Yaşasın Tiyatro! "Adını koymaktan kaçınmayacağız: Bu bir 'Saray Darbesi'dir... Büyük zaman içinde geri dönüp sahibini vuracağı bittecrübe sabit bir boomerang atılmıştır tiyatro kurumuna." (Tiyatro... Tiyatro... Ekim 1999) Evet, boomerang geri döndü ve sahibinin sesini vurdu. Biraz daha ivme kazanırsa, sahibini de vurabilir. Asıl acı olan, bu arada, boomerang'ın gidip gelerek kat ettiği yolda, tiyatro sanatının kamusal prestiji de epey hırpalanmş, berelenmiştir. Temiz toplum özlemi çeken ülkemiz insanı, artık bazı tiyatro sanatçılarını, banka hortumcuları, eroin kaçakçıları, ihale t a k i p ç i l e r i , vurguncular, kaçak et dağıtıcıları arasında, yakışıksız bir aile resminin içinde görmektedir. Üzgünüz, mutlu değiliz. "Bizim Darbemiz İyidir" dediklerinde, duyduğumuz üzüntüden kat be kat daha üzgünüz. Eser hırsızlığından adi hırsızlığa uzanan bu iddialar bizi korkutuyor. Tuğla ve kereste hırsızlığının "Eser H ı r s ı z l ı ğ ı n d a n daha önemli görüldüğü yerde, sanattan bahsetmek nasıl da zor. Nedir, tam da bu "zor" anda, tiyatro sanatının insan hayatını anlamlı kılmaya yönelik değer birikimini savunmak, olumsuzlukların önünü açan yapılanma bozukluklarına karşı durmak, yaratıcı emeğin zenginliğini öncelemek daha da önem kazanıyor. Ars longa, vita bravis; sanat uzun, hayat kısa... Yani, Yaşasın Tiyatro! Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Kerem Kurdoğlu, Nilüfer Kuyaş, Ahmet Levendoğlu, Âli Taygun, Sibel Ârslan Yeşilay
DEVLETİN TİYATROSU OLMAZ!
cy
Yücel Erten
a
(MI?) Yücel Erten, Ankara'da sanatçıların uğrağı olan eşitli mekânlarda geçen bir dizi şakalı konuşma biçiminde kaleme aldığı kitabında Devlet
pe
riyatroları'nın sorunlarına ilişkin görüşlerini ve çözüm önerilerini sunuyor, yirmi yılı aşkın
yunculuk, yönetmenlik, yöneticilik deneyiminin ışığında. Yazar en başta bir önkoşul koymuş ortaya. Devlet Tiyatrolarının mutlaka yaşatılması önkoşulunu. Kimilerinin Devlet Tiyatrolarının verimsizleştiği iddialarına, tiyatroya yapılan yatırımı gereksiz görme eğilimine, özelleştirme tekliflerine karşı, toplum yaşamında tiyatronun yeri üzerinde durmuş, Devlet Tiyatrolarının bu günkü işleyişi konusunda saptamaları ve eleştirileri var Yücel Erten'in. Sevda Şener
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Orhan Al kaya, Mustafa Demir kanlı, Kerem Kurdoğlu, Nilüfer Kuyaş, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, Sibel Aslan Yeşilay Yayın Koordinatörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Yalçın Günaydın
Yazarlar: Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Yücel Erten, Ahmet Levendoğlu Katkıda Bulunanlar: Şirin Akdil, Üstün Akmen, Hasan Anamur, M. Sadık Aslankara, Esen Çamurdan, Feridun Çetinkaya, Hasan Erkek, Fulya Ocak, Hüseyin Sorgun, Pınar Şenel
Kapak: Savaş Çekiç
Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic.
Redaksiyon ve Düzeltme:
ve San. Ltd. Şti.: Firuzağa
Ayşe Nalân Özübek
Mahallesi Ağahamamı Sokak 5/3
Hukuk Danışmanı: Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Abone Sorumlusu: Murat Güler Film Çıkış: Çağdaş Grafik
Cihangir 80060 istanbul Telefon: (0212)243 09 37 Fax: (0212) 252 94 14
Baskı: Mart Matbaası
P. Çeki: Tiyatro Yapım 655 248
Abone Bedeli: 18.000.000.-
Banka Hesap No: T. İş Bankası,
Yurtdışı Abone: 150 DM/75$
Cihangir Şb. 197 245
OCAK-ŞUBAT 2 0 0 1
SAYI 110-111 1.500.000.-
HABERLER 5.4 DOSYA: BOOMERANG'I ÖNEMSEMEMEK Mustafa Demirkanlı/S.7 DETİS Basın Açıklaması/S. 14 KÜLTÜR-SEN İSTANBUL ŞUBESİ'NİN Basın Açıklaması/S. 15 TOBAV Basın Açıklaması/S. 15
İZDÜŞÜM: Ahmet Levendoğlu/S.21
cy
İNCELEME: WOYZECK Hasan Erkek/S. 18
a
KIRK YILDA BİR: KURTLAR PUSLU HAVAYI SEVER Mustafa Demirkanlı/S. 16
ELEŞTİRİ: HER İNSAN BİR UÇURUMDUR Sibel Arslan Yeşilay/S.22 ŞANO: Orhan Alkaya/S.25
FOTOĞRAFLARIN DİLİ: NÂZIM HİKMET 99 YAŞINDA/S.26
pe
ELEŞTİRİ: İ.D.T'NUN CALIGULA'SI VE CAMUS'NÜN YAPITI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER Hasan Anamur/S.30 ELEŞTİRİ: ÜZERİNDE ÇOK TARTIŞILACAK BİR OYUN: GETTO Pınar Şenel/S.34 ELEŞTİRİ: ÇEHOV'LA ODA TİYATROSU Nilüfer Kuyaş/S.38 REJİSÖR KOLTUĞU: Yücel Erten/S.41
SÖYLEŞİ: KENAN IŞIK: "BU OYUN MODERN TİYATROYU GERÇEKLEŞTİREN BİR METİN" Hüseyin Sorgu n/S 42 ELEŞTİRİ: KİŞİYE MEYDAN OKUYAN ARAÇLAR-GEREÇLER "SESLER, ZİLLER, BİZLER" Üstün Akmen/S.44 ELEŞTİRİ: BİLGE KARASU ÜNLÜ TÜRK HİKAYECİSİ DEĞİLDİR Feridun Çetinkaya/S.46 SÖYLEŞİ: YÜCEL ERTEN: "AYRILMAK ZORUNDA BIRAKILDIM" Ayşe Nalân Özübek/S.50 İNCELEME: SHAKESPEARE DRAMATURGİSİ Pınar Şenel/S.54 SÖYLEŞİ: KANLI NİGÂR METROPOLDE Fulya Ocak /S. 58 ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI: Huzursuz Seyirci/S.59 SUFLE: VEDA Şirin Akdil/S.60 KİTAP TANITIMI: YOKSA ELEŞTİRMENİ TOPALIN KOLTUK DEĞNEĞİ Mİ SANDINIZ? Esen Çamurdan/S.62 POLEMİK: REFİK ERDURAN'DAN DİLEKÇE Refik Erduran/64 TOMRUK: /S. 66 BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR /S .67 EK/OYUN METNİ: TAHTAKURUSU Mayakovvski Çev. Sabiha Serim/ S. 71
Haberler. Eski Tiyatronun Yeni Örgütü
Sevgili Gökhan Akçura ve Efdal Sevinçli ile öteki arkadaşlarımız bir el atsalar tiyatromuzdaki şu örgütlenme tarihine, kim bilir ne ilginçlikler çıkar ortaya... Böyle bir veri bulunmadığına göre elimizde, ileri geri konuşmak da olmaz öyleyse... Ama ben, yaklaşık otuz yıllık bir örgütlenme çabasına getirmek istiyorum sözü... İlk olarak 1973'te Ankara'da Mehmet Kaya'nın kurucu başkanlığı ile yaşama geçirilen AÜ. DTCF Tiyatro Bölümü Mezunları Derneği'ne... O günlerin Ankara'sında Gölbaşı Sineması'nın hemen iki altında bir yapının en üst katındaydı dernek merkezi... Ne ki süreğenlik gösterememişti dernek. Soluksuz kalıp tıkanmış, birkaç yıl içinde de kapanmıştı... Sonraki yıllarda bir kez daha yekinmişti AÜ. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunları... Kurulan ikinci dernek de, ilkinin yazgısını paylaşmak zorunda kalmıştı ne yazık ki... Ya sonra? Tiyatrocu dediğin yalnız gönüllü değil, sabırlıdır da! 1992'de kurulan üçüncü derneğin, yaklaşık on yıldır çalışmalarını sürdürüyor olması bunu göstermiyor mu? Otuz yıla varan bir örgütlenme savaşımının, tiyatrodaki yansıması olarak alıyorum ben bunu... Derneklerini onca yıl emekle, sabırla bugünlere taşıyan tiyatromuzun sessiz gönüllüleri de ayırdında olmalı bunun! Yoksa Yönetim Kurulu üyelerinin bir bölümü (Ali Kalıpçı, Mehmet Kaya, Deniz Taşkan, Dilek Tekintaş), örgütlenmeyi genişletme
pe cy a
Bir alanda, bu alandaki öncesiz, sonrasız yolculuklarda, alana özgülenmiş gönüllülükler görmezden gelinebilir mi hiç? Bir alanın gönüllüsü olunmadan, o alanda başarı kazanılabilir mi? Tiyatro, bu olgunun, can alıcı biçimde kendini gösterdiği alanlardan biri... Çünkü gönüllülüğe gereksinim duymakla kalmıyor, bunu gösteriyor da... "iki heves bir kalas," boşuna mı söylenmiş?.. Adları koca koca koltuklara yakıştırılmış kimileri, kalaslara düşkünlük gösterse de tiyatro, "hevesliler"ce (bunu, "gönüllülük" olarak alıyorum burada) yürütülüyor yine de... Simdi siz, buna bakarak, bunca
gönüllülüğün sergilendiği bir alanda, söz konusu alan insanlarının en azından bu çerçevede kaynaşmış, örgütlenmiş olduklarını sanırsınız, değil mi? Bir şaşırtıcı yan da bu işte! Onca gönüllü bir araya gelir, tiyatro yapmaya yönelir de, örgütlenmeye yönelemez bir türlü! Yalnız tiyatroda mı? Öteki sanat dallarında da geçerli bu.
doğrultusunda çıkıp gelmezdi İstanbul'a... İstanbul, Ocak ayında, tiyatronun bu sevgili gönüllülerini de kucakladı, bin yılların ev sahibi olarak... İstanbul'da yerleşik mezunlarla Andon'da gerçekleştirilen tanışma, kaynaşma toplantısı ve yemeği, otuz yıllık bir çabanın sonucuydu kuşkusuz! En eski mezunlardan Tekin Özertem, Ali Kalıpçı, Ayten Uncuoğlu, Fatoş Üner İnal; onları izleyen kuşaktan Mustafa Yavuz, Güven Sulikioğlu, Gülşen Karakadıoğlu; daha sonra gelenlerden Ülkü Ayvaz; 1995-2000 arası mezunlarından Gökhan Özbay, Dilek Tekintaş... Daha kimler kimler... Otuz kadar mezun, ilk ağızda istanbul'da da bir temsilcilik oluşturulması doğrultusunda karar aldı. Ama bundan da önemlisi, tiyatromuzun geleceği adına çalışmalar yapılması ve katkılar ortaya konulması kararlaştırıldı toplantıda... Yıllardır birbirini hiç görmemiş olanlar da vardı bunlar arasında... Sarıldılar birbirlerine... Özlemle, sevgiyle, içtenlikle... Tiyatroda örgütlenme denildiğinde; gönüllülüğe, emeğe, sabra şunları da eklemek gerekiyor deme: Özlem, sevgi, içtenlik... Haber: M. Sadık Aslankara Fotoğraflar: Vildan
Necati Cumalı'yı Yitirdik Yakalandığı karaciğer kanseri hastalığı sonucu 11 Ocak günü vefat eden Necati Cumalı, 80 yaşındaydı. Şair, öykücü.
Haberler. biçimde, araştırmadan yaptıkları protesto geri tepti. Tiyatro Yazarları Derneği'nin kurumlara müdahaleci tavırları da netlik kazanmış oldu.
Kenan Işık, Şehir Tiyatroları'ndan Ayrıldı
a Uzun süredir istifa sürecinde olan Kenan Işık'ın istifası kabul edildi. Diğer işlerinin yoğunluğu karşısında 5 yıldır sürdürmekte olduğu Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği'nden ayrılmak isteyen Kenan Işık'ın istifası kabul edildi. Kenan Işık'tan boşalan Genel Sanat yönetmenliği'ne tiyatronun genç kuşak oyuncularından Şükrü Türen atandı.
pe
Önümüzdeki sayı Cumalı'nın sanat yaşamını Hülya Nutku'nun yazısı ile daha geniş olarak irdeleyeceğiz.
Tiyatro Yazarları Derneği'nin Gafı
"Tiyatro Yazarları Derneği Başkanı Recep Bilginer, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Kenan Işık'ı, tiyatronun tarihinde ilk kez Ramazan Bayramı'nda perdelerini kapattığı için eleştirdi." Oysa, Şehir Tiyatroları birkaç yıldır, bayramlarda ve yılbaşında perdelerini, seyirci azlığı nedeni ile kapattığı gibi, Devlet Tiyatroları da aynı uygulamayı yapmaktadır. Tiyatro Yazarları Derneği Yönetim Kurulu üyeleri "kendi" oyunlarının oynanmadığı için uzun süredir hasmane tavırları sergiledikleri iddia edilirken, bu iddiaları doğrular
Meclisi Girişimi'nin daha önce de Nâzım Kültürevi'nde yaptığı toplantıyı basmış ve kültür merkezini mühürlemişti" denildi. F tipi cezaevi ve ölüm oruçları ile ilgili tüm etkinliklerin engellenmeye çalışıldığının ifade edildiği açıklamada, "Bir tiyatro salonunu kapatmak hangi demokrasiye ve hukuka hizmet edebilir" sorusuna yer verildi. Açıklama şöyle sona erdi: "Bizler insan hakları savucuları olarak; sanat, sanatçılar ve sorunlarını özgürce tartışmak isteyenler üzerindeki baskıların son bulmasını istiyoruz. Tiyatro salonlarının perdelerini polis değil, sanatçılar 'perde' diyerek kapatmalıdır. Düşünceye ve sanata özgürlük."
Cem Yılmaz'a Kosova'dan Ödül
cy
roman ve oyun yazarı Necati Cumalı, Kültür Bakanlığı Tiyatro, Türk Dil Kurumu ve Yeditepe Şiir, Orhan Kemal ve Yunus Nadi Roman, Sait Faik Hikâye Ömer Asım Aksoy ve Tiyatro Yazarları Derneği ödüllerine layık görülmüştü. Orta öğrenimini İzmir Atatürk Lisesi, yüksek öğrenimini de 1941 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nde tamamlayan Cumalı, 1945-48 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'nde çalıştı. İzmir ve Urla'da 1950-57 yılları arasında avukatlık yapan Cumalı, ardından 2 yıl Türkiye'nin Paris Basın Ataşeliği'nde memurluk, daha sonra da istanbul Radyosu'nda redaktörlük görevlerinde bulundu. Cumalı, 1965'ten sonra yalnızca yazarlığı uğraş edindi ve ilk şiiri 1939'da yayımlandı. "Garip Akımı" ve 1940 kuşağının öbür şairlerinden kendisini ayıran yalın, aydınlık anlatımlı ve lirik şiirler yazan Cumalı, sevgi, sevinç, özlem gibi bireyin güncel kaygılarıyla birlikte çağın toplumsal sorunlarını da ele aldı. Eserleri sinemaya uyarlandı. Öykü, roman ve tiyatro türlerine 1955'ten itibaren yönelen Cumalı, şiirsel dili ve ayrıntıları ustaca kullanmasıyla okuyuculara kendini benimsetti. Cumalı, roman ve öykülerinde, özellikle Ege yöresindeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarını işledi. "Tütün Zamanı (Zeliş)" (1959), "Yağmurlar ve Topraklar" (1973), "Acı Tütün" (1974, 1991) adlı eserleri bu türün örnekleri arasında yer aldı.
Düşün Sahnesi Kapatıldı
Mümtaz Sevinç'in sahibi olduğu Düşün Tiyatrosu, polisler tarafından 'ruhsat'taki eksiklikler gerekçe gösterilerek mühürlendi. Kapatma kararının Gazeteciler Meclisi Girişimi'nin 21 Ocak 2001 tarihinde Mümtaz Sevinç Düşün Tiyatrosu'nda düzenlediği toplantının ardından gerçekleşmesi dikkat çekici, insan Hakları Derneği İstanbul Şubesi tarafından yapılan açıklamada, "Mümtaz Sevinç'in, ölüm oruçlarına daha ilk günden bu yana duyarsız kalmamış ve tepki gösteren bir sanatçı olduğunun altı çizilerek, F Tipi Cezaevlerinin tartışıldığı platformları baskı kurarak sindirmeye çalışan kolluk kuvvetleri, Gazeteciler
Kosova'da Türk kültürünün merkezi olarak bilinen Prizren'de, yılın başarılı sanatçıları ödüllendirilirken, Cem Yılmaz'a da 'en iyi konuk oyuncu ödülü' verildi. Kosova'da görev yapan Mehmetçik'e moral vermek amacıyla geçen yıl Prizren'e giden Cem Yılmaz, Prizren'deki Yeşeren Tiyatrosu'nca, En iyi Konuk Oyuncu Ödülü'ne değer bulundu. Yılmaz'ın ödülü, kendisine verilmek üzere Kosova Türk Tabur Görev Komutanlığı'na teslim edildi. Agim Rıfat Yeseren'in yönettiği tiyatronun diğer ödüllerini, yönetmen Zekir Sipahi, Hayrullah Skurtak, Hüsamettin Cesko ile Türk Folklor Derneği, Doğru Yol ve Yeni Dönem gazetesi kazandı. Kosova Sanatçılar Derneği Başkanı Ethem Baymak, bu sanatsal etkinliklerinin Kosova'daki Türk varlığının en iyi kanıtı olduğunu belirterek, Türkiye'deki kurumlardan destek beklediklerini açıkladı.
Diyarbakır'da 'Vatandaş Abuzer' Oyunu Yasaklandı Yücel Sarpdere 'nin 6 baskı yapan kitabından uyarlanan "Vatandaş Abuzer" oyunu "ortam müsait olmadığı" gerekçesiyle Diyarbakır'da yasaklandı. Diyarbakır'da Bilimsel Sanatlar Merkezi bünyesinde 6 yıldan bu yana faaliyet gösteren Tiyatro Arayış Grubu'nun, Yücel Sarpdere'ye ait "Vatandaş Abuzer"
Haberler.. sekizincisini 26 Şubat-3 Mart 2001 tarihleri arasında düzenleyecek. Seminere Almanya'dan 3, ingiltere ve Türkiye'den de birer uzman katılacak.
'Önce İnsan' Kanada Yolcusu Devlet Tiyatrolarının Tamer Levent'in rejisiyle sahnelediği oyunu 'Önce İnsan' Kanada yolcusu. Oyun, Toronto'daki 1000 kişilik salonda bir gece sahnelenecek. Devlet Tiyatroları, "Önce insan" adlı oyunla Kanada'da ilk kez sahne alacak. Küçük Sahne'de, turnenin tanıtımı için oyunun yönetmeni Tamer Levent ile başrol oyuncuları Nurtekin Odabaşı ve Nihat Hakan Güney'in katıldığı basın toplantısı düzenlendi. Levent, turneyi düzenlemekteki amaçlarının, Kanada'da yaşayan Türklere uzun süredir izleyemedikleri Türk tiyatrosunu izletmek, ülkelerinin kültürlerine yabancılıklarını gidermek ve Türk tiyatrosunu uluslararası boyutta tanıtmak olduğunu söyledi. Levent, Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki bağlantılara dikkati çeken oyunun, Toronto kentindeki 1000 kişilik salonda, yalnızca bir gece sahneleneceğini belirtti.
cy a
adlı romanından tiyatroya uyarladıkları oyun, Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Ayhan Acet'in organizatörlere sözlü olarak "ortamın müsait olmamasını" gerekçe göstermesi nedeniyle sahnelenemedi. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenecek oyunun yönetmeni Feyzullah Öztep, yasaklama kararında bir kasıt bulunmadığını, bir sonraki başvurularının kabul edileceğini umduklarını söyledi. Yasaklanma kararı olmasaydı Vali Yardımcısı Murat Soylu'un da kendilerini izlemeye geleceğini belirten Öztep, "Gösterime bir saat kala resmi polisler bize yasaklama kararını bildirdiler, ilk başvuru, oyunun sahnelenmesinden 12 gün önce yapıldı, ardından 5 gün kala eksiklerin tamamlanması için yeniden Emniyet'e gidildi, burada biletlerin satılabileceği ve afişlerin asılabileceği söylendi bize. 746 bilet satıldı, bir matine bir suare olmak üzere iki kez sahnelenecekti" dedi. 15 kişilik Tiyatro Arayış ekibinin "Vatandaş Abuzer" oyunu için yaklaşık bir yıldan bu yana çalıştığını anlatan Öztep şöyle konuştu: "Bütün etkinliklerimizde evrensel ve sanatsal anlayış çerçevesinde; bütün dünya insanları için barışı, demokrasiyi, hoşgörüyü, insanca yaşamayı, kardeşliği ve en önemlisi de sevgiyi esas alan bilimsel sanat merkezimizin yetkili mercilerce desteklenmesi gerekliliğine inanıyoruz."
pe
'Unutulduk mu?' Afişinde Unuttular mı?
Vatandaş Abuzer'in yayıncısı olan Evrensel Basım-Yayın'ın yayın yönetmeni Hayri Erdoğan ise yasak kararına tepki gösterdi. Kitabın 1992 yılında yayımlanmasının ardından geçen süre içinde 6 baskı yaptığını belirten Erdoğan, 12 Eylül dönemini eleştiren kitap hakkında herhangi bir dava açılmamasına karşın tiyatro uyarlamasının sahnelenmesine izin verilmemesinin anlaşılır olmadığını vurguladı.
8. Uluslararası Eğitimde Drama Semineri Çağdaş Drama Derneği, 1985 yılından bu yana birer yıl arayla gerçekleştirerek gelenekselleştirdiği "Uluslararası Eğitimde Drama" seminerlerinin
Teröre kurban giden aydınların adlarını yaşatmak için hazırlanan Devlet Tiyatroları'nın afişinde Gün Sazak'ın resmi yoktu. Devlet Tiyatroları'nın (DT) aylık olarak yayımlanan program akışlarının, afiş olarak da kullanılabilen bölümünde bu ay teröre kurban verilen aydınların fotoğrafları yer aldı. Programın ön yüzünde, "Unutulduk mu?" başlığı ile suikastler sonucu
öldürülen aydınlardan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Çetin Emeç ve Abdi ipekçi'nin fotoğrafları yer alıyor. Ancak, afişin basılmasından sonra D.T. Eski Genel Müdürü i. Rahmi Dilligil'i arayan Devlet Bahçeli "Gün Sazak unutuldu mu?" sorusunu sorması üzerine, "Aslında yer alacaktı ancak fotoğrafını bulamadık" açıklaması ile karşılaştı. Devlet Bahçeli, Istemihan Talay'ı arayarak aynı soruyu yöneltince, 2. baskı yapılarak, Gün Sazak'ın da yer aldığı afiş basıldı. 30 bin basılan afişin ilk 20 bini Gün Sazak'sız, diğer 10 bin baskı ise Gün Sazak'lı basılmış oldu.
Faruk Günuğur; Beni İstemeyen Hainler Var i. Rahmi Dilligil ve Bursa D.T.'deki 8 görevlinin tutuklanması ile Devlet Tiyatroları'nda kısmi değişiklikler yaşanmaya başladı. I. Rahmi Dilligil ile birlikte Sanatçı Temsilcisi olarak Yönetim Kurulu'nda göreve başlayan, daha sonra Mehmet Ege'nin yürütmeyi durdurma kararı almasıyla bu görevden ayrılmak zorunda kalan Faruk Günuğur, i. Rahmi Dilligil'in tutuklanmasıyla boşalan Genel Müdürlüğe Vekil olarak atandı. I. Rahmi Dilligil ile göreve başlayan ve eski Genel Müdür Lemi Bilgin hakkında Bakanlığa ihbar mektupları yazdığı söylenen Günuğur göreve başladıktan sonra Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü'ne atadığı Mehmet Gökçer'i tanıştırmak üzere Bursa'da yaptığı Basın Toplantısı'nda "Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevini rüyamda görsem inanmazdım, beni bu göreve layık gören Sayın Bakan ile görüştükten sonra bu görevi başarı ile yapacağıma inandım." diyen Günuğur, çalışma arkadaşları arasında kendisini istifaya davet eden hainler olduğunu söyleyerek, "Artık, atalarımızın ruhunu sızlatmayacağız." diyerek D.T.'larındaki çatışmaların daha uzun süre dinmeyeceği sinyallerini verdi. Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü'ne Ankara'dan bir sanatçı, Mehmet Gökçer atandı. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda 6 ay önce göreve başlayan Zafer Kayaokay da görevinden alınarak daha önce Müdürlük yapmış Osman Wöber bu göreve tekrar atandı.
DOSYA
Devlet Tiyatroları ve Kültür Bakanlığı Tarihin En Kara Günlerini Yaşıyor
BOOMERANG'I ÖNEMSEMEMEK Mustafa
Demirkanlı Kasım ayında, Bursa Haber Gazetesi'nde yayımlanan Ece Kavaklı Timoçin imzalı "Kötü Kokular" başlıklı yazı, Bursa yollarına düşmemize neden oldu.
pe cy
a
Bursa Haber Gazetesi'nin Yayın Yönetmeni Tayfun Timoçin ve Ece Kavaklı'nın desteği ile kısa bir araştırmadan sonra Bursa Devlet Tiyatrosu'na kesilmiş 110 adet faturayı elimize aldığımızda dehşete düşmüştük. Tamamı naylon olduğu bir bakışta belli faturaların içinde 300 m33 kereste, 10 km elektrik kablosu, tonlarca boya, inşaat malzemesi, faturala rın seri numaralarının arka arkaya olması Bursa'da nelerin yaşandığını kanıtlamaya yetiyordu. Karadeniz Nalburiye adına kesilmiş faturaların ise sahte olduğu ilk bakışta belliy di, Karadeniz Nalburiye'nin telefonları cevap bile vermiyor du. Kısacası bizim için " 1 . Perde Operasyonu" Aralık başın da bitmişti. "2. Perde Operasyonu" için bulguları, bilgilerle donatarak Bursa-Ankara hattında uzanan yolsuzluk zinciri nin halkaları bir bir eklenmeye başlamıştı. I. Rahmi Dilligil'in Bakan onayıyla 5 ayda 7 kere Bursa'ya gidişi, Ankara'daki evinin (yaklaşık 100 milyar değerinde) mutfak dolaplarının Bursa'da yapılıp, Bursa Devlet Tiyatrosu'nun aracıyla Anka ra'ya götürülüp takılması, "Adını Siz Koyun", "Domuz Ahı rı", "Böylesi Bir Aşk" ve "Gecenin Kullan" oyunları için alın mış gibi gösterilen koltuk takımlarını, kütüphaneleri, dolap ları oyunlarda görmek pek mümkün değildi, ama bu malze melerin bir kısmı I. Rahmi Dilligil'in evinde bir kısmı ise Emin Gümüşkaya'nın evinde misafirlerini bekliyordu.
/. Rahmi Dilligil, gözaltına alınmış Bursa Emniyet Müdürlüğü'ne girerken. Keşke, başını eğecek durumlara düşmeseydi. Ne de olsa Devlet Tiyatroları Genel Müdürü idi, Muhsin Ertuğrul'un oturduğu koltukta oturmuştu.
I. Rahmi Dilligil, Bakan onayıyla 5 ayda 7 kez resmi olarak Bursa'ya gidiyor, tanıkların ifadesiyle bu sayının çok daha fazla olduğu görünüyor, otellerde yenen yemeklerin parala rı bile ödenmiyordu. Örneğin Atlas Otel'de 1.5 ay önce 1415 kişi ile yenen yemeğin parasını Bursa D.T. Müdürü'nün ödemesi istenirken, Bursa D.T. Müdürü "Bana ne, kim yediyse ondan al" diyerek, Genel Müdür-Bölge Müdürü ara sındaki ilişkinin boyutunu açıklıyordu. Teknenin izini bul muş, asıl olan Genel Müdürlüğün yani "2. Perde"nin kapıla rını aralamıştık. Yaklaşık bir haftalık bir zamana daha ge reksinmemiz varken, Milliyet'ten Elif Korap'ın ortaya çıkar dığı 2. sahte fatura olayı, (ki, biz bunu henüz fark etmemiş tik, o ana kadar sadece Karadeniz Nalburiye'ye ait faturala rın sahte olduğunu biliyorduk) Hüsnü Ulu'nun savcılığa şi-
Ulu Ticaret'in adı ortada dolaşmaya başla dığında önce iki kişi gelip Hüsnü Ulu'ya para teklifinde bulunuyor, olumsuz yanıt aldığında ise ertesi günü 16 EG 215 pla kalı arabayla gelen idare Müdür Yardımcı sı Hasan Acar, arkalarında Bakan'ın oldu ğunu söylemekten çekinmiyor. Yine teh dit ve para teklifi. Telefonla görüştüğümüz Hüsnü Ulu, ken dilerine ait 27 adet fatura olduğunu, şu sı ralarda da 5.8 milyar liralık bir ödemenin daha çıktığını ve bir sonraki gün ödenece ğini söylediğimizde soluğu savcılıkta alı yor. 5.8 milyarlık fatura ise ödenmek üze reyken muhasebeden, faturalarda yanlış lık var gerekçesiyle geri çekiliyor, son vur gun da böylece kurtarılmış oluyordu. Operasyonun " 1 . Perde"si; I. Rahmi Dilli gil, Emin Gümüşkaya, Hasan Acar, Hasan Ulusoy, Lütfi Durmaz, Atıf Kahveci , Nec det Şengezer ve Mehmet Topuk'un (Kara deniz Kereste'nin sahibi) tutuklanıp, ce zaevinin yolunu tutmasıyla sona eriyordu. Ancak, "2. Perde"den bir tek I. Rahmi Dil ligil " 1 . Perde"de ki rolü ile tutuklanmış, "2. Perde" açılamamıştı, tabii "3. Perde"
pe cy
Biz, Bursa'da araştırmamızı yapıp, sorum luluğumuz gereği Bursa D.T. Müdürü Emin Gümüşkaya ile görüşüp, iddiaları ve açıklamalarını alırken, i. Rahmi Dilligil Ta mer Levent'i arayıp, benim Bursa'da oldu ğumu, Bursa TOBAV'dan bir isim ile do laştığımı, adamlarını çekmesini söyleyebili yor, oysa o arkadaşı Bursa'ya gittiğim günlerin hiçbirinde görmemiştim bile, ama Tamer Levent arkadaşı arayıp, bu iş lere karışmamasını söyleyebiliyor, sonra da timsah gözyaşları arasında TOBAV Bil dirisini yayımlayabiliyor. Bildirinin son cümlesinde de; "Bu bilinçle 'Devlet Tiyatroları'nın daha fazla yıpratılmadan hak et tiği yere gelmesini sağlamak, içinde bu lunduğumuz durumun sonuna kadar gidi lerek aydınlığa kavuşturulması için tüm yetkilileri göreve çağırıyoruz. Bu anlamda üstümüze düşen her türlü göreve hazır olduğumuzu bildiririz." demenin bir sakın casını görmüyorlar. Oysa, I. Rahmi Dilligil aradığı gün, vereceği yanıt bu açıklamaya paralel olmalıydı, en azından Bursa'daki arkadaşını arayıp, sen bu işlere karışma, olmamalıydı. Bugün göreve hazır oldukla rını belirtiyor, yoksa Genel Müdür arayışın dan mı yararlanmak istiyor Tamer Levent.
Yukarıdaki aktardıklarımız Tamer Le vent'in Genel Müdür Yardımcısı olarak so rumlulukları paylaştıkları bir dönemde ya şanmadı da biz mi yanılıyoruz.
a
kayeti ve savcının hızlı hareket etmesi, Bursa polisinin kararlı tutumu ile sonuca ulaşıldı.
de. 3. Perde Operasyonu Büyük bir güven taşıdıkları anlaşılan I. Rahmi Dilligil ve Bursa takımı en küçük bir endişe dahi duymadan gerçekleştirdikleri talan karşısında içine sindiremeyen Bursa Devlet Tiyatrosu çalışanlarından bir grup naylon faturaları dışarıya çıkartıp, yapma ları gereken ilk işi yaparak Bakan istemihan Talay'a postalıyorlar. Bir süre bekle dikten sonra, ses çıkmadığını görüp bu kez DSP Bursa Milletvekili Ali Arabacı'ya iletip, Bakan Bey'in doğrudan eline ulaştı rıyorlar ve yine beklemeye başlıyorlar. Bir süre sonra ihbarlarının karşılığında soruş turma açılmasını beklerken, ihbarın imza sız olduğu gerekçesiyle geri geldiğini, Bur sa Devlet Tiyatrosu Müdürü Emin Gümüşkaya'nın elinde olduğunu görüyorlar. Gü müşkaya, Bakan Bey'e yapılan ihbarın kendisinde olduğunu, imzasız olduğu için işlem yapılmadığını, bu ihbarı yapanların erkekçe çıkıp imzalarıyla yapmasını söylü yor, tehdit edip şu mesajı veriyor; "Gördü nüz, yaptığınız ihbar işleme bile konmadı ve burada, ayağınızı denk alın, yoksa ya narsınız." Bakan Bey'den bu desteği alan Bursa takı mı hiç çekinmeden naylon ve sahte fatu ralarla vurguna kaldıkları yerden devam ediyorlar, Bursa Haber Gazetesi'nde ya-
Bursa Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen, Ferdi Merter'in Samipaşazade-Seazi'den uyarladığı ama telifini % 15 yerine % 40 olarak aldığı "Böylesi Bir Aşk"tan bir sahne. Bu oyun için alınan dekor malzemeleri: Anıl sandalye (6 adet), Oval toplantı masası, koltuk, sehpa, masa, çekmece, kitaplık, masa takımı. Bu oyunda bu malzemeleri görmek mümkün değil, kim bilir nerelerde? "Adını Siz Koyun" ve "Domuz Ahırı" oyunları için alınan malzemeler: Koltuk takımı, koltuk. Diğer faturada; koltuk, 3 adet misafir koltuğu. "Gecenin Kulları" oyunu için alınanlar; çekmeceli masa, soyunma dolabı. Bu oyunlarda da bu malzemeleri görmek mümkün değil. Onlar da kim
bilir nerelerde duruyor.
ciddi bir durum olduğunu belirterek, yani dikkatini çekerek vermesine rağmen ne den bir işlem yapılmadığını sorduğumuz da, gelen cevap "Nerden çıkartıyorsun bu nu, o sıralarda Meclis tatildeydi." oluyor du, ihbarın Meclis'le bir ilgisinin olmadığı nı belirttiğimizde ise "Bize aralık ayında ulaştı" yanıtı ile karşılaştık. Aralık'tan bu yana neden işlem yapmadıklarını sorduğu muzda ise, sinirli bir şekilde ayağa kalka rak, basın toplantısını terk ettiler.
pe cy
yımlanan haberden sonra da gazeteyi mahkemeye vermekle tehdit edip, işlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar.
a
Ulu Ticaret'ten alınmış gibi gösterilen malzemelerin bizim elimizdeki faturaların toplamı; 6.515.644.500 TL. Malzemelerin bir kısmı. 30x30 profil 514 adet, 2 mm saç tabaka 321 adet, elektot 85 paket, kalebodur 1114 kutu, yüzlerce kilo boya vs. Oysa Ulu Ticaretin faturaları firma sahibinin bilgisi dışında broşür basmaya parası olmayan Devlet Tiyatroları tarafından bastırılmış. Ayrıca Karadeniz Nalburiye'ye ait faturaları da sevabına bastırmışlar. Bu faturalara aldıkları malzemeler ise; döşeme, basamak, denizlik. Ama faturalar sahte.
" 1 . Perde Operasyonu" başlayıp 14 kişi gözaltına alınıp, televizyonların "Beyaz Enerji Operasyonu'nun ardından ikinci sı raya yerleştiği ve i. Rahmi Dilligil'i gözaltı na almak üzere Ankara'ya giden Bursa Polisi o akşam eli boş olarak dolaşırken, i. Rahmi Dilligil, evini terk etmiş, hiçbir yer de bulunamıyordu, yani kaçaktı. 14 Ocak akşamı Ankara'dan gelen bir ha ber Bakan Bey'in I. Rahmi Dilligil'i açığa aldığını duyuruyor. Bir gazeteci arkadaşım kanalıyla Bakanlığı aradığımızda haber ya lanlanmıyor, telefonla aradığım D.T. Gn. M d . Yrd. ise haberi doğruluyordu.
Ertesi günü Bakan Bey'in basın toplantı sında durum değişmiş, i. Rahmi Dilligil izi ne ayrılmıştı. 5 gündür sürdürülen bir ope rasyon ve polis tarafından aranan Genel Müdür açığa alınıp, polise teslim edileceği yerde izine ayrılarak, polise siyasi bir me saj mı veriliyordu? Bu kadar olaya rağmen Genel Müdür'ün arkasındayız, sorgulama nızı ona göre yapın mı demek isteniyor du? Basın toplantısında, Bakan Bey'e teybi uzatıp, DSP Bursa Milletvekili Ali Arabacı tarafından bu ihbarın bizzat kendilerine 6 ay önce yapıldığını ve Sayın Arabacı'nın
Bu soruyu dikkate alan TV8 ve NTV'den gelen muhabir arkadaşlara da aynı iddi amızı tekrarladık. 15 Ocak akşamı her iki kanalda da -birinde (TV8'de)- canlı telefon bağlantısı ile katılan, diğerine ise bant ya yın ile konuk olan Sayın Arabacı bizi doğ rulayarak ihbarı kendilerine 6 ay önce ver diklerini ve verirken de iddiaların ciddi ol duğunu, mutlaka teftiş kurulunun hareke te geçirilmesi g e r e k t i ğ i n i belirttiklerini açıkladı. Aynı Parti'nin milletvekili, Bakan Bey'i yalanlıyordu. Bakan Bey'den bugüne kadar ses yok. Bir sonraki gün (16 Ocak) Cine 5'te canlı olarak yayımlanan Fatih Altaylı'nın "Başka Yerde Yok" isimli programında tüm bu id dialarımızı ve Bakan Bey - I. Rahmi Dilligil ilişkisinin grift yapısını gözler önüne ser dikten sonra 6-8 ay önce iki üst düzey bü rokrattan duyduğumuz bir iddiayı dile ge tirdik. I. Rahmi Dilligil Bakanlık koridorla
rında dolaşır ve hava atarken zaman za man; "Bakan beni görevden alamaz, hak kında öyle dosyalarım var ki, bana bir şey olmaz." diye gözdağı veriyor ve bildiği gi bi davranmaya devam ediyordu. Bir yıldır yaşanan olaylar (Evrak Sahteciliği'nden dolayı Ankara Cumhuriyet Başsavcısı'nın dava açma talebinin Bakan Bey tarafından engellenmesi de dahil) bu savın doğrulu ğunu neredeyse kanıtlıyor. Bakan Bey, i. Rahmi'nin tutuklanmasın dan bir gün önce 14 Ocak Pazar günü her ihtimale karşı almış olduğu istifa dilekçesi ni zorunlu olarak yürürlüğe koyuyor. Yani hiçbir zaman i. Rahmi Dilligil'i görevden alamıyordu. Son ana kadar. Bir elinde izin dilekçesi, diğer elinde ise istifa dilekçesi. Bakan Bey bu iddiaya da şu ana kadar ya nıt vermedi. Hiçbir açıklama yok. Ve koltu ğunda oturuyor. Bu iddia doğruysa, I. Rahmi'nin elinde ba zı belgeler varsa, tehditlerine devam ede cektir. Tüm basın tarafından dikkatle iz lenmesi gereken bir konu olduğunu düşü nüyoruz. 2. Perde Operasyonu Yazının başında kısaca değindiğimiz " 2 . Perde Operasyonu" gözlerden ırak tutul maya çalışılmakta. Bursa takımı gözaltına alındığı gün Bursa'ya yanında bir mimarla gelen Gn. M d . Yrd. Sabri Özmener t ü m personel alınmış, evraklar polise taşınmış
Bu açıklama bile olayı örtbas etme gayre tini net bir şekilde ortaya koymasına rağ men en küçük bir olayda insanları açığa alan, görevden el çektiren Bakan Bey, Ge nel Müdür Yardımcısı'na dokunmuyor. Dokunmadığı gibi i. Rahmi Dilligil'in eki binde yer alan ve "Saray Darbesi"nde ak tif konumda olan Faruk Günuğur'u veka leten atayarak, Ankara'nın hafif hasarla atlatılması mesajını veriyor.
Bu konudaki bilgisine başvurduğumuz Ferdi Merter olayı doğruladıktan sonra, gerekçe olarak, Ankara Devlet Tiyatro sunun anbarı olmadığı için ve işlenen malzemeler daha sonra diğer bölgelere gittiği için, Ankara Müdürlüğü'nün bütçe sini kabarttığını, bu nedenle Ankara Dev let Tiyatrosu'nun ihtiyaçlarının alımının Genel Müdürlük tarafından yapıldığını açıkladı. Bu açıklama bizi ikna etti mi? Ha yır. Çünkü, Ankara D.T.'nin alımları kim tarafından yapılırsa yapılsın, sonuçta An kara D.T.'nin bütçesinde görülecek ama alımları bir başkası yapmış olacak. Bu ka dar yıldır da böyle yapılıyordu. Bursa olay
Başta Ankara olmak üzere, diğer illerde de şu anda Bakanlık müfettişleri tarafın dan soruşturmalar devam ediyor. Soruş turmayı yürüten müfettişleri zan altında bırakmamak için, bize ulaşan bilgileri ve daha ötesini yayımlamıyoruz. Ancak şu kadarını belitmekte de yarar ol duğunu görüyoruz. 2000 yılı alımları ince lenirken, bir yıldır ödenmeyen borçların yanında, alımların hemen ardından öde meleri yapılan firmaların varlığı birçok so ruya yanıt verecektir sanırım. Müfettişlerin soruşturmayı titizlikle yürütüp, sonuca ula şacaklarına olan inancımızı muhafaza edip, soruşturmanın sonundaki bulguların Bakanlıkça açıklanmasını bekliyoruz.
pe
Ankara'da Neler Oluyor?
Ayrıca, Ferdi Merter'in Samipaşazade- Se zai'nin "Böylesi Bir Aşk" isimli eserini oyunlaştırarak, uyarlama sözleşmesi yaptı ğını biliyoruz, ancak Bursa Devlet Tiyatro sunda sahnelendikten sonra uyarlamalar için belirlenen % 15 telif ücreti yerine % 40 ödendiği duyumlarını da aldık. Şu an da belgesi elimizde olmadığı için soruyor ve açıklama bekliyoruz. Ferdi Merter'e uyarladığı oyundan dolayı telif ücreti % 40 olarak mı ödendi? Eğer böyleyse Bursa'daki talanın irili ufaklı her tarafa yayıldı ğı kuşkusu daha da netleşecek. Dahası Ankara'daki soruşturmanın sonucu daha da gölgelenecek. Umarım, Bakanlık bu kez bizden önce davranarak bu konuya açıklık getirir.
cy
Mali işlerden sorumlu Genel Müdür Yar dımcısı Erdoğan Şahin'in emekliliğinin is tenmesi, idari ve Mali İşler Daire Başkanı Kerim Göksu'nun bir başka göreve atan ması, açığa alınmayıp kurumda varlığını devam ettirmesinin sağlanması kuşkuları gittikçe artırıyor.
ları göz önüne alındığında bu komisyon değişimi ve değişen komisyonun alımları nın çok dikkatli incelenmesi gerekiyor. So ruşturmanın sonunda bu gerekçenin ye rinde olup olmadığı da anlaşılacaktır, sanı rım.
Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürü Murat Atak aniden görevden alınıyor ve yerine "Bizim Darbemiz iyidir" diyen, "Intihal'le suçlanan Ferdi Merter getiriliyor ve he men ardından Ankara Devlet Tiyatrosu Satın Alma Komisyonu lağvedilip, Genel Müdürlükçe yeni bir Satın Alma Komisyo nu oluşturuluyor. Oysa, yasa ve ilgili yö netmelikler açıkça satın almaların nasıl ve kimler tarafından yapılacağını belirtiyor. Şubeler (Bölge müdürlükleri) kendi alımla rını kendileri yapar. Ankara Devlet Tiyatro su da bir bölge olduğuna göre alımlarını kendi yapması gerekirken böyle olmuyor, Genel Müdürlük tarafından yapılıyor.
a
iken ve Bursa'ya geleli daha 6 saat olma mışken Star Haber'e telefonla bağlana rak, Bursa'ya gelip gerekli incelemeleri yaptıklarını, söz konusu olan malzemele rin tiyatronun tadilatında kullanıldığını hiç çekinmeden açıklayabiliyor ve ardından bu söylediklerin yalan olduğu polisin ince lemesi, savcının soruşturması ve mahke menin sanıkları tutuklaması ile netlik kaza nıyordu. Genel Müdürlük ise Müfettişler ce teftiş ediliyor!
'
Bu Noktaya Nasıl Gelindi? Tiyatro... Tiyatro... Nasıl Bir Yol İzledi. "Zaman zaman 'Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin neden Devlet Tiyatroları'na karşı ol duğu' gibi anlamsız sorular da gelmiyor değil, az sayıda olsa da, DT Yönetimiyle ilişki içinde olanlardan geliyor olsa da. Biz, DT'ye karşı olmak bir yana, yaşadığı mız şu dönemde gerçek savunucusu ol duğumuzu düşünüyoruz." diyerek Aralık 2000 sayımızda benim köşe yazımda be lirtmiştik. Çıkar çevrelerinin dedikodularına karşı. Oysa yaklaşımımız arşivlerde du ruyor.
Geriye, Bu Çürümüşlüğün Başladığı Noktaya Dönelim. Sadece bizim elimizdeki faturaları topladığımızda 306.7 m kereste alınmış gibi görünüyor. Eylül-Ekim 1999 tarihli sayımızda, geceyaStar Haber'e açıklama yapan yetkililer bu malzemelerin tiyatroda kullanılmış olduğunu tespit rısı operasyonu ile devlet geleneklerine, ettiklerini söylerken, tarihlerin farklı ama fatura numaralarının arka arkaya olduğunu fark etik olarak ve işlevsellik olarak hiç de ya etmemiş miydi? Ama, savcılık fark etmiş ve Karadeniz Kereste'nin sahibi Mehmet Topuk u da kışmayan bir biçimde Eski Genel Müdür tutukladı 10
Lemi Bilgin'in Almanya turnesi sırasında tüm sanat yönetim kurulu üyelerinin de ğiştirilmesi, repertuvarın kaldırılıp yeni bir repertuvar oluşturulmasını "Saray Darbe si" olarak değerlendirmiş, Orhan Alkaya'nın imzasıyla "Bizce" köşesinde "Saray Darbesi ve Boomerang" başlıklı yazıda ir delemiş ve şu saptamayı yapmıştık.
İ. Rahmi Dilligil ve Emin Gümüşkaya, şu anda Bursa Cezaevi'nde. ilk duruşmadan sonra İstanbul'a, DGM'de yargılanmak üzere gelmeleri bekleniyor. Ancak söylediği gibi bu yakınlık tiyatroya en ufak bir yarar sağlamadığı gibi, yakın lıktan doğan cür'etin oluşturduğu ortam, Bursa Cezaevi'nin demirparmaklıkları ara sında sona erdi. Acaba Ferdi Merter tarih önünde ne diyecek?
a
Aynı sayıda yer alan bir başka söyleşinin konuğu ise kıdemli Genel Müdür Yardım cısı, TOBAV Genel Başkanı Tamer Le vent'ti. Söyleşinin başlığı; "Mesleği Şah silikten Çıkartmak Lazım"dı Ancak, I. Rahmi Dilligil'in atandığı koşullara ve etiğe ses çıkartmayan Tamer Levent'in yeni yönetimle kol kola girerek yaptığı ilk icra at, belki de ilk imza, kendisini ve i. Rahmi Dilligil'i rejisör pozisyonuna geçirmek ol du. Beni çalıştırmıyorlar diyen Tamer Le vent'in bu geçen 1.5 yıllık süreçte kuruma ilişkin herhangi bir proje üretip, gündeme getirdiğini biz hatırlamıyoruz (Trabzon'da gerçekleştirilen festival hariç, o başka bir konu, ona da ileride eğileceğiz.) ama iki yılı iki oyunu yönetmek için geçirdiğini ha tırlıyoruz. Rejisör olamamanın karşılığı be ni çalıştırmıyorlar ise bunun için Genel Müdür Yardımcısı olmak gerekmez. Genel Müdür Yardımcılığı sanatsal değil, idari bir görevdir. Bunun içinde yılları Genel Mü dür Yardımcılığı koltuğunu işgal ederek geçirmek gerekmemektedir diye düşünü yoruz.
cy
""Adını koymaktan kaçınmayacağım: Bu bir 'Saray Darbesi'dir. Ne gelenek ama; sadrazam sefere çıkmayagörsün; altını deşmeye hazır vezir-i vüzera 'şer dayanış masının şahikasını sahneye koyar. Kime karşı yapılırsa yapılsın, büyük zaman için de geri dönüp sahibini vuracağı bittecrübe sabit bir boomerang atılmıştır tiyatro kurumuna. Yanlış yorumlanmış bir Makyavelpasajı adeta..." "Boomerang, dönüp sahibini vurana kadar bir yol kat edecek. Ne acıdır, dolaştığı alanda kesip biçtiği, kan revan bıraktığı değerler, ülkemizin en köklü, en yaygın sanat kurumlarından Devlet Tiyatroları'nın değerleri. Teamülle rin kırılma noktasını seyrediyoruz bugün, endişeliyiz. Ülke tiyatrosuna giren kayna ğın yaklaşık yarısı, geleceğe dönük bir tehdit altında. Yeniden yapılanma yolun da atılan olumlu adımlar çoktan unutul du. Yemek saatinden önce baskın verip, elini yıkamadan sofraya oturanlar, temiz tabakları da bulaşıkhaneye göndermek üzere." (Tiyatro... Tiyatro... sayı: 95-96) Aynı sayıda, Eski Genel Müdür Lemi Bilgin ile yaptığımız söyleşinin başlığı "İlkelere Sahip Çıkılmasını İstiyorum''du.
pe
Lemi Bilgin, 1.5 yıldır yaşanan sürecin ana hatlarını o gün çizerek, kurumun ilkeler doğrultusunda yönetilmesi, siyasilerin ve bürokratların sanatsal ve idari işlere mü dahale etmemeleri gerektiğinin altını çizi yordu. Haklı olduğunu gördük. Aynı sayıda, i. Rahmi Dilligil ile Hüseyin Sorgun'un yaptığı söyleşinin başlığı ise "Hanedan Gibi Yönettiler Tiyatroyu" idi. Gördük ki hanedanlık bir başka yer deymiş ve hanedanın bir kısım üyesi bu gün demirparmaklıklar ardında.
Aynı sayıdaki bir başka söyleşinin başlığı ise; "Bizim Darbemiz İyidir". Bu sözler zamanın Başrejisörü Ferdi Merter'e ait. Ferdi Merter, dahasını da söyleyerek; 27 Mart 1999'da bir basın açıklaması yayım layarak; "Bugün 'Bakanlığa yakınlıkları ne deni ile göreve getirildiler'denilen bu ekip bu yakınlığı 'Yeniden yapılanma Yasa Ta sarısını' yaşama geçirme yönünde kulla nırsa feryatçılar ne diyecekler tarih önün de acaba?" diyerek, Bakan Bey ile i. Rah mi Dilligil yakınlığını, yönetimdeki ahbap çavuş ilişkisini daha ilk gün itiraf ediyordu.
Aynı sayıda, bakanlık faksından geçen im zasız açıklamaların, basını maniple etme ye yönelik olduğunu, yakışmadığını anlat maya çalıştık, belgelerini yayımlayarak. Bir-iki yazarın (Turgay Nar ve Tayfun Türkili) oyunlarının D.T.'de oynatma pahasına bu ilişkilerin içinde yer alarak, yazarlık mesleğine aykırı davranışlarda bulunduk larını söyleyip, kınadık. Refik Erduran ve Tuncer Cücenoğlu'nun i. Rahmi Dilligil'in savunuculuğunu da üstlenmelerini kına dık.
Bir Sayı Sonra Kasım-Aralık 1999 sayısında yayımlanan "Kırk Yılda Bir" köşe yazımın başlığı; "Sa yın Bakan, Yaşananları Anlamakta Zorlanıyorum" idi. Birçok ihalenin tele vizyonlardan naklen yayımlandığı ortam da, Kültür Bakanlığı'ndaki gizliliği anla makta zorlandığımı açıkladıktan sonra; "Sayın Bakan, inanın ki bu dedikodu orta mının oluşmasına yol açmak, bu çarkın dönüp dolaşıp eninde sonunda sizi vur maya kadar gideceği açıktır" diye uyarımı yaptıktan sonra; "Burada net olan bir şey var; etik kaybolmuş. Birileri sadece, kendi leri için bir şeyleri maniple etmeye çalışı yor. Ama, olan Devlet Tiyatroları'na olu yor, yazık oluyor. Ama, olan Kültür Baka nı istemihan Talay'a oluyor lekesiz geçmi şi, dedikodularla yıpratılıyor." diyerek, suçlamadan, yaşananların dışına çıkartarak ikaz görevimizi yapıyorduk. Ama, Bakan Bey'den ses çıkmıyordu. Ocak 2000 Devlet Tiyatrolarında kıyım başlamış, ka fasını kaldıranın başının ezildiği bir sürece girilmiştir. Coşkun Irmak Tiyatro... Tiyat ro...'ya yazdığı bir yazıdan dolayı 4 ay ma aş kesme cezası almış, iktidar için sivil top lum örgütlerini basamak olarak kullanıldı ğının altı çizilmiş, Dilligil'in Konservatuvar Mezunları Derneği'nin başında, Levent'in ise TOBAV'ın başında bulunduğu anlatıl dıktan sonra. Bu sayının Editörden yazısın da; "Şimdi, söz söyleme, görüşlerini dile getirme hakkı gaspedilen Coşkun Irmak kime gidecek? Dilligil'e mi, Levent'e mi?" diye önemli bir durumun altını da çizmiş tik. Mesele, sivil toplum örgütlerinin çalış ması ve sistem tartışmasından çok kişisel iktidara yönelik, basamaklar olarak kulla nıldıklarıydı. Şubat-Mart 2000 Sayısı Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nde ilk kez 27
İ. Rahmi Dilligil'in Genel Müdürlük İcraatları ve Boomerang Süreci • Genel Müdür Lemi Bilgin Almanya Turnesi'ndeyken Bakan Bey'le işbirliği halinde ve daha sonra önemli göreve getireceği "sanatçılar!"ın ihbar mektuplarıyla "Saray Darbesi" ile göreve geldi. • Başrejisör Ferdi Merter "Bizim Darbemiz iyidir" dedi. • I. Rahmi Dilligil, "Tiyatroyu Hanedar Gibi Yönettiler" dedi. • Tamer Levent, "Mesleği Şahsilikten Çıkartmak
a
Lazım" dedi. • I. Rahmi Dilligil ve Tamer Levent kendilerini rejisör kadrosuna atadı. • Bakan'ın müdahalesine karşı çıkan sanatçılar bildiri yayımladı, 180 sanatçıya soruşturma açıldı. • Serhat Nalbantoğlu ve Ajlan Sayılgan'ın kurumdan ilişkileri kesildi. Q Tiyatro Yazarları Derneği, açıkça I. Rahmi Dilligil yönetiminin yanında yer aldığını açıklamalarıyla belli etti. • Bazı yazarlar, basını maniple etmeye yönelik, imzasız bildirileri gazetelere ulaştırdılar. • Kültür Bakanlığı faksından imzasız bildiriler gazetelere ulaştırıldı. • Lemi Bilgin Yönetiminde görev yapan Coşkun Irmak Tiyatro... Tiyatro...'ya yazdığı bir yazıdan dolayı 4 ay brüt maaş kesme cezası aldı. • İlk kez biraraya gelen eski 7 genel müdür ortak bir deklerasyon yayımladı. Siyasilerin kurumdan el çekmelerini istedi. (Turgut Özakman, Bozkurt Kuruç, Raik Alnıaçık, Ergin Orbey, Yücel Erten, Mehmet Ege ve Lemi Bilgin. Cüneyt Gökçer toplantıya katılmadı, Tamer Levent ise çağırılmadı.) • I. Rahmi Dilligil, "Eser Hırsızlığı" ile suçlandı, Ankara 10. Asliye Ceza Mahkemesi dava açtı. • Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının "Resmi Evrakta Sahtecilik" suçundan I. Rahmi Dilligil ve Mine Acar için dava açma istemi Bakan Istemihan Talay tarafından engellendi. • Başrejisör Ferdi Merter hakkında, "Eser Hırsızlığı" suçundan dava açıldı. • Devlet Tiyatroları, tarihinde ilk kez İKSV'nın sanatsal seçimine müdahale etti. Vakfın istediği değil, Ferdi Merter'in yazıp yönettiği "Dava" (yargılanan eser) ile Tamer Levent'in yönettiği "Önce lnsan"ı dayattı. Vakıf kabul etmeyince İstanbul Tiyatro Festivali'nde D.T. temsil edilemedi. Taksim Sahnesi Vakfa verilmedi. • Aynı tarihlerde İstanbul'a turne düzenleyen D.T. boş salonlara oynadı. • Zafer Kayaokay'ın yönettiği "Patron" oyunundan sonra, resepsiyonda oyuncu Ali Sürmeli, oyunun defalarca Edebi Kurul'dan geri döndüğünü fakat Bakan Bey'in baskısı ile zorla dayatıldığını belirtip, Bakan Bey'i istifaya davet etti. • I. Rahmi Dilligil, Tiyatro... Tiyatro...'nun D.T.'larında satışını durdurdu. • I. Rahmi Dilligil, rotasyon uygulamasına başladı. İlk uygulama Eski Genel Müdür Lemi Bilgin'e yapıldı. • I. Rahmi Dilligil, Tiyatro... Tiyatro...'daki D.T. ilanlarını durdurdu. Gerekçesi hem ilan veriyoruz hem de aleyhime yazıyorlar oldu. • Cuma Boynukara'nın "Çok Geç Olmadan" isimli oyunu biletleri satışa çıktığı halde, gerekçe açıklanmadan kaldırıldı. • Tiyatro Yazarları Derneği, üyelerinin oyununa yapılan bu sansüre karşı çıkmadı, bir başka oyununun repertuvara alınacağını söyleyerek, susmasını istedi. • Tiyatro Yazarları Derneği Yönetim Kurulu üyeleri Refik Erduran, Tuncer Cücenoğlu, Recep Bilginer'in 6-7 oyunu repertuvara alındı. • Refik Erduran'ın 4 oyunu Rusya'da gerçekleşen 10 Türk oyununun 4 oyunu olarak katıldı.
pe
cy
Mart Tiyatro Bildirisi siyah bir sayfa olarak çıkıyordu. Bu çıkışın ardında "yerli yazar lar" söyleminin ardına sığınıp I. Rahmi Dilligil'i her şeye karşın destekleyen ve karşılı ğında 6'şar, 7'şer oyunları repertuvara alı nan yazarların sahne alması vardı. Eser Hır sızlığı ile suçlandığı günlerde, belgelerinin gazete sayfalarında uçuştuğu günlerde, İTİ Başkanı olarak Refik Erduran 2000 yılının Tiyatro Bildirisi'ni I. Rahmi Dilligil'e yazdırı yordu, kararda imzası olan diğer Yönetim Kurulu üyeleriyle birlikte. Sanırım dünya ta rihinde bir ilkti bu. Kişisel çıkarlara dayan mıyorsa, bu bildirinin I. Rahmi'ye yazdırılmasının gerekçesini anlayabilmiş değiliz, bugüne kadar da bu gerekçeyi Refik Erdu ran açıklamış değil. Biz tarihe karşı sorum luluğumuzu üstlenerek ve şu satırlarla; "Son olarak, karşı sayfadaki siyah sayfa. 'Dünya Tiyatro Günü Bildirisi'. Tahmin ede bileceğiniz gibi I. Rahmi Dilligil imzasını ta şıyordu, bu sorumluluğu paylaşmak iste medik. Böylesine ciddi ve meslek etiğinin tamamen dışlandığı bir eylemin tam orta yerinde bu sorumluğu alamazdık, almadık. Tarihe bizim üzerimizden akmasın." diye rek sorumluları, sorumlulukları ile birlikte tarihle baş başa bırakmayı tercih ettik. Bu sayımızın kapağı "10. Yıl, 100. Sayı" idi ve bunu gölgeleyen bir başlık ise "Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilli gil'e İntihal Suçlaması" idi. Tüm belgelerini yayımladığımız dosyada I. Rahmi'nin Ray Galton ve John Antrobus'a ait ve 1988 yılında Orhan Azizoğlu tarafın dan Türkçe'ye çevrilmiş "Pantolonunu En Son Ne Zaman Gördün?" oyununun "Giysi lerim Nerede?" ismi ile ve sadece yabancı isimler Türkçeleştirilerek kendi eseri gibi D.T. Edebi Kurulu'na verdiği ve sahnelen mek üzere Bursa Devlet Tiyatrosu'nda (Yi ne Bursa) kastın asıldığı ve durumun ortaya çıkması üzerine alelacele provaların durdu rulduğu ve tüm belgelerde yer alan "Ya zar" ibaresinin "Uyarlayan" olarak değiştiril diğine tanık olduk. Ama, bizde ikisi de mevcuttu ve aylarca yayımladık, Bakan Bey'e sorduk, tam bir yanıt alamadık. Ba kan Bey, Genel Müdür bir eser üzerinde ça lışma yapmış gibi ne anlama geldiği belli ol mayan bir açıklama ile olayı geçiştirmeye çalıştı. Dahası, Bakan Bey Ankara Cumhuriyet Baş savcısının evrakta sahtecilik suçu ile dava açmak istediği Genel Müdür I. Rahmi Dilli gil ve Başdramaturg Mine Acar için anlaşıl ması imkânsız bir gerekçe ile izin vermeye rek I. Rahmi'nin arkasında olduğu mesajını tüm kamuoyuna vermiş oldu. Gerekçe; "İl gililerin bilgisi dahilinde yapılmış bir işlem olduğu için yargılanmalarına gerek yok tur." Oysa, ilgililer I. Rahmi Dilligil ve Mine
• İlk kez Kültür Bakanı'na "özel sayı" hazırlandı. Bakan Bey'in sanat kurumlarıyla kavgası ve I. Rahmi Dilligil ile ilişkileri irdelendi. • Devlet Tiyatroları'nda tüm sahnelerde izleyici düşüşü gözle görülür bir hal aldı. • İ. Rahmi Dilligil, dizilere yasak getirdi. Sonra geri adım attı. • İ. Rahmi Dilligil, mafya dizilerinde D.T. sanatçılarının oynamasını yasaklayacağını açıkladı. • İ.Rahmi Dilligil, D.T.'nin ekonomik zorluk içinde olduğunu belirterek, yurtdışı turnelerin iptal edildiğini açıkladı. • İ. Rahmi Dilligil, D.T.'nin parasızlıktan dolayı büyük prodüksiyonları kaldırmak zorunda kaldıklarını açıkladı. • İ. Rahmi Dilligil,'e İsmet Küntay ödülleri sırasında daha önceden açıklanmadan "En İyi D.T. Yöneticisi!" ödülü verildi. Hayati Asılyazıcı uygulamayı savundu, Sibel Arslan Yeşilay jüriden istifa etti.
cy a
• Rusya'da gerçekleşen Türk oyunları haftasına basından bir tek Hayati Asılyazıcı davet edildi.
Acar'dı. Yani, zaten ilgililer yargılanacak tı. Bu davranış, artık Bakan Bey'in durdu ğu yeri iyice açıklıyordu. Oysa ben, o günlerde Bakan Bey'e hâlâ inadığım için (Bu arada, sınırlı zekâmı da itiraf etmiş oluyorum.) dergiyi yayıma hazırladıktan sonra, Özel Kalem Müdiresi Binnur Özel'i arayarak, böyle bir dosya olduğu nu, yayıma hazırladığımızı, yayımdan sonra Bakan Bey'in bilgisiz bir durumda kalmaması için arzu ediyorlarsa, detaylı bilgi verebileceğimi söyledim. Cevap; "Siz dosyayı bir gönderin de bakalım." oldu. Ben de kendilerine; "Affedersiniz, sizden izin istemiyorum, gereksinmeniz varsa, size, yani Bakan Bey'e bilgi verebi lirim." dedim ve telefonu kapattım. Ba kan Bey'in benim gazetecilik sınırlarını zorlayan bu iyiniyetime gereksinmesi ol madığını, zaten her şeyi bildiğinin ayrımı na çok sonra vardım. 100. Sayıda yayımlanan "Kırk Yılda Bir" başlıklı köşe yazımın başlığı" "Boomerang'ın Dönüş Yolculuğu Başladı" idi ve; "Sevgili Alkaya, Devlet Tiyatrola rı'nda yaşanan "Saray Darbesi"ndeki ge lişmeleri yorumlarken bir boomerangın atıldığını ve geri dönüşünün acılı olaca ğını belirtmişti. Çok uzun zaman geçme mesine rağmen, 'Devlet Tiyatrolarında huzursuzluk' gerekçe gösterilerek, ama huzursuzluk kaynakları belirtilmeden ya pılan operasyon sonrasında tüm geliş meleri kamuoyu hayretler içinde izleme ye başladı. Dilligil, Sayın Bakanla özel yakınlığını her yerde ve her zaman yük sek sesle dile getirmeye başladı. (Biz bu na hâlâ inanmıyor, Sayın Bakan'dan açıklama bekliyoruz.)" diye duyumlarımı zı dile getirdik ama Bakan Bey'den ses çıkmadı. Bugün daha somut olarak (ge lişmeler doğruladığı için) bu duyumumu zu bir iddia olarak ortaya koymamıza rağmen Bakan Bey'den hâlâ ses yok. Ve aynı sayıda, istibdat yönetimlerini ha tırlatan baskılar karşısında Devlet Tiyatro ları sanatçılarının görüşlerini mahlas (tak ma isim) ile dile getirebileceklerini belirt tik. 21. yüzyıla girerken buna zorunlu kı lınmıştık. Demokratik Sol Parti, partisinin adında sol olan bir Bakan'ın icraatları karşısında.
• İ. Rahmi Dilligil, Tiyatro... Tiyatro...'ya düzenli olarak her ay tazminat davası açmaya başladı.
pe
• İ. Rahmi Dilligil, toplantıda, kendisine yanlışlıkla Lemi Bey diyen Başrejisör Erhan Gökgücü'ne ceza verdi.
• İ. Rahmi Dilligil, 'Unutulduk mu?' adıyla bastığı D.T. aylık programının arka sayfasında Gün Sazak'ın olmadığını eleştiren Devlet Bahçeli'nin müdahelesinden sonra aynı programı Gün Sazak'lı olarak da bastı. • İ. Rahmi Dilligil, Bursa'da patlak veren
" 1 . Perde Operasyonu"ndan sonra ortadan kayboldu. • İ. Rahmi Dilligil, gözaltına alındı. • İ. Rahmi Dilligil, tutuklandı. • TOBAV bir bildiri yayımlayarak, göreve hazır olduğunu bildirdi. • İ. Rahmi Dilligil'in yerine Faruk Günuğur vekaleten atandı. • Faruk Günuğur hakkında, Bakan Bey'e ihbar mektupları yazdığı iddia edildi. • Faruk Günuğur, bu iddialara cevap vermedi. • İ. Rahmi Dilligil ve 8 arkadaşına savcılık 12-18 yıl arası hapis istedi. DGM Savcısının soruşturması devam ediyor.
Nisan 2000 Bakan Bey, I. Rahmi Dilligil ilişkisi iyice ortaya çıkmaya başladığı günlerde, sert bir yazı ile dikkatleri bir kere daha bu iliş kiye ve ilişkinin boyutlarına yönelttik. "/. Rahmi Dilligil, D. T. lan zaman zaman kötü yönetildi, zaman zaman kavgalara sahne oldu, zaman zaman çıkar ilişkileri hep ön planda oldu, bu doğru bugüne
kadar yaşananlarda doğrular da azdı, bu da doğru. Ama, D. T. 'lan bugüne ka dar ESER HIRSIZLIĞI ile suçlanan bir Ge nel Müdür görmemişti... ESER HIRSIZLI ĞI ile suçlanan bir Genel Müdürü koru yan Bakan'a da bugüne kadar Türkiye tanık olmadı. Küçük insanlar küçük he saplar yapar ama her zaman büyük ha talara gebedir." (M.D., Tiyatro... Tiyat ro... Sayı 101) Mayıs 2000 Bakan Bey'e yaptığımız uyarılar, eleştiri ler yanıt bulmayıp, Bakan Bey-I. Rahmi Dilligil ilişkisinin gittikçe sıkılaştığını gör düğümüzde bu kez ikazlarımızı Başbakan'a yöneltmeye başladık. "Şimdi, artık söz Başbakan'da. Sanırım, edebiyat adamı kimliğini de taşıyan Baş bakan olayların geldiği boyutta sessizli ğini sürdürmeyip, müdahale edecek ve kamuoyunu rahatsız eden olaylar zinciri ne açıklık getirecektir. Eğer, Başbakan da sessizliği seçerse, olaylara açıklık ge tirmek bizim görevimiz olacaktır. Şimdi lik Başbakan'/ bekliyoruz." (M.D., Tiyat ro... Tiyatro... Sayı 102) Haziran-Temmuz 2000 I. Rahmi Dilligil artık, Eser Hırsızlığı ile suçlanmıyor, Ankara 10. Asliye Ceza Mahkemesi'nde sanık. Bakan Bey'i bu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bakan Bey, Kültür Bakanı. "Bir anda aklıma I. Rahmi Dilligil'in 'Ba kan beni görevden alamaz' sözleri geldi, yok canım, daha neler, koskoca Kültür Bakanı'nın böyle dosyalık işleri olur mu? Olmaz. Olmamalı. Başka bir şey vardır." (M.D., Tiyatro... Tiyatro... 105-106) Bakan Bey'den en küçük bir açıklama yok. Bir sonraki sayıda, duyumumuzu yi neliyorduk; "Bir önceki sayıda 'Kırk Yılda Bir' köşemde, 'yok canım, daha neler, koskoca Kültür Bakanı'nın böyle dosyalık işleri olur mu?' diye açık açık Ankara'daki duyumları dile getirmiştim. Bu duyum lar da bugüne kadar yalanlanmadı, olay ları alt alta koyduğumuz zaman bu du yumlar artık inandırıcı olmaya başlıyor, yavaş yavaş veya hızlı hızlı, çünkü hiçbir siyasi kendisini bu kadar yıpratan bir şahsı korumaz." (M.D., Tiyatro... Tiyat ro... 107-108) Bu sayımızın kapağına Bakan Bey konuk olmuş, Dergi'nin tamamını ise Bakan Bey'in icraatlarına ayırmıştık. Aralık 2000 2000 yılının sonuna geldiğinde af tartış maları da artık ayyuka çıkmış, ne çıkaca-
ğı belli olmadığı için i. Rahmi Dillgil'in de bu ucube aftan yararlanarak Eser Hırsızlığı suçlamasından sıyrılabileceğini var sayarak. Bu konudaki görüşlerimizi dile getirdikten sonra, şöyle dedik; "Zaman zaman 'Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin neden Devlet Tiyatroları'na karşı olduğu' gibi anlamsız sorular da gelmiyor değil, az sayıda olsa da, DT Yönetimiyle ilişki içinde olanlardan geliyor olsa da.
Devlet Tiyatroları Cumhuriyet Türkiyesi'nin son 52 yılına tanıklık etmiş, sayıları binlerle ifade edilen oyunlarıyla ülkemizin kültür-sanat yaşamında öncü olmuş bir sanat kuru mudur. Bu kurum yarım asırlık onurlu geçmişinde salt halkımızın beğenisini kazanmış eserler üretmekle kalmamış, yüzlerce oyuncunun yanı sıra, üç kuşak tiyatro seyircisi yetiştirmek gibi bir büyük toplumsal görevi de yerine getirmiştir. Sanatçıları olarak bünyesinde görev yapmaktan kıvanç duyduğumuz Devlet Tiyatroları, son zamanlarda ne yazık ki, başarısından çok idari ve sanatsal anlamda olumsuz tepki ler gören uygulama ve polemiklerle gündeme gelmektedir. Bu üzücü gelişmelerin son ve en acı örneği, kurumda yolsuzluk yaptıkları iddiası ile aralarında Genel Müdür Rah mi Dilligil'in de bulunduğu 8 kişinin açığa alınmaları ve sorgulama sonucunda tutuk lanmaları olmuştur. Kurumda yaşanan ve sanatçılar olarak dernek çatısı altında dile getirmeye çalıştığımız olumsuzluklara ilişkin uyarılarımızın, Kültür Bakanlığı tarafından aylardır gözardı edil mesinin vardığı nokta ne yazık ki, kurum kimliğimizi ve sanatçı onurumuzu derinden yaralamıştır.. Devlet Tiyatroları'nın, hak etmediği halde içine düşürüldüğü bu durumdan kurtarılarak düze çıkarılması için ne yapılması gerektiği konusundaki görüşümüzü dile getirmeden önce, yargıya duyduğumuz saygı gereği, sorunun yargıya intikal eden yanına ilişkin görüş belirtmeyerek, esasen bu talihsiz ve tarifsiz noktaya nasıl gelindiğini anımsatma yı kaçınılmaz buluyoruz. Bugün yolsuzluk yaptığı iddiasıyla suçlanan Rahmi Dilligil, 12 Eylül 1999 tarihinde Kül tür Bakanı Sayın Istemihan Talay tarafından, yurtdışında görevde bulunduğu sırada, yetkileri elinden alınan, bir önceki Genel Müdür Sayın Lemi Bilgin'in yerine atanmıştır. Teamüle aykırı bu görevlendirme, basın tarafından "saray darbesi" biçiminde duyurul muş ve uygulama sanatçıların yoğun tepkisine neden olmuştur. Dilligil ile Başrejisör olarak çalışan ve bugün de Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürü ola rak görev sürdürmekte olan Sayın Ferdi Merter'in o günlerde ilk basın açıklaması, "bi zim darbemiz iyidir" biçiminde olmuştur.
a
Biz, DT'ye karşı olmak bir yana, yaşadığımız şu dönemde gerçek savunucusu olduğumuzu düşünüyoruz. "Saray Darbesi" diye adlandırdığımız geceyansı operasyonunu, öncelikle ecik olarak, sonra bir sanat kurumuna hem de DTgibi Türkiye'nin en yaygın bir sanat kurumuna yakıştı ramadığımız için, siyasilerin bu kuruma bu denli ellerini sokmasının yanlış olduğunu savunduğumuz için, görüşle rimizi savunageldik. Ancak iş bununla kalmadı. Kayda geçmiş hiçbir sanatsal başarısı olmayan, üstüne üstlük in tihal (eser hırsızlığı) ile ciddi bir biçimde suçlanan, belgele ri ortalıklarda dolaşan bir şahsın, I. Rahmi Dilligil'in, bir za manlar Muhsin Ertuğrul'un da oturduğu o koltukta otur masının yanlış ve kabul edilemez olduğunu savunduğu muz için bu meselenin üzerinde durduk ısrarla ve devam edeceğiz. Belki bugünün Türkiyesi'nde bankaların içinin boşaltılması, trilyonların bir gecede el değiştirmesi ve bu hortum/amanın ardında ve içinde bürokrat ve siyasilerin olmamasının mümkün olmadığı her gün yazılırken, mil yon dolarlarla ölçülebilen ve telaffuzu bile zor olan suistimal, irtikap, rüşvet vs. vs. 'lerin yanında "Eser Hırsızlığının esamesi bile okunmaz, denebilir. Ama öyle değil, herkes kendi evinin önünü temizlemek zorunda ve bu temizlikte -eğer çıkar ilişkisi yoksa- siyasilerin de yardımcı olmaları gerekir, dahası zorundadırlar, görevleridir.
DEVLET TİYATROLARI SANATÇILARI DERNEĞİ BASIN AÇIKLAMASI
pe cy
Genel Müdür'ün teamüle aykırı görevlendirilmesine yazılı olarak tepki veren, sorunları nı kendi salonlarında toplantı yaparak tartışmak isteyen sanatçılar, tiyatro salonlarına alınmayıp sokağa itilmiş, ardından "sokak gösterisi yaptıkları" ve "kurumun tüzel kişili ğini kamuoyu önünde küçük düşürmekle" suçlamış, 200'ü aşkın sanatçı hakkında so ruşturma başlatılmıştır. Bakanlık Teftiş Kurulu ve Genel Müdürlük tarafından aylarca süren yersiz soruşturma lardan sonuç çıkmayınca, sanatçılar lütfen(l) affedilmiş/erdir. Dilligil ile birlikte göreve gelen ve haksız soruşturmalar karşısında sessizliğini bozma yan o dönemin sanatçı temsilcisi Sayın Faruk Günuğur, şimdi Rahmi Dilligil'in yerine vekaleten Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olarak görevi devralmış bulunmaktadır. Soruşturmaların sürdüğü o günlerde, Devlet Tiyatroları tarihinde ilk kez olmak üzere 7 eski Genel Müdür bir araya gelerek ortak bir açıklama yapmış ve yönetimi, olumsuz uygulamalarından vazgeçmesi, Bakanlığı ise kuruma müdahalelerden kaçınması için samimiyetle uyarmıştır. Genel Müdürlerin açıklamalarında; "Bu tür yasa, töre ve sanat dışı müdahaleler tiyatroyu ilerletmemiş, tersine tiyatrolarda düzensizlik, istikrarsızlık, huzursuzluk ve mutsuzluk yaratmıştır." denilmekteydi. Özveri, sorumluluk duygusu ve deneyimlerden hareketle yapılmış bu uyarıya her iki kademeden herhangi bir yanıt gelmezken, yanıt verme görevini, her nedense Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu'na Ba kanlık tarafından atanan ve beyanatlarından kurumun sorunlarına son derece yabancı olduğu anlaşılan Sayın Refik Erduran, üstlenmiştir. Erduran gazete sayfalarında Rahmi Dilligil'i "gözükara bir Genel Müdür" olarak ilan ederken, 7 eski Genel Müdürü "post kavgasına tutuşmakla" suçlamıştır. Devlet Tiyatroları'nda görev yapmaya "tenezzül et tiği" için teşekkür beklediğini de belirtmeyi ihmal etmeyen Sayın Erduran halen bu gö revi sürdürmektedir.
Bizim evimizin önünde tiyatronun çer çöpü var, biz sade ce -şimdilik- ona bakıyoruz." (M.D., Tiyatro... Tiyatro... Sa yı 109) Bu yazı kaleme alındığında öfkemiz, tuğla-kiremit-kereste hırsızlığına duyulan tepkinin, konu Eser Hırsızlığı olunca neden gerekli tepkiyi görmediğine yönelikti. Oysa biz aynı anda tuğla-kiremit-kereste hırsızlığının da işin içinde oldu ğunu öğrenmiş Bursa yollarına düşmüştük bile.
Tüm bu dökümü başlıklarıyla yapmamızın nedeni 'Biz söy lemiştik' demek değil. İki şey söylemek içindi; 1. Takip ve sabır. 2. Bu ülkenin bir yerlerinde birileri var. Bu namuslu insanlar, bugün Bursa Devlet Tiyatrosu'nda her türlü riski göze alarak Müdürlerine, Genel Müdürlerine, Bakanlarına rağmen talana, yolsuzluğa sessiz kalmadılar. Ve sonuç al dılar. Varılan sonucun tek ve gerçek kahramanları bu in sanlardır. Onların adını burada anamıyorum, uzaklardan onlara sevgilerimi gönderiyor, teşekkür ediyorum. Çocuk larının karşısında göğüslerini gere gere oturacaklar, üç ku ruş maaşlarıyla ama yüreklerinin ferahlığıyla yaşamaya de vam edecekler. Onlar 'içlerindeki çocuğu yaşayakılan' az sayıdaki insanlarımızdan sadece birkaçı.
Bu operasyonun başarısı ne bizim (gazetecilerin) ne de savcıların, polislerin başarısı, bizler görevimizi yaptık, yapmasak suçluyduk, onlar ise her türlü riski göze alıp, Devlet Tiyatroları'na hiç kimsenin yapmadığı bir katkıyı gerçekleş tirdiler. Teşekkürler Ahmet, Mehmet, Ayşe ve diğerleri.
Tüm uyarı ve eleştirileri diyalog yerine, başta soruşturma olmak üzere, çeşitli baskı yöntemleri ile geçiştirme yolunu seçen yönetimin uygulamalarından, başka bazı örnek ler de vermek durumundayız; İşten atılan arkadaşlarımız da oldu. Serhat Nalbantoğlu, Ali Sürmeli... Rotasyon adı al tında sürgüne gönderilenlerimiz oldu. Lemi Bilgin, Feyha Çelenk gibi... En verimli dö nemlerinde emekliye ayrılanlarımız. Yücel Erten, Kenan Işık, Selçuk Yöntem... Pek çok başarılı yapım gösterimden kaldırıldı. Yerine konan oyunların başarısızlığını di le getiren, yazan, tiyatro eleştirmenleri "tekel oluşturulmuş kadınlar" biçiminde küçük düşürülmeye kalkışıldı. Devlet Tiyatroları ile yıllarca ortak ve verimli çalışmalar yürüten birçok meslek örgütü ile ilişkiler askıya alındı. Kurum kendi çalışanları ile davalı hale getirildi. Yönetimi, idari ya da sanatsal işleyişi yürütme biçimi açısından eleştiren basın kuruluş larına, ilan vermeyi kesmek suretiyle çeki-düzen verilmeye kalkışıldı. Azalan seyirci sayısı "tartışmalı istatistik yöntemleriyle" gizlenmeye kalkışıldı. Genel Müdür Rahmi Dilligil'in eser hırsızlığı yaptığı iddiaları ileri sürüldü. Ardından bu iddiayı savuşturmak adına evrakta sahtecilik yapıldığına dair suç duyurusunda bulunul du. Savcılığın bu yoldaki istemine karşın Kültür Bakanı tarafından soruşturmaya izin verilmedi.
gelmesi, tüm tiyatro çalışanlarının ve Türkiye kültür insanlarının yüzünü kı Dilligil'in göreve getirildiği 13 Eylül 1999 tarihinden bu yana. Devlet Tiyatro larında idari ve sanatsal anlamda yaşanan olumsuzluklar, yukarıda sıralanan zartmakta; ancak durumun gerçekçi bir açıdan irdelenmesini de gündeme getirmektedir. Yüzeysel olarak bakıldığında, "görevi kötüye kullanma ve zim lardan ibaret değildir. Kaldı ki amacımız da bu basın toplantısını mahkemeye met" suçlamalarıyla tutuklanan idarecilerin hapishanede son bulan süreci, ti çevirmek değil. Bizler son dönemde yaşanan trajik gelişmelerin bir günde ve yatro yönetimindeki birkaç kişinin kişisel zaaf ve hırsları olarak açıklanabilir. ya birdenbire ortaya çıkmadığını, Cumhuriyetin gözbebeği olarak gördüğü Ancak bu, Devlet Tiyatrolarının merkeziyetçi, köhnemiş yasasının tanıdığı müz bu kurumdaki erozyonun aylardır bağıra bağıra gelmekte olduğunu an olanaklarla, yetersiz kimliklerin siyasal desteği arkalarına aldıklarında, kuru latmaya çalışıyoruz. mu nasıl onanmaz bir yıkıma sürükleyebileceğini de kanıtlamıştır. Bu utanç Şimdi bir kez daha görülmüştür ki; Devlet Tiyatroları gibi bir büyük sanat işli verici süreçten ders çıkarmak, Türkiye kültür yaşamını ve uygarlık düzeyini ğine, sanatın isterleri yok sayılarak, kişisel ya da siyasi tercihler doğrultusun belirleyecektir. Devlet Tiyatroları bir yol ayrımındadır. Bu yol ayrımında Devlet da yapılan atamalar, kurumun aydınlık geleceğini karartmaktan öte bir so Tiyatroları'na, Kültür Bakanlığı'nın öznel görüşleriyle yeni bir genel müdür nuç doğurmayacaktır. Sanat ve sanat işlerinin yönetimi, uzmanlık ve ehliyet atanması, sorunun üstünü örterek, durumun daha vahim bir hâl olmasına yol gerektirir. açacaktır. Devlet Tiyatroları'nın içerik, estetik ve yapısal olarak sanat politika Bize göre, kurum daha fazla yıpratılmadan geleceğe temiz bir sayfa açılmalı sını belirleyecek olan Genel Müdür, Kültür Bakanlığı'nın bir bürokratı değil dır. Kamuoyu nezdinde zedelenen kurum kimliğini onarmak ve yaralanan sa dir. Sempati ve antipatilerle yerinden alınıp atanamaz. Yeni bir tiyatro yasası natçı onurumuzu sağlamak adına, kurum çalışanları olarak, görev her birimi na kavuşmak asal hedeftir. Ancak o hedef gerçekleşinceye dek, geçmiş dö ze düşmektedir. İşte bu noktada, 13 Eylül 1999 itibaren idari görev üstlenen nemlerde ipuçlarını gördüğümüz, demokratik, özerk bir yönetimin adımlarını ve bu görevleri halen sürdürmekte olan bütün sanatçı arkadaşlarımızın vere atacak yeni bir yönetim anlayışının egemen olması gerekir. Bunun için de bu cekleri ortak bir kararla, kurumun önünü açmak üzere istifa etmelerinin yol ayrımında atılacak adımların; tiyatro sanatçılarının, tiyatro çalışanlarının onurlu bir davranış olacağına inanıyoruz. temsil edildiği kuruluşlarla ve Türk tiyatro yaşamındaki yapı taşlarını oluştu Yeni görevlendirmeler, sanatın olmazsa olmaz isterleri ve tüm sanatçıların ran kişi ve kurumlarla işbirliği, fikir alışverişi ve yoğun bir ilişki içinde gerçek inisiyatifi ile, bugüne kadar oluşturulmuş yöntem önerileri de dikkate alına leşmesi gerekir. rak, en kısa zaman içinde yapılmalı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü ve II Müdürleri, sanatçılar arasında yapılacak bir eğilim yoklaması ile belirlenmeli Devlet Tiyatroları köklü ve geleneği olan bir kurumdur. "1. Perde Operasyodir. nu"nun, Devlet Tiyatroları için, çalışanlarının demokratik bir ortamda, güven Siz basın mensupları aracılığı ile kamuoyuna bir kez daha açıklıyoruz; ve huzur içinde sanat üretecekleri; boş salonlarla uyarıda bulunan seyirciyi Eğer kirli işler yapıldıysa, kirlenen Devlet Tiyatrolarının tüzel kişiliği, onun sa yeniden tiyatroya çekecek bir sürecin başlayacağı bir "2. Perde"ye dönüşece natçıları ve diğer çalışanları değil, bu kirli işleri yapanlar, bunları görmezden ğini umud ediyor ve diliyoruz. Bu açıdan tüm tiyatro insanlarını, kurum ve gelenler ve bilerek ya da bilmeyerek destekleyenlerdir. kuruluşlarını göreve çağırıyoruz.
T O B A V ,
B A S I N
B Ü L T E N İ
Devlet Tiyatroları ve tiyatroculuk yine ülkemizin gündeminde. Üstelik esas gündemleri unutturacak kadar etkili. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarında ve şimdi toplumumuzun gündeminde tiyatro hiç böylesine etkili yer almamıştı. Oysa, şimdi tiyatro birinci sırada! Ama ken di değerleriyle, tiyatro kültürünün taşıdığı değerlerle değil. Devlet Tiyatroları adına son günlerde dinmek bilmeyen spekülasyonlar ve tar tışma biçimi, kurum çalışanları olarak bizler adına kaygı vericidir. Kurum aley hine çıkarılan asıllı ya da asılsız tüm söylentilerin, Cumhuriyetin en önemli ürünlerinden demokrasi kültürü için vazgeçilmez bir unsur olan Devlet Tiyat roları adına kaygı verici bir gelecek oluşturmasından endişe duymaktayız. Devlet Tiyatroları'nın işleyiş modelinde bazı aksaklıklar olduğu yıllardır sözü edilen bir gerçekliktir.
cy
KÜLTÜR-SEN BASIN BİLDİRİSİ, "DEVLET TİYATROLARI YOL AYRIMINDA"
Kültür Emekçileri Sendikası İstanbul Şubesi
a
DETİS (Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği Yönetim Kurulu)
pe
Son bir yıldır, Devlet Tiyatrolarının, giderek yoğunlaşan bir şekilde aşırı mer keziyetçi, bireysel, ilkesiz, baskıcı ve keyfi bir anlayışla yönetilmesi, tüm tiyat rolarımızı; moral değerlerin ve bütçenin zedelenmesinden, sanat ürünlerine ve seyircisine dek uzanan geniş bir perspektifte, son derece olumsuz etkile miştir. Kültür Bakanlığı desteğiyle, bir "saray darbesiyle" idareyi ele geçiren yönetim bu süreçte, içerikten ve sanatsal estetikten yoksun yapımlar sahnelemiş, belli yazarlara öncelik vererek kurumdan çıkar sağlamalarına izin vermiş, tiyatro muza önemli katkıları olan değerli sanatçılarımızın emekli olmasına yol aç mış; şaibeli sınavlar, soruşturmalar, sürgünler, gözdağı veren genelgeler, sin dirme amaçlı yasaklar, çifte standart tayinler, işten çıkarmalar gibi uygulama lar ve eser hırsızlığı, evrak sahteciliği gibi suçlamalara yol açan davranışlar ile kuruma, bile isteye sekte vurmuştur. Bir yıldır, süregelen bu olumsuz geliş melere karşı sesini yükselten sanatçılar ve çalışanlarımızla Kültür Bakanlığı so ruşturmalarla karşılık vermiştir. Medyada sürekli tartışmalı bir gündem yara tan eski Genel Müdür Rahmi Dilligil'in bu keyfi ve usulsüz yönetimi, kurum çalışanlarının uyarılarına rağmen. Kültür Bakanı Istemihan Talay tarafından açıkça desteklenmiş, ısrarlı ve mesnetsiz bir biçimde korunmuştur. Genel Müdür Rahmi Dilligil'in ve Bursa Devlet Tiyatrosu yöneticilerinin yolsuz luk suçundan gözaltına alınmasıyla Devlet Tiyatroları yakın mercek altına alın mıştır. Devlet Tiyatrolarında yaşanan bu olumsuzluklar, merkezi yönetime aşırı ba ğımlı, idari ve sanatsal açıdan kimlik gösteremeyen bir yönetimin sonucudur. Bu yönetim, kendilerini ve birkaç kişiyi mutlu ederek; kurumda derin umut suzluk, istek ve oyun sevinci açısından tiyatrodan vazgeçme boyutuna varan bir inanç kaybına yol açmıştır. Devlet Tiyatroları Cumhuriyetimizin en önemli ve korunması gereken bir kül tür kuruluşudur. 1949'dan bu yana kültür yaşamımızın gelişmesi ve çağdaş laşmasında son derece önemli bir görev üstlenmiştir. Bir sahne ve bir kent ten, Türkiye genelinde 12 kent ve pek çok sahneli bir yapıya dönüşmesine karşın, kuruluşundan bu yana, aynı yasayla yönetiliyor olması, bugünkü olumsuz gelişmelerin yaşanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda Devlet Tiyatroları, ivedi bir biçimde revizyondan geçmeli ve bir an önce yeni yasasına kavuşturulmalıdır. Yüzlerce çalışanının tepkileriyle ifa de ettikleri bu merkeziyetçi yapının yarattığı huzursuzluk gözardı edilirse; bü rokratlar ve yöneticiler kendilerini kaçınılmaz bir biçimde, giderek artan baskı yöntemlerinin uygulayıcısı olarak ve çaresiz bir yalnızlık içinde bulurlar. Bugün Devlet Tiyatroları'nın yolsuzluk operasyonları çerçevesinde gündeme
Devlet Tiyatroları'nın bugünkü merkeziyetçi yapısı, bazı kişi ya da birimlerin kabul edilmesi güç davranışlar içerisinde bulunmalarını haklı kılmaz. Bu tür aksaklıkların üstüne cesaretle gidilmesi hepimizin isteğidir. Ancak; Bu yapılırken kurumun bu ülke için vazgeçilmezliği unutulmamalıdır. Bu yapılırken, kurumun sadece olumsuzluklarla anılan yapısıyla tanınmaması için elden gelen her şey yapılmalıdır. Bu yapılırken, yıllar içinde büyüyen bu kuruma dar gelen işletme modelinin bir an önce değişmesi gerekliliği vurgulanmalıdır. Bu yapılırken, kurum olanlarla değil nedenlerle tartışılmalıdır. AB'ye giriş sürecinde tüm kurumlarında bu tür tartışmalar yaşanan ülkemiz de, Devlet Tiyatroları'nın hak ettiği yere oturması amacıyla içinde barındırdığı aksaklıklar ve bu aksaklıkların nedenleriyle tartışılması, bu tartışmalar sırasın da kurum çalışanlarının onurunun gözetilmesi hepimizin ortak dileğidir. Tüm kamuoyunun demokrasi kültürünün yerleşmesi için vazgeçilmez bir un sur olan 'Tiyatro'ya sahip çıkması, ülkemizde tiyatro sanatının gelişmesi ve yaygınlaşması adına en geniş potansiyele sahip olan 'Devlet Tiyatroları'nı sa dece aksaklıklarıyla tartışmak yerine, gerekliliğinin desteklenmesi ve tartışıl ması en büyük dileğimizdir. Mevcut aksamaların ve spekülasyonlara neden olan kişi ya da olayların bir an önce ortadan kalkması adına tüm kurum çalışanlarının mevcudiyetlerini yeni den gözden geçirmelerinin ve alanlarının onurunu korumalarının birinci gö revleri olması gerektiğine inanmaktayız. Bu bilinçle 'Devlet Tiyatroları'nın daha fazla yıpratılmadan hak ettiği yere gel mesini sağlamak, içinde bulunduğumuz durumun sonuna kadar gidilerek ay dınlığa kavuşturulması için tüm yetkilileri göreve çağırıyoruz. Bu anlamda üs tümüze düşen her türlü göreve hazır olduğumuzu bildiririz. TOBAV Yönetim Kurulu
KIRK YILDA BİR
Demirkanlı
Kurtlar Puslu Havayı Sever Ülke bir baştan bir başa darmadağınık olmuş, yolsuzluklar, operasyonlar ortalıkta kol geziyor. Bunla rın hepsi olabilir bir ülkede, olmuştur da. Bu çöküşün, darmadağınık yaşanmış sürecin tanıkları her zaman yazarlar olmuştur, tarihçilerden bile öne geçerek. Kimi roman kimi oyun yazarak, ama hepsi tanıklıklarını namuslarıyla bir boyda gördükleri için yazar olmuştur. Yazar; acı çeken, yaşadığı top lumda mutlu olmayan, yaşadığı günlerin acılarını yaşayarak yazar olmuştur veya yazar diye anımsa dıklarımız hep böyledir. Bunların dışında "yazar!" yok mudur? Vardır tabii ki, eli kalem tutan, kale mini oynatan çok "yazar!" görmüştür bu ülke ve dünya. Ancak, onların yaşadığı süreçler, parlak, iti barlı ve hatta şaşaalı bir dönem olmasına rağmen, geçen günlerin getirdiği, tarih yapraklarında on lardan artık yazar diye bahsedildiğine tanık olanımız da yoktur. Onların adı hep var olmuştur tarih yapraklarında, ancak "resmi yazarlar" olarak. Yazarlık zor zenaattır. Yazmanın ötesinde/öncesinde tüm mesleklerin önüne geçen, önünde olan namusu, içinde olmazsa olmaz bir öge olararak barın dırmaktadır. Acıyı tüm duyularıyla yaşayıp, yaşadığı günlerde nefes alamaz hale gelmesiyle kalmıştır aklımızda hep. Yazar, edebiyle vardır, yazdıklarıyla değil sadece. Nâzım Hikmet'in ülkemize gelirse, geldiği zaman mezarının yerini ben belirledim bile diyebilen Fazilet Partili İstanbul Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna'ya bu duyguyu geçiren ve kabul ettiren Nâzım'ın namusu ve namusunu kaleme aldığı her satırından bir başkası değildir. Yazar, yazdığı günlerde hiçbir zaman şaşaa, kıdem ve liya kat almamıştır, alamamıştır, belki de almamalıdır. Çünkü, yaşanan günler yazamayanların yaşadıkla rının yazıldıkları günlerdir. Yazmak, ihanettir gücü elinde tutanlara, bu da zor ve meşakkatlidir. Onun içindir ki bugün yazar diye saydığımızda aklımıza gelenlerin tamamı, acıyı içinde ve yaşadıkları ortamın soluklarında hissedenlerdir. Hiçbir zaman bu tasnife işbirlikçiler girmemiştir, giremez de.
a
***
cy
Bir başka konuya girmek istiyorum. Ülkemiz tam bir talan ve soygun ortamını yaşıyor, bir kısmı (çok küçük bir kısmı) çeşitli adlarla anılan operasyonlarla tarihin yapraklarına akıyor. Ama bizi ilgilendiren " 1 . Perde Operasyonu". Yolsuzluk, sanata, tüm bunları eleştirecek belki de son kuruma da bulaştı ve herkes kendini sıyırarak bu işleri yapanları çeşitli biçimlerde lanetlediğini zannetti. Oysa bugün, en azından beni ikna etme şansları çok az. "Sahte fatura, naylon fatura, hortum, yaa öyle mi? Hay Allah" diyenlerin hiçbirinin samimiyetine inanmıyorum. Bir eser, bizim için, en azından bizim için her şeyin önünde gelmesi gerekir/gelmelidir ama siz baylar ve de bayanlar I. Rahmi Dilligil'in Eser Hırsız lığı karşısında sus pus oldunuz, sesinizi çıkartmadınız, çıkartamadınız. Kolladınız. Kayırdınız. Bizi de, " I . Rahmi yerli yazarlara önem veriyor." safsatalarıyla yanıltmaya çalıştınız, yerli yazar dedikleriniz sizdiniz. Birinizin 7, diğerinizin 6 oyunu oynanıyordu. I. Rahmi Dilligil yönetimindeki Devlet Tiyatrola rı sahnelerinde. Bu şu demek, istanbul D.T. Müdürü Zafer Kayaokay'ın bana bir ay önce gösterdiği, bir ay önceki seyirci ve telif tablosundaki sonuç, Tuncer Cücenoğlu'nun, I.D.T.'da sahnelenen "Şap ka" oyununa ilişkin o ay hak ettiği telif ücreti 2.350.000.000.-TL. Bunun gereksiz ve fazla olduğunu söylemiyorum, dikkati çekmek istediğim nokta rantın büyüklüğü. Bu bir aya ve bir oyuna ilişkin. Bu nu 6 oyunla ve ortalama 5 ayla çarparsanız karşınıza 70.500.000.000.-TL gibi bir rakam çıkar. Üç aşağı-beş yukarı.
pe
Mustafa
Refik Erduran'ın, Recep Bilginer'in ki de çok farklı değil. Bu tablo karşısında, Eser Hırsızlığı ortaya çıkmış bir Genel Müdüre, bu rantı sağlayan Genel Müdüre karşı çıkmak veya çıkmamak. İşte mese le buydu. "To be or not to be". Vatan için, devlet için, Devlet Tiyatoları için Edebi Kurul'da yer almak veya almamak. "To be or not to be"/Yazmak veya yazmamak diye de okuyabilirsiniz. "Bu Genel Müdür yerli yazarlara önem verdiği için destekliyoruz, yoksa kendimiz için bir şey istiyor sak namerdiz." "To be or not to be". *** Bir başka konuya geçelim. Refik Erduran ile telefonda konuşuyoruz. Refik Bey, konuşmanın bir ye rinde; "Ben inanmadım, inanmıyorum ama Tuncer (Cücenoğlu) diyor ki, Şakir Eczacıbaşı D.T.'larını ele geçirmek istiyormuş, bunun için de Tiyatro... Tiyatro...'yu finanse ederek, bu operasyonu (1. Per de Operasyonu) o başlatmış, ben bunlara inanmıyorum ama Tuncer (Cücenoğlu) böyle söylüyor."
Tuncer Cücenoğlu'nu arıyorum; "Ben böyle bir şey söylemedim, Refik (Erduran) uyduruyor, aslında bu söylentileri o çıkartıyor ama benim üzerime atıyor. Her söylenene inanma. Ben, bana söylenen şunlara inandım mı; Cumhuriyet'te Dikmen Gürün'e "Şapka" oyunu ile olumsuz eleştiriyi sen yazdır mışsın, Nedim Saban'ın söylediğine göre Radikal'den Şehnaz Pak'a da "Neyzen" oyunumla ilgili olumsuz konuşmasını sen dikte ettirmişsin."dedi, Şehnaz Pak da bu söyleme şaşırdı ve Nedim Saban'a sordu, Nedim Saban da şaşırdı ve böyle bir şey söylemediğini söyledi. Ben Nedim Saban'a inanıyorum. Söyleseydi söyledim derdi. Daha sonra tekrar görüştüğüm Refik Erduran, bunların üzerinde durmamamı, söylentilerin yazıldığı zaman Dergi'ye daha fazla zarar vereceğini, unutmamı istedi. Ben Dergi'nin zarar görmesini üstleni yorum. Bu Dergi zarar görsün görebildiği kadar, ama bu konuşmalar kapı arkasında değil, mertçe açık açık ortalıkta konuşulsun. Tiyatro... Tiyatro...'nun desteğe gereksinimi olduğunu saklamadık ve sağır sultanlar bile duydu. Aldığı her desteği de sayfalarında, teşekkür ederek okurlarına duyurdu. Şakir Bey bu dergiye destek olursa, mutlu oluruz, kabul eder ve teşekkürlerimizi sayfalarımızda okurlarımıza aktarırız. Keşke olabilse. Böylesi bir desteği saklamayı düşünmediğimiz gibi göğsümüzü gere gere açıklar ve mütevazı bir plaket sunarız, anı olsun diye. Son olarak. Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu'nda bir yalancı var. Adı; Refik Erduran veya Tuncer Cücenoğlu. Hangisi olduğunu bilmiyoruz, ama biri yalan söylüyor. Bu iki yazar, Tiyatro Yazarları Derneği'nin de Yönetim Kurulu Üyesi. Her iki kurum da sorumluluk hangisindeyse bulmalı ve bünyelerin den atmalı. Yalanla, yazar yan yana gelemeyecek iki sözcük olduğu için. Ülkenin yarına olan inancını yok ettiği için.
cy a
*** Bir başka konuya geçelim, Ramazan Bayramı öncesi Tiyatro Yazarları Derneği bir bildiri yayımlayarak, Şehir Tiyatrolarını ve Kenan Işık'ı protesto etti. Gerekçeleri; Ramazan Bayramı'nda tiyatronun kapatılması, Osmanlı'dan bu yana böylesi bir uygulama yapılmamış, Atatürkçü yazarlar olarak bu uygulamayı kınıyorlar.
pe
Bilgi yanlış, bildiri yanlış. Şehir Tiyatroları bu yıl değil birkaç yıldır bayramların ilk günü ve yılbaşında perdelerini izleyicinin ilgisi olmadığı için kapatıyor. Şehir Tiyatroları değil, Devlet Tiyatroları da kapatıyor perdelerini. Ama, bizim Atatürkçü(l) yazarlarımız, kendi oyunları Devlet Tiyatrolarında olduğu gibi 6 şar 7 şer adet oynanmadığı için Şehir Tiyatroları'na ve Genel Sanat Yönetmeni Kenan Işık'a kızdıkları için yalan söylemekten sakınmadan ve hatta utanmadan hedef saptırıp, kendi kişisel çıkarlarını gizleyerek Atatürk'ü öne sürüp, onu harcamaktan bile çekinmiyorlar. Ve tüm bunlara rağmen ortalıkda dolaşıp, yalan söylemeye devam ediyorlar. I. Rahmi Dilligil'in Bakan Bey'in desteği ile gelip, Türk Tiyatrosunu darmadağınık etmeleri bile bu davranışların yanında hafif kalır. Onlar geçici idi biri gitti, diğeri de bir süre sonra gider. Türk Tiyatrosu biraz soluk alır, ama Tiyatro Yazarları Derneği ve Yönetim Kurulu'nu oluşturan insanlar, yaptıklarının yanlışlık olduğunu düşünselerdi, çıkıp özür dilerlerdi. Bunu da yapmadıklarına göre kasıtlı, çıkarları uğruna her yol mubah diyecek kadar tehlikeli bir durum gösteriyorlar. Asıl tehlike, üretim sürecinin başındaki kişilerin bir dernek çatısı altında toplanıp, derneğin Yönetim Kurulu'nu ele geçirip, şahsi çıkarları için kullanabilmelerinde ve diğer üyelerin de bu duruma sessiz kalmasında. I. Rahmi Dilligil'in ortaya attığı turnusol kağıdının söylediklerini çok iyi analiz etmek ve yarınlara daha sağlam adımlarla gitmek gerektiğini düşünüyorum. I. Rahmi Dilligil yargılanıyor, yargı sonucunu belirler, bizim işimiz burada bitti, ancak tortuları bütün çıplaklığıyla ortada ve korku verecek kadar tehlikeli. Asıl görev bugün başlıyor. Bugüne kadar perde arkasında saklananlar, I. Rahmi Dilligil ile birlikte günyüzüne çıktı, tekrar unutulmalarına, perde arkasına sığınmalarına izin vermememiz gerekiyor. *** Yazar, edebiyle vardır, yazdıklarıyla değil sadece. Kurtlar puslu havayı sever, havayı aydınlık kılmalıyız, biz kirlendik, temizlenmemiz de çok zor, bir an önce aydınlık kılmalıyız, sadece çocuklarımız için.
İNCELEME
Kişiliği Ezilen "Küçük Adam"ın Modern Dramı
WOYZECK
Erkek
Öncü Bir Oyun 1813-1837 yılları arasında yaşamış olan George Büchner hem saldırgan bir ro mantik hem de yanlış bir yüzyılda yaşa mış bir ekspresyonist olarak nitelendiril mektedir. Onun yazdığı Woyzeck oyunu ise hem Gerçekçi-modern tiyatronun hem de Avangarde-modern tiyatronun öncüsü gibidir.
cy
a
Hasan
pe
Gerçekçi Akımın Bir Öncü Oyunu Sanatta realizm (gerçekçilik) sözcüğü, sanata ad olarak ilk kez 1826 yılında kul lanılmıştır. Realizmin (Gerçekçi Akımın) yaygınlaşmasıysa 1850'li yıllardan sonra dır. Yazıldığı tarih kesin olarak bilinme mekle birlikte Büchner'in yaşadığı yıllar (1813-1837) göz önünde bulunduruldu ğunda, Woyzeck'in, tiyatroda Gerçekçi Akımın öncüsü bir oyun olduğu kanısına varabiliriz. Çünkü Gerçekçi Tiyatronun il keleri olan "somut yaşam gerçeğinin yansıtılması, çevre etmenlerinin dikkate alınması, bilim yönteminin uygulanması, düşüncenin dış dünyaya açılması" gibi il kelere Woyzeck'te de uyulmuş olduğu nu, daha doğrusu benzer bir yaklaşımın bu oyunda da uygulandığını görmekte yiz. Woyzeck ideal olanın (Romantik Akımda olduğu gibi) değil somut yaşam gerçeğinin bir ifadesidir. Büchner bilim yöntemini uygulayarak malzemesini top lamış, oyununu belgelere dayanarak yaz mıştır. Dramın en önemli kaynakları, Woyzeck karakterinin doğal ve sosyal çevresidir. Oyun oluşturulurken çevre et menleri dikkate alınmıştır. Sözkonusu oyunda dine, ahlak kurallarına uymasa da "gerçek" olan olaylar ve durumlar ser gilenmiştir. Yine, Woyzeck karakteri, Gerçekçi Tiyatronun ana izleği olan "çev
resine yazgılı insan olarak karşımıza çık maktadır. Woyzeck, yazgılı olduğu doğal çevresi ve sosyal çevresiyle çepeçevre sarılmıştır. Doğal çevresi olarak göl, bataklık, keçiyolu vb. sayılabilir. Sosyal çevresini oluş turan kişilerse, yakından uzağa doğru, Andres, Maria, çocuk, Maria'nın annesi, Yüzbaşı, Doktor, Bando Çavuşu, Meyha neci, Panayırcı, Yahudi... olarak sıralana bilir. Ekspresyonizmin de Öncüsü Bir Oyun Ekspresyonizm (dışavurumculuk), bir akım olarak 1901-1905 yılları arasında kendini ağırılıklı olarak hissettirmiş bir avant-garde (öncü) akımdır. Yüz yıl ka dar önce yazıldığı halde, ekspresif (dışa vurumcu) öğeler taşıması nedeniyle Woyzeck'in, tiyatroda Ekspresyonizm Akımının da öncüsü olarak değerlendiril mesi aykırı olmayacaktır. Olayların, sah nelerin mantıklı olmayan sıralanışı, ko nuşmaların normal akışının parçalanmış olması, duyguların dışavurulması, içgerçeğin ifade edilmesi... yanlarıyla ekspres yonist tiyatronun özelliklerini göstermek tedir. Woyzeck karakteri, adaletsiz bir dünyada, baskıcı bir sosyal çevre içinde gösterildiği için, dolaylı da olsa "daha iyi bir dünya" özlemi dile getirilmektedir. Oyundaki vurgulamalarla "kurtuluş" yolu olarak "doğanın temelindeki salt doğru ya yönelme" öneriliyor gibi görünmekte dir. "WOYZECK - ...Ama insanın içinden gel mesi başka şey, anlıyorsunuz, içinden gelmesi,..."
"PANAYIRCI - Kıssadan hisse: insan doğaya dön meli I Sen tozdan, kumdan, pislikten yaratıldın. Toz dan, kumdan, pislikten daha fazla bi rşey mi olmak istiyorsun?" Modern Bir Oyun Woyzeck'te, yaşam gerçeği dile getirilirken, yalnız ca görünen, yüzeysel sosyal gerçeğin yansıtılmasıyla yetinilmemiştir. Görünürde klasik bir aşk üçgeni var gibidir. Bu, Woyzeck, Maria ve Bando Çavuşunun oluşturduğu bir aşk üçgenidir. Yüzeysel olarak de ğerlendirildiğinde Woyzeck'i cinayete ve kendi yıkı mına götüren nedenin bu üçgenden doğan ihanet ve kıskançlık olduğu düşünülebilir. Oyunda bunu kanıtlayacak veriler de vardır. "YÜZBAŞI - ...Nasıl, Woyzeck, daha bir sakal kılı bu lamadın mı tabağında? Ha, anlıyorsun beni, değil mi? Bir insan kılı, bir piyadenin sakalından kopma, bir astsubayın, bir - bir bando çavuşunun! Ha, Woyzeck? Ama uslu bir karın var doğrusu. Başkala rı gibi değil senin durumun.
pe cy
YÜZBAŞI - Herifin surat asısına bakın!.. Belki daha çorbanın içinde bir kıl bulamadın, ama acele edip kapıyı birden açıverirsen, bir çift dudağın üstünde belki bulursun bir tane. Bir çift dudak Woyzeck ben de aşık oldum Woyzeck, hey, kireç gibi oldu herif!
a
WOYZECK - Evet, efendim! Ne demek istiyorsunuz yüzbaşım ?
WOYZECK - Yüzbaşım yoksul bir adamım ben başka hiçbir şeyim de yok yeryüzünde. Yüzbaşım şaka yapıyorsanız eğer YÜZBAŞI - Şaka mı? Ben mi? Ben sana şaka yapa cağım, hıh! DOKTOR - Nabzın, Woyzeck, nabzın! - Minik, sert, sekerek, düzensiz!
WOYZECK - Yüzbaşım, cehennem gibi sıcak yeryüzü bana buz gibi geliyor, buz gibi-cehennem de soğuktur, bahse gire rim.- Olamaz! Hayır! Hayır! Olamaz!"
Ama oyunda, görünürdeki bu yüzeysel gerçekle yetinilmemiş tir. "Görünen gerçeğin altındaki gerçek"e de eğilinmiş, Woyzeck'in içgerçeğini ifade etme yolları da denenmiştir. "WOYZECK - Bir şeyler oluyor arkamda, altımda, (ayağıyla ye re vurur) Boş, duyuyor musun? Bomboş aşağısı! Masonlar. ANDRES-Korkuyorum. WOYZECK - Garip bir sessizlik bu. Soluğunu tutası geliyor in sanın. -Andres! ANDRES-Ne? WOYZECK - Bir şey söyle! (Gözlerini dikip çevreye bakar.) Andres! Nasıl da aydınlık! Kentin üzeri kor gibi yanıyor! Gök yüzünde bir ateş dolaşıyor, borazan sesi gibi bir gürleme ini yor aşağı. Nasıl da kaplıyor her yanı. Kaçalım! Arkana bak ma!" Woyzeck'i eyleme, dolayısıyla yıkıma iten neden olarak aşk iliş
kisinden doğan kıskançlığının payı inkâr edilmemektedir. Ama bununla yetinilmemektedir de. Gerçeğin çok yönlülüğü, çeşitli liği, kolay adlandırılamayışı, ele avuca gelmezliği ve karmaşıklı ğı üzerinde durulmaktadır. "WOYZECK - Arkamdan geldi, kente kadar. Elle tutulmaz, an laşılmaz, insanı aklından eden bir şey. Ne olacak bunun sonu." Woyzeck'i kendisine, birlikte olduğu kadına, çocuğuna, çevre sine yabancılaştıran nedenler çok açık olarak dile getirilme mektedir. Daha doğrusu, bu nedenler tek ve yalın değil. Birbi riyle bağlantılı birçok neden rol oynuyor onun "yazgı'sında. Onu yabancılaştıran, bunaltan, önce beraber olduğu kadını öl dürmeye ardından kendi ölümüne iten birçok neden sayılabilir. Başka bir deyişle içine düştüğü durum sonucunda gerçekleştir diği eylem için Woyzeck'i koşullayan nedenler çok ve çeşitlidir. Woyzeck, Bando Çavuşu'yla Marie arasında bir ilişki olduğun dan kuşkulanmaktadır. Ama önceleri bundan tam emin değil dir. Öte yandan tam emin olmak da istemez. Bu durum onu arada bırakmakta, tedirgin etmekte, üzerinde bir baskı yarat maktadır. Bu muhtemel ilişki onu kıskançlığa itmektedir. Bu "küçük adam"ı etkileyen önemli bir etken de onu bir denek olarak kullanan Doktor'un deneylerine maruz kalmış olmasıdır.
Bundan dolayı üç ay boyunca yalnızca bezelye yemiş ve bünye olarak zayıf düşmüştür. Sürekli başkalarının emrinde kalması, çevresinde yaşayan in sanların sürekli ona yüklenmesi de Woyzeck'i koşullayan önemli etkenler arasında görülebilir. Bütün bunlardan dolayı kendini var edememekte, "benliğini koruyamamaktadır. Sü rekli "hiç'lendiği için de kendisine, doğal ve sosyal çevresine ya bancılaşmaktadır.
Bazı bölümleri sonradan bulunup bir araya getirilmekle birlikte oyunun kurgulanmasında parçalı bir anlatımın yeğlendiği anla şılmaktadır. Olayın doruksal bir yapıda gelişmediği görülmekte dir. Yani "baştan sona gerilimi gittikçe yükselerek gelişen bir aksiyonu" yoktur. Aralarında sıkı bir sebep-sonuç bağı bulun mayan olaylar birbirleriyle ilişkisiz olan birçok mekânda geç mektedir. Ana olaya doğrudan katkısı olmayan, ancak bir çev re resmi sunan sahneler de oyuna serpiştirilmiştir. Sahneler çe kilmiş ve arka arkaya getirilmiş ilişkili fotoğraflar gibidir.
cy a
Din, ahlâk, askerlik gibi kurumların baskısı da Woyzeck üzerin de önemli derecede baskı yaratmakta, onu küçültmektedir. Bu kurumların katı kuralları, insan doğasına, dolayısıyla Woyzeck'in de doğasına aykırı gelmekte, onun kişiliği ve davranışla rı üzerinde baskı oluşturmaktadır.
lekeyi görüyor musun, otların üstüne doğru, hani mantarların yeniden çıktığı yerde. Geceleri bir kafa yuvarlanıyor orda."
Bedensel ve ruhsal yoksulluğunun yanı sıra, içinde bulunduğu maddi yoksulluk da Woyzeck'i koşullayan önemli bir başka et ken olarak göze çarpmaktadır. Bunun farkında olması, elinden bir şey gelmemesi, çaresiz kalması Woyzeck'i eyleminde koşul layan, yönlendiren önemli bir etkendir.
pe
"WOYZECK - Biz yoksul insanlar. -Bakın yüzbaşım: Para, para! Kimin parası yoksa- hadi, yalnızca ahlâkla getirin insanı dünya ya da görelim. Ama eti de var insanın kanı da var. Yine de mutsuz kılınmış bizim gibiler bir kez, hem bu dünyada hem öbür dünyada."
Modernizmi kimileri 19.Yüzyıl Gerçekçiliğinde başlatmakta, ki mileri de yalnızca Yirminci Yüzyılın Öncü Akımlarını (Dadaizm, Fütürizm, Sürrealizm, Ekspresyonizm) bu kapsamda değerlen dirmektedir. James McFarlane'e göre Modernizmin "insan mi zacının, çeşitli kalıplara göre aktarılan doğalcı ayrıntı dökümleriyle ifade edilmesi imkânsız, yakalandığı anda kaçan, bilinmez liklerle dolu, çok yönlü, şaşırtıcı, karmaşık, sadeleştirilemez" olan özellikleri Woyzeck'te de karşımıza çıkmaktadır. Onun dramı ve o dramı yaratan nedenler de, belirtildiği gibi ele avuca gelmez, kolay dile getirelemez, karmaşık ve çok yönlüdür. Modernizmin başlangıcı neresi olarak kabul edilirse edilsin, ta şıdığı özellikleri bakımından Woyzeck oyunu öncelikle "öz"ü ba kımından modern bir oyun olarak değerlendirilmelidir. Woyzeck, yalnız öz açısından değil, biçimsel açıdan da modern özellikler taşımaktadır. Yukarıda sıralamaya çalıştığımız ve bir kısmı da belirsiz olan nedenlerin Woyzeck üzerindeki olumsuz etkilerinin sonuçları diyalog yapısıyla da verilmiştir. Söylediği sözler iç dünyasını, duygularını dışa vurmaktadır. Söz konusu diyaloglar oyunun önemli biçimsel öğeleridir de. "WOYZECK - Evet, Andres, bu yer lanetli. Şuradaki açık renk
Oyunun olayları arasına şarkı, ninni, masal gibi öğelerin serpiş tirilmiş olduğu da gözlenmektedir. Bunlar olaylar örgüsünde gevşek bir yapı oluşturup katkıda bulunmanın yanı sıra karak tere (özellikle de Woyzeck'in karakterine) ışık tutmakta, seyirci yi oyuna yabancılaştırmakta, atmosfer yaratılmasına yardımcı olmakta ve oyunun anlamının üretilmesine de katkıda bulun maktadır. Sonuç olarak Woyzeck oyunu için, gerek sosyal çevresi gerek se içinde yaşadığı kurulu düzen nedeniyle ezilen, hiçlenen ve yabancılaşan bireyin hem dış gerçeğinin yansıtıldığı hem de iç gerçeğinin ifade edildiği modern bir dramdır, diyebiliriz. Birçok tiyatro akımı ve hareketi için öncü bir oyun olmuş tiyatro tari hinde de kendine önemli bir yer edinmiştir. Bugün de yetkin bir biçimde sahnelendiğinde etkili olacak önemli bir oyundur. KAYNAKÇA 1) Büchner, George; Woyzeck, (Dünya Yazınından Seçilmiş Kısa Oyunlar) Çev: Hasan Kuruyazıcı, 1.B., Adam Yayınları, İstanbul, 1993. 2) Canetti, Elias; Sözcüklerin Bilinci, Çev: Ahmet Cemal, İstanbul, Payel Yayınları, 1984. 3) Modernizmin Serüveni; Der: Enis Batur, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1994. 4) Nutku, Özdemir; Modern Tiyatro Akımları (19.Yüzyıl Tiyatrosu), Dost Yayınları, Ankara, 1963. 5) Richard, Lionel; Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, Çev: Beral Madra, Sinem Gürsoy, ilhan Usmanbaş, 1.B., Adam Yayınları, İstanbul, 1984. 6) Şener, Sevda; Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Yayınları, Eskişehir, 1991
İZDÜŞÜM
Levendoğlu
Farklı İki Yöneliş Devlet Tiyatroları'nın elli yılı aşan yaşamındaki sanatsal üretimin en dikkat çekici yanlarından biri bence şudur: Bu kurumdaki sanat yaşamlarına oyuncu olarak başlayanlar arasından epey isim, son raları oyun yazma uğraşına da yönelmişlerdir. Kimileri bu çabayı bir iki oyunla sınırlı bırakmış, kimile ri uzun soluklu kılabilmiş, kimileriyse oyun yazarı kimliklerini zamanla oyuncu kimliklerinin önüne ge çirmişlerdir. Suat Taşer, Ziya Demirel, Kemal Bekir, Dinçer Sümer, Erhan Gökgücü, Semih Sergen, Ferdi Merter, Mustafa Yalçın, Bayazıt Gülercan, Sönmez Atasoy, Kenan Işık, Yılmaz Onay, Mehmet Büyükağaoğlu, Civan Canova -oyunları sahnelenmiş olan- bu oyun yazarları arasındadır. (Yılmaz Onay tiyatroya oyunculukla başlamış, Devlet Tiyatroları'na yönetmen olarak katılmış.) Yukarıdaki dökümde belirtilmeyenler de herhalde vardır. Bu, araştırma sonucu varılmış tam bir dö küm değil, belleğimdekilere kitaplığımdaki kaynaklardan hızlı bir tarama yaparak eklediklerimin sıra lanışıdır. Ayrıca -sahnelenmiş olan- "belgesel oyun", "uyarlama", "çocuk oyunu" türü metinler yaz mış/oluşturmuş olanlar da bu sıralamada yoktur. Görüleceği gibi, karşımıza çıkan nicelik olarak etki leyici bir tablodur. Oyunculuktan oyun yazarlığına yönelişin, salt yazma isteğinin ötesinde, pragmatik (yararcı) nedenle ri de olmuştur, doğal ki. Bunlardan biri, Devlet Tiyatroları yapısında, oyunculuktan yönetmenliğe ge çişte söz konusu oyuncunun kendi oyununun işe yarar bir araç ya da basamak oluşudur. Nitekim sı ralanan adların hemen tümü oyunculuklarına hem yönetmenlik hem oyun yazarlığı kimliklerini ekle
a
miş kişilerdir. Sahnelenecek oyunun yazar telifi de önemli bir özendirici nedendir, kuşkusuz. Ama bu tür nedenlerin (de) varlığı, söz konusu olgunun -hem sanatçı hem kurum açısından- olumlu bir yöneliş olduğu gerçeğini değiştirmez; sanatçı, tiyatro topraklarının tek bir alanında üretmekle yetin memiş, başka alan(lar)a geçerek onlarda da ürün vermiştir.
pe cy
Ahmet
Sözü edilen yönelişi bu yazı bağlamında konu etmemin nedeni ise, son dönemlerde aynı kurumda
gözlemlenen başka bir yönelişle -bir anlamda ters orantılı- ilintisi. Yeni yönelişin içindekiler de yine Devlet Tiyatroları'nın oyuncuları-yönetmenleri. Ancak bu yöneliş, kurum içinde bir alandan bir baş
kasına değil, kurumdan "dışarı" doğru olmakta. Daha doğrusu, bir ayakla kurum alanına basarken, öteki ayakla dışarı yönelmek/çıkmak gibi bir şey bu. Şunu belirteyim ki, olguyu kurumun yalnız gö rüş alanımdaki birimi, yani İstanbul Devlet Tiyatrosu ölçeğinde irdeleyebilir ya da örnekleyebilirim.
Olgu, son yıllarda bu tiyatronun kadrosundaki yönetmen ve oyunculardan kimilerinin, tiyatro uğra
şında yapmak istediklerini bağlı oldukları tiyatroda değil, "dışarıda" gerçekleştiriyor olmaları. Söz ko nusu sanatçıların niteliği açısından da, yönelişin niceliği açısından da dikkat çekici, olgu. Kurumdan -çeşitli nedenlerle- ayrılmalar, kurumun geçmişinde var olagelmiştir. Tek kentte (Anka ra'da) etkinlik döneminde bile, kurumdan kopmalar önemli özel tiyatroların doğumuna yol açmıştır.
Günümüzde de, özel tiyatrolara konuk giden oyuncular vardır. Giderek, özel tiyatroya "sürekli ko nuk" olma yolunda ilerleyenlerden söz edilebilir.
Burada sözünü ettiğim ise, sanatçıların süreksiz ya da sürekli konuk gitmeleri değil, dışarıda kendile rine (ya da yakın meslektaşlarına) ait bir oluşumda etkinliklerini yapmaları/sürdürmeleri. Çizgisiyle artık oturmuş topluluklardan, tek oyunluk oluşumlara uzanan bu safta duran ya da durmuş olan sa natçılardan bir çırpıda sayabileceklerimiz: Mahir Günşiray, Mustafa Avkıran, Yılmaz Onay, Mümtaz Sevinç, Nesrin Kazankaya, Ayşe Lebriz, Ülkü Duru, Taner Birsel, Murat Karasu, Mahmut Gökgöz, Nihat İleri, Zeynep ve Özgür Erkekli. (Işıl Kasapoğlu dostum, konumuyla benzersiz, çok uzantılı bir örnek oluşturduğundan, onu bu bağlamda anmıyorum.) Bu tiyatro insanlarının ortak özellikleri, kendi kurumlarında yapamadıkları/yapamayacaklarını bildik leri tiyatroyu/oyunu "dışarıdaki kendi yerlerinde" gerçekleştirmiş ya da gerçekleştiriyor olmaları. (Kimse anılan sanatçılara yönelik kurum içi "idari işlemlere" filan başvurmaya kalkışmasın; tüm bun lar benim kişisel değerlendirmelerimdir!) Bu tür soluklara da ülke tiyatrosunun çok gereksinimi var. Bu yönelişin, yazının başında sözünü ettiğim yönelişten farkı ise, sanatçı açısından olumlu, kurum açısından -sanatçısına kendi yapısı içinde doyum sağlayamadığından ötürü- olumsuz olmasında yatıyor.
ELEŞTİRİ
HER İNSAN BİR UÇURUMDUR Yeşilay
"Aynı koşullar altında hepimiz aynı ola cağımız, ama koşullar bizim dışımızda olduğu için ve hiç kimse kendi kendine aptal ya da suçlu olamayacağı için, hiç kimseyi kendi yetiştirilme ya da düşün ce tarzı açısından suçlu görmüyorum". Georg Büchner, Giessen, 1834
pe cy
a
Sibel Arslan
Gariban asker Franz Woyzeck, yapayal nızdır. Toplumun en alt tabakasından, dördüncü sınıftan bir insandır. Dünya yü zünde, İncil'in sözlerinden, duyduğu ses lerden ve Marie'ye olan sevgisinden baş ka hiçbir şeyi yoktur. Marie ve gayri meşru çocukları için ek iş olarak sürekli bezelye yiyip bilim alanında ün kazan mak isteyen doktorun kobaylığını yapar. Kendini beğenmiş yüzbaşının alaylarına katlanır her gün. Kısacık diyaloglar ve şimşek hızıyla geçen sahnelerle biçare Woyzeck üzerinde müthiş bir toplumsal ve psikolojik baskı oluşturulur. Ve Woy zeck, bando şefiyle ilişki kuran Marie'yi öldürür. Tam bir cinayet, güzel bir cina yettir.
Woyzeck Tiyatro: istanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: George Büchner Çeviren: Hasan Kuruyazıcı Yöneten: Mehmet Ulusoy Sahne-Giysi Tasarımı: Nurullah Tuncer Müzik: Timur Selçuk Koreograf: Mustafa Kaplan Oyuncular: Murat Garipağaoğlu, Aslı Öngören, Bahtiyar Engin, Hikmet Körmükçü, Can Başak, Şevket Avşar, Berrin Akdeniz, Naci Taşdöğen, Fırat Tanış.
Konusu bu şekilde özetlenebilen "Woy zeck"!, George Büchner, tıpkı "Danton'un Ölümü" ve "Lenz" de olduğu gibi yaşanmış bir olaydan yola çıkarak kale me almıştı. 41 yaşındaki Johann Cristian Woyzeck, 3 Haziran 1821'de, akşam sa at dokuz buçuğa doğru, verdiği rande vuya gelmeyen, bir cerrahtan dul kalma 46 yaşındaki sevgilisi bayan Woost'u, Leipzig'te, evinin önünde bıçaklamıştı. Ka dın sözleştikleri yere gelmeyince gidip bir bıçak alan Woyzeck, cinayetten son ra kaçıp bir süre sokaklarda dolaştıktan sonra yakalanmıştı, ilk soruşturmada akli
dengesinin yerinde olmadığı düşünülen Woyzeck, doktorun aksi yöndeki raporu üzerine idam cezasına çarptırıldı. Ancak idam cezası kesinleştikten sonra, Woyzeck'in cezaevindeki rahibe, sevgilisini öldürmesini emreden sesler duyduğunu söylemesi üzerine bir başka doktordan rapor istendi. Bu görevi üstlenen Doktor Clarus da aynı doğrultuda rapor verin ce, 27 Ağustos 1824'te Leipzig'te Pazar meydanında asıldı. Halkın idamı görmek için alanı doldurduğu bu olay büyük yan kı uyandırmış, Clarus önce bir tıp dergi sinde yayımladığı raporu halkın idama karşı ilgisi yüzünden ayrıca yayımlattı. Büchner'in cerrah olan babası bu tıp dergisine aboneydi. Bu nedenle bu olay aile içinde, hatta baba-oğul arasında tar tışılmış olmalı. Woyzeck cinayeti kendisinin işlemediği ni, "Woost'u öldür, öldür" diye sesler duyduğunu, bir başka gücün kendisini bu işe ittiğini iddia etmişti. Yani katil de ğildi, kendi bilinci dışındaki bir güç ona cinayet işletmişti. Bu tam Büchner'e gö re bir durumdu. Danton'un şu sözlerini Woyzeck de söyleyebilirdi: "içimizde ya lan söyleyen, orospuluk eden, hırsızlık yapan, cana kıyan bu şey ne?". Büchner, Strassburg'ta yaşadığı yıllarda Woyzeck olayını anımsayıp oyunu yaz maya başlar. Böylece işsiz güçsüz, alko lik bir adam olan Woyzeck, Büchner'in oyununda düzenli bir adama dönüşür. Yaşlı dul bayan Woost ise genç ve güzel Marie'ye dönüşür, ama tıpkı Woost gibi o da askerlerle düşüp kalkmaya meraklı dır. Kıskançlık motifini olduğu gibi alır Büchner. Marie'nin Franz Woyzeck'ten
a pe cy
evlilik dışı bir oğlu olmasıyla durumu da ha etkileyici kılar. Kahramanın sesler duyması, yazarın farklı dil kullanımı için fırsat yaratmıştır. Franz, neredeyse tam bir cümle kuramayan, kesik kesik konu şan bir kişi olarak yansıtılır oyunda. Dili, dil yoksunluğu, kekelemeleri, tekrarları yabancılaşmasının yansımasıdır. Onu yal nızca bezelyeyle besleyerek bilimsel de neyler yapan Doktor'un dili ise Latince sözcüklerle dolu anlaşılmaz bir dildir. Tıp dili ve söylev karışımı diliyle karşısın dakini aşağılar. Yüzbaşının diliyse doktorunki kadar buyurgan değildir, rahat, gevşek bir dildir, ama yine de onun amir olduğunu hissettirir.
Büchner'in "İnsan ne içindir?" ve "insan niçin yoksuldur?" sorularını sorduğu oyun, dünya edebiyatının toplumun en alt seviyesinden insanlarını konu alan ilk oyunlarından biridir. "Woyzeck", yoksul insanların kaderinin değiştirilemeyeceği ni gösterir. Yoksulluk kendi kurallarını yaratmış, iyiyi- kötüyü ve ahlak değerleri ni kendine göre belirlemiştir. Büchner bu kurallara yüreğini açmış, onları anla maya çalışmıştır. Yoksul insan, zenginli ğin korunması için zenginlerin kanunları na uymak zorunda mıdır? Büchner'in or taya attığı bu soru, kendi yaşadığı yüzyılı
olduğu kadar bu yüzyılı da uğraştırmıştır. Yazarın 1837'de yirmi dört yaşında ti füsten ölmesi üzerine yarım kalan el yaz maları, kırk yıl sonra yazarın eşyaları ara sında bulunur ve ancak 1913'te ilk kez Münih'te sahnelenir. Sahne sıralaması nın olmadığı son sahnesinin eksik oldu ğu taslaklar farklı düzenlemelerle ya yımlanmıştır. Çarpıcı dili ve kopuk kopuk sahneleriyle yönetmenleri kendine çe ken metin, en çok sahnelenen tiyatro oyunları arasında yer alır. Mehmet Ulusoy, hayat, aşk ve ölümün oyununda, eylemin ancak yan öğe ola bildiği, ekonomik, siyasal, toplumsal ve dinsel kurallarla kuşatılmış bireyin dramı olan "Woyzeck"te panayır metaforunu oyunun odak noktasına yerleştirmiş. Pa nayır sahnesiyle başlattığı oyunda, pana yırcının garip bir yaratık diye tanıttığı at, Franz'dır. Traş sahnesinde iki yüzbaşıyı birden- yüzbaşıyla gölgesini- traş eder Franz, sahnenin bir sağına bir soluna koşturarak. Panayır sahnesi oyun sıra sında birkaç kez daha karşımıza çıkar. Doktorla Yüzbaşı'nın çekişmesinde gro tesk tavır yakalanmış. Ancak WoyzeckAndres ile Woyzeck-Marie'nin ikili sah neleri için net çözümleme, yorum getiril
mediği için her oyuncu dilediğince oynu yor havası seziliyor. Sahnelemenin gene linde Woyzeck'in kim olduğu, ne oldu ğu, niçin öyle olduğu vs. sorularının ce vabı verilmiyor. Muğlak bir Franz tipi do laşıyor ortalıkta. Sirk, panayır atmosferi nin renkli, kâbusumsu havası içinde kayboluveren bir Franz. Büchner'in hakkında tutuklama kararı çıkarılmasına neden olan "Hessen'li Köy Habercisi" başlıklı bildirisinden bölümleri oyuna katarak yüzbaşıya okutan Ulusoy'un oyun boyu tekrarlattığı "Alman yasaları prenslerin orospusudur" söyle miyle politik bir yoruma yöneldiği anlaşı lıyor, ama yine de metni bilmeyen seyir ci için bütün bunları izleyip anlam ver mek güç. Büchner'in kısacık metnini üç saate ya yan sahneleme, yazarın dille yarattığı çarpıcı etkiyi gereksiz yere gevşetip sar kıtıyor. Nurullah Tuncer'in paraşütlerle paçavra larla, merdivenlerle oluşturduğu başarılı dekor tasarımına Yves Collet'nin ışık ta sarımı eşlik ediyor. Ancak metin bu öğe lerin gölgesinde kalıyor. Başıboş bırakı lan oyuncular groteskle dramatik oyna ma, hatta rol kesme arasında gidip geli-
Hessen'li Köy Habercisi Darmstadt, Temmuz 1834 Kulübelere Barış! Saraylara Savaş! 1834 yılında görünen o ki, sanki Tanrı köylüleri ve işçileri beşinci günde, dükleri ve asilleri altıncı günde yaratmış ve onlara "Dünya yüzündeki bütün hayvanlara hükme din" derken köylüleri ve yurttaşları sürüngen yerine koymuş. Asillerin yaşamı uzun bir Pazar günü: Güzel evlerde oturuyorlar, şık giysiler giyiyorlar, yüzleri güzel ve kendi dillerini konuşuyorlar; ama halk onların önünde tarladaki gübre yığını gibi. Köylünün yaşamı uzun bir iş günü: Yabancılar tarlasını gözünün önünde yok ediyor, bedeni bir nasır, teri ise asilin masasındaki tuz. 1789'da Fransa'da halk, yıllar yılı kralı sırtında taşımaktan bitkin düşmüştü. Ve artık kralın da diğerleri gibi bir insan, devletin birinci hizmetlisi olduğunu, halka karşı sorumlu ol duğunu ve görevini kötüye kullandığında cezalandırabile ceğini söylediler. Ve bunu insan haklarıyla açıkladılar: "Hiç kimse doğuştan bir hak ya da bir unvan sahibi olamaz. Kimsenin diğerine karşı ayrıcalığı yoktur. En büyük güç, ço ğunluğun gücüdür. Halkın temsilcisi herkes tarafından se çilecektir. Seçilen kişi, kendini seçenlerin isteklerini dile ge tirir. Kral yalnızca bunların oluşturduğu yasaları korumakla görevlidir." Kral anayasaya uyacağına and içti, ama halka yalan söylemişti ve halk yargıladı onu. Krallık kaldırıldı. Ka nunları uygulamakla görevliler halkın temsilcileriydi. Halkın seçtiği hükümet yasa yapıcılarıydı ve Fransa özgür bir dev let oldu.
a
yor. Murat Garibağaoğlu, sesi soluğu çık mayan, dramı da anlaşılamayan bir Woyzeck çizerken Aslı Öngören yalnızca cilve li yönü vurgulanan Marie'de köşeli bir oyunculuk sergiliyor. Hikmet Körmükçü Doktor, Çığırtkan, Masalcı'da son derece sevimli. Ancak Doktor karakteri neden hil kat garibesi olarak alınmış acaba? Yüzba şı rolünde Bahtiyar Engin, "Woyzeck"in en başarılı tiplemesini çıkarıyor. Naci Taşdöğen özellikle yüzbaşının gölgesiyle traş oldu ğu sahnede güzel bir kompozisyon çiziyor.
pe
cy
Şimdi de Hessen Dukalığının yasalarına bakın. Yasalara gö re, Dük dokunulmazdır, kutsaldır ve sorumluluğu yoktur. Dukalık babadan oğula geçer, savaş açma yetkisi vardır. Bütün Alman halkı özgürlüğünü kazanmalıdır. Ve o gün, sevgili yurttaşlar, uzak değildir. Napoelon'un kılıcını kıran Tanrı, bizim yerli tiranın tanrısallığını da halkın eliyle yok edecektir. Tanrı size güç versin ki, yanlış yolunuzdan dö nün ve gerçeği görün: Yalnız bir Tanrı vardır, yanında -kendini kutsal ve sorumululuktan uzak sayan- birçok soy lu, ruhani Tanrılar yoktur. Tanrı tüm insanları özgür ve eşit yaratmıştır, halkın güvenini kazanmış ve halk tarafından seçilenlerin dışında, Tanrı nın belirlediği yöneticiler yoktur. Halk üzerinde hiçbir hakkı olmayan, yalnızca halka zulmeden yöneticiler eğer Tanrı tarafından seçilmişse, şeytan da Tanrının seçimi. Ve böyle şeytani yöneticilere itaat, şeytanın gücünü yıkana dek sürer ancak. Tanrı halkı ortak bir dille tek vücut haline getirdiği halde, bunu yıkan, otuz parçaya bölen baştakiler halk katili ve tiran olarak hem bu dünyada hem de öteki dünyada sonsuza dek cezalandırılacaktır. Çünkü, Tanrı'nın birleştirdiğini, insan parçalayamaz! Alman İmparatorluğu çürüdüğü için ve Tanrı'dan ve özgürlükten uzak kaldığı için, Tanrı onların, özgür bir devlet kurana dek, yıkıntılar içinde kalmalarını sağladı. Tanrı, şeytana, halk, özgürlük ve adaleti adaletsizlik ve kölelikten çok istesin diye, Alman ya'yı karanlığa boğan zalim kontlar ve kötü güçleri yollattı, kötü zamanlar yaşattı. Ama artık bardak taştı!
Yazımı Ulusoy'un yaptığı gibi büyükanne nin masalıyla bitirmek istiyorum: "Bir za manlar yoksul bir çocuk varmış, annesi de yokmuş, babası da, herkes ölmüş, hiç kimse kalmamış yeryüzünde. Herkes öl müş, çocuk da gece gündüz aranmış dur muş. Bakmış yeryüzünde kimse yok, o da gökyüzüne çıkmak istemiş. Aydede ah bap ahbap göz kırpmış ona; sonunda Aydedeye vardığında bakmış, Aydede çürük bir tahta parçası. Bunun üstüne kalkmış güneşe gitmiş, güneşe vardığında bakmış, güneş solmuş bir kasımpatı. Yıldızlara var dığında bakmış, yıldızlar da küçük, parlak sinekler, çaylağın onları yaban eriği ağacı na taktığı günden beri sallanıp duruyorlarmış orada. Bunun üstüne yeryüzüne geri dönmek istemiş, ama yeryüzü devrilmiş bir oturağa benzemişmiş. Tek başına kal mış çocuk. Oturmuş bir yere, ağlamış, hâlâ da orada oturuyor, hem de yapayalnız."
Gözlerinizi açın ve sizi sömürenlere bakın. Onlar sizin akıttığınız kandan ve kendileri ne emanet verdiğiniz kollarınızdan alıyorlar gücü. Onlar 10000 kişi koca dükalıkta, sizse 700000. Sizi silahlarıyla tehdit ediyor olabilirler. Ama unutmayın ki, halka kılıç çeken, halkın kılıcıyla ölür. Almanya bugün bir ceset yığını, ama bir cennet olacak. Alman halkı tek vücuttur, sizler de bu vücudun birer parçası. Tanrı size, halkı özgür lüğe kavuşturacak hizmetlileri yoluyla işaret verdiğinde, ayağa kalkın, bütün vücut da sizinle birlikte ayaklanacaktır. Tanrı sizi çağırıp elçileri yoluyla uyardığında dua edin: "Tanrım saldırganın sopasını kır ve adaletini göster. Amen." Çeviren: Sibel Arslan Yeşilay
ŞANO
Alkaya
Sanattan Barışa 12 Ocak Cuma gecesi, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Tiyatrosu'nun davetlisi olarak, "Mahmud ile Yezida" oyununun ilk gösterimini izledim. Murathan Mungan'ın yazdığı, daha önce Devlet Tiyatroları başta olmak üzere değişik toplulukların sahnelediği, dramatik edebiyatımızın önemli metinleri arasında yer alan Mahmud ile Yezida'yı, "toprağında" seyredecek olmak heyecanlıydı. Bu seyirin, benim için farklı anlamları da vardı. Bu tiyatronun ikinci kez yapılanışı çalışmalarına, daha çok manevi düzeyde, katkılarım olmuştu. İlk oyunları Silvanlı Kadınlar için yazdığım broşür yazısına, imzamı, Genel Sanat Danışmanı ibaresiyle koymuşlardı. Aslında, pek de hak etmediğim bir unvandı bu; kırk yılda bir Diyarbakır'a gidiyor, ilk buluşmamızdan başlayarak aramızda sıcacık bir güven ilişkisi oluşan ekiple kısa, yoğun çalışmalar yapıp geri dönüyor ve daha çok telefonla görüşüyordum. İlla bir unvan gerekiyorsa, "dostları"ydım. Bu gösterimin benim için taşıdığı derin anlam ise, daha büyüktü. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Tiyatrosu, ülke tiyatrosunun gelişmesi, yaratıcı ufuklara açılması için, daima savunduğum bir yolu, ustamız Muhsin Ertuğrul'un ortaya attığı ve yaşamı boyu gerçekleşmesi yönünde çaba gösterdiği "Bölge Tiyatrosu" modelini hayata geçirmekteydi. Kendi insan kaynağıyla, kendi hikâyesinin estetik yansılarını bulma arayışına girmişti. Kim bilir, bir Bölge Konservatuvarfna açılan yol olacaktı.
cy
a
Diyarbakır zor şehirdir. Bölge, baştan başa zordur da, Diyarbakır daha zordur. Diyarbakır'da hayatı anlamlı kılmak için, birkaç kat daha fazla enerji, akıl ve cesaret gerekir. İşte 12 Ocak Cuma gecesi, zor'a karşı hayat'ı savunan genç dostlarımın çabasına, emeğine tanık olmak için akşam uçağıyla Diyarbakır'a gelmiş, ilk yirmi dakikasını kaçırsam da, parlak heyecanlarıyla buluşabilmiştim. Töre baskısı karşısında aşkın savunulduğu, köken araştırmaları bakımından yetkin, lirik anlatımıyla ayrıcalıklı bir sahne metninin, dinamik, genç ve soluklu bir ekip tarafından sahnelenişine tanık oldum. Mutlu oldum. Tamamen yönetmenin yorum alanı içinde kalan, asla metne müdahale anlamı taşımayan ve çok az sayıdaki Kürtçe sözcüğün kullanılışı, olsa olsa tiyatro eleştirisi sahasında değerlendirilebilirdi. Hem, Tanrı'ya "Ya Xude" diye seslenmek, ne zamandan beri suç sınıfına giriyordu, anlamak mümkün değil. Yöreyi vurgulamak için, kalk, otur derken ikileyip "rabe, rûne" yerine, vakta ki, Fransızcasını, İngilizcesini söyleseler, bu da suç sayılacak mıydı?
pe
Orhan
Final sahnesinde kullanılan türkünün (Kiriwo), tam da oyuna denk düşecek bir hikâyesi olduğunu, Yezidi bir kızla Müslüman bir Kürt erkeğin imkânsız aşkını anlattığını, oyundan sonra, merak edip sorduğum dostlarımdan öğrendim. Doğrusu, o olağanüstü etkileyici ezginin, oyunla böyle ilişki kurabilmesi, bir yorumcu başarısı olarak dikkatimizi çekmişti. Özellikle Mahmud ile Yezida'nın ölüm sahnelerinin etkileyici, şiirsel bir sahne diliyle aktarıldığı bu yorum, bana, oyunu birlikte seyrettiğim dostlarım Vecdi Sayar ve Tuncer Necmioğlu'na geleceğe doğru umut, iç ferahlığı verdi. Bu yüzden; 13 Ocak günü oyunun yasaklandığı haberini aldığımızda, bir kez daha, içimde bir şeyler kırıldı. Yasak kararı, oyunda Kürtçe sözler sarf edildiği, Kürtçe bir türküye yer verildiği gerekçesine dayandırılmıştı. Heyhat! Ülkemizde Kürtçe konuşmak, Kürtçe türkü söylemek, gene mi yasaklandı? Töreye direnen aşk, gene tehlikeli mi bulundu? Batı'da serbest olan Doğu'da yasak mı? 12 Ocak Cuma gecesi izlediğim Mahmud ile Yezida oyununda suç varsa, üzülerek söylemeliyim ki, hayat tepeden tırnağa suçludur. Bizim ailede, kem söz gerekli hale gelirse, "Allah iyiliğini versin," denirdi. Bu mealde olmak üzere diliyorum ki, sanat barıştırsın.
D İ L İ
pe
cy
a
F O T O Ğ R A F L A R I N
Fotoğraflar: İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde sergilenmekte olan "Ferhad İle Şirin" balesinden
NÂZIM HİKMET 99 YAŞINDA
Ferhat ile Şirin Balesi
Ferhad ile Şirin balesi Ocak 2000'de ilk kez istanbul'da, Devlet Balesi tarafından sahnelendi ve Nâzım'ın bir vasiyeti de böylece gerçekleşti. Bu vesileyle NTV'de Kritik programında yayımlanan söyleşide balenin bestecisi Arif Melikov dramaturgiyi Nâzımla birlikte nasıl hazırladıklarını anlattı: (Nilüfer Kuyaş) "1959 yılında ilk defa benim
görüşmem oldu. Ben geldim
pe cy
onun odasına ve dedim ki,
a
Nâzım Hikmetle Bakuda
Nâzım Bey, ben sizin Ferhat ile Şirin piyesinizin balesini
yazmak istiyorum. Ve bizim
konuşmamız öylece bitti. Ama ben gittikten sonra orada
oturan arkadaşlara demiş ki 'Bu genç yazacak, çünkü
gençlik büyük üstünlüktür."
Bundan sonra Nâzım Hikmetle bizim dostluğumuz, ilişkilerimiz devam etti, Bakuda, Moskova'da, Leningrad'da birlikte olduk ve neticede bu baleyi de birlikte yarattık. O hem piyes müellifiydi hem de librettoyu hazırladı. Çünkü bu yeni bir
formdu, piyesten farklı olması lazımdı. Dram eserinde söz vardır, ama balede müzik ve koreografı sözün işlevini görüyor. Nâzım Hikmet bu farkı gayet iyi biliyordu ve bu duyguları çok iyi anlıyordu. Ve balenin dramaturjisini bizimle birlikte günlerce, geceli gündüzlü çalışarak oluşturdu. Koreograf Yuri Grigoroviç, Nâzım Hikmet ve ben birlikte tasarladık, ayrıca Şef Niyazi ve dekor - kostüm tasarımcısı Simon Virsaladze de bizimle
o kadar tamamladı ki birbirini,
pe cy
bu müziği baleden ayırmak mümkün değil. Ve 196 Tin 23 Martında Leningrad'da ilk
gösterimi yapıldı. Prömiyerde Nâzım da vardı. Çocuk gibi seviniyordu. Gazeteciler
a
birlikte çalıştı. Müzikle sahne
etrafını sardığı zaman dedi ki, ben inanıyorum ki bu bale
dünyanın birçok sahnesinde
gösterilecek, New York, Paris, Londra ve Tokyoda bile, her yerde gösterilecek. Bunun hakikat olacağına o zaman kimse inanamazdı tabii, o vakit bunu tahmin etmek imkansızdı ama biliyorsunuz, dahilerin böyle ileri görüşü olur, Nâzım da bunu gördü. Aynı şeyi söyleyen bir başka
büyük şahsiyet de besteci Sostakoviç'ti, prömiyeri izledikten sonra bir yazı yayımladı ve hem müzik ve koreografi hakkında hem de Nâzım hakkında çok güzel şeyler yazdı ve dedi ki, bu eserin gelecekte büyük hayatı olacak... Hem Nâzım'ın hem de Şostakoviç'in o sözleri gerçekleşti. Dahilerin bir şeyleri var ki, onlar kıskanmıyorlar. Gencin bir eserinin büyük hayatını,
pe cy
a
geleceğini onlar diyebiliyorlar. Sanat aleminde kıskançlık vardır ama bu dahilere ait değil.
1962'de eser Kremlin Sarayı'nda gösterildi, 6 bin kişi izledi, gene büyük başarı kazandı. Daha sonra Nâzım'ın evine ziyafete gittik. Konuklar vardı, Nâzım beni öbür odaya çekti, gözünden yaş geldi, dedi oğlum, bu eser dünyayı gezecek, gün olacak İstanbul'a da gidecek, sen bunu göreceksin ama ben göremeyeceğim... Büyük yazık tabii, ama dahiler ölmüyor. Nâzım Hikmet de hâlâ yaşıyor."
ELEŞTİRİ
İSTANBUL DEVLET TİYATROSU'NUN CALIGULA'SI VE CAMUS'NÜN YAPITI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER Anamur
Albert Camus'nün bir 20. Yüzyıl klasiği olan oyunu "Caligula" İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda oynanıyor. İnsanlık felsefesi ve değerleri konusunda çıkmazlar içinde bulunan ülkemizde "Caligula"nın Devlet Tiyatrosu dağarına girmesi ve sahnelen mesi önemli bir olaydır. Çünkü Camus, gerçekten de, Sartre'ın deyişiyle: "(...) yüzyılımızda yaşanan tüm aykırı tarihsel gelişmelere karşın her bir yapıtıyla ve ya pıtının tümüyle Fransız yazınının temelini oluşturan o soylu ahlakçılar zincirinin gerçek mirasçısıdır". Camus'nün insanlık durumu üzerine düşüncesini ve bu dü şüncenin aşamalarını bilmeden 20. Yüz yıl Batı düşüncesi anlaşılamaz. "Caligula"yı sahneye Tamer Levent koy muş. Ancak bu yorumun, oyunun teme lindeki düşünceyi yakalayamamış oldu ğunu ve "Caligula"nın izlediğimiz sahne lemesinde, bu nedenle, yazarın "absurdite / uyumsuzluk" tanımlamasıyla nitele diği düşüncesinden ve bu düşüncenin bu oyunda irdelenen "nihiliste / hiçlikçi" boyutundan eser olmadığını söylemek zorundayız. Bir başka deyişle, yazarın söylemek istediği ve söylediği ile sahne deki yapım arasında gereken mantıksal bağ kurulamamıştır.
pe cy a
Hasan
Caligula Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Albert Camus Çeviren: Bertan Onaran Yöneten: Tamer Levent Sahne Tasarımı: Nurettin Özkönü Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan Işık Tasarımı: Yakup Çartık Oyuncular: Celal Kadri Kınoğlu, Şerif Sezer, Zafer Algöz, Atilla Şendil, Erdoğan Ersever, Macit Sonkan, Seda Yıldız, Orhan Tetikcan, Bora Özkula, Fikret Urucu, Zeynep Aksoy
Bunun eleştirisine geçmeden önce, belki de bu kopukluğun nedenlerini açıklaya cak birkaç ipucu üzerinde durmamız ge rekiyor, Bu ipuçları da şunlar: Oyunda ünlü Roma imparatorunun adı nedense değiştirilmiş ve bu ad "Kaligüla" olarak söylenmesi gerekirken "Kaligüla" olmuş. "Caligula"nın yazılışındaki "Ca"yı "Cola Cola" sayesinde "Ka" okumayı öğrenmi şiz de, nedense "u"nun Fransızcada "ü" okunduğunu, yazarın "u" okunması için
"ou" yazacağını bilemiyoruz. Devlet Ti yatrosu düzeyinde bir yapımda oyunun başkişisinin adının yanlış söylenmesinin yorumunu biz yapamıyoruz. Bunu en iyi Adnan Benk yapmıştır, bir Camüs (yani "Kamu") çevirisi dolayısıyla, "Camus ca mus değildir" çarpıcı başlığını taşıyan eleştirisinde (Bkz.: Adnan Benk, Eleştiri Yazıları, Doğan Kitapçılık, istanbul, Ekim 2000, Cilt II, ss.577). Oyunda adı yanlış söylenen yalnız Caligula değil, imparato run metresi Caesonia'nın adı da ("Kezonya"), Cherea'yı başarıyla oynayan Erdo ğan Ersever dışındaki tüm kadroca "Çesoniya" olarak söyleniyor. Bunun nedeni izleyicilere dağıtılan ve üstünde oyunla il gili hiçbir açıklama olmayan - iyi ki yok - bilgisayar çıktısı kâğıtta aranabilir mi? Çünkü bu kâğıtta - i.D.T. bu önemli oyun için bir tanıtım dergisi hazırlama mış ya da en iyi niyetimizle, daha sonra hazırlayacak - evet, bu kâğıtta "Caesonia" yerine "Cesonia" yazılı. Ancak bu da bu durumu açıklamaya yetmiyor ve "Sah neye koyucu özgün metni ya da çeviriyi hiç mi görmedi?" sorusu akla takılıyor. Anlayamadığımız bir başka nokta da, yi ne, tanıtım dergisi yerine verilen bu kâ ğıtta, oyundaki altı yaşlı soylunun - im paratorun yakın çevresini oluşturan Roma'nın en eski ailelerinin reislerinin - ad larının karşısına: 1. Şair; 2. Şair; (...); 6. Şair yazılmış olması. Doğru, oyunda bir şair var, Scipion, ancak bu kadar çok şair de biraz fazla oluyor, hele hiçbiri oyunda şair olarak nitelenmemişse! Bunlar kimine göre "küçük şeyler" olabi lir, ne var ki daha perde açılmadan mide bulandırmaya yetiyor, Bu son duyguyu ne yazık ki uyandıran
a cy
olan "ayna" ile "aynaları kırma" eyleminin de hiç anlaşılmamış olduğunu gösteri yor. Bu simgelere de ileride değineceğiz. Sahneye koyucunun yukarıda sözünü et tiğimiz o olumsuz duyguyu uyandıran bir başka yanıtı da şu: "Camus'nün 1960'lı yıllarda varoluşçuluk akımının en etkili olduğu günlerde yazdığı bu oyunu (...)". Özür dileyerek düzeltmek zorunda yız: 1 - Camus 1960 yılının 4 Ocak günü -yani yılın hemen başında - anlamsız bir trafik kazasında öldüğü için, mantıksal olarak, bu oyunu 1960 yılında yazmış olamaz. 2 - Yine 1960'da yazmış olamaz, çünkü Camus bu oyunu 1938'de yazmaya baş lamıştır, yani "Caligula" Camus'nün ilk oyunudur, ancak Le Malentendu / Yan lışlıklan sonra, 1945'te Paris'te Hebertot'nun tiyatrosunda sahnelenmiş ve metin aynı yıl basılmıştır. 3 - Varoluşçuluk akımı 1960'larda değil, hemen savaş sonrası yıllarda - yani 2. Dünya Savaşı - ve 50'lili yıllarda, Ca mus'nün değil, Sartre'ın görüşlerini yan sıtan bir yaşam felsefesi olarak özellikle bu dönem gençliği üzerinde etkili ol muştur. Camus ile Sartre arasında yaşa nan polemikleri bilmekte yarar vardır. Camus'nün dünya görüşü, yukarıda da
pe
bir başka "durum" da sahneye koyucu Tamer Levent'in 13 Aralık 2000 tarihli Cumhuriyet Gazetesi kültür sayfasında kendisiyle yapılan söyleşiye verdiği ya nıtlar. Talihsiz sorular ve talihsiz yanıtlar biçiminde süregiden bu söyleşi "Tamer Levent yorumuyla demokrasi kültürünü özeleştirinin sağlayacağını vurguluyor" üstbaşlığı ve "Aynada 'Caligula' yanları mız" başlığıyla verilmiş. Özeleştirinin önemi her alan için geçerli olduğu doğ rudur. Sahneye koyucular için bile. An cak, demokrasi kültürünü özeleştirinin sağlayacağını vurgulamak isteyen bir ki şinin en son seçeceği oyunlardan biridir "Caligula", yani Kaligüla. Roma impara toru ve demokrasi! Bu oyunu, ilk oynan dığında, tümüyle karşıt bir bakış açısıyla ele alan ve "Caligula"da bir Hitler gören eleştirmenler de çıkmıştı. Ne var ki Camus'nün söylemek istediği ve bu oyun da söylediği bu yaklaşımların dışında ve çok üzerindedir. Çünkü Camus, bu oyunda, insanın yaşam ve ölüm karşısın daki çaresiz durumunun felsefesini ya par. Bu konuyu da ilerde irdeleyeceğiz. Tamer Levent'in bu talihsiz söyleşide altbaşlıkta verilen: "Camus'nün metninde "Caligula" aynaları kırıyor, biz ise (onu) aynaların içine hapsediyoruz" yorumuysa, oyunun en önemli simgelerinden biri
değindiğimiz gibi "uyumsuzluk" kavramı çevresinde odaklanır. Aykırı sorulara aykırı yanıtlar biçiminde gelişen bu talihsiz söyleşi üzerinde daha fazla durmak istemiyoruz. Yalnız şunu söylemek zorundayız: Bir Camus oyunu nu sahneye koyacak olan kişinin en azın dan Camus'nün, 1957'de, Nobel Yazın Ödülünü alırken yaptığı konuşmayı oku muş olması gerekir. "Uyumsuzluk duy gusunu derinliğine inceleyen ve yeni bir hümanizma yaratarak bu duyguyu aş maya çalışan, çağımızda insanların vic danlarında sorguladıkları sorunları aydın latan" yapıtına verilen bu ödülü alırken Camus yapıtını ve yapıtının aşamalarını son derece bilinçli bir biçimde açıklamış tır: "Yapıtımı oluşturmaya başladığımda belirlenmiş bir yazma planım vardı; ilk önce yadsımayı anlatmak istiyordum. Üç ayrı biçimde. Roman olarak Yabancı'da. Oyun olarak "Caligula" ile Yanlışlık'ta. Düşünce düzeyinde de Sizifos Söyleni'nde. Yapıtımın olumlu yönünü de yi ne üç biçim altında düşünüyordum: Ro man olarak Veba, oyun olarak Sıkıyöne tim ve Doğrular. Düşünce düzeyinde: Başkaldıran İnsan. Aşk izleği çevresinde bir üçüncü düzey daha düşünüyordum". Camus daha önce, 1947'de yayımlanan Carnets / Not Defterleri'nde de yapıtının
a
Tanrıtanımaz bir düşünür olan Ca mus'nün yapıtı tümüyle insanlık duru munun incelenmesine adanmıştır ve ya şam ile ölüm gerçeği üzerine odaklan mıştır. "Caligula"nın 1984-85 sezonun da İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndaki oynanı şı üzerine yazmış olduğum eleştiride bu nu şöyle açıklamışım : "Sizifos Söyleninde Camus uyumsuzluk ve uyumsuz in san kavramlarını açıklar ve usdışıyla çev relenmiş insana, sınırlı usuyla usdışının içinde yaşamak zorunda olan insana us sal bir dayanak bulma arayışına girişir. (...) Camus'ye göre insan, yaşama sevgi si ve mutluluk isteği ile kaçınılmaz bir ol gu olan ölüm bilinci ve gerçeği arasında ki çatışma sonucu günün birinde, şu ya da bu biçimde, çıkmazını görecek ve uyumsuzluk duygusuyla tanışacaktır. Uyumsuzluk duygusu, Camus'nün deyi şiyle yaşamdaki mantık dişilik ile insan daki önüne geçilmez açıklık isteğinin çatışmasıdır (s.37). Usdışı güçlere, örneğin ölüme, ussal yollarla bir çözüm getire memesi: insan ölecekse niçin doğuyor? Sorusundan başlayıp: Öleceğini bilen in san mutlu olabilir mi? sorusundan ge çip: insan mutlu olmak için ölümsüzlüğü elde edebilir mi? ya da Nasıl elde eder? Sorusuna varıncaya kadar - bütün bu soruları "Caligula" sorar - tüm soruların yanıtsız kalması insanı uyumsuzluk bilin cine ulaştırır" ("Caligula İstanbul'da", Çağdaş Eleştiri, Şubat 1985, ss.54-55). Gerçekten de Camus, tüm yapıtında, bu durumu sorgulamış, soruna yanıtlar ara mış ve önermiştir. Yazar-düşünürün "ni hiliste / hiçlikçi" aşamasını oluşturan olumsuzluk döneminin düşünce yapıtı olan Sizifos Söyleni'nin (1942) ilk tümce si şudur: "Gerçekte bir tek önemli felse fe sorunu vardır: insanın kendini öldü rüp öldürmemesi. Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığına karar vermek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamak demektir". Bu dönemin yapıtı olan "Caligula"da da Camus, başkişisinin arayışla rıyla bu sorunu ve başkaldırı olgusunu ir deler.
pe
cy
aşamalarının ayrıntılı bir dökümünü yap mıştı. Bu dökümlerin ancak ilk iki düzeyi gerçekleşebilmiştir. Bu açıklamalar, Camus'nün yapıtını ne kadar mantıksal bir çizgide - mantık sözcüğü "Caligula"da en fazla kullanılan sözcüklerden biridir - tasarlamış olduğu nu gösterir. En azından ancak bu bilin dikten sonra Camus anlaşılabilir. Adını "Tiyatronun cadısı'na çıkaran de ğerli oyuncu ve tiyatro insanı Macide Ta nır, bir oyuna nasıl hazırlandığını anıları nı topladığı kitabında uzun uzun anlatır. Biz birkaç kısa alıntı yapacağız : "(...) eseri ve rolü evirip çevirip okur, bütünü nü ve o bütün içinde oynayacağım kadı nın kişiliğini, yerini, nasıl hareket edece ğini, yabancı bir yazar ise ait olduğu ulu sun bireylerinin oturma, kalkma, çocu ğunu sevme biçimini, fincanı tutuş, saçı na dokunuş biçimlerini vs. (hepsini yaz sam sahifeler tutacak) öğrenmeye çalışı rım. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar milliyeti, yaşadığı yüzyıl, o zaman içinde ulusun genel biçimlenmesi, poli tik, edebi, mali durumları etkilidir. Tabii hemen Ankara'da Milli Kütüphane'ye gi dip o yazar, yaşadığı ulus, genel ölçüler, nitelikleri vs. hakkında bilgiler alırım. Bu bilgiler ışığında o eseri tekrar tekrar oku rum. Benim varlığımdan ikinci bir varlığı, yazarın isteği doğrultusunda izlemeye başlarım. Yazarın yazmadıklarını da içine katarım. Geçmişini kurcalar, bulurum, onu da katarım... (...)" (Bkz.; Macide Ta nır, Tiyatronun Cadısı, Bilgi Yayınevi, An kara, Kasım 2000, s.55). Bu satırları bu raya önemli oldukları ve bu kitabı da okumaya vakitleri olmayan tiyatrocular belki bu yolla yararlanırlar diye aldık. Bir sahneye koyucunun - ve her oyuncu nun - bir oyuna yaklaşımının da böyle olması gerekmez mi? Bu çalışmayı yaptı ğı ve bunu üstün oyunculuk yeteneğiyle yoğurduğu için Macide Tanır'ın Macide Tanır olduğu bilinmez mi? Bu derginin Ekim-Kasım sayısında yayımlanan "Klasik oyunların sahnelenmesi" başlıklı yazımız da biz de sahneye koyucunun bu türden yapıtlar karşısında nasıl bir çalışma yap ması gerektiğini belirlemeye çalışmış ve sonuçta özgürlüğünün sınırsız olmadığı nı vurgulamıştık, insanlığın ekinsel tarihi içinde temel işlevleri olan klasik yapıtlar sahneye koyucuya büyük sorumluluk yükler. Bunlardan ilki de o yapıtı tüm boyutlarıyla anlamak, önceki yorumlarını bilmektir. Sözü uzatmadan Camus'nün yapıtını ve "Caligula"yı kısaca tanıtmaya çalışalım. 32
"Caligula", Suetonius'un On iki Sezar'ın Yaşamları başlıklı yapıtına konu olan Ro ma imparatorlarından biridir. Gençlik yıl ları ordunun içinde geçmiş, imparator olduktan sonra da başlarda çok sevilmiş ve tutulmuş, sonralarıysa gaddarlığı ve aşırı davranışları nedeniyle - örneğin atı nı senatör ataması ve her senato toplan tısına getirmesi - tepkileri üzerine çek miş, sonunda da bir ayaklanmada öldü rülmüştür... Camus, "Caligula"nın yaşa
mını kendi düşüncesini aktarmak için uy gun bir malzeme olarak görmüş ve bu yaşamı iki dilime ayırmıştır: 1 - "Caligu la" nın uyumsuzluğun bilincine varma dan önceki yaşamı; 2 - "Caligula"nın uyumsuzluğun bilincine vardıktan sonra ki yaşamı. Oyun bilinçlenme anını izle yen süreçte başlar. "Caligula", kızkardeşi ve sevgilisi olan Drusilla'nın ani ölümü üzerine yaşam ve ölüm üzerine düşün meye başlamış ve insanların herhangi bir mantıksal açıklama olmadan, usdışı bir biçimde ölmekte olduklarını anlamış tır. Roma imparatoru olmanın verdiği sı nırsız güçle bir denemeye girişir. Ay'ı el de ederse, ölümsüzlüğe kavuşursa mut luluğa ulaşacak ve uyumsuzu yenecek tir. Bunu başarmak için usu egemen kı larak bu kısır döngüyü yıkma ve insanla rın mutluluğunu sağlayabilmek için ken di mantığını sonuna kadar hiçbir ödün vermeden sürdürme çabasına girişir. As lında bir tür oyun oynadığının bilincinde dir. Bu yolla, ayrıca, herkesin de bilinç lenmesini ve usdışı güce başkaldırmasını sağlayacaktır. Bunun için de kendisini rastgele ölüm dağıtan o gücün yerine geçirecektir. Roma imparatoru oluşu kendisine bu olanağı vermektedir. "Cali gula" şu korkunç silojizmaya uygun dav ranır: "Herkes suçlu olduğu için ölür; Herkes Caligula'nın kulu olduğu için suçludur; Herkes de Caligula'nın kuludur; Öyleyse herkes suçludur". Hıristiyanlığın herkesin suçlu doğduğuna ilişkin inancına da gönderme yapan bu uslama sonucu Caligula Yazgı kadar acı masız olarak Yazgı'nın yerini almaya ka rar verir. Ancak bu yolla "Ay"a, ölüm süzlüğe ulaşabileceğini, "ayna"nın öteki tarafına ancak bu yolla geçebileceğini düşünmektedir. Bir yandan bunu yapar ken, bir yandan da, kendi acımasızlığı aracılığıyla, insanların "öteki acımasızlık"ın, uyumsuzluğun farkına varmaları nı, bilinçlenmelerini ve başkaldırmalarını amaçlamaktadır. Camus'nün Caligula'ya söylettiği: "İnsanlar ölüyorlar ve mutlu değiller, iyi bir öğretmenleri yok", düşün cesi ona bu öğretmenlik yolunu açar. Caesonia da Caligula'nın kişiliğinde "Ni hayet özgürlüğü öğretecek bir impara tor" görür. (Ancak bu özgürlük toplum sal anlamda değildir). Camus'nün Scipon'a söylettiği gibi Caligula tanrıları kıs kanmaktadır, çünkü her şeyi anlamıştır. Mutsuzluğu da bundandır. Cherea'yaysa yapıtın amacını şöyle söyletir: "Cali-
a
pe cy
gula herkesi düşünmeye zorluyor". Ancak Caligula, tanrılara öykünmeye ne kadar kalksa da olanaksızı elde edemez, Ay'ı ele geçiremez, aynanın ölümsüzlük demek olan öteki yanına geçemez. Ay naları bu yüzden kırar. Bu da insanlık durumundan tanrılık durumuna geçme nin olanaksızlığını gösterir. Ancak çevre sini bilinçlendirmiştir. Başkaldırı tohumla rını ekmiştir. Bu başkaldırının hedefiyse doğal olarak tanrıyı oynayan kendisi ola caktır, tanrılara karşı duyulan öfkenin öcü ondan alınacaktır. Caligula insanları bilinçlendirme uğruna kendini öldürmeyi / öldürtmeyi seçmiştir. Ancak, son nefe sini verinceye kadar da tanrılara meydan okumayı sürdürür: "Hâlâ yaşıyorum!" Bu nedenlerle, I.D.T.'de yapıldığı gibi, oyunun sonunda, Caligula'yı aynaların içine yerleştirmek içerikle çelişen çok ay kırı bir uygulama olmaktadır. Zaten bu raya kadar da yazarın bildirisi bir türlü açıklık kazanamamakta, sahnede oyun cuların teknik açıdan ustalıkları sayesin de "güzel sözler" söylenmekte, ancak bu "güzel sözler" arasında, bu "güzel söz lerle eylem arasında mantıksal ilişki ne yazık ki bir türlü kurulamamaktadır. Sahnelemede olumlu buluşlar da var. Örneğin Caligula'nın ilk antresinde Ay'ı elde etmek istediğini söylediğinde sanki gökyüzünden dökülen ve ulaşılmaz ay ışığını çağrıştıran parlak konfettiler. An cak bunlar 2. Bölümün başındaki "darbuka'lı curcuna sahnesinde de kullanılın ca anlam yitiyor.
Ayna görevini gören hareketli panoların simetrik dizilişleri de oyunun tümüne egemen olması gereken mantıksal yapı yı iyi veriyor. Ancak oyuncuların zaman zaman bunların arkasına geçmeleri, bunların yer değiştirmeleri yine anlamı yok ediyor. Ayrıca, ilk sahnede, smokinli ve uzun be yaz fularlı - siyasal bağlama gereksiz bir gönderme ? - soylu aile reisleri Caligu la'yı arar ve beklerken, Scipion'a arka plandaki bir panonun yerini değiştirt mek, doğal olarak, dikkatin bu harekete yönelmesine ve repliklerin havada kal masına yol açıyor. Oysa bu ilk sahnedeki replikler de, oyunun her bir repliği gibi önemlidir ve ussal gelişmenin halkalarını oluşturur. Gerçekten de, bu "hiçlikçi" dö nem oyununun ilk repliklerinde, özgün metinde, peş peşe 13 "hiç" sözcüğü var dır. Camus, bu kavramı hemen oyunun başında izleyicinin bilinçaltına yerleştir mek ister. Çevirideyse ikisi birbirine ya kın, öteki epey uzaklarda kalan 3 "hiç"
bulunmakta. Buna karşın Bertan Onaran'ın çevirisi sahne diline uygun, man tık oyunlarını da iyi aktaran bir çeviri. Oynanış da belli bir düzeyin üzerinde. Ancak oyuncuların gerçekten birer Mad de Tanır olabilmeleri için "tiyatronun ca dısının çalışma yöntemini benimsemele ri, her oyunun her biri için gerçek bir d o ğ u m olması gerekir. O zaman
kişilerini de, sözlerini de tam anlarlar, söylediklerini gerçekten yaşarlar, tüm düşüncelerini, duygularını, sorunlarını, arayışlarını... salona doğal olarak aktarır lar. Bunda yol gösterici de oyunu tüm ayrıntıları, tüm anlamıyla beyninde ve gönlünde taşıması gereken sahneye koyucu olmalıdır.
ELEŞTİRİ
ÜZERİNDE ÇOK TARTIŞILACAK BİR OYUN: GETTO Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Erhan Gök gücü yönetiminde çıkarılmış, bazı tartış maları problematik olan bir oyun Getto, insan bu oyunda gördüğü vak'aları "ya şam" bilgisiyle açıklamakta, kesin yargıla ra ulaşmakta güçlük çekiyor; o yüzden üzerinde çok konuşulmaya değer.
a
Pınar Şenel
pe
cy
II. Dünya Savaşı'nda Litvanya'daki Yahudi gettosu Wilna'da "trene bindiri lenlerden olmamak" için verilen mücade le ve hayatta kalmak için katlanılan aşa ğılamalar Yahudiler üzerinden tartışılsa da aslında "kim olsa, hangi halk olsa" çok farklı olmayacak bir tabloyu çiziyor oyun. israilli yazar Joshua Sobol'un met ni özeleştirel sayılsa da bu oyun özelinde Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Erhan
Getto
Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Jashua Sobol Çeviren: Ahmet Necdet Yöneten: Erhan Gökgücü Sahne Tasarımı: Ali Cem Köroğlu Giysi Tasarımı: Çevren Sarayoğlu Işık Tasarımı: Ersen Tunççekiç, Mehmet Ataay Koreograf: ihsan Bengier Oyuncular: Unsal Coşar, Hüseyin Avni Danyal, Funda Gönlüşen Gökgücü, Ergün Uçucu, Ahmet Burak Bacınoğlu, İlhan Kantarcı, Selçuk Özdoğan, Nilbanu Engindeniz, T. Tolga Tecer, Özel Aydın, Gökhan Semerci, Emre Karayel, Cevat Duman, K. Sinan Demirer, M. Serhat Kılıç, Murat Tüzün, Bahadır Tunç, Gizem Erdem, Ebru Saçar, Derya Keyf, Sibel Türkoğlu.
seri milliyetçi muhafazakar (siyonist) Gens arasındaki ilk çatışma gettoda ti yatro yapılıp yapılamayacağına ilişkin. Ponary Toplama Kampı'nın gölgesindeki bir gettoda, temel işlevi -tanımı nasıl olursa olsun - eğlence olan bir etkinliğin uygun olup olmadığı. Kruk, ilkin "mezar lıkta tiyatro olmaz!" dese de, sonradan tiyatronun ortak bir direnme bilinci yara tabileceğini, baskı altındaki ruhları sağal tabileceğin! görerek topluluğu destekli yor. Oyun, Wİlna'daki can pazarını getto tiyatro topluluğu ekseninde anlatıyor. Komiser Gens'i önce, mümkün olduğun ca çok sayıda Yahudiye iş bulup, çalışma izni almaya çalışırken tanıyoruz. Çalışma Gökgücü yönetiminde çıkarılmış,
tartışmaları problematik olan bir oyun Getto.
vak'aları
"yaşam" bilgisiyle açıklamakta,
bazı
İnsan bu oyunda gördüğü
kesin yargılara ulaşmakta güçlük
çekiyor; o yüzden üzerinde çok konuşulmaya değer.
tartışılan Yahudilik durumu değil, savaş, zulüm, faşizm ve insanlık trajedisi olmalı. Nazilerin idaresinde bir getto. Gerçek anlamda bir özerklikten söz edilemese de duvarlar arasındaki hayatı yönetenler, Yahudilerden oluşan kolluk kuvvetleri Oyunda gördüklerimiz, yaşanmış olaylar. Yazar, gettodan kurtulanların tanıklıkla rından ve ağırlıklı olarak da gettonun ki taplık müdürü Herman Kruk'un, yıllat sonra evinin bodrumunda bir bisküvi ku tusunun içinde bulunmuş günlüğünder yararlanmış. Oyunun değer taşıyıcısı iki başat karakte ri milliyetçi sosyalist Kruk ile getto komi-
izni demek, toplama kampına gönderil memek demek çünkü. Oyunun başından sonuna kadar, kurtarabildiği kadar Yahudiyi kurtarmak için Nazilerle işbirliği yaptığını söylüyor Gens. Kıyıma bu yüz den katıldığını. "Biz yapmasak, onlar bizi toptan yok edecek. Ama biz karışırsak, en güçlülerimizi geleceğe taşıyabiliriz" di yor. Siz olsaydınız ne yapardınız? Doğru su ilk başta çok acı da olsa mantıklı gö rünüyor Gens'in yaptığı. Ama gitgide anlıyorsunuz ki onun eylemi insan yaşa mı kurtarmaktan çok, Yahudi geleceğini kurtarmakla açıklanabilir. Sık sık Yahudi kültüründen söz eden bu muhafazakârın bir süre sonra gettoya Ibraniceyi sokmak
pe cy a
istemesi, topluluğu Ibranice temsile zor laması ondaki salt milliyetçiliği tereddüt süz ortaya çıkarıyor. "Benim için önemli olan Yahudi onuru değil, Yahudi kanı" sözü, Gens'in.
ile "yaşanacaksa onurla yaşamak" arasın daki seçimi. Yaşamını gözden çıkarmak tan çekinmezmiş gibi görünürken, aslın da kendisini teslim de etmeyen Srulik'e, Ünsal Coşar'ın çok katkısı var.
Yılların sanatçısı Ergun Uçucu'nun sah neyi avucunda tutan sakin ve usta oyun culuğu ile babacan sempatisi birleşince getto komiseri Gens, gerektiğinden faz la "iyi" bir adam olarak beliriyor. Oysa ki ona biraz uzak açıdan bakmak gerekir. Çünkü kendisinin de dediği gibi "vicdanı kirli" bir adam o, masum değil. Gettoda tiyatro kurulmasına karşı çıkan işçi örgü tünü, seçilmiş oldukları halde feshetmesindeki; iradesine karşı gelen Kruk'u Ponary toplama kampına göndermekle tehdit etmesindeki faşizanlığı da gör mek gerekir.
Durmadan büyüttüğü atölyesinde Al man ordusunun üniformalarını onaran ve gitgide kâr'dan başka bir şey düşün meyen dikimevi müdürü Weisskopf'un olumsuz kişiliğinde, Yahudilere yönlendi rilen ırkçı eleştirilerin de kaynağını görü-
Oyun, devasa bir Nazi bayrağının, sofita
Böyle bir oyunu sahnelemek çok zor olsa gerek.
Çünkü taraf olmak çok zor.
Tam bir trajedi. Böyle bir metne yapılacak reji de bu çaresizliği, bu "doğruyu bulamama" durumunu öne çıkarabilir en
a
yor gibi oluyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok; Türkiye'de de Yahudileri aşağıla mak için "korkak" ve "işini bilir tüccar" yakıştırmalarının kullanıldığını biliyoruz. Bu nedenle Nazi subayı Kittel ile Weisskopf arasındaki diyaloglar, oldukça has sas. Kittel'in, gettoluların direnme gücü nü kırmak için sistematik olarak sürdür düğü aşağılama seanslarında Weiss kopf'un aldığı sinir bozucu halin, bu olumsuz kültürel koşullanmadan ötürü tüm Yahudilere mâl edilmesi gibi bir ihti mal var. Bu adaletsiz peşin hükmü yeni den üretmemek için Weisskopf'un yoru mu daha farklı olmalıydı. Daha stilize ol mak gibi belki.
cy
Erhan Gökgücü'ne göre, oyunun başro lü 'kukla'nın. Gettodaki tiyatro toplulu ğunun sanat yönetmenliğini yapan Srulik, koluyla can verdiği kuklası aracılığıy la, ölüm nedeni sayılacak şeyleri telaffuz ederken, hayatta kalmak için katlanmak zorunda kaldıkları ikiyüzlülüğü reddeden iç sesini dışavuruyor. Bu roldeki Unsal Coşar'ı içtenlikle kutluyorum. Sağduyulu ve onurlu Srulik'i tüm insanlık halleriyle korkusuyla, yılgısıyla, umuduyla, umutsuzluğuyla, nahif ligiyle ve direnme gü cüyle- canlandırdığı için. Gerçekten de diğer oyun kişilerine göre daha az gö rünse de Srulik bu oyunun önemli bir karakteri. Ölümüne onurlu davrandığı için. Tam da onun bu ediminde yeniden tartışabiliriz "her şeye rağmen yaşamak"
cak reji de bu çaresizliği, bu "doğruyu bulamama" durumunu öne çıkarabilir en fazla. Bu açıdan Erhan Gökgücü'nün re jisi metnin değerlerini eksiksiz ortaya çı karan bir reji olarak başarılı. Kendisi her ne kadar "oyuna yeni bir okuma biçimi aramanın anlamı yok, çünkü son kerte yeni bir oyun Getto" dese de faşizm kar şıtı vurgularının, metinle çelişmeyen bir üst okuma olduğunu görüyoruz.
pe
Böyle bir oyunu sahnelemek çok zor ol sa gerek. Çünkü taraf olmak çok zor. Tam bir trajedi. Böyle bir metne yapıla-
fazla.
rayı marifetiyle seyircinin yüzünü yalaya rak seyir yeri gerisine doğru kayması ile başlıyor. İşgal eden, yayılan, boğan, "ne fes kesen" faşizmin görsel göstergesi olarak çok etkileyici. Bir başka örnek, metinde olmayan ek bir sahne: Kızılordu'nun ilerleyişini radyodan haber alan ve sevinç duyan gettolular. Ve bir de 1 Mayıs şenliği sahnesine getirilen çağcıl yorum var. (Bu anakronizmanın, oyunun genel dokusuyla çeliştiği için rahatsız edici olduğunu, iğreti durduğunu söyle meliyim). Erhan Gökgücü'nün bu sahne lerde olduğu gibi, meseleyi yer yer Alman-Yahudi çatışmasından çıkararak faşizm-antifaşizm eksenine oturtmasıyla yaptığı üst okuma, yazarla da metinle de çelişmeyen bir katkı. Ama eksikler de var. Gereken uzaklığı
nen şenliğin yorumlanış biçimi. Metinde "Yahudi fahişeler" olarak geçen kadınlar, oyunda, bizim tiyatro grubunda gördü ğümüz kadınlar. Bu kadınları ve Nazilerle birlikte çalışan Yahudi polisleri mec bur olmadıkları düzeyde bir safahat için de görmek rahatsız edici. Yeraltı örgütü nün, cinayetin, yolsuzluğun olduğu bir yerde fuhuş ve istismar da olacaktır el bet. Ama acaba bu insanlar sanki savaş ve Nazi dehşeti hiç yokmuşçasına mı ya şadılar bunları? Yani o kadar tipik miydi gettonun toplumsal kurumları? Yoksa en büyük acı, yaşanan her şeye sinmiş
Metindeki gösteri öğeleri (müzik,
dans) bunu sağlamaya yetmiyor.
pe cy
a
koruyamamak gibi. Metindeki gösteri öğeleri (müzik, şarkı, dans) bunu sağla maya yetmiyor. Benzerinin, oyunculuk rejisinde de olması gerekirdi. "Ben olsay dım ne yapardım"ın yanıtını kolay vere meyeceğimiz çetin durumlar karşısında yız ve bu yanıtı verebilmek için gettoya yakından ama kişilere uzaktan bakmaya ihtiyacımız var. Özellikle de Gens ve Weisskopf'un yer aldığı vak'alarda. Gens ka rakterinde bunu yer yer yakalasak da (örn; ibranice sahnesi) reji açısından üzerinde özellikle durulmuş bir yorum bütünlüğüne karşılık geldiğini söyleye-
şarkı,
Benzerinin, oyunculuk rejisinde de olması gerekirdi. yapardım"ın yanıtını kolay veremeyeceğimiz çetin
"Ben olsaydım ne
durumlar karşısındayız
ve
bu yanıtı verebilmek için gettoya yakından ama kişilere uzaktan bakmaya ihtiyacımız meyiz. Srulik ve Dr.Paul yorumları ise ih tiyaç duyduğumuz uzak açıyı sağlıyor bi ze. Yahudileri yok etmek için onların kül türel köklerini araştıran bir enstitünün üyesi olan Dr.Paul ile Nazi subayı Kittel'i canlandıran tek oyuncu olarak Hüseyin Avni Danyal, bu iki roldeki yorumuyla vahşetin onu uygulayanlar için de vah şet olduğunu ve ölümüne şiddet uygula yanın yadırgatıcı bir doğası bulunduğu nu, oyunculuğundaki "dıştan bakış" ile üretiyor. Rejide yadırgadığım bir başka şey, getto yönetimi değişikliği nedeniyle düzenle-
var. miydi yine de? Bilmiyorum. Ama şüphe duyuyorum. Benzer bir başka sahnedeki tepki ise da ha farklı gelişiyor. Perde arasında "getto sakinlerinin müzikli danslı bir gösterisini izliyoruz fuayede. İlk perdenin "yaşamak için direnmek, direnmek için moralleri yüksek tutmak" düşüncesinin bir deva mı, ilkin "bu insanlar gettoda ölüyorlar, toplama kamplarında ölüyorlar, ölmeseler de sürünüyorlar ama eğleniyorlar, hem de böylesine, ama nasıl?" türünden bir eleştiri gelişiyor içten içe. Gerçekliği zorlayan bir ara-oyun olarak algılanıyor.
Ama aynı anda "bir zamanlar bu insan lar da böyle mutlu olabiliyordu. Ama bu zıplayan bacaklar, çırpılan eller, şarkı söyleyen diller yok artık, bu bedenler bir zamanlar işte böyle canlıydı, şimdi ise ölüler." diye de düşünüyorsunuz. İste nen etki buysa çok etkileyici bir buluştu ve -abartmıyorum- ağlayacak gibi ol dum. (İnsanın ağlayacak gibi hisseder ken kendini, ayağı ile müziğe tempo tutmasındaki çatışmaya ne demeli! Tam da oyuna dair bir çatışma bu.) Fuayedeki diğer seyircileri izledim. Gördüğüm ka darıyla onlar geçmişi değil, an'ı; ölümü değil, eğlenceyi görüyorlardı. Gösteri bi tince de alkışladılar nitekim. Ama eksik olduğunu düşündüğüm bu algılama can sıkıcı gelmedi yine de. Tersine, seyircinin tiyatroyu bağrına basmasını sağlayan gösteri öğesini aşkın kullanarak, sadece tiyatroda yaşanabilecek türden sıcak bir buluşma yaratan yönetmeni tebrik ettim içimden. Bu yazının sınırları içinde Getto'nun tüm tartışmalarını aktarmak imkansızdı. Oysa ki oyun, üzerine konuşmak için daha fazlasını hak ediyor. En iyisi, seyretmek. Faşizme olduğu kadar "faşizme karşı çı kan faşizm"e de bakan; trajedi yaratan değer karmaşası ile insana doğru bildik lerini s o r g u l a t a n ; anti-faşizan vur gulamaları ile bir dünya görüşü sunan; gösteri unsurları ile tiyatro yaşamı hazzı veren bir oyun G e t t o . Pek çok il de/salonda daha çok seyirci ile buluş ması dileğiyle.
ELEŞTİRİ
ÇEHOV'LA ODA TİYATROSU Kuyaş
" Oda Tiyatrosu " insana tıpkı oda müzi ğine benzer hazlar yaşatabiliyor. Bilsak Ti yatro Atölyesi'nin "İyi Hava Kötü Hava" adını verdikleri Anton Çehov uyarlaması, bir kuartet konserine gitmiş kadar lezzet verebilir izleyiciye. Gerçi, topluluktaki oyuncu sayısını hesap edersek, sextet de mek daha doğru, ama belli ki sahneledik leri eserde, biçem açısından, oda müziği nin en yalın beste formu olan kuartetin etkisini hedeflemişler.
tünde, parçaların toplamından fazla bir şeye ulaşılmıştı. Bilsak Tiyatro Atölyesi bu oyunda oda tiyatrosunun oda müziğine benzeyen biçimsel hedefini yakalamayı büyük ölçüde başarmış.
Tiyatro yapıtıyla müzik yapıtını eş tutan bu mecaz üzerinden konuşmaya devam edersem, oyuncuların farklı birer enstrü man gibi, yapıtın her bölümünde farklı eşleşmelerle bir temayı geliştirmeleri, bö lümler değiştikçe temaların ve eşleşmele rin çeşitlenmesi, ama önceki bölümlerde ki temalara da göndermeler olması hoş bir bütünlük yaratmış.
Anton Çehov'un ne kadar usta bir öykü yazarı olduğunu yeniden keşfetmemiz için, "Yeni Bulunmuş Hikayeler"in basılma sı gerekiyormuş meğer! ( Yapı Kredi Ya yınları, Temmuz 1999) İyi Hava Kötü Hava'nın iç içe geçen farklı sahnelerini ya da bölümlerini oluşturan öykü parçacıkları, çoğunlukla bu kitaptan seçilmiş.
pe cy a
Nilüfer
Açılış ve kapanış bölümlerini de sayarsak on kısa bölümden oluşan oyunun "jene rik" adı verilen açılış bölümünde, oyuncu lar oyun boyunca izleyeceğimiz temalara ilişkin pozlar alarak, bunları haber veren ya da tanıtan jestler takınarak, sessiz 'tab lolar' oluşturuyorlar - tıpkı müzik yapıtının temalarını haber veren giriş bölümü gibi.
İyi Hava Kötü Hava Tiyatro: Bilsak Tiyatro Atölyesi Yazan: Anton Çehov Oyunlaştıranlar: Bilsak Oyuncuları Oyuncular: Şehsuvar Aktaş, Aylin Deveci, Murat Ergun, Nihal Koldaş, Göze Saner, Ayşe Selen
"Toplantı" adı verilen ve bütün oyuncula rın tekrar bir araya geldiği en son bölüm ise, bütün temaların yeniden bir araya geldiği, son kez karşılaşıp tekrar edilerek bir bütünlük içinde tamamlandıkları bir 'toparlama' bölümü adeta. Dramaturjideki bu bütünlük arayışı, izleyici olarak bana tatmin duygusu verdi. Küçük bir sürü öy künün zekice montajlanmasıyla sanki bir büyük kolaj - roman okumuş ya da kolaj oyun izlemiş gibi oldum, bir bakıma bü
içeriğe gelince, aynı tutarlılıkta tatmin edici bulmadığımı söylemeliyim, çünkü her bölümün içeriği aynı güçte değil, ba zıları çok skeç düzeyinde kalmış, ancak her birinde Çehov'un anlam dünyasından bir öz bulmak gyine de mümkün.
Seçilmiş sözcüğü burada çok önemli, çünkü Çehov'un bu gençlik öykülerinden bazıları olduğu gibi kullanılırken bazıların dan sadece parçalar alınarak topluluk ta rafından tamamen farklı örgüler içinde kurgulanmış. Bütünleştirici ana fikir ise, oyunun en son bölümünde, iki karakter arasındaki kısa repliklerde özetleniyor: "Dünyamız sanat için kötü bir yer." "Aşk için de öyle." Birinci cümle Çehov'dan, ikinci cümle Bilsak oyuncularından. İyi Ha va Kötü Hava'nın anafikri de zaten kadın - erkek ilişkilerinin, aşkın ve sevginin gün delik hayatta nasıl yıprandığı, insanların hangi stratejilerle birbirlerini aldattığı, hangi yanılsamalarla hayatı ıskaladığı. Toplumsal baskının ve bireysel özgürlü ğün nasıl çatıştığı. Bunlar Çehov'a özgü ölümsüz temalar. Yukarıdaki cümlenin alındığı parça, Çe-
a
pe cy
Benzer rastlantılar ve keşifler, aynı kü çük saydamlaşma anları, oyunun diğer bütün bölümlerinde de karşımıza çıkıyor. Ama kısa öykünün ruhundaki o dramatik özü, Bilsak oyuncuları her defasında aynı başarıyla dramaturjiye aktaramamışlar. Çehov'un öykülerinde hem diyalogu hem de olay örgüsünü gayet ekonomik kulla nışını, olduğu gibi dramaturjiye de taşı maya çalışmışlar gerçi, ama bölümler ara sında ağırlık açısından tam bir denge yok. Bazıları karakalem çalışması gibi bir kaç çizgiyle zayıf kalırken, bazı öyküler daha anlam yüklü, daha doyurucu çalışıl mış. Aynı şekilde, bazı öykülerin arasında hoş bağlantılar kurulurken, bazıları ko puk ve havada kalıyor.
Müzik seçiminde popüler cazın tercih edilmesi de hoş, çünkü Çehov'un bu şa şırtıcı öykülerde yakaladığı modernliği ve deneyselliği adeta vurguluyor. Karşımız da klasik bir kuartet kadar, bir caz yapıtı nın doğaçlama, serbest çağrışımlarını da buluyoruz: Tıpkı, bir tema üzerine çeşitle meler gibi. Aynı şekilde dekorun ve ışığın son derece basit ve yalın olması, ama minimalizm di yebileceğimiz ek bir tasarım estetiğine hiç özenilmemesi de, azla yola çıkan Bil sak topluluğuna çok şey kazandırıyor,
iyiliği ve kötülüğü konusu karakterlerin bazen duyarlılığını, ama çoğunlukla sıradanlığmı yansıtan bir leitmotif gibi, tekrar tekrar çıkar karşımıza. Bilsak topluluğu, oyunun adını koyarken bile bu inceliği göstermekle, yaptığı işin ne kadar bilincinde olduğunu kanıtlıyor.
çünkü birçok ayrıntıyı izleyicinin hayal gü cüne bırakıyorlar. Topluluğun kullandığı soyut sahne dilini daha 'jenerik' bölümün de kavrayan izleyici, öykülerin sahneye tercümesindeki satır aralarını rahatlıkla doldurabiliyor. Bu sahne dili stilizasyona dayalı, ama çok dozunda ayarlanmış. Olayların karikatür düzeyi ise, ironi ve mi zah boyutunu yakalamamıza yetecek öl çüde, fazla abartılmamış. Dekor ise, oyuncuları büsbütün boşlukta bırakma mak işlevini görüyor, o kadar. Kostümler gündelik, ama kadınların giysilerindeki renkler ve toplumsal konuma ilişkin aksesuvarlar bir tür sembolizm de içeriyor.
pe
Sonuç olarak, öyküleri okuduysanız oyu nu izlerken biraz düş kırıklığı yaşayacaksı nız ya da benim gibi oyunu izledikten sonra öyküleri okursanız, oyun sırasında duyduğunuz keyfi biraz eksilten, geçmişe dönük bir düş kırıklığı söz konusu. Yine de, Bilsak oyuncularının hedeflediği ge nel temanın bütünlüğü açısından öyküle rin seçimi, hele kitabı okuduktan sonra, bana çok doğru göründü. Bütün mesele, dramaturjik işlenişlerinde yer yer ortaya çıkan zayıflıkta. Bu açıdan "iyi Hava Kötü Hava", insanda henüz tamamlanmamış bir çalışmayı izliyormuş etkisi yaratıyor, "deneme sahnesi" benzeri bir atölye çalış ması tadı bırakıyor. 40
Oyuna verilen ad ise, Bilsak topluluğu nun yaratıcılık arayışını büsbütün yansıtı yor. Çehov'un öykülerinde hava hem ek bir karakter gibidir, kişilerin ruh hallerini ve davranışlarını bazen belirleyici şekilde etkiler, hem de ironik bir öğedir, günde lik yaşamın havadan sudan söz edilen o sıkıcı düzeyini yansıtır. Ama havanın Çehov'da olduğu gibi başka büyük yazarlar da da görülen bir de felsefi işlevi vardır. Örneğin Thomas Mann, Tonio Kroger öy küsünde, baharın gelişine sevinmeyi bir tür burjuva özentisi, gündelik yaşama du yulan alelade bir sevginin adeta utanıla cak göstergesi gibi kullanır. Mann kendi si de bir mektubunda, öyle yavaş ve di siplinli çalışan biriyim ki, hava koşulların dan etkilenmeye kalksam hiçbir şey yaza mazdım, der. Çehov'un da ister oyunları olsun ister öyküleri, bütün yapıtlarında, havanın iyiliği ve kötülüğü konusu karak terlerin bazen duyarlılığını, ama çoğun lukla sıradanlığını yansıtan bir leitmotif gibi, tekrar tekrar çıkar karşımıza. Bilsak topluluğu, oyunun adını koyarken bile bu inceliği göstermekle, yaptığı işin ne kadar bilincinde olduğunu kanıtlıyor. Ama ne
Çehovun da ister oyunları olsun ister öyküleri, bütün yapıtlarında, havanın
cy
Örneğin, yukarıda sözünü ettiğim "İtiraf" adlı öykünün sadece bir bölümü alınarak "Kazlar" adıyla dramatikleştirilmiş, ama öykünün diğer, kullanılmayan bölümleriy le birlikte yarattığı toplam etki, bu tek parçada ortaya çıkmıyor. Aynı şekilde, "Pencere" adlı bölümün uyarlandığı "Bir Genç Kızın Günlüğünden" adlı öyküde, penceresinin altında bekleyen adamın kendisine aşık olduğunu zanneden, hatta kızkardeşiyle bu yüzden kıskançlık kavga sı yapan kızın, sonunda bu sözde hayra nın, erkek kardeşini gözetleyen bir gizli polis olduğunu keşfettiği zaman ortaya çıkan ironi ve komik sonuç, Bilsak'ın oyu nunda aynı etkiyi yaratmamış.
Bununla birlikte, Topluluğun bu çalışma daki birçok tercihi de hoşuma gitti. Öy külerdeki isimleri kullanmayarak, isimsiz karakterlerle mekana ve zamana bağlı ol mayan, daha modern bir soyutluk elde etmeleri, sahnelenen gerçeklerin evren sel niteliğini çıkartmış ortaya. Kısa öykü zaten damıtılmış bir hayat parçasıyken, onu tiyatroya uyarlama sırasında daha da damıtmak mümkün olmuş böylece. Beckett tiyatrosunu andıran bu soyutluk, içe riğin de kuvvetiyle desteklenmiş olsaydı, küçük bir başyapıt çıkacaktı karşımıza.
a
hov'un 'itiraf - ya da Olya, Jenya, Zoya: Bir Mektup' adlı öyküsünden bir bölüm sadece, ama Bilsak topluluğu için kendi uyarlamalarına adeta temel alınmış. İn san ilişkilerinde rastlantıların ne kadar bü yük rol oynadığını ve en basit olayda bile nasıl bir başkası hakkında en derin gerçe ği yakalayabileceğimizi gösteren bu kısa cık skeç, gündelik yaşamın psikolojik bo yutunu bir anda saydamlaştıran bir örgü ye sahip.
Özetle, biraz amatör tiyatro havası taşı yan bu- uyarlama, klasik komedi ölçüle rinde işlenmiş ama deneysel öğelerle de işlenmiş mütevazı, ' minör' bir çalışma, ama tiyatronun hem büyüsünü hem de ABC'sini duyumsatabiliyor insana. İzleyici hem Çehov'un insana bakışını ve öykülerindeki tadı algılıyor hem de bunun üzeri ne konulan orijinal ve yaratıcı bir tavın, bugünün yorumunu hissedebiliyor.
yazık ki Çehov'un yapıtlarında iyi ve kötü havanın üstlendiği bu felsefi, varoluşsal işlevi Bilsak'ın uyarlamasında tam anla mıyla bulmak mümkün değil. Bir başka endişem de, gerçek bir oda ti yatrosu örneği olan bu oyunun Ocak ayından itibaren taşındığı İSM 2. Kat'ta etkisini büsbütün kaybedebileceği. Nasıl ki oda müziğini büyük salonda izlemek onun etkisini öldürmekten farksızsa, bu oyunun da geniş bir mekanda ruhu ze delenir diye korkarım. "İyi Hava Kötü Hava"yı ben eski mekânında, yani Bilsak'ın küçük oda sahnesinde gördüğüm za man, Bilsak Tiyatro Atölyesi benim ufak mekanda ufak oyun izleme korkumu gi dermişti. Yakın temasta, küçük mekan sı caklığında oyun izlemenin bende yarattı ğı ürkekliği ve kendimi yapıta verememe çekingenliğimi tamamen yok etmişti. Ye ni bir mekanda bu etkiyi sürdürebilirler umarım. Çünkü bu mütevazı ve deneysel uyarlamada her şey ölçeğin ufak tutul ması sayesinde nefes alıyor.
REJİSÖR KOLTUĞU Bir Susma Süresi İçinde
cy a
Bu yazı yazma belasını ne zaman, nasıl başıma sardım, bilmiyorum. Gerçi artık ben de kitaplılar sınıfına geçtim. İlk kitabım yayımlandı. Devlet Tiyatroları üzerine bir diyalog denemesi. Ama sonuçta ben bir yazar değilim. Rejisörüm. Bazen bir yazı yazmak, bana bir hafta prova yapmaktan daha zor gelir. Özellikle de kısa yazmam istenirse. Çünkü öncelikle neyi yazacağım sorusuyla boğuşurum. Sonra bir de nasıl anlatayım sorunu var ki, dostlar başına! Yani çekilir iş değil şu yazı yazmak! Gel gelelim, yine de bir türlü yakamı sıyıramıyorum. Şimdi Devlet Tiyatrolarından kendi isteğimle erken erken emekli oldum ya; dostlar la oturduk, düzenli olarak yazmam gerektiğine karar verdik. Eh peki, hadi yazalım bakalım. Meğer insanın bir dergide sayfası olması ne zor şeymiş? Hele bir tek sayfası olması! Yani bütün anlatacaklarını iki-iki buçuk A4 sayfaya sığdırmak! Yaza-boza bir hal oldum. Tam köşe yazarı olmaktan umudu kesiyordum ki, oğlum imdadıma yetişti. Oğlum 10 yaşında. Şimdilik tiyatro ile pek ilgili değil. Hele aile ve dost çevremizdeki uzun tiyatro sohbetlerini dinlediğini hiç hatırla mam. Sofradaydık, ben emekli olduğumu söyledim. "Emekli mi oldun?" diye tekrarladı. "Ne yani pes mi ettin baba?" "Hayır Emil Tan" dedim, "pes etmedim. Bu çarpıklıklarla dışarıdan mücadele etmek daha etkili olacak da ondan". Oğlumun yüzü aydın landı. Başka bir şey konuşmak gereğini duymadık. Ama şunları bilmemkaçbininci kez aklımdan geçirmeden de edemedim: Hayır oğlum. Pes etmedim. Uygun görmediğim şeylere boyun eğmemek için ayrıldım. Ayrılmasam, bir noktada boyun eğmek zorunda kalacaktım. Neden mi? Devlet Tiyatroları 50 yıl öncesi için belki uygun, ama bugün vardığı noktada "padişahlık" düzenini andıran bir yasa ile yöneti liyor da ondan. Oraya Genel Müdür olarak tayin edilen kişi, yasa gereği, çok geniş yetkilere sahip. Bu iyi bir şey mi? Hayır. 12 kentte 30 küsur sahnede, 700 sanatçı ve toplam 2000 çalışanı ile bir kurum, üstelik de sanat üreten bir kurum, tek bir elden, tek bir ağızdan yönetilir mi? Bu komik bir şey! Ama bizim ülkemiz komikliğe varan çelişkiler ülkesi. Doğal ki o genel müdür koltuğuna oturanlar, birikimlerine ve niteliklerine göre, iyi işler de yapabiliyorlar, budalaca şeyler de! Yetenek siz ve ehliyetsiz olanları, kendilerini "padişah" sanıyorlar. Genel Müdür olmak? O iş, bazen sanatçılıkla ve yöneticilikle ilgisi olmayan başka (!) bazı yetenekler gerektirir oldu. Doğal ki şimdikinin de hangi konularda yetenekli olduğu tartışılabilir. Ben öğrencilerimin başarıları ile övünmeyi severim. O da bir zamanlar benim öğren cim olmuştu. Ama başarıları ile övünebildiğim bir durumu hatırlamıyorum. Aslında pek öğrencim de olamamıştı ya! Çünkü hem oyu numdan çıkarmış hem de sınıfta bırakmıştım. Sonra ben askerdeyken, benim gibi askerde olan başka öğretmenlerin çağrıldığı, ama be nim çağrılmadığım bir sınavda, orta bölümden mezun olmuş. Herhalde 25 yıldır Devlet Tiyatroları'nda. Ama herhangi bir alanda başarı sına tanık değiliz! İşte oğlum bu Genel Müdür, neden bilmem, karşımda pusuya yatmıştı. Ama sevdiğin o karton filmlerdeki gibi, poposu da dışarıda dur maktaydı. Ben de kendimi korumak için açıkta duran kısmı herkese göstermeye karar verdim. Nasıl mı? Emekliliğimi istemezden önce yazdıklarımla. Genel Müdürlüğe yazdığım yazılar, ilginç bir dosya oluşturuyor. Tarih dediğin şey, yazılı belge ile oluşuyor. Şimdi o dos yayı isteyene vereceğim. Sırf eğlenmek için bile okumaya değer. Bak, sana emeklilik başvurumdan önceki son yazımın, son bölümünü okuyayım: "... Söz konusu görevlendirme yazısında, Konya Devlet Tiyatrosu'nda Kenan Işık'ın "Bebek Uykusu"nu sahnelemekle ilgili kararımı 7 gün içinde bildirmem isteniyor. Yukarıda sıraladığım sorulara anlamlı bir yanıt verilemeyeceği olasılığını gözönüne alarak; ben şimdiden ya nıtımı vereyim: Bölgelerimizde oyun sahnelememek gibi bir anlayışım ve yaklaşımım yoktur. Önceden programlanmış, eşitlikçi, rasyonel ve karşılıklı saygıya, anlayışa dayalı bir düzenleme içinde, ayrım yapmaksızın her bölgemizde oyun sahnelerim. Ama hangi ölçütlere ve mantığa dayandığı belli olmayan; eşitliği ve tarafsızlığı gözetmeyen; karşılıklı saygı ve iyiniyet anlayışını taşımadığı için özürlü olan; kişilik haklarımı ve sanatçı onurumu çiğnemeye yeltenen; yapıtlarımı sorumsuzca çöpe atıp sonra sanal biçimde proje icat eden; kurumdışı sanat çalışmalarımı engellemeyi amaçladığı anlaşılan; "sürgün" kavramını çağrıştıran; "O gitsin, falan yerde falan oyunu sahnelesin" şeklindeki bir emirle ve müdürlüklerimizin bu tür manevralara alet olmaları yoluyla önüme sürülen bir oyunu sahnelemem mümkün değildir. Bunun, yurttaşlık bilincim, aydın sorumluluğum, sanatçı onurum, kişiliğim ve kariyerimle bağdaşmayacağını bildiririm...." Ne yanıt aldım sanıyorsun? Hiç... Kocaman bir sessizlik... Biliyor musun ki ben bu Genel Müdürü hiç tanımadım. Evet! Bir yılı aşkın şu süre içinde kendisiyle ne telefonda ne de yüz yüze görüş medim. Ben bir asi değilim. Genel Müdür sıfatıyla davet etse, tabii ki salt o makama duymam gereken saygının bir sonucu olarak görü şür, ama düşüncelerimi de açıkça söylerdim. Ama beni bir görüşmeye davet etme becerisini, yürekliliğini bile gösteremedi. Şimdi böyle bir Genel Müdür'ün sırtını devlete dayayıp höt-zöt etmesine boyun eğebilir miydim? Çevresine "Bakın ben Yücel Erten'i bile Konya'ya sürdüm. Ayağınızı denk alın!" diye kabarmasına izin verebilir miydim? Böyle bir durum, sürekli doğrudan ve dolaylı cezalandırmalara rağmen, doğruları savunan arkadaşlarım için, cesaret kırıcı bir örnek ol maz mıydı? Padişahlık düzeni yüzünden Kurum içinde daha fazla bir şey yapmam mümkün değildi. Hem zaten görevim, her ne olursa olsun bu kurumda kalıp her şeye katlanmak değil ki! Benim görevim, sanatımı yapmak ve bu padişahlık düzeninden cumhuriyet düzenine geçil mesini sağlamak! Bunun için her işimi bir kenara bırakıp bir kitap yazdığımı da unutmayalım. Kurumdaki meslekdaşlarım bu düşünceleri ne kadar anlıyorlar, ne kadar benimsiyorlar? Bilmiyorum. O kitabı kaç kişi okuyacak? Bil miyorum. Zaman gösterecek. Bir söz vardır: "Her toplum lâyık olduğu biçimde yönetilir." Devlet Tiyatroları Sanatçıları da böyle bir yönetime lâyık olup olmadıklarını gösterecekler. Küçük, geçici, gündelik çıkarları için haksızlıklara boyun eğmeyeceklerini; kısa ve kalın bir mantığın ürünü olan basit pazarlıklara yanaşmayacaklarını; kapıkulu olmayı seçmeyeceklerini, ummak isterim. Mustafa Kemal'in şu sözü çok güzeldir ama, sorumluluk sahibi sanatçılara ağır bir öncülük görevi yükler: "Sanatçı, uzun çabalar sonunda, toplumda alnında ışığı ilk hisseden insandır." Bütün bunlar benim aklımdan geçerken, aslında susmuştuk. Oğlum hepsini duymuş gibi yanıtladı: "İyi etmişsin baba!" Yüzüm aydınlandı.
pe
Yücel Erten
(Not: Bu yazı "1. Perde Operasyonu"ndan önce yazılmıştır.) 41
SÖYLEŞİ "ivan İvanoviç Var mıydı Yok muydu" adlı oyundan yola çıkarak Nâzım'ın oyun yazarlığı hakkında ne söyleyebiliriz?
a
Oyunlarının gözardı edili şinde Nâzım'a izafe edilen 'Ben iyi bir şairim ama ikinci sınıf bir oyun yazarı yım' sözünün ciddiye alın mış olması da bir etken mi?
cy
Nâzım Hikmetin oyunları re jisörlere çok olanaklar sağla yan metinler, ivan İvanoviç de öyle. Çünkü, bu oyun ilk defa modern tiyatroyu ger çekleştiren bir metin. Nâzım Hikmet bugüne kadar Türk tiyatrosunda denenmeyen birçok yeniliği bu oyunda de nemiş. Tabii büyük bir coş kuyla getirmiş bunları. Bu oyun belki de en öne çıkması gereken oyunlarından birisi. O dönem Sovyet devletinin bürokrasiyle çevrildiğini görü yor ve tabii ki vehme kapılı yor. Kaygılanıyor ve bu kay gıyla da olabildiğince yumu şak bir şekilde sistemi eleştiri yor. Bu eleştirisini de (1999 yılında bu sistem böyle gider se çöker) diyerek belki de bir kehanette bulunuyor. Sekiz yıl arayla da bu kehaneti tu tuyor Nâzım'ın. Bu eleştiri so-
si, muhtemelen bir Azerbay canlı yeniden çevirmiş diye düşünüyorum. Çünkü ağız Azeri ağzına yakın. Baba di yeceğine Ata diyor mesela. Hatta Nâzım Hikmet'in sözü ne yakışmayan cümleler de var. Oradan da anlıyoruz ki, hepsini değilse de en azın dan bazı sayfalarını tercüme etmiş olsa gerek. Ben bu ha liyle de İvan Ivanoviç'i değerli bir metin olarak görüyorum.
Hüseyin
Sorgun
pe
"Bu Oyun Modern Tiyatroyu Gerçekleştiren Bir Metin"
nunda da bu oyun sahnelen diğinin ertesi günü yasaklanı yor. Bu oyundan sonra da Nâzım'ın Sovyet devleti ile arası açılıyor. Ben hep şunu söylüyorum; acaba bu oyun daki eleştiriler ciddiye alınmış olsaydı bu sistem çöker miy di? Çünkü burada müthiş bir uyarı var. Ben böyle bir piyes görmedim. Bundan dokuz yıl önce ilk elime geçtiğinde şa şırdım. Nâzım Hikmet oyunla rını biliyorum ama... Nâzım Hikmet oyunları, Shakespeare metinleri gibidir. Oyunun orijinalinde bir tek İvan olmasına rağmen siz bunu altıya çıkardınız! Hangi nedenle böyle bir tercihte bulundunuz?
Evet oyunun t e k n i ğ i n d e n kaynaklanıyor bu. Aslında burada tek bir ivan ivanoviç var ama, iktidarın birçok farklı yansımalarında birden çok ivan var. ivanlar parça landığı zaman bu tablo daha net ortaya çıkıyor. Aristokra siyi, şehveti, parayı... elinde tutan birçok ivan var. Bunlar parçalandığı zaman çok da ha etkili oluyor. Bir de o bü rokrasi kalabalığını yansıtma sı açısından bu tercih önemli. Bürokrasinin birden çok yü zünü ifade ediyor. Bence gerek tematik ola rak gerekse teknik anlam da oldukça sağlam bir oyun olmasına rağmen, neden şimdiye kadar fazla duyulmadı bu oyun?
Bu oyun saklanmış olabilir. Türkiye'de çok tuhaf bir bi çimde Sovyetler Birliği'ne söz etmek neredeyse tabuydu. Hele ki bir başka tabunun, Nâzım Hikmet'in Sovyetler Birliği'ne söz söylüyor olması, herhalde birilerinin çok fazla işine gelmemiş olacak. Za ten, Sovyetler Birliği'nde oy nandığı şekliyle metin de or tada yok. Bu elimizdeki me tinde de yeniden tercüme edilmiş havası var. Bir Azer baycanlı tarafından tercüme edilmiş. Türkçe yazılmış fakat bir Sovyet Tiyatrosu'nda oy nandığı için Rusçaya çevril miş. Tiyatro basıldığı için her halde metinler de yok edil miştir. Oyunlarda kullanılan Rusça metinden yeniden biri-
Nâzım Hikmet oyunları mü kemmel oyunlar. Nâzım'ın ilk oyunları klasik üslupla yazıl mış oyunlar. Bir de talihsiz bir biçimde Nâzım Hikmet yanlış anlaşılmıştır. O da ken di söylediği şu cümleden do layı: 'Ben iyi bir şairim ama ikinci sınıf bir oyun yazarıyım' demiştir. Her büyük yazarın gösterdiği tevazudur bu as lında. Çok kullanılmıştır bu laf. Yani Nâzım zaten oyun yazarı değildir, iyi oyun yaza rı hiç değildir, bizatihi kendisi de bunu söylerken son dere ce mütavazıdır. Aziz Nesin'de de aynı şeyi görmüş tür. Aziz Nesin bir mizah ya zarıydı ama, "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" bir radyo oyu nuydu ve dağınık bir metindi. Onu toparlamak da benim çok hoşuma giden bir şey ol muştu. Oyunun bir radyo oyunu olduğunu, benim bu nu biraz değiştirebileceğimi, romandan bazı sahnelerin ekleneceğini söyledim. Üç dört gün kaldım Çatalca'da ve bu konuda bana izin ver mişti. Nâzım Hikmet'in met nine gerekli ilgi gösterilmedi. Şair yanı daha çok önemsen di. Hatta oyunları bir süre görmezden gelindi. Şiirleri ön plana çıkarıldı ve oyunlaştırıldı. Bu da yine dediğim gi bi, 'Nâzım iyi oyun yazarı de-
Peki nasıl bir psikolojidir bu? Misafir. 'Kalktı Türkiye'den geldi, bizi eleştirmeye başla dı.' yaklaşımı var. Burada Nâ zım bir şeyi eleştirirken hep özür dileyerek eleştiriyor. Eleştiriyorum ama kusura bakmayın, dercesine. Bunu söylemek zorundayım çünkü ben iyi bir sosyalistim, derce sine. Zaten piyesin sonunda söylüyor yani. Petrov'u tekrar eski haline döndürüyor, sis tem eski haline geliyor, her şey rayına oturacak, insan ivanlıktan, yani kötü huyların dan kurtulacak. Sistem tıkır tıkır işleyecek gibi bir finalle bitiriyor. Bu da çok nahif birşey. Hakikaten eleştirisi çok sert değil, yoğun değil. Aslın da Marksizm'i eleştirmiyor, bu sistemi uygulayanları eleş tiriyor. Sonuç olarak iyi bir sistem var, iyi kurulmuş fa kat, uygulanırken, uygulayan insanlarla birlikte bozulan bir sistemden söz ediliyor.
Final İvan ivanoviç Var mıydı Yok muydu diye bitiyor. Çün kü birincisinde bürokrasinin en üst kademesinde de ivan'ın bir yansımasını görü yor. Sergei ivanoviç'le kendi siyle konuşur gibi konuşuyor. O bürokrasi o kadar halktan kopmuş ki, tramvayı falan unutmuş. Sokaktaki insanları unutmuş. Bürokrasi böyle bir olgu zaten. Yani bürokrasi bir zaman sonra giderek ken di için çalışmaya başlıyor. Ya ni düşünün ki, bir tiyatro var ve oradaki idare burada ti yatro yapılsın mantığının üze rine kurulmamış. Yani bürok rasi bazen alıp başını öyle bir gidiyor ki, asıl maksadından, amacından tamamen uzakla şıyor. Kendi başına bir tuhaf kuruma dönüşüyor. Yani Tür kiye'de bu böyle değil mi? Susurluk meselesi işte. Tipik bir ivan İvanoviç hadisesi. Ba na sorarsanız, o kazadan sonra Mercedes'ten çıkan her şey ivan ivanoviç.
İvan İvanoviç'in varlığı silikleştikçe, gücü artıyor. Bu belirsizlik oyunun fina
Oyun metninde, yabancı laştırma unsurları kullanıl mış; Kavuklu ile Pişekar'ı
pe
Burada bir yazar anlayışı var. Kendi inandığı rejimin içinde bile kendi ruhuna aykırı, in san anlayışına aykırı bir şey gördüğü zaman hemen yine o sanatçı içgüdüleriyle eleştir meye başlıyor. Yani burada bazı şeyleri eleştirdiği için ha pislere atılan Nâzım Hikmet, oraya gittiği, ideal dediği reji me gittiği zaman eleştirilerini eksik etmiyor. Ama derler ki, zaten ivan ivanoviç'in yasak lanmasından sonra, Nâzımla sistem arasında soğukluk oluştu. O günden sonra da Nâzım Hikmet eski tadında ve neşesinde olmamıştır.
linde de gayet net açığa çı kıyor. İvan neye karşılık geliyor?
a
Nâzım'ın Rusya'da siste min aktörlerini eleştirmesi ni nasıl değerlendiriyorsu nuz?
ğını görünce beyninden vu rulmuşa dönüyor. Kim bilir başka neler yazdı?
cy
ğildir, iyi şairdir' kabulünden kaynaklandı. Aziz Nesin bana defalarca, 'Ben aslında oyun yazmayı daha çok seviyorum. Ama mizah daha ön plana çıktı ve bundan para kazanı yorum.' demiştir. Nâzım için de aynı şeyi düşünüyorum. Yoksa bu kadar oyun yaz mazdı. Oyun yazmayı sevme yen biri bu kadar oyun yaz mazdı. Yani bugün bile bana sorsanız, Nâzım Hikmet'in Türk tiyatrosunun en iyi oyun yazarı olduğunu söylerim.
Tabii ki herkesin her şeyin eşit olduğu bir sistem söz ko nusu. Burada insanlar birbir lerinden asla farklı değiller. Paylaşan ve eşit paylaşan bir anlayışın üzerine kurulmuş. Tabii ki burada da bir idareci savaşı kazanmış, devrim yap mış, bir madalyası olan biri ama yine de insan eleştirili yor, insanın içinde hiç kay bolmayan iktidar duygusu, ezme, baskın çıkma, daha çok tüketme gibi yok edilme si gereken haslet eleştirilmiş tir. Bizim kültürümüzde de aşağı yukarı var olan bir şey bu. Kapitalist sistem bu duru mu eleştiren bir tavır içinde asla görünmüyor. Eşit ve adil addettiği bir sistemin dağıldı
bulabilirsiniz; absürd öğe ler var. Özellikle bizdeki geleneksel öğelere ait un surları buradan mı alıyor yoksa orada da bu anlam da yaşayan bir gelenek mi buluyor? Geleneksel unsurlar da kulla nılmış. Çünkü oyunda Kara göz ile Hacivat ya da Kavuklu ile Pişekar'ı bulabilirsiniz. Ha sır Şapkalı ile Kasketli, biri halk diğeri aristokrasi olarak da yorumlanabilir. Yani gele nekseli birçok oyununda ol duğu gibi burada da çok yo ğun bir şekilde kullanmış. O dönem itibariyle de modern tiyatroyu, çok avangard an lamda kullanmış. Bugün bu tarz yapılanlara alışığız ama 1955 senesinde bunların kul lanılması gerçekten çok hoş bir şey. Bence tamamen buraya yas lanıyor. Çünkü şiirine baktığı mız zaman da tamamen bu raya yaslandığını görüyoruz. Anadolu'ya, yaşadığı toprak lara ve yaşadığı kültüre özgü olduğunu görüyoruz. Hem de çok yürekten.
ELEŞTİRİ
Kişiye Meydan Okuyan Araçlar-Gereçler
SESLER, ZİLLER, BİZLER" Akmen
Olmuyor, hızına bir türlü yetişemiyoruz. Yetişemediğimiz bir yana, yetişilemeyen teknoloji karşısında birer oyuncağa dönüşüyoruz, komikleşiyoruz. Pekiii, bu ortamda modern araç ve gereçler yaşamımızı kolaylaştırıyor mu? Yanıtınız "hayır" ise, o halde buyurun size başka bir soru: "Makineler mi güvensiz, yoksa kullananlar mı beceriksiz?" Ne dersiniz? Kent Oyuncuları 2000-2001 sezonunu, geçen yıl "Oyunun Oyunu" başlığı altında izlediğimiz oyunun yazarı, ingiliz gazeteci ve mizah yazarı Michael Frayn'ın "Sesler, Ziller, Bizler" adlı oyunu ile açtı. "Sesler, Ziller, Bizler", "Oyunun Oyunu"nda olduğu gibi insanlığın
pe cy a
Üstün
Böyle bir oyun için elzem" olan mizahi yapılı oyuncuları seçmek için ingiliz mi olmak gerekiyor? Bilgiye dayalı mizahi anlatım yeteneği ve anlayışı olan yönetmen bizde kalmadı mı? Şarap şişesini açmak için kullanma kılavuzuna gerek duyulan tirbuşon, yanı sıra; ne için, nereden geldiği anlaşılamayan "bip" sesinin ev sahipleri ve konuk çift tarafından araştırılmasını konu alan "Alarmlar" skeciyle açılan oyun, dört oyuncu tarafından başarıyla oynanmasına karşın, yönetmenin gerekli hızlı devinim için "V" biçimi bir düzeni yeğlemesiyle ilk iki skeçte yer yer sıkıcı oluyor ve izleyene uzun geliyor. Uzunluk
Oyunu, şimdilerde izmit Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları'nda Brecht'in
"Uç
Kuruşluk Opera"sını da sahnelemekte olan İngiliz yönetmen Malcolm Keith K. sahneye koymuş. Bu "sabun köpüğü"nü sahnelemek için, neden İngiliz
yönetmene gerek duyulmuş doğrusu ben pek anlamadım,
Sesler, Ziller, Bizler Tiyatro: Kent Oyuncuları Yazan: Michael Frayn Çeviren: Lale Eren Yöneten: Malcolm Keith Kay Sahne Tasarımı: Cengiz Özek Kostüm Tasarımı: Aysel Doğan Müzik: Orhan Topçuoğlu Oyuncular: Mehmet Birkiye, Şebnem Sönmez, Hakan Gerçek, Güneş Berberoğlu 44
sınırlarını zorlayan, esasında ciddi bir havası ve iletisi bulunmayan salt güldürme amacıyla kaleme alınmış, "sabun köpüğü" dediğimiz nitelikte, ama skeç dinamiğinde tutulduğundan olsa gerek, keyif veren bir oyun. Oyunu, şimdilerde İzmit Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları'nda Brecht'in "Üç Kuruşluk Opera"sını da sahnelemekte olan İngiliz yönetmen Malcolm Keith K. sahneye koymuş. Bu "sabun köpüğü"nü sahnelemek için, neden ingiliz yönetmene gerek duyulmuş doğrusu ben pek anlamadım, anlayamadım.
anlayamadım.
bir yana, devinim yer yer koşuşturmacaya dönüşünce, insan ister istemez "gir-çık"ı bol, trafiği karmaşık hızlı oyunların, gerek yönetmen, gerekse oyuncu olarak bizdeki ustası Haldun Dormen'i anmadan geçemiyor. "Sesler, Ziller, Bizler" yedi skeç ve iki bölümden oluşmakta ve Mehmet Birkiye, Şebnem Sönmez, Hakan Gerçek, Güneş Berberoğlu dörtlüsü tarafından oynanmakta. İşte tam burada, ister istemez oyuncuları tek tek ele almak gereği doğuyor. Bu işe, Güneş Berberoğlu'ndan başlamakta yarar
geçirilmeli,
yönetmen
oyunculuğu
olumsuz yönde
pe cy a
Yani sözcükler süzgeçten
etkileyecek sözcük kalabalığını
ayıklamalıdır. Lale Eren'in "Sesler, Ziller, Bizler" çevirisi de, bu konuda yönetmene ya da yardımcısına ek iş yaptırmayacak kadar titiz bir çalışmanın örneği olarak, Özetlemek gerekirse:
"Sesler, Ziller,
Bizler",
komedi türünü sevenlerin kolay izleyebilecekleri,
keyifli bir oyun.
olabilir. "Popcorn" ve "Oyunun Oyunu"ndaki başarısını dikkatle izlediğimiz Güneş Berberoğlu'nu, bu oyunda da elimde "büyüteç", öyle izledim. Büyütecimle izlerken de, Berberoğlu'nu, komedinin karşıtlıklar arasındaki bağlantının vurucu olarak kullanılması olayı olduğunun bilinci içinde bulmanın keyfini yaşadım. Davranışların duygularla bütünleşmesi, doğal olarak oyuncunun yorumuna bağlı bir şey. Berberoğlu'nun, bu yorumu yakalamaya başlayanlardan olması inanın beni gönendirdi, ilerisi için umutlandırdı. Hakan Gerçek'i, ("Uçak" bölümündeki ürkek yolcu tiplemesi bir harikaydı) konular arasındaki bağlantıyı pek kolay kurabildiği gibi, karakterler arasındaki uygun seçimi de başarıyla gerçekleştirdiği gerekçesiyle kutlamak gerektiği kanısında olduğumu söylerken, deneyimli oyuncu Mehmet Birkiye'yi, "Çiftler" bölümündeki takıntıları olan kocada izlemenizi salık vereceğim. Şebnem Sönmez'e gelince: Sönmez, ("Çiftler" bölümünü karikatürize edeceğim derken, biraz
bir kez daha karşımıza çıkmakta. hoşça zaman geçirten,
Yani, izlenmeli...
alaturkalaştırmasına karşın, özellikle "Şerefe" bölümündeki müthiş sevimli kompozisyonuyla) canlandırdığı karakterlerin duyumsadıklarını izleyiciye kestirmeden yansıtıyor, izleyici üzerinde karaktere karşı müthiş bir sempati duygusu oluşturmayı beceriyor. Gerçekten iyi bir oyuncu Şebnem Sönmez. Onun dramatik öğeleri ön plana çıkmış bir metni yorumlaması, sahne üzerindeki anlatımla mutlaka yer değiştiriyor. Bu da, doğal olarak komik unsurlara neden olmakta. Eee! Zaten, Sönmezin başarıyı sürekli yakalamasındaki etkenlerden biri de bu değil mi?
Cengiz Özek'in sahne tasarımı oyunla bağlantılı, kendi içinde bir bütünlüğü de var. Bu oyunda, skeçten skece atlarken "Oyunun Oyunu"nda olduğunca bir kez daha tornet kullanması da akılcı bir yaklaşım. Ancak, "Mobil Olamayanlar" başlığını taşıyan bölüm başlamadan önce, ön panoların hazırlanması hayli zaman alıyor, bu da izleyicinin oyundan kopmasına neden oluyor. Aysel Doğan'ın giysi tasarımı, doğrusu bana fazla Amerikan geldi, ama oyuncular
giysileri ile bütünleşebilen karakterleri başarıyla yaratabildi. Yaratabildi yaratabilmesine de, ne bileyim, insan gene de evrenseli arıyor. Oyunun dilini kurcalarken, Lale Eren'in zaten kendini kanıtlamış bir çevirmen olduğunu söyleyeceğim, incelikli, sözcüklerin cımbızla seçildiği bir Türkçe kullanıyor. Öyle olunca da, sahnelenen oyun ayrı bir değer kazanıyor. Çeviri konusunda şunu da söylemek istiyorum: Komedi oyunlarında çok önemli bir noktanın sözcüklerin konuyla olan ilişkilerini kaçırmamak için çok doğru seçilmesi gerektiği gerçeğini sanırım bilmeyenimiz pek yoktur. Yani sözcükler süzgeçten geçirilmeli, yönetmen oyunculuğu olumsuz yönde etkileyecek sözcük kalabalığını ayıklamalıdır. Lale Eren'in "Sesler, Ziller, Bizler" çevirisi de, bu konuda yönetmene ya da yardımcısına ek iş yaptırmayacak kadar titiz bir çalışmanın örneği olarak, bir kez daha karşımıza çıkmakta. Özetlemek gerekirse: "Sesler, Ziller, Bizler", komedi türünü sevenlerin kolay izleyebilecekleri, hoşça zaman geçirten, keyifli bir oyun. Yani, izlenmeli...
ELEŞTİRİ
BİLGE KARASU ÜNLÜ TÜRK HİKAYECİSİ(*) DEĞİLDİR Çetinkaya
"Sarmal ilişkiler çerçevesinde, kimi yapıtların, haddi, hadleri zorladığı görülmüştür: Picasso'nun ve Braque'ın bir dönem, Klee'nin neredeyse kesintisiz biçimde musiki dünyasına bitişir ürünleri: Enstrümanların portreleri; ölüdoğalara can katan teller, yaylar ve borular; hem çalgıyı, hem çalgıcının düpedüz saplantı dozunu tutturduğu resimler, ezginin de plastik öge kılınma çabasını içleştirmişlerdir, denilebilir mi? Bir başka cephede, yazarın bu kez, besteciyi yakını bir komşuluğa getirdiği, ya da kendi yapıtını, yapıtlarından birini karşı yakaya sürdüğü görülür: Butor'un "33 Çeşitleme"si, Jouve'un "Don Juan" okuması bir kefede, "Un Coup de Des"den Cage'e ve Karasu'ya uzanan pek çok metin öteki kefede tanıktır " 0)
pe cy a
Feridun
Sevilmek. Sevgiyi, sevmeyi, sevilmeyi an latmak, yaşamaktan daha mı kolay? Ya sevgiyi, sevmeyi, sevilmeyi, "miş" gibiler den ayıklamak? Sevgi, sevmek, sevilmek "miş" gibi görünenin arkasındaki gizleri, beyin ameliyatı yapan titiz bir cerrah dikkatiyle, damar bağlarmışcasına "sese" ve "sessizliğe" dökmek, dökmeye niyetlen mek?
Sevilmek Tiyatro: Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu Yazan: Bilge Karasu Yöneten: Işıl Kasapoğlu Sahne Tasarımı: Duygu Sağıroğlu Müzik: Joel Simon Oyuncular: Köksal Engür, Tilbe Saran, Cüneyt Türel 46
"
Pekiyi, bunları şu ya da bu "form"u kulla narak "anlatma"nın biri diğerinden daha kolay ya da daha mı zor? Daha verimli, ya da daha verimsiz mi? Neden bir yazar elindeki malzemeyi roman, metin, şiir, öykü ya da tiyatro oyunu olarak, şu ya da bu formda yazmayı seçer? Ya da yaz mamayı? Hangi gerekçelerle? Her za man seçme şansı olur mu? (Çok iyi hatır lıyorum, Ayla Kutlu bir sohbette, Kadın Destanı isimli romanını yazarken yaşa dıklarını anlatmıştı. Elindeki malzemeyi düzyazı olarak yazmaya başladığını, ama birçok noktada sorunlar yaşadığını, bu
sorunları ancak şiirsel biçime geçerek çö zebildiğim söylemişti.) Eldeki malzeme ile yazıldığı form arasında ne tür bir ilişki vardır? Çeviri sorunları açısından bu formlar arasındaki ilişki nedir? Bir roma nı film yapmakla, bir şiirin resmini yap mak ya da bir radyo oyununu sahne oyunu yapmak arasında ne fark vardır? (ilk bakışta bir romanı film yapmakla, bir radyo oyununu sahne oyunu yapmak birbirinden çok uzak şeylermiş gibi görü nüyor.) Yanıtlar, yaşayana, yazana, okuyana gö re değişmez mi? Değişir. En azından ba zılarımız için değişir. iyi ki de değişir. "Değişir"in bir keyfilik, hassasiyet ya da detaydık olarak değil, anlamayı ve anlatmayı mutlak belirleye cek bir "gereklilik" olarak anlaşılmasını di lerim. Bilge Karasu'nun "dramatik" formda yazdığını bildiğimiz üç metninden biri nin, "Sevilmek"in "sahne uygulamasını seyredince, doğrusunu isterseniz yukarı daki soruların belki onlarcası üşüşüverdi aklıma. Tiyatromuzun değerli üç oyuncusunun, Cüneyt Türel, Köksal Engür ve Tilbe Saran'ın rol aldığı, Işıl Kasapoğlu'nun "sah neye koyduğu" daha doğrusu "sahneye uyarladığı" bu oyun çoğunluk tarafından başarılı bulundu ve pek çok övgü aldı. Bu oyunla. Afife Jale Tiyatro Ödülleri'nde, Işıl Kasapoğlu "Yılın En Başarılı Yönetmeni", Cüneyt Türel de "Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu" seçildi. Değerli hocalarım Sevda Şener ve Ayşe gül Yüksel de bu "oyunu" öve öve bitire-
mediler (2). Hatta yönetmenin ve oyuncu ların başarılarını kanımca biraz da abarttı lar. Ama bu o kadar önemli değil. Çünkü bunu yaparken, belki farkında ol madan öyle bir noktayı gözden kaçırdılar ki, bunun yanında lafı bile edilemez. Bilge Karasu'ya övgüler dizmelerine rağmen, "Sevilmek"e yazılarında "herhangi bir rad yo oyunu" muamelesi yaptılar. Bilebildiğim kadarıyla oyunu bir tek Sayın Esen Çamurdan "başarılı" bulmadı, doğru su "umulan başarıyı yakalayamıyor" diye yazdı. İlginçtir, Esen Çamurdan'ın oyunu "başarısız" bulma nedenleri, Sevda Şener ve Ayşegül Yüksel'in oyunu "başarılı" bul ma nedenleriydi. Ama Esen Çamurdan'ın koyduğu bir çekince önemliydi. "..."Sevil mek", "Kadın ve Kedi" türü metinler, alışı lagelmiş tiyatro yapısına sığamayacak, o kalıplarla aktarılmayacak şeyler anlatıyor lar. Onları, hak ettikleri biçimde sahneye taşıyabilmek için yeni biçim, yeni dil ara yışlarına girmemiz kaçınılmaz olacaktır. 3
pe
cy a
Bütün bunların ötesinde oyunun "başarılı" olması ne anlama geliyordu: Oyuncular çok ustaca, çok sahici rol yaptılar? Çok iyi yazılmış, insanı çok iyi anlatan bir oyun? Yönetmen "radyo oyunu"nu sahneye çok güzel uyarlamış? Sahne oyunu olduğun da alt anlamlar ortaya çıkmış? (Bu iki de ğerlendirmeyi doğaldır ki oyunun aslında "radyo oyunu" olarak, dahası "ses için" yazılmış bir metin olduğunu bilen birileri yapıyor.) Dekor, kostümler ve ışık çok iyi tasarlanmış? Bunların hepsi, yani şu ya da bu diyemiyorum? Beğendim, sevdim, etkilendim işte; öte tarafını boş ver, ne karıştırıyorsun?
Pekiyi. Benim bu yazıda asıl konu etmek istediğim de "başarı" meselesi değil za ten. Yani, ortadaki "başarıyı" tartışmak gi bi bir niyetim yok.
Ben sadece, Bilge Karasu'nun "seyrettiğimiz oyunun" yazarı ol madığını not düşmek, Bilge Karasu'nun yapıtının gerçek değe rini "hâlâ durup ince şeyleri anlamaya vakti olanlar için"(4) vur gulamak istiyorum. Barış Pirhasan'ın, Bilge Karasu'nun aynı adlı öyküsünden yola çıkarak senaryosunu yazdığı "Usta Beni Öldürsen E" filmi ne ka dar Bilge Karasu'ya mal edilebilirse, bu seyrettiğimiz oyunun da en fazla o kadar Bilge Karasu'ya mal edilebileceğini düşünü yorum. Yazar olarak. Yazarı olarak. Metinde hiçbir değişiklik yapılmamıştır, hiçbir şey eklenmemiş ya da çıkarılmamıştır. Dolayısıyla bu Bilge Karasu'nun "Sevilmek"idir denilebilir. Değişiklik yapılmamıştır, eklenmemiş ya da çıkarılmamıştır! Kime ve neye göre? Bilge Karasu'nun, yazılarının öykü, roman, "anlatı" ya da "me
tin" olarak adlandırılması, adlandırılabilirliği ya da adlandırılamazlığı konusunda son derece hassas ve titiz olduğu bilinir. Bu, Bilge Karasu'nun "çok" bilinçli tercihleri olduğunun açık, he men göz önündeki kanıtlarından biridir. Bilge Karasu'nun "Sevilmek"i radyo oyunu olarak yazmış olma sı, "tanımlamış olması", teknik bir zorunluluktan kaynaklanma mıştır. Yani oyunda "bir uçağın piste inişi söz konusu" da bu nedenle oyun radyo oyunu olarak yazılmış, değildir. Bilge Karasu, bir malzemenin "ses" için yazıldığında, ya da "ses ve görüntü" için yazıldığında ortaya birbirinden çok farklı (bazı ları için "kıl" kadar bir fark) sonuçlar çıkabileceğini herkesten iyi bilen bir insandı. Hemen hemen adının anıldığı her yerde üzeri ne vurgu yapılan "kılı kırk yarıcılığını" düşünürseniz, bu farkın onun için ne kadar önemli olduğunu anlayabilirsiniz. Ya da ya zarın Kısmet Büfesi isimli kitabındaki Çeşitlemeli Korku, Beş Ses için Metin altbaşlıklı metnine, bu metnin seslendirilmesiyle
ilgili hazırlanmış, Çeşitlemeli Korku'nun Seslendirme Metni isimli ayrıntılı çizelgelere bakarak anlayabilirsiniz bunu. Bilge Karasu bu yapıtının radyo oyunu olarak "varlık bulmasını" tercih etti. Çünkü düşündüğü şeyi "tam anlamıyla" bu biçimde gerçekleştirebilecekti. Çünkü düşündüğü şey buydu. Çünkü radyo oyunu olması "anlatılan"ın bir parçasıydı. Amaç üç insan arasındaki "bıçak sırtı" ilişkileri ve anları anlatmak olduğu ka dar; bunu, yazıyı ve kelimeleri nota olarak; insan seslerini, se sin değişik filtreler uygulanmış hallerini, tabak çanak şıngırtıla rını, ayak seslerini, solumayı, sessizlikleri, kapı açılıp kapanma seslerini de enstrüman olarak kullanarak yapmaktı. Bir müzik parçası yazar gibi. Yalnızca kulağa hitap eden bir şey. Mumlayı cı olarak "işitme organımıza".
Bütün bunlar, en önemlisi oyunun "bağlamın"ın değişmesi, oyunun "ses düzeninden", "ses(+/-)görüntü düzenine" taşınması olay dizilerini, konuyu, ki şileri, algılamayı ve "anlamayı" bağlayıcı ölçüde belirlemiş ve değiştirmiştir. Dolayısıyla bu, yazılanların yazılmış olması ne kadar önemliyse, yazılmayanların yazılmamış olmasının da o kadar önemli oldu ğunu gösterir. Şunun ya da bunun, şu şekilde, şu olarak ya da bu olarak yazılmış olmasıyla yazılmamış olması, aynı derecede önemlidir.
a
Bu nedenledir ki, Bilge Karasu dramatik formdaki diğer yapıtı "Aşk"(**) isimli librettoda "Sevilmekteki konunun neredeyse ay nısını işlediği halde, sonuçta ortaya bambaşka iki yapıt çıkmış tır. "Sevilmek"te, bir dinleyiciye ulaşacağı düşünülerek, yalnız ca "ses"le ve "söz'le işlenmiş bir yapı söz konusudur. "Aşk"ta işin içine "görsel" unsurlar girer. Bu görsel unsurlar da "imge" üretir. Başka tür bir "imge". Artık söz konusu olan "başka" bir metindir, iki yapıtın parantez içlerinin işlevlerini birkaç örnekle karşılaştırmak bile sanırım bu konuda yeterli olabilir: "Sevil mekle Esin ve Ercan dans etmezler. Dansla ilgili sadece Si nan'ın onların aklından geçenler üzerine olan kurgusunu duya rız. Oysa "Aşk"ta Riyan ve Rasin dans ederler. "Sevilmek"te Si nan'ın kurguladığı, Esin ve Ercan'ın "kafa sesi" olarak duydukla rımız, sanki "Aşk"ta Riyan ve Rasin'in eylemsel olarak gerçekle şen, bizim izleyici olarak gördüğümüz danslarının sahneleme bilgileridir. San ki... "Aşk"ın finalinde "Rasin sağ öndeki kapıya gider. Riyan arkasından seğirtir. Rasin kapıdan çıkarken Riyan, yerine mıhlı, bakakalır..."(5). "Sevilmek"te Esin'in bu tür bir yö nelimini gösteren bir bilgi yoktur.
olduğu metin, seyrettiğimiz şekliyle artık " b a ş k a b i r ş e y " olmuştur. Kaçınılmaz olarak. Bunların biri diğerinin yerine geç mez. Biri birinin alternatifi değildir. Başka başka şeylerdir. Ken di başlarına şeylerdir. Yazılı metin ile "sahne oyunu" arasındaki farkları işaret eden birkaç örnek verelim. "Sevilmek" metninde oyunun finalinde Sinan veda edip giden Ercan'ın arkasından "seğirterek" dışarı çıkıp, geri dönmez. Ama sahnelenen oyun da, Ercan çıktıktan sonra, Sinan bir an durur ve sonra Ercan'ın arkasından çıkar, sonra tekrar odaya girer. Sanki gidip ona bir şeyler söylemiştir. Seyrettiğimiz "Sevilmek"te Ercan, Esin masa dan kalktığında onun sandalyesine geçer, onun yeleğini, kendi sandalyesinin arkalığına takar. Böyle bir şey oyun metninde yoktur. Bu Ercan'ın Esinle yer değiştirme isteğini gösteren bir yönetmen buluşu olsa gerek.
pe cy
"Sevilmek" / (3 Ses İçin Radyo Oyunu) / SESLER / ALTO (Esin) / TENOR (Sinan) / BAS (Ercan). Türk Dil Kurumu Kısa Oyunlar Özel Sayısı'nda "Sevilmek" oyunu bu tanımlamalarla başlıyor.6)
Benzer şekilde Bilge Karasu'nun "radyo oyunu" olarak yazmış
Yani yazar böyle yazmış, "ses"i düşünerek yazmış, bu sesleri düşünerek yazmış, bu metnin bir okuyucuya ya da bir seyirciye değil, bir dinleyiciye ulaşacağını düşünerek...
Ayşegül Yüksel Hocam ise oyunla ilgili yazısında şöyle yazmış: "...Karasu'nun oyun metni üç ses (soprano, tenor, bariton) için yazılmış bir "üçlü" niteliği taşıyor. Sesten sese geçen, üç ses arasındaki eşzamanlı çatışma yoluyla ilişkilerin en gizemli, en dokunulamayacak noktalarına ulaşan bir oyun..."(7). Yani, sonuçta "Sevilmekteki iki oyun kişisi "alto" ve "bas" değil eğer Sayın Hocamın dediği gibi "soprano" ve "bariton" olsaydı, bu Bilge Karasu için küçük değil, çok büyük, çok ciddi bir fark olacaktı. Çünkü uzmanlara göre bile ciddi bir müzik bilgisi ol duğunu bildiğimiz, Bilge Karasu alto'yla soprano, bas'la, bari ton arasındaki farkları bilirdi. Bilge Karasu'nun bu oyunu radyo oyunu olarak yazmış ve ta nımlamış olması ne kadar önemliyse, sahne oyunu olarak yaz mamış ve tanımlamamış olması da o kadar önemlidir. Önemli den öte gerçektir. Sanırım Cüneyt Türel de bunun çok önemli, gerçek olduğunu biliyor ki, Karasu'nun ölümü üzerine yazmış olduğu yazıda şöy le diyor: "Son zamanlardaki beraber oluşlarımızda âdetimiz ol madığı halde, ne çok tiyatro konuşmuştuk. Onu son olarak Füsun'un evinde gördüm, konumuz gene tiyatro idi. Bana oyun culuk hakkında cevaplamamın çok zor olduğu sorular soruyor du. Yoksa gizliden gizliye ondan çok beklediğim tiyatroyu mu yazacaktı?"8) . Türel'in burada sözünü ettiği sahne oyunu olsa gerek. Yani beklediği. Çünkü, sanırım Cüneyt Türel "radyo oyu numun da tiyatro olduğunu bilir.
Karasu'nun yazmadığı seyrettiğimiz bu oyunu "sanki Bilge Karasu yazmış" gibi seyrettirmek doğru değildir. Bilge Karasu'nun bu oyununu önemli ve değerli bularak sah nelemeyi seçmiş insanların bu konuda gerekli hassasiyeti gös termeleri gerekirdi, diye düşünüyorum. En azından "Bilge Karasu'nun aynı adlı radyo oyunundan sahneye uyarlanmıştır." türü bir not düşerek.
pe cy
a
Bununla beraber, "Sevilmek"in öyle hemen sahne oyunu yapıla bilecek, "herhangi bir radyo oyunu" olmadığını, oyunun sahne uygulamasında yer alan herkes biliyor. Sanırım... Öyle olmasa Zeynep Avcı için sadece oyunun "Dramaturg"u yazılır geçilirdi. (9) Oysa "prodüksiyonla ilgili bilgilerde"(9) Zeynep Avcı'nın, ÇeviriDramaturji görevini üstlendiğini öğreniyoruz. Yani çeviri.
Sanki oyunun sahnelenmesinde "okuyucu", "dinleyici" ve "seyir ci" arasındaki farklar düşünülmüş gibi! Sanki "Biz bunu bile bile yaptık. Sakın ne yaptığımızı bilmiyoruz sanmayın" der gibi.
Sanki "prodüksiyon bilgilerinde" Yazan, Bilge Karasu yazılma mış gibi.
Ama bütün bu yazdıklarıma karşılık yine de yön şaşırtıcı yanıt lar verilebilir, örneğin: "Bilge Karasu'nun değerli ve önemli met nini sahne oyunu yaptık. Oyunun yönetmeni, içinde Füsun Akatlı'nın da olduğu bir jüriden "Yılın En Başarılı Yönetmeni" ödülünü aldı. Yüzlerce binlerce kişi bu oyunu bilme, görme şansı yakaladı. Oyundaki insan ilişkilerinden kendi paylarına düşen dersi aldılar. Hem beğendiler. Etkilendiler. Bunda ne fe nalık var. Eh... bu oyun sahne için yazılmış olsaydı da, siz zaten aynı şeyleri söyleyecektiniz. Bu da bizim yorumumuz" diyebilir ler. Bakın Ayşegül Yüksel gibi bir akademisyen bile oyunumu zu beğendi ve oyunumuz için şunları yazdı da diyebilirler: "Işıl Kasapoğlu "ses" için yazılmış bir oyunu, görselliğin ön düzeye çıktığı bir sahne olayına dönüştürerek, "Molly S."te geri düzeye çektiği yönetmenliğini öne çıkarıyor. Oyuncuların mimik, jest ve hareketlerini yakın plana getirip, "söz"ü oyuncuların görün tüsüne (mimik, jest ve hareketlerine) hizmet eden bir işlevde dondurmuş, "Söz"ü, zaman zaman mikrofondan dile gelen "iç sesler"e dönüştürmüş. Sonuç olarak da, sahnede bir saat bo yunca gösterilen gerilimin boğuculuğunu "ses"ten çok "görün (10) tü" belirliyor. "(10) Bunlar da birer görüş der, saygı duyarım. Ama haklılığı, neyi kanıtladığı tartışılır görüşler. Çünkü, sonuç ne kadar "başarılı" ve "faydalı" olursa olsun, Bilge
(*) Sabah Gazetesi'nin verdiği Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi'nin Ek: 1-2, GEZ-SAR, 22. cildinde, 516. sayfada Bilge Karasu maddesinde bu ifade geçiyor. Birileri, nasıl olsa kimse görmez deyip, bir sonraki ekte yine t'si küçük "...türk öykücü..." ifadesiyle (yani bu kez cinsiyet belirtmeyerek) bu nu düzelttiğini sanıyor olmalı. Hazırlanmasında, birçok önemli kültür insanının yer aldığı, danışmanlık yaptığı bu yayındaki "gaf" doğrusu "çok anlamlı". (**) Burada söz konusu olan "Aşk" adlı libretto için Metis Yayınları'ndan çıkan Lağımlaranası ya da Beyoğlu adlı kitap kaynak alınmıştır. Bunu bir yanlış anla maya meydan vermemek için belirtme gereği duyuyorum. Çünkü ortada bir den fazla "Aşk" var. Yapı Kredi Yayınları'nın Kitap-lık Dergisi'nde, Temmuz 1999 tarihli, 37. sayıda yayımlanan "Aşk" adlı libretto da 1955 yılında yazılmış. Sayın Füsun Akatlı'nın yayına hazırladığı kitaptaki "Aşk" adlı libretto da 1955 yı lında yazılmış. Bu metinlerde farklılıklar var. Bu farklılıklara ilişkin bir bilgiye de ben rastlayamadım. Yani hangisi düzeltilmiş hali? Bu düzeltmeleri kim yapmış? vb... (1) Enis Batur, Başkalaşımlar, "SES, HARF, İMGE / İlhan Usmanbaş'la Düet, s.279, Yapı Kredi Yayınları, 1992. (2) Sevda Şener: Sevgi Sınavı, Radikal İki, 22 Ekim 2000; Önceki Günler'den Sevilmek'e, Radikal İki, 11 Haziran 2000; Sevilmek, Tiyatro... Tiyatro Dergisi, Ekim-Kasım 2000, sayı. 107-108, s.28. Ayşegül Yüksel: Karasu ve Friel'den iki 'üçlü', Cumhuriyet, 10 Ekim 2000. (3) Esen Çamurdan, İki radyo oyunu. Radikal İki, 23 Nisan 2000. (4) "...Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya...". Gülten Akın, İlkyaz, Bütün Şiirleri, Can Yayınları 1982. (5) Bilge Karasu, Aşk, Lağımlaranası ya da Beyoğlu, Yayıma Hazırlayan: Füsun Akatlı, s.200, Metis Yayınları, 1999. (6) Bilge Karasu, Sevilmek, Türk Kısa Oyunları Özel Sayısı, Türk Dili Dergisi, sa yı.214, s.470, 1969. (7) Ayşegül Yüksel, a.g.y. (8) Cüneyt Türel, Bilgesizkıskaç, Bilge Karasu Aramızda, s.47, Metis Yayınları, 1997. (9) Aksanat etkinlik programı broşürü, Aralık 2000. (10) Ayşegül Yüksel, a.g.y.
SÖYLEŞİ
1992 Ekiminden 1994 Şubat'ı na kadar 16 ay süreyle Devlet Ti yatrolarında Genel Müdürlük ve Başrejisörlük görevini yürüttü. Genel Müdürlük için seçim yön temini yaşama geçirmek amacı ile istifa etti.
Ayşe Nalân Özübek
pe cy
6'sı yurtdışında olmak üzere 27 ödülle onurlandırılan Erten, ha len Öteki Tiyatro'nun Sanat Yönetmeni olarak çalışmakta ve Ankara Üniversitesi DTCF Tiyat ro Bölümü ile Üsküp Dramatik Sanatlar Fakültesi'nde dersler vermektedir.
a
19.10. 1945'de Muş'ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Antalya ve Ankara'da tamamladıktan son ra, 1964 yılında Ankara Devlet Konsenvatuvarı Tiyatro Bölümü sınavlarını kazandı. 1969 yılında Konservatuvarın Yüksek Devresini bitirerek; An kara Devlet Tiyatrosu'nda stajyer sanatçı olarak göreve başladı. Stajyerliği sırasında, oyunculu ğun yanı sıra reji asistanlığı yaptı. 1970 yılında kazandığı Devlet Tiyatrolar'nda, Ankara, İstanbul, Adana ve Antalya'da yaptığı sahneleyişlerin yanı sıra; Kent Oyuncuları, Tiyatro Stüdyo su, İstanbul Belediyesi Şehir Ti yatroları ve Ankara Devlet Operası'nda konuk yönetmenlik yap tı. Yurtdışında da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Yugoslavya, Özbekistan ve Almanya'da oyunlar yönetti.
Ayrılmak Zorunda Bırakıldım
Herhalde, durup dururken emekliliğinizi istemediniz, nedir gerekçeniz? Devlet Tiyatroları benim evim dir, ocağımdır, yuvamdır, yurdumdur. 1969'da adımımı at tım, demek ki 30 yılı aşkın bir süre! Gidişlerim gelişlerim oldu. Bu kurumda nefer olarak da görev yaptım, Genel Müdür olarak da. 10 yıl daha hizmet verme i m k â n ı m v a r d ı . A m a emekliliğimi istedim. Çünkü yurttaş olarak, aydın olarak, sa natçı olarak katlanamayacağını davranışlarla karşılaştım! Bu baskılara boyun eğmemek için ayrıldım! Günün birinde Devlet
Tiyatroları yüzünü aydınlığa çe virirse, o zaman dönerim belki.
ile çatışmaktan da kaçınmamı şım.
Bir rejisör için olgunluk çağı denilebilecek yaşta, o kadar emek verdiğiniz kurumdan ayrılmak nasıl bir duygu?
Devlet Tiyatroları üzerine bir de kitap yazdınız.
Bunca yıl sonra dönüp bakıyo rum, arkamda neler bırakmışım diye. Gönlüm, vicdanım rahat. İnsan olarak onurlu ve dürüst bir çizgim, aydın olarak küçük ve gündelik hesaplara göre de ğişmeyen bir duruşum olduğu nu düşünüyorum. Düşünceleri mi savunmuş, gerekli emeği vermiş, açıklamış, yazmış, belgelemişim. Bu açıdan iktidarlar
İlginçtir, Devlet Tiyatroları üzeri ne yazmış olduğum kitap, tam emekli olduğum sırada kamu oyunun değerlendirilmesine su nuluyor. Aslında ben o kitabı biraz "vaziyet etmek" için yaz mıştım. Ama şimdi "vasiyet et mek" gibi oldu galiba... D e m o k r a t i k l e ş m e ve yeni den yapılanma mücadelesi bir yana, sanatçı olarak? Tabii ki sanatsal açıdan da Dev
let Tiyatroları'na olağanın üs tünde katkılarım var. Bir nokta gelir, birileri sizi, aile terbiyesi olarak edindiğiniz tevazuyu bir kenara itmek zorunda bırakır lar. Şimdi o tevazuyu bir yana bırakıp açık biçimiyle söyleye yim: Sanatçı olarak da pırlanta gibi bir kariyerim var. Devlet Ti yatrolarına sayısız ödül taşıdım. Oyunlarım ikide bir gömülüp yok edilse de, hiç yılmadan sah neleyişlerimle Devlet Tiyatrola rı'na akın akın seyirci taşıdım. Devlet Tiyatroları benim sahne leyişlerimle dünyanın dört bir tarafında festivallerde boy gös terdi. Ayrıca Türk tiyatro sanatı nı, önüm kesilmediği, kuyum kazılmadığı ölçüde, uluslararası alanda rejisörlüğümle de başa rılı biçimde temsil ettim. Neferliğimde de, kurmaylığımda da Devlet Tiyatrolarına katkım ol du. Hiçbir işimde, kurumu mah cup etmedim. Ama şimdi çok sevdiğim, bireysel çıkarlarımı gözardı ederek çok emek verdi ğim, dolayısıyla çok da savaştı ğım kurumumdan ayrılmak zo runda bırakıldım. Bu "ayrılmak zorunda bıra kıldım"! biraz açarsak?.. Şu son bir yılda tepeden tırna ğa bir saçmalıklar dizisi ile karşı karşıya kaldım. Makedonya'nın en önde gelen tiyatrosunda Nâ zım Hikmet'in oyununu sahne ledim biliyorsunuz. Lemi Bilgin döneminde onaylanmış olması na rağmen, Bakanlıklar arasın da yazışmalar yapılmış olması na rağmen; I. Rahmi Dilligil, bu nu benim özel bir işimmiş gibi görmekte ısrar etti. İkili ilişkiler de kural olan yol ücreti ve yasal harcırahı ödemedi. Parasal yö nü belki o kadar önemli değil. Buradaki anlayış eksikliği ve ka sıt çok önemli. Bu konuda Dramski Teatar'a ve tarafıma bildirilen gerekçe, an laşılması olanaksız bir sorudan oluşmaktaydı: "Dramski Teatar bunun karşılığında ne yapacaki"... Buyrun bakalım! Dramski Teatar bir Türk yönetmeni, bir Türk oyununu sahnelemek üze re davet etmişse; bu ülkemiz, sanatımız ve kurumumuz açı sından ancak sevinilecek, kı vanç duyulacak, teşekkür edile cek bir durum değil mi? Daha
İzmir'de Aristofanes'in "Barış" uyarlamasını sahnelemiştim. Festival çerçevesinde Efes'teki antik Celcius Kitaplığı'nın önün de oynadık, çok da yakıştı doğ rusu. Celcius'daki oyunu Yuna nistan'ın izmir Başkonsolosu da izledi. Çok heyecanlandı ve o zamanki izmir Müdürü Önder Alkım ile bana güzel bir öneri de bulundu. Atina Devlet Tiyat rosu da aynı oyunu sergilemek teydi, izmir ve Atina'nın karşılık lı temsiller vermesini önerdi.
İki ülke arasında yakınlaşma ve dostluk havası doğmuş ken, iyi bir katkı olurdu.
Şüphesiz! izmir Müdürü Önder Alkım bu konuyu genel müdü rüne açtığı zaman, I. Rahmi Dil ligil ne dese beğenirsiniz? "O adamın piyesini hiçbir yere gön dermem!" Hoppalaa!.. Adama sorarlar: "Sen kim oluyorsunuz beyefendi?" diye. Hani ne diyor lardı ona? Kağnı gölgesinde yürürmüş de kendi gölgesi sanırmış!..
pe
Rejisör olarak bana sıcak bak madıklarını, önce Başrejisörü Ferdi Merter'i gönderip bir ince leme yaptıracağını, sonra da kendilerinin bir başka rejisör göndereceklerini belirtmiş! Ge reken cevabı almış tabii ama, olan olmuş bir kere. Şimdi, bu kadar cehalet şart mıdır? Allahaşkına- Uluslararası ilişkilerde karşı tarafa rejisör tayin edildiği nerede görülmüş? Be adam, sen orayı Haymana mı sandın? Eskiden İngilizlerin Hindistan'a vali gönderdikleri gibi rejisör mü göndereceksin? Makedon ya, başarılarımla beni bilir, beni tanır, beni beğenir. Beni iste mişse, başkasını da kabul et mez. Sen kendini Balkanların ve Ortadoğunun genel müdürü mü sanıyorsun? Yoksa padişah sanıyorsun da, orayı da vilaye tin mi belledin? Yalnız, nerenin kendi vilayeti olduğunu, nere nin olmadığını bilmeyen padişa ha ne yaparlar, onu ben bura da söylemeyeyim!
Terbiye dışı başka teklifler de mi var?
Bu konuyu Kültür Bakanlı ğına yansıtmayı düşünmedi niz mi? Ben hiçbir zaman bir sorunum
mi Dilligil, verdiği uyduruk ce vapta, şecaat arz ederken, sir katini söylüyor. Atina Devlet Ti yatrosu, Genel Müdürlüğün is teği ve baskısı ile davet edilmişmiş de, tarihler uymadığı için turne gerçekleşmemişmiş! Peki Yücel Erten'in "Barış" sahneleyi şinin karşılık olarak Atina'ya tur ne yapması! Ondan hiç söz edemiyor, çünkü bu olasılığı tü müyle dışlamıştır! Sayın Bakan dara düştükçe Genel Müdürü'nün başarılardan söz ediyor ama; ortada bir başarı filan gö remiyoruz. Olsa olsa, başarının karşısında pusuya yatmış bir yö netim görünüyor. Bir de Kıbrıs dediniz? O da başka bir komedi. Ama gayriihtiyari mizah! Şu memle kette Başbakan, Başbakan yar dımcıları, sıra sıra siyasiler bas bas bağırıyorlar: "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bağımsız bir devlettir" diye. Ama I. Rahmi Dilligil, orayı da eyaleti sanıyor anlaşılan! Lef koşa Belediye Ti yatrosu, büyük çabalarla, bü yük emeklerle başarısını perçin lemiş bir tiyatrodur. Örneğin şu arada Kıbrıs Devlet Tiyatrosu, uykuya yatmış bulunuyor ama Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, 20. sanat yılını devirmiş bulunuyor. Bu tiyatronun sanat yönetmeni, dostum ve eski öğrencim, . Rahmi Dilligil'in de sınıf arkadaşı olan Yaşar Ersoy, sezon başında bir oyun sahnelemek üzere da vet etti. Ama yine aynı hikâye! Hemen alaturka bir manevra yapılıyor ve benim yerime bir başkası kakalanmak isteniyor!
a
Nasıl bir teklif?
için Bakanlığa başvurmadım. Ti yatronun bağımsızlığını örsele yeceğim düşüncesiyle bundan hep kaçınmışımdır. Genel Mü dürlüğe yazdım. Ama tek satır mantıklı bir cevap alamadım. Onun için anlatmakta sakınca görmüyorum. Hemen ardından Yunanistan konusunda, sonra da Kıbrıs konusunda yine ben zeri davranışlarla karşılaştım.
cy
ne yapmalarını isteyeceğiz ki? I. Rahmi Dilligil Genel Müdür ol muş ama, şunun bilincinde de ğil: Uluslararası ikili kültür an laşmalarına, karşılıklılık ilkesine ve uluslararası geleneklere gö re; bu durumda kurumun yapa bileceği iki şey vardır. Bir: Davet edilen kurum mensubu rejisöre yasal harcırahı ile yol parasını ödemek, iki: "Karşılıklılık ilkesi" korunmak isteniyorsa, karşılık olarak bir Makedon oyununu sahnelemek üzere, bir Make don yönetmeni aynı koşullarla Devlet Tiyatroları'na davet et mek... Neyse efendim, ödeme sin varsın! Ben işin orasında de ğilim. Uluslararası bir çerçevede verilmiş bir sözdür dedim ve gittim. Ama gittiğim zaman oradaki kültür ataşemizin ve çevirmen-asistanımın yanında, Dramski Teatar'ın direktörün den öğrendiklerim; Devlet Ti yatroları adına utanç vericiydi. Çünkü Genel Müdür olacak I. Rahmi Dilligil, karşı tarafa akıl almaz, terbiye dışı bir teklifte bulunmuş!
Sabote eder gibi bir tutum, neredeyse.
Evet! Burada bilgi olarak şunu ekleyeyim. Benim bu uyarlama mın Lefkoşa'nın Rum kesimin deki sergilenişi, iki toplum ara sında 18 yılın en önemli olayı olarak Birleşmiş Milletler göz lemcisinin raporuna girmiş; da ha önceki bir "Barış" sahneleyi şim de, Yunanistan'da yayımla nan bir gazetede, bir Yunanlı yazar tarafından, şu sözlerle değerlendirilmiştir: "Aristofa nes'in nasıl oynanması gerektiği konusunda, Türklerden öğrene cek çok şeyimiz var." Bunu da yazdınız mı? Evet. Genel Müdürlüğe yazıp bunu soruyorum. Ama, I. Rah
İnanılacak gibi değil! Yaşar Ersoy'un beyanları ve ya zıları ortada. TC Kıbrıs Büyükelçiliği'nin yazısı ortada. I. Rahmi Dilligil'in yazdığı yazı ortada... Ama işte demek ki sabotaj hırsı sınır tanımıyor, i. Rahmi Dilligil, yine alaturka bir manevraya başvuruyor. Rejisör olarak adı mı aradan çıkarıyor ve yerime bir başka sanatçıyı görevlendiri yor! Cevabını da alıyor tabii! Yaşar Ersoy, bu tutum ve tav rın, sanatın evrensel etik ve es tetik değerlerine, tiyatro sanatı nın disiplinlerine ve işleyişine ters düştüğünü belirterek, bu anlayışı ve uygulamayı kabul et meyeceğini yazıyor. Al sana bir
uluslararası rezalet daha! Adam, şu kadarcık şeyden ha bersiz: Uluslararası tiyatro çev resinde, rejisör "gönderilmez". Bir rejisör çalışmaları ile tanın mış, ilgi ve saygı uyandırmışsa, "davet edilir"... Bunun dışında, yardım amacı ile isim belirtme den bir rejisör istenmişse; Ge nel Müdürlük ancak o durum da, -yine de karşı tarafla muta bakat halinde- tercihini kullana bilir. Anlaşılan İ. Rahmi Dilligil, Yü cel Erten'in sanatını yapma sından hoşnut değil ki; art arda böyle manevralar yap mak ihtiyacını hissediyor. Adam sanat düşmanı mıdır, ne dir? Oysa 92-93'te Genel Mü dürlüğüm sırasında, kendisini Kıbrıs Devlet Tiyatrosu'na oyun sahnelemek üzere gönderen benim, iyi halt etmişim! Çünkü gitmiş oralarda, oyun sahnele yeceğim diye bankalardan yük lü paralar almış ve sonra da or tadan kaybolmuş! Derginizin geçen sayısında anlatılıyordu bu. Herhalde şimdi bu adam karşımızda bir iyiniyet abidesi olarak durmuyor, değil mi? Başarıyı engellemekte başa rılı olduğu anlaşılıyor. Dahası var! Bir Makedonya tu ru daha var. Geçen sezon sah nelediğim "Ferhad ile Şirin" se zon sonunda 3 temsil yaptı ve tiyatro tatile girdi. Bu Ekim'de oyunu tazelemek için prova yapmam gerekiyordu. 3 hafta öncesinden yazarak bir haftalık izin istedim. Lanet olsun, bu defa para pul da istemiyorum! inanmayacaksınız ama, bunlar 3 haftada izin başvuruma bir cevap vermeyi bile beceremediler! Gidersem, izinsiz yurtdışına çıktığım için suç işlemiş olaca ğım. Akılları sıra suçlu duruma düşürmek mi istiyorlar, ben ne bileyim? Bu kadar artniyetli davranıştan sonra, ben o pusu ya düşer miyim? Gitmedim. So nuçta ne oldu? i. Rahmi Dilligil, bir yabancı ülkenin tiyatro çev relerinde yeni bir skandal yarat ma becerisini göstermiş oldu! Kurumun bir rejisörünün, ya bancı bir ülkede sahnelediği oyunun provalarına gitme is teğine, 3 haftada -izin bir ya51
Ne yönetimi canım? Şimdi yurt dışında insanlar, Türkiye'deki Devlet Tiyatrolarını ulusal dü zeyde bir tiyatro örgütlenmesi olarak değil de, bakkal dükkânı savrukluğu içinde çalışan bir şa hıs şirketi gibi algılasalar haksız lar mı? Türkiye'nin Devlet Tiyat roları Genel Müdürünü, tiyatro sanatını sabote etmekle suçlasalar, ne cevap vereceğiz? Kül tür Bakanı bütün bunların, ulus lararası düzeyde yalnızca beni değil, ülkemizi ve kurumumuzu da küçük düşüreceğini hesap edebilmekte midir, bilmiyo rum? Bakanların, bir devlet ku rumunun başına birini getirir ken, biraz dikkatli olması gere kiyor. Siz bu i. Rahmi Dilligil'i Devlet Tiyatroları'nın başına, Türkiye'yi uluslararası planda sürekli mahcup etsin diye mi getirdiniz? Yoksa piyasalarda mahcuz etsin diye mi?
Nasıl oluyor bu işlem? Sözüm ona Konya Müdürü ta lepte bulunuyor. "Ben Yücel Erten'i isterim" diye. Sözüm ona Ankara Müdürü de "Buyur tepe tepe kullan" diyor. Sözüm ona Genel Müdür de "Vaciptir" di yor. Yücel Erten'in ise sözüm ona bir kez itiraz hakkı var, ikin cisinde itiraz da edemiyor... Taif'de de bir müdürlük açsınlar
bari de tam olsun. Çömezlerin, hiç mektep medrese görmeden çömez olduğu bir ülke varsa, orası Türkiye'dir sanırım. Yücel Erten'e bir açıp sormak yok mu? 35 yıldır bu mesleğin için de yerini tutmuş Yücel Erten'i tesisatçı mı sandınız? Boru mu döşeyecek yani?.. Bölgelerde müdürlük yapan bu çocuklar, böyle bir ilkelliğe alet olmaktan hiç utanıyorlar mı, bilmem? Ya da aynı işleme ortak olan Anka ra Müdürü? Ben şimdi bunlara "kapıkulu" desem, haksız mı olurum? Daha çok Genel Müdürün tercihi gibi görünmüyor mu? Tabii ki I. Rahmi Dilligil'in tezgâ hıdır. İyi de Genel Müdürlük makamını işgal eden bu şahıs, bu hakkı nereden buluyor? Ne sanıyor kendini? Otursun bir düşünsün: Yücel Erten kim, sen kimsin? Her türlü meslek adabı nı çiğneyeceksin; kendini padi şah sanıp "O gitsin, falan yerde, filan oyunu sahneye koysun" di ye gark-gurk yapacaksın; Yücel Erten de buna boyun eğecek, öyle mi? Avucunu yalarsın! Şimdi avurt zavurt ediyor ama, o makamdan indiği zaman, kantine girebilecek mi bu adam? İnsanların yüzüne baka bilecek mi? Yoksa Amerika'ya mı gidecek? Eyvah, dil de bil mez zaten! Baksana o oyunu da meğer hem çalmamış hem yazmamış hem uyarlamamış da, İngilizce bilen gizli bir arka daşı ile çevirip şey etmiş. Ne et mişse artık?..
pe cy
Galiba bir de Konya mesele si var?
O Konya meselesi tabii hepsinin üzerine tüy dikti! Önü ardı be lirsiz, eğrik büğrük bir genelge yayımlanmış. İlkesi yok, ölçütü yok, kapsamı yok, amacı yok. Aslında örtük bir amacı var ta bii: "Bana boyun eğmeyenleri bir güzel sürgün ederim" genel gesi. İlk açılacak davada iptal edilir, hiç kuşkunuz olmasın! Kerameti kendinden menkul bu genelgeye dayanıp, eski Genel Müdür Lemi Bilgin'i Trabzon'a gönderiyorlar, falan piyeste fa lan rolü oynayacaksın diye! Feyha Çelenk bilmem nereye, Yü cel Erten de haydi Konya'ya! iti raz mı etti? Bas cezayı, gitsin aylarca mahkemelerde sürün sün!
a
na- cevap bile vermeyi başaramıyorlar, öyle mi? Bu nasıl yönetim?
Peki bütün bunlara ne ge rekçe gösteriliyor?
Ne gerekçesi canım? Adam ma halle bekçisi oldum diye birden bire kendini bizatihi devlet sa nırsa, mantık falan kalır mı? Haklı soruları cevapsız bırakma yı kendilerine hak sayıyorlar! Yazdığı şu cümleye bir bakar mısınız: "Söz konusu saptama lar; çalışma yönetim ve görevle ri bakımından sizin de yakından tanıdığınız kurumumuzda Ge nel Müdür görevi yapmanın, kurum mensuplarının ve değerli rejisörlerimizin sürekli eleştiri ve sorgulanmalarına muhatap ol mak zorunda olmadığı da yasal olduğu kadar kurumsal işleyiş açısından da garip bir durum
dur."... Hakkı Bey'in Radikal'deki "dil yâresi"ne bir haftalık mal zeme! Bence Sayın Bakan, Ge nel Müdürünü acilen bir okuma-yazma kursuna göndermeli! İ. Rahmi Dilligil'in bir sanatsal kariyeri var mı, bilmem. Ama benim sanatçı onurum, kariye rim, bu tür hor görmelere izin vermez. Hepsinin hesabını sor dum. Yazdıklarım bir dosya oluşturur. Orada düzinelerle so ru var ki, Devlet Tiyatroları Ge nel Müdürlüğü cevaplayamamıştır. Gözüne fener sıkılmış tavşan gibi kalakalmalardır. Ha, yazılarımdan sonra akıl edebil dikleri tek şey ne oldu biliyor musunuz? Tüm birimlere yazı gönderdiler. Nasıl bir yazı? İşte: "Verilecek olan dilekçeler de TC Kültür Bakanlığı'nda ka bul edilen normlar dışında hiç bir dilekçe kabul edilmeyecek tir. Bu işlemi yapmayıp, farklı normdaki dilekçeyi kabul eden ler hakkında işlem yapılacaktır." İmza: I. Rahmi Dilligil. Bu şimdi, Devlet Tiyatroları gibi bir kurum için, o kurumun sa natçıları için, bir utanç belgesi oluşturmuyor mu? Bunların va tandaşın dilekçe verme hakkın dan bile haberi yok! Sayın Ba kan şu Kültür Bakanlığınca ka bul edilen normları bir açıklasın da öğrenelim. Aydınlatsın bizi. Çünkü belli olmaz, bakarsınız vatandaş olarak şimdi dilekçe vermeye başlayabilirim. Kuru mumun bağımsızlığını gözetti ğim için ben Bakanlara hiç di lekçe vermemiştim. Ama şimdi verebilirim. Onlar da cevap ver mek zorunda! Başarılı bir şekilde yürüyen oyunlarınızı da kaldırdılar sa nırım? E işte böyle bir saçmalık olur mu? Daha geçtiğimiz sezon, benim Devlet Tiyatrolarında hepsi de büyük seyirci ilgisi ile süren 5 tane sahneleyişim var dı. Ankara'da "Azizname 95" ile "Mutlu Son", İstanbul'da "Ferhad ile Şirin" ve "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı", İzmir'de de "Barış". Şimdi, bir yönetim olduğu zehabi içindeki bu yıkım ekibi, bu sezonda bunların hep sini kaldırıyor. Sonra da diyor
rem annelerine mi sövdü? Ha yır! Ne yaptı? Onurlu, dürüst ve başarılı bir biçimde kuruma hiz met verdi! Kuruma ve meslekdaşlarına başarılar armağan et ti! Ama işte Yücel Erten hiçbir şey yapmasa yine de karşıların da vicdan azabı gibi duruyor da, galiba ondan.
olacak bu Devlet Tiyatrola rı'nın hali?
Devlet Tiyatroları'nın gidişi gidiş değil galiba?
Biliyorsunuz oyun yazarı Refik Erduran, Devlet Tiyatrolarında Edebi Kurul Başkanı ve Yöne tim Kurulu Üyesi. Bu adama, hem yarışmacı hem de hakem olmanın, ahlâklı bir davranış ol madığını bir türlü anlatamıyo ruz. Adam pişkin! Bu arada, kendi kabahatini örtmek için ol sa gerek, benim hakkımda sağ da solda üfüre üfüre yazıyor. Yok ben şu kadar telif almışım, yok bilmem daha ne türlü uy durmalar! Yalanlarını yüzüne vuruyorum, bu sefer de şöyle diyor: "Tiyatro muhasebesinin verdiği rakamlarla Yücel Erten'inki farklı". Sonunda artık Devlet Tiyatroları Genel Müdür lüğüne bir yazı yazdım. Dedim ki, sizin bir yöneticiniz, hem be ni töhmet altında bırakıyor hem ONK Ajansı hem de Devlet Ti yatrolarını. Adamın söylediği gi bi telif haklarımda benim lehi me bir fark varsa, bu farkı öde yin! Yok ise, benim söylediği min doğru olduğunu, bana, ajansıma ve Erduran'ın kendisi ne yazılı olarak bildirin. Bu tak
Yöneticiler ipe un sermekle görevlendirilmiş sanki!
Ağzınıza sağlık! İşte size son bir saçmalık daha: Hayati Asılyazıcı'ya selam söyleyin, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne bu başarısı için de bir ödül ver sin: Bir özel tiyatroda oyun sah nelemek üzere 11 Eylül'de izin istemiştim. Cevap yok... Tam beş hafta sonra 18 Ekim'de gö rev yazısı gönderdiler. 19 Ekim'de yani ertesi gün de, "gö reviniz olmadığı için dışarıda oyun sahnelemenize izin veril memiştir" diye yazdılar. Hani dün görevlendirmiştiniz? Bunlar Yücel Erten kâbusu görmekten uyku uyuyamıyor galiba. Sonra da uykusuzluktan sairfilmenam gibi gezinip, sayıklıyorlar! Ne den yahu? Yücel Erten muhte
a
Ne olacak? Devlet Tiyatroları'nı i. Rahmi Dilligil'in beybabasının çiftliği, abone yazarların da ar palığı haline getirmiş olurlar.
cy
Vallaha şimdi açık konuşmak gerekirse; aptallığın lüzumu yoktur! Devlet Tiyatroları sanat çıları da ekmek yedikleri kuru mun varlık nedenini bir düşün sünler. Demokratik yeni yapı lanma önerisine sahip çıkma dan, çarşambaları çamaşıra gi der gibi sanat yapılamayacağı nın; o zaman da bu kurumun birileri tarafından göçertileceğinin bilincinde olsunlar. Cehale te, komplekse, kendini beğen mişliğe ve oportünizme prim vermemeyi öğrensinler! Devlet Tiyatroları sanatçıları artık bir rol için, bir reji için, dışarda ça lışma izni için, tayin için, karısına-kocasına-sevgilisine-oğlunakızına iltimas için, makam-telefon-koltuk-iskemle-tabure için kurumun ve sanatın geleceğini satmamayı öğrenmek zorunda lar. Yoksa sonucu yıkım olur.
pe
ki: "Sizin göreviniz yok. Gidip Konya'da oyun sahneleyeceksi niz." Diyorsun ki "Bunları ceffel kalem yok edip, sonra görev yapmamışsın demek, saçma! Ben şimdi size yeni bir piyes sahnelesem, bu mantıkla siz onu da kısa sürede kaldırır, sonra da yeniden görevim ol madığını öne sürersiniz!" Yalan dan kimse ölmemiş! Mantıklı bir cevap yok! Neymiş "zaman zaman, kalabalık kadrolu bazı oyunlar kaldırılabilirmiş"... Bir kere bu zaman zaman kaldır mak değil, topyekûn imha ha reketi!.. Üstelik şu şu oyunlar kalabalık kadrolu değildi, niye kaldırdın?.. Cevap yok. Arturo Ui'yi kaldırdın, AKM Büyük Salon'da temsil yapamaz oldun. Kamu yararı bu işlemin neresin de? Cevap yok. Hemen oraya başka bir sahneden ilgisiz bir temsil taşıyorlar ki, gafları orta ya çıkmasın. Oyunun rejisörü de şaşırıyor: "Ben o oyunu Bü yük Sahne için sahnelememiştim ki! Neden birden Büyük Sahne'ye aldılar acaba?" "Mutlu Son'un Ekim'de oynanacağını ilan ettiniz. Orkestra sorununu ben kendi elimle, Ankara Mü dürü Murat Atak'ın ve yardımcı larının yanında çözdüm. Niye vazgeçtiniz? Yücel Erten'in repertuvarda hiç oyunu kalmasın diye mi?" Cevap: "Yukarıdan ta limat öyle!" Ne yukarısı yahu? Siz kimsiniz? Kapıkulu musu nuz? Ne diye burayı işgal edi yorsunuz?
Bu konuda sanatçıların yete rince duyarlı olduklarını söy lemek zor. Böyle giderse, ne
Abone yazarlar deyince çağ rışım yaptı. Refik Erduran?
dirde Erduran hakkında gerekli işlemi de yapın! iki ay geçti üzerinden. Ne yaptılar sanıyor sunuz? Hiç! I. Rahmi Dilligil dut yemiş şişman bülbül gibi susu yor! Özetle, Devlet Tiyatroları'nın geleceği iyi görünmüyor sa nırım? Devlet Tiyatroları eskimiş bir ya sayla, yarım yüzyıldır şöyle ya da böyle ayakta durmayı başar mıştır. Yöneticileri şöyle olmuş tur, böyle olmuştur. Bu arada görünmez kazalar da olmuştur. Ama bugünkü durum, görünür kazadır! Göz göre göre, bilgi sizlik, yeteneksizlik, özensizlik ve kıskançlık şaha kaldırılmıştır! Sanatta kendini kanıtlayamamış, doyuma ulaşamamış birile ri, Bakanın ve bu eskimiş yasa nın düdüğünü ve değneğini kullanıp; akıllarına eseni yapı yorlar. Bunu da bir marifet sanı yorlar. Kafa kafaya vermiş geri ye doğru bir koşu tutturmuşlar! Ne yazık ki Kültür Bakanı da bu koşunun hakemi! Ben bu gerili ğin ortağı olmam! Yalandan yüzlerini geleceğe çevirmiş gibi duruyorlar, ama kıçın kıçın orta çağa varmaya çalışıyorlar. Ben de ortaçağa koşan bu insanlar la, 21. yüzyıla girmem!.. Tiyatro... Tiyatro...'nun notu: Bu söyle şi, Ocak sayısında yayımlanmak üzere, " 1 . Perde Operasyonu"ndan önce yapımıştır.
İNCELEME
SHAKESPEARE DRAMATURGİSİ Kerem Kurdoğlu'nun derginin Aralık sayısında yayımlanan, "Trolios ile Kressida" oyunu üzerinden yaptığı Shakespeare dramaturgisi önerilerini okuyunca, yakın zamanda vermiş olduğum yüksek lisans tezimin bulguları doğrultusunda bu tartışmaya katılmak, Shakespeare'e mutlaka budama yönünde bir dramaturgi yapılacaksa bunun için çok sağlam bir yöntem olduğunu düşündüğüm göstergebilimsel çözümlemenin olanaklarını göstermeyi denemek istedim.
pe cy
a
Pınar Şenel
Bu yazıya kaynaklık eden akademik çalışma, Hamlet'in göstergebilim yöntemiyle çözümlenmesi ve bulguların metnin sinema versiyonlarındaki yorumlarla karşılaştırılması idi. Burada sadece çalışmanın ilk bölümünün sonuçlarını, yani olası bir dramaturgi çalışması için kaynak oluşturabilecek göstergebilimsel izlenceyi ve ulaştığı noktayı, oldukça özetlenmiş biçimde sunuyoruz. Bilindiği gibi, bir metnin söz'ünden yola çıkarak derin yapısına yani görünenin altındaki asıl anlamına ulaşmak için anlamı kolayca saptanamayan örtük (kapalı) göstergelerden oluşan karmaşık yapıyı çözmek gerekir. Simgeler kuran, kendini kolay ele vermeyen, aynı konunesnede birden fazla anlam üreten yapıtların derin anlamına ulaşmak için, üretiliş biçimlerine benzer bir inceleme yöntemi kullanmak, göstergebilim çalışmalarının kalkış noktası. Anlamlama göstergebilimi, anlatım düzlemi ile içerik düzlemini birbirinden ayırmakta, kendine inceleme konusu olarak da
54
içeriğin biçimini seçmektedir. Yani, dilbilgisel ve biçemsel yapıların önemini reddetmemekle birlikte bu anlatımsal özellikleri kendileri için değil, içerik düzlemine geçiş için inceleme alanına almaktadır. Biraz daha somutlarsak: Çözümlemeci, anlatım düzlemini kesitleyerek önce söylemsel düzeye yaklaşır (kişilerin uzam ve zaman içinde yer alışlarını ele alır), ardından anlatısal düzeye geçer (kişilerin anlatı izlenceleri içindeki işlevlerini değerlendirir), son olarak da mantıksal-anlamsal düzeye ulaşır (içeriğin temel yapısını araştırır). Biz de bu doğrultuda önce metni en küçük anlam birimlerine ayırdık. Bunda kullandığımız ölçü, oyun kişilerinin yönelimlerinin değiştiği anları, kavşak olarak kabul etmekti. Böylece metni 250'ye yakın parçaya ayırdık. Sunuş kolaylığı sağlamak için bu küçük parçaları kendi aralarında yeniden bütünledik ve orijinal metnin sahne ayrımına çok yakın yeni büyük parçalan haline getirdik (anlambirimler). Her anlambirimin önermesi'ni bir gösterge olarak kabul ettik. Önermeleri/göstergeleri yan yana dizdiğimizde (göstergebilim dilinde "dizim" ya da "sintagmatik bağ") sahnelerin öncelik-sonralık ilişkisindeki mantık; alt alta dizdiğimizde ("dizi" ya da "paradigmatik bağ") metnin kurgusu belirmeye başladı. Dizilerin art arda gelmesiyle de metnin anlam katmanlar Anlatım düzeyinden anlam düzeyine ilerlerken neleri aşamalandırdığımıza biraz daha açıklık getirirsek: Önce dil vardı, yani yazarın sözcükleri.
a
kabul edilmesi) gerektiği düşüncesinden hareket ediyor; ancak birden çok görme biçimi olduğu için temelde görülen-görünen ayrımı yapılıyor; ve yine her görünenin gerçeği yansıtmadığı düşüncesine ulaşılıyordu (Örn., Hamlet: "Görünen mi dediniz, olan deyiniz sayın bayan!" 1 .perde 2.sahne). Bu anlam katmanındaki tüm tartışma, oyun kişilerinin kimlik değişimleri üzerine inşa edilmişti. Kocasının ölümüyle sarsılan ama onu hemen unutmuş görünen Gertrude üzerinden yapılan algılanan kimlik-gerçek kimliğin farkı gibi.
pe cy
Kavramların benzerleri ve karşıtlarıyla anlam kazandığını hatırımızda tutarak, yazarın neden bir başka sözcüğü değil de o sözcüğü seçtiğini araştırdık. Sözcükler cümleleri, cümleler bildirileri kurduğuna göre, o anlambirimin özde ne söylediğini araştırdık. Bundan sonraki aşama, bu anlamları hangi oyun kişilerinin, nasıl taşıdıkları idi. Bu, olayların nedensellik ağı içinde oyun kişilerinin duruşunu ve yarattıkları aksiyonu incelemek anlamına geliyordu. O sahnenin yeri neden şu sahnenin sonu değil de bu sahnenin sonu, o sahnede neden başka bir oyun kişisi yok da o oyun kişisi var, bunları kanıtlamaya çalıştık. Sonra anlambirimlerin karşılık geldiği önermeleri saptadık. Önermeleri alt alta dizerek ve birbiriyle benzer olanları aynı gruba dahil ederek bütünce'lere; bütünceleri kendi aralarında birleştirerek bütünlere; en sonunda da oyunun yapısına ulaşmış olduk. Söz konusu çalışmada önermeleri matematiksel işaretlerle ifade etmiş, aralarındaki bağlanma ilişkisini de tablolara dökmüştük. Bunları bu yazıda (ait oldukları bağlamdan ayrı) izlemek pek mümkün olmadığı için, özet olarak anlatalım: Bir gösterge her seferinde biraz daha çeşitlendirilerek tekrar ediliyor ve metnin başından sonuna büyük bir dizge kuruyordu. Bu, yazarın, görünen ile gerçek arasında fark olduğunu söyleyen önermesi idi. Algılanan kimlik-asıl kimlik, sunulan kimlik-asıl kimlik, edinilen izlenim-asıl oluş, istenenyapılan, söylem-eylem farkları gibi. Yazar için çok önemli olduğu anlaşılan bu önermenin karşı-önermesi ise görülen ile gerçek olan arasındaki eşitlik ilişkisi idi. Oyunda, oyun kişilerinin "gözleriyle" gördüklerinin de önemi fazlaydı. Bu anlam katmanının kuruluşu, gözle görülenin -aksi kanıtlanamadığı için- gerçek kabul edilmesi (yani gösterge
İkinci anlam katmanında, metnin yazıldığı çağın felsefesi ile de bağlantılı olarak, her parçanın ait olduğu bütünün karakteristiğini yansıttığı düşüncesi işleniyordu. Buna göre, parçada meydana gelen bir bozulma kendiyle sınırlı kalmayacak, giderek ait olduğu bütüne yayılacaktır. (Örn., Hamlet: "Tabiatından ya da bahtından gelen bir tek kusurla damgalandı mı insan başka değerleriyle melek de olsa yalnız o kusurundan ötürü düşer insanların gözünden." 1.perde 4.sahne) Bu önerme hem olaylar hem kişiler özelinde tartışılıyor, ancak asıl vurgusunu, bir bütünü (kişiliği) oluşturan parçalardan biri olarak "onuru koruma" kavramının ifadesinde buluyordu. Bu izleğin taşıyıcıları, babalarının ölme biçimiyle onurları zedelenen ve öç almak isteyen oğullar idi (Hamlet, Laertes ve Fortinbras). Bu anlam katmanında, "her koşulda onuru korumak" düşüncesi, "ölümün yaşama dair her şeyi (onuru da) hiçleştirdiği" karşı-önermesi ile tartışılıyordu. Ancak ölüm her şeyi hiçleştirse de kişi öldükten sonra ardında adını bıraktığına göre, onuru korumak için yapılanlar, ölüm gerçeğine rağmen, anlamını yitirmiyordu (Hamlet: "Horatio ben gidiyorum ama sen daha burdasın, anlat beni, anlat haklı olduğumu kuşkusu kalanlara. (...) Kimseler bilmezse olanları, 55
ne berbat bir ünüm kalır dünyada benim! " 5.perde 2.sahne). Üçüncü anlam katmanında, yapılmak istenen şey bir türlü gerçekleştirilemiyorsa bunun sebebinin, o eylemin gerekliliğinden emin olamama olduğu önermesi işleniyor, duraksamanın sebebi olarak da akıl ve duygu çatışması gösteriliyordu. (Örn., Hamlet: "Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi. Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar yollarını değiştirip bu yüzden, bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar." 3.perde 1 .sahne) Bu son anlam katmanı da, oyun da, eylemin en doğru ânının, "hazır olunduğu ve bu nedenle karar verildiği an" olduğu önermesi ile bitiyordu. (Örn., Claudius: "Hemen yapmalıyız ne yapmak istiyorsak, çünkü isteklerimiz değişebilir;
düşer, duraklar eller, diller, rastlantılar önünde. Araya zaman girdi mi can attığımız şey bir ah çekmeye, sıkıntılı bir iç boşaltmaya döner." 4.perde 6.sahne) Çünkü verilen karar üzerinde uzun uzun düşünme, kararın alınmasına sebep olan duygusal tepki-aklın gereği dengesini bozuyor, eyleme geçmek de olanaksızlaşıyordu. Oyunda bu üç anlam katmanı, kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış değildi, öyle olması da beklenemezdi. Göstergebilim yöntemiyle çözümleme yapmış olmamız, tüm oyuna yayılmış önermeleri sınıflamamıza; aralarındaki bağı kurmamıza; hangisinin hangi bölümlerde ne ağırlıkta bulunduğunu görmemize olanak sağladı. Yapıyı böylece görebilmek, her türden dramaturgi çalışmasının da ön koşulu:
1. Anlam Katmanı: Aksini kanıtlamak mümkün olmadığı için, (gözle) görülen her şeyin gerçek olduğuna inanmak gerekir.
(gözle) görülen = gerçek görülen * gerçek
Ama görülen her şey de gerçek değil. Çünkü gördüklerimizin bazıları, içeriği ile çelişen biçimlerdir. Asıl olan'a karşılık gelmeyen eksik izlenimlerdir.
gerçek
Kişiler bize nasıl görünmek istiyorlarsa (sunulan) biz onları öyle görür, kabul ederiz (algılanan). Ama her gördüğümüz gerçek değildir. Çünkü kavradığımız gerçeği yansıtmayan eksik izlenimler olabilir.
Görülen her şey gerçek değil ama parçanın bütününü yansıtması gibi, gerçek oluşun karakteristik parçalarıyla yapılmış bir kurgu da (rol, oyun) eksik/sahte olmasına rağmen gerçeği yansıtabilir.
pe
parça _ bütün (gözle) görülen oyun = gerçek
cy
algılanan kimlik ^ gerçek kimlik sunulan kimlik ^ gerçek kimlik görünüş * gerçek
a
(gözle) görünen = ? gerçek (gözle) görünen = gerçek
2. Anlam Katmanı: parça _ bütün onur zorunluluk
onur _ zorunluluk ölüm X yaşam
3. Anlam Katmanı: eylem X düşünme (ise) istenen * yapılan istenen ^ yapılan (ise) akıl X duygu
56
Onur duygusu taşımak da kişiliği oluşturan parçalardan biri. Nasıl parça bütünün ölçüsüyse, onur için gerekeni yapmak ya da yapmamak da kişilik özelliklerinin göstergesi.
Ölümün her şeyi hiçleştirse de kişiden geriye kalan, onun bıraktığı izdir. Bunun ölçüsü, onurunu korumak için yaptıklarıdır.
Yapılacak işin gerekliliğini irdelemek, yapılmasının önünde engel, istendiği halde gerçekleştirilemiyorsa, bu yüzden. Bunun kaynağı, düşünme (irdeleme) sürecinde akıl ve duygunun birbiriyle çatışmasıdır.
}
Eylemin gerekliliği akıl ve duygu arasında bir denge kurulmuş olmasına bağlıdır. Bu denge, eyleme karar verildiği ânın koşullarında mevcuttur. Çünkü kararanında duygusal tepkiler ile aklın doğruları bileşiktir. Bu nedenle kişinin eyleme en fazla hazır olduğu an, karar verdiği andır.
pe cy
a
Şimdi asıl çalışmanın da, bu yazının da göstermek istediği yere ulaşmış bulunuyoruz. Kerem Kurdoğlu'nun Shakespeare'e dramaturgi yapma ihtiyacını dile getiren yazısından yola çıktığımızı söylemiştik. Her türden -ve özellikle budamaya dayalıdramaturgik çalışmalar için kaynaklık edebilecek bir yöntem olduğunu düşündüğümüz göstergebilimin bizim çalışmamızdaki uygulanış biçimi, bizi bu sonuca ulaştırdı. Şüphesiz ki başka araştırmacıların aynı yöntemle daha değişik bulgulara ulaşması olasıdır. Ancak değerlendirmeler (gösterge okumaları) araştırmacının öznel dünya görüşüne bağlı olsa da yöntemiyle nesnel ve bilimsel olan göstergebilim metnin değerlerini ortaya koymakta en yetenekli, işlevsel yöntemdir yine de. Yapısalcılıkla çift yumurta ikizi gibi olan, ondan sadece teknik işleyiş olarak ayrılan göstergebilim, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan bakışıyla diğer yorumlama biçimlerinin de (toplumcu gerçekçi, freudyen, psikoanalitik, feminist vb.) önünü açar. Çünkü bu izlencede metnin içerik anatomisi ayrıntılı çizilmektedir. Yaratıcı yorumcular bu anatomiyi isteklerine göre yeniden düzenleyebilirler. Burada önemli olan, göstergebilimsel incelemeyle ulaşılan bulgular üstünden yapılacak bir dramaturginin orijinal metne ve elbette yazara zarar vermeyen bir yola gireceğidir. Sözgelimi bir yönetmen metnin "görülen-gerçek" bağıntısını göz ardı etmek istiyorsa, bu izleğin metnin hangi bölümlerine ne ağırlıkta dağıldığını, nerelere kadar yayıldığını ve bu izleği atmak istediğinde hangi bölümlere dokunması gerektiğini gösteren bir çalışmaya ihtiyaç duymalıdır. Kerem Kurdoğlu'nun dramaturgi önerilerine dönersek.... çok edebi bulunduğu için kısaltılması istenen bir tiradın, anlam
katmanlarında kapladığı yeri görmek, onun değerlendirilme biçimini etkileyecektir. Yani budama işlemi öznel olmaktan çıkıp, yazarın duyarlıklarını ve metnin değerlerini gözeten, onu gerçek anlamda eksiltmeyen bir hale gelecektir. Yöntemli bir çözümleme çalışması yapılmaksızın atmak ya da eksiltmek istenen repliklerin, yapı içinde organik olarak aslında sanıldığından daha büyük bir öneme sahip olduğunu böyle bir çalışmadan sonra keşfetmek mümkün. Tabii söz konusu olan Shakespeare ya da özelde Hamlet olunca, budama yapmanın ne kadar zor olduğunu da gösterdi bize bu çalışma. Aynı şeyleri yeniden yazmak?.. Günümüz diliyle mi? Ya da yazarın cümlelerini kısaltarak mı? Bu, başka bir konu. O durumda dramaturgiden çok, uyarlamadan bahsetmek daha doğru olsa gerek.
SÖYLEŞİ Bursa 'nın tek profesyonelözel tiyatrosu Tiyatro-Om, kaliteden ödün vermeyen çizgisi, avangart (öncü) tiyatro anlayışıyla, Bursa'da sanat platformuna yeni bir soluk getirdi, getiriyor. "Çın Sabahta", "N'aber Jülyet", "Ayrılık Müziği" adlı oyunlarıyla Bursa seyircisine çağdaş tiyatronun en güzel yorumlarını sunan TiyatroOm'un Genel Sanat Yönetmenliğini, Dilek Öztekin, Genel Yönetmenliğini Ertuğrul Kaan üstleniyor. Tiyatro-Om, bu yıl Türk tiyatrosunun en önemli yapıtlarından biri olan "Kanlı Nigâr" ile perdelerini açtı. Oyunun yönetmeni Dilek Öztekin Kanlı Nigâr serüvenini anlattı.
verebilir misiniz? Elbette, Sadık Şendil'in kaleme aldığı oyunumuzun uyarlamasının Ertuğrul Kaan'a ait olduğunu belirtmiştik. Oyunda yer alan kantoların koreografisi, hepinizin yakından tanıdığı bir isim: Huysuz Virjin lakabıyla 30 yıldır kantonun duayenliğini yapan Seyfi Dursunoğlu. Kostüm tasarımcımız, tiyatromuzun
Oyunun bir toplumsal eleştiriyi de ortaya koyduğunu söylemek mümkün galiba? Evet, komedi, inanılmaz etkili bir araç ve biz bu aracı bazen kişinin kendisiyle ve toplumsal
pe cy
Sizin de vurguladığınız gibi, tiyatro anlayışımız sebebiyle biz çoğunlukla uyarlama ve kolaj yaparak metne yaklaşmayı tercih ediyoruz. Bu uyarlamalar Türk edebiyatında son derece özgün bir tadı olan şiirleri ve denemeleri ile tanıdığımız Ertuğrul Kaan tarafından yapılıyor. "Kanlı Nigâr"ın da uyarlaması kendisi tarafından yapıldı. Burada, metnin geleneksel dokusu bozulmadan, ancak geleneksel Türk tiyatrosunun pek çok öğesi daha katılıp oyun zenginleştirilerek ve günümüze göndermeler yapılarak uyarlama gerçekleştirildi. Oyunun yönetmeni sizsiniz, aynı zamanda da Kanlı Nigâr'ı canlandırıyorsunuz, biz sizin reji anlayışınızı ve yorum gücünüzü hayranlıkla izliyoruz, oyunda yer alan diğer sanatçılar hakkında bilgi
saptamak gerek. Ardından kurnazlığını, fettanlığını ve iktidarını ele almak söz konusu olabilir. Bunu dilersen oyunda irdelesin izleyicilerimiz. Çünkü, her izleyenin oyunda farklı noktalardan etkileneceğini düşünüyorum. Eğer Nigâr, günümüzde yaşasaydı... Kesinlikle oyunun kuralını koyacağına inanıyorum...
a
"Kanlı Nigâr" alıştığımız biçimiyle mi karşımızda olacak, yoksa sizin genellikle tercih ettiğiniz gibi uyarlama olarak mı izleyeceğiz?
Narçın'da Kemal Cumurcul, Nadide'de Göknur Soysal, Bedide'de Fulya Ocak, Acem'de Erol Erölmez ve Istinyeli Deli Bekir'de Ertuğrul Kaan yer alıyorlar.
'Kanlı Nigâr' Metropolde
Fulya Ocak
aynı zamanda konsept üyesi olan Zişan Güler Öztekin. Dekor tasarım Rauf Tuncer'e, Kanlı Nigâr bestesi Doç.Dr. Atilla Sağlam'a ait. Afişimiz, dünya ödüllü bir karikatürist olan Ahmet Aykanat'ın elinden çıktı. Oyuncularımız ise, Abdi rolünde, Zihni Göktay'dan el alarak İstanbul Şehir Tiyatrolarından bize konuk oyuncu olarak gelen Metin Zakoğlu, Agah rolünde, yine İstanbul'dan konuk oyuncu olarak gelen ve yine dizilerden, reklamlardan tanıdığınız Veysel Diker, Arap Bacı rolünde, Celal Cumurcul,
yapıyla yüzleştiğinde içinin ne çok acıdığını göstererek kullanıyoruz. "Kanlı Nigar", bu anlamda oldukça eğlendirici, bir o kadar da düşündürücü çok zengin bir proje.
Kanlı Nigâr Tiyatro: Tiyatro-Om Yazan: Sadık Şendil Uyarlayan: Ertuğrul Kaan Yöneten: Dilek Öztekin Sahne Tasarımı: Rauf Tuncer
Kanlı Nigar nasıl bir kadın ya da siz nasıl canlandırıyorsunuz bu karakteri?
Giysi Tasarımı: Zişan Güler
Nigâr'ın bir repliği var, diyor ki; 'yine de kimseye garezim yok, herkesi seviyorum, şuramda-yüreğimde, köyünden yeni gelmiş altı yaşlarında bir kızın ılık yüreği var'. Nigâr'ı önce böyle
Oyuncular: Dilek Öztekin,
Öztekin Kanlı Nigâr Bestesi: Atilla Sağlam Metin Zakoğlu, Veysel Diker, Celâl Cumurcul, Kemal Cumurcul, Ertuğrul Kaan, Erol Erölmez, Z. Göknur Soysal, Fulya Ocak.
ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI
Sezona maaşallah fırtına gibi girdik sevgili okur. Oyunlar art arda geliyor, yeni salonlarda yeni gruplar türleri çoğaltarak sergiliyorlar oyunlarını. Bu arada bize de yeni buzağılar yakalama fırsatı çıkıyor doğallıkla. İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı "Haydutlar"ın ilk gecesinde, taban döşemesinin mazgallardan oluşması so nucu, oyunculardan biri kılıcını yere saplamak- ya da dayamak- isteyince, mazgal deliğine düşüverdi kılıç. Sahnenin orman olması gerektiğinden, kılıcın nasıl olup da böyle toprağın altına girdiği bir bilmece değil ama, koca bir buzağı olarak çıktı ortaya. Herhalde ilk gece aksaklığıdır bu, olabilir.
Yine aynı olay: Geçen sayımızda yazdım, tekrarlandıkça bıkıp usanmadan yazacağım. 8 Aralık Cuma akşamı İBŞT'nin Fatih Reşat Nuri Sahnesi'nde "Pembe Konağın Gelinleri"ni izlerken salonda bir sürü 10 yaşın altında çocuk vardı. Toplu satışla uzak bir yerlerden gelmiş izleyiciler ve çocuklarını da getirmişler. Toplu satışlarda bu durum özellikle altını çizerek belirlenmeli ki, 12 yaşın altındaki çocuklar getirilmesin. Yazıktır, ayıptır. Bu tür oyunlar, bu yaştaki çocuklarda psikolojik sorunlar yaratır. İleride belki çözülmesi olanaksız sorunlar. Bir kez daha uyarıyorum yetkilileri.
a
Seyirci
İstanbul DT'nin yeni oyunu "Caligula" AKM sahnesinde pazar günleri matine yapıyor. İlk gösteriminde izle dim. Salonun diyelim 15 koltukluk bölümünde, en az beş kişi uyuyordu. Nedenini, niçinini araştırmak bana düşmez ama, bu son derece iyi metnin olabildiğince daha çok seyirci tarafından anlaşılır ve dinlenir hale gel mesi için yönetmenin bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyorum. Bir de gong olayı var oyunda. Caligula'nın sarayında -ya da neresiyse- bulunan ve vurulduğunda ortalığı inletmesi gereken fukara gong, ancak dolu bir bavula sopayla vurulduğunda ne kadar ses çıkıyorsa, o kadar ses veriyor. Derhal yeni bir gong bulu na ve Caligula'nın sarayına yakışır yükseklikte ses çıkartıla...
pe cy
Huzursuz
Tiyatro İstanbul, Neil Simon'ın "Tuhaf Bir Çift" adlı oyununu sahneliyor. Salondaki bütün ışıkların tam kapasi teyle kullanılması gözlerimi rahatsız etti. Programa baktım, ışık tasarımcısı var. Var da, neyi tasarladığını an layamadım. Öyle ya, oyunun hiçbir yerinde ışıklar değişmiyor. Allah ne verdiyse tam gaz kullanılmış. İki kez zorunlu kostüm değişiklikleri için perdenin kapatılıp, seyircilerin iki dakikaya yakın bekletilmesi de canımı sık tı. Bu Darülbedayi tarzı yerine pratik bir çözüm bulunabilirdi bence. Aynı oyunda, banyoya giden arkadaşla rının intihar edebileceği kuşkusuyla peşinden koşan dört kadının, banyoya doluştuktan sonra kapıyı arkala rından -her nedense- kapatmaları iyice hayretimi mucip oldu. Evde başka kimse yok, banyoya gitmelerinin nedeni de arkadaşlarını kollamak. Ee, o halde? Metni çeviren Gencay Gürün, oyunun bir yerinde arkadan gelecek espriye seyirciyi hazırlamak için olacak "iki tür seks vardır, kadın seksi, erkek seksi" dedirtiyor Nurseli İdiz'e oyunun bir yerinde. Kulağı rahatsız ediyor. Bildiğimiz 'cinsiyet' anlamına gelen bu seks sözcüğü, hem cinsiyet olarak anlaşılmıyor hem de Türkçeyi bozuyor. Bir de Arşen Gürzap "Nen var" diyor bir yerde. Bu ba na Yeşilçam filmlerini çağrıştırdı. Onlar genelde "neyin var?"yerine kullanırlar bu soruyu da...
"Taksim Kabare"nin "Havadan Sudan" oyunu, keyifli bir atmosferde şarabınızı yudumlayıp, sigaranızı içerek oyun izlemenizi sağlıyor. Kabare adına kotarılmış skeçler izliyorsunuz, bizde adet olduğu üzere. Skeçlerin büyük bölümü belden aşağı sözler. Olabilir tabii. Olamayacak olan bu belden aşağı sözlerin kadınları hedef alması ve daha da olamayacak olanı da, bu tür -sözde- esprilere en çok kadınların gülmeleri. 'Tecavüz' gibi iğrenç bir sözcüğü 'Tecavüzcü Coşkun' tiplemesiyle aldırmazlık boyutuna getiren canım halkımın insanları, TV dizilerinde 'İtilmiş-Kakılmış' gibi kadın aşağılayıcı skeçlere gülmeyi de adet haline getirdiklerinden kendile rince sakınca yok. Kadın Dernekleri kadınları aşağılayıcı sözlere-küfürlere-tavır almayı bilmediklerinden-akıl edemediklerinden- böyle gelmiş böyle gidiyor işte. Elbette bir tiyatro oyununda yasakçılıktan, sözlük süzmeceden yana değilim. Gerekirse, olmalı. (Salt bu oyun için değil, geneli yazıyorum) Nedir ki, güldürmek olsun diye, hiç gerekmediği halde kadınların küfür yoluyla aşağılanmasına dayanamıyorum. Oyunların gerektiğin de, gerçeğe yakın bir biçimde salt sözel değil, görsel olarak erotik -bu sözcük büyülüdür ya -olmasından da yanayım. Anlayamadığım kadınların nasıl bilmem ne yapıldıklarının sahneden-gereksizce, espri adına-seyirciye aktarılması. Boccacio'nun kahramanlarından olan "Troilus ile Cressida", Shakespeare'in aynı adı taşıyan oyunu olarak İBŞT'de sahneleniyor. Ozanın, ilk gösterimi 1609'da Globe Tiyatrosu'nda gerçekleştirilen bu yapıtı, sanırım Türkiye'de ilk kez oynanıyor. Oyunun gerçek anlamda trajedi mi, komedi mi olduğuna şimdiye kadar sağlıklı bir karar verilememiş. Aslında Homeros'un anlattıklarından çok farklı olarak Shakespeare'in bu oyununda kara komedinin ağırlıklı olacağını düşünmüştüm ama olmadı. Oyunu anlayamadım, sıkıldım. İşin kötüsü, yal nızca ben değildim sıkılan... "Çarli-Büyük Mo Efsanesi" isimli çocuk oyununu izlerken, benden başka huzursuzlar da olduğunu gördüm. Patronun oğlu Melih 4 yaşında, ama huzursuz mu huzursuz bir çocuk. Oyunun bir sahnesinde kazanda su kaynıyor ama sesi hoparlörden geliyordu, biz balkonda uturuyorduk ve hoparlörde yanımızdaydı. Melih, durdu durdu sonra dayanamayıp sordu; "Kazan orada kaynıyor ama sesi niye buradan geliyor?" İşte sevgili okur, aslında en büyük huzursuzlar çocuklardır. Çocuklara biraz bakabilsek, onları dinlemeyi öğrensek, daha ne huzursuzluklar buluruz. Bunlara dikkat edilince de huzur içinde izleriz oyunları. 59
SUFLE
Akdil
Veda Derginin Yayın Kurulu, takma adla yazı yazılmasına sıcak bakmadığını belirtmiş. Ben aslında, ara sıcakları ortadan kaldırarak sofra kültürümüzü daraltan şu "sıcak bakma" ve "soğuk bakma" deyimlerine bir türlü ısınamadım. Ama Yayın Kurulu'nun kararını saygıyla karşılıyorum. 0 yüzden bu, benim Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ndeki dördüncü ve son yazım olacak. Bu yazıyı da göğüsleme cömertliğini gösterdikleri için, te şekkür ediyorum. Biliyor musunuz, Şirin Akdil'in kim olduğunu merak edenler olmuş. Özellikle de Devlet Tiyatroları yönetemeyicileri merak etmişler. Benimle yemeğe çıkmayı bile istemişler. Çıksaydım acaba basın danışmanlığı mı önerirlerdi, yoksa dramaturgluk mu? Kız Minoş, belki de reji asistanlığı bile önerirlerdi, ha? Kütürt diye sanatçı kadrosuna geçiverirdim! Ne olacak, vücut ölçülerime uygun bir yönetmelik maddesi hazırlayıp ba kana imzalatırlardı, oldu bitti!
a
Kim olduğumu niye merak ederler, bilmem ki? Varsayalım ki Şirin Akdil, bir ünversitemizin tiyatro bölü münü yeni bitirmiş ve Devlet Tiyatroları'na alınmamış, aklı evvel bir yeniyetme olsun... Yahut varsayalım ki Şirin Akdil, tiyatroya gönül vermiş o gencin, bütün bu haksızlıklara öfkelenen annesi, ablası ya da kim bilir belki abisi ya da babası olsun... Ya da varsayalım ki Şirin Akdil, Devlet Tiyatroları'nda sanatçı olabil meyi başarmış; ama kurumlaşamamış bu aşiret ortamında ölesiye mutsuz ve tepeden aşağıya her şeyine itirazları ve çekinceleri olan bir genç sanatçı olsun... Varsayalım ki Şirin Akdil, kocası, ya da kim bilir belki karısı, deneyimli bir Devlet Tiyatroları sanatçısı olan ve fakat adını Devlet Tiyatroları'nda süregiden ucuz luklara, basit kumpaslara karıştırması mümkün olmayan, hatırı sayılır bir gazeteci ya da televizyoncu ol sun... Yahut varsayalım ki Şirin Akdil, gelip geçici bazı siyasilere sırtını dayayarak sanat alanında höt-zöt etmeye çalışan bazı "kifayetsiz muhterislerin edepsizliklerine, şirretliklerine sessiz kalamayan, içi sızlayan; ama salt bu düzeysizlik yüzünden, ancak takma adla sorgulama şansına sahip bir akademisyen olsun... Varsayalım ki Şirin Akdil, Devlet Tiyatroları'nı gömmeye kararlı üç buçuk tane görmemişten birinin ya da birkaçının öğrencisi ya da kim bilir belki öğretmeni olsun... Varsayalım ki Şirin Akdil, damlacık bir amatör olsun ya da derya gibi profesyonel olsun... Varsayalım ki Şirin Akdil bakan danışmanı olsun... ya da dra maturg... ya da rejisör... ya da yazar... ya da eleştirmen... ya da tiyatro doktoru... ya da hiçbiri... Ne fark eder?
pe cy
Şirin
Yazdıkları doğru mu, değil mi, buna bakmak gerekmez mi? O yüzden, Şirin Akdil kim diye hiç kafanızı yormayın. Onun kim olduğunu bilmek hem çok kolay hem çok zor... Demek ki hiç de önemli değil. Önemli olan şu: Şirin Akdil'in özünde bir yalanı ya da yanlışı var mı? Yazılarıma konu mankeni olup da homurg homurg susan bayanlar, baylar! Var mı? Cevap bekliyorum!.. Önemli olan bir diğer nokta da şu: Sorulara demagoji yapmadan, açıkça, dürüstçe cevap verilebiliyor mu? Hork ve zork ve kem ve küm ve zart ve zort şeklindeki cevapları biz almıyoruz, eskiciye götürün! Ya da Kızılay'a verin! Ya da genel müdü rünüz, genel müdürünüzün yakınları, al gülüm ver gülüm abone yazarlarınız ve takım taklavatınızla birlik te Moskova'ya gönderin! Huu! Orada kimse var mı?.. Görüyorsunuz işte sevgili okurlar, kimse yok! Birile ri var sandığınız yerde kimse yok. (Ama kimse yok sandığınız yerlerde birileri var, dikkat!..) Ha, eğer yan lış anlamadıysam Yayın Kurulu bir de benim belden aşağı vurduğumdan yakınmış! İşte buna katılmıyo rum. "Çingeneye beylik vermişler, önce babasını kesmiş" sözünün, Devlet Tiyatroları gibi aşiret düzenini aşamamış ortamlardaki karşılığını kestirecek kadar sosyolojiden çakarım. Rahibenin biri misyoner olarak Afrika'ya gönderilmiş. Oradaki yerlileri Hıristiyanlaştıracak. İşe dil sorunundan başlamış. Hemen ertesi gün, kabile şefi ile birlikte sabah gezisine çıkmış, İngilizce öğretiyor. Ağacı gösterip "ağaç" diyor, Şef "ağaç" diye tekrarlıyor. Maymunu gösterip "maymun" diyor, Şef tekrarlıyor. Gergedan, zürafa falan der ken; yakındaki çalılıktan bazı sesler işitiyorlar. Bir de yaklaşıp bakıyorlar ki, yerli bir kadınla erkek, kendile rinden geçmiş sevişiyorlar. Rahibe utanıyor tabii, "Erkek bisiklete biniyor" diyor. Ama göz açıp kapayınca ya kadar, kabile şefi, elindeki baltayı erkeğin kafasına indirdiği gibi cansız bırakıyor. Rahibe "Neden?" diye çığlıklar atıyor "Neden öldürdün?"... Şefin cevabı sosyolojiktir: "Çünkü bindiği bisiklet bana aitti!"... Bil mem anlatabiliyor muyum? Irzına geçilme tehlikesi ile karşı karşıya olanın, saldırganın kampanalarına vur ma hakkı vardır. Vurur da, burar da! Hatta bildiği-bilmediği bütün marşları da söyletir, ne sandınız? Dev let Tiyatroları'nda bunca çapsızlık, densizlik, iltimas, usulsüzlük, mediokrasi, otokrasi, nepotizm, demagoji ve patoloji sürüp giderken; insanların açık adıyla yazmasını istemek, onları bir de seksolojik cepheden zo ra sokmak olmaz mıydı? Baskı, gözdağı, sindirme, yıldırma ve satın alma hareketleri, Cotarelli gelip Cotaraltmış giderken; insanlar boyunlarını büküp, ellerini kavuşturup Cotaryetmişi mi bekleyeceklerdi? (Aslın da ben bu yetmişe de kafiyeler düzüp yeniden belden aşağı inerdim ama, yukarıda söz verdim ya, sözü mü tutacağım çaresiz!) Yahu bu çarıklılar karşısında, Doğan Hızlan gibi aydın ve çelebi bir yazar bile, so nunda dayanamayıp isyan etti baksanıza! 17 Aralık tarihli o yazıyı internet-minternet bulup okuyun. Bal damlıyor! Bu sözünü ettiğim yazıya kaynaklık eden haberi belki kaçırmışsınızdır. Anadolu Ajansı kaynaklı haber, 15 Aralık 2000 tarihli Hürriyet'te yayımlandı. Herkese küçük dilini yutturan, bir süre dili tutulduk tan sonra, Hızlan'ı sükûnetinden sıyırıp Hormongolos'la ilgilenmeye sevk eden haber şöyle: Mafya dizi-
lerinde oynayan tiyatroculara yasak geliyor. Devlet Tiyatroları (DT) Genel Müdürü Rahmi Dilligil, mafya nın konu edildiği televizyon dizilerinde rol alan oyuncuların izinlerini iptal etme yoluna gideceğini bildir di. Dilligil, "DT Genel Müdürü olarak kendi personelimin bu şekilde değerlendirilmesini sanatsal ya da etik anlamda doğru bulmuyorum. Bu anlamda, yönetim kurulundan alacağım kararla bu konudaki izin leri iptal etme yoluna gideceğim" dedi. Dilligil, Küçük Tiyatro Toplantı Salonu'nda düzenlediği basın toplantısında son günlerde mafyayı konu edinen televizyon dizileriyle ilgili haberleri basın organlarından takip ettiğini ve konunun çok önemli ol duğunu düşündüğünü belirtti. Dizilerle ilgili olarak 'çok karışık bir dönem1 yaşadıktan sonra bütün oyun culara dizilerde rol almaları için izin verdiklerini, sadece tiyatroda da görev alma koşulunu getirdiklerini anlatan Dilligil, şöyle konuştu: "Ancak, Türkiye'de dizileri biraz eleştirelim, onlar da biraz eleştirsinler ken dilerini. Biz, tiyatro sanatıyla ilgili insanlar, ekranı açtığımızda 3 ya da 4 tane mafyayı öne çıkaran diziyi görüyoruz. Ben, tiyatro sanatının bir işletmecisi, DT Genel Müdürü olarak kendi personelimin bu şekilde değerlendirilmesini, sanatsal ya da etik anlamda doğru bulmuyorum. Bu anlamda, yönetim kurulundan sanatçı temsilcileri ve çeşitli derneklere de danışarak alacağım kararla bu konudaki izinleri iptal etme yo luna gideceğim." Dilligil, hangi dizilerdeki oyunculara kısıtlama getirileceğinin sorulması üzerine de "Me tinlerini istetiyorum. Bu yapıyla ilgili somut bir gelişme olduğunda açıklamamı bilimsel kriterlere dayandı rarak yapmak istiyorum. Yoksa, milletin ekmek yediği bir şeyi durdurmak değil işim" dedi. a.a
pe cy
a
Tiyatro sanatının işletmecisi I. Rahmi Dilligil, (Ben size söylemiştim, "Bunlar bakanla kafa kafaya vermiş bizi işletiyorlar" diye de, inanmamıştınız!) DT Genel Müdürü olarak kendi personeline yönelen (Bunların Devlet Tiyatroları'™ kendi çiftlikleri gibi, personeli de yanaşmaları gibi gördüklerini de söylemiş miydim?) bu sanatsal ve etik temizliği (Peki ya cahilin cüretinden söz etmiş miydim?) önce kendi evinden başlat sın. Örneğin ilk iş olarak Ferdi Merter'in "Dava"sını kaldırsın. Çünkü oyunda, her türlü herzeyi yiyen Isla rın i çeteler var! Sonra Refik Erduran'ın mafyayı anlatan oyunu "Seher Vakti"ni de kaldırsın. Yine Erduran'ın kerhaneci "Bordello"sunu da! O gözle bakarsanız, Dinçer Sümer'in "Gecenin Kulları", Tuncer Cücenoğlu'nun "Kadıncıklar"ı gibi kerhaneci vaziyetler hiç iktiza etmez! Aslında işi biraz sıkı tutup da örneğin Çengelköy hıyarı gibi bazı bilimsel kriterlere dayandırdınız mı, (Zzzt, Erenköy!) Moliere'in "Tartuffe"ünden, Schiller'in "Haydutlarına kadar gider bu iş! Hatta bir yestehleseniz, Shakespeare'i bile İSOT ile terbi ye edebilirsiniz yani! Ben anladım! Benden kaçmaz: Bunlar böyle başlayacaklar, sonra sanatsal ve etik anlamda doğru bulmadıkları için; Devlet Tiyatrolarında da aynı şeyi yapacaklar. Yani öyle mafyacı, ker haneci falan gibi kötü karakterleri Devlet Tiyatroları Sanatçıları oynamayacak artık! Kim oynayacak pe ki? Anlamıyor musunuz? Özel tiyatrolardan getirtecekleri bazı oyuncular!.. Şimdi sezon ortasında sahne leri veriyorlar. Sonra rolleri verecekler. Sonra da artık... Amaaan ne bileyim ben? Sıkıldım, gerisini siz kuruverin! Zaten son yazım bu, gözünü çıkarmayayım. Araştırmacı yazarlığıma döneyim de, size bir liste vereyim bari. Belki gün olur birilerinin işine yarar. Devlet Tiyatroları yönetiminin son bir yıllık semirtik loşluğunu ve boşluğunu eleştiren yazarlar listesi. Soyadı alfabetik sırasına dizdiğim bu yazarlar ve çizerler; Devlet Tiyatroları'™ yer yer çok ağır bir biçimde eleştirmiş, yer yer uyarmış, en azından söyleşilerinde eleştirel biçimde sorgulamalardır. Üstelik bazıları defalarca!.. Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği, Tiyatro Eleş tirmenleri Birliği, Kültür-Sen, İstanbul Kültür Sanat Vakfı gibi örgütler de caba! Devlet Tiyatroları sanat çılarını saymıyorum, ihbar etmiş olmayayım diye. Hemen bir tutam tuz alıp yeni soruşturmalar açarlar çünkü. İşte benim bulabildiklerim. Unuttuklarım ya da atladıklarım, bağışlasınlar. Ama siz bir aşağıdaki 41 kişiye bakın; bir de şu bakan ile genel müdürüne! Behiç Ak (Cumhuriyet), Nuriye Akman (Sabah), Üstün Akmen (Nokta), Orhan. Alkaya (Tiyatro Tiyatro), Fatih Altaylı (Hürriyet), Aslı Atasoy (Radikal), Ayça Atikoğlu (Milliyet), Şenay Aydemir (Evrensel), Ersin Bal (Sabah), Kürşat Başar (Sabah), Celal Başlangıç (Radikal), Memet Baydur (Cumhuriyet), Atilla Birkiye (Cumhuriyet), Cuma Boynukara (Cumhuriyet), Zeki Coşkun (Radikal), Mustafa Demirkanlı (Tiyatro Tiyat ro), Hakkı Devrim (Radikal), Şakir Eczacıbaşı (Cumhuriyet), Müjdat Gezen (Tiyatro Tiyatro), Müşerref Hekimoğlu (Cumhuriyet), Doğan Hızlan (Hürriyet), Ebru İlgaz (Evrensel), Işık Kansu (Cumhuriyet), İpek Karadağ (Radikal), Elif Korap (Milliyet), Ahmet Levendoğlu (Tiyatro Tiyatro), Zeynep Oral (Milliyet), Vedat Özdemiroğlu (Cumhuriyet), Işıl Özgentürk (Cumhuriyet), Şehnaz Pak (Radikal), Atilla Sav (Milliyet Sanat Dergisi), Vecdi Sayar (Cumhuriyet), Hüseyin Sorgun (Zaman), Sevda Şener (Radikal), Zafer Temoçin (Cumhuriyet), Berran Tözer (Hürriyet), Dikmen Gürün Uçarer (Cumhuriyet), Arda Uskan (Ak tüel), Nur Yalçınkaya (Aktüel), Sibel Arslan Yeşilay (Radikal), Ayşegül Yüksel (Cumhuriyet). Veda için post coitus sigaramı yakıp, doğulu düşünür Halil Cibran'dan bir özlü deyiş mırıldanmak is tiyorum: "Hiçbir gün doğuşu bizi, bir gün batışının bıraktığı yerde bulamaz". Tiyatro... Tiyatro...'nun notu: Bu yazı "1. Perde Operasyonu"ndan önce yazılmıştır.
KİTAP
YOKSA ELEŞTİRMENİ TOPALIN KOLTUK DEĞNEĞİ Mİ SANDINIZ!.. Esen
Çamurdan
pe cy
Hangi alanda ve tarih kesitinde olursa ol sun, başta anılar olmak üzere, yazışma lar, eleştiri yazıları ve Henri Troyat gibi araştırmacı-yazarların ellerinden çıkan bi yografiler, otobiyografiler bile, kanımca o alanın sivil tarihini oluşturur, bu nedenle çok önemlidir, üstünde titizlikle durmak gerekir. Bu tür yapıtlar resmi tarihin atla dığı ya da gereksiz bulduğu ayrıntıları ve rir bize, aktardıkları çatışmalar, tartışma lar söz konusu dönemin coğrafyasının ana çizgilerini oluşturur, daha da ilginci işin içine "insani boyut" girdiğinden olup bitenden kendimizi soyutlamayız, içine sı zarız olayların, şimdiki zaman geçmişle bağlantı'kurar, onun bir parçası olur, bü tünleşir onunla.
a
Bize ne yaptıkları önemli değil, önemli olan, bize yapılanla bizim ne yaptığımızdır. Jean-Paul Sartre
Adnan Benk'in Doğan Kitapçılıktan çıkan ve Tiyatro-Sinemayı kapsayan Eleştiri Yazıları'nın ilk cildi bunları yeniden düşündür dü bana ve bir kez daha kanıtladı doğru luklarını. Bu kitap aynı zamanda, olumsuz eleştirildiler diye, eleştirmenliği yok sayıp eleştirmeni de tiyatrocu olmak isteyip de becerememiş biri olarak görmeyi yeğle yen kişilere bir yanıt oluşturmakta. Öte yandan, eleştiri adı altında, kimsenin hatı rını kırmayan, çevreye hoş görünme kay gısıyla suya sabuna dokunmayan ve aslın da bir şey söylememek üzere kaleme alın mış makalelere; ya da hiçbir gerekçeye dayandırılmadan, salt duygusal nedenler den bir oyunu batıran ya da göklere çıka
ran eleştirmenlere de bir yanıttır Eleştiri Yazıları. Daha da önemlisi, bir eleştiri dili nin kurulmasında olduğu kadar, çağdaş tiyatro bilincini oluşturma aşamasında da izlenmesi gereken yolu gösterir. Adnan Benk'in eleştiri anlayışı tiyatronun yaşa mın toplumsal tanıklığını yaptığını, ama bunun aynı zamanda bir bilinç tanıklığı ol duğunu da anımsatır bizlere. Dokuz yıl boyunca (18 Nisan 1953 - 20 Nisan 1962) çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış olan seksen sekiz eleştirinin seksen ikisini oluşturan tiyatro yazılarına bakılacak olursa Adnan Benk, her şeyden önce, sıkı bir izleyicidir; oyunları düzenli olarak seyretmekle yetinmez oyuncunun, yönetmenin ya da yazarın sanatsal çizgisi-
ninin de takipçiliğini yapar, bunları eleşti rirken geçmişteki çalışmalarını göz önün de bulundurur. Eleştirmenlik kurumunun toplumsal işlevinin fazlasıyla ayrımında olan Benk, tiyatronun yaşadığı sorunların kaynağını yüzeyde değil de derinlerde, altyapıda, nitelikli insan malzemesinden aradığından, asıl hedef olarak tiyatroların kültür politikalarını, sanat anlayışlarını seçmiştir kendine, bu nedenle yazılarında ağırlıklı ve düzenli olarak bu soruna yer verir. Dönemin İstanbul kültür yaşamına yön vermesi beklenen tek ödenekli kuru luşu olan Şehir Tiyatroları, en çok söz ko nusu edilen, neredeyse gözaltında tutu lan tiyatrodur, Edebi Kurulun çalışmalarını yakından izler Benk, onaylanan ya da geri çevrilen metinlerle ilgili hesap sorar, kurul üyelerini bilgisizlikle, çağın gerisinde kal makla suçlar. Ana sorun genelde dönüp dolaşıp yine yerli yazar sıkıntısına gelmek tedir doğal olarak. "Bizde Tiyatro Yazarla rı Yoksa Bundan Edebi Heyet Mesuldür" başlıklı makalesinde yerli yazar sorununu, seyirci sorunu gibi, tiyatronun niteliksiz metinleri sahnelemesine bağlayan yazar, kendine güvenemeyen Edebi Kurulun ki mi yetenekleri engellediğini öne sürüp, Şehir Tiyatrosunun ödevinin halkı avut mak değil, gerçek sanat eserlerini, çeşitli sanat durumlarını tanıtmak olduğunu söyler. Bunun için yardım almaktadır Şe hir Tiyatroları, ayrıca, Bulvar tiyatrosuna kayarak seyirciyi tavlama yoluna giren ve kâr amacı güden bir kültür tiyatrosu kuş kuyla karşılanmalıdır. Bizde tiyatro yazarı yetişsin isteniyorsa, her şeyden önce, siya sal ya da kültürel nedenlerden yazar kayırılması bir yana bırakılıp, seyirciye iyi ör-
Yönetmene de, en azından yazar sorunu kadar, yer verilmiştir kitapta. Adnan Benk'e göre, sahnedeki başarının sırrı, oyunu toparlaması beklenen yönetmenin dir. Ne ki, bir oyunu sahneye "koyma" ey lemi, onu alıp cebine, rafa, ya da yere ko yar gibi sahneye koyma anlamına gelme melidir. Belirli bir dramatik yapı kurulmalı dır sahnede. Öteki türlü, çoğu yönetme nin yaptığı gibi, yapıt sahneye "düşürül müş", "sokuşturulmuş", "fırlatılmış" olur! Bir oyunun ilk gecesinde yuhalanmasını, "Memleketimizde yuhalama çağının baş ladığını haber veren bu belirtiyi her sanat severin sevinçle karşılaması gerek" diye yorumlayan Benk, seyircinin de yaratanla birlikte yaratma uğraşına katılması gerek tiğini düşünür. Artık kendi yolunu kendi bulacaktır seyirci, yazarın ya da yönetme nin güdümünden çıkacak "alıcı durumdan yapıcı duruma" geçecektir. Gel gelelim, seyirciden böyle bir çaba istenmesi için oyunun da o düzeyde olması gerekmek tedir.
pe cy
Dili imrenilecek bir ustalıkla kullanan, okuyucusuna dil tadını duyuran Benk sıkı bir Dil Devrimi savunucusudur, ama bunu salt "dilde kimyasal bir arılık, bir temizlik
arama" adına değil, dil ile düşüncenin iliş kisinden yola çıkarak, dili geliştirmenin düşünceyi de geliştireceğine inandığın dan, bunun sonucu olarak da birtakım anlatım ve düşünce alışkanlıklarının artık bir yana bırakılması gerektiğini düşündü ğünden yapar. "Yazarlık dili geliştirmekle, dile yeni olanaklar sağlamakla başlar", der bir yazısında. Yine aynı bağlamda, di lin yeniliğiyle özün bayatlığının gizlenme sine de karşıdır, çünkü bir dil, her şeyden önce, iletilecek bir anlamla kurulmakta dır. Savunduklarını, yine kendi örneğiyle kanıtlamıştır yazar. Gerçekten de, Adnan Benk'in şaşılası bilgisi ve kültürü keskin zekâsıyla birleşerek, ironiyle alay arasında gidip gelen ve kurgusuyla olsun, sözcük oyunlarıyla olsun, tümüyle kendine özgü bir dil yaratmıştır. Canlı, pürüzsüz, akıcı ve bir sohbet havasında gelişen bir dildir bu, insanı kıs kıs güldürür ama en çok da şaşırtmak, onu bir yerden yakalamak is ter. Ele alacağı oyuna, soruna veya izleğe, duruma göre, kimi zaman felsefeden girer, kimi zaman tarihten; tiyatroda moderniteyi anlatmak için bakarsınız mo dern resimden başlar işe ya da oyunun yapısına müziğin yapısından gelir... Bunla rı yaparken somut örnekler vermeyi de ih mal etmez: Alain Robbe-Grillet'yi getirir gündeme, Maupassant, Flaubert'den alın
a
nekler sunan bir kültür tiyatrosunun yapı lanması gerekmektedir.
tılar yapar, lonesco'dan örnekler verir, kı sacası, yazılarını renklendirir, keyif katar anlatısına. Adnan Benk'in yazılarında şiir vardır, derinlik vardır, okuyucuya bir sanat-kültür zevki yaşatırlarken, onu bu or tamın içine çekmeye, daha doğrusu, kimi sorunları onunla paylaşmaya yönelirler. Festivallerden, dergilerden söz eder, tiyat ro, sanat haberleri verir, Nevin Seval gibi dönemin mitoslaşmış kişileriyle konuşur. En çok da sahnelenen oyunların bir tür raporunu verir okuyucuya. Adnan Benk'in yazılarının ardında, insanı aklından kavra maya çalışan eleştirmenin tavrı yatar; ha zır yanıtlar vermek yerine, okuyucusunu sorgulamaya yönelten, kendine sunulanı kuşkuyla karşılaması için onu kışkırtan bir tutumdur bu. Tiyatro sahnesinde olsun, metinde olsun, günümüzde de sıkça izle nen basmakalıpçılığa, gözboyamacılığa lafını hiç esirgemeden karşı koyarken aynı zamanda bir eleştiri örneği de vermekte dir. "Eleştirmen, kötü eserlerden halkı ko rur, iyi eserleri de halka haber verir. Sa natçı yetişecek diye bozuk düzen bir eseri salık veremez... Siz yoksa eleştirmeni, to palın koltuk değneği, körün bastonu mu sanıyorsunuz?.." diyerek eleştirmenlik an layışını betimleyen Adnan Benk'i tiyatroy la ilgili herkesin okumasında büyük yarar görüvorum...
POLEMİK
REFİK ERDURAN'DAN DİLEKÇE Refik Erduran Derginiz sanatı konu edinen bir yayın organı. Baştan sona düzeyinin o amaca uygun olması gerekir. Oysa polemiklere de yer verelim derken ta raflardan birinin alabildiğine düzey düşürmesine göz yumuyorsunuz za man zaman. Ayrıca, konu fazla uzayınca sıkmaya başlıyor. Okuru düşünerek Yücel Erten'in sataşmalarını uzun süre yanıtsız bırak tım. Ama saldırıyı kesmiyor. Her şeyi kişiselliğe döküp ucuzlatarak, ilgisiz derelerden su getirerek, laf oyunları yaparak, böbürlenerek, sinirlendire rek üste çıkmaya çalışıyor. Tarafları hiçbir yere götürmeyen bir noktada buluşma umudunu yok eden o türlü atışma çıkmazlarından sıyrılmanın tek yolu somut kanıtları serinkanlılıkla değerlendirmektir. Ben bu konuda yayın kurulunuzun ha kemliğini rica ediyorum. Burada sözünü edeceğim her kanıtı size sunma ya hazırım. Tartıda haksız çıkarsam söyleyin. Haklıysam yanıt adı altında yeni saldırılara yer vermeyin; bu mahalle çocukluğunu keselim artık.
pe
cy a
• Erten'in bana kin bağlamasının nedeni sözüm ona Devlet Tiyatroları'nı ıslah amacıyla Genel Müdür olmak için dil dökerken ve "Bozkurt Kuruç-Ergin Orbey ikilisi" diye aşağıladığı yönetime karşı destek isterken yüz bulamamasıdır. (Kanıt; notları, mektupları, faksları.) • Yalanları silah diye kimin kullandığına, basını kimin dolduruşa getirdiği ne gelince... Buyurun; 9 Mayıs 2000 tarihli Yeni Binyıl gazetesi. Baş say fasında benim iri bir fotoğrafım. "Haber" de şu: "Erduran'ın 7 oyunu bir den oynanırken" Yücel Erten'in oyunları repertuvardan çıkarılmış. Ger çekte benim 2 oyunum oynanıyor (biri Mart, öteki Nisan ayında başlatıl mış). Bu "bilgi" gazeteye kimin tarafından verilmiştir dersiniz? Kanıt da gerekiyorsa, o basın suçunun faillerine sorun lütfen. • Serhat Nalbantoğlu, Tiyatro Yazarları Derneği Yönetim Kurulu'nu ziya reti sırasında "Beni Yücel Erten yandaşı sanmayın, hiç hoşlanmadığım bi ridir, tiyatronun en esnaf kişisidir" dedi. (Bunu da Erten esnaf sözcüğü nün benim buluşum olduğunu ileri sürdüğü için açıkladım). Nalbantoğlu'na sorduğunu, onun "Ben öyle bir şey söylemedim" dediğini iddia edi yor. Uydurmuyorsa, Nalbantoğlu çok düşer gözümden. Onu "delikanlı" tarafı olan biri sanmıştım; tükürdüğünü yalamasını yakıştıramadım. Be nim anlattığım doğrudur. (Kanıt; o toplantıda bulunan Turan Oflazoğlu, Turgay Nar, Recep Bilginer, Tuncer Cücenoğlu, Ülkü Ayvaz ve başkaları nın tanıklıkları.)
ile çıkar ilişkisi var. Benim yok! Çünkü benim Devlet Tiyatroları'nda oyu num oynanmış değil. Oynanan, uyarlama ve çevirilerimdir." Mantığa ba kın. Aldığı büyük paralar telif oyunlarından değil de uyarlama ve çeviri lerden sağlandığına göre, çıkar değilmiş. • Kendi paragözlüğünü karşındakine yakıştırma hırsıyla "yırtınarak" şöy le sürdürüyor parlak tahlillerini: "Erduran çıkar peşinde. Oyunlarını oyna tıp Devlet Tiyatroları'ndan para kazanmaktan başka düşündüğü bir şey yok. Bu yüzden Edebi Kurul'dan ayrılamıyor." İnanır mısınız, kahkahalar la güldüm bunu okuyunca. Çünkü tam kara mizah. Şu yazıyı 16 Ocak 2001 günü yazıyorum. Mevsim başından bu yana gelir-gider hesabı yapı lırsa Devlet Tiyatroları'ndan hatırı sayılır ölçüde alacaklıyım. Zira bir lira telif ücreti almış olmadığım gibi, dört-beş ay önce çeşitli nedenlerle o ku rum için cebimden harcamak zorunda kaldıklarımı da sökebilmiş değilim. (Kanıtlar emrinizde). Dahası, Erten'in ölçüleri zavallıca. Benim para yü zünden Türkiye Devlet Tiyatroları ile ilişki sürdürmem için keçileri kaçır mış olmam gerekir. Mevsimin ilk üç ayında oyunları sayıca en çok oynan mış yazarlarımıza bakın: Dinçer Sümer (85 temsil), Faruk Erem (77), Tun cer Cücenoğlu (78), Haldun Taner (55), Hidayet Sayın (44). Ben hepsinin toplam telif kazancının kat kat fazlasını yurtdışında birkaç haftada yazı lan şeylerle kazanabilirim. (Kanıt: "Moon in Boorplo" adlı senaryomu izinsiz filme çeken bir Amerikan şirketinden aldığım 250 bin dolar tazmi nata ilişkin Anadolu Ajans haberinin gazete kupürleri ve çek fotokopisi.) Ayrıca, Ebedi Kurul ile hiçbir ilişkim olmadığı yıllarda, bırakın ödenekleri, yal nız özel tiyatrolardan sağladığım telif geliri son dönemdeki DT kazancımın en az on katıdır. (Kanıt: makbuzlar). Ama bütün bunlardan okura ne?
• Yine Nalbantoğlu'nun aktardığını ileri sürerek benim o toplantıda şöy le konuştuğumu iddia ediyor Erten: "Biz, Rahmi Dilligil'in bokunda bon cuk bulmadık. Oyunlarımızı oynatıyor, onun için destekliyoruz." O biçim konuşmanın herkesçe bilinen üslubuma uymaması bir yana, gerçek öyle olsa bile benim "Oyunlarımızı oynatıyor, onun için destekliyoruz" diyebi leceğimi tahmin eder misiniz? O kadar aptal mıyım? Doğrusu şöyleydi: "Bizim, Rahmi Dilligil ile ya da başka kişilerle özel ilişkimiz yok. Türk oyun yazarlığına kim gereken değeri verirse onu destekleriz." O söz Erten'in üslup prizmasından geçince kazuraflı bir hâl almış. Maalesef, "tipik". • Erten para konusunu diline dolayarak "Söylediği kadar almadım" de yip duruyor. Bana verilen muhasebe sonuçlarını ve bilgisayar dökümlerini size ileteyim, enflasyon payını da hesaba katarak inceletin lütfen (beş yıl öncesinin 100 milyon lirasıyla bugünkü aynı değil elbette). Yanlış varsa söz konusu muhasebecilerden sorsun hesabını. Ben konunun uzmanı ol madığım için şimdi şu kadarını kesinlikle söyleyebilirim; salon doldurma oranlarımız aynı olduğu halde, Erten'in çeviri ve uyarlamalardan sağladı ğı kazanç benim teliflerden aldığımdan daha fazla. Çünkü yıllar boyunca salon seçimi ve temsil süresi bakımından esnafça hesaplarını uygulatma yollan bulmuş. • Öyleyken zeytinyağı misali üste çıkıp derginizde şöyle yazabiliyor: "Er duran oyunlarını oynatıp para kazanmak için yırtınıyor. Devlet Tiyatroları 64
• Laf cambazı Yücel Bey kafiyeli sözcük oyunlarıyla hiciv sanatını yeni doruklara çıkarıyor sayfalarınızda. Engin nüfuzum sayesinde tiyatro nere deyse dramatik, epik ve refik olarak üçe ayrılacakmış. Büyük polemikçi bu üstad canım. Başa çıkılmaz. Hani erkek okullarında "Onu öyle demez ler, peynir ekmek yemezler, ben de seni..."diye başlayan atışmalar var dır. Öğrencilik yıllarının laf dalaşlarında kim bilir kaç çocukcağızı ne biçim tuşa getirmiştir bu sözel yağlı güreş pehlivanı. Başka kimsede yokmuş gi bi her fırsatta sayıp dökmeye bayıldığı ödüllerine bir de atışma madalyası ekleyerek biraz daha yüceltmeliyiz Yücel Bey'i. • Şaka bir yana, çok daha vahim bir belirtisi var bu zattaki kafa ve gönül sefaletinin. Edebi Kurul'a bir uyarlama oyunu geldi. Ömrümde gördü ğüm en iğrenç metinlerden biri (Kanıtı birazdan sunacağım). Oy çoklu ğuyla kabul edildi. Olumlu oy verenlere nedeni sorulduğunda yanıtlar şu noktada birleşti: "Aman mesele yapmayalım, üstümüze sıçratmayalım." (Neydi bu Yücel Erten korkusu, gerçekten anlamıyorum. Ünlü oyuncu Nalbantoğlu ondan yılıp tükürdüğünü yalar, kurul üyeleri ondan çekinip vicdanlarına aykırı oy kullanırlar... Sırrı sırf sinsi şirretliği miydi, yoksa "El bette yine Genel Müdür olacağım, o zaman görürsünüz "diye dağıttığı mavi boncuklar ve aba altından gösterdiği sopacıklar mı?) Oyunun kabu lünün ertesi günü en "zevk-i selim" sahibi yazar ve yönetmenlerimizden Erhan Gökgücü telefon edip "O kepazeliği geçirmekten utanmadınız mı?" diye patladı. Fail olmadığımı anlatıp yatıştırana kadar akla karayı seçtim. Geçen yaz sistemli ve sürekli saldırıları bir kerecik yanıtlarken o oyundan kısacık diyalog örneği verdim. Yazarını çıldırtan bu oldu. Ve karşılık diye neyi diline doladı, biliyor musunuz? Benim üç yıl önce Viagra konusunda Milliyet gazetesinde yayımlanan yazı dizimi. İktidarsızlık ima ları ile konuyu yerli yersiz gündeme getirmekte. Son olarak sayfalarınız da yazdığını buyurun, okuyun: "Erduran, Aristofanes'ten esinlenerek yazdığım bir oyuna bayağılık yakıştırması yapıyor. Yavanmış, çirkinmiş. Ben de Erduran'ın impotentlere yani iktidarsızlara tavsiye edilen bir ilaçla ilgili deneyimlerini gazetelerde çarşaf çarşaf yazmasını bayağı, yavan ve
çirkin bulabilirim." • Asıl konumuzla hiç ilgisi olmadığı halde, burada okurdan özür dileye rek bir parantez açmak zorunda bırakılıyorum yine. Gazetecinin görevi toplumun sorunlarına ışık tutmak, derlediği bilgileri yaymak ve varsa çö züm yollarını göstermektir. Türk toplumunda bugün dahi cinsel konular da korkunç bir karanlık var. Pek çok kızda doğuştan bulunmayan bir za rın yokluğu açığa çıkınca gerçek bakireler bile "aile kararlarıyla" boğazla nabiliyor. Koşullar uygun olmayınca her erkekte rastlanabilen ereksiyon sorunlarına ise manyakça ölçülerde önem veriliyor; o yüzden milyonlarca erkeğimiz gizli ya da açık bunalımlar içinde kıvranıyor, çoğu zaman da acısını kadınlarından çıkarıyorlar. Sonuçta yaşanan mutsuzlukların, kav gaların, boşanmaların, cinayetlerin, intiharların haddi.hesabı yok. Oldum olası gazete yazılarında bunu belirtmeye çalışmışımdır. Üç yıl önce bam başka bir ürolojik sorun nedeniyle göründüğüm bir yabancı hekim tek kerelik viagra denememi istedi. O vesileyle edindiğim bilgileri de Türk okurlarına aktarmak için kadim "gazetem" Milliyet'e birkaç yazı verdim. Ciddiyetle yazılmış, somut gözlemlere dayalı, bayağılık ya da çirkinlik de nebilecek hiçbir şeyle ilgisi olmayan haber-yorum örnekleriydi. Yayım sı rasında koparılan gürültüde ölçünün kaçırıldığı görüşüne ben de katılı rım. Pek ilginç buldukları için yan bilgiler ve resimlerle süsleyerek fazlaca uzattılar; ama sorumlusu değilim. Bu iş için gazeteden bir lira bedel iste medim. Yalnız bir uçak bileti verdiler. İlacın yapımcısı şirketten müthiş paralar aldığım dedikodusu çıkarıldı. Oysa Pfizer pek nezaketsiz bir fir ma. Gerçekten trilyonluk reklamı bedava yapıldığı halde, bir basınla ilişki ler görevlisi telefonla arayıp teşekkür etme zahmetine katlanmadı.
cy a
• Yine konunun yüzde yüz dışında ama, madem ki Yücel Bey insanların iktidar durumlarını bu denli önemli ve ilginç buluyor, yeri gelmişken me rakını gidereyim. Herhangi bir ruhsal ya da fiziksel aksaklık gibi, iktidar sızlık ayıp değildir. Nasıl başım ağrıyınca aspirin yutuyorsam, gerek du yarsam o aksaklığın ilacını da alırım hemen. Zaten o nedenle hiçbir komplekse kapılmadan söz konusu yazıları yazabildim. Ama, şimdilik ve "hasbelkader", öyle bir gerek yok. (Kanıt: Son oğlumun doğum tarihi Ekim 1997. Viagra 1998 yılının Nisan ayında çıktı. Süper kuşkucu kafala ra soru işaretleri takılmasın diye, oğlumun bir resmiyle benim aynı yaşta çekilmiş fotoğrafımı takdim edeyim; benzerlik derecesi incelensin). An cak, diyelim bu durumlar böyle değil de hepsinin tersi geçerli. Bir sözümona kültürel tartışmada gündeme getirilmesinin yine de anlamı olur mu şu özel ve kişisel konuların? Ben bir sanatçıyı değerlendirirken "Her kesçe görülen boynuzlan" diye lafa girsem yakışık alır mı? Sizin sanat derginizde öyle mi tartışmalıyız?
özenle eğilmiyorsunuz. Onların birincisi, temelin temeli, tiyatromuzun sorunlar Anayasasının ilk maddesi şu; duygularımız, düşüncelerimiz, geçmişimiz, dertlerimiz, se vinçlerimiz, üslubumuz, onurumuz, kısacası kişiliğimiz sahnelere yeterin ce yansıtılmıyor ya da yansıtılamıyor. Kendimize yabancılaştırılmış, batı maymunu ile şaşkın ördek arası bir ucubeye dönüştürülmüş, nereden gelip nereye gittiğimizi bilemez duruma düşmüşüz. Her şeyden önce sersemlikten kurtulup kimliğimizi ve yolumuzu netleştirmemiz gerek. Geçenlerde Zafer Kayaokay "Hep üstyapıyla uğraşıp altyapıyı ihmal ettik, elimizde yeterli bina ve donanım yok" diyordu bir söyleşisinde. Doğru dur. Ama tiyatromuzun alt ve üstyapısının yanı sıra bir de içyapı diyebile ceğimiz içerik alanında boşluk var. Onu doldurmada ilk görev oyun ya zarlarımıza düşer. Oysa, boyuna genç yazar, yeni yazar lafı edildiği hal de, öyle birileri yok görünürde. Çünkü öyle birilerine gerçek talep yok. Uğraşlarına malzeme sağlayacağı için oyun yazarlarının en doğal iş orta ğı olması gereken eleştirmen ve medyacı kesiminin büyük bölümü ne dense onları -bir iki özel gözde dışında- ya düşman sayıyor ya da gör mezden geliyor. Tiyatro icracıları arasında hâlâ en kötü yabancı malı bile yerli üretimden daha şık daha makbul genellikle. Kuruluşlarından bu yana konservatuvarlarımızda çocuklara hep ithal malzeme çalıştırılmış. Hâlâ DT stajyer sınavlarında hemen tüm adaylar aynı yabancı parçaları sergiliyorlar kısır döngü tiryakileri gibi. Son izledi ğim Trabzon sınavında yetenekli bir delikanlı bir soruyu yanıtlarken ay nen şöyle dedi: "İyi şeyler yapmak arzusundayım, ama halk yerli oyun is tiyor." Böyle "Türk sanatçısı" ile Türk tiyatrosu nereye varabilir? Oyun yazarlarımızın çoğuna her ne hikmetse en hırsla cephe almış kişi lerden Sevda Şener bile Devlet Tiyatroları'nı eleştirirken bakın ne diyor: "Neden yerli oyunlar sahnelenirken yeterli özenin gösterilmediğine tanık oluyoruz? Neden başarılı oyuncularlar yerli oyunlarda rol almak istemi yorlar?" Müjdat Gezen de Türk Tiyatrosu Kitabı adlı incelemesinde dob ra dobra şöyle yazıyor: "Ben tiyatro adamlarımızı, meslektaşlarımı yeteri kadar zeki bulmuyorum. Hemen hepsi Batı'da gördükleri bir oyunu bu rada sahneleyip Türk tiyatrosuna bir şeyler yaptıklarını sanıyorlar. Bence Türk tiyatrosu önce yazar yetiştirmekle oluşur. Türk yazarı yazacak, Türk yönetmeni yönetecek, Türk oyuncusu oynayacak, Türk seyircisi de izleye cek. Bunun aksi Türk tiyatrosu olur mu? Yıllardır Batı özentili sanatçıları mız gerek konservatuvar eğitimi içinde, gerekse tiyatro sahnelerinde mil let uyutup duruyorlar."
pe
• Gelelim Yücel Erten'in yukarıda sözünü ettiğim oyununu niçin yavan ve çirkin bulduğuma, Erhan Gökgücü'nün niçin kepazelik diye nitelediği ne. (Ona güveniyorum; tükürdüğünü yalamaz). Yazarının dramaturg ayarlayarak hakkında "Fevkalade, mutlaka oynanmalı"diye kasideye ben zer rapor yazdırdığı metnin daha birinci sayfasında karşımıza çıkan, açık lanınca yine onun öfkeli ve telaşlı tepkilerine yol açan alıntıyı buraya da dercedelim bir kez daha özür dileyerek: "Aman kardeş bu erkekler çok sinsidir. Gelmeyecek sanırsın; bir de bakarsın gelmiş! -Evet kız, benimki hep ben gelmeden geliveriri- Benimki önce beni getirir; sonra kendisi gelir! -Aman kız, benimki gider-gelir, gider-gelir; bir türlü gelmek bil mezi- Ulan aklınız fikriniz apış aranızda be!" Sakın bunu kasıtla seçilmiş bir bölüm sanmayın; oyun baştan sona inanılmaz derecede düzeysiz ve tatsız. İsteyene tüm metnin kopyasını sunmaya hazırım. Okusun, kendi karar versin. Daha geniş ölçüde denemenin yolu da açık. Yücel Bey şim di özgür. Başarabilirse bir de tiyatro ayarlasın. Uygun yönetmen bulmak kolay; kendi kalemiyle göklere çıkardığı kendi, beğendiği oyunculara da beğendirsin metni. Açsın perdeyi. Bakalım hep aynı ustalıkla ayarladığı amigo eleştirmenler bile ne diyecek. Seyirci nasıl karşılayacak. Telifini ya ratamadığı için bağrına kompleks taşlan basarak uyarlamacı biçimiyle ye tindiği kalem emekçiliğinin bu düzeydeki ürünleriyle Türk tiyatrosunun gelişimine hangi katkılarda bulunacak? İzninizle artık bu gerçekten kabak tadındaki Erten konusunu kapatalım, özel ve kişiselden genel ve ilkesele geçelim. Derginizin başındaki Mustafa Demirkanlı ile dün bir toplantıda karşılaş tık. Bana şöyle dedi: "Gözünüzü oyun yazarlığımızın sorunlarına dikmiş siniz, çevrede olup biten başka şeylere dikkat etmiyorsunuz." Bu görüşte gerçek payı var. Ama siz de hayli zamandır gözünüzü tek kişiye ilişkin konulara diktiniz, tiyatromuzun temel sorunlarına yeterli ve dengeli
Bendeniz artık o uykulardan uyanılmasını istiyorum, o kadar. Son dönemde DT yönetimine de bir türlü dert anlatamadım. (Çünkü so run yalnız yönetimin anlaması değil. Camia içindeki ruhsal iklimin değiş mesi gerek.) "Yüzde yetmiş oranında yerli oyun oynanacak" demenin yeterli rota olduğu sanıldı. Oysa değil. Sorunu salt yerli-yabancı konusu gibi ele almak yanıltıcı. "DT ne üretiyor, niçin üretiyor, toplumun kendi ne gelmesi için hangi katkıları nasıl sunabilir?" sorularına açık yanıtlar getirmek ve somut uygulamaları o raya oturtmaya başlamak gerek. O yönde yola çıkıldığını göremediğim için, yılbaşından önce festival dola yısıyla Moskova'da bulunduğumuz sırada Genel Müdür'e Edebi Kurul'dan istifa dilekçemi verip nedenlerini bir kez daha anlatmaya çalış tım. İki ay beklememi rica ederek "İlk koordinasyon toplantısında bu mesele baş konu olarak gündeme gelecek" dedi. Şimdi son aylardaki çizginiz açısından pek çok sorun çözülmüş göründü ğüne göre, eski günlerimize dönüp temel sorunlara sizin de daha etkin likle eğilmeye başlamanızı bekleyebilir miyiz?
Açıklamalar: 1) Turgay Nar'ın açıklaması; " Ben Serhat Nalbantoğlu'nun bulunduğu herhan gi bir toplantıda bulunmadığım gibi. Serhat Nalbantoğlu ile hiç karşılaşmadım. Yolda görsem tanımam. Refik Erduran'ın beni tanık göstermesinin nedenini an layamadım. Adı geçen olaya da tanık olmadım. 2) Refik Erduran'ın yazıda bahsettiği belgeler, bizde değil Refik Erduran'dadır. Yazıda bizde olduğu gibi bir izlenim olduğu için açıklama gereği duyduk. 3) Mustafa Demirkanlı'nin açıklaması: Yazıda bahsedilen görüşme olmuş ama beni söylediklerim R.E.'nın aktardığı gibi değildi. R.E.'na "Yerli yazarlar adı altın da oyunlarınızı D.T.'larında daha fazla oynatmaya çalışırken, çevrede olup biten başka şeylere dikkat etmiyorsunuz. Her koşulda arkasında durduğunuz I. Rah mi Dilligil'i şimdi daha iyi tanımışsınınızdır umarım." demiştim. 65
İstanbul Büyükşehir Beledişesi Şehir Tiyatroları'nda sahnelenmekte olan "Woyzeck" oyunu üzerine iki yazıya ilişkin. 1. Yazı: "Tiyatronun anti-kahramanları", Hüseyin Sorgun, Zaman, 13 Aralık 2000 Eleştiri yazısından bölüm: "Ulusoy'un iki buçuk saati bulan oyunun tekstinde kısaltma yoluna gitmesi isabetli olurdu." Dokunma: Mehmet Ulusoy'un oyun metninde kısaltma yapmasını uygun gören Sorgun, Ulusoy'un bunun tam tersini yaparak, uzunca eklemelerle oyunu epey uzatmış olduğunun ayırdında değil. (Yaklaşımının gerekçesini, aşağıda kimi bölümlerine değinilen 2. yazı kapsamında açıklıyor, Ulusoy. Sorgun'un ilgisine...) 2. Yazı: "Tiyatroyu hatırdılar!", Elif Korap, Milliyet Sanat, 15 Aralık 2000 Yazıda Ulusoy'un dile getirdiklerinden çeşitli bölümler: "Büchner, 23 yaşında ölüyor. Yaşasaydı Shakespeare olacaktı." Dokunma: "Ulusoy'a özgü bir söz savrukluğu" olarak alınırsa, antropolojik yanlışın üzerine durulmayabilir.
pe
cy
a
"Osmanlı'nın 700. yılı için yapılan oyunda yalnız Fransız Hükümeti veriyor parayı. O da yetmedi ben kendi cebimden harcadım bu proje için. Bu ayıptır. Bazı insanların utanması lazım. Tüm dosyalar gönderildi İsmail Cem'e. Başvurularımızı yaptık, reddedildik." (...) "Kimin elinde bu işler bilmiyorum." (...) "Bu ahlaksızlar kimler!" Dokunma: "Osmanlı Imparatorluğu'nun 700. yıldönümü nedeniyle İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelediğini" belirttiği 'Güz Bitiminde Moliere ya da Kibarlık Budalası'nı "Fransa'nın destekliyor, Türkiye'nin reddediyor" olmasıyla bağlantılı olarak yönetmen Ulusoy'un birilerine fena halde öfkelendiği açık. Ancak bu birilerinin kimler olduğundan ya da neler yaptıklarından emin olmadığı anlaşılıyor. Öte yandan, arşivler, söz konusu oyunun 10. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde (bir Fransız, bir Türk Moliere yapımını bir araya getirecek) "Fransa buluşması" için sahnelendiğini gösteriyor.
"Avrupa'nın en iyi tiyatrolarından birinin, bir Türk tiyatrosunun yok oluşunu seyrediyorlar." (...) "Güz Bitiminde Moliere ya da Kibarlık Budalası"nı turneye, Marsilya'ya götürdüm. Bütün kritikler 'Herkes başını iki elinin arasına alsın, Moliere nasıl sahneye konur, görsünler' yorumunu yaptılar." Dokunma: Ulusoy'un kendi tiyatrosu ile kendi oyunu üzerine değerlendirmelerinde alçakgönüllüğe itibar etmemesine "kişisel yaklaşımı" olarak bakılabilir. Ancak, söz konusu Tarhunda Tiyatrosu'nun, Elif Korap tarafından Türk-Fransız tiyatrosu biçiminde tanımlanırken, Ulusoy'un ağzında Türk tiyatrosu olması, sorgulamaya açıktır. Söz konusu oyunun ise olumlulardan çok "düş kırıklığı yaratan", "beklentileri karşılamayan" türü olumsuz eleştiriler aldığını, yine arşivler söylüyor. Yazının tümüne ilişkin: Oyunun adı Woyzeck, Ulusoy'dan yapılan alıntılar dahil, baştan sona "Woyczek" olarak geçmiş. Dokunma: Bu en "masum dokunma" Ulusoy'a da dokunmuş mudur?
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Tiyatro İstanbul Yazan: Neil Simon Çeviren-Yöneten: Gencay Gürün Sahne Tasarımı: Nilgün Gürkan Işık Tasarımı: Aytekin Saday Oynayanlar: Arsen Gürzap, Nurseli İdiz, İnci Türkay, Tiraje Başaran, Şehnaz Çakıralp, Metin Arslan, Yunus Güner. Büyük şehirde yaşayan kadınların yalnızlık, seks ve evlilik yaşamlarını konu alan bu oyun; haftanın belirli bir gününde kocasından ayrı yaşayan Olive'in evinde bir araya gelerek bilgi oyunu oynayan beş kadının beraberlikleri, Florence'in de kocasından ayrılması ve Olive'in evine yerleşmesi ile değişik bir safhaya girer. Florence ne kadar titiz, yemek yapmasını seven, dayanılmaz derecede anaç bir kadınsa, Olive de tersine pasaklı, dağınık, eğlenmeyi ve erkekleri seven bir kadındır. Çok iyi anlaşan arkadaşların bile aynı evi paylaşınca yaşayabilecekleri sorunları ele alıyor.
Aziz Nesin'in öykü ve taşlamalarından yola çıkarak Yücel Erten tarafından uyarlanan Azizname, Devlet Tiyatroları'nda 5 yıl kapalı gişe oynadıktan sonra kaldırılmıştı. Yeni kurulan Öteki Tiyatro'nun ilk projesi olan Azizname Ankara'da 100. Yıl Kültür Merkezi'nde seyircisi ile yeniden buluştu.
pe cy a
Tiyatro: Tiyatro Oyunevi Yazan: Bernard- Marie Koltes Çeviren:Olcay Kunal Yöneten: Mahir Günşiray Sahne Tasarımı: Claude Leon Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Müzik:Turgay Erdener Oynayanlar: Alper Develioğlu, Güven İnce, Ayça Damgacı, Ece Eroğlu, Evren Yazıcı, Elif Ongan, Ali Özmen.
Tiyatro:Öteki Tiyatro Yazan: Aziz Nesin Uyarlayan-Yöneten: Yücel Erten Sahne -Giysi Tasarımı: Ayçın Tar Müzik: Turgay Erdener Koreografi: Salima Sökmen Oynayanlar: Serhat Nalbantoğlu, Hüseyin Avni Danyal, Ercan Demirel, Ünsal Coşar, Serhat Mustafa Kılıç, Emre Karayel, Özlem Başkaya, Gizem Erdem.
Ülkemizde yeni tanınmaya ve sevilmeye başlanan Koltes'in daha önce İBŞT ve İzmit BBT'de de birer oyunu sahnelenmişti.
Tiyatro: Oyuncular Tiyatro Gurubu Yazan: Franz Kafka Oyunlaştıran-Yöneten: Selma Köksal Sahne-Giysi Tasarımı: Aslı Tülüoğlu Müzik: İlker Görgülü Koregrafi: İpek Değer Işık Tasarımı: Jon Stigner Oynayanlar: Emrah Kolukısa, Gülsüm Soydan, Cem Safran, Selma Köksal Franz Kafka'nın hikayelerinden (Sokağa Bakan Pencere, Kızıldereli Omak, Tapınan ile Sohbet, Açlık Cambazı, Şarkıcı Jozephine ya da Fare Ulusu, Cezalılar Kolonisi, K'nın Önünde) oluşan "Sokağa Bakan Pencere" adlı oyunu Taksim Sıraselviler Caddesi No: 48 Daire 4, Nâzım Hikmet Vakfı Kültür Merkezi Tiyatro salonunda sergilenmeye başladı.
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Bizim Tiyatro Yazan: Cuma Boynukara Yöneten: Zafer Diper Sahne Tasarımı: Canan Karakadı Işık Tasarımı: Ersin Kızılkaya Oynayan: Zafer Diper
pe cy
a
Oyun, Latin Amerika ülkelerinin birinde, bir tutuklunun, tutukevinde tek başına geçirmekte olduğu tutukluluğuna, beş yıl sonra katılan, üç tutsakla birlikte verdiği yaşam savaşını konu alıyor.
Tiyatro: Sahne Oyuncuları Yazan: Clive Exton Çeviren: Hale Kuntay Yöneten: Hakan Altıner Sahne-Giysi Tasarımı: Malike Altan Oynayanlar: Nedret Güvenç, Ayberk Atilla, Selda Özbek Tüzün, Uğur Demirpehlivan, Mehmet Ulay, Serhan Ernak. Otuz beş yaşındaki Roy Lewis, on yedi yıl önce evlendiği ilk gün, bunu annesine söyleyememesiyle başlayan yalan alışkanlığını, gelişen çeşitli olaylar üzerine geliştirmeye başlar.
Tiyatro: Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları Yazan: Peter Shaffer Çeviren: Orhan Azizoğlu Yöneten: Hadi Çaman Sahne Tasarımı: Serenay Şahin-Canol Balkaya Işık Tasarımı: Serdar Ece Oynayanlar: Cenk Sözeri, Günyol Bakoğlu, Eda Özel
Tiyatro: Kenter Tiyatrosu Yazan-Yöneten: Oğuz Aral Sahne Tasarımı: Cengiz Özek Işık Tasarımı: Murat İpek Müzik: Buğra Uğur Oynayan: Müşfik Kenter Oğuz Aral'ın yıllardır sürdürdüğü Pazar yazılarındaki "Huysuz İhtiyar" karakteri sahne üstünde.
Tiyatro: Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu Yazan: Jorge Goldenberg Çeviren: Zeynep Avcı-Zeynep Su Kasapoğlu Yöneten: Işıl Kasapoğlu Sahne Tasarımı: Duygu Sağıroğlu Müzik: Joel Simon Oynayanlar: Köksal Engür, Tilbe Saran, Cüneyt Türel, Güler Ökten, Yavuz Pekman
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu Yazan-Yöneten: Savaş Aykılıç Sahne Tasarımı: Cenap Aydınoğlu Giysi Tasarımı: Hasibe Özgür Işık Tasarımı: Mesut Aydın Müzik: İhsan Kılavuz Oynayanlar: Müfit Kayacan, Mehmet Özgür, Recep Kamiloğlu, Nilgün Kayacan, Safinaz Özgür, Hasibe Özgür, Erkan Altay, Hülya Kayacan, Erdal Gürcan, Saadet Yıldırım, Özlemcan Tul.
Tiyatro: Antalya Büyükşehir Tiyatro Atölyesi Yazan: Emmanuel Robles Yöneten: Arzu Gamze Kılınç Sahne Tasarımı: Veli Kahraman Giysi Tasarımı: Oya Yağcı Oynayanlar: Muhammet Uzuner, Ahmet Bilgin, Yaşar Aydınlıoğlu, Erdinç Ökten, Nuri Türker, Barış Kutas, Durmuş Ali Emre, Bülent Eriş, İpek Kaçaroğlu, Sacide Taşaner, Enver Akoğlu, Gülen Baykuş, Necati Gündoğdu, Enis Zeytinoğlu, Murat Tuncay, Kıvanç Kılınç, Nedim Özdemir, Raşit Çıkan
a
Emmanuel Robles, İspanyol baskısı altında yaşam mücâdelesi veren Venezuela halkı üzerinde şiddeti ve erk tutkusunun ulaştığı boyutları gözler önüne seriyor.
Tiyatro: Tiyatro Boyalı Kuş Yazan-Yöneten: Zeynep Kaçar Müzik: Murat Hasarı Işık Tasarımı: Okan Yalabık Filmler: Ümit Güney Fotoğraflar: Ümit Çırak Afiş Tasarımı: Ümit Çırak Teknik: Burçak Karaboğa Dramaturg: Jale Karabekir Oynayanlar: Feyza Işık, Zeynep Kaçar. Tiyatro Boyalı Kuş, "Ferhat ile Şirin" masalındaki kadın imgesini sorgularken, ayrıca Türkiye'de kadın olmayı, kadın
cy
pe
Aristofanes'in Lysistrata adlı eserinden esinlenerek yazılan köy seyirlik, ortaoyunu, tuluat tiyatrosu gibi geleneksel Türk Tiyatrosu biçimlerinden de özellikler taşıyan oyun, binlerce yıl önce Anadolu'da yaşayan kadınların kocalarını savaştan vazgeçirmek ve toplum yönetiminde söz sahibi olmak amacıyla Aşk Grevi yapmalarını konu alıyor.
Tiyatro: Bartın Bölge Tiyatrosu Yazan: Özen Rodop Yöneten: Zafer Gecegörür Sahne Tasarımı: Erhan Demiryay Işık Tasarımı: Ekrem Berberoğlu Oynayanlar: Şenol Şahin, Gökay Yıldırım, Sercan Ersoy, Tunay İğnecik, Selda Şen, Orhan Çiçek, Fuat Türkyılmaz.
olarak aşık olmayı ve kadın olarak tiyatro yapmayı da sorguluyor.
ŞUBAT
OCAK 04
••••> 20.30
İyi Hava Kötü Hava
İ y i Hava Kötü Hava BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ
02
Ormanların H e m e n Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
•-••} 2 0 . 3 0
I Ormanların H e m e n Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
| •••••> 18.30
B İ L S A K TİYATRO A T Ö L Y E S İ
05 S,™ Ormanların Hemen Önündeki Gece > TİYATRO OYUNEVİ Yazan: Bernard-Marie Koltes Çeviren: Olcay Kunal Yöneten: Mahir Günşiray Sahne Tasarımı: Claude Leon Müzik: Turgay Erdener Işık: Yüksel A y m a z Oyuncular: Alper Develioğlu, Güven ince, Ayça Damgacı, Ece Eroğlu, Evren Yazıcı, Elif Ongan, Ali Özmen
Ormanların H e m e n Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ _ ,
Oyun Üzerine
06
"Ceza Kolonisi"nde > TİYATRO OYUNEVİ Yazan: Franz Kafka Sahne Metni: Ceza Kolonisi, Şato, Akademiye Bir Rapor Yöneten: Mahir Günşiray Sahne Tasarımı: Claude Leon Işık: Yüksel A y m a z Oyuncular: Alper Develioğlu, Ece Eroğlu, Evren Yazıcı, Ayça Damgacı, Güven ince, Mehmet Polat, Mahir Günşiray
03 > 20.30 .
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
Söyleşi
-•> 22.00
08
Gergedanlaşma STUDIO OYUNCULARI
09 •w.
Ferhat ile Şirin TİYATRO BOYALI KUŞ
•••••> 2 0 . 3 0
77
iyi Hava Kötü Hava BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ
—> 20.30
Gergedanlaşma STUDIO OYUNCULARI
••••> 20.30
06
Ferhat ile Şirin TİYATRO BOYALI KUŞ
•••••> 20.30
12
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
İyi Hava Kötü Hava •• BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ
09
70
| -••> 2 0 . 3 0 , —> 22.00
Tedirginliği 5. SOKAK TİYATROSU
-•••> 15.00
Ay Tedirginliği
•••> 18.30
•> 23.00-0^.00
Gergedanlaşma STUDIO O Y U N C U L A R I
-•••} 2 0 . 3 0
16
Ferhat ile Şi in TİYATRO BOYALI KUŞ
"••> 2 0 . 3 0
18
İyi Hava Kötü Hava BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ
cy O r m a n l a r ı n Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
| •••••> 18.30
pe
•••••> 2 0 . 3 0
••••> 2 0 . 3 0
75
İyi Hava K ö t ü Hava BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ
- 4 20.30
22
İSTANBUL PLAYBACK THEATER (Spontanite Tiyatrosu) Yöneten: Deniz Altınay
Ormanların H e m e n Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
GALA •••> 20.30
23
Ferhat ile Şirin BOYALI KUŞ
•••••> 2 0 . 3 0
24
Gergedanlaşma STUDIO O Y U N C U L A R I
25
İyi Hava Kötü Hava BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ
•••••> 2 0 . 3 0
26
H i z m e çiler TİYATRO OYUNEVİ
•••••> 2 0 . 3 0
27
A y Tedirginliği 5. SOKAK TİYATROSU
-415.00
Ay Tedirginliği 5. SOKAK TİYATROSU
•••••> 18.30
Oyun Üzerine Söyleıi
boyunca:
Hizmetçiler TİYATRO OYUNEVİ
—> 22.co
,
,
„
,
20 M.
—•} 22.00
••••} 18.30 —> 21.00
" C e z a Kolonisi"nde TİYATRO OYUNEVİ 78 "pazar"
•••••> 2 0 . 3 0 ,
.
Oyun Üzerine Sayletı
"Ceza K o l o n i s i " n d e TİYATRO OYUNEVİ
77
Milonga Ayşegül Sefil ile Tanso
••• ••> /6.00-21.00
Gergedanlaşma STUDIO O Y U N C U L A R I
•••••> 2 0 . 3 0 • ••••> 2 0 . 3 0
Ferhat ile Şirin TİYATRO BOYALI KUŞ
22
24
• ••••> 2 0 . 3 0
İyi Hava Kötü Hava B İ L S A K TİYATRO ATÖLYESİ
23 Hizmetçiler , TİYATRO OYUNEVİ ^
•••••> 2 0 . 3 0 Oyan Üzerine Süyte&ı
Ay Tedirginliği 5. S O K A K TİYATROSU
•••
4
•-•> ; 2 . o o
15.00
Ay Tedirginliği 5. S O K A K TİYATROSU
-••> 18.30
Ay Tedirginliği 5. S O K A K TİYATROSU
-•> 21.00
Milonga Gecesi Ayşegül Betit ile Tango
•••••> 2 3 . 0 0 - 0 4 . 0 0
26
Gergedanlaşma STUDIO O Y U N C U L A R I
•••> 20.30
27
Ferhat ile Şirin TİYATRO BOYALI KUŞ
•••••> 2 0 . 3 0
Tango Atölyesi! -421.00
Milonga Ayşegül Betit ile Tango
••> 16.00-21.00
29
Gergedanlaşma STUDIO OYUNCULARI
•••••> 20.30
Ferhat ile Şirin TİYATRO BOYALI KUŞ
"Ceza Kolonisi"nde TİYATRO OYUNEVİ „
•••••> 20.30
28
20
l6 "ÖSS"'
79
GALA | —} 21.00
•••••> 2 0 . 3 0
Ferhat ile Şirin TİYATRO BOYALI KUŞ
•••••> 2 0 . 3 0
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
••-> 16.00-21.00
73 j •••••> 21.00
Milonga Gecesi
I —> 21.00
Milonga Ayşegül Betit ile Tango Gergedanlaşma STUDIO O Y U N C U L A R I
Ayşegül Befıl ı/e Tango
"sokağın öte t a r a f ı n d a k i son sesler" Video CLAUDE LEON
•••••> 18.30
İSTANBUL PLAYBACK THEATER 77 72
a
İSTANBUL PLAYBACK THEATER
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
-415.00
Ay Tedirginliği 5. S O K A K TİYATROSU 5. S O K A K TİYATROSU
5. SOKAK TİYATROSU
20
20.30
••••> 2 0 . 3 0
Ay Tedirginliği
Oyun üzerine Söyleti
f5
•••>
Ormanların H e m e n Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
> 18.30
•••••> 16.00-21.00
" T i y a t r o A f i ş l e r i " Sergisi Kumpanya'nın (Bülent Erkmen) Tiyatro Oyunevi'nin (Esen Karol) 5. Sokak Tiyatrosu'nun (Emre Çıkınoğlu) oyun afişleri sezon boyunca Kumpanya Sahnesi ve İSM 2. KAT'ta.
05
c8
Milonga Ayşegül Betit ile Tango
Sezon
-•> 16.00-21.00
••••> 20.30
27
" M o d e r n Dans" CHRISTINEBRODBECK Her hafta çarşamba ve c u m a r t e s i günleri
Milonga Ayşegül Betit ile Tango
- 4 16.00-21.00
Milonga Ayşegül Betit ite Tango
[—>21.00
04 | > 21.00
Ferhat ile Şirin > TİYATRO BOYALI KUŞ D r a m a t u r g : Jale Karabekir Yazan-Yöneten: Zeynep Kaçar Oynayanlar: Feyza Işık-Zeynep Kaçar Müzik: Murat Hasarı Teknik: Burçak Karaboğa
"Tango" AYŞEGÜL BETİL Her pazar 13.00-14.30: Tango Çalışması, 14.30-15.45: Serbest uygulama (practica) 16.00-21.00: Milonga
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
| •-> 18.30
07
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ „ _ _ „
Ay Tedirginliği > 5. SOKAK TİYATROSU Yazan: Özen Yula Yöneten: Mustafa Avkıran Sanat Yönetmeni: Naz Erayda Koreografi: Övül Avkıran Müzik: A r m a ğ a n Kulualp, Hakan Baycılı Oyuncular: Derya Alabora, Murat Karasu Psikodrama: Deniz Altınay Prodüksiyon Asistanları: Evren Erbatur, Mahir Yıldız
İyi Hava Kötü Hava > BİLSAK TİYATRO ATÖLYESİ D r a m a t u r j i ve Projeyi Gerçekleştirenler: Şehsuvar Aktaş, Aylin Deveci, Şerif Erol, Nihal G. Koldaş, Göze Saner Tasarım ve K u r g u : Nihal G. Koldaş Müzik ve Işık: Murat ve Ergun
—> 18.30
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
Hizmetçiler > TİYATRO OYUNEVİ Yazan: Jean Genet Yöneten: Mahir Günşiray D r a m u t u r g i : Çetin Sarıkartal Sahne Tasarımı: Claude Leon, Selim Birsel Müzik: Turgay Erdener Işık: Yüksel Aymaz Oyuncular: Alper Develioğlu, Güven ince, Mahir Günşiray
Gergedanlaşma > STUDIO OYUNCULARI Yazan ve Yöneten: Şahika Tekand Sahne Tasarımı: Esat Tekand
Ormanların Hemen Önündeki Gece TİYATRO OYUNEVİ
- 4 20.30
07
Bu çalışma, Hollanda-Nijmegen El Corte Tango Merkezi hocalarından BIRKIT ve MUZAFFER (Muzo&Biki) tarafından 27 ve 28 Ocak'ta gerçekleştirilecektir. Tüm tango dansçılarına açık: başlangıç/orta/ileri seviyeler! Daha ayrıntılı bilgi için Muzo&Biki'nin web-sitesi La Zapada ziyaret edilebilir. Düzenleyen: Ayşegül Betil Kayıt için İSM 2. Kat'ı arayınız.
•••••> 2 0 . 3 0
İ S M 2 . KAT: İstanbul S a n a t M e r k e z i ( İ S M ) Tarlabaşı Bulvarı No: 1 2 0 - 1 2 2 Beyoğlu T : 0 2 1 2 2 5 4 9 6 9 6 Biletler A d a m Kitabevi (Beyoğlu) ve İ S M 2. KAT gişesinde.
Tahtakurusu • 1
OYUN METNİ
Mayakowski Çeviren: Sabiha Serim
TAHTAKURUSU Oyun kişileri : Bratficsh, lwan (Wanja), Zoja Birkelein, Elsevira Davidovvna Rinnesans, Rosalia Pawlovvna Rinnesans, David Ossipowitsch Rinnesans, Trampel, Bir milis, Bir kaşif. Bir hademe, Erkek ve kadın satıcılar, Hayvanat bahçesi müdürü, İtfaiye şefi, itfaiye erleri. Geline refakat eden kızlar, sağdıçlar. Gelinin ana ve babasına vekalet edenler, Düğün misafirleri, Bir Çilingir, Gazeteci ve muhabirler, Merasim salonunun hademeleri, Sovyet şehrinin başkanı, Merasimi tertip eden, Sovyet prezidiyumu, Avcı, Çocuk ve İhtiyarlar.
pe cy
(Ortada bir mağazanın döner kapısı. Sağ ve solda içinde güzel eşyalar bulunan vit rinler. Alışveriş meraklıları içeriye dalıp pa ketlerle yüklü bir halde çıkmaktalar. Sahne ve seyircilerin arasında önlerinde sepetleriyle işportacılar dolaşıyor.)
Ustura kadar keskin kocaların yanakları için! Diller kadar keskin çetin tartışmalar için! Lütfen, bayanlar baylar! SEYYAR ABAJUR SATICISI: Filtre eder ışığı renkli süzgeçler! Duygulanmak için mavi Aşk için kırmızı derler! Alınız yoldaşlar! BALON SATICISI: Havada uçuşan uzun sucuklar, Gökyüzüne yükselin korkmadan! General Nobile'nin arktik huzuru Asılıydı kutupta Buna benzer bir sucukta Hemen alın, iyi insanlar! SEYYAR RİNGA BALIĞI SATICISI Cumhuriyetçi soğan balıkları Uzaklaştırır sarhoşluk mahmurluğunu herkesin masasında SEYYAR FANTEZİ EŞYA SATICISI: İçleri kürkle kaplanmış sutyenler! İçleri kürkle kaplanmış sutyenler! ZAMK SATICISI: Vatandaşlar atmayın pencerenizden, kırılanları mutbak ve evinizden! Lazımlıklar
a
BİRİNCİ SAHNE
SEYYAR DÜĞMECİ: Düğme dikmek artık evlilik boyunduruğu olmaktan kurtulacak; kopuk düğmeler yüzünden boşanma dava ları kalmayacaktır. İşaret ve baş parmağını zı bastırdınız mı, pantolonlar asla aşağı kaymaz, bayanlar baylar. Hakiki Hollanda malı, Garantili mekanik, Otomatik çıt-çıtlar. Yarım düzinesi sadece yirmi köpek... Buyrunuz, alınız şentilmenler. SEYYAR KUKLA SATICISI: Devlet balesinden Zıplayan adamlar. Masa ve yatak için En güzel oyuncaklar. Her bir çift hoplar zıplar Önünde halk - komiserinin! SEYYAR MEYVA SATICISI: Ananaslar! - bitmiştir... Muzlar! - mevcudu tükenmiştir... Elmaların dört adedi sadece 15 köpek Emreder misiniz genç vatandaş? SEYYAR BİLEY TAŞI SATICISI: En âlâ biley taşları Prusya perdahı için. Ucuz sağlam kullanışla.
meşhur üstadların büstleri Ekselsiyor toz zamkı yapıştırır onları! Hanımefendiler arzu ederler mi? SEYYAR ESANS SATICISI: Coty kolonyası kuyumcu terazisinde! Coty kolonyası çamaşır dolabında! KİTAPÇI: Kocası evde bulunmayınca karısı ne işle meşgul olur? Merhum Kont Leo Nikolajevvitsch Tolstoy'nun yüz elli eğlenceli fıkraları, bir ruble yirmi yerine sadece on beş köpek. FANTEZİ EŞYA SATICISI: İçleri kürkle kaplanmış sutyenler, İçleri kürkle kaplanmış sutyenler. (Bratfisch, Rosalia Pawlovvna, Trombon sahneye çıkar) " FANTEZİ EŞYA SATICISI: İçleri kürkle kaplanmış... BRATFİSCH: (Heyecanla) Çocuk başlıkları ne kadar asil! ROSALİA PAWLOWNA: Çocuk başlıkları nı da nerede görüyorsunuz? Bunlar... BRATFİSCH: Gözlerim yok mu benim? İkizlerimiz doğacak olursa? Bunu Dorothy bunu da Lilian için alıyorum... Onlara aris tokrat sinematokrat isimler koymaya karar verdim... Böylece ikisi hep bir arada gez meye çıkarlar. Canına yandığım! Evim var lık içinde yüzmeli. Satın alınız bunu Rosalia Pawlowna! TROMBON: (Kıs kıs gülerek) Alın, alın Ro salia Pawlowna! Böyle kafalarda kalabalık lara yer bulunur mu? Onlar genç kuşağa dahil olmuşlardır bir defa, her şeyi kendile rine mahsus bir görüşle kavrarlar. Kusursuz 71
Tahtakurusu • 2 eski çağ proleter neslini -bir de sendikanın üye kartını- evinize getirmekteler. Bütün bunlar için birkaç ruble harcamaktan kaçı nacak mısınız? Eviniz varlık içinde yüzmeli. ROSALİA PAWLOWNA: (İç çekerek çan tasını açar onları satın alır.) TROMBON: Verin, ben taşırım... Şeycikler o kadar hafif ki... Merak etmeyin... Para is teyecek değilim bunun için... SEYYAR OYUNCAK SATICISI: Devlet ba leşinden zıplayan adamlar... BRATFISCH: Zürriyetim ruh zarafetiyle ye tiştirilmelidir. Bunu da satın alın Rosalia Pavvlovvna.
(Zoja Birkelstein içeriye girerken az daha konuşanlara çarpacak gibi olur. Hayretle çekilip dinlemeye başlar.) TROMBON: Düğün korteji ne zaman yapı lacak? ' BRATFISCH: Saçma sapan neler söylüyor sunuz? Hangi kurtuluş? TROMBON: Kortej dedim. Her türlü deb debeli merasim geçit resmi ve bilhassa dü ğün alayı için, güzel yabancı dillerde bu ke limeyi kullanırlar. BRATFISCH: Pekâlâ! Pekâlâ! Şakacı sizde! TROMBON: Mesele şudur ki: Kortej yakla şırken Hymenâos'un Epithalamium'unu te rennüm edeceğim. BRATFISCH: Neler zırvalıyorsun? Ne Himalayası? TROMBON: Himalaya değil ilâh Hymen'in Epithalamium'u. Eski Yunanlıların aşk ilahı gibi bir şey. Şu sarı oportünist venizelosları değil, eski çağın gerçek cumhuriyetçilerini kast ediyorum. BRATFISCH: Yoldaş Trombon, harcadığım paraya göre kibar bir düğün istiyorum, hiç bir suretle mitolojik bir şey olmasın, anladı nız mı? TROMBON: Aman yoldaş Fiedelbratsch, bunu söylemek bile lüzumsuz. Sadece an lamakla kalmayıp, Plechanow'a göre an cak Marksistlerde bulunan hayal gücümün sayesinde, sınıfa sadık, asil, kibar şahane düğün merasimimizi bir prizmadan seyre der gibi oluyorum!.. Gelin arabadan iniyor, tamamiyle kırmızılar içinde, kırmızı bir gelin -tabii demek istiyorum ki- gelin terlemek tedir. Gelinin babasına vekâlet eden kızıl muhasip Jerykalow onu elinden tutuyor. Jerykalow gerçekten kıpkırmızı, felce isti datlı şişman bir dalaverecidir. İçeriye girer ken size kızıl sağdıçlar refakat edecek. Kır mızı jambonlarla sıra sıra kırmızı şişelerden akseden ışığın altında parlamaktadır bütün masa...
cy a
ROSALİA PAWLOWNA: Fakat Yoldaş, Bratfisch... BRATFISCH: Vatandaşlar! Bana yoldaş de meyin, henüz proleterya ile akraba olmadı nız. ROSALİA PAWLOWNA: Müstakbel yol daş, vatandaş Bratfisch, bu kadar para ile, ufak tefek şeyler hariç, tam on beş erkek, bıyık sakal tıraşı olabilirdi. Düğün için on iki litre bira almak daha iyi olmaz mıydı? Bu fi kirde değil misiniz? BRATFISCH: (Sertçe) Rosalia Pawlowna, evimin idaresini ben... TROMBON: Evi varlık içinde yüzmeli. Dans edip eğlenilmeli. İçkiler fıskiyelerden fışkırır gibi akmalı. (Rosalia Pawlowna alışverişi yapar) TROMBON: Zahmet etmeyin verin bana, para istemez, memnuniyetle taşırım. DÜĞME SATICISI: Düğmeleri dikmek ar tık evlilik boyunduruğu olmaktan kurtula cak! Kopuk düğmeler yüzünden boşanma davaları kalmayacak!
cehenneme yollamanızda haklıymışsınız. Ah bu yol kesen haydutlar. Vatandaşlık haklarımı ve tuzlandırılmış ringa balıklarımı devletin sosyal kooperatifinde aramasını bilirim. TROMBON: Biz burada bekleyelim yoldaş Fiedelbratsch. Orta sınıfa mensup burjuva larla niçin haşır neşir olmalı? İnsan ringa balığını tartışma yolu ile elde etmemeli. Ba na on beş ruble bir şişe de votka verdiğiniz takdirde şahane bir düğün organize ede rim. Düğünlerin en âlâsı, emin olabilirsiniz. BRATFISCH: Adetlere bağlı hayat tarzının aleyhindeyim. Kanaryalar beslemek ve sa ire... Yoldaş Trombon! Müşkülpesent bir insanım ben... Şu anda beni aynalı bir do lap ilgilendirmekte...
pe
BRATFISCH: Ailemizde gericiliği belirten adetler tatbik edilmeyecek. Pantolonlardan dolayı sıkıntılı durumlar yaratılmayacak... Bunu da alın Rosalia Pawlowna... TROMBON: Sendikanın üye kartı elinizde bulunmadığı müddetçe onu kızdırmayın lütfen Rosalia Pawlowna, o galip sınıfa da hildir, madam. Yolunun üzerine dikilenleri, bir lav seli, bir çığ gibi sürükler. Yoldaş Fiedelbratsch'ın pantolonları da bir fıskiyeye benzemeli.
(Rosalia Pawlowna içini çekerek bu alışveri şi de yapar.) TROMBON: Verin, taşırım paketi... Bir şe ye malolmaz size. RİNGA BALIĞI SATICISI: En iyi cumhuriyetçi soğan balıkları Tuzlandırılmış tazeliği ile misli bulunmaz! ROSALİA PAWLOWNA: (Yolunun üzerin de bulunanları iterek, neşeli) Soğan balıkla rı pek münasip! Düğün için esaslı bir ikram. Almalıyım bunları. Yol verin bay şentilmenler! Bu ça-ça balığının fiyatı ne kadar? SATICI: Som balığının kilosu iki altmış. ROSALİA PAWLOWNA: Bu biçimsiz, içi geçmiş küçük uskumrular için mi iki altmış? SATICI: Ne diyorsunuz madam? Bu iri ko lan balığı sadece iki altmışa. ROSALİA PAWLOWNA: Salamuraya yatı rılmış korse baleni için iki altmış mı? Böylesini duydunuz mu hiç yoldaş Fiedelbratsch? Çarı katledip Bay Rjabuschinskiyi 72
BRATFISCH: (Coşarak) Tamam! Mükem mel! TROMBON: Kızıl misafirler, göreneğe uya rak "Öpüşün, öpüşün!" diye bağırışırlar. Artık zevce olan kızıl gelin de kıpkırmızı du daklarını uzatır onlara. ZOJA: Wanja! (şaşkın bir halde ikisini kol larından yakalar. Onlar kızın ellerini iter kol larındaki tozları silkelerler) Wanja! Ne de
mek istiyor- Bu kravatlı komik adam neler saçmalıyor? Hangi düğün, kimin düğünü? TROMBON: Kızıl işçiler nikâh merasimi. Elsevira Davidowna Rinnesans ile... BRATFISCH: Zoja Iwanna eski sevgilim, Senden daha güzelini seçtim; Memeleri dik, gamzeleri çukur Sende eksik olanın fazlası bulunur! ZOJA: Wanja! Peki ben ne olacağım! "Gökyüzüne yükselmek, sonra da veda et mek" manası ne bunun? BRATFISCH: (Itercesine elini uzatır) Ayrıldık birbirimizden Denizdeki iki gemi gibi... ROSALİA PAWLOWNA: (Dükkândan fır lar, yukarı kaldırmış ellerinde birçok ringa balığı taşır) Balinalar! Yunus balıkları! (Ba lıkçıya) Haydi sümüklü böceklerini bunlarla karşılaştır bakalım. (Mukayese eder, balık çının ringaları daha büyüktür, ellerini vurur birbirine) Ha! Tam bir kuyruk boyu daha uzun. Vatandaş Fiedelbratsch, söyleyin ba na, niçin mücadele ettik, imparator hazret lerini öldürüp Bay Rjabuschinski'yi kovduk. Sizin şu Sovyet gücünüz beni mezara yolla yacak... Bir kuyruk tam tamamına bir kuy ruk boyu daha büyük. TROMBON: Saygı değer Rosalia Pawlow na bir de öbür ucu ile karşılaştırın. Görüyor musunuz bir baş daha uzun. Ringa balığı nın başının ne gibi faydası vardır size. Yenilmediğine göre kesilip atılacak. ROSALİA PAWLOWNA: Neler söylediğini işittiniz mi? Başını kesmek mi? Asıl sizin ba şınızı kesmeli vatandaş Trombon. Şu başı nıza kimse bir köpek dahi vermez. Halbuki başsız ringa balığının kilosu on köpek daha ucuzdur. Haydi. Marş eve! Evin idaresi için sendikanın üye kartına ihtiyacım var mutla ka. Mamafih kızım kâr getiren bir müesse sede çalışıyor. Pek de yabana atılacak bir şey değil bu. ZOJA: Beraber yaşayacak, beraber çalışa caktık. Her şey bitti mi şimdi? BRATFISCH: Vatandaş! Aşkımız likide edil miştir. Medeni bir duygunun gelişmesine mani olmayın yoksa milisi çağırırım. (Zoja ağlayarak Bratfisch'in koluna yapışır. Bratfisch kendisini kurtarır ellerinden. Ara larına giren Rosalia Pawlowna'nın paketle ri yere düşer.) ROSALİA PAWLOWNA: Bu serseri karı da ne istiyor? Damadıma neden musallat oluyorsunuz? ZOJA: Bana aittir o! ROSALİA PAWLOWNA: Ya! Hamile mi yoksa... Ona geçimini temin edecek parayı verir, suratını da paçavraya çeviririm. BİR MİLİS: Bu nahoş duruma bir son verin artık vatandaşlar. İKİNCİ SAHNE (Gençlik yurdu. Soluyarak nefes alan kâşif resim masasının üzerine eğilmiş. Bir deli kanlı sırtüstü yatmakta, genç kız karyola nın kenarına oturmaktadır. Gözlüklü biri ki tabına dalmıştır. Kapı açıldıkça ampul ve
Tahtakurusu- 3 yok onda, buna rağmen kıvırcık saçlı bir başı var. İhtimal ki rutubetten! KİTAPLI GENÇ: Haydi oradan. Yazardır o. Neler yazdığını bilmiyorum. Yalnız, çok meşhur olduğunu biliyorum. Akşam gaze tesinde onu üç defa tenkit ettiler. Apuchtin'in bazı şiirlerini kendininmiş gibi satmış güya. Bu durum ona pek dokunmuştur mutlaka. Tekzip göndermiş. Koyun kafalı dır hepsi, yazdıkları hakikate uymuyor, diye iddia ediyormuş. Nadson'u kopya etmişmiş... Kimin haklı olduğunu bilemem. Eser lerini basmıyorlar artık. Bu yüzden şöhreti büsbütün arttı, gençliği yetiştiriyor şimdi. Birine şiir yazmasını, diğerine kuşlar gibi öt mesini, üçüncüye de panayırlardaki ayılar gibi dans etmesini öğretmektedir. Fakat borç para almasını bütün derslerden iyi öğ retiyor.
KIZ: Saçma. Herif bir kravat alır almaz, Mac Donald lakabını takarak alay ettiler onunla. DELİKANLI: O bir Mac Donald'dır zaten. Kravatı önemsiz. Kravatı ona bağlı olmak tan ziyade kendisinin kravatına bağlı olma sından ötürü. Düşünme sıkıntısına uğradı ğından başını çevirmeye bile cesaret ede miyor... HADEME: Ayakkabılarındaki delikleri ver nikle kapatıyor. Yırtık çoraplarından görü nen derisini de mürekkeple boyuyor. GENÇ ADAM: Derisi günahı kadar karadır zaten. KÂŞİF: Belki de münasip yere sürülmemiş-' tir bu kara. Çorabının ikisini de değiştirme liydi. HADEME: Ortaya bir kâşif atılır hemen. Patent hakkını çıkart derhal. Fikirlerini de aşınmamalarına dikkat et. (Bir bezle masa nın üstünü silerken orada bulunan bir ku tuyu düşürür. İçindeki kartvizitler yelpaze şeklinde yere saçılır. Hademe onları topla mak için eğilir, sonra pencerenin yanına götürür. Gülmeye başlar, yoldaşlara yaklaş maları için işaret eder.) HEPSİ: (Okuyup tekrarlarlar) Pierre Fiedelbratsch! Pierre Fiedelbratsch. KÂŞİF: Yeni bir isim edinmiş. Bratfisch ne dir ki Bratfisch? Niçin Bratfisch? Kimin ihti yacı var Bratfisch'e? Fakat Fierre Fiedelb ratsch sadece bir isim değil başlı başına bir ahenk, bir romanstır.
SÜPÜRGELİ GENÇ: İşçinin vazifesi, suni nasırlar edinmek değildir. (Bu cümle söylenirken, üstü başı yağ içinde çilingir girer, ellerini yıkadıktan sonra dö ner) ÇİLİNGİR: İşçilerle ilgisi kalmadı artık. Bu gün istifa etti. Bir fin fan fon'la, berber kı zıyla evleniyor. Kız aynı zamanda kasiyer ve manikürcüdür. Bundan sonra tırnakları nı Matmezel Elsevire kesecek. KAŞİF: Elzevir - Bu bir çeşit matbaa harfi nin adıdır. ÇİLİNGİR: Matbaa harfi filan bilmem ben. Yalnız "korpus" hakkında bilgi sahibiyim, bu kelime de kadına tam uymaktadır. He saplarda yanılmasını çabuklaştırmak için kı zın resmini muhasebeciye göstermiş. Karıya bak, şahane sinesine! Yirmi kiloluk iki memesine! ÇIPLAK AYAKLI GENÇ: Olabilir, ne çıkar bundan. Yarın teknik kısmın şefi olabilir belki de. O vakit her gün konçlu çizmeler giyer mükemmel bir eve konarım. ÇİLİNGİR: Beni dinle dostum. Senin güzel perdelere ihtiyacın var. Perdeleri aç - soka ğa şöyle bir göz gezdir. Perdeleri kapaşşşrak, rüşvet, para cebe. İnsan denilen ya ratık ancak çalıştığı zaman yalnız olmak is temez, kızarmış piliç yerken tercih eder yal nızlığı. Bizler siperlerde sürünürken de böy le talihler vardı. Fakat akıllarını kurşunlarla başlarına getirdik. Haydi gidiyor musun? ÇIPLAK AYAKLI GENÇ: Gidiyorum, gidi yorum. Bana Kari Liebknecht numarasını yapmak istiyorsun galiba. Senin gibisi kapı aralığından çayır papatyasını gösterir gös termez hücum eder hemen. Yalancı kahra man sen de!
pe cy
a
birçok kapısı olan koridor görülmektedir.) ÇIPLAK AYAKLI GENÇ: (Bağırarak) Çiz melerim nerede? Yine çalmışlar onları. Ge celeri muhafaza edebilmek için, Kursk is tasyonuna götürüp emanetçiye mi teslim etmeliyim onları? HADEME: Çizmeleri Bratfisch giydi. Deve ye benzer sevgilisi ile buluşmaya gitti. Gi yerken de müthiş küfrediyordu. Bu sondur, dedi. Akşama yeni sosyal durumuna uy gun, yepyeni bir kılıkla geleceğim, dedi. ÇIPLAK AYAKLI: Ahlaksız herif. GENÇ BİR İŞÇİ: (Ortalığı toparlayarak) Ar tık çöpü, süprüntüsü de kibarlaştı. Eskiden boş bira şişeleri, balık kuyruklarından baş ka toparlayacak bir şeyleri olmazdı onun. Şimdi her tarafta boş esans şişeleriyle yağ mur kuşağı renginde kurdelalar sürünmek te.
KIZ: (Hülyalı) Evet, bir şeyler seziliyor bu isimde -Pierre Fiedelbratsch- ne kadar hoş hatta zarif bir ahengi var. Gülebilirsiniz he piniz. O belki şu anda kültür devrimini aile vi ölçülere göre kendinde tatbik etmiş ve başarmıştır bile. GENÇ ADAM: Bu suratla Büyük Puşkin'i bile kandırmıştır. Ayı postuna benzeyen favarilerini dağıtırım korkusuyla, bitlerini ayıklamaktan çekiniyorum. KIZ: Harry Piel'in de yanaklarında buna benzer kültür işaretleri var. KÂŞİF: Saç hususunda ustasıdır onun. Ba şımızdaki saçları kıvırmak tekâmülün zirve sine ulaşmak!.. GENÇ ADAM: Bu ustanın saçları nerede kök salmıştır acaba? Kafa namına bir şey
ÇİLİNGİR: Böyle bir şey düşünmem bile. Bu kokmuş güruhun bana tesir edeceğini mi sanıyorsun. Bak çok kalabalığız... Hepi mize yetecek kadar akrabasını kayıran kız çoktur bu dünyada. Evleri yaptıktan sonra durum kaşla göz arasında hal edilir... Bir çırpıda... Fakat teslim bayrağını çekerek si perlerimizden çıktığımızı asla görmeyecek ler. ÇIPLAK AYAKLI: Yine eski nakarat, si per... Artık 1919 senesinde değiliz. İnsan lar şimdi güzel şeyleri esirgemiyorlar kendi-
lerinden. ÇİLİNGİR: Bu da bir nevi siper sayılmaz mı? ÇIPLAK AYAKLI: Manasızlık... ÇİLİNGİR: Bitler sürüsüyle... ÇIPLAK AYAKLI: Budalalık. ÇİLİNGİR: Atışlar da sessiz barutla yapıl maktadır. ÇIPLAK AYAKLI: Saçmalık. ÇİLİNGİR: Bir çift gözün namlusu ile Bratfischciğimizin postunu deldiler. (Bratfisch, ayağında rugan çizmeler, içeriye girer. Çarpık çurpuk eski ayakkabılarını bağlarından tutarak sallar, sonra çıplak ayaklıya fırlatır. Elinde paketlerle Trombon gelir. Bratfisch'in görmemesi için, iğrene rek, dans adımlarıyla geri çekilen çilingirin önüne geçer) TROMBON: Ah yoldaş Fiedelbratsch, bu kaba danslara önem vermeyiniz, olgunlaş makta olan narin zevkinizi bozabilir. ÇİLİNGİR: Yaltaklanmaktan vazgeç, sura tın ezilecek bir gün. TROMBON: Sizi çok iyi anlıyorum. Yoldaş Fiedelbratsch. Hassasiyetinizle bu iğrenç mecliste çok hem de pek çok sıkıntı çekiyorsunuzdur. Büyük sabrınızla sade bir ders daha tahammül edin. Hayatın en so rumlu adımı: Nikâhtan sonraki ilk fokstrot bütün bir ömür için etkili olmalı. Şimdi ha yali bir damla dans eder gibi birkaç figür yapınız. Ama niçin Mayıs resmi geçitinde gibi tepiniyorsunuz? BRATFİSCH: Yoldaş Trombon çizmelerimi çıkarmalıyım. Evvela ayaklarımı sıkıyorlar, sonra da şekilleri bozulacak. TROMBON: Aferin, aferin hafif adımlarla ilerleyin. Mehtaplı bir gecede, hülyalı ve melankolik bir halde evinize dönüyormuşsunuz gibi. Çok iyi, çok iyi yalnız vücudunu zun alt kısmını bu kadar sallamayın. Kolla rınızın arasında dekovil değil bir matmazel bulunuyor. Evet, tamam, çok güzel... Elini zi nereye koydunuz, bu kadar aşağıda ol mamalı. BRATFİSCH: (Hayali omuzun üzerinden kaydırır elini) Elim mi? Havada destek bula mıyorum elim için. TROMBON: Yoldaş Bratfisch öyleyse kor se, sutyen civarında keşif hareketine geçi niz. Dinlendirmek istiyormuş gibi kıymetli baş parmağınızı ortaya dayayınız. Hassasi yetiniz kadının hoşuna gidecek sizin için de bir ferahlama olacak. Öteki elinizi düşüne bileceksiniz. Omuzlarınızı neden sallıyorsu nuz. Dansınız fokstrot'luktan çıktı sevimli halinizle "Shimmy" gösterisini yapmaktası nız. BRATFİSCH: Hayır, yürürken sırtımı kaşı mak istiyordum yalnız. TROMBON: Fakat böyle bir şeyi kim yapar Yoldaş Bratfisch. Şayet dans ettiğiniz vakit böyle bir durum olursa damınızı kıskanıyor, hafif bir kıskançlık nöbeti geçiriyormuş gibi gözlerinizi kısın, hafif adımlarla geriye doğ ru gelip duvara yaklaşın. Oradaki herhangi bir heykele sırtınızı sürtün. Görüşeceğiniz modern çevrelerde alçıdan yapılmış ıvır-zıvır, yaldızlı oymalar fazlasıyla bulunacaktır. 73
Tahtakurusu • 4
ÜÇÜNCÜ SAHNE (Büyükçe bir kuaför salonu. Yan taraflarda aynalı masalar. Her aynanın önünde kâğıt tan yapılmış çiçek buketi. Tıraş masasının üzerinde bira şişeleri. Sahnenin ön kısmın da solunda kapağı açık bir piyano, sağında soba. Sobanın teneke boruları odayı boy dan boya kaplamaktadır. Ortada yuvarlak bir dünya masası. Masanın etrafında, Pierre Fiedelbratsch, Elsevira Rinnesans, damat ve gelinin ikişer arkadaşı, anne ve baba Rinnesans, gelinin babasına vekalet eden baş muhasip ve gelinin annesine vekalet eden hanım. Helge Trombon, arkası seyir cilere dönük masanın yanında bir şeyler yapmakta meşgul)
cy
BRATFISCH: Burnunuzu başkalarının işine sokmayın kıymetli yoldaşım. Niçin savaş tım? Daha güzel bir hayat uğruna savaş tım. Şimdi bir kadına, bir eve sahip oldum, görgü kurallarını da öğrenmiş bulunuyo rum. Gerektiği zaman yurttaşlık vazifemi de yapmasını bilirim. Savaşta bulunan bir insan sakin sahillerde dinlenme hakkını ka zanır. Evet!.. Varlıklı oluşum belki de bütün sınıfımın hayat standardını yükseltmeye se bep olacaktır. ÇİLİNGİR:
(Herkes kapıya koşar) GENÇ A D A M : Zavallı! Parti hücresinde adamakıllı hakkından gelirler onun. SESLER: Çabuk... Çabuk... Kurtarın... Kur tarın... BİR SES: Cankurtaran arabasını! Çabuk! Çabuk!.. Kendini vurmuş! Göğsünün orta sına! Adres: Orta keçi'sokağı, numara 16. (Tek başına kalan Bratfisch eşyalarını top lar) ÇİLİNGİR: Senin gibi kıllı bir mahlûk yü zünden öldürdü bu şahane kadın kendini! Defol! (Bratfisch'i yakasından tuttuğu gibi dışarıya atar arkasından da eşyalarını fırla tır) HADEME: (Koşarak doktora gelir, Brat fisch'i tutar fırlatılan şapkasını verir) Deli kanlı! Delikanlı! Amma da gürültülü ayrıl dın sınıfından.
a
Sırtınızı iyice sürttükten sonra silkinme ha reketi yaparak şu sözleri söyleyin: "Kurnaz kadın, çok iyi anladım sizi... Benimle alay ettiniz... Halbuki ben... ve saire ve saire." Oldukça serinlemiş ve sakinlemiş bir halde dansınıza devam edin sonra. BRATFISCH: Bu şekilde mi yapılacak? TROMBON: Aferin! Mükemmel! Bir dahi siniz Yoldaş Bratfisch. Burjuva sınıfını çem ber içine alma ve sosyalizmi kurma şartları içinde bulunan bir memlekette gelişme im kânlarından mahrum kalıyorsunuz. Acaba bizim şu "Orta keçi sokağımız" mı size la yık olan dans mesleği temin edecek. Dün ya çapında bir devrime ihtiyacınız var sizin. Bütün Avrupa'ya yayılmalıdır bu devrim. Chamberlain ve Pointcare'lerin boyunlarını kırmalıydınız. Ahenkli hareketleriniz saye sinde Moulin Rouge ve Pantheon'dakileri hayran bırakacaksınız. Bunları daima hatır layın ve yumuşamayın sakın. Fevkalâde! Ben de gitmeliyim artık. Düğün yardımcıla rına çok dikkat etmeli. Nikâh merasimine kadar bir kadeh içkiden başkasını verme meli onlara. İşlerini bitirdikten sonra ister lerse şişeleri boşaltsınlar. Örövuar (çıkar ken kapıdan seslenir) Çok rica ederim iki kravatı birden takmayın bir daha, bilhassa renkleri değişik olduğu zaman. Şunu da iyi ce aklınızda tutun: Kolalanmış gömlek ya kaları asla dışarıya doğru katlanmaz. (Bratfisch yeni elbiseleri prova eder) GENÇ ADAM: Wanja bırak şu maskara şeyleri, kendini niçin korkuluğa benzetmek istiyorsun?
pe
ELSEVİRA: Başlayalım mı Fiedelciğim? FİEDELBRATSCH: Bir dakika sabret. (Ara) ELSEVİRA: Fiedelciğim başlayalım mı? FİEDELBRATSCH: Sana sabret dedim. İyi organize edilmiş bir merasimle evlenmek istiyorum. Şeref misafirleri huzurunda ve bilhassa yönetim kurulunun sekreteri çok saygıdeğer Yoldaş Lasalltschenko'nun hu zurunda! Arzum budur!
Bir cengâver! Bir Suworow! Haklıdır o!.. Küçük bir köprü kurmak istedim. Sosyalizme götürecekti beni Onu bitirmeden henüz Tembellik sardı beni. Köprülerde otlar bitiyor, Koyunlar zevkle yiyor. Basitcesi bunun: Biz İstirahat etmekteyiz. Tamam mı?
BRATFISCH: Canın cehenneme. Kaba, tahrikkâr sözlerinle rahatsız etme beni... Anladın mı? (Yatağa oturur lavtaya uyarak şarkı söylemeye başlar) Lunatscharski sokağını biliyor musun? Orada güzel bir köşk durmakta Zarif şekilli merdivenleri Pencereleri gözleri okşamakta. (Tabanca sesi duyulur, Bratfisch kapıya ko şar) DELİKANLI: (Kapının yanından) Zoja Birkelein kendini vurdu! 74
BİR MİSAFİR: (Koşarak içeriye girer) Lüt fen gecikmemi affedin saygıdeğer düğün misafirleri. Muhterem sekreterimiz La salltschenko'nun tebriklerini iletmekle vazi felendirildim. İcap ederse yarın kiliseye da hi gelecekmiş. Fakat bugün gelemeyeceği ni, Parti günü olduğundan çaresiz hücrele ri ziyaret etmek mecburiyetinde kaldığını, söyledi. Artık programa başlayabiliriz. BRATFISCH: Düğün ziyafetinin başladığını ilan ediyorum! ROSALİNA PAWLOWNA: Saygıdeğer mösyöler lütfen yemeklere iltifat ediniz. Böyle besili domuzu başka bir yerde bula mazsınız. Yunanistan veya Polonya ile sa vaş olur korkusuyla bu domuz butunu üç yıl evvel satın aldım. Savaş olmadığına ve et küflendiğine göre... Yiyiniz bayanlar baylar! ODADA BULUNANLAR: (Bardaklarını kal dırırlar) Yaşasın gelin ve güvey! Öpüşün! Öpüşün!
(Elsevira Pierre'e sarılır, Pierre de şerefli du rumuna uygun vakur bir tavırla öper onu) BAŞ MUHASİP: Beethoven'den bir parça çalın!.. Yoksa neydi ismi? Shakespeare'in parçası! Hoş bir şey olsun. Senenin her gü nü büyük adamların yıldönümünü niçin kutlarız acaba? (Piyanoyu yaklaştırır) SESLER: Sandığı kanadından tutun, kana dından; Sandığın tuşları var tuşlar... Dişler gibi, dişler dizisi gibi! İndirin yumruğu san dığın dişlerine! BRATFISCH: Lütfen piyanonun ayağına basmayın pedalları hassastır. TROMBON: (Kalkarken sendeler, bardak taki votkayı döker) Yoldaş Fiedelbratsch'ın mücadele dolu yolunun asil bir sonuca eriş tiğini görmekle kendimi son derece mutlu addetmekteyim. Vakıa bunun uğruna par ti sicil defterini kaybetmekle beraber, yeri ne bir çanta dolusu devlet tahvilleri kazan mıştır. Sınıflarımızdan ve etraftan yükselen itirazları, uygun ve faydalı bir düzene sok maya muvaffak olduk. Halk diliyle sosya lizm diye anılan toplumun ilerdeki saadeti ni Marksist gözlerimizle bütün berraklığı ile görmekteyiz. ODADA BULUNANLAR: Öpüşün! Öpü şün! (Elsevira ve Bratfisch öpüşürler) TROMBON: Aile kurma hususunda dev adımlarla ilerlemekteyiz. Ölüme boş verdi ğimiz Perekop savaşında, bu güllerin açıp güzel kokular saçacağını tahmin edebilir miydik? Absolütizmin boyunduruğu altın da inlediğimiz zamanlar büyük hocalarımız Marx ve Engels, günün birinde, isimsiz fa kat yüce emek dünyamızla, yenilgiye uğra makla beraber, yine de son derece cazip olan kapitalin kudreti arasında evliliğin tat lı bağlarını kuracak kadar hür olacağımızı, tahmin ve ümit edebilirler miydi? ODADA BULUNANLAR: Öpüşün! Öpü şün! TROMBON: Saygıdeğer vatandaşlar. Gü zellik ilerlemenin motorudur. Basit bir işçi kaldığım takdirde sıfatım ne olacaktı? Va tandaş Trampel! Trampel sıfatıyla ne yapa bilirdim ki?.. Böğürmek, melemekten baş ka bir işe yaramayacaktım. Halbuki Trom bon olarak istediğimi yapabilirim: Helge Trombon, Kaderin oğlu, İsimler değişti Saadete erişti! Şimdi Helge Trombon oldum. Cemiyetin, eşit haklara sahip bir üyesi olarak medeni yetin bütün lütuflarından faydalanabilir, içi mi dökebilirim -pek iğrenç bir kelime dö kebilmek... Süprüntü, çöp, su dökülebilirbaşka bir kelime kullanmalı... Fikrimi anla tabilirim. Hatta eski Yunanlılar gibi beyitler le: "Elsevira Fiedelbratsch, her şeye inanma kaç!" veya bir saz şairi gibi Hassas güzel ruhun için Defne dalından bir çelenk, yemyeşil Şarkıcı gırtlağını Votkalı ringa kuyruğu ile sil ODADA BULUNANLAR: Aferin! Öpüşün!
Tahtakurusu- 5
DÖRDÜNCÜ SAHNE (İtfaiye erinin miğferi alevlerin ışığı ile par lamaktadır karanlık gecede. İtfaiye şefi tek başına gelir. Girip çıkan itfaiye erleri de ra por vermekteler) BİRİNCİ İTFAİYE ERİ: Yangın yoldaşı söndüremiyoruz bir türlü! Sarhoş serserileri, yangını ancak iki saat sonra bildirirlerse... Barut deposu gibi yanmaktadır adeta (gi der). ŞEF: Neden yanmayacakmış sanki? Örüm cek ağlarına benzeyen kumaşlarla, ispir to... İKİNCİ ER: Alevler azalıyor. Hortumdan fış kıran sular derhal donuyor. Bodrumu dol duran sular tamamen buz tutmuştur. Pati naj sahası gibi adeta (gider). ŞEF: Cesetler bulundu mu? ÜÇÜNCÜ ER: Kafasına tavan yıkılan birini hemen morga götürdüler. DÖRDÜNCÜ ER: Başında çatal bulunan cinsiyeti belli olmayan birini de götürdüler. BİRİNCİ ER: Kafatası çelenkli bir kadın bu lundu sobanın arkasında. ÜÇÜNCÜ ER: Kasaya sarılmış biri çıkarıldı meydana. Sağlığında hırsız veya büyük bir tüccardı mutlaka.
pe cy
GELİNİN ANNESİNE VEKALET EDEN: Analık ve kızlık şerefini tahkir ediyorsu nuz... Bırakın saçlarımı... Köpoğlu köpek!.. SAĞDIÇ: Köpoğlu köpek diyen kim? Yeni evlilerin huzurunda kaba, yontulmamış sözleri men ederim. (Baş muhasip şarkı söyleyerek kasanın ma nivela kolunu laterna gibi çevirmeye baş lar) ELSEVİRA: (Trombon'a) Ah biraz piyano çalsanıza! Toska veya Toskanini'nin valsı nı... Ne kadar sarmandır o parça... Tıpkı bir hayal gibi... SAĞDIÇ: (Elindeki kemanı silah gibi tutar) Hela diyen kim? Yeni evlilerin... (Trombon onu sakinleştirir piyanoya gider) SAĞDIÇ: (Tehditkâr bir tavırla seyretmek tedir onu) Niçin hep siyah tuşlara vuruyor sun? Demek ki proleterya için yalnız kara kısmı yeterli olacak, beri tarafta burjuvazi tümünden istifade edecek, öyle mi? TROMBON: Neler düşünüyorsunuz vatan daş? Bütün gücümle beyazları çalmakta yım.
meyin! (Ortalık birdenbire karışır. Üzerinde tüller den yapılmış gelin elbisesiyle sobaya çarpar gelin. Soba devrilince alevler, dumanlar kaplar etrafı) HAYKIRIŞMALAR: Yanıyoruz! Yangın!.. Kim söylüyor yandığımızı... Yangın!.. Yan gın!.. Yalnız ringa balığı vardı... Som balığı yok mu?.. Tramvaylar hep birlikte...
a
TROMBON: Güzelliğin anası... SAĞDIÇ: (Öfke ile kalkar) Ana mı? Ana di yen kim? Genç evlilerin huzurunda böyle laubalilikleri men ederim. (Sağdıç oturtulur tekrar) ODADA BULUNANLAR: Beethoven'in... Bir halk türküsünü çalın! (Trombon'u piyanoya sürüklerler) TROMBON: Tramvaylar hep birlikte Nikâh dairesine Kızıl düğüne gitmekte... ODADA BULUNANLAR: Kurul toplantısından koştu hemen İşçi kılığında damat pek şen! MUHASİP: Anladım, anladım! Şöyle de mek istiyorsunuz: Prosit! Kuzucuk Tromboncuk Kıvırcık saçlı insancık!.. BERBER: (Elinde çatalla gelin annesine ve kalet eden hanıma yaklaşır) Suni olmayan, tabii kıvırcık saçlar kalmamıştır artık. Kaba rık topuz şöyle yapılır... Maşayı alır (Çatalı döndürmeye başlar) hafif bir alevin üstün de ısıtır (Sobaya sokar çatalı) kabarık buk leler yaparsın!
SAĞDIÇ: Daha iyi ya! Asil tarafa yeni imti yazlar yaratıyorsun. Bütün ıskalayı çalmalısın. TROMBON: Evet! Evet! SAĞDIÇ: Demek ki beyazlarla birliksin? Se ni seciyesiz mendebur seni!.. TROMBON: Yoldaş bu "C. Dur" işaretlidir. SAĞDIÇ: Buna sedur değil prosedür denir. Hece yutacağına börekleri yut! Al işte (Elin deki kemanı Trombon'unun kafasına indi rir. Aynı esnada da berber çatalı önündeki hanımın saçlarına daldırır) BRATFISCH: (Muhasibi karısının yanından uzaklaştırmaya çalışarak) Ringa balığınızı ne hakla karımın göğsüne sokmaya çalışı yorsunuz. Ringa balığı krizantem olmadığı gibi karımın göğsü de çiçek tarhı değildir. MUHASİP: Bizlere som balığı mı ikram et tiniz sanki? Bağırıp çağırıp meseleyi büyüt
İKİNCİ ER: Yaşayan tek bir fert yok... Ölü lerden bir ceset noksan. Bulunmadığına göre kül haline gelecek şekilde yanmıştır. BİRİNCİ ER: Amma da ışıklara boğuldu bu rası! Tiyatro gibi tıpkı! Ancak rol alanların tümü yanmış bulunmakta. . ÜÇÜNCÜ ER: Kızıl haçlı bir araba onları morga götürüyor. İTFAİYE ERLERİ: Votka zehirdir İçki de zehirleyen Ortalığı ateşe verir İçkiyi fazla içen. Cumhuriyet der ki "Konyak bir yangın" Ateşinizi Mutbakta evde Akıllıca yakın! Kâğıt sepeti: Yanan sigaralara değildir uygun. Sinemalarda gösterilen Cinai filmlerden uzak durun. Gangster romanı okunmamalı uykuya yatmadan Hot-foks kızıştırır adi fonografı çalan. Fazla kızışmak mahvına sebeptir birçokların
Sayesinde soba ve pikapların BEŞİNCİ SAHNE (Toplantılara mahsus anfiteatr şeklinde muazzam bir salon. İnsan sesleri yerine tel sizle işleyen; megafonlu ses boruları tesi satları kurulmuş. Kamyonlarda istikameti gösteren oklara benzer işaret kollan yan yana dizili. Hoparlörlerin her birinin üzerin de renkli ampuller. Tavanın altında projek siyon sahası. Ortada üzerinde mikrofonlar bulunan bir tribün. Tribünün iki yanında da sesleri ve ışıkları ayarlamak için cihazlar) (Biri genç biri ihtiyar iki makinist karanlık konferans salonunda çalışmaktalar.) İHTİYAR: (Ses borularının tozunu temizli yor) Bugün önemli bir mesele reye kona cak. Tarım mıntıkasına ait ses cihazı yağ lanmak ister biraz. Geçen sefer arızalanmıştı. Pek cızırtılıydı sesler. GENÇ: Tarım mı? Olur, yaparım, Merkezle ri de yağlamak istiyorum. Kadife bir bezle Smolensk'e ait klapaları da temizlemem la zım, geçen hafta çok kısık çıkıyordu sesle ri. Başkentlerin hizmete hazır olduklarını bildiren aletin manivela kolunu itmeli biraz. Hafif bir ayrılma seziliyordu: Sağ ve sol bir birine karışmıştı. İHTİYAR: Ural işletmeleri "Dikkat" vaziye tindedirler. Şimdi Kursk maden sanayiini cereyana bağlayalım. Saporog ısı işletmesi nin ikinci kısmına bağlı altmış iki bin reylik yeni bir cihaz kurulmuştur oraya. O bölge de işler yolunda olduğundan çalışmamız kolaylaşır. GENÇ: Eskiden bu gibi toplantıların nasıl olduğunu hatırlıyor musun? Kim bilir ne kadar komikti, değil mi?.. İHTİYAR: Annem beni kucağına alarak toplantıya götürmüştü bir defa. Kalabalık yoktu, bin kişi kadar toplanmıştı belki. Tembel tembel oturup dinliyorlardı. Müza kere edilen maddeler gayet önemliydi gali ba... Oybirliğiyle kabul edildi. Annem kolla rında beni taşıdığı, elleri serbest olmadığı için aleyhte bulunmasına rağmen oyunu kullanamamıştı. GENÇ: Evet, tabii. Tam küçük esnafa uy gun bir şekilde. İHTİYAR: Boş ver oğul. Eskiden böyle bir cihaz işe yarayamazdı ki. Çabuk öfkelenen biri, göze çarpmak için herkesten evvel eli ni kaldırmak isteyebilirdi. Başkanın burnu na doğru elini uzatır, iki eliyle adamın bu run deliklerini karıştıracak gibi olurdu nere de ise. Sonra da oyunu kullanmak için ila he Isis gibi on iki eli olmadığına esef eder di. Başkaları da yan çizerdi bazen. Rivayete göre herifin biri önemli bir tartışmada hela ya gidip oylar verilinceye kadar cıgara iç mekle vakit geçirmiş. Orada oturup paçası nı kurtardığını düşünmüşmüş! GENÇ: Kurtarabilmiş mi? İHTİYAR: Hem de nasıl!.. Başka bir bölge ye naklettiler onu. Helalara karşı düşkünlü ğü anlaşılınca sabun havlu vererek hela bekçiliğine tayin ettiler. İşini bitirdin mi? 75
Tahtakurusu • 6 GENÇ: Bitirdim. (Aşağıya, elektrik hatlarının ve tablo tevzi tellerinin bulunduğu kısma indiler. Gözlük lü küçük sivri sakallı bir adam ardına kadar açılan kapıdan ortadaki sete gider. Arkası seyircilere dönük ellerini havaya kaldırır.) BAŞKAN: Federasyonun bütün bölgelerini cereyana bağlayın. İHTİYAR VE GENÇ: Peki. (Toplantı salonunun küçük yeşil, kırmızı, mavi lambaları birdenbire yanmaya baş lar.)
insanın hayatı hakkında karar vereceğiz. (Küçük lambalar söner, zil sesi duyulur. Bir ekranda kararın metni görünür. Başkan okur onu) "İşçilik yapan insanların çalışma tarzını etüt eden Araştırma Merkezi, insan âdetlerini karşılaştırarak inceleyen kurumun namına tekrar canlandırılmasını talep ediyoruz" (Ses borularının bir kısmından) "Doğru, ka bul ediyoruz." (Sesleri duyulan, başka sesler itiraz etmek tedirler) "Olmaz!" (Sesler kesilir, ekran kararır. İkinci zil sesin den sonra yeni bir kararın metni görün mektedir. Başkan okur) "Donez limanındaki maden ve kimya en düstri sahasının sağlık kontrol bölgelerinin kararı: 1929 senesi için karakteristik iki hastalığı yaratan mikrop, dalkavuklukla yalayıcılık, birde azametle palavracılık basille rinin sirayetiyle meydana çıkacak tehlikeyi önlemek için, yaratığın dondurulmuş du rumda kalmasını istiyoruz."
BEŞİNCİ MUHABİR: Alo, alo, alo! Dalga 55 metre... "Şikago işçileri yönetim kuru lu"! Yeniden canlandırmak! ALTINCI MUHABİR: Alo, alo, alo! Dalga 115 metre... Kızıl "Roma" gazetesinin ida rehanesi!... Yeniden canlandırmak! YEDİNCİ MUHABİR: Alo, alo, alo! Dalga 78 metre... "Şanghay toprak işçileri"!... Ye niden canlandırmak! SEKİZİNCİ MUHABİR: Alo, alo, alo! Dal ga 220 metre... "Madrid Yoksulları"!... Ye niden canlandırmak! DOKUZUNCU MUHABİR: Alo! Dalga 11 metre... "Kabul'un genç akıncıları"!... Yeni den canlandırmak! (Gazeteciler tashih kâğıtları ellerinde içeri ye akın ederler.) BİRİNCİ GAZETECİ: Buzları eritmeli mi? eritmemeli mi? Başmakalemiz için Bu sorudur pek mühim! İKİNCİ GAZETECİ: Dünya çapında önemli bir anketin metni:
pe
cy
BAŞKAN: Alo! Alo! İnsanları diriltme ens titüsünün başkanı konuşuyor. Durum telsiz sirkülerle etrafa bildirilmiş, müzakere edil miştir. Vaziyet gayet basit ve açıktır. İnşaat işçileri, eski Tambovv şehrinin 62. sokağı ile 17. araştırma sahasının kesiştiği yerde te mel kazarken, yedi metre derinlikte içi top rak yığılı buz tutmuş bir mahzen keşfetmiş ler. Buz kitlelerinin arasından görünen şek lin donmuş hatlarından insan olduğu anla şılmaktadır. Enstitümüz elli yıl önce don muş bulunan bu kişiyi tekrar canlandırılma sının imkân dahilinde olduğunu kabul edi yor. Fikirler arasındaki bazı ihtilaflar hal edilmektedir şimdi.
a
Enstitü, her işçinin hayatından son dakika ya kadar fayda sağlamak mecburiyeti oldu ğu kanaatindedir. Şua denemelerinin neti cesinde, bu kişinin ellerinde, elli yıl önce iş çilik alameti olan nasırlar mevcut olduğu anlaşılmıştır. Hatırlatmak isteriz ki, dünyayı saran savaşlardan, genel birliği kurmak için gezegenimizde yapılan iç savaşlardan son ra, 7 Kasım 1965'te insan hayatının doku nulmazlığını ilan eden bir bildiri yayımlan mıştı. Salgın hastalıklar merkezinin, eski Rusya'da yaşayanların uzviyetlerinde bulu nan bakterilerin etrafa yayılabileceğini id dia eden itirazlarını bildiriyorum. Mesuliye time tamamiyle müdrik olarak karar verme safhasına geçiyorum. Yoldaşlar, düşünün ve bir daha düşünün ki: Bir
(Ses borusundan yükselen sesler) "Ol maz!" (Tek tük sesler) "Çok doğru!" Müzakerelerde varılan neticeleri bildirmek, ilaveler yapmak teklifinde bulunanlar var mı? (Üçüncü ekran aydınlanır. Başkan, metni okur) "Sibirya tarım bölgeleri: olayı görmek iste yen kitlelerin hazır bulunmalarını kolaylaş tırmak için, yeniden canlandırmayı tarla ça lışmalarının bittiği son bahara bırakılmasını rica ediyorlar." (Hoparlörlerde çoğunluğu teşkil eden ses ler "Olmaz, yeter, reddedin!" (Işıklar yanar) Oya koyuyorum, birinci karara taraftar olanlar elini kaldırsın. (Madeni kol işaretlerinin çoğu havaya kal kar.) Teşekkür ederim. Sibiryanın ek teklifine kim taraftar. (Sadece iki kol kalkar) Federasyon meclisi -yeniden- canlandırma! kararını verdi. (Ses borularından) "Yaşasın, yaşasın!" (Sesleri arkasından derin bir sükut) Toplantı bitmiştir. (Birdenbire açılan kapılardan muhabirler içeriye akın ederler. Başkan aralarından ge çerek seslenir etrafındakilere) Yeniden canlandırmak! Yeniden canlandır mak! (Muhabirler ceplerinden radyolarını çıkarıp bağırırlar koşarken) BİRİNCİ MUHABİR: Alo! Dalga 472,5 metre... "Tschukt memleket habercisi"!.. Yeniden canlandırmak! İKİNCİ MUHABİR: Alo, alo, alo! Dalga 376 metre... Wİtebsk Akşam- Prawda"!... Yeniden canlandırmak! ÜÇÜNCÜ MUHABİR: Alo, alo, alo! Dalga 211 metre... "Varşova Komsomolz- Pravv da"!...yeniden canlandırmak! DÖRDÜNCÜ MUHABİR: "Armavvjr, Edebi Pazartesi"... alo, alo!
76
Canlandırmak karakteri değiştirir mi? ÜÇÜNCÜ GAZETECİ: Eski çağın paçavrası gitariyle, Başka birçok manasız ıvır-zıvırı ile! DÖRDÜNCÜ GAZETECİ: En son haberler! Mülakat! Mülakat! BEŞİNCİ GAZETECİ: Kapatmalı tarihi lisan noksanları kullanarak kaba saba sözleri! ALTINCI GAZETECİ: En son telsiz bildirisi! YEDİNCİ GAZETECİ: Tütün problemi Bundan ölür mü dev gibi adam, Mamut gibi Yoksa gergedan? SEKİZİNCİ GAZETECİ: Bir açıklama çok komik melankolik; İnsan nesli nasıl oldu alkolik? ALTINCI SAHNE (Donuk camlı iki kapı. Şeffaf duvarların öte tarafında tıbbi aletler. Arka plandaki duva rın önünde ihtiyar bir profesörle, yüz çizgi leri Zoja Birkelein'i andıran yaşlı bir yardım cı durur. İkisinin de sırtlarında beyaz hasta ne gömlekleri var). ZOJA BİRKELEİN: Yoldaş - Profesör Yol daş, yalvarırım size bu denemeden vazge çin. Yine bir sürü kavgalara sebep olacak. PROFESÖR: Yoldaş Birkelein, ruhunuzda hatıralar canlanıyor. Anlaşılmayan bir lisan kullanmaktasınız, kıymeti kalmayan fikirleri tarif eden kelimelerdir bunlar. "Kavga" ne demek acaba? (Sözlüğe bakar) köylü, kö tülük, kilise, kıratlık, kapitalist.... işte kavga - herhangi bir işi yapmaktan kaçınan insan ların yaptığı.... ZOJA BİRKELEİN: Elli yıl önce onun "çalış ması" az daha hayatıma mal olacaktı. İnti har etmek üzereydim. PROFESÖR: İntihar mı? Bu da ne demek? (Sözlükte aramaya başlar) İçki, idam, ikti dar... buldum "intihar" (Hayretle) kendinizi öldürmeye, vurmaya mı kalkıştınız? Peki idam kararınız hangi sebepten ötürü veril mişti? Dava açılmış mıydı? Devrim mahke mesinde mi? ZOJA BİRKELEİN: Hayır, hayır... kendili ğimden yaptım bunu. PROFESÖR: Kendiliğinizden mi?... Belki de dikkatsizlik yüzünden? ZOJA BİRKELEİN: Hayır... aşk yüzünden. PROFESÖR: Bu çok saçma bir şey... seven insan köprüler yapar, çocuk yapar... ve siz.... Evet! evet! evet! ZOJA BİRKELEİN: Lütfen beni rahat bıra kın, tahammül edemeyeceğim! PROFESÖR: Bu açıkçasına bir.... nasıl de-
Tahtakurusu- 7
mistiniz?.. Kavga durumudur... Evet kav ga! Toplum sizden bütün ruhi endişelerini zi açıklamanızı bekliyor. Bu buzları eritil mekte olan kişinin elli yıllık anabiyozu yen mesini kolaylaştırır. Evet yanlış duymadınız, canlandırmada bulunmanız çok, pek çok önemlidir. Sizi bulabildiklerine ve gelmeni ze o kadar memnun oldum ki. O... odur, ve siz.... sizsiniz. O ve siz! Söyleyin bana kirpikleri yumuşak mıydı? Buzları hızla eri tirken kirpiklerin kırılmaması için bilmem la zım. ZOJA BİRKELEİN: Profesör Yoldaş elli yıl geçtikten sonra kirpikleri nasıl hatırlayabili rim? PROFESÖR: Elli yıl ne demek? Buna dün denir! Beş yüz bin yıl önce yaşayan Mastodot'un kuyruğundaki kıllarının rengini nasıl hatırımda tutabiliyorum. Heyecanlandırdı bir toplulukta bulunduğu vakit nefes alır ken burun deliklerini şişirip şişirmediğini hatırlayabiliyor musunuz? ZOJA BİRKELEİN: Bunu bilemem ki Profe sör Yoldaş, otuz yıldan beri hiç kimse buna benzer hallerde burun deliklerini şişirerek nefes almaz oldu.
Böyle bir yaratıkta bile sırtından geçinen parazitlerin bulundukları ve uyanmakta ol dukları anlaşılıyor. ALTINCI DOKTOR: Akıl almayacak bir olay Profesör, sol kolunun bir hareketiyle vücudundan bir şey ayrıldı... PROFESÖR: (dikkatle bakarak) O müzikte kaynaşmıştır. Buna "sanat merakı" derler di. Stradivarius ve lirik şiirler yazan şair Uf kin de eski çağda yaşamışlardı. Stradivarius kemanlar yapar Utkin de "lavta için şarkı lar" yazardı. (Profesör dereceyi ve tansiyon aletini göz den geçirir) BİRİNCİ DOKTOR: Otuz altı, virgül, bir. İKİNCİ DOKTOR: Nabız altmış sekiz. ALTINCI DOKTOR: Nefes muntazam PROFESÖR: Yerlerinize geçiniz! (Doktorlar sandıktan uzaklaşırlar. Kapak birdenbire açılır. İçinden, darmadağınık saçlar, şaşkın bir yüzle Bratfisch kalkar. Gi tarı vücuduna bastırıp etrafına bakınır) BRATFİSCH: Of! amma da uyumuşum ha... Özür dilerim yoldaşlar adamakıllı sar hoştum galiba. Milis kuvvetleri misiniz? Hangi bölgeden?
pe cy a
PROFESÖR: Bu mahlûkun, midesinin hac mi, safra kesesinin büyüklüğü hakkında da bir fikriniz yok mu? Yüksek voltajda kolay lıkla alevlenebilir ihtimali karşısında, ispirto ve votka miktarını anlamamız lazım. ZOJA BİRKELEİN: Bunu nasıl aklımda tu tabilirdim Profesör Yoldaş. Şöyle bir karnı olduğunu biliyorum sadece... PROFESÖR: Hafızanız hiç yokmuş Yoldaş Birkelein. Hiç değilse adamın ateşli, heye canlı olup olmadığını söyleyin.
ALTINCI DOKTOR: Cildi tabii bir renk al maya başlıyor! (ara) Buz tabakası tamamıyle kaybolmakta! (ara) göğüste titreşimler (ara) Profesör bu gayrı tabii hızlı ve şiddet li hareketine dikkat edin... PROFESÖR: (yaklaşır tetkik eder, yatıştırır doktoru) Hareket mekanizması normal, ka şınıyor sadece...
ZOJA BİRKELEİN: Bilmiyorum belki fakat benimle değil. PROFESÖR: Ya, ya, ya! Korkarım ki onun buzlarını eritirken siz buz tutacaksınız... Haydi başlayalım. (Bir düğmeye basar, cam kapılar açılır. Ar kadaki ameliyat masasında insan vücudu büyüklüğünde bir sandık. Altlarında kova lar bulunan birçok musluk var sandıkta. Çepe çevre elektrik kabloları. Birçok oksijen tüpü. Beyaz gömlekli, sakin tavırlı altı dok tor sandığın etrafında çalışıyor. Görünme yen bir tele asılı havlu havada sallanıyormuş tesirini uyandırmakta) PROFESÖR: (Doktorları dolaşarak birinci doktora):
İşaret verdiğim zaman cereyanı bağlayın. (İkinciye) Vücut hararetini 36.4'e yükseltin, . her on beş saniyede onda bir arttırırı. (Üçüncüye) Oksijen torbasını hazır bulun durun. (Dördüncüye) Suyu yavaş yavaş akı tıp, tazyikli hava verin yerine. (Beşinciye) kapağı bir çekişte açın. (Altıncıya) Canlan ma safhalarını reflektör levhasında incele yin. (Doktorlar anladıklarını belirtmek için başlarını sallarlar. Herkes yerine geçer.) PROFESÖR: Başlayalım. (Cereyan duyulabilecek bir şekilde bağla nır. Herkes heyecanla derecenin yükselme sini takip eder. Sular damlamaya başlar. Al tıncı doktor gözlerini sağ duvarda asılı ref lektöre dikmiş bekler)
PROFESÖR: Hayır, bambaşka bir bölge, di yelim ki hastane bölgesi. Cildinizde don dan hasıl olan yaralar vardı, apar topar ge tirdiler buraya. BRATFİSCH: Neee! Ben mi bir şey alıp gö türdüm? Hırsız mıyım ben yoksa? Bu ne küstahlık. Biraz sarhoş, biraz çakırkeyif ol mamdan dolayı mı söylüyorsunuz bunları? Galiba siz kafayı tütsülemişsiniz. Evet! Bü tün doktorlar ispirto kafalıdır. Çekmeleri is pirto doldurur daima... Size kimlik cüzdanı mı gösterebilirim. Vesikalarımı her zaman yanımda bulundururum. (Bir sıçrayışta at lar, bütün ceplerini karıştırmaya başlar) Ne ler istif etmiştim ceplerime. On yedi ruble seksen. Kızıl yardım cemiyetine ödenen üye aidatı tamam. Savunma gücü yardım derneği ödendi. Okuma yazma bilmeyenle re karşı olanların derneği ödendi. Bu kâğıt parçası da nedir ki acaba? Nikâh dairesin den alınan evlilik vesikası (ıslık çalar) Vay canına, dün evlenmiştim ben. Neredesiniz şimdi, küçük ellerinizi kimler öpüyor? Aman Allahım dayak yiyeceğim evde mut laka! İşte şahitlerin imzası. İşte sendikanın üye kartı (gözü takvime takılınca şaşırır. Gözlerini oğuşturur dehşetle etrafına bakı nır) Neee? On iki Mayıs 1979 mu? Ödeme ye mecbur kalacağım aidatı düşünüyorum. Elli yıl! Sendikanın bölge yönetim kurulu! Merkez Yönetim Kurulu! Aman Allahım! Karımı unuttum! Yol verin! (Orada duran ların ellerini sıkar, kapıdan koşarak çıkar. Zoja Birkelein endişeli bakışlarla takip eder onu. Doktorlar Profesörün etrafını sararlar)
KORO HALİNDE: Demin elleriyle yaptığı hareketin manasını izah edin. Elini uzatıp salladı, sallayıp uzattı... PROFESÖR: Eski çağda buna benzer gayrı sıhhi adetler vardı. BRATFİSCH: (Zojaya tesadüf eder) Ne aca yip insanlarsınız vatandaş. Neredeyim ben? Siz mert Zoja Birkelein misiniz yoksa? Bak hele! (canavar düdüğün sesini duyunca hızla başını çevirir) Tesadüf beni nerelere sürükledi? Bütün bunların manası ne?.. Moskova? Paris? Nevvyork?.. Bir fayton la zım bana! (Kamyonların canavar düdüğü) Ne adam, ne at ne de araba var? Sadece Turing kulübü! (Canavar düdüğünü taklit eder) Turing! Tuuu-uu-ring! (Sırtını kapıya sürter, döner, yakasından duvara çıkmış olan tahtakurusunu görür) Tahtakurusu. Küçücük tahtakurusu, küçücük minicik tah takurusu! (Lavtayı çalarak şarkı söyler) Be ni terk etme yanımda kal (Boş yere böceği avucu ile örtmeye çalışır, kaçırır böceği) Ay rıldılar denizdeki iki gemi gibi... Gitti... Ve yalnızım ben! Ne söz ne cevap verdi bana, yine yalnız kaldım... Yapayalnız. Bir fayton gelsin, Lunatscharski sokak 17! Fakat bu sefer eşyasız (Elleriyle başını tutar bayılır. Kapıdan giren Zoja Birkelein tutar, destek olur ona) YEDİNCİ SAHNE (Ortada üç köşeli bir yeşillik. Arasında üç suni ağaç. Birinci ağaç: Yeşil dört köşeli yaprakların üzerinde geniş meyva kâseleri nin içinde portakallar. İkinci ağaç: Kâğıt alt lıkların üzerinde elmalar. Üçüncü ağaç: Çam kozalakları, açık esans şişeleri. Yanlar da: Cam ve fayans döşeli duvarlar. Yeşilli ğin kenarında uzun sıralar) (Muhabir sahneye çıkar onu dört kişi, er kek, kadın takip eder.) MUHABİR: Buraya gelin yoldaşlar, bura ya! Şimdi bu korkunç ve unutulmaz olayı etraflıca öğreneceksiniz. Evvela... Biraz meyva rica edebilir miyim? Belediyenin ağaçlara bir defa da portakal taşıtmaları güzel bir harekettir doğrusu. Dün biçimsiz, tatsız, besleyici kuvveti olmayan armutlar vardı yalnız... (Bir kız ağaçtan portakal kâsesini indirir. Oturanlar portakalları alır, kabuklarını so yarlar. İlgi ile muhabirin sözlerini dinlerken, yerler) BİRİNCİ ADAM: Haydi anlatmaya başla artık yoldaş. Sırasıyla ve etraflıca anlat. MUHABİR: Evet, mesele şudur ki... Porta kallar pek sıkı, tadına bakmaz mısınız?.. Pe kâlâ, pekâlâ anlatmaya başlıyorum sabırsız lanmayın. Başmuhabir olarak, tabii en doğ ru haberleri almış bulunuyorum... Sadede gelelim. Bakın, bakın... (Elinde tıbbi aletler bulunan bir adam hızlı adımlarla sahnenin bir tarafından öbür ta rafına geçer.) MUHABİR: Veterinerdir bu. Hastalık salgın halinde etrafa yayılmaktadır. Yeniden can lanan bu memeli hayvan tek başına bırakı lınca, bulunduğu binadaki bütün ehli hay77
Tahtakurusu • 8
MUHABİR: Otuz başlı altmış ayaklıya dik kat edin, eski insanların bu kol ve bacak sallamasına "sanat" dediklerini düşünün bir defa. (Fokstrot yapan bir çift görünür) MUHABİR: Salgın erişiyor, erişiyor... Kime neye erişiyor? (Sözlüğe bakar) En yüksek noktasına erişiyor. Buyurun işte iki cinsiyeti olan bir dört ayaklı. (Elinde küçük bir cam kutu bulunan hayva nat bahçesi müdürü telaşla içeriye girer, ar kasında ellerinde dürbün fotoğraf makine leri, bir de merdiven bulunan insanlar) MÜDÜR: Sevgili vatandaşlar o buraya gel medi mi? Onu görmediniz mi? Hayır diyor sunuz, demek ki görmediniz! Bir av ve araştırma ekibi, on beş dakika önce dör düncü kata doğru çıkmaya çalışırken görül düğünü bildirdi. Vasatı hızı saatte bir bu çuk metre olduğuna göre fazla uzaklaşamamıştır. Yoldaşlar lütfen duvarları araştırı nız. (Gözetleyenler dürbünlerini çıkarıp duvarı incelemeye başlarlar. Müdür araştırma gru bunu iki kısma ayırır, idareyi ele alır.) SESLER: Onu yakalamak imkânsız!.. Çıp lak bir insanı şilteye yatırarak pencerelerde teşhir etmeli... Kanını emecek birini arıyor dur... Gürültü yapmayın kaçırırsınız sonra... Onu bulursam kimseye vermem, kendime saklayacağım... Hoppala, olmaz böyle bir şey, müşterek malımızdır o... HEYECANLI BİR SES: Gördüm!.. Yaşa sın!.. İşte şurada!
pe cy
MUHABİR: Bunun, patolojik bir vaka oldu ğunu kabul ediyor doktorlar. Şu adam, ikinci tıbbi deneme tesisinin yüz yetmiş beş laborantından biridir sadece. Yeniden can lanan yaratığın tamamiyle değişen hayat şartlarına daha kolay alışabilmesi için bu memeli hayvanın hararetini, çoğu zehir azı da tiksindirici olan karışık bir nesne ile sön dürülmesi emredilmiştir. Vaktiyle "Bira" de nirmiş buna. Sıvının etrafa yayılan zararlı kokuları, bu serinletici nesneyi içirtecek ka dar, bedbaht laborantların başını döndür müştür. O günden bu yana laborantlar üç defa değiştirilmiştir. Laboratuvarın beş yüz yirmi adamı hastanelerde yatmaktadır. Fa kat tehlikeli salgın hâlâ bütün şiddetiyle de vam ediyor, baş döndürüp bacakları felce uğratıyor.
iddia etmekteler. Eski çağda buna benzer bir hastalık, cinsi gücün uygun bir şekilde bütün bir ömre bölünmüşken birdenbire bir hafta içerisinde ateşli bir hal alan vaka larda görülmüştür. Hastalık insana inanıl mayacak hareketler yaptırmaktaydı. BİR KIZ: (Elleriyle gözlerini örter) O tarafa hiç bakmamalıyım, feci aşk mikroplarının havaya yayıldığını seziyorum. MUHABİR: Bu da mahvoldu... Salgın müt hiş bir şekilde etrafı sarmaktadır. (Otuz kız bacaklarını sallayarak sahnede ilerler)
a
vanlarla temasa geçti. Bütün köpekler bir nevi kudurdu şimdi. Yeniden canlanan ya ratık onlara arka ayaklarının üzerinde dur malarını öğretti. Köpekler artık eskisi gibi havlayıp oynaşmıyor. Mütemadiyen selam verirmiş gibi yerlere eğiliyorlar. Eskiden bu na "Salta durmak" denirdi. Bu hayvanlar yemek yiyen bir kimseye daima yaklaşır, kuyruk sallar. Doktorlar bu gibi hayvanların salyasının insanlara da tesir ettiğini, yaltak lanma ve yalayıcılığın ilk belirtisini meyda na çıkardığını iddia ediyorlar. DİNLEYİCİLER: Vay canına! MUHABİR: İşte bakın! (Bira şişeleriyle dolu sepetler taşıyan bir adam sendeleyerek geçer) SENDELEYEN: (Şarkı söyler) On dokuzuncu asırda yaşayan insanlar: Takdir edilmeye Hak kazandılar. Bir duble bira Bir bardak konyak Moraran, kızaran Burnuna bak.
DİNLEYİCİLER: Vay canına! Çok önemli! BİR ADAM: (Hülyalı ve hasret çekerek) İlim uğruna feda etmeye hazırım kendimi. İzin verilirse şu meçhul hastalığı bana da aşılamalarını isterim. MUHABİR: Yazık! Bu da mahvoldu! Aman susunuz... Uyurgezerleri korkutmamalı... (Yanlarından sendeleyerek geçen, Çarlis ton ve fokstrot yapan genç bir hanımın ba cakları birbirine dolanmaktadır. Sol elinde tuttuğu kitaptan şiirler okuyor, sağ elinin iki parmağı arasında tuttuğu hayali bir gü lü de ara sıra kokluyordu) MUHABİR: Şu bedbaht kız, kudurmuş me meli hayvanın komşusu oluyor. Bütün ge ce, gitarın gürültülü sesine, inlemeye, hıç kırmaya benzeyen şarkılara tahammül et mek mecburiyetinde kalıyor. Eski çağda bu şarkılara ne denirdi? Yanılmıyorsam "Ro mans" ve "caz müziği". Her gece ve gittik çe artarak devam ediyor bu gürültü. Zaval lıcık aklını oynattı. Üzüntülü ailesi doktorla rın toplanarak konsültasyon yapmalarını is tiyorlar. Profesörler "aşk" diye adlandırılan hat bir vakanın karşısında bulunduklarını 78
(Dürbünler aynı noktaya çevrilir. Sessizlik... Fotoğraf ve film makinelerinin tıkırtıları du yulmaktadır.) PROFESÖR: (Fısıldayarak) Tamam... İşte orada! Dikkat edin! Uzanın! Tutun! İtfaiye ciler gelsin! (Takipçiler ağları gerer. İtfaiye ciler merdiveni duvara dayar, arka arkaya tırmanırlar) MÜDÜR: (Dürbünü indirir, ağlamaklı bir sesle) Gitti... Komşunun duvarına geçti.. SOS, imdat! Ya düşüverecek olursa; ölür! Delikanlılar gönüllüler, ileri! (Merdiven öteki duvara dayatılır. Tırman ma hareketi tekrarlanır. Kalanlar heyecanla takip ederler onları) YUKARDAN HEYECANLI BİR SES: Yaka ladım! Yakaladım! Yaşa! MÜDÜR: Hemen getirin! Dikkat! Aman düşürmeyin! Hiçbir tarafı incinmesin... (Elden ele uzatarak böceği müdüre verir ler. Müdür onu cam kutuya yerleştirip ku tuyu havaya kaldırır.)
MÜDÜR: Teşekkürler size, ilmin mütevazi işçileri. Hayvanat bahçesi büyük bir mutlu luğa erişti. Çok nadir kıymetli bir buluntu. Bu yüz yılın başında milli karakterimize uy gun, ama şimdi nesli tükenmiş olan bu bö cek, cinsinin son ve tek örneğidir. Şehrimiz bu kazancından dolayı iftihar edebilir. Alimler, meraklılar kitleler halinde akın edecekler. İşte bakınız, ellerimin arasında yaşayan tek "Vancia Normalis"i görmekte siniz. Saygı değer vatandaşlar, böcek uyku ya daldı... Küçücük bacaklarını çaprazvari kavuşturmuş bir halde uyuyor. Lütfen ayaklarınızın ucuna basarak sessizce uzak lasın. Hepinizi hayvanat bahçesindeki me rasime davet ediyorum. Çok önemli ve he yecanlı yakalama hareketi böylelikle ta mamlanmıştır. SEKİZİNCİ SAHNE (Donuk, pırıl pırıl cilalanmış şeffaf duvarlar. Duvarların üst kısmında bulunan çıkıntının içinden muntazam şeritler halinde süzülen tatlı bir ışık. Solda büyük bir pencere önün de resim masası. Birkaç telsiz alıcısı. Bir ek ran. Üç dört kitap. Sağ duvarda icabında indirilip, kaldırılabilen bir yatak, üzerindeki tertemiz yorganın altında kir pas içinde bu lunan Bratfisch. Havalandırma tertibatı. Yatakta yatan Bratfisch'in etrafında bir sü rü süprüntü. Masanın üzerinde sigara iz maritleri, devrilmiş şişeler. Pembe bir kâğıt tan uydurulmuş abajur. Bratfisch inleyerek nefes alır. Bir doktor telaşlı adımlarla oda da dolaşmaktadır.) PROFESÖR: (İçeriye girerek) Hastamızın durumu nasıl? DOKTOR: Onu bilmem fakat asıl benim halim pek berbat. Yarım saatte bir nöbet değiştirilmemiş olsa hastalığı hepimize bu laşacak. Nefesini bana doğru üflediği vakit dizlerim titremeye başlıyor. Nefes kokusu nu hafifletmek için yedi vantilatör kullanı yorum. BRATFİSCH: O-o-oh! (Hemen profesörün yanına gider) BRATFİSCH: Profesör, ah profesör! (Nefes alan profesör şiddetli bir baş dön mesiyle geri fırlar) BRATFİSCH: (Yatakta yarı doğrularak sitemkâr bir sesle) Beni canlandırdıktan son ra... Bir de alay ediyorlar. Bu kuş sütü bana yeter mi? Bir file bir bardak limonata verilir mi? PROFESÖR: Toplum seni insan mertebesi ne yükseltmeyi ümit ediyor. BRATFİSCH: Sizin de, toplumunuzun da canı cehenneme. Beni diriltmenizi asla iste memiştim. Lütfen tekrar dondurun hem de derhal. PROFESÖR: Ne demek istediğini anlayamı yorum. Hayatımız kolektiv'in malıdır, ne ben ne de başkası bu hayatı... BRATFİSCH: İnsan sevdiği kızın resmini bi le duvara aşamadıktan sonra bu yaşamaya hayat mı diyorsunuz. Bu kahrolasıca cam duvarda kırılmayan tek bir raptiye yok... Profesör yoldaş kuvvet verici bir içki daha.
Tahtakurusu- 9
DOKUZUNCU SAHNE (Hayvanat bahçesi. Ortadaki heykel kaide sinin üzerinde, bayraklarla süslü perdeli bir kafes dururl Arkada iki ağaç, en geride de fil ve zürafaaların bulundukları kısımlar. Ka fesin solunda seyirciler için sıralar konmuş, sağda da şeref misafirleri için tribün. Çepe çevre mızıkacılar. Seyirciler gruplar halinde yaklaşmaktalar. Kollarında bantlar bulunan teşrifatçılar, yeni gelenlere, meslek ve bağ larına uygun yerler göstermektedirler.) BİR TEŞRİFATÇI: Dış memleketlerin mu habir yoldaşları, lütfen buraya! Tribüne yaklaşın!.. Lütfen biraz geriye, Brezilyalıla ra yer ayıralım. Uçakları şu anda merkez havaalanına inmektedir. (Kenara gider tak dirle bir grubu izler) Zenci yoldaşlar, lütfen renkli bir ahenk yaratmak için toplu bir hal de İngilizlerin yanına gider misiniz. Koyu renginizle anglo-saksonların mat beyaz
a
tenleri çok güzel bir tezat yaratacak Sevgili Üniversiteliler, buraya sol tarafa. Ya nınıza, yüz yaşındakiler derneğinden üç ih tiyar kadınla üç ihtiyar erkek gelecek. On lar görgü şahidi olarak profesöre yardım edecekler. (İhtiyarlar küçük bir araba ile gelirler) BİRİNCİ İHTİYAR KADIN: Gayet iyi hatır lıyorum... dün olmuş gibi! BİRİNCİ İHTİYAR ERKEK: Hayır daha iyi hatırlıyorum ben... ... bugün olmuş gibi İKİNCİ İHTİYAR KADIN: Sizler şimdi ol muş gibi olayları canlandırabilirsiniz, hayali nizde, oysa ki ben ta gerilere dönebilmekteyim... İKİNCİ İHTİYAR ERKEK: Ben her ikisini de yapabilirim. ÜÇÜNCÜ İHTİYAR KADIN: Ben de çok çok geridekilerini düşünebilirim. ÜÇÜNCÜ İHTİYAR ERKEK: Ben de çok çok geridekileri düşünerek yaklaştırabili rim. TEŞRİFATÇI: Görgü şahitleri susun, fazla fısıldaştınız! Yoldaşlar açılın, küçüklerimize yol verin! Buraya gelin yoldaş çocuklar! Da ha çabuk, daha çabuk! ÇOCUKLAR: (Koro halinde marş söylerler) Çok güzel derslerimiz "Ala" denirdi eskiden. Faydalanmaktayız biz Hafta sonu ikliminden. Y ve x harflerimiz. Artık dinlenmekteler, Bahçede selam verir. Bir fil, birçok tilkiler! Hoşlanarak bakarız Zürafaya, kaplanlara, Korkusuz yaklaşırız Bu büyük hayvanlara! TEŞRİFATÇI: Vatandaşlar hayvanları sevin dirmek veya ilmi tetkikler için onlardan fay dalanmak isteyenler, lütfen miktarları tes
pe
BRATFISCH: (Kitabı alır yere fırlatır) Hayır böylesi kalbi okşamıyor. İnsanı huylandıra cak, nabzını durduracak modaya uygun bir şeye ihtiyacım var... ZOJA BİRKELEİN: İşte bu da ikinci kitap "Sürgünden Mektuplar" Mussolini namın da biri tarafından yazılmış. BRATFISCH: (Onu da fırlatır) Hayır, böyle si insan ruhuna hitap etmiyor. Kaba, kışkır tıcı yazılarınızla beni rahatsız etmeyin. Bü tün vücudumun ateşlenmesini istiyorum... ZOJA BİRKELEİN: Ne demek istediğini bir türlü anlayamıyorum. Ateşin yükselmesini, nabzın duraklamasını kim arzu eder ki? BRATFISCH: Nerede yaşıyoruz acaba? Bir dereceye kadar siyasi üstünlüğü olan ben... Öğrendiğim dansı istediğim gibi edemedikten sonra... Bizler niçin mücade le edip ızdırap çektik, hatta kan döktük. ZOJA BİRKELEİN: Vücut hareketlerinizi, hareketleri. Araştırma Kurumunun müdü rüne bildirdim. Böyle bir şeyi ancak Paris kartpostallarının eski bir koleksiyonunda görmüş. Bugün ise bu hususta bilgi verebi lecek bir insanın yaşamadığı, kanaatinde dir. Bir yerde, buna benzer saçmalıkları ha tırladıklarını iddia eden, fakat ayaklarımdaki damla hastalığı yüzünden maalesef göste ride bulunmayacak olan iki ihtiyar kadın varmış.
dan fırlar.) ZOJA BİRKELEİN: Elli yıl fazla yaşadım, ilerdeyim - buna rağmen bu aşağılık adam için elli yıl önce hayatımı feda edecektim -
cy
PROFESÖR: (Bardağı doldurur) Yalnız be nim tarafa doğru nefes almayın. (Elinde iki kitap paketi içeri girer Zoja Birkelein. Kitap paketini açarak Bratfisch'in yanı na oturur.) ZOJA BİRKELEİN: Al, fakat bu kitapların işine yarayacağından emin değilim. Ismar ladığın kitaplar bulunamıyor bir türlü. Bun ların hakkında kimsenin bilgisi yok. "Gül demetleri; öpmek ve okşamak" olsa olsa Botanik ve psikofizyoloji kısmında vardır ancak. Fakat o zamanlara ait gayet entere san iki kitap buldum, Ingilizceden tercüme edilmiş: Herbert Hoover "Cumhurbaşkanı iken"...
BRATFISCH: Peki öyle ise, ruhumu niçin geliştirip bu sanat hazinelerini içimde sakla dığımı söyleyebilir misiniz bana? Çalışmak içinse -onu devrimden önce de yapabiliyor dum... ZOJA BİRKELEİN: Yarın seni şehrin büyük meydanında yapılacak olan, işçi erkek ve kadınların - onbinlerin dansına götürece ğim. Bu törenin, tarım işlerinde tatbik edi lecek yeni sistemin neşeli bir denemesi ola cağını düşünmüşler. BRATFISCH: Yoldaşlar, itiraz ediyorum, iti raz! Sizlerin elinde kurutulmak için eritil medim her halde. (Yorganı atıp yataktan fırlar, kalan kitapları paketlerinden silkeler. Paket kâğıtlarını parçalayacağı sırada üze rindeki başlıklar dikkatini çeker. Lambadan lambaya geçerek okur) Bunları nereden buldunuz?... ZOJA BİRKELEİN: Sokakta dağıtıyorlardı. Kütüphane memurları tesadüfen kullan mışlardır. BRATFISCH: Yaşasın! Kurtuldum artık. (Kâğıdı bayrak gibi havada sallayarak kapı
pit edilmiş ekzotik gıda maddelerini ve araştırma aletlerini hayvanat bahçesinin va zifeli müstahdeminden alsınlar. Acemi dav ranışlar, lüzumundan fazla besleyişler hay vanlar için çok tehlikelidir. Yalnız merkezi tıp enstitüsünün ve devlet laboratuvarlarının hazırladığı alet ve gıda maddelerini al manızı rica ederiz. (Hayvanat bahçesinin müstahdemleri yolları ve seyir yerlerini do laşırlar). BİRİNCİ MÜSTAHDEM: Gözle görünmüyor mikroplar! Bu durumda faydalıdır mikroskoplar! İKİNCİ MÜSTAHDEM: Tükürüğün bulaşıcı gücü muazzamdır Buna karşı tek çare lizoformdur. ÜÇÜNCÜ MÜSTAHDEM: Hayvanların yem saati bunu görmeye değer:Her biri tütün ve konyak ister. DÖRDÜNCÜ MÜSTAHDEM: Hayvan olunca alkolik narkotik Hastalanır halsizleşir aptallaşır BEŞİNCİ MÜSTAHDEM: Ateşli - karanfil Tiryakiler için gül Yüzde yüz Skleroz olacağını bil. ALTINCI MÜSTAHDEM: Kulaklarınıza kapatın kulaklıkları Duymamak için hakaretleri kabalıkları! TEŞRİFATÇI: (Sovyet tribününe giden yolu serbest tutmaya çalışır): Yoldaş Başkan ve iş arkadaşları önemli vazifelerini ikinci plan da bırakarak, milli marşımız çalınırken me rasime geldiler. Saygıdeğer yoldaşları se lamlayalım. (Umumi bir alkış; çantalı adamlar sahnenin bir yanından öbür yanına geçerken, selam verirler, sonra şarkı söymeye başlarlar.) HERKES: Hizmet canlılık verir ihtiyar olmayız biz. Eğlence gençlik yaratır Bitince vazifemiz. Bir selam çok candan ve içten 79
tahtakurusu • 10
lis"(2) ve "Spiesserius Vulgaris"
pe
ORTADAN BİR SES: Ne kadar fecii! MÜDÜR: Dehşetinizi anlıyorum tabii. Bu 80
(2)
ten söz etmekteyim. İkisi de zamanın küflü yatak larında gelişir!.. İnsan vücudunun kanını emerek semiren Vancia normalis karnını doyurduğu vakit yatağın altına düşer. Toplumun kanını emerek semiren Spiesserius Vulgaris karnı nı doyurduğu vakit yatağın üstüne düşer. Aralarındaki fark bundan ibarettir. Devri min çalışkan insanları kramplar içinde kıv ranıp, geçmişin süprüntülerinden kurtul maya çalışırken, bu yaratıklar o süprüntülerde yuvalarını kurarlardı. Karılarını döver Bebel ve İncilin üzerine yemin ederlerdi. Hareketsizliğe, tembelliğe alışmışlardı. Ama Spiesserius Vulgaris daha tehlikelidir. Karşısındakine uyabilme sanatı sayesinde ısırdıklarını gayet güzel kandırmaktadır. Ba zen şiirler yazarak, bazen de bülbül gibi öterek meydana çıkar. O devirlerde kıyafe ti bile sahteydi. Kabarık ceket, kuyruklu frak, kolalı beyaz gömlekle kuşa benzetirdi kendini. Bu kuşlar tiyatro localarında yuva larını kurarlar, opera binalarının balkonla rında barınırlardı. Zevk ve sefahat içinde yaşar, enternasyonali söylerlerdi aynı za manda. Tolstoi'u bile Marks'ın sakalına gö re traş etmişlerdi. Gruplar halinde bet ses leriyle uluyarak haykırarak şarkı söyleyen bu yaratıklar, tabirimi mazur görün, o ka dar kirletir; pisletirlerdi ki, önemsiz bir kuş olarak kabul edilemezlerdi artık. Yoldaşlar, kendiniz görüp kanaat getirin!.. (Bir işaret verir, müstahdemler kafesi saran perdeyi açarlar. Bir sehpa üzerinde tahtakurusunun bulunduğu cam kutu, arkasın da bir setin üzerinde yanında gitarıyle Bratfisch'in yatmakta olduğu iki kişilik karyola. Bratfisch'in başının üstünde, yelpaze şeklin de dizilmiş kartpostallardan bir hale. Yer lerde bira şişeleri. Etrafta kavanoz biçimin de tükürük hokkaları. Yanlarında acayip filtre tesisleri: Ses filtresi, havalandırma ve güzel kokular püskürten cihazlar. "Dikkat - tükürüyor!" "Haber vermeden girilmez!" "Kulaklarınızı tıkayın - sövüyor.küfrediyor" yazılı dövizler. Mızıkacılar selam havasını çalarlar, fişekler maytaplar yakılır. Korku ile geri çekilmiş olan kalabalık, heyecandan
cy
(Herkes yaşasın diye bağırır, mızıkacılar se lam havası çalarlar. Hayvanat bahçesinin müdürü tribüne çıkıp etrafı selamlar.) MÜDÜR: Yoldaşlar, iltifatınız beni mem nun, aynı zamanda da mahcup etmekte dir. Kendi hisseme düşeni inkar etmemek le beraber, minnettarlıkla, başarımıza av ekiplerinin önemli yardımları sayesinde ulaştığımızı söylemeliyim. Bu heyecanlı araştırmanın kahramanları doğrudan doğ ruya onlardır. Donmaktan ileri gelen ölüme galebe çalan, yeniden canlandırma enstitü sünün saygıdeğer profesörü de ayrıca tak dir edilmeğe layık. Saygıdeğer profesörün başlangıçta yaptığı bazı hatalar yüzünden, muayyen nahoş durumların yaratıldığını saklayacak değiliz. Nasırlar, elbiseler ve bu na benzer önemsiz birkaç delilden dolayı yeniden dirilen bu memeli hayvanı, yanlış lıkla "Homo Sapiens" (1) cinsinden ve yük sek işçi sınıfına dahil olduğunu sanmıştı saygıdeğer profesörümüz. Başarımızı hiç bir zaman, yıllardan beri hayvanlarla temas etmeme ve iç alemlerini anlamama atfet mek istemem. Bir tesadüf yardım etti ba na. Müphem, adeta, şuuraltından yükselen bir umutla gazetelere ilan vererek bir dene me yapmayı düşündüm. Şöyle bir cümle yazdım. "Hayvanat bahçesindeki toplantı sebebiyle, yeni elde edilen bir böceğin, alış tığı normal hayat şartları içinde, yaşama ve gelişmesi için canlı bir insan vücudu ara maktayım."
saçmalıklara kendim bile inanmıyordum. Sonra ansızın - insanı andıran bir yaratık çıktı meydana, karşısındakini şaşırtacak ka dar bizlere benziyordu İşte gördüğünüz gibi aramızda bulunuyor.... BAŞKAN: (Başkanlık çanını çalar): Yoldaş müdür; meclis adabı dışına çıkmamanızı ih tar ediyorum. MÜDÜR: Özür dilerim, özür dilerim. He men araştırmalara girişerek, hayvanlar bil gisi metotlarını tatbik ederek, gayet tehli keli, insana benzer sahte tavırlı, iki yüzlü, aynı zamanda da parazit gibi yaşamaya alışmış bir yaratık olduğunu anladım. Onu nasılsa gözlerinizle bu hayret verici kafeste göreceğiniz için anlatmaya çalışmayaca ğım. Değişik büyüklükte ama ayrı şartlar içinde yaşayan iki yaratıktan, "Vancia Norma-
a
saygı görmeli İtaat ettiren! Çok gururlu hükümet azaları ve biz bu şehrin babaları! BAŞKAN: (Tribüne çıkar elindeki bayrağı sallamasıyla herkes susar) Yoldaşlar töre nin açılmış olduğunu ilan ediyorum. Çağı mız geçirmiş olduğumuz derin sarsıntıların izlerini taşımaktadır. Devrimler toplumu muzun içinde yapılmaktadır. Dış olaylar azalmıştır. Daha önceki çöküntülerden ha rap ve bitkin düşen insanlık barış halinde bulunmaktan çok memnundur. Fakat, dış tan bir masalı andıran, parıldayan satıhın altında derin bir ilmi bir mana taşıyan bir olayda hazır bulunmayı asla küçümsemiyoruz. Dikkatsizlik yüzünden aramıza girme lerine müsaade edilen iki parazitin yarattı ğı üzücü olaylar hem kendi hem de dünya tıbbının gücü sayesinde bertaraf edilmiştir. Mamafih bu olaylar çöken bir devrin bütün iğrençliğini, aynı zamanda devrim savaşı mızın zorluklarını ve büyüklüğünü hatırlat maktadır. Gençlerimizin kalp ve ruhlarının bu menhus örneklerden faydalanmalarını, kuvvet almalarını dilerim! En derin şükran larımla sözü, bu esrarengiz yaratıklarla ilgi li bütün hususları meydana çıkaran, büyük bir tehlikeyi eğlenceli ve ilmi bir durum ha line getiren hayvanat bahçesinin müdürü ne bırakıyorum!
sessiz bir halde yaklaşır tekrar.) BRATFISCH: (Şarkı söyler): Lunatscharski sokağında Bir ev karanlık eski. Kurtlara yem oldu merdiveni, Pencerelerde kırca deve dikeni. MÜDÜR: Yoldaşlar, yaklaşın, korkmayın sakın, yaratık tamamiyle rahat ve huzur içindedir. Yaklaşın yoldaşlar ürkmeden. Her iki yanında bulunan dört ses filtresi ka ba sözlerinin kafeste kalmasını sağlar. Dışa rıya oldukça zararsız kelimeler sızar ancak. Filtreler her gün gaz maskeli hademeler ta rafından temizlenmektedir. Yaratık şimdi "sigara içmek" diye tabir edilen hareketi ya pacak. KALABALIKTAN BİR SES: Aman ne feci! MÜDÜR: Yaratık şimdi de "ilham" kabiliye tini meydana çıkaracak. Fiedelbratsch bir kadeh yuvarlayın bakalım! (Bratfisch konyak şişesini yakalar.) KALABALIKTAN BİR SES: Yeter, devam edilmesin. Hayvanlara feci surette eziyet etmek demektir bu! MÜDÜR: (Kafese yaklaşır, eldivenlerini gi yer. Tabancayı kontrol edip kapıyı açarak Bratfisch'i dışarıya çıkarır. Yüzünü şeref mi safirlerine doğru çevirir) İnsan sesini, ko nuşma ve söz söylemesini taklit ederek kı sa bir cümle söyleyin lütfen! BRATFISCH: (İtaat ederek gösterilen yer de durur, gitarı kaldırır. Fakat birdenbire dönüp seyircilerin bulunduğu kısma bakar. Bratfisch'in yüzü değişir ağır başlı bir hal alır. Müdürü iter gitarını fırlatır. Seyircilere doğru bağırarak konuşmaya başlar): Vatandaşlar, kardeşler, sevgili insanlar! Nereden geldiniz? Kaç kişisiniz? Buzunuzu ne zaman eritip canlandırdılar sizi? Niçin yalnız beni kafese soktular? Siz, kalbime yakın olan kıymetli insanlar yaklaşın, gelin bana. Neden, niçin tek başıma ızdırap çek mekteyim? Vatandaşlar MİSAFİRLERİN SESLERİ: Çocukları uzak laştırın, onları emin bir yere götürün Burundurağı getirin! Burnun üstüne burundurak! Aman ne fecii!.. Profesör yeter ar tık!.. Sakın ateş etmeyin! (Müdür elinde vantilatör, iki hademe ile sete doğru koşar. Hademeler Bratfisch' ar kaya doğru sürüklerler. Müdür tribünü havalandırır. Mızıkacılar selam havasını çalarlarken, hademeler kafesi Bratfisch'in arkasından kaparlar.) MÜDÜR: Özür dilerim yoldaşlar bağış layın Yaratık fazla heyecanlanmış bulunuyor. Işık ve gürültü hayale kapıl masına, sayıklamasına sebep oldu. Yarın yine sakinleşecektir. Vatandaşlar artık dağılır» yarına kadar Mızıkacılar bir marş!
p
a y c e
a
cy
pe
a
pe cy
cy
pe a