdi, eğer yu karıdan düşerse domates salçasına döner. (Kaskı çıkarır) Yani hiçbir çare yok mu? (Kaskı takar) Bana göre yok. Herkes izliyor baksana, kimsenin kıçını kıpırdattığı yok. (Kaskı çıkarır) Aman ne görüyorum İhsan! Şu ufukta beliren ne? Helikopter mi yok sa? Hayır, helikopter değil bu... Jet uça ğı?.. O da değil. Kocaman bir kuş? Yok ca nım... Olamaz! Bulutların, karın, güneşin, yağmurun arasından bir ışık demeti gibi bize doğru geliyor süzülerek... Mavi pele rini uçuşuyor rüzgârda... (Oynar) Evet evet,Süpermen! EEeeee-aaarrrrrsack! (Süpermen olmuştur) Sakin ol Luis. İşte gel dim bile! Schwupp! (Luis kollarındadır. Bir elinde de kadın şapkası) Adalelerimi nasıl buluyorsun, Luis? (Kadın şapkasını giyer) Ah Süperman, sana bayılıyorum! (Şapkayı çıkarır) Ben de sana. Dünyada benden kuvvetlisi yok. Her şeyi kendi başıma yapa bilirim. Kimsenin yardımına ihtiyacım yok! MİNE: (Dışarıdan) Kimse yok muuu? ÖMER: Anne! Sen mi geldin? MİNE: (Dışarıdan) Ömeeer! ÖMER: Mine! Sen misin? Nerdeydin bun ca zaman? MİNE: (Dışarıdan) Dışardaaa... Yeni maallemizi gezdim. ÖMER: İyi halt ettin. Neler gördün? MİNE: (Dışarıdan) Hiiiç... Bi sürü yeni ya pılmış evler. ÖMER: İki saat mi gerekir bunun için? Pencereden baksan yeter. MİNE: Ama bi de arkadaşıma rasladım ya... (Tekerlekli iskemleyle dışarıdan girer. Odada büyük bir tur atarak Ömer'e gider)
a
1. RESİM
pe
ÖMER: (Kadın sesiyle acı acı bağırır) Imdaaat! imdaaat! (Mikrofonu alır, kadın şap kasını çıkarır) Dikkat, dikkat sayın dinleyici ler! Araştırmacı gazeteci Muhtar Rahvan, Galata Kulesi'nin önünden sizlere sesleni yor. Kulenin tepesinde bir kadın var ve dört saate yakın bir zamandır orada. Her halde korkudan ne yapacağını bilemiyor. Aşağıya inemiyor ve sürekli yardım istiyor. (Kadın şapkasını takar) imdaaat! imdaaat! (Şapkayı çıkarır) İşte! İşte siz de sesini duy dunuz. (Tekrar şapkayı takar) İmdaaat! (Şapkayı çıkarır) Bir dakika önce itfaiye olay yerine ulaşmış bulunuyor. Başlarında İtfaiye Baş Komiseri İhsan Alevsöndürür. Ihsan'cığım merhaba! Nasılsın? (İtfaiyeci kaskını takar. Sesini değiştirerek) Merha ba Muhtar Rahvan! İyi günler sevgili dinle yiciler! (Kaskı çıkarır) Bizim Ihsan'ın sesi bi raz kalıncadır. Ne yapsın, sürekli duman yutmaktan böyle olmuş. İşin uzmanı ola rak sana bir soru sormak istiyorum İhsan. Şimdi ne olacak? Yani itfaiye bu kadını kurtarabilecek mi dersin? (Kaskı takar) Hiç sanmıyorum. (Kaskı çıkarır) Nee? Sanmı yor musun? (Kaskı takar) Hatta eminim. İtfaiyemizin bu kadar uzun merdiveni yok ki... (Kaskı çıkarır) Öyle miii?.. Eminim ki bu duruma çok üzülüyorsundur? (Kaskı
ÖMER: Serpil'e mi? Bu maallede ha? MİNE: l-ıh, Tülay. Benim yeni sınıftan. ÖMER: İki günde hemen arkadaş mı bul dun? MİNE: Hem de tam altı tane... Yok, beş buçuk diyelim. Ama Tülay en iyi arkada şım. ÖMER: Ben nerden bulucam arkadaş burda? MİNE: N'ebliym ben? Hem bulmak için araman gerek. ÖMER: Naşı yani? MİNE: Üfff! N'ebliym? (İskemleyle dolaş mayı sürdürür) ÖMER: Hey, bana bak! Duvarlara çarpıp duruyosun. Badanayı kazırsan annem de seni kazır. (Mine iskemleden kalkıp divana uzanır) Annem seni arıyo dışarda, hem de arabayla... MİNE: Niye? Bebek miyim ben? Baksana, burdaki apartmanların kaldırımları da bi zim eski maalledeki gibi rampalı. Eğer burda da tekerlekli iskemle yarışı yaparsan ço cuklarla, bi sürü arkadaş bulabilirsin heralde. ÖMER: İstemiyorum ben ööle arkadaş bulmak... Karnım acıktı. MİNE: (Teatral hareketlerle kalkar dolaşır) Vah vah! Vah vah! Bebeciğimiz acıkmış! (Ağabeyini öper) Vah vah! (Dışarı çıkar, mutfaktan alışveriş çantasını getirir, oda da içini boşaltır. İçinden para cüzdanı dö külür) Vah vaaaah! Balıcıklar, yumurtalar.süt, ve de-. ÖMER: Vah vaaah! Alışveriş yapmayı unutmuş! MİNE: Tüüüh! Nası oldu bilmem ki... ÖMER: Ben biliyorum. (Kafasını gösterir)
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 2 Burda bi vida eksik de ondan. (Mine ace leyle kapıya doğru koşar) Boşuna gitme, çoktan kapandı market. Ne yiyceez şimdi? (Araba sesi duyulur) MİNE: Eyvaaah, annem geliyoo! Ben bur da yokum. (Alışveriş çantasını başına geçi rir) ÖMER: Saklanıcaksan dooru saklan! MİNE: İyi de neriye? ÖMER: Kanapenin arkasına. (Mine kanapenin arkasına geçer) ANNE: (Dışarıdan) Mine! Ömer! ÖMER: Evet! Bacağını içeri al! ANNE: (Dışarıdan) Geldi mi sonunda? ÖMER: Ha? Kim? ANNE: (Dışarıdan) Kim olacak,Mine ta bii... ÖMER: Bilmem. ANNE: (Dışarıdan) Bilmez misin? Teker lekli iskemleyi kim içeri aldı peki? (İçeri gi rer) Noel Baba mı yoksa? (Bir bakışta Mine'nin kanapenin arkasında olduğunu an lar) Mine beni duyuyorsun, değil mi? Eğer seni kanapenin arkasından kendim çıkar mak zorunda kalırsam, dayağa karşı bir anne olsam da, kıçının üç gün kıpkırmızı kalacağına inanmanı isterim. (Mine ezile büzüle ortaya çıkar) Neredeydin sen baka yım?
MİNE: (Anlamadan onaylar) Hıı... ÖMER: Zaten herkes bi şiiler unutuyo, dii mi Mine? MİNE: (Olayı çakar) Tabii, tabiii... ÖMER: Anne:, beni sandalyeme oturtur musun? ANNE: Tabii... (Mine sandalyeyi getirir) Mine bana yardım eder misin? (Mine'nin yardımıyla Ömer'i sandalyesine oturtur) Ömer, neredeyse bir ton çekiyorsun. Biraz daha şişmanlarsan,belim kırılacak. ÖMER: O zaman sana da tekerlekli san dalye gerekecek. MİNE: Ben de isterim bi tane... ANNE: Üçümüzün de sığacağı kocaman bi tane yaptırırız, olur biter! İKİSİ: Tabii ya... Ne iyi olur. Aile boyu! MİNE: Kanatları ve ateşleme sistemi de olacak. (Mine Ömer'in koltuğunu odada dolaştırır. Ömer roket gibi oynar. Anne or talığı toplar)
pe cy a
MİNE: Dışarda. ANNE: Onu biliyorum. Ayağa kalk çabuk! Dışarıda nerede? MİNE: Çevreyi inceliyodum. ANNE: Saatin kaç olduğundan haberin var mı? MİNE: l-ıh...
kar) ÖMER: Sorun şu: Eğer ben evde yalnız ken yangın çıksaydı, ben yanıp kül olacak tım. Çünkü sen, benim tekerlekli iskemle mi koridorda unuttun. ANNE: (Girer. Ömer'in yanına oturur ve onu okşar) Kusura bakma Ömer. ÖMER: Boş ver Anne. Biz unuttuk bile, dii mi Mine?
ANNE: Yedi buçuk. İki saattir Ömer'in banyo iskemlesinin peşinde koşturdum. ÖMER: Alabildin mi sonunda? Arabada mı? ANNE: Laf karıştırma. Ondan sonra da se ni aradım sokaklarda. Burası daha bizim için yabancı muhit. Ömer'e gözkulak ol ması için rica edebileceğim tek kişi bile ta nımıyorum. ÖMER: Ama bi şi olmadı ki bana... ANNE: Ya bir yangın çıkaydı? ÖMER: O zaman İhsan beni kurtarırdı. (İt faiyeci kaskını takar) ANNE: İhsan mı? MİNE: (Ömer'in yanına oturur ve kaskı on dan alıp başına takar) Tabii. İhsan onun arkadaşı. İtfaiye Şefi İhsan Alevsöndürür! ANNE: Öyle biri yok ama! (Dışarı çıkmak için yerinden kalkar) ÖMER: Yangın da yok! ANNE: Ama olabilirdi. ÖMER: İtfaiye şefi de burada olabilirdi. ANNE: Kes saçmalamayı! Sorun şu:MİNE/ÖMER: Ya da Süpermen! ANNE: Ömer! Sorun şu: MİNE: Örümcek adam! ANNE: Mine! ÖMER: Betmen! ANNE: Kesin lütfen! Sorun şu:İKİSİ: Nedir? ANNE: Ee-...Şimdi de ben unuttum. (Çı
ÖMER: Uzay mekiği aile boyu tekerlekli sandalye! MİNE: Bununla taa ay'a kadar gidiceez ve oradaki bütün altınları toplıycaaz ve sona mutluluk içinde sonsuza kadar yaşıycaaaz! (Ömer'i çılgın gibi odanın ortasında çevirir) ANNE: Tamam. Ama önce Ömer'in banyo oturmalığını almalıyım arabadan. Bana yardım eder misin Mine? MİNE: Peki bana ne getirdin? ANNE: Mine bu alet hepimiz için gerekli. Bundan böyle bu aletle Ömer yalnız başı na banyo yapabilecek. Ömer sen de sofra yı hazırla bakalım. (Mine'yi elinden tutarak dışarı sürükler. Ömer mutfağa gider) MİNE: (Dışarı çıkarken) Ama ben de onunla banyo yapıcaam, dii mi? ANNE: Kızım oyuncak mı bu? Dünyanın parasını verdim ona... (Çıkarlar) (Ömer mutfaktan gelir tabaklarla. Dizlerinde kasetçalar vardır. Süpermen müziği. Tabak larla uçan daire gibi oynar, masayı hazır larken. Anneyle Mine girerler. Ellerinde Ömer'in banyo gereci vardır) MİNE: Ömer bak, işte bu! (Annesinin çev resinde dolanır) Ben açıyım mı? Ben açı yım mı? ANNE: Şimdilik banyoya koyalım. Yarın yerine monte edilecek. MİNE: Ama ben açmak istiyorum! ÖMER: Bunun benim olduğunu sanıyodum. ANNE: Yeter! Açacaksanız ikiniz birden açın. Ama dikkatli olun (Çıkar) ÖMER: Masanın üstüne koyalım. Dikkatli ol!
MİNE: İşte açılıyo...Aa bak, kırmızı. ÖMER: Tabii... Benim en sevdiğim renk. Çek şunun ucundan! MİNE: Dur yavaş! Parmağım acıdı... Am ma sağlam bantmış ha... ANNE: (Mutfaktan gelir) Mine, balıklar nerede? MİNE: Neler? Anlamadım! ÖMER: (Fısıldayarak) Balıklar! ANNE: Balıklar... MİNE: Işteee... (Oturmalığı paketten çıka rır) ANNE: Mine, sana bir şey sordum. MİNE: Nasıl kullanılacak bu? ANNE: Gerçekten... Nasıl kullanılacak aca ba? MİNE: Bunlar neleri? ANNE: Bunlar kolları canım... Ver baka yım! Bak şimdi. Bu alet banyonun içine yerleştirilecek, sonra kolları takılacak. Bu da uzaktan kumandası. Tut bakayım Ömer. Bununla musluklar açılacak. Su gel meye başlayınca bu koltuk yükselecek. MİNE: Tamam canım, suyla dolan balon gibi... ANNE: Böylece Ömer, kollarına tutunarak üstüne oturacak, tek başına. ÖMER: Sona küçük Ömer'cik uzaktan ku mandaya basacak, koltuk inecek ve bıcı bı cı yapıcaak. ANNE: Eveet, öyle olacak. Mine balıklar nerede? MİNE: Bu bozuk. Evet evet, su girer bu nun içine. Gerçekten! '; ANNE: Mine! MİNE: Herkes her zaman bi şiiler unutur/ Dii mi Ömer? ÖMER: Dooruuu... ANNE: Peki ne yiyeceğiz şimdi? ÖMER: Bu da dooruu... MİNE: Bildim! Demin gelirken görmüş tüm. Otobüs durağının yanında bi tane dönerci var. Her şey var onda. Herhalde kapatmamıştır daha. Hadi Anne, n'oluuur? ANNE: Aslında senin bu akşam yemek ye meme cezası alman gerekir ya... MİNE: Niye? Dönerciyi ben buldum. Önce ketçaplı patates kızartması, hem de mayo nezli, üstüne de bol bol döner ya da köf te... ÖMER: Bana sadece patates kızartması için izin var. IŞIK 2. RESİM (Mine odada yalnız. Elinde bir beze sardı ğı flüt var. Yerde bir çamaşır sepeti duru yor) ÖMER: (Girer.Game-Boy'la oynamakta dır) Baksana, 19. basamağa kadar geldim. Buraya kadar hiç gelememiştim. (Mine, yılana benzettiği flütle Ömer'in kulağına üfler) Defol! (Mine, yılanı Ömer'in boynu-
Süoermen'den Bile Kuvvetli • 3
MİNE: Merhamet efendimiz! (Kuşağı tu tan Ömer'i döndüre döndüre çevirir. İyice hızlanırlar) İşte bu da İmparatorluk kaza sı... (Kendini divana fırlatır. Kapı çalınır) ÖMER: (Mine yerinden kalkamadan) Ön ce ben! Açıyorum. (Kapıya doğru gider ken yolda durur) Kim acaba? MİNE: Komşudur. Gürültüye geldi her halde.
a
ÖMER: Ciddi misin? BASTON: (Dışarıdan) Kimse yok mu? MİNE: (Taklidini yapar) Kimse yok mu? BASTON: Daha sonra bir daha geleyim mi? MİNE: Hayır! ÖMER: Siz bilirsiniz... Bırak gelsin. BASTON: Adım Hüsnü Yazıcı. Komşunuzum. Bana Baston Hüsnü derler, ezilenle rin intikamcısı. Banyo koltuğunu monte etmeye geldim. ÖMER: Banyo koltuğu mu? Banyo koltu ğu! Tabii... Bi dakka! (Kapıyı açmaya gi der. Mine ortalığı toplamaya uğraşır. Ömer'le birlikte baston içeri girer. O da te kerlekli sandalyededir. Rocker'ler gibi gi yinmiştir.Onu görünce şaşkınlıktan Mine'nin ağzı açık kalır) BASTON: Adın ne senin arkadaş? ÖMER: Ömer işte... Sadece Ömer. BASTON: Merhaba Ömer. Ya senin? MİNE: Mine. Ezilen kızların intikam mele ği! BASTON: Bravo! Ezdirmeyin kendinizi. Herhalde çok mutlusunuzdur, sonunda yürüme engellilere uygun bir eve taşınabil diğiniz için. Merdivensiz, çekme kapılı, prizleri, elektrik düğmeleri yere yakın ve geniş bir tuvaletiyle banyosu olan... Gelgelelim dünyanın bir ucunda. Ne trene ne vapur iskelesine yakın. Otobüs desen, bin de görelim. Alışveriş yeri yok, pazar yok. Ezdireceğiz mi yani kendimizi böyle? Tabii ki hayır! Savaşa devam! Tamam mı arka daşlar?
pe
cy
na dolar. Ömer kızgınlıkla iter, flüt yere düşer) Tüh! Hadi işin yoksa baştan başla! (Mine çamaşır sepetinin başına gider ve içinden çıkardıklarını Ömer'e atmaya baş lar. Ömer de ona atar. Bir süre çamaşır sa vaşı yaparlar) N'apıyosun bununla? MİNE: Kirli çamaşırların renklilerini ayıracakmışım. ÖMER: Ayır bakalım. • MİNE: Soona da seninle oynıycakmışım. ÖMER: Aman kalsın. MİNE: Öööle mi? Teşekkür ederim. ÖMER: Bi şi diil. MİNE: Ama evde kalmak zorundaymışım. Dün çıktım ya... Birlikte bi şiiler oynarız. ÖMER: Ne oynıycaaz? Gene Doktorculuk mu? İstemez. MİNE: Ama bu kez Doktor sen olucaksın. (Ömer'i kenara iter) Buraya bakma sakın! (Elinde bastonuyla yaşlı bir kadın olur. Yer deki bir muz kabuğuna basarak düşer ve etinden et koparılıyormuş gibi bağırmaya başlar) Aaah, aaahh, aaah, bacağım! Imdaaat! Aaah! Şimdi sen ilkyardım olarak geliceksin. ÖMER: (Sandalyeyle gelir) Au-au-au-auuuu... (Mine'yi yüklemek ister) MİNE: Hastaneye gitmek istemiyorum. ÖMER: (Mine'yi bindirir ve taşır) Çok geç! Derhal ameliyat olmanız gerekiyor. 'MİNE: Ama ben ameliyat olmak istemiyo' rum. • ÖMER: Kes sesini! Bu masaya yatan her) kes ameliyat olur. Önce bir bakalım. (Mine'nin bacağına bakar) AhahlAhah! MİNE: Ahah ne demek? '; ÖMER: Ahah demek, ahah demektir. Du rum çok ciddi. Bu bacağın kesilmesi gei rek. MİNE: Niye canım? ÖMER: Kes sesini! Sen anlamazsın. Daha çok küçüksün! (Flütle bacağı keser. Mine önce karşı koyar, sonra güler. Gıdıklanmıştır) Tamam. Bacak gitti, hasta iyileşti. Bor cunuz 100 milyon beş bin lira. Bu da bas tonunuz. Zıplaya zıplaya evinize gidin. Bir an önce. Hadi kaybol. MİNE: Hadi zıplamaca oynayalım o za man. Ben senden bin kez daha iyi zıpla rım. (Ömer Mine'ye vurmaya çalışır önce. Çok kızmıştır. Sonra boynunu büker. Mine kırdığı potu anlamıştır) Özür dilerim Ömer. (Kardeşini kucaklar) Başka bi şi oy nayalım. Sen Roma İmparatoru ol! (Ömer'i çarşaflara sarar) Ben de Imparator'un çamaşırcıbaşısı olıyım, Imparator'un kirli çamaşırlarını ayırıyım. (Başına bir örtü örter) Merhamet, yüce İmparator, merha met! (Ömer'in ayaklarını öper) lii, pis kokuyo... (Düşer bayılır) ÖMER: İyice saçmaladın. Bak şimdi: İmpa rator acele Roma'ya gitmek zorunda. Ora dan kızarmış patates ve döner alacak. Sen de benim kölemsin ve benim arabamı Roma'ya kadar çekeceksin, tamam mı? (Mine'ye bir kuşak atar) Tut-şunu! Hadi köle, çek bakalım!
MİNE: Tamam. ÖMER: Naşı yani? BASTON: Yaşasın yürüme engelliler! Kah rolsun yürüyenler, dans edenler, hoplayanlar zıplayanlar! Özürlülerin tümüne sa vaş ilan edelim! MİNE: Ama... Ama, siz de özürlüsünüz. BASTON: Özürlü mü? Sen bana özürlü mü diyorsun? Yürüyemediğim için mi? Asıl yürüyenler özürlü. Yüreği olmadan yürüyenler. Beyni olmadan, duyguları ol madan! Arkadaşım: Bizler, yüreklerimiz ve beyinlerimizle insanlığı sözde özürlü olma yanlardan korumalıyız. Kanları donmuş zombilerden. Yüreksiz ve beyinsiz cana varlardan. Anlayışsız ve cahil politikacılar dan. Anlaştık mı dostlar? ÖMER: Yoo... MİNE: Ben varım. ÖMER: Ben özürlüyüm. Yürüyemediğim için. BASTON: Tamam. ÖMER: Peki kime karşı savaşmalıyım ya-
ni? BASTON: Kime olacak, aptal kafalılara. Yürüyebildikleri için kendini bir halt sanan lara. Otobüse bile almıyorlar bizi, en azın dan. ÖMER: Ee, naşı olucak bu savaş? BASTON: Nasıl mı? Baston Hüsnü'yle bir likte. Ezilenlerin intikamcısıyla. Bunun için geldim zaten. ÖMER: Haa, ben de siz banyo koltuğunu monte etmek için geldiniz sanmıştım. BASTON: Tamam canım, yapacağız. O sonraki iş. Önce bir çete kuracağız. Sonra sokaklara çıkacağız, gösteri yapacağız, or talığı karıştıracağız. Diğerleriyle aynı hakla ra kavuşana kadar savaşacağız. Ezilenlerin intikam meleği de bize yol gösterecek. Ta mam mı Mine? MİNE: Yaşasııın! BASTON: Bak şimdi: Savaş şarkımız da şu! Şarkı söyleyebilir misin? ÖMER: Yoo... BASTON: Zararı yok, ben söylerim. BASTON'UN SAVAŞ ŞARKISI Dikkat! Hazır! Koş! Start alalım! Yürüyelim, yola çıkalım. Siz baksanıza bize, kanmayız hilelerinize Ardahan'dan Edirne'ye Dolacak yollar engellilerle Yapın ne yapacaksanız ama Ezeriz, çıkmayın yolumuza. Öfkeliyiz, öfke tepemizde Eşit haklarIYoksa kötü olur! Eşit güçlerlHaliniz harabolur! Biz yürüme engellileriz Ama savaşmayı da iyi biliriz MİNE: Siz hiç dans ettiniz mi? Yoksa do ğuştan mı şeysiniz?BASTON: Tabii ettim. Ben spor öğretme niydim. Motora da binerdim, kazaya ka dar. MİNE: Motor kazası mı geçirdiniz? BASTON: Evet. Motor parçalandı ama, tutku içimde kaldı... Ya sen? Seninki de mi kaza? ÖMER: Yok. Ben doğuştan beri böyleyim. BASTON: Hiçbir şekilde yürüyemedin ya ni? ÖMER: l-ıh... (Bacaklarına vurur) Hiçbir duygu yok. BASTON: Anlıyorum... İkiniz de normal okula gidiyorsunuz, değil mi? MİNE: Ben evet, ama Ömer diil. BASTON: Neden? MİNE: Ee, o engelli de ondan. BASTON: Ama engelliler de normal okul lara gidebilirler. Haberiniz yok mu bun dan? Çok yazık. Sen hangi okula gidiyor sun peki? ÖMER: Okul servisi gelip alıyo beni sabah beş buçukta ve özürlüler okuluna götürüyo... BASTON: Beş buçukta mı? O saatte fırın-
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 4
cılar bile daha uyuyor yahu... MİNE: Ben de uyuyor oluyorum. ÖMER: Okul çok uzakta, n'aapalım? BASTON: Bak şimdi: Yarından itibaren se nin de normal okula gidebilmen için bir şey yapalım. Gidip okulu basalım örneğin. Ne dersiniz? ÖMER: Olmaz. Hem benim özel okulda çok sevdiğim arkadaşlarım var. BASTON: Onları da alırsın. MİNE: Ama onlar özürlü. Bööle bööle yapıyolar. (Taklitlerini yapar) Ne sööledikleri bile anlaşılmıyo... BASTON: Olsun. Onların da diğerlerinin arasına girmesi gerekli. Günün birinde herkes anlayacak. Ne eğlence ama! Nor mal okulda yürüme engelliler! Her sınıfta birkaç tane. Ya da yürüme engellisi olma yan sınıf kalmayacak. Yürüyebilenler! Kol layın kendinizi Biz geliyoruz! ŞARKI HEPSİ: Ardahan'dan Edirne'ye Dolacak yollar engellilerle Ardahan'dan Edirne'ye Dolacak sınıflar engellilerle. IŞIK
MİNE: Evet. Vee, işte bu da bi kulak. ÖMER: Kulak zamanından kalma dii mi? MİNE: Hayır. Bu ay insanının kulağı. ÖMER: Ben de bunları matematik gereç leri sanmıştım. MİNE: Ööle de denebilir. Bu taşlar her işe yarar. Hesap yapmaya, yazı yazmaya, oku maya, resim yapmaya, biriktirmeye, tart maya, keşiflere, öyküler uydurmaya, saç malamaya ve de oyun oynamaya... ÖMER: Oyun oynamaya mı? MİNE: Eveet... ÖMER: Matematik ödevi yapmak için sanıyodum. MİNE: Eveet... ÖMER: Ee saçmaladın ama... Hangisi için? Ödev mi oyun mu? MİNE: İkisi de aynı şey... ÖMER: Aynı şeymiş... Oyunla ödev, aynı şey demek? Aynı şey mi oyun oynamakla, şu ödevi yapmak yani? MİNE: Senin düşünceni bilemem. Ama bi zim okulda oyunla ders aynı şey. Bizim ça lışma gurubunda kim neyi isterse onu ya par. Sizin okulda bööle dii mi yoksa? ÖMER: Sen tam oynatmışsın. Olucak şey diil bu senin dediğin. Ama belki de senin gibi Pampers'li bebeklerin gittiği 2. sınıfta olabilir...
pe cy a
3.RESİM
retildiğini de ilk görüyorum. Köpek pislik leriyle de hesaplayabilirsin pekala. Bi sosis, bi sosis daa, yapar köpek kakası. (Mine'nin taşlarını masadan aşağı süpürür) MİNE: Yapmasana! (Yerdekileri toplama ya uğraşır) Bunlar köpek kakası diil. Bunlar benim müzelik taşlarım. ÖMER: Müzelik taş mı?.. MİNE: Tabii ya?.. Hem de taş müzesi. Sa yın Bayanlar ve Baylar! Bakın bu elimdeki, taş devrinden kalma bir taş. Bu da buzul zamanından kalma. Brrr, üşüdüm. (Eline silgi süngerini alır) Bu da bi sünger. ÖMER: O da sünger zamanından kalma galiba?
(Ömer masanın başında matematik ödevi ni yapmaktadır. Yüksek sesle kendi kendi ne konuşur. Derken oyuna başlar. Cetveli ni uzay roketi rampası gibi havaya diker. Kurşun kalemi de roket olur)
ÖMER: 5,4,3,2,1, sıfır! (Roket ateşlenir, havaya fırlar, bir süre uzayda kaldıktan sonra parçalanır. Masanın üstüne düşen parçaları, okul gereçlerini darmadağınık yapar) MİNE: (Dışarıdan) Hey hey heeey! Nerdesin? (Çekme kapıyı açar) ÖMER: Gürültü yapma, ders çalışıyorum. MİNE: Ben de çalışıcaaam. Masaya gele bilir miyim? ÖMER: (Gereçlerini yana çeker) Buyrun! MİNE: Teşekkür ederim. (Elindeki poşetin içindekileri masanın üstüne boşaltır. Taş parçaları ve bir yığın topraklara bulanmış maddeler Ömer'in okul gereçlerinin üstü ne dökülür) ÖMER: Heeey! Tozuttun galiba? N'aptıını sanıyosun? MİNE: Ödeev... (Taş-toprağı ayıklamaya uğraşır) ÖMER: Matematik, dii mi? MİNE: Aynen! (Havaya parmağıyla çizer) Bir taş çarpı bir taş yapar bir taş. İki taş kere iki taş yapar dört taş. Artı bir taş, bo lü bir taş bir ev yapar. ÖMER: Ne zamandan beri okulda böyle toz toprakla matematik ööretiliyo? Kendi ni Einstein sanıyosun galiba... MİNE: Ya ne sandın? ÖMER: Bööle pis şeylerle matematik öö-
MİNE: Hiç de bile... Tülay'ın ablası 5. sınıf ta. Onların sınıfında da bööleymiş. Hem bizde yaratıcı drama dersleri de var. Der sin ortasında bile canı isteyen öyküler anlatıyo, şiirler okuyo. Benim bi de sümüklü böceğim var, Ayla. Sınıfta bi köşe var. Her kes istediği gibi topladıklarını biriktiyo or da. Koleksiyon gibi yani... Dün bi şiir yaz dım Ayla için. Okıym mı? ÖMER: İstemez. İstemez dedik! (Duyma mak için kulaklarını tıkar ama Mine'yi dur durabilmek olası değildir) MİNE: Ayla oturur küçük, kahverengi bi evde/Çalınca evinin kapısını, çıkarır başını dışarı./Vardır iki uzun boynuzu, ucunda kara noktaları,/Dokununca boynuzlara, çeker kendini İçeri./Aslında bu yapılmama lı, çünkü çok acır canı. (Ömer masada ne varsa Mine'nin kafasına atar) ÖMER: Demek tam dersin ortasında ha... MİNE: Evet efendim. Ömer baksana, sen bizim okulda olsan, hep ööle tekerlekle sandalyede oturmak zorunda kalmazsın.
ÖMER: Naşı yani? MİNE: Ee seni rahat bi koltuğa oturturlar da ondan. Istemiyo musun bizim okula gelmek? ÖMER: İstiyorum da... Naşı olcak bu? MİNE: Hem bi sürü de arkadaşın olucak, düşünsene. Hem de bunlar engelli diil, yü rüyebilenler. Sevinirsin dii mi? Ben şimdi den seviniyorum, birlikte aynı okulda olucaaz diye. (Masadaki taşlarla, uzay taşlan gibi oynamaya başlar. Garip sesler çıkara rak oynar. Ömer sinirlenmiştir, birden ko nuşmayı kestiği için) ÖMER: Bana bak, iyice sinirime dokunma ya başladın! MİNE: Sen de benim... Ooorrhaa, vııın, ciuuuv... ANNE: (Dışarıdan) Merhaba çocuklar! (Çocuklar yanıt vermezler. Anne girer) Ne yapıyorsunuz bakalım? Bu taşlar da ne böyle?.. ÖMER: Anne bunlar öyle senin bildiğin taşlardan diil. Bunlar Mine'nin okuldaki öy kü anlatma ve de matematik yaparken kullandığı taş kolleksiyonu. MİNE: Bravooo! ÖMER: Vee, vee, ben de onun okuluna gitmek istiyorum. J MİNE: Yaşasııın! (Ömer'i kucaklar) Hali ka, dii mi anne? ANNE: Tabii. Bence de çok iyi olur. Hem de ben bunu, şu Baston Hüsnü gelmeden çok önce düşünmüştüm. Daha bu mahal leye taşınmadan önce Mine'nin okuluna', başvurmuştum. ÖMER: Bana hiçbi şi sormadan, ha? ANNE: Eğer herhangi bir şekilde olmazsa, : üzülmeyesin diye yavrum. MİNE: Her özürlü ve engelli çocuk, nor mal okula gidebilir dedi Baston Hüsnü. ÖMER: Ama sen bilmiyodun ki, benim Mi ne'nin okuluna gitmeyi istediğimi... ANNE: Anne, babalar, engelli çocukları için okula başvuruda bulunuyorlar. Oku lun da bu başvuruyu kabul ya da ret hak kı var. İşte bu ret cevabı da bugün geldi. Yani sizin anlayacağınız, ikinizin aynı oku la gitme fikri suya düştü. (Çıkar) ÖMER: Rezillik! ANNE: (Dışarıdan) Biraz terbiyeli olalım. MİNE: Rezilliğin önde gideni! ANNE: (Girer) Mine! ÖMER: Olamaz bööle bi şii! Beni daha tanımıyolar ki, nasıl istemiyebilirler? ANNE: Seni istemiyorlar diye bir şey yok zaten yavrum. Sorun para sorunu, Yürüme engellilerin normal okullara gidebilme leri için, okulda büyük tadilatın, yani ona rımların, değişikliklerin yapılması gerekir. MİNE: Kuyruklu yalan! Benim okulumda iki tane yürüme engelli var bile. Bi kız, bi oğlan. ANNE: Tamam. Kaçıncı sınıfa gidiyorlar peki? MİNE: Birinci sınıfa. ANNE: Evet biliyorum. Bunu söylediler ba na.
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 5
ÖMER: Ee? Oluyomuş demek işte... ANNE: Evet ama... Yani hayır. MİNE: Nası hayır yani?.. Ben her gün gö rüyorum onları okulda. ANNE: Susun da anlatayım. Mine'nin okulu çok iyi bir okul. Öğretmenler de öy le. Mine'nin öğretmeni, bütün çocuklar için en iyi sistem olduğu kabul edilen bir tür drama takviyeli ders programı uygulu yor. MİNE: İşte! Tam da sana annattığım gi bi... ÖMER: Bütün bunları annadık da neden ben -
SÜMÜKLÜBÖCEK ŞARKISI MİNE: Haydi gel çık evinden dışarı Uzat o güzel boynuzlarını Haydi gel çık evinden dışarı Görsünler senin kim olduğunu. Eğilip büzülme öyle Kimse aldırmaz eğilenlere Islanmaktansa yağmurda Boğulmak iyidir denizde Rahat yoktur sümüklüböceğe O da hep kızar rahatsız edenlere Büzülüp durma sürekli evinde Yoksa ezerler seni her yerde.
cy a
ANNE: Susun da sözümü bitireyim. Altı ay kadar önce okul müdürünün gayretleri so nucunda, okula beş tane engelli çocuğun alınması kabul edilmiş. Ama bu bir sürü masrafa patlamış tabii. Rampaların yapıl ması, özel tuvaletler, çekme kapılar gibi. ÖMER: İyi işte. Madem yapılmış bunlar, o zaman neden ben ayrıca masraf açıyorum okula? ANNE: İşte sorun burada. Bu yapılanlar bütün okul için geçerli değil. Sadece 1.sı nıf için ve giriş katında. Oysa sen 4. sınıfa •gidiyorsun. Bunun için de ikinci bir öğret men gerekli. .MİNE: Annamadım. Neden ikinci öğret men gerekiyo? ÖMER: Ve sen de bu palavraya inanıyosun, dii mi? T^NNE: Palavra değil bu. İçinde engellilerin [bulunduğu her sınıf için ayrı bir pedagog .öğretmen bulundurulması gerekiyor, ya-saya göre. Müdürün de bu konuda yetkisi ;yok, yeni bir öğretmen almak için yani. Bu •'yüzden seni okula alamıyor. Bu durumda ' ben de ona ister istemez hak veriyorum. ÖMER: Ama bana hak vermiyosun! MaN dem onunla bu kadar iyi anlaşıyosun, ev len bari onunla. • MİNE: Evet. Ben de Baston Hüsnü'yle ev lenirim. Birlikte okukın altını üstüne getiri riz, Ömer okula kabul edilene kadar. ANNE: Çocuklar! Herhalde Ömer'in bu okula alınmasını isteyenlerin en başında ben gelirim. ÖMER: Yaa, ama benim haberim olma dan, ne işler çevirmişsin. Keşke Baston Hüsnü'yle birlik olsak da, onun dediklerini uygulasak... ANNE: Kim bilir? Belki de haklısın... Özür dilerim Ömer. Bir daha sana sormadan hiçbir girişimde bulunmayacağım. Baksa na, bu Baston Hüsnü, daha önceden öğ retmen miymiş? MİNE: Evet. Ama o senin gibi her şeyi bu kadar kolay kabullenmez herhalde... ANNE: Onunla bir kez daha konuşsam iyi olacak galiba... ÖMER: Evet, tabii. Hemen şimdi. Biz ol madan konuş istersen hem de... MİNE: Tabii... Çünkü o bize, yani biz, (Ömer'in elini tutar) yani bizim gibi, (An nenin elini de tutar) yani annayın işte, (İki sinin de kollarını havaya kaldırır) ööle sevi
niyorum ki...Ömer'le aynı okula gidiceez! ANNE: Dur, dur, hemen sevinme. Mine, çok acele ediyorsun. Yavaş ol biraz. ÖMER: Yavaş, yavaş!.. Yavaşlıktan hiçbi şi çıkmaz. ANNE: Ömer! MİNE: Bi sümüklüböcek şiiri daa yazdım. ÖMER: Yapma! (Kulaklarını tıkar. Mine Ömer'in kafasını tıklatır. Ömer kulaklarını açar. Mine kulağına konuşur) MİNE: Birlikte okuyalım mı, şarkı gibi? ÖMER: Defol! (Tekrar kulaklarını kapatır) ANNE: Haydi söyle de dinleyelim. ÖMER: Tam siper! (Divanın arkasına sak lanır, çantasını kafasına geçirir)
Tek elin nesi var İki elin sesi var Üç elin büyük kuvveti var Bu yüzden söylüyoruz işte:
pe
(1.kıtanın tekrarı)
IŞIK
4.RESİM
(Bir arsa. Tel örülerle çevrilerek yoldan ay rılmış bir bölümü var. Tel örgülerin arasın da büyücek bir delik var. Tel örgünün iç kısmında bir kenarda, üstü brandayla ka patılmış bir kum havuzu. Deniz, tel örgü nün içinde bir futbol topuyla oynamakta. Topu tele atıp tutarak kalecilik yapar ve bir yandan da futbol maçı anlatan spiker ler gibi konuşur) BEKÇİ: (Dışarıdan) Hey! DENİZ: (Sağına soluna bakar) N'oluyo? (Oyununu sürdürür) BEKÇİ: (Dışarıdan) Bana bak, burası oyun yeri değil, anladın mı? Haydi kaybol! DENİZ: Biz nerde oynıycaaz? Otoyolda herhalde ha? (Oyunu sürdürür) BEKÇİ: (Dışarıdan) Küstahlık istemez. Bu rası inşaat alanı. Senin iyiliğin için söylüyo rum. Burasrtehlikeli, anladın mı? DENİZ: Tehlikeli olucak ne var ki burda? BEKÇİ: (Girer) İnşaat yapılacak oğlum bu raya.
DENİZ: Neriye? BEKÇİ: Buraya dedik ya işte. DENİZ: Ya, ya, üç yıl sona belki, ha? BEKÇİ: Ne zamansa ne zaman. Yapılacak dedik. Haydi kaybol! DENİZ: İyi. İnşaat yapılana kadar oynarım ben de... BEKÇİ: Olmaz! Tehlikeli dedik. DENİZ: Tehlikeli olucak ne var, annama dım? BEKÇİ: Burası özel arsa, anladın mı? Hay di, defol şimdi! (Deniz delikten dışarı çı kar. Bekçi tam gitmek üzereyken tekrar gelir, deliğe yanaşır) DENİZ: Ne inşaatı yapılıcak? BEKÇİ: (Çıkmak üzereyken durur. Deniz'in dışarıda olduğunu görünce bir şey yapa maz) Park yeri. Defol! DENİZ: Niye oyun yeri diil? BEKÇİ: (Sabırsızlanır) Bak şimdi: Yetişkin ler akşam işlerinden döndüklerinde, ara balarını bir yere park etmek zorundalar. Bütün sokaklar dolu oysa. DENİZ: Çocuklar da okuldan geldikten onra dışarıda oyun oynamak isterler. Ama bütün sokaklar dolu. BEKÇİ: Akıl taşıyor canım senden... Gel buraya bakayım, görelim ne kadar akıllı ol duğunu. Gel, gel, korkma! (Deniz delik ten içeri girer. Bekçinin yanında uslu uslu durur. Yine de her olasılığa karşı topunu arkasında saklar) Bak bakalım çevrene! Ne görüyorsun? DENİZ: Hiiiç... BEKÇİ: Koskocaman bir hiç, değil mi? İşte bu hiç, altın değerinde. DENİZ: Ne altın değerinde? BEKÇİ: İşte bu! (Toprağa vurur ayağıyla) Buna arazi denir. Sana bir şey söylemeyebilir, ama arazi demek para demektir. Pa ra vererek bu araziyi alanlar da, paralarını bir an önce geri almak isterler. DENİZ: Niye? BEKÇİ: Daha fazla kazanmak için. DENİZ: Niye? BEKÇİ: Daha fazla arazi almak için. DENİZ: Niye? BEKÇİ: Daha da fazla kazanmak için. Bu yüzden de çocuklar için oyun yerleri ol maz. (Deniz'i kolundan yakalar ve deliğe doğru götürür) Anladın mı şimdi? DENİZ: Çoktaan... BEKÇİ: İyi. Haydi bakalım, al voltanı şimdi. Haa, eğer seni bir daha buralarda görür sem, polise haber veririm, ona göre. (Bu nu söylerken, Deniz'i kolundan tuarak kendine doğru çekmiştir. O sırada dışarı dan oraya gelmekte olan Ömer'i tekerlek li sandalyesiyle görürler. Bekçi dona kal mıştır) Zavallı çocuk! Spastik. (Deniz'in ku lağına söyler. Deniz, hayretle Ömer'e bak maktadır. Bekçi, kafasını işaret eder, Ömer'in geri zekâlı olduğunu belirtmek için) Kafadan... Anladın mı? (Ömer'in dik katle kendilerini izlediğini görür) Evet, evet, burası özel mülkiyet! (Yavaşça) Za vallı! Gerçekten... Bunların bu dünyada ne
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 6
MİNE: (Topu ustaca ayağıyla stop eder) Hepsinde. Cahkurtaranlık bile yapabilir. (Vurmaya hazırlanır) DENİZ: (Mine'ye doğru yürür) Çiklet ister misin? Al. (Mine'ye bir çiklet verir. Kendisi de bir tane çıkarır ve usta bir hareketle kâ ğıdını soyduğu çikleti havaya atar, ağzıyla kapar) Benim adım Deniz. MİNE: Ben de Mine. (Konuşmaya ve oyu na ara verirler. Deniz brandanın üstüne oturur. Mine'ye, ağabeyini çağırması için sabırsızlandığını belirten hareketler yapar. Mine kalkar. Ceketini alır, tam delikten çıkmak üzereyken Deniz kolundan tutar) DENİZ: Baksana, demin burda ne gördüm biliyo musun? MİNE: Ne gördün? DENİZ: Spastik bi çocuk. MİNE: Nerde?
pe
DENİZ: Buraya girmek yasak! MİNE: Niye yasak? DENİZ: Burası özel mülkiyet. MİNE: Bi şii yapmıyorum ki ben... (Hayvanıyla uğraşır. Deniz yine eski oyununa dönmüştür. Topu telörgüye vurdurup du rur. Mine'nin dikkatini çeker) Futbol topu mu o?
DENİZ: (Telörgünün üstünden topu Mi ne'ye atar. Aşağıdaki konuşmalar, topun telörgünün iki tarafından birbirlerine gidip gelmesi sırasında geçecektir) Senin erkek kardeşin mi var yoksa? (Mine'nin başını olumlu sallaması üstüne) Kaç yaşında? MİNE: Eh, senin kadar işte... DENİZ: Futbol oynamasını biliyo mu? MİNE: Tabii... Okul takımında oynuyo. DENİZ: Nerde?Savunmada mı? MİNE: Yok, ileride. Forvet oynuyo. Golcü. DENİZ: Burlarda mı oturuyosunuz? MİNE: Hır... Yeni taşındık burıya. DENİZ: (Kasılarak) Ben kaleciyim. Ne der sin, benimle oynar mı? MİNE: Niye oynamasın? DENİZ: Tamam. Ben de onunla oynarım. Haber verir misin kardeşine? MİNE: Beni de oynatırsan... DENİZ: Oldu. Geç bakalım önce bu tara fa. İşte, burası kale. (Mine delikten içeri geçer. Deniz, bir kale yapar. Mesafeyi ayarlar ve topu diker) MİNE: (Vurmaya hazırlanır) Ağbim ayrıca çok da iyi yüzer. (Topa vurur. Deniz'i ters köşeye yatırmıştır) Madalyası bile var. DENİZ: (Topu tekrar Mine'ye atar) Kulaç ta mı?
a
BEKÇİ: Ba,ba,baanaa bi, bii, doon-duurma-a-a verir,rr,mis-iin-iizz-zz? (Dondurmayı alır gibi yapar) Tee-Şek,küü,rr,ede,ede,ede,riim. (Dondur mayı ağzı yerine gözüne sokar. Deniz gül mekten kırılır) Tam böyleler ama, değil mi?.. Neyse, biraz gülmek olmasa bu ha yat çekilmez, doğru mu? Haa bak, polisi unutma, tamam mı? DENİZ: Tamam. (Bekçi gittikten sonra o da çıkar evine gitmek için. O sırada diğer taraftan Mine girer. Brandanın altında sü müklüböceği vardır, onu beslemeye gel miştir. Delikten geçer, Deniz'i görmez. De niz deliğe yaklaşır ve Mine'yi gözlemeye başlar) Hey, baksana! MİNE: (Başını kaldırıp aranır, Deniz'i gö rür) Ne var?
na. (Kızmıştır. Ceketini alır ve gitmeye davranır. Brandanın yanına gider, hayvanıyla vedalaşır) DENİZ: Neriye gidiyosun? MİNE: (Delikten telörgünün öbür tarafına çıkmıştır) Kardeşime.
cy
işi var, anlamam! Kimsenin bir işine yara mazlar. Yani, kendileri de bir şey anla mazlar ki hayattan... Okusa okuyamaz, çalışsa çalışamaz... (Bekçi, elini sallar Ömer'e, yüzünde sahte bir gülücükle. De niz de aynı şeyleri yapmaya çalışır. İkisi de Ömer'e acıdıkları için güya onun hoşuna gidecek şeyler yapmaya çalışmaktadır. As lında ikisi de bu halleriyle tam geri zekâlı görünümdedirler. Bekçi cebinden bir şe ker çıkararak, tel örgünün üstünden Ömer'e atar. Bir tane de Deniz'e verir. De niz şekeri alır ve nasıl yenileceğini büyük hareketlerle Ömer'e göstererek yemeye çalışır, sirkteki maymunlara gösterir gibi. Ömer, sinirinden ve kızgınlıktan patlaya cak gibidir. Sandalyesini çevirir ve uzakla şır) Allah'a şükret ki geri zekâlı değilsin! DENİZ: Siz de öyle... (İkisi de gülerler. Bekçi, aklı sıra bir zekâ özürlünün taklidini yapmaya uğraşır)
DENİZ: Gördüğün gibi... MİNE: Maç yapalım mı? (Ceketini çıkarıp hazırlanır) DENİZ: Kalsın. MİNE: Neden? DENİZ: Kızlarla oynamam. MİNE: Kimlerle oynarsın ya? DENİZ: Kendimle. MİNE: Tek kişilik takım, ha? DENİZ: Eskiden burda bi sürü arkadaşım vardı...
MİNE: Nerdeler şimdi? DENİZ: Hepsi toz oldu. Burdaki evlerin tü münü yıktılar, şu pis otoyolu yapmak için. MİNE: Anladım. Hadi, maç yapalım mı? DENİZ: (Az düşünür) Hayır. (Elindeki to pu telörgüye atar. Top Mine'nin başını sı yırır. Mine kenara kaçar. Deniz topu hep aynı şekilde atmayı sürdürür) MİNE: O zaman sen de kendi kendine oy
DENİZ: Tekerlekli sandalyedeydi. (Bekçi'nin yaptığı taklitlerin aynısını yapar) Ko mik dii mi? MİNE: Hiç de komik diil'bence. DENİZ: Niye? Bence çok komik. MİNE: (İyice sinirlenmiştir) Diil dedik! DENİZ: Onlar çok matrak bence. Çünkü-. (Parmağıyla alnına vurur) Burası sakat. MİNE: Ööle mi? Nerden biliyosun baka lım? (Telörgüye yaklaşır) DENİZ: (Mine'nin tavrından alınmıştır) Ni ye kızıyosun annamıyorum? (Bu sırada sandalyesiyle Ömer sahneye girer) Aa, işte o, gene geliyo... (Görünmemek için kulise
kaçar. Ömer selam vermek için elini kaldırırsa da, Mine bir şey çaktırmadan bekle mesi için bir işaret yapar. İzleyen diyalog lar, Deniz'in kuliste saklanarak konuşma sıyla olacaktır) Heeey, spastik! MİNE: (Deniz'in yanına giderek) Baksana, nerden biliyosun onun spastik olduğunu? DENİZ: (Alçak sesle) Yaa, senin gözlerin yok mu? MİNE: (Alçak sesle) Peki, kafadan sakat olduğunu nasıl anlıyosun? DENİZ: Hepsi birbirine benzer bunların. MİNE: Soralım mı? DENİZ: Neee?.. Naşı yani?..Bilmem ki... MİNE: Neden olmasın? DENİZ: Ne sorucaaz ki? MİNE: Isırır mı dersin? DENİZ: Saçma!.. N'ebliym ben, hiç bööle biriyle konuşmadım şimdiye kadar... MİNE: Onlar hakkında epey bilgili olduğu nu sanıyodum. (Ömer'e doğru gider) Meraba! (Alçak sesle) Sakın çaktırma! (Yük sek) Bak, bu Deniz! Yeni tanıştık. Meraba desene Deniz. DENİZ: (İstemeye istemeye elini sallar) Meraba! ÖMER: (Deniz'in taklidini yaparak) Mera ba! DENİZ: (Mine'ye) Bunun adı ne? MİNE: Kendin sorsana! DENİZ: Senin a-a-adın-adın ne senin? ÖMER: Kekeme misin sen? (Mine güler) DENİZ: Yoo... Neden? ÖMER: Çünkü... Çün-kü-ü-ü bö-böö-le ko-., ko-konuş-tun da. (Mine kahkahalar atar) DENİZ: (Mine'ye) Tanıyo musun sen bunu? MİNE: Adı Ömer. ÖMER: (Mine'ye) Adı ne bunun? DENİZ: (Mine'ye) Deniz. (Mine'yi kenara . çeker) Bana bak, neden doorudan benim le konuşmuyo bu? MİNE: Ee, sen de konuşmuyosun onunla doorudan... DENİZ: (Şimdi iyice kızmıştır) Baksana,' sen domuzdun yana mısın, benden yana mı? MİNE: Ben ağabeyimden yanayım. (Telör- günün deliğinden geçerek Ömer'in yanına gider) DENİZ: (Aptallaşmıştır. Bir süre susar) Nee, ağabeyin mi? MİNE: Aynen. (Deniz gitmeye davranır. Mine de Ömer'in sandalyesini iterek ters taraftan çıkmaya hazırlanır) DENİZ: (Tekrar gelir) Anladım. Sen bana iki kardeşin olduğunu söylememiştin ta bii... MİNE: Yok ki sööliyim. DENİZ: Biraz gelsene burıya. (Mine biraz durakladıktan sonra telörgüden geçerek Deniz'in yanına gider. Deniz, onu kenara çeker) Sana bi şi sorucam. MİNE: Sor hadi, ne sorucaksan? (Deniz, Mine'yi bu kez diğer kenara sürükler ve birtakım jestlerle çılgınlar gibi hareketler yapmaya başlar) Kendin sorsana!
Süpermen'den Bile Kuvvetli- 7 DENİZ: (Mine'yi tekrar başka yere çeker) Annasana, ben soramam işte... MİNE: Niye soramıyo muşsun? DENİZ: (Ömer'i işaret eder) Öff bee, anna artık... (Yine deli işaretleri yapar) ÖMER: (Seslenir) Sesini kaybetti galiba... DENİZ: Hayır, sesimde bi şi yok. (Tekrar Mine'ye deli jestleri yapar) ÖMER: Yok , yok, sanırım sen gerçekten dilini yuttun. (Deniz, Ömer'e bakar. Mine, Deniz'i Ömer'in yanına doğru itekler) DENİZ: (Az düşünür) Hey, baksana, sen gerçekten şey, (Ömer'le Mine ona öyle bir bakarlar ki, spastik demesi için yüreklendi riyor gibidirler)yani, spastik misin? ÖMER:Yoo... MİNE: Gördün mü?
ÖMER: (Topu elinde tutar. Çok kızmıştır) Numara yaptın. Topu yakalamaya uğraş madın bile. DENİZ: Yok canım, sahiden tutamadım. ÖMER: Sana gol atamayacağımı sanıyo sun dii mi? DENİZ: Attın ya canım demin... (Mine to pu tekrar Ömer'e atar. Ömer kafayla vu rur, yine gol. MİNE: (Deniz'e) Eğer vuruşların da kaleci liğin gibiyse, şaşılacak bi şi yok, tabii kim se oynamaz seninle. DENİZ: (Topu kapar) Bak şimdi, ööle bir hızlı vurucaam ki, şaşıcaksın. ÖMER: Ne kadar hızlı? DENİZ: İşte bu kadar hızlı. (Diktiği topa öyle bir vurur ki, top telörgüden aşarak kulise gider) Tüh! Taa neriye gitti... Eyvaah, şu herif de orda işte. Aa, topu da aldı, iyi mi?
pe cy a
DENİZ: Ööle mü? Haa, şimdi annadım. Yürüyememe numarası yapıyosun. (Mine gülmekten ölür) Ulan iyi be! Ne numara 'ama?.. (Kum havuzuna doğru gider) Gelsene burıya! (Mine deliği daha da genişle. tir. Ömer içeriye gelir) Neydi adın? ÖMER: Ömer. DENİZ: Deniz. (El sıkışırlar. Ömer, Deniz'in elini o kadar kuvvetle sıkar ki, Deniz kum 'havuzuna devrilir. Tekrar ayağa kalkar) -, Hadi, in artık şundan. Biraz da ben bini yim. ÖMER: İnemem. Ciddi soluyorum, felçli y i m ben. Yürüyemem ki... DENİZ: Ee, o zaman spastik işte bu. Ger çekten. ÖMER/MİNE: Diil dedik! ÖMER: Benim hastalığımın adı Spina Bifi-
(Denizle Mine gülerler) DENİZ: Ben bacaklarımla bile yüzmesini bilmiyorum. ÖMER: Buna tozuturum işte. DENİZ: Niye? MİNE: Senin her tarafın özürlüymüş dese ne... Hadi Ömer! (Topu alır ve Ömer'e atar) Futbol oynayalım! (Topu atar, Ömer kafa vurur) DENİZ: Harika be! Hadi, birlikte oynıyalım. (Eldivenlerini giyer) Burası kale. İddi aya girerim ki bana gol atamıycaksın. (Mine topu Ömer'in kafasına doğru atar. Ömer kafayı vurur. Deniz topu tutamamış numarası yaparak golü yer) Gool! Gool! Harika! Bravo!
da. Ayaklarım kötürüm. DENİZ: (Biraz düşünür) Haa, yani kafada bi şi yok. Yani şey gibi diil. (Tekrar geri zekâlı taklidi yapar) Spa-spa-spa-. ÖMER: Spastiklerin de kafalarında bi şi yok. Gayet iyi düşünebiliyolar. Konuşma özürlüler yalnız. MİNE: Bu yüzden manyak insanlardan, kendileri hakkında manyakça espriler ya panlardan nefret ediyolar. Aynı senin yap tığın gibi. (Ömer, ağzı açık bakakalan De niz'in ağzına bir fıstık sokar) DENİZ: Ee, şey, tabii, olabilir. (Mine'ye) Yüzebiliyo demiştin, dii mi? ÖMER: (Mine'ye) Niye bana sormuyo da, hep seninle haber yolluyo? MİNE: Bilmem. ÖMER: Ne sordu?
MİNE: Gerçekten yüzebilip yüzemediğini. ÖMER: (Elini boru yapıp bağırır) Ona sole. Sorusunun yanıtı evet'tir. DENİZ: Tamam canım, annadık. Özür di lerim. ÖMER: Ona sööle, özürü kabul.edilmiştir. DENİZ: Ööf, tamam dedik işte... Konuş artık güzel güzel... ÖMER: Hiç durmadan 500 metre yüzebili rim. DENİZ: Bacaksız? ÖMER: Olur mu hiç? Onları da alıyorum yanıma. Yoksa denize girerken bacakları mı kumsalda bıraktığımı mı sanıyosun?
ÖMER: Git al o zaman. DENİZ: Bi daa burıya gelirsem polis çaarıcaanı sööledi. ÖMER: Niye? Bizim yüzümüzden mi? DENİZ: l-ıh... Seni zararsız buluyo. Eyvah, burıya geliyo işte. (Kaçmaya davranır) MİNE: Ömer hadi biz de kaçalım. (Ömer'in sandalyesini yakalar) ÖMER: Niye? Siz kaçın. Ben hallederim işi. Çabuk! Kaçın siz! MİNE: Gel, mağaraya gizlenelim. (Branda'nın altına girerler) BEKÇİ: Ulan velet, nereye saklandın baka yım, ha? (Elinde topla girer. Telörgü bo yunca aranırken, Ömer'i fark etmez) ÖMER: Aloo? BEKÇİ: (Döner. Ömer'i görür, ona doğru gider ve geri zekâlıya hitapeder gibi) Kü çük bir çocuk sen var görmek? (Ömer ba şıyla onaylar) Nerede? (Ömer parmağıyla kendini işaret eder) Hayır, futbol topu olan. (Ömer onu gösterir) Yok canım, ben değil! Küçük, küçük! (Kollarıyla kendisinin yetişkin olduğunu anlatmaya çalışır) Senküçük-çocuk. Ben küçük,bir -çocuk-aramak, kötü-kaka-çocuk. ÖMER: Ha! (Bekçi'yi işaret eder) BEKÇİ: Kaka! Anladın mı? Kötü çocuk! (Parmak sallar) Kaka çocuk! Hani böyle ya parlar. (Dilini çıkarır) Ya da böyle. (Nanik yapar) Ya. Çok kötü çocuk. Sopa istiyor.
Hem de esaslı bir dayak. (Ömer bekçinin eline vurur) Ayy! Yok-yok-ben-değil. Kü çük çocuk diyorum. (Ömer kendini göste rir) Topu olan dedim. ÖMER: Top-to-op! (Topu almak için kolla rını uzatır) BEKÇİ: Evet bak, buna futbol topu denir. (Topu yere koyar) ÖMER: (Uzanıp topu alır) To-op-top! BEKÇİ: Şimdi söyle bakayım: O topu olan çocuğu gördün mü? ÖMER: Evet. BEKÇİ: Nerede? ÖMER: (Topu havaya kaldırır, kendini işa ret eder) Burda. BEKÇİ: (Çıldırmak üzeredir) Olamaaaz! ÖMER: Oluuur! BEKÇİ: Şimdi çıldıracağım. (Gitmeye dav ranır) Delilerle deli olur insan zaten. ÖMER: (Elinde topla delikten dışarı çıkar) Buraya baksanıza! BEKÇİ: (Geri döner. Şaşırmıştır) Evet? ÖMER: Bööle sizin gibi salakların arada bir kafalarının içini kontrol ettirmeleri ge rekir. Ha ayrıca, topu getirdiğiniz için de teşekkür ederim. (Bekçi Ömer'in peşinden gitmek isterken, Deniz ve Mine brandanın altından çığlıklar atarak dışarı fırlarlar. Bekçi korkarak geri çekilir. Çocuklar delik ten öbür tarafa geçerler) DENİZ: Ne numaraydı be! IŞIK 5.RESİM (Ev. Mine suluboyalarıyla resim boyar. Ömer yürüteçle ayakta yazı masasının önünde durmakta. Kapı çalınır) MİNE: Ben açarım! ANNE: (Dışarıdan) Hayır Mine! Ömer aça cak. (Girer) Haydi bakayım Ömer. ÖMER :Oof, bu lanet yürüteçle iki günde giderim kapıya. ANNE: Eksersiz yapmazsan, böyle olur ta bii. (Ömer söylenerek ve zahmetle kapıya doğru gider. Kapı bir daha çalınır) MİNE: Ben biliyorum kim geldi? Benim ar kadaşımdır. (O da dışarı çıkar) DENİZ: (Dışarıdan) Meraba. Evde misiniz? MİNE: Aa, sen misin? Gel... (Üçü birden içeri girer. Deniz, elinde bir çikolata kutu suyla, biraz çekingendir) ANNE: Hoş geldin... Adın ne senin? DENİZ: De-de-niz-deniz. MİNE: Arada kekeler bööle. DENİZ: Hiç de diil. ÖMER: Deniz benim yeni arkadaşım. ANNE: Haa, şu futbolcu olan. ÖMER/DENİZ: Evet. ANNE: Ömer'e konuk olarak gelmen çok ince bir davranış. Gel otur. (Kanapenin üs tündeki dergi vs. yi toparlar) Mine şu dağıklığı biraz toplasan olmaz mı?.. Hadi gü zel güzel oturup konuşun, oynayın ne ya parsanız yapın işte. Benim biraz işim var.
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 8
cy
a
DENİZ: (Bir iki debelenir, başaramaz) Na şı kalkıcam yaaa... ÖMER: Şimdi çikolatayı hak ettin. (Mine hemen bir çikolata getirir. Deniz'e vermek isterken Ömer elinden kapar) Olmaz, yağlanırsın soona... (Mine onun elinden alır çikolatayı) Şimdi sıradaaa, iskemle nu marası var. (Elleriyle bacaklarında trampet çalar. Mine, Deniz'in yanına bir iskemle getirir) Hadi, iskemleye tutunarak kalk ba kalım. DENİZ: (Biraz uğraşır, beceremez) Ben fok balığı mıyım be? ÖMER: Uğraş bakalım biraz. (Deniz debe lenir. Fok balığı sesleri çıkarır. Mine karşısı na geçer, balık uzatır gibi yapar) MİNE: Hadi, hadiii, susta dur bakayım! ÖMER: Anlaşıldı, beceremeyeceksin. An nem yardım etsin sana. DENİZ: İstemez. (Biraz daha uğraşır, kal kamaz) MİNE: Annee, biraz gelir misin? ANNE: (Dışarıdan) Ne var kızım? ÖMER: Şu fok balığını ayağa kaldırır mı sın? ANNE: (Girer) Ne yapıyorsunuz böyle? MİNE: Deniz yürütece binme dersi almak istedi de... (Anneyle birlikte Deniz'i ayağa dikerler) ANNE: Aşkolsun Deniz, tebrik ederim. Şimdiye kadar kimse buna cesaret edeme mişti. Tabii bu arada Ömer de tembel tembel oturacak sandalyesinde... (Çıkar) DENİZ: Öff be! Nasıl kalktım ama aya ğa?.. (Yürütecin tekerlekli kısmını ellerine tutuşturur Mine) Sen bunu yalnız başına mı beceriyosun yoksa? ÖMER: Ya sen sandın? DENİZ: (Bir süre yürüteçle yürür) Biraz sıkıyo bu kayışlar... Bacaklarını ağrıtmıyo mu? ÖMER: Şimdi saçmaladın işte... DENİZ: Niyekine? MİNE: Nası acısın bacakları?.. Hissetmiyo ki bi şii... DENİZ: Nası yanı? ÖMER: Benim bacaklarım felçli. Acı hissedemem ki... DENİZ: Hadi canım... Sahi mi? ÖMER: (Deniz'e doğru gider) Dene bak! Hadi bi çimdik at. DENİZ: Bilmem. Deniyim mi? (Onaylarlar. Deniz çimdirir bacağını) ÖMER: Hadi, çimdirsene! DENİZ: Çimdikledim ya, duymadın mı? Harika be! (Bir daha, bir daha çimdikler) MİNE: Yeter! Soona morarıyo bacakları. (Sandalyeyi Deniz'den uzaklaştırır. De niz'in inanmaz gibi bakması üstüne) His setmese de morarıyor derisi. Bi kez baca ğını bile kırdı. ÖMER: Hiçbi şi hissetmedim, biliyo mu sun? MİNE: Annem kan pıhtılarını gördü de, annadı. ÖMER: Kemiğin ucu dışarı çıkmıştı... ANNE: (Kolunda çamaşırlarla girer) Aferin
pe
(Çıkar) DENİZ: (Elinde hâlâ çikolatayı tuttuğunu ayrımsar) Şey, bunu unuttum. Ananem sa na yolladı. ÖMER: (Çikolatayı alır) Sağol. MİNE: (Çikolatayı Ömer'den alır) Sağ ol! (Açıp yemeye başlar) DENİZ: Sana getirmedim ki... MİNE: Olsun, Ömer'e yasak çikolata. DENİZ: Niyekine? MİNE: Yağlanıyo sona... DENİZ: Nası yani? ÖMER: Tatlı şeyler yemem yasak, soona şişmanlıyorum çünkü. Şişmanlayınca da barsaklarım az çalışıyo. Hareket edemedi ğim için yani. Annadın mı? DENİZ: Hm... (Yürüteci gösterir) Bu ko mik dalga ne? ÖMER: Yürüteç. Ara sıra ayakta da dikilip durabilmem için. DENİZ: Sen hep tekerlekli sandalyede oturuyosun sanıyodum. ÖMER: Yok. Bununla işte böyle yürümeye çalışıyorum. DENİZ: Harika be! Yürünüyo mu şimdi ya ni bunnan? ÖMER: İşte görüyosun. Denemek ister mi sin? DENİZ: Bilmem ki... Olur mu? ÖMER: Korkuyo musun yoksa? DENİZ: Ne korkması be? Ben hiç bi şiiden korkmam. Ver bakıym şu dalgayı bana. (Yürütecin üstüne saldırır) MİNE: Buna yürüteç denir. ÖMER: Dur, yavaş ol! Ööle kolay diil. Ön ce benim kendimi çözmem gerek. Sona kendimi yavaşça bu iskemleye geçiricem. Mine tekerlekli sandalyeyi getir. (Mine te kerlekli sandalyeyi getirir. Deniz bir an ön ce yürütece girmek için sabırsızlanmakta dır. Ömer'den boşalan alete saldırır ve içi• ne girmeye çalışır) MİNE: Yanlış yapıyosun. Bacaklarını kıpır datmayacaksın. % DENİZ: Saçmalama!.. Dooru yaa... Peki naşı giricem bunun içine? MİNE: Yere yatarak. (Deniz'in salaklaşma sı üzerine) Ciddi söölüyorum. (Deniz'i yere yatırır. Yürütecin bağlarını üstüne koyar) ÖMER: Şimdi poponu yürütecin oturağı na yerleştir. DENİZ: Nası yani? ÖMER: Sağ kolunu yere daya, destek yap ve hooop! DENİZ: Hop'muş! Söölemesi kolay... (Po posunu yerleştirir) ÖMER: Şimdi de bacaklar... (Deniz bacak larını kolayca aygıta yerleştirir) Yanlış! MİNE: N'aapıyosun sen? Bacaklar kıpırdamıyacak. (Deniz'in elleriyle tutarak bacak larını yürütecin gerekli yerlerine yerleştir mesini sağlar) DENİZ: Şimdi? ÖMER: Kemerlerinizi bağlayınız lütfen. DENİZ: Haa, kalkışa geçiyoruz. Başüstüne sayın pilot. (Kemeri takar) Ya şimdi? ÖMER: Ayağa kalk bakalım!
Deniz, hâlâ dayanıyor musun? İyi cesaret ama. Değil mi Ömer? ÖMER: Aslandır o...Dayanır. ANNE: Ben temizleyiciye gidiyorum. Gü zel güzel oynayın. (Çıkar) DENİZ: Tamam kaptan! (Mine'yle Ömer'e doğru yürür) İşte yaşlı deniz kurdu Kaptan Long John Silver takma bacağı ve ünlü papağanıyla geliyor! (Papağan sesiyle) Tatlı Polly, tatlı Polly! MİNE: Ben kimim? DENİZ: Sen, geminin miçosu Jim Hawkins! (Mine gemici selamı verir) ÖMER: Ya ben? DENİZ: Sen de ünlü tekerlekli sandalyeli kaptansın! (Deniz gemi dümeninin başına geçer) Yola çıkmaya hazır mıyız? MİNE/ÖMER: Hazırız! DENİZ: Her şey hazır mı? (Mine gemiyi' hazırlar) Yelkenler fora! Ambarların ka paklarını kapatın! ÖMER: Tam yol ileri! Yönümüz Afrika! Hazine Ada'sına! DENİZ: Demir alın! Hadi çabuk, sizi tatlısu • korsanları sizi!.. (Mine kanapenin üstün- • de, yerden demiri çeker) MİNE: Korsanlar! İsyan vaaar! ÖMER: Ne? Kaptana karşı isyana mı cesa ret ediyorsunuz, John Silver? DENİZ: Evet, ne olacak. (Yürüteçle Ömer'i iter) Çabuk, hazinenin planını ver, yoksa./ kötü olur. MİNE: (Papağan sesiyle) Planı ver, planı/ ver! ÖMER: Ancak cesedimi çiğnedikten son ra... MİNE: Korsanlar! (Ömer'e dürbünü uzatır ve kendisi iskemlenin üstüne çıkar. Deni?' bu arada korsan olarak Ömer'le vuruşma-5.-. ya başlamıştır. Bir süre sonra dövüşü kaza nır ve kılıcını Ömer'in göğsüne dayar) DENİZ: Teslim ol! Çabuk yakalayın şunu! ÖMER: Heey! Bu gemide kaptan benim. DENİZ: Sendin! Artık benim. Çabuk şunu işkenceye alın! (Mine Ömer'in sandalyesini yakalar ve devirir) ÖMER: (Yere düşerken) Ihaneeeet! Alçaklaar! (Bir süre yerde kalır. Ötekiler aptallaşırlar. Ne yapacaklarını bilmeden öylece dururlarken Ömer kanapeye doğru • fok balığı gibi gitmeye başlar) DENİZ: (Kendini toparlamıştır) Hey fok balığı, John Silver'den kaçmaya cesaret mi ediyorsun yoksa? MİNE: (Ömer'in sandalyesine binmiştir) Tatlı Polly, tatlı Polly! DENİZ: Kes sesini! Yakalayın şunu! ÖMER: (Masanın altına saklanır) Korsan lara ölüüüm! Korsanlara ölüüüm! DENİZ: Toplar ateşe hazırlansın! ÖMER: Topları biz ele geçirdik! (Deniz'e yastık atmaya başlar) MİNE: Ateş!Ateş!Ateş! (Hepsi birbirlerine ateş ederler. Bağırış, çağırış, sonunda hep si ölürler. Yorulmuşlardır. Bir süre gülü şüp, soluk alırlar) DENİZ: Ömer baksana. Senin bu engelin-
Süpermen'den Bile Kuvvetli- 9 tükürük saçanlar, hıçkıranlar, aksayanlar, topallayanlar, düzgünce yiyip içemeyenler. Bazısı neşelidir bizden Bazıları çok ciddi Anlamazsın bile ama bunu Yakından tanırsan bizleri. Bazısının titrer her yanı, Kahkaha atar bazıları. Anlamazsın bile ama bunları Yakından tanırsan bizleri Fark etmezsin bile bunları. Nasıl bir ağaçta pek çok yaprak varsa Ve benzemezse hiçbir ağaç birbirine İşte biz de öyle farklı insanız milyonlarca Aynı senin gibi! Aynı senin gibi!
a
(Kapı çalınır. Mine fırlar) MİNE: Annemdir! (Dışarıdan sesi duyu lur) Kim o? HAYRİ BEY: Annen evde mi? MİNE: Yok. Temizleyiciye gitti. HAYRİ: Randevumuz vardı da... Ben Hayri. MİNE: Ben bilmem. Ama isterseniz bekle yin, nasılsa gelir. (İçeri girer ve tekerlekli is kemleye oturarak marifet yapmış gibi kı kırdar) HAYRİ: Ben okul yönetim kurulundan ge liyorum. Kardeşin için konuşacaktım. ÖMER: Mine, duydun mu ne diyo? Aç ça buk kapıyı! (Mine yerinden fırlar) Dur! Ön ce şuraları biraz topla! (Mine yastıkları kal dırır, suluboya bardağını yemek masasının üstüne bırakır, kapıya koşar) HAYRİ: (Mine'yle birlikte girer) Senin yü rüme engelli kardeşin var, değil mi? (Mine'nin boşalttığı tekerlekli sandalyede oturmakta olan Deniz'i görür. Deniz" yürü teçten kendini çözmüş ve saldalyeye otur muştur. Ömer kanapededir. Adam, Deniz'e doğru gider) Nasılsın bakalım Ömer? Merhaba! (Elini uzatır. Ömer yanlışlık yap tığını mimiklerle anlatmaya çalışır) Çok iyi görünüyorsun maşallah. Sağlıklı, neşeli... (Ömer'e döner) Ya bu delikanlı kim? Ar kadaşını ziyarete gelmen iyi bir davranış. Merhaba. Niye öyle duruyorsun? Benden çekinmene gerek yok. (Mine'yle Ömer bu arada Deniz'e, durumu çaktırmaması ve oyunu devam ettirmesi için işaretler yap maktadırlar. Deniz de onlara işaretle karşı lık verir. Bu arada Deniz'e doğru dönen Hayri Bey, şaşırır) Oo, afedersiniz. sağırdilsiz de olduğunu bilmiyordum. ÖMER: Diil zaten. HAYRİ: Yalnız yürüme engelli-mi? ÖMER: Yürüme engelli de diil. HAYRİ: Değil mi? ÖMER: O diil engelli olan, ben. HAYRİ: Bu tür şakalar hiç de komik değil, delikanlı. (Mine'yle Deniz kıkırdarlar. Bu arada Mine, tekerlekli sandalyeye otur muştur) Sen sağlıklısın diye, böyle mi davranmalı-
pe
cy
den başka bi şiin yok, dii mi? ÖMER: (Fok gibi kanapeye tırmanmaya uğraşmaktadır) Evet MİNE: (Ömer'le aynı anda) Hayır. Yani, utanıyo biraz söölemeye ama... ÖMER: Hiç de diil. DENİZ: Ee, nedir! Var mı yok mu? MİNE: Yani, şey, annem ona bez bağlar dı. ÖMER: Bebekken canım... MİNE: Hmm, bebekken... 9 yaşına kadar. DENİZ: Şu hani bildiğimiz naylon bezler den, dii mi? i ÖMER: Bacaklarım hissiz ya, anlayamıyoi rum yani, şeyim gelince bazan-. DENİZ: Anladım. Peki ama-şimdi-yani,şim di nasıl-yani gelince-bez yok mu? (Ömer .konudan çok sıkılmıştır. Mine açıklamaya girişir) MİNE: Yok, çünkü şimdi uyarıcı borusu ' var. DENİZ: Uyarıcı, ne, ne, ne, anlamadım. Nesi var uyarıcı? MİNE: Boru, boru, annamadın mı? Dur, getirip gösteriiym. (Koşarak çıkar) ÖMER: Bana bak, sakın ha! (Utanmıştır) Yaa, işte küçük bi boru bu. Yani çişin ge dince haber veriyo. DENİZ: (Şok olmuştur) Haaa... MİNE: (Koşarak gelir) İşte boru bu! (Deniz'e uzatır. Deniz korkuyla geri çekilir) Al eline canım. Korkma, zehirli diil. DENİZ: (Çekinerek boruyu eline alır) Yani şimdi sen, bööle şeyinin önüne mi tutuyo sun? MİNE: Saçma! İçine sokuyo tabii ki... ÖMER: Taa derine kadar girecek, idrar torbasına kadar. İşe yaramaz yoksa. DENİZ: (Dehşete düşmüştür) Vay canına bee... Vay, vay,vaaay... Acıtıyo dii mi? ÖMER: Naşı acıtsın? Duymuyorum ki acı filan. Felçliyim oolum ben! (Deniz sondayı Mine'ye geri verir. Şok durumundadır) MİNE: Bütün özürlüler de var mı bööle durumlar? ÖMER: Hayır, sadece benim gibi Spina Bifida hastalığı olanlarda. MİNE: Ama bu hastalıktan çok var. ÖMER: Spastiklerde ve diğer özürlülerde, sanırım yok bu durum. DENİZ: Ben hepsini aynı sanıyordum. ÖMER: Olur mu hiç?.. YüzlerceMİNE: - binlerce, ÖMER: - milyonlarca, MİNE: - milyarlarca, ÖMER: - trilyonlarca, MİNE: - özürlü çeşidi var dünyada! ŞARKI: BİZDEN BAZILARI ÜÇÜ BİRDEN: Bizden bazıları biner teker lekli sandalyeye Bazıları dolaşır koltuk değnekleriyle Elleri tutmaz bazılarının ya da vardır kamburları. Şaşı bakanlar, eğri yürüyenler,
sın?.. (Mine'ye) Senin neden güldüğünü de anlamıyorum. Ne var ki, Ömer'in bun lara aldırmadığını biliyorum. (Deniz'in yanı na giderek omuzunu okşar) ÖMER: Ömer benim. HAYRİ: Sen de mi Ömer'sin? Ömer ve Ömer ha?.. (Hepsi birden güler) MİNE: Siz Ömer'in okul sorunu için geldi niz, dii mi? HAYRİ: Doğru bildin. Ömer'in iyiliği için, en doğru okulu bulmaya... ÖMER: Yani ben şimdi normal okula gide bilecek miyim? HAYRİ: Saçmalama! Sorun bu Ömer'in sorunu. DENİZ: Ben okulumdan memnunum. HAYRİ: işte böyleee... O zaman işimiz çok daha kolaylaşıyor demektir. MİNE: Yani bu, Ömer'in normal okula gi demeyeceği mi demek? HAYRİ: Annenizin yaptığı başvuru redde dildi, biliyorsunuz. ÖMER: Ama belli durumlar için bi şey var mış, bi yardım, gibi bi şii... HAYRİ: Özel pedagojik yardım fonunun işletilmesine yönelik belli durumlarda ge çerli olabilecek kişisel yardım tavsiye proje si. Evet, var. (Üçünün birden ağzı açık ka lırsa da Mine kendini toplar) MİNE: Hah, işte ondan. İşte bu şeyin için de bizim okulun müdürü, Ömer'in eski ve yeni öğretmenleri, Hüsnü Bey ve de bir psi,pisi,pişik-. HAYRI: Psikolog. MİNE: Ben ne dedim? Poskilopog. (Ömer'e) Sağır galiba. ÖMER: İşte bu kurul, Mine'nin okulunda yürüme engelliler için yeni bir sınıf açılma sına karar verecekti. Karar verilince sınıf açılacak ve ben de-. HAYRİ: Sen bu konuda uzmansın gali ba... ÖMER: Elbette. HAYRİ: Anlaşılan, benden bile daha iyi bi liyorsun. ÖMER: (Kasılır) Olabilir. HAYRİ: Pabuç kadar dilin olduğunu anla dık. (Kulağını çeker) Şimdi sus da Ömer'in işine bakalım. ÖMER: Bakıyoruz ya işte. HAYRİ: Ben buradaki Ömer'den söz edi yorum. Ne de ola o senden biraz farklı, değil mi? MİNE: İşte bu çok doğru. HAYRİ: O senin gibi arsız değil, sessiz ve uslu. Utangaç, bütün özürlüler gibi. (De niz'in yanına oturur) ben geldiğimden tek kelime konuşmadın. DENİZ: Bırakmadınız ki... HAYRİ: Haklısın. Peki, haydi, konuş baka lım şimdi. MİNE: Evet, tabii, konuş, istediğini sor Amca'ya. (Deniz'i okşar) HAYRİ: Öğrenmek istediğin bir şey var mı? DENİZ: Şu sözünü ettiğiniz kurul, Ömer'le benim aynı okula gitmemize izin verecek
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 10
a
katında, o da dolu. ANNE: (Hayri'yle beraber girer. Elindeki tepside içecekler vardır) Dolu mu? HAYRİ: Dolu. ANNE: Buyurun. HAYRİ: Teşekkür ederim. MİNE: Hiç de diil. Giriş katında bi sürü sı nıf var, içinde engelli olmıyan. Onlar yuka rı çıksınlar. HAYRİ: Al bir uzman daha! Pekala peda gogu nereden bulacağız? İllaki birkaç ta ne özürlüyü, okullarından memnun olduk ları halde, pedagog için okul mu değiştirtelim yani? ANNE: Şu pedagog olayı için harika bir fikrim var. HAYRİ: Benim de bir fikrim var: Ne olur yani şu geri-, yani şey şu engelliler de biraz ödün verseler kendilerinden... Her tarafta sürekli tasarruftan söz edilirken, milyarlar ca liralık harcama gerektiren şeyler için diretmeseler? Sanki devlette bu kadar çok para varmış gibi... Neredeyse bir de kendi lerini iyileştirmemizi ve ayağa kaldırıp yü rütmemizi isteyecekler! DENİZ: Ne dediniz? HAYRİ: Ayağa kaldırıp yürütmemizi iste yecekler, dedim. (Deniz ayağa kalkar ve adama doğru yürür) DENİZ: (Bardağını alır ve kaldırır) Şerefe! (Hayri şaşkınlıkla suluboya kabını başına diker ve püskürür)
cy
IŞIK
6. RESİM
(Bir süper marketin girişi. Kapıda turnike vardır. Ömer tekerlekli sandalyesiyle girer ve turnikenin önünde durur. Islık çalar. Mi ne ve" Deniz girerler. Turnikeye giderler. Turnikeyi çevirirler, içine girer, çıkarlar)
pe
mi? " HAYRİ: Sorun, sevgili çocuğum, sorun şu rada: Konunun uzmanı geçinen Ömer II, yazık ki hiçbir şey bilmiyor. Bu kurul, hiçbir koşulda, okulda engelliler için yeni bir sınıf açılıp açılmayacağı konusunda karar ver meye yetkili değildir. Kararı, para verir. Ya ni çok, çok, çok fazla para olsa, o zaman olabilir. ÖMER: Çok para olsa, kararı kim verir? HAYRİ: Okul yönetimi. MİNE: Yani siz? ÖMER: Ve siz de buna karşısınız?.. HAYRİ: Ben? Yok canım! (Ömer'e muha tap olduğunu fark ederek Deniz'e döner) Ama ben zaten bu çarkın küçük bir parça sıyım. Yani tabii, bildiklerimi ve düşündük lerimi kurula aktarıyorum. MİNE: Yani bizden yana mısınız, kuruldan yana mı? HAYRİ: Sizden tabii. Karşı olmak için siz den yana olmalıyım. (Anne girer) Size kar şı yani... Demek istediğim aslında, yank (İyice bocalar. Masada duran suluboya bardağını farkına varmadan ağzına dik mek üzereyken, Anne'nin farkına varır) Hele şükür, gelebildiniz sonunda. ANNE: Ne oluyor burada? Ben evde yok ken yabancıları içeri almamanızı söyleme dim mi size? Siz kimsiniz? HAYRİ: Ben, şey, okul yönetim kurulun dan Hayri. Biliyordunuz geleceğimi... ANNE: 'Aa, evet. Telefonlaşmıştık. Ömer'in okulunun değişmesinde sorun var, değil mi? Sizden mi kaynaklanıyor yoksa bu sorun? HAYRİ: Şeey, yani... Bu konuyu yalnız ko nuşsak? ANNE: Neden? Benim çocuklarımdan giz li bir şeyim yok. Ayrıca bu konu direk on ları ilgilendiriyor. (Kanapeye oturur) Evet, anlatın bakalım. HAYRİ: Efendim, oğlunuz Ömer biraz ön ce konuşurken, okulundan memnun oldu ğunu açıkça dile getirdi. ÖMER: Ben bööle bi şi öölemedim. HAYRİ: Sen değil tabii, arsız çocuk. Araya karışmasan olmaz mı? ANNE: Ne biçim konuşuyorsunuz siz öy le? (Çocuklar adam görmeden elleriyle, kollarıyla işaretler yaparak annelerine bir yanılgı olduğunu anlatmaya çalışırlar) HAYRİ: Bu arsız çocuğu tanıyorsunuzdur umarım. ANNE: (Durumu anlamıştır, gülerek) Evet, tanıyorum sayılır. HAYRİ: iyi. Şimdi bakın: Bir okul sınıfının yürüme engellilere açılabilmesi için özel olarak bir pedagog, özel bir asansör, (An ne yerinden kalkıp mutfağa gider, adam da peşinden çıkar) bir dakika Hanımefen di, daha bitmedi. Okulda yapılması gere ken tadilat için milyarlarca lira gerekli ve böyle bir para yok. ÖMER: Ama ben o okulda bazı bööle sı nıflar olduğunu biliyorum. HAYRİ: (Dışarıdan) Sadece bir tane giriş
DENİZ: Ömer, hadi! ÖMER: (Sandalyesiyle turnikeden geçme ye çalışır, başaramaz) Nası geçiim? Kedi olmam gerek. MİNE: Süpermen gibi. (Üçü birden Süpermen gibi davranıp, acayip sesler çıkarırlar. Turnikeyi itip-kakarlar. Mine yanında getir diği tahta metreyle ölçümler yapar. O sıra da süper marketin yöneticisi olduğu anla şılan biri gelir) YÖNETİCİ: Ne yapıyorsunuz burada? Haydi bakalım, işinize gidin! DENİZ: Ne dedi? MİNE: İşinize gidin dedi. (Ömer'e) Yaz bu nu! ÖMER: (Yazar) İşinize gidin! YÖNETİCİ: Ne demek oluyor bu? DENİZ: Okul ödevimizi yapıyoruz. YÖNETİCİ: Okul ödevi? MİNE: 90x60 cm. Süpermarketleri test ediyoruz, engelliler için uygun mu diye... DENİZ: Şimdiye kadar ölçtüklerimizin tü mü çuvalladı. (5-6 süpermarket adı verile bilir)
MİNE: Ve burda da insanlar "İşinize gidin" diye tersleniyorlar. YÖNETİCİ: Yok canım... Öyle değil. Öyle demek istemedim yani. Küçük bir yanlış anlama, hepsi bu. Özür dilerim. Bu kadar iyi ve ucuz alışveriş nerede yapılır, ha? Haa, nerede? MİNE/ÖMER/DENİZ: (Arka arkaya) Nerdee? YÖNETİCİ: Ee, burada tabii... Hem bu özürlüler için de geçerli. Ne testi yaptınız bakayım çocuklar? ÖMER: (Okur) Madde 1: Satış mağazasj, park yerinden tekerlekli iskemleyle kolayca ulaşılabilecek bir mesafede olmalı. YÖNETİCİ: Öyle zaten. Bu tamam. Başka? ÖMER: Madde 2: Bu turnike kalkacak. YÖNETİCİ: Kolay canım. Hiç sorun değil. (Turnikeyi sökmeye girişir. Bu arada ço cuklar onu sürekli engellemekte, işini yap masını güçleştirmektedirler. Yönetici, "bı rakın canım", "öyle olmaz", "şöyle durun" "dikkat edin" gibi sözler söyleyerek, sonunda turnikeyi sökmeyi başarır. Bu sırada Mine, adamı da ölçer) Ee, bu ne demek oluyor şimdi? ÖMER/DENİZ: (Arka arkaya) Bir seksen, YÖNETİCİ: Bu ne demek canım? MİNE: Engelin büyüklüğü demek. Bir seksen. YÖNETİCİ: Düzelteyim, boyum 1.86 dır. ÖMER: (Yazar) Engelin büyüklüğü bir sekfsen altı. YÖNETİCİ: Çok komik. (Turnikeyi kenara bırakır) Buyrun, geçin. HEPSİ: Teşekkür ederiz. (İçeri geçerler. Deniz, Ömer'e bir alışveriş arabası getirir. Mine de bir tane alır ve dolaşmaya başlar. Ömer, alışveriş arabasını idare edememekte ve bu durumu iyice abartarak göstermektedir. Yönetici ona yardım ederek nasıl iteceğini göstermeye çalıştıkça, Ömer inadına arabayı onun üstüne doğru sürmektedir) ÖMER: Madde üç: Alışılmış alışveriş arabalarının dışında, engelliler için ayrıca, alışveriş sepetleri de bulundurulacaktır. YÖNETİCİ: Sepet mi? (Çocuklar birbirleri-; ne bakarlar ve elleriyle havaya sepet resmi, çizerler) ÖMER: Sepet! MİNE: Tekerlekli sandalyeyle bu alışveriş arabalarını itmek biraz zor oluyor da... (Ömer'le birlikte arabaları iterek Yöneticiyi sıkıştırırlar) Hadi, sepet aramaya gidelim! (Denizle birlikte kulise giderler ve elleri boş dönerler) DENİZ: Sepet-mepet yok, bi tane bile... MİNE: Sepet yokmuş. Ne diyosunuz bu na? YÖNETİCİ: Yok muymuş? Ne bileyim ca nım, ben buranın sahibi değilim ya? ÖMER: Şimdi siz bana sepet buluyor mu sunuz? YÖNETİCİ: Bulmuyorum. Aman şey, bulu yorum tabii. Ama nerede sepetler? Belki
Süpermen'den Bile Kuvvetli- 11
MİNE: Ama biz burdan alışveriş yapabili riz, dii mi? YÖNETİCİ: Memnuniyetle. DENİZ: (Hareketlenir) E hadi o zaman! YÖNETİCİ: Oradan geçemezsiniz! DENİZ: Tabii ki geçeriz. YÖNETİCİ: Hele sen hiç! DENİZ: Ööle bi geçerim ki!.. Var mısın iddaya? YÖNETİCİ: Var mısın geçemeyeceğine id diaya? (Deniz, Ömer'in sandalyesini iterek hızla reyonun içine dalar. Reyondaki selpak paketleri yerlere saçılır, raflar devrilir. Yönetici Deniz'in üstüne saldırarak kolun dan yakalar. Boğuşurlar) Imdaaat! Poliiis! ÖMER: Deniz, kaç çabuk! Hadi, fırla! (Deniz'e yardım ederek kurtulmasını sağlar) YÖNETİCİ: Tutun, yakalayın, kaçıyor! (Deniz paniğe kapılmış, hızla dışarı fırlar. Araba gürültüsü, müthiş bir fren sesi, çar pışma) MİNE: (Peşinden bakar, elleriyle yüzünü kapatarak çığlık atar) Deniiiz! IŞIK 7.RESİM
a
(Arsa. Telörgü kaldırılmıştır. Mine şık bisik letiyle girer. Bisikleti kum havuzunun yanı na bırakır, sümüklü böceği görmeye gi der. Islıkla şarkıyı çalarken Ömer girer) MİNE: Niye korktuğunu anlamıyorum doğrusu... ÖMER: Sölemesi kolay. Seni tanımıyo ki... Ama beni bi görürse... MİNE: Bağırıp çağırır. N'apıcak başka? Dii mi? ÖMER: (Az düşünür, bağırır) Ben kimseyi baartmam kendime. . MİNE: (Bağırır) Sana baarana, sen de baarıcan! ÖMER: (Bağırır) Ben mi? Ben baarmasını bilmem ki... (Normal) Ama Deniz'i burda görürse, asıl o zaman-. Deniz nerde sahi? MİNE: Deniiiz! Nerdesiiin! MİNE/ÖMER: Deniiz! Deniiiz! Nerdesin? (Deniz, onların bağırdıkları yerin tam ter sinden yavaşça gelir. Tekerlekli sandalye dedir) ÖMER: Neriye kayboldun yaa?.. DENİZ: Bekçiye baktım. Yaa, bööle aşaadan yukarı bakmak ne zormuş! ÖMER: Hadi canım uzatma. Altı hafta so na kalkıcaksın ayaa... DENİZ: Canıma yetti be! Hiçbi şi yapamı yorum ki doru dürüst. Otobüse binemiyo rum, bisiklete binemiyorum, top oynayamıyorum. Yardımsız yaataama bile yata mıyorum. MİNE: (Deniz'in başını okşar) Vah yavrum vaah! DENİZ: (Kızgınlıkla bağırır) En sinirime do kunan da insanların bana acıyarak bakma ları ve öksüz yavru kediymişim gibi davranmaları.
pe
cy
hepsi dolaşıma çıkmıştır. DENİZ: Nereyi dolaşmaya çıktılar acaba? YÖNETİCİ: (Telaşla önce sağa, sonra sola gider. Ömer arabasıyla onu izler) Bir daki ka sabredin. Elbette bulacağız bir tane... (Bu sırada çocuklar önce birbirlerine, son ra yöneticiye ciddi ciddi bakarlar) MİNE: Sepet yok anlaşılan. ÖMER: Anlaşılan sepet yok. YÖNETİCİ: Şimdi, şimdi... ÖMER: (Not alır) Sepet bulunmuyor dük kânda. (Mine, marketin içinde girişi dar olan bir reyona yönelir. Islıkla Deniz'i yanına çağırır. Deniz, Ömer'in sandalyesini iterek reyona yanaştırır. Ömer, geçidin enine bakar. Bir işaretle Yönetici'yi yanına çağırır. Yönetici onun yanına gider. Diğerleri de halka olarak Ömer'in yanındadır) ÖMER: Madde 4: Satış reyonlarının arasındaki geçitlerin eni, en az 95 cm. olmalıdır. (Mine gösterişli hareketlerle tahta metreyi çıkarır, geçitin enini ölçer. Bir mühendis tavrıyla oynar, çok yanlış şeyler görmüş gibi sesler çıkarır) MİNE: 80 cm bile diil... Burdan ancak bi mektup zarfı geçebilir. YÖNETİCİ: Bu kadar da abartılmaz küçük Bayan! (Alışveriş arabasıyla biraz zor da olsa geçitten geçmeyi başarır) Gördünüz nü? Burası rahat ve geniş bir geçit. Herkes geçebilir arabayla. DENİZ: (Ömer'in sandalyesini itmeye davranır) Öyle mi? Bi deniyelim o zaman! Ba kalım nası geçiyormuş. (Ömer'in arabasını itmeye başlar) YÖNETİCİ: (Alışveriş arabasıyla yollarını keser) Hey heey, dur bakalım arsız şey! MİNE: Kesin geçemezsiniz! DENİZ: Geçeriz, Yönetici Bey ööle dedi ya... Denemesi bedava! Dikkaaat, hazıır... (Deniz tam arabayı iterken, yönetici kendi arabasını onlara çarptırır. Mine yöneticinin arabasını hızla çeker, adam yere savrulur) YÖNETİCİ: Dur! (Deniz durur) Eğer buna Cesaret edersen polis çağırırım. Mala zarar vermek, isyan çıkarmak, tehlike yaratmak ve işte böyle bir şeyler! (Deniz devam eder) Dur!
ÖMER: Tamam, dur. Şu reyondaki bütün malları yıkmadan önce, bir noktayı daha test etmek istiyorum. En az bir kasada en gellilere uygun olduğunu belirtecek işaret siması ve genişliğinin de 85 cm. den az olmaması gerekir. Var mı bööle bi kasa siz di e? YÖNETİCİ: Ee, şey, yani, şimdiye kadar kimse böyle bir arzu belirtmedi. MİNE: Yalancı, yalancın! Baston Hüsnü bi seneden beri istiyo bunu sizden. YÖNETİCİ: Kim, kim? Baston Hüsnü mü? O adi, salak, manyak kötürüm mü? Anlı yorum. Demek o salıyor sizi üstüme ha? Her şey anlaşıldı şimdi. ÖMER: Demek tanıyosunuz onu? YÖNETİCİ: Hem de nasıl! ÖMER: Ona bir yıl için buradan alışveriş yasağı koyduğunuz doğru mu?
ÖMER: Haklısın! Artık bu durumlara bi son vermenin zamanı geldi. Naşı olucaanı da biliyorum. Bu arsayı işgal ediceez ve burasını tekerlekli sandalyeliler için bi cen net yapıcaaz. DENİZ: Annamadım! ÖMER: Adı da hazır: Engelistan! MİNE: Tamam! Şimdi zaman makinesini işleterek gelecek zamana gidiyoruz! (Hepsi hazırlanır) 5,4,3,2,1! (Kendi çevre lerinde dönmeye başlarlar. Makine sesleri çıkarırlar. Deniz, Ömer'in sandalyesine ya naşır, tutunur. Mine'nin çıkardığı fren se siyle dururlar) Zaman makinesini durdu run! Engelistan'a geldik! Ben grup şefiyim. (Deniz, sandalyesiyle geri geri gider, Mine onun sandalyesine biner) Engelistan ziya retçilerinin dikkatini ilk çekicek olan şey, bu ülkenin dümdüz olmasıdır. Hiçbir yerde merdiven yok, sadece rampalar ve alt ge çitler var. ÖMER: İşte karşınızda sesten hızlı giden Engelistan ekspresi! (Deniz'in sandalyesiy le kendi sandalyesini birleştirir. Mine de ikisinin birden, bir ayağı birinde, diğeri bi rinde, biner. Birkaç tur atarlar) MİNE: Bütün caddeler dümdüz! DENİZ: Süpermarketlerde kasalardan ra hatça geçiliyor! MİNE: Hiçbir yerde market yok ki! DENİZ/ÖMER: Naşı yani? MİNE: Yemekler bize yollardan yuvarlana rak geliyor: Yuvarlak balık, yuvarlak süt, yuvarlak yumurta! ÖMER: Simit gibi. Yuvarlak ekmek! DENİZ: Rolo dondurma! ÖMER: Vee, artık yatağa yatmak zorunda diiliz! DENİZ: Naşı? MİNE: Çünkü tekerlekli sandalyelerde bi düğme var ve ona basınca sandalye oto matik olarak yatak haline geliyo. (Denizle Ömer'i sahnenin kenarına yan ya na dizer) Bayanlar baylar! Şimdi karşınızda oturma yerleri olmayan Engelistan sine ması. Oturma yerleri yok, çünkü herkes buraya kendi sandalyesiyle geliyo. DENİZ: Hangi film oynuyo? MİNE: Bi sessiz film! (Pantomimle bir ses siz film aşk sahnesi oynar) Şimdi de Enge listan disco! (Işıklar. Disco atmoferi. Mü zik. Çılgınca dans ederler. Sonunda hepi bir kenara savrulur. Ceplerinden sanal bi rer dürbün çıkararak seyircilere bakarlar) ÖMER: Engelistan'ın tam karşısında amansız düşmanlarımız var! DENİZ: Yetişkinler mi? ÖMER: Hayır, yürüyebilenler. Neden pe ki? DENİZ: Çünkü, çünküüü, bizi geri zekâlı sanıyolar. ÖMER: Daha kötüsü. Çünkü, bütün her yeri son derece tehlikeli şeylerle doldur muşlar. Merdivenlerle! DENİZ: Ve basamaklarla! MİNE: Ve kaldırımlarla! ÖMER: Ve telefon kulübeleriyle! İçine sı-
Süpermen'den Bile Kuvvetli • 12
DENİZ; Kim? BEKÇİ:O işte şu spastik çocuk DENİZ: Hangj. spastik yaa? BEKÇİ: Sen çok iyi biliyorsun hangi şpaştikolduğunu- Tekerlekli sandalyesini çaldığın spastik." DENİZ: (Kaçmaya çalışarak) Ben şpasjik mspastik görmedim.. BEKÇİ: (Kaçmadan yakalar) H a h hah ha! Görmedin ha! Önce kalk bakalım. şundan. DENİZ: Kalkamam. . BEKÇİ: Kalk dedim. DENİZ: (Kendini kurtarmaya çalışarak) Kalkamam, Yürüyemiyorum. BEKÇİ: (Yine yakalar) Tabii, tabii. Futbol . da oynayamazsın, değil mj? DENİZ: Bu durumda oynayamam. Trafik kazası geçirdim. , BEKÇİ: Araba mı ezdi seni. Vah vah! DENİZ; Evet, İki.bacağım da. kırıldı ve ikisinde 24 tane çivi var. Görmek ister misiniz? BEKÇİ: 0 çivilerle kafandaki eksik tahtala rı mı tutturdular yoksa? Madem öyle, neden o küçük spastik o kadar bağırıyordu? . DENİZ: Benimle aynı okula gitmek istiyor, da ondan. BEKÇİ: Onunla aynı okula gitmek istiyor muş! Hah hah haaa!.-. Aklınca, beni istete cek! Kalk bakalım! (Kotuna yapışarak zor-,' la kaldırmaya uğraşır, Deniz direnir, itiş-ka-
sında bulunan ve Mine'nin ittiği tekerlekli sandalyeye oturmak zorunda kalır. Mine onu hızla dolaştırır. Bekçi bağırıp çağıra rak, sandalyeden inmeye çalışır. Hepsi gülerler. Bekçi sonunda Mine'yi kolundan ya kalar) MİNE: Anneee! ANNE: Ne oluyor size? (Çantasıyla Bekçi'nin kafasına vurur) Çabuk bırakın kızı mın kolunu] (Bekçi debelenerek sandalye den inmeye çalışır. Sandalye arkaya kaykılir, Bekçi öne doğru yere düşer) BEKÇİ: Aaahh! Eyvah, bacağım kırıldı ga liba.:. MİNE: Yazııık! Şu sandalyeye oturmak is- : temez miydiniz? BEKÇİ: İstemez, kalsın! Şimdi geçer... (Zorlukla ayağa kalkar) ANNE; Neler oluyor burada, anlayama-\
a
DENİZ: Bu sandalyeyi Ömer'inki sanıyo... BEKÇİ: Kimin sandalyesinin kimin olduğu- \ nu ben nereden bileyim? Birdenbire herkes, tekerlekli sandalyede dolaşmaya başladı-sanki... Lütfen artık söyler misiniz bana Bu çocuk yürüyebiliyor mu, yürüyemiyor mu? HEPSİ: Yürüyemiyor! MİNE: Trafik kazası geçirdi. DENİZ: Duydun mu? BEKÇİ: Haaa... Bu günlerde her şey o kada/ çabuk değişiyor ki... kış ANNE: İşte bu doğru... DENİZ: Imdaaat! Bırak beni.-Imdaaat! Bı- . 'MİNE: İşte bu doğru... rak diyorum! ' BEKÇİ: Yani şimdi, hep böyle mi kalacak? . ANNE: (Girer) Hey, ne oluyor burada? Ça ANNE: Hayır. Sadece altı haftalığına. buk bırakın onu! DENİZ: Her şey yolunda giderse... BEKÇİ: Ben sadece bir spastik'e yardım et.BEKÇİ: (Utanmıştır. Deniz'in yanına gider) mek istiyorum Şey, ben... Kusura bakma. . ANNE; İyi de bu çocuk spastik değil ki?. DENİZ: Zarar yok. (Gitmeye davranır. BirBEKÇİ; Ben öyledir mi dedim?(Deniz'i bıden aklına gelir) Şey, Bekçi Amca, bundan. rakır) Bu arsız,, Spastik bir çocuğun tekersonra burda oynanamıza izin verirsin, dii lekli sandalyesini çaldı. Haydi bakalım, kalk. mi? ayağa! (Denizi çekiştirir, Deniz bağırır) Şa MİNE: Eveeet... Lütfen, lütfen Bekçi Am;şırdınız şimdi, değil mi? ca. (0 sırada Ömer de kendi sandalyesiyANNE; (Bekçi'yi Denizden uzaklaştırır) Bı- le gelmiştir. Üçü birden Bekçi'nin çevresin-, rakın onu! Gerçekten yürüyemez de bir çember oluştururlar) BEKÇİ; (Deniz'i bırakır) Ama ben onu görBEKÇİ: Şey, ama... Yani, olur ama, aradüm yürürken, mızda almak şartıyla. (Çocuklar sevinirANNE: (Deniz'in sandalyesini tehdit eder ler) biçimde Bekçi'ye doğru yürüterek) Ne'zaANNE: (Bekçi'ye elini uzatır) Bekçi Bey, siz man? En son ne zaman gördünüz onu yüartık bizim de bekçimizsiniz! (Çocuklar da rürken? Bekçi'ye ellerini uzatırlar. O da hepsine biBEKÇİ: (Gerileyerek) Ah, şey sanırım yarer şeker verir. Hüsnü girer) kın bir zamanda... (Geri geri giderken ay* HÜSNÜ: Şuraya bak, bir tane yürüyebilen nı yönden Mine, Hüsnü'nün tekerlekli san-.-yaratık! dalyesiyle girer.Bekçi görmez) ANNE: Oo, Hüsnü bey, koca geveze! ANNE-' Yani, ne zaman? BEKÇİ: Hoop hop! Bir engelliyle nasıl ko BEKÇİ: Onu tam bilemeyeceğim ama, ke nuşuyorsunuz öyle? sin bildiğim bir şey var. ÖMER; Bravo! Ne dedik: Bizim Bekçi'miz! ANNE: Neymiş? (Bekçi kasılır) BEKÇİ: Bunun, bu tekerlekli sandalyede işi ANNE: Koca geveze Kurul'dan sıvışıyor. yok! Tam da Ömer'in okul konusu konuşulurANNE: Neden acaba? ken. BEKÇİ: Çünkü o da en az benim kadar yüHÜSNÜ: Bir dakika lütfen! Tekrar geri üyebiliyor. Yürüyebiliyorsam eğer, ne işimdöndüm ama. Hem de şu salak yürüyebi var benim böyle bjr sandalyede, öyle değil lenlerden özür dilemek üzere, istemeye ismi? (Geri geri giderken, o sıradâ tam arka-r
pe
cy
ğamadığımız tuvaletlerle! Yürüyenlere sa vaş! Anlayacakları zamana kadar savaş!. Kahrolsun yürüyebilenler! Kahrplsunlar! (Kum havuzunun çevresinde dönerek sa nal bombalar atmaya başlarlar. Baston * Hüsnü karşılarına gelir) HÜSNÜ: Durun bakalım! Stop!, Sakın ba na da bomba atmayın, ben yürüyenlerden değilim. DENİZ: Yaşasın! Takviye geliyo! ÖMER: Nerden çıktınız bööle? ' HÜSNÜ: Okuldan geliyorum. Şu lanet ku ruldan. Senin okul işi için görüştük. . « HEPSİ: Eee? MİNE: Oldu mu? DENİZ: Gelicek mi Ömer bizim sınıfa? HÜSNÜ: Anlaşılan sen yürüyebilenleri iyi tanımıyorsun. (Ömer'e) Spn .durumda sa dece şu salak Hayri değil sana karşı öten, senin kendi sınıf öğretmenin bile. ÖMER: Kim? Yılmaz Bey mi? HÜSNÜ: Evet. Ne yılmazmış ama ya.,. Normal bir okula gitmen, senin için iyi ol mazmış. Seni kendi okulunda istiyormuş. Çünkü sen çok iyi bir öğrenci imişsin, filan filan! ÖMER: Aslında... Gerçekten sever o be ni... HÜSNÜ: Gerçekten sevse, böyle yapma ması gerekir. Ne adamlar be! Ben onunla karanlıkta, ıssız bir yerde karşılaşsam, bak ne olur... Bir engelli daha katılır aramıza. Neyse, ben de bıraktım toplantıyı, çıktım. MİNE: Ööle... Bırakıp çıktınız ha!.. Aptal-, ca bi tavır. ÖMER: Derhal Yılmaz Bey'le konuşmalı yım. Nerde bu kurul? MİNE: Hadi, sizi geri götürelim. Özür di lersiniz ve devam edersiniz toplantıya. . HÜSNÜ: Yok canım! Hiçbir işe yaramaz. Yürüyebilenler, yürüyebilenlerdir ve onların düşüncelerini hiçbir kuvvet değiştire mez. ÖMER: Saçma! Yılmaz bey belki de be nim normal okula gitmek istediğimi bile bilmiyor. HÜSNÜ: Ne yani, şen Yılmaz Bey'le bu ko nuyu hiç konuşmadın mı? ÖMER: Hayır, ona hiç sıra gelmedi. HÜSNÜ: Çabuk o zaman. Çok geç olma dan, yürü Yılmaz'a! (Hepsi birden "Yılmaz'a" çığlıkları atarak çıkarlar. Deniz en geride kalmıştır. Acemi acemi p da peşle rinden gitmek isterken Bekçi girer) BEKÇİ: Hey, sen! Dur diyorum! (Deniz/i yakalar. Sandalyeyi ekseni etrafında çevi rir) İşte sonunda yakaladım seni arsız. Öm rümde çok rezil gördüm ama, senin gibisi ni hiç görmedim. DENİZ: Ne olmuş? BEKÇİ: Bi de soruyo!.. Benim kafamda gözlerim yok sanıyorsun galiba? Bunlar ne, ha? (Gözlerini göterir) DENİZ: Diş mi yoksa? BEKÇİ: Göz, göz, aptal şey! Şimdi özür di le bakalım ufaklıktan. (Çevresine bakar) Nerede o?
SÜpermen'den Bile Kuvvetli-13 ANNE: Eğer'pedagog öğretmen de engelIiyse, bu para başka bütçeden karşılanabi liyor. HÜSNÜ: Engellilere ait ödenekten. ANNE: Aynen BEKÇİ: (Utangaç utangaç Hüsnü'ye doğru gîder) Sayın Bay, yani Sayın Baston Hüsnü Bey, dostlarım için bu görevi kabul eder misiniz acaba? MİNE/ÖMER/DENİZ: Eveeeet, lütfen! HÜSNÜ(Duygulanmıştır) Eh, olsun bakalım ÖMER: Anne, nası başardın bunu? ANNE:Ben mi? Yok canım... Aslında bu Hüsnü Bey'in başarısı-.,. Ve-de Deniz'in. MİNE/ÖMER:Deniz'in mi? . DENİZ: Tabii. İki haftadır tekerlekli sandal yeyle" okula gittiğime göre, pekala bunun diğer engelliler için de geçerli olduğunu göstermiş oldum. M İ N E : Yani şimdi bu durumda Denizle sen aynı okula, aynı sınıfa birlikte gidebileceksiniz, dii mi? ÖMER tabii. Bütün normal okullar, aynı Zamanda engelliler-içindir de. (Çocuklar sevinçle bağırışlarken) HÜSNÜ: Kesin gürültüyü! Yoksa baston geliyor ha! • ÇOCUKLAR: Bööle olmaz Öğretmen'im?.. : HÜSNÜ: Nasıl olur ya?
pe cy a
temeye... MİNE/ÖMER/DENİZ/BEKÇİ: Doğruuu! HÜSNÜ: Kimseler kalmamıştı ama orada. Bütün kurul dağılmıştı. Siz neredeydiniz bakalım? ANNE: Sizin yüzünüzden dağıldı. Çıkıp, gittiniz. Ben de sizi aramaya çıktım. Sonunda buldum işte, sizi gidi inatçı keçi-.. HÜSNÜ: Yettiniz artık! Ömer'in okulu için'kim çarpıştı aslanlar gibi? Müdürden ku-rul üyelerine kadar, hepsinin yüzüne karşı yalancılıklarını söyledim, bütün argüman larını geçersiz kıldım. Kim? Tek başına ben, Baston Hüsnü. Her şey yoluna girmiş-. ti. Bir tek şu lanet pedagog işine kadar. Engelli sınıfına gerekli olan şu ikinci öğret-' men işini çözemedim işte. ANNE: Biliyorum. Onu da ben hallettim. O da sizsiniz. Siz Bay Kendini Beğenmiş! Kuruldakilere sizi öyle bir anlattım ki, göz lerinden yaş gelecekti neredeyse. Sizin nasil harika, akıllı, mütevazı, iyiliksever, yumuşak bir öğretmen olabileceğinizi öyle bir anlattım ki... Hepsinin aklını sizin pedagog öğretmen olarak okula alınabileceğinizi yatırmıştım ki, ne oldu? Ortada yokturuz. Kayboldunuz. Her şeyi berbat ettiniz Kaçmakla. MİNE: Ama Anne, hani para yoktu öğretmenin maaşı için?
, TEKERLEKLİ SANDALYE ŞARKISI-ROCK Her insanin, ister küçük ister büyük, Hakkı vardır mutlu olmaya kekeleyebilir, tükrük saçabilir, - Topallayabilir, sarsak olabilir, Bütün sorun: Onu sevmekle çözülür! Kör, felçli, topal, deli ya da dahi İnsandır, vardır hepsinin kişiliği Ne kadar garip gelse de, hatta bazan tiksindirse de, kendileri istese istemese de, yaklaş ona, dene birlikte yaşamayı. ÖMER: (Tek başına) Her insanın, ister küçük ister büyük, Hakkı vardır mutlu olmaya. HEPSİ: Alkış, alkış, hem bize, hem size, . Alkış alkış, yaşamaya birlikte. Yürüyenler dans etsin ayakta, Katılırız biz de onlara sevinçle. Ama biliniz ki biz, gerektiğinde Kuvvetliyiz Süpermen'den bile. SÖN
a
cy
pe
a
cy
pe
a
cy
pe
a
pe cy
pe a
cy