a
pe cy
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri
Katkıda Bulunanlar:
Müdürü: Mustafa Demirkanlı
Adalet Ağaoğlu, Mehmet Ergen,
Yayın Kurulu:
Erbil Göktaş, Tarık Günersel,
Üstün Akmen, Orhan Alkaya,
Atilla Gürçay, Robert Schild,
Mustafa Demirkanlı,
Yılmaz Onay, Çetin Öner, Çan
Ahmet Levendoğlu,
Yücel.
Ali Taygun.
Kapak Tasarımı: Genco Demirer
Ankara Temsilcisi: Yalçın
Hukuk Danışmanı:
Günaydın
Av. Levent Aral, Av. Arzu Bulut
Yayın Koordinatörü: Duygu Atay
Teknik Müdür: Erkut Arıburnu
Film Çıkış: Çağdaş Grafik Baskı: Mart Matbaası Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Muradiye Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş - İstanbul Telefon: (0212) 259 21 24 Fax: (0212) 259 34 98 e-posta: tiyatroyap@e-kolay.net P. Çeki: Tiyatro Yapım 655 248 Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245
EDİTÖRDEN /S. 5 HABERLER: /S. 6 İZDÜŞÜM: iyi Şeyler... Ahmet Levendoğlu/S. 7 KUTLAMA/ANI: AST'lı Yıllarım Adalet Ağaoğlu /S. 8
a
KUTLAMA/ANI: Ankara... Sanat... Tiyatro... Ve Nostalgia Çetin Öner/S. 17 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Ankara Sanat Tiyatrosu 40 Yaşında /S. 18
cy
ELEŞTİRİ: "Oyunun Oyunu" Erbil Göktaş/S. 22 HUZURSUZ SEYİRCİ: Emir Demiri Keser/S. 24
DOSYA: Tiyatroda Yapılanma Tartışmaları-ll/5. 25
GÖRÜŞ: Ödeneği Devlet Veriyorsa, Devlet Tiyatrosu'dur, Ama.../S. 33
SÖYLEŞİ: "Olağanüstü Bir Gece" ve Esen Özman Mustafa Demirkanlı/S. 36
pe
LONDRA MEKTUBU: Savaş ve Tiyatro: Peter Brook ve Ben Mehmet Ergen/S. 40 TANITIM: "Bahar Noktası" Üzerine Birkaç Not Can Yücel/S. 42 ELEŞTİRİ: "Boeing Boeing" Üstün Akmen /S. 44 ELEŞTİRİ: "Hisse-i Şayia" Üstün Akmen /S. 46
ELEŞTİRİ: "Yaşamın Üç Yüzü" Robert Schild/S. 48
ELEŞTİRİ: "Güneşi Güldüren Soytarı" Duygu Atay/S. 51 ELEŞTİRİ: "ihtiras" Üstün Akmen/S. 52 TANITIM: 3Bir Sevdadır Sarıyer" Tarık Günersel/S. 54 ELEŞTİRİ: "Kaygusuz Abdal" Üstün Akmen /S. 56 SÖYLEYİ: "Palyaço Prens" Atilla Gürçay/S. 58 TANITIM: Konya Devlet Tiyatrosu'nda "Burada"/S. 60 KİTAP TANITIMI: Tiyatro Kitapları Duygu Atay S. 62 TANITIM: Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda "Mikadonun Çöpleri" /S. 63 BU AY PERDE DİYEN OYUNLAR:/S. 64
Abonelik İçin: Abonelik Tel: (0212) 210 O 110 Fax:(0212)222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO
MİTOS-BOYUT Tiyatro Yayınları Yeni K i t a p l a r / Y e n i K i t a p l a r / Y e n i K i t a p l a r / Y e n i K i t a p l a r
William S H A K E S P E A R E I Kral John Türkçesi: Ali Neyzi Büyük ustanın Türkçeye hiç çevrilmemiş bir oyunu... Yazarın ilk dönem oyunlarından olan bu eserde, 1199-1216 yılları arasında krallık yapan John'un, Papalığa ve Fransa'ya karşı ingiltere'nin birliğini savunması anlatılır. *
Sinan BAYRAKTAR / Definename Sinan Bayraktar yeni bir oyun yazarı; Definename onun yayınlanan ilk oyunu. Devlet Tiyatroları ve İstanbul Şehir Tiyatrosu Edebi Kurullarından geçmiş olan bu komedide, Trakya'da bir kasabada define arayışı, açık biçimde ve eğlenceli, şarkılı, sıcak insani ilişkiler içinde anlatılıyor.
Güngör D İ L M E N / Toplu Oyunları 6
pe cy a
Devlet ve İnsan /ittihat ve Terakki / Hakimiyet-i Milliye Aşevi Yakın tarihimizden kronolojik üç oyun birarada. Devlet ve İnsan'da. Abdülhamit'le Mithat Paşa'nın mücadelesi; İttihat ve Terakki'de II. Meşrutiyet'in arkasından i. Dünya Savaşı yenilgisi; Hakimiyet-i Milliye Aşevi'nde, bu yıl 80. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizin kuruluşundan önceki en kaygılı günlerden Lozan Barışı'na uzanan günler anlatılıyor. •
Maksim GORKİ / Toplu Oyunları i
Küçük Burjuvalar / legor Buhçov ve Diğerleri (Türkçesi: Koray Karasulu) Gorki'nin oyunlarının kendi dilinden ve yeniden çeviri dizisinin ilk kitabı. Küçük Burjuvalar, küçük burjuva insanının kararsız, ürkek, çıkarcı tavrının karşısındaki devrimci anlayışın insancıl yönünü sergiliyor. legor Buhçov ve Diğerleri, Rus Devriminden sonra 1931'de yazılmış, devrim öncesinin toplumsal bulanımlarının bir burjuva ailesi boyutunda anlatıldığı bir oyun.
Gorki, 1901'de Moskova Sanat Tiyatrosun'nda sahnelenmiş olan Küçük Burjuvalar oyuncularıyla birlikte.
Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları/ TEM Yapım Yayıncılık Ltd. Şti. Ağa Çırağı Sok. 7/2 Gümüşsuyu-İST. Tel. 212. 249 87 37-8; Faks. 212. 249 02 18
-EDİTÖRDEN
Savaşa Karşı Yüz Yazar
Barış İçin 100'ler Meclisi Barış Bildirgesi
Biz Türkiye'nin yazarları, şairleri, çevir
Biz işçiler, işsizler, işverenler, öğrenciler, öğretmenler,
menleri, yayıncıları;
memurlar, emekliler; bilim insanları, doktorlar, eczacılar,
Savaşlara ve savaşçı kültürüne karşı du
hukukçular, esnaflar, köylüler, yazarlar, müzisyenler,
ran bir yaşama idealini savunuyoruz ve
ressamlar, heykeltıraşlar, sanatçılar, karikatüristler, tasa
bu yüzden, bugün, "Irak'ta savaşa hayır"
rımcılar, gazeteciler, turizmciler, mimarlar, mühendisler,
diyoruz.
din adamları...
"Suç işlemeden krallık yapılamaz" der Sa-
Bu gün burada savaşa terörün en üst biçimi olduğunu
int Just. Biz, kralların ve kralcıların yayıl
bilerek hayır diyoruz...
macı, despot suç dünyalarına karşı, insa
Biliyoruz ki bu savaşın uluslararası hukukta meşruiyeti
nın biricikliğini savunuyoruz.
yoktur, ahlaki, insani ve vicdani hiç bir dayanağı da yok
Ölümsüz Shakespeare yazmıştır: "En tatlı
tur. Yerel diktatörlükleri yıkma bahanesi ile küresel dik
şeyler ekşir kötü işler yaparak / Ottan
tatörlüğün pervasız dayatmalarına boyun eğmek ülke
çok daha iğrenç kokar çürüyen zam
miz için olduğu kadar dünyamızın geleceği için de yıkıcı
bak."*
sonuçlar doğuracaktır!
Biz çürüyen vicdanların toplum organiz
Bizler, bu ülkenin üreten, yaratan, yöneten ve düşünen
cy a
masına yaydığı korkunç kokuları pek çok
defa solumak zorunda kaldık ve hiçbir
zaman bunu bir yazgı sayıp rıza göster medik.
Salt toplu kıyım projelerinin, kusursuz ci nayet planlarının soğuk soluğunu içinde
hisseden Iraklı kardeşlerimizin değil, he
pe
pimizin hayati ve birincil meselesi haline
gelen bu savaşı önlemeliyiz. Önleyebiliriz.
Varsın tarihin cüceleri hayal gördüğümü zü varsaysın; soluğumuz tükenene kadar nasıl olsa, yaşamanın muhteşem incelik lerinden bahsedebiliriz, tonlarca varil pet rolden daha zengin olan anlama ve sev me kültürünü anlatabiliriz. Gün Kardinal Barberini'nin olsa da, za man Galileo Galilei'nindir. Öyleyse, bilsinler, bu önceden bildirilmiş cinayeti işledikleri ân, onları sonsuza ka dar lanetleyeceğiz ve yazarların laneti sonsuzdur. Kimsenin kuşkusu olmasın, büyük Türk şairi Yunus Emre yüzyıllar öncesinden uzanarak söylemiştir: "Ne ettin kurudan
yaştan sorarlar bir eyyam gelir."
insanları ve meslek grupları olarak "savaşa hayır" diyo ruz. İnsan yaşamının özgürlüğün, bağımsızlığın ve doğal
varlıkların pazarlık konusu yapılmasına; ABD'nin yayıl macı emellerine, silah ve petrol tekellerinin çıkarları uğ runa ülkemizin, bölgemizin ve dünyamızın geleceğinin
kararatılmasına karşı çıkıyoruz.
"Barış için 100'ler Meclisi"nden; Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Hükümet'e, tüm yetkililere Türkiye'nin büyük
çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini iletiyoruz. Türkiye ülkemize, bölgemize ve tüm insanlığa keder, is tikrarsızlık ve kriz getirecek bu savaşa karşı durmalıdır. Uluslararası hukukun etkisizleştirilmeye çalışıldığı bu dö nemde Birleşmiş Milletleri ve Güvenlik Konseyi'ni, savaşı engelleme yolunda aktif tutum almaya, ülkemizden yük selen barışçıl sese kulak vermeye çağırıyoruz. Bugün bu savaşa, hangi nedenlerle olursa olsun "hayır" demezsek; kişi kişi, ülke ülke tüm kurum ve kuruluşlar tarih ve gelecek kuşaklar önünde sorumlu olacağız, suç lu olacağız. Oysa dünyanın barıştan yana bütün güçleri birleşerek bu savaşa karşı tarihsel bir zafer kazanabiliriz. Bizler, ülkemiz insanlarını temsil eden "100'ler Meclisi" olarak, dünyadaki ve ülkemizdeki tüm yetkili kurumları uyarıyoruz: Ankara barışın başkenti olsun! Barışçıl çözüm umutları henüz tükenmeden bu savaşı
*"For sweetest things tum sourest by their deeds /
engelleyelim.
Lilies that smell far worse than weeds"
Barışı ve hayatı kazanalım... 5
Haberler... İŞTİSAN Seçimleri Yapıldı 13 Ocak 2003 tarihinde yapılan İŞTİSAN (istanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Der neği) seçimlerine yüksek düzeyde bir katı lım oldu. Yapılan seçimlerde yeni yöne tim kurulu şu isimlerden oluştu. Macit KOPER, Arif AKKAYA, Orhan ALKAYA, Aslı ÖNGÖREN, Burak DAVUTOĞLU. İŞTİSAN seçimlerinde, Yönetim, Denetim ve Onur Kurulları'nın seçimine geçilme den önce kaleme alınan ve Genel Kurul'ca onaylanan "Demokratik, Özgür ve Bağımsız Bir istanbul Şehir Tiyatrosu İçin" başlıklı aşağıdaki bildiriyi yayımlandı.
pe cy a
Ülkemizin en köklü sanat kurumu İstan bul Şehir Tiyatrosu, 89'uncu yaşında, ağır siyasi baskılarla boyunduruk altına alınmak isteniyor. 2002 Nisan ayında, Şe hir Tiyatroları'nın yönetsel gelenekleri ile sanatçılarının yönetime katılma hakları hiçe sayılarak iş başına getirilen ve ilk an dan açığa vurdukları "ümmî" tiyatro öz lemlerine kurum içinde yandaş bulama yan yöneticiler, çalışanlar üzerinde "te rör" estirerek, köksüz iktidarlarını pekiş tirmeye yeltenmekteler.
Göreve getirildiklerinin hemen ertesinde, verilmiş bir sözü -ya da emri- yerine getir mek istercesine, aceleyle açıklanan -ve yazar kimliği ile değil, Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşıtlığı ile kimi çevrele rin "üstad" saydığı Necip Fazıl KISAKÜREK'İ "simgeleştirme" hedefi, "Türk-lslam sentezi"ne göz kırpan "Türkî" oyunlarla desteklenmiş- repertuarda yer alan oyun ların çoğu kurum dışından yönetmenlere emanet edilmiş; bu karara karşı görüş şerhi koyan, sanatçıların oylarıyla seçilmiş Yönetim Kurulu üyesi ile atamalara ve uygulamalara karşı Anayasal düşünce açıklama haklarını kullanan üç yönetmen disiplin kuruluna sevk edilmişlerdir. Disip lin Kurulu'ndan umdukları sonucu sağla yamayan yöneticiler, bu kez de, kurum da ilginç yapımları yönetmiş olan bir yö netmeni "yararsız" ilân edip, kurumdan uzaklaştırmak ve bazı sanatçıları sudan gerekçelerle cezalandırmakla, çalışanlara "göz dağı" vermekten medet ummuşlar dır. Bunun ardından, çoğunluğu üniversi telerin tiyatro bölümlerinden diplomalı 10'u aşkın yardımcı oyuncunun görevleri ne son verilmesinde ise, herhangi bir ge rekçe gösterilmesine bile gerek duyulma
mıştır. Öte yandan, mesleki ilkelerine ay kırı bir oyunda görev alma konusunda çekince haklarını kullanan, yaşamlarını Şehir Tiyatrosu'na adamış sanatçılar, ön ce, kazanılmış hakları olan teşvik ikrami yeleri ödenmeyerek maddî kayba uğratıl mış; ardından da mesleki konumlarına uygun düşmeyen görevlere sürülmüşler dir. Özetle, çağdaş, laik, demokrat gö rüşlü tiyatrocuları yıldırarak kurumdan uzaklaştırmaya yönelik bir kıyım politikası fütursuzca uygulamaya konulmuştur. Baskıların yanı sıra, tiyatroyu "tiyatrocula ra rağmen" yönetmeyi özleyenler; yakın larını kurumda göreve başlatmakta sa kınca görmezken, oyunlardaki kilit gö revleri ya doğrudan üstlenmekte, ya da tiyatro alanında yetkinliği kanıtlanmamış "konuk"lar ile hiçbir tiyatro eğitimi gör memiş eski Yeşilçam oyuncuları arasında rol paylaştırarak kendilerine bağımlı bir kadro oluşturma çabasındalar. Al BarakaTürk'ün eski Yönetim Kurulu üyesi, en üst düzey "konuk sanatçı" kadrosundan, Genel Sanat Yönetmeni Danışmanı ola rak maaşa bağlandı; Zaman gazetesinin bir muhabiri, Basın Danışmanlığına atan dı; Kültür İşleri Daire Başkanı'nın başkan lığındaki Repertuar Kurulu, ilk günden bu yana taşıdığı "sansür kurulu" işlevini tiyatro yönetimin desteğiyle, daha da ağırlaştırarak sürdürmekte; Büyükşehir Belediye Başkanı eski Özel Kalem Müdü rü ise, tiyatronun Müdürü olarak, "hare kâtın" siyasi eşgüdümünü yürütüyor. Kurum içindeki yönetsel "terör"ün dışa yansıması ise, Şehir Tiyatrosu'na yakış mayan düzeysiz oyunlar; kapağında cami fotoğrafları ya da takkeli-çember sakallı birilerinin yer aldığı tanıtım broşürleri ve "varlığının sahibi sen misin?" benzeri, Necip Fazıl'dan yapılmış alıntılarla siyasal İslamcı çevrelere gizli iletiler ulaştıran yoğun bir propaganda kampanyası... Ülkenin en köklü sanat kurumunu öncü işlevinden saptırma tehlikesi taşıyan bu girişimler karşısında: İŞTİSAN, Türk Ceza Kanununun 228. maddesinde tanımlanan "siyasi saik ve sebep ile keyfî muamele" suçunu iş lemekten sakınmaları konusunda tiyat ronun yöneticileri ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yetkililerini uyarır; duyarlı kamuoyunu 89 yıllık "Güzellikler Evi"ni siyasal baskılara karşı savunmaya, Şehir Tiyatrosu sanatçılarının özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini desteklemeye çağırır.
İZDÜŞÜM. Levendoğlu
İyi Şeyler... "Bu ülkede iyi şeyler de oluyor." medyanın çoğunluğunun pek sevdiği ve dört elle sarıldığı bir söz, bir söylem. Kof milliyetçilik duygularını pompalama yoluyla tiraj/reyting artırma amacıyla kullanıldığından, bana itici geliyor. Ayrıca olasılık kuramları açısından tümden anlamsız; bir ülkede tek bir günde "olan şeyler" bile milyarlarla, trilyonlarla belirlenebileceğinden, "olan iyi şeylerin" de sayılara kolay vurulmayacak denli çok olması doğal. Ama benim bu yazıda yapacağım da, yukarıda olumsuzladığım şeyi yapmaya benzeyecek. Çünkü aşağıda sıralayacaklarım "Bu ülkede tiyatro alanında iyi şeyler de oluyor." görüşünü anlatmış olacak. Varsın bu çelişki gibi görünsün. Hem ben ne kof duygular pompalama peşindeyim, ne de tiraj artırma derdim var. Uğraş verdiğim alanda -sayısız olumsuzlukların yanında- olumlu şeyler belli bir zaman içinde dikkat çekecek ölçüde üst üste gelmişse, bunu dile getirmelidir, diyorum. Bir de , yoğun provalar nedeni ile derginizde ilk kez iki sayı art arda yazamama durumu sonrasında, bakışımı bitmek bilmeyen olumsuzluklara çevirmek içimden gelmiyor, doğrusu. Öyleyse, işte size bir "iyi şeyler" dökümü: — Çoğunluğu gençlerce oluşturulan yeni yeni topululuklar kuruluyor. Bu katılımlarla, tiyatrolar ardı ardına perde açıyor. Mustafa Demirkanlı bu durumu "İstanbul'da galalara yetişmek olanaksız oldu neredeyse." diye anlatıyordu, önceki sayımızda.
a
— Yine önceki sayımızdaki Demirkanlı imzalı "Editörden" başlıklı yazıdan bilgilenmiş olabileceğiniz gibi, eski Tüyap Sergi Salonu'nun yenilenmesiyle üç yeni salon kazanılacağı haberi başta olmak üzere, Muammer Karaca Tiyatrosu, Musahipzade Celal Sahnesi gibi salonların yenilenerek hizmete sunulacağı haberleri, tiyatroya emek verenleri yüreklendiriyor. Sanat işliği Tiyatrosu'nun sanat yönetmeni eski öğrencim Çetin Etili'nin girişimiyle Kuyubaşı-Göztepe'de Atatürk Fen Lisesi Salonu adı altında güler yüzlü yeni bir salonun açılması da tiyatro adına umutlar yeşerten bir olgu.
cy
— istiklâl Caddesi'nde Metin Deniz estetiğinin ürünü Maya Sanat, iç içe geçmiş sahnesi, kulisi ve kafe/barı'yla özgün ve sıcak bir atmosferi tiyatroya armağan etmişti, 2001 yılında. İlk sezonu -sanırım tanıtım/duyurunun yeterli olmamasından- parlak geçmeyen Maya, bu sezonun başından beri, Nilgün Kurt'un bilinçli işletmeciliğinde arı kovanı gibi tiyatro üretmekte. Genç toplulukların biri provasından çıkarken, bir başkası oyununu oynamaya giriyor. Kalan sınırlı zamanı ise çeşitli tiyatro kursları dolduruyor. — Tiyatro, kitap açısından -geçmişe oranla- parlak bir dönem yaşıyor. Az sayıda da olsa tiyatro yapıtı basmaya başlayan yayınevlerine yenileri katılıyor. MitosBoyut sayısal üretimde yine başı çekerken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları nitelikli yayınlarıyla dikkat çekiyor.
pe
Ahmet
— Tiyatroya destek vermeye daha iki yıl önce başlamış olan Özel Yeni İsviçre Hastanesi, bu alanda şimdiden deneyimli Efes Pilsen'e yetişmiş, giderek onu geçmeye başlamış görünümünde.
— Ülkemizde tiyatro ödüllerinin ve yarışmalarının çoğunun ilkelilikleri ve işleyişleri en azından "su götürür" olmuş ve öyle değerlendirilegelmiştir. Bu alana doğru ve kesin ilkeler ile net ve saydam bir işleyiş biçimi ortaya koyan bir tiyatro ödülü ile bir oyun yazma yarışması çıkacak yakında: Tiyatro... Tiyatro... Ödülleri ile Özel Yeni isviçre Hastanesi Oyun Yazma Yarışması. — Derginiz Tiyatro... Tiyatro... uzun yıllardır ilk kez yeni bir yıla, geleceğinden kuşku duymadan, sürekliliğini sağlamış, abonelik koşullarını kolaylaştırarak düzenlemiş ve içeriğini zenginleştirmeyi planlamış olarak girdi. Sanırım bu da, paylaşabileceğimiz bir başka "iyi şey". — Çirkin kovboy W. Bush'un suçsuz insanları kana bulamasına çeyrek kala, savaş karşıtı duruş bağlamında tiyatro insanlarımız bir bütünleşme değilse de bir varlık ortaya koydular gibi, sanki. Ama, "100'ler Meclisi" girişiminde benim gibi epey kişi olaydan habersiz kaldıklarından, onun parçası olamadılar. (Dostum Vecdi Sayar geçen gün Cumhuriyet'te, katılanlardan bir bölümünün adlarını daha anarak onları kutluyor ve "Keşke bu katılım daha büyük olsaydı." anlamında bir ekleme de yapıyordu. Ben de "Bilgilendirme/çağırma düzenlemesi daha sağlıklı yapılabilseydi keşke." diyorum.) Son söz: Medyada ağzı ve dili bozuk iki buçuk sözüm ona "yazar" tiyatroya sataşmaya ve ona kefen biçmeye yeltendi diye fazla öfkelenip onları öfkemizle ödüllendirmeyelim. Ayrıca, Başar Sabuncu'nun geçen sayımızda demiş olduğu gibi "(...) öncelikle bir buluşma, birlikte yaşama ve paylaşma yeridir tiyatro, insanın insanla yüzleştiği bir alan. O yüzden de galiba yerine başka bir şey koymak mümkün değil (...). Tiyatronun öleceği filan yok. İnsanlar bu paylaşma duygusunu hep yaşamak isteyecekler." Evet, tiyatro demek insan demek, ama tabii önce insan olmayı başarabilmek gerek. Kalın sağlıcakla, tiyatroyla ve iyi şeylerle. 7
ELEŞTİRİ
Şiirselliği Ağır Basan Bir Müzikli Kabare Örneği:
"YAŞASIN SAVAŞ"
Üstün Akmen
Sanatın toplumsal misyonunda, insanla rın ruhsal, zihinsel, düşünsel ve duygusal gelişimi hedeflenirken, aynı zamanda da toplumsal dayanışmayı, toplumsal barışı, öğütleyip örgütlemek de var. Çünkü sa nat, kendini ancak şiddetin, talan ve yağ manın olmadığı bir ortamda var eder ve kendi doğal estetik gelişim ve değişimini ancak barışçı bir ortamda sürdürebilir. Bu, Antik Yunandan bugüne böyle gel miş, hiç kuşkusuz böyle de gidecek. Sa natçılar uygar bir dünya, modern bir ya şam ve barış içinde, birlikte yaşamanın olanaklarını kendi estetik etkinlikleri için de zorlamayı sürdürecekler.
Yaşasın Barış
pe cy
a
uakmen@superonline.com
Tiyatro: Dostlar Tiyatrosu Yazanlar: Aydın Engin, Aziz Nesin, Bertolt Brecht, Euripides, Ferhan Şensoy, Kari Valentin, Nâzım Hikmet, Wolfgang Borchert. Metinleri Türkçeleştirenler: A. Kadir, Arif Gelen, Asım Bezirci, Güzin Dino, Kamran Şipal. Türkçe Şarkı Sözleri: Aydın Engin, Genco Erkal, Tuncay Çavdar. Uyarlayan-Yöneten: Genco Erkal Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Müzik: Edip Akbayram, Hans Eissler, John Kandler, Kurt Weill, Norbert Schultze, Paul Dessau, Pete Seeger. Giysi Tasarımı: Sevim Çavdar Işık Tasarımı: Halit Yazıcı Danslar: Zeynep Tanbay Müzik Yönetimi ve Düzenleme: Server Acim. Nurkan Renda Oyuncular: Genco Erkal, Zeliha Berksoy, Erdem Akakçe, Alpay Atalan.
Ülkemizin övündüğü sanatçılardan biri olan Genco Erkal da, sanatın insanda doğru düşünmeyi, derinliğine tartışmayı, nesnel anlamda yorum yapmayı ve sonuç çıkartmayı körüklediğine inanmışlardan biri. Bu nedenle, arındırılmış ruhuyla, ti yatro sanatı aracılığıyla insan ilişkilerini düzeltmek, insanın ufkunu ve ütopyasını genişletmek, ideallerini berraklaştırıp ya şamda varoluş gerekçesini sorgulatmak için yıllardır uğraş veriyor. Hem de ödün vermeden. Aşkla. Bitmez enerjisi, tüken mek bilmeyen umuduyla... 42 yıllık sanat yaşamında, sayısız oyunu sahneye taşıyan, kimi zaman sanat anla yışı ile tartışılan Genco Erkal, Aydın En gin, Aziz Nesin, Bertolt Brecht, Euripides, Ferhan Şensoy, Kari Valentin, Nâzım Hik met ve Wolfgang Borchert'in yapıtların dan uyarlayarak yönettiği ve "Yaşasın Sa vaş" adını verdiği, yazarlarının barış öz lemlerini dile getirdikleri müzikli kabare oyununda, savaşı destekleyen düzene ve medyaya hak ettikleri eleştiriyi getiriyor, onlara bir anlamda toplumsal sorumlu
luklarını anımsatıyor. Dostlar Tiyatrosu tarafından sahneye taşınan ve savaşı mercek altında tutan oyun, Kurt Weill, Hans Eissler, Norbert Schultze; Paul Des sau, Pete Seeger ve Edip Akbayram'dan Nurkan Renda ve Server Acim'in düzenle yip yönettikleri müziklerle sunuluyor. Ve biz artık pekâlâ biliyoruz ki, Genco Erkal'ın kabare anlayışı, alışageldiğimizden hayli değişiktir. Egemen sınıf ve toplum düzenine karşı çıkmak ya da güncel poli tik konulan işlemek, toplumsal ve kültü rel alandaki yozlaşmayı "şakayla karışık" iğneleyici bir dille taşlamak Erkal'a yetmi yor. Erkal, daha fazla zekâya seslenen, daha düşünceye yönelik, yazınsal değer yanı daha ağır basan, şiirselliğin ağırlık kazandığı bir tür olarak benimsiyor kaba reyi. Hal böyle olunca, "Yaşasın Savaş"ta Euri pides gibi bir atayı, Brecht, Nâzım gibi büyük ozanları. Aydın Engin gibi bir ka lem kurdunu oyunun harcına katmış. Yerli yerinde yaptığı kolajla savaş olgusu nun içeriğini didiklemeye çalışmış. Savaşın dinamiklerinin arkasında oluşan çıkarlar zincirini, savaşı var eden sistemin işleyişini, savaş karşısında insanların bi reysel ve toplumsal sorumluluklarını iç içe vermiş. Barış Dinçel'in sahne tasarımı ağır, han tal, ama kullanışlı. Sevim Çavdar'ın giysi leri özellikle Zeliha Berksoy'da iyi. Halit Yazıcı'nın ışığı da kötü değil. Genç oyun cu Alpay Atalan, içsel yönelimlerin derin liğini daha henüz duyumsayamıyor. Bu söylediğim, elbette bundan sonra da duyumsayamayacağı anlamına gelmemek te. Ayan beyan sergilediği içgüdüleri, do ğal dürtüleri bana yarın için umut verme-
a
pe cy
a
ve onları okumayı "hatmetmiş" bir oyuncu. Coşku ve duyu belleği iyi geliş miş olduğundan, canlandırdığının ruhsal durumunu çabuk ve kesin yakalıyor. Ocak ayı boyunca kendi koreografisindeki iki dansıyla gösteriye katılan Zey nep Tanbay'ı bana soracak olursanız, dans onun simgesi olmuş derim. Birinci perdede nasıl "Lili Marleen"in ruhunun gölgesini çiziyorsa, ikinci perdede "İs kemle" performansında acıyı, işkenceyi, özgürlüğü nasıl anlattıysa... Zeynep Tan-
pe
cy
mesi açısından yetti de arttı bile. Erdem Akakçe, "Kıymayın Efendiler"de müzis yen yönünü de başarıyla sergiliyor. "Ya Barış Patlarsa"da da iyiydi. Rolden çıkmı yor, ama sanki kabareyi biraz hafife alı yor gibime geldi, günahı boynuna. Tiyat rocular arasında "sözceleme" diye bir ta nım vardır, bilmem bilir misiniz. Konuş malarda, konuşanın ürettiği, iki susku arasında yer alan söz zincirleri parçası olan "sözceleri", bireyin belli bir bağlam ve durum içinde gerçekleştirmesine di yorlar. Bunun en güzel örneği Zeliha Berksoy. Berksoy, hareket ve diksiyon hakimiyeti sayesinde, eylemleri gibi oyun metninin de bir anlam kazandığı olası "sözceleme durumları" tasarlıyor, bu da oyuna oyun katıyor. "Troyalı Ka dınlarda müthiş. Berksoy, hiç kuşkusuz iyi bir Weill yorumcusu ve hiç kuşkusuz Brecht tiyatrosunu iyi biliyor. Şarkı söy lerken gereksiz fazlalığa hiç yer verme yen, yapısal nedenle uzatmalar gerektir meyen, sıkı, incelikli, küçük biçimler ha lindeki, özel kalitesi olan Brechtisyen tar zı pek güzel uyguluyor ve yorumluyor. Ama arka arkaya aynı biçem gelince sanki yineleme oluyor. Hani, örneğin Schultze'nin "Lili Marleen"ini değişik gırtlak yapısıyla -ki onda o gırtlak yapısı da var- okusa nasıl olur? Benden sadece söylemesi, yoksa ne haddime karışmak! Genco Erkal ise, coşkularını yönetmeyi 10
bay, dans ederken iki kişinin toplamı. Belki daha da çok kişinin birbirine karışı mı. Zeynep Tanbay'ın bedenin dili, pek çok kişinin konuşma dilinden çoook çok, ama çoook daha iyi... "Yaşasın Savaş"ı görmeyenler için öneri yorum. Canım efendim, insanların savaş ortamında da öyle ya da böyle gülmeye gereksinimi var. Gidin, hem düşünün, hem gülün. Nasıl olsa savaşa girersek gülemeyeceğiz. Gerçi o zaman da halimize yedi düvel gülecek ya...
KUTLAMA / ANI
1963'de Başlayan Maceranın 40. Yılı
AST'LI YILLARIM
Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara'nın ikin ci özel tiyatrosu. Sahne sanatının resmi yetten bağımsızlığına doğru, Devlet Tiyatrosu'nun burnunun dibinde atılan ilk adım "Meydan Sahnesi" girişimidir. Ku rucuları arasında ben de vardım. 'Gişe yapmak' özlemi, izleyicinin yaratıcılığını kışkırtarak varlığını koruyabilme özlemi ne baskın çıktı. Böyle bir baskının sancısı na iki üç yıl kadar dayanabildim. Aklım fikrim hâlâ Güner Sümer'in, küçük kar deşim Güner'in üniversite yıllarındaki (Ankara SBF) gençlik 'kumpanya'sı "Sah ne Z"nin tiyatromuza üfürdüğü farklı so luktadır. 1955-56'daki Erlangen Gençlik Tiyatro Festivali'nde yankılanışları başlıbaşına bir heyecan kaynağı. Bu kabulün coşkusuyla Güner üniversiteyi bırakmış,
pe
cy a
Adalet Ağaoğlu
tiyatro sanatını seçmiştir. Onlar, istan bul'daki gençler, "Genç Oyuncular", bu luşulan ortak noktalar, derken Atilla Alpöge'den "Çürük Elma", yanısıra Erdek Tiyatro Festivalleri... Böyle taptaze bir bereket. Ama yerleşik sahneden yoksun luk nedeniyle bu amatör çalışmalar bir batıp bir çıkmaktadır. Güner Sümer, An kara'da içinde sürekli çalışabilecekleri bir yer peşine düşmüştür, ancak ikimizin bü tün çabalarına karşın bu 'heves' kursak ta kalmıştır. Yeşeren umutları çaresizlik örtüyorsa da, Muhsin Ertuğrul Hoca'nın Devlet Tiyatrosu sanatçıları Kenter kar deşleri, Yıldızla Müşfiki, devletin tutucu tiyatrosundan istifaları sonucu, İstan bul'da bağrına basması, gençlere tiyatro sahafında direnme gücü aşılıyor. Güner'in üniversitedeki hukuk öğrenimi ne karşın seçtiği tiyatro sanatında öğre nim ve deneyimlerini artırmak için Pa ris'e gidişi o zamanlara rastlar. O gittik ten kısa bir süre sonra 27 Mayıs yaşandı. 1961 'de de biz, yani Devlet Tiyatrosu'ndan dört genç sanatçı ile Ankara Radyosu'ndan ben, Sıhhıye'de bir apartımanın bodrum katını bulduk. Birer aylık maaşlarımıza karşılık Ziraat Bankası'ndan kredi alır almaz işlerimizden isti fa edip "özel tiyatro"muzu kurduk. Ban ka, hepimizin toplam 800-900 liralık ma aşımız karşılığındaki bu krediyi şu şartla vermişti: Perdemize baştan sona banka nın adını koyacaktık... Fakat kiraladığı mız bodrum katıı (apartımanın kömürlü ğü) yarım daire biçiminde avuçiçi bir sah neyi ancak buyur edebilmekte. İki yanlı açılıp kapanacak perdeyi bağrına basa11
cy
Perdesiz bir sahneye 'iyi ki' mecburduk. Fakat bu sefer de banka adının her çeşit oyuna, eski körüklü fotoğrafçıların man zara perdeleri benzeri fonluk etmesi, sa natın kafasının gözünün yarılmasına bire bir.
sil Kolu' yokolmuşlarımız arasında. İstan bul'dan Bedia Hanım, Vasfi Rıza, I. Galip Arcan, Hazım Körmükçü ve daha kaç 'Darülbedayi' sanatçısı yazmaya bağlı değiller, konuşmaya yakınlar. Bu sözlü anlatılardan gelecek zamanlara kala ka la birkaç küçük güzel anektod kalmıştır; bunların da yoklar arasındaki yerlerini al ması çok yakındır. Salt 'resmi hayatları' değil, hayatlarını boyayan acıklı-komik fıkraları da yazılmalı. Örnekse İsmet Ay'ın anılarındaki güzel yeriyle, yaşan mışlıklara layık dramıyla bazı anektodlar...
a
cak kulisler için yer yok. Seyirci de zaten dekorları, yarım dairelik haliyle sahne sır tından göre göre yerine geçebilecek...
pe
Büyük hocamız Sayın Muhsin Ertuğrul'un egemen politika (DP) güdümüne sırt dönmesi, yaratının, düşünce üretimi nin bağımsızlığını savunma mücadelesi hiç uzağımızda değil. 1950-60'lı yıllar se yircisi, çoğunlukla 'vatan cephe'li oluver miş sanatkârlara hem kırgın, hem kız gın... Bundan olmalı, Meydan Sahnesi'nin naif girişimi şefkatle karşılanmış, hele kendisiyle, izleyici ile diz dize, kucak kucağa bu tiyatro, bir çeşit değişiklik, farklılık anlamına gelebilmiştir. Pratik an lamda büyük değişiklik(l): Fes atılmış, şapka giyilmiştir... Şapkanın içini doldu rup donatmaya gelince... Burda biraz duralım.
AST'ın 40. yılını kutlarken bu ilk adımlar, havasıyla suyuyla tiyatro tarihimizin say faları arasında görünmelidir. Tarihin dili, yaşanmışlıkların diliyle de konuşmalı... Ankara Radyosu 'temsil kolu'nun üyeleri arka arkaya hiç konuşmadan, yazmadan gitmemeliydiler. Bu kendine özgü önem li kadro, TRT arşivi dolaplarında, rafların da kaçbuçuk yer tutmakta acaba? 'Tem 12
1950'nin ikinci yarısında Kenter'lerin İs tanbul'da 'sermayesiz özelleşmiş', kendi ne mahsus 'bağımsız' tiyatronun gölüne attıkları maya tutmuş, 'üflene üflene' yenen yoğurdu günümüze kadar tazeli ğini korumuştur. Çünkü izleyicilerinin damak tadına ihaneti, mayasının haslığı na ihanetle bir tuttular. Bunu 'geçmiş ten bugüne'yi bilenler bilmekte. Bu ti yatroya bütün gücüyle omuz vermiş al çakgönüllü şair, yazar Sevgili Kâmuran Yüce'yi tiyatro turneleri sırasındaki bir trafik kazasında kaybettik. Tıpkı, 40 yıl önce 1963'te, Istanbul'lu Arena'nın An kara sürgün ve süreğeni AST kurucula rından asaf Çiyiltepe'yi 1967 yılı yaz tur neleri sırasında uğradıkları trafik kaza sında kaybedişimiz gibi. Güner Sümer'in ilk oyunu "Yarın Cumar tesi", tanınıp bilinmeyen birinin oyunu dur, şudur budur, denmeden ilk defa
Kenterler tarafından, Şişli Site'nin iğreti sahnesinde, fakat değerli Lütfi Akad merceğinden sahneleniyor. Oyun sevilip kabul görüyor. Paris'teki Güner, oyunu nun sahnelenişinde bulunamasa da, TNP'nin özellikle de Roger Planchon'un derslerine girip çıktığı o günlerde Asaf Çiyiltepe ile buluşup görüşüyorlar. Mem lekette kuracakları tiyatronun repertuvar hazırlığını yapıyorlar. Herbirinin elinde bir liste. Herbiri ötekinin öğretmeni ve öğrencisi. Erdek Festivali, anılarından taptaze, hayallerinde ise Türkiye'nin do ğusundan batısına değişen zamanlara duyarlı bir tiyatro anlayışını sergilemek var. Tuhaf bu ya, hayallerin gerçekleştiği bir zamanda Asaf, günün en külüstür kamyonlarında taşınan oyun dekorlarıyla Antakya-Diyarbakır-Erzurum-Erzincan arası yapılmakta olan turne yolculukla rında elimizden çıkıp gitmiştir. AST'ın gencecik sanatçıları hafif ve ağır yaralı; Güner'in gözaltında, bir kanlı gözyaşı benzeri, o kocaman patlak. Ankara'da Asaf'ın üstüne toprağı atılıyor. Turneye devam. AST'ın 5. yılına perde açma mevsiminin hazırlıkları... Bütün AST kadrosunun en ışıklı, verimli yıllarında, Asaf'ın kafa aydınlığına, de ğerli anısına, direncine duydukları saygı nın dinamosuyla nasıl doğruluklarının, kendilerini çok sevip benimsemiş seyirci lerini büsbütün öksüz bırakmamanın bi linciyle neler yaşadıklarının en yakın ta nıklarından biriyim. Ayberk Çölok'tan Er-
Mitler Rejimi'nin Korku ve Sefaleti/Bertolt Brecht/Yön. Yılmaz Onay/1970-71
a
nede kalan ve en çok seyirci çeken oyu nu olmuştur. Popüler sanat sinemanın o tarihlerdeki baş yıldızı Fikret Hakan, sine masını bırakmayı bile göze alıp AST'a "Durand Bulvarı'nın Jules Durand'ını ben oynamak istiyorum, kabul eder misi niz?" demeye gelmiştir. 1968 Ekim'inde ilk oynanışı yapılan eser 1970 mevsimi ne kadar sürdü. Yankılar arttıkça kovuş turmalar, soruşturmalar, 'çok solcular' yumrukları. Her şeye karşın Asaf'ın yö netimindeki "72 Koğuş"da AST'da sah nelenip yankılanmıştı; kaybı sonrasında Eskici ve Oğulları da... Değerli yazarımız Orhan Kemal'i oyun yazarlığına kazanımımız da böyle oldu. Orhan Kemal'le ta nışma, oyun provalarından birini onunla birlikte izleme şansım da böyle doğdu. 1965 Şubat'ında Sermet Çağan'ın bir oyun projesi "Ayak Bacak Fabrikası", dramaturg ve yönetmen Güner Sü
pe cy
kan Yücel'e bugün aramızda olmayan lardan, çok şükür olup da hâlâ sahne ve sinema sanatları dünyasında çalışanları na kadar, dekorcu İsmail'imizden sevgili Muammer Tümen'imize, kendisine 'amele Erol' denmesini o günler olduğu gibi bugün de pek seven Erol'umuzdan I. Hakkı Şen ve Aydoğan Ergezen'e ka dar, Nihal anneden sanatına değerler den değer katan Celile Toyon'a kadar, AST'ı -ilk beş-on yılında- omuzlarında yükseklere taşımış on kişilik, ama gere ğinde sayıları kırka çıkan (yönetmenin den dramaturguna kadar tek repliklik 'rolle oyuna aşkla katılanlar) bir kadro nun bütün üyeleri, hepsi de benim yüre ğimin duvarlarında sürekli asılı tablolar. Hepsi her zaman yakınımlarımdır. Dekor-kostümlerin nerdeyse gönüllü çalı şanları, Yücel Tanyeri yanında Osman Şengezer'in ilk adımları... Savaş Dinçel'ler, Şener'ler... Gençliğine karşın gör müş geçirmişliği ile oyun kadrosuna de ğerli katkılarda bulunan Orhan Çağman. İstanbul'dan kendi istekleriyle koşup ge len sevgili İsmet Ay... Ya Arena'dan beri büsbütün göz bebeğimiz Genco Erkal? Türk sinemasının gözbebeği olmuş Fik ret Hakan? Biri "Bozuk Düzen"in Ragıp'ında izleyicinin gönlünde taht kuru yorsa, Genco da Gogol'den "Bir Delinin Hatıra Defteri"nin tek ve baş kişisi Poprişkin'e Ankara'da bir hayat daha kazan dırıyor. Asaf'ın kaybından önceki isteği üstüne Armand Salacrou'dan çevirdiğim "Durand Bulvarı", Güner Sümer yöneti minde 1968 İnsan Hakları Yılı'na çok et kili bir katılım sağlamış; bu oyun AST'ın ilk on yılı içinde iki mevsim boyunca sah
403. Kilometre/İsmet Küntay Yön. Rutkay Aziz/1972-73
mer'in Çağanla elele kolkola çalışmala rıyla sahnelenmiştir. Büyük yankı yapan, izleyiciyi boşaltmak yerine sorgulayıcı kı lan pek çok AST veriminden biri de bu dur. "Ölü Canlar", "Arturo Ul'nin Yükse lişi", "Küçük Burjuvalar", "Mezarsız Ölü ler"... Hemen hepsi Asaf'la Güner'in kendi tiyatrolarını kurabilecekleri hayalle ri içinde hazırladıkları repertuvardan. Hepsinden önemlisi de AST kadrosunun ilgisiyle yerli oyunlar kazanımımız. Yeni umutlara Batılı 'üstün eser' hakkının ay nen verilişi. Ortada, AST tutumuna denk gelen yoksa, yazarla işbirliği ederek ya ratmak. Romanı oyunlaştırmak; oyuna yeni bir yorum taşımak. Yakın ve unuta madığım tanıklıklarım saymakla bitmez. Muhsin Ertuğrul hocanım 60. Sanat Yılı, DT'de değil, İstanbul girişimi yanısıraa burda, AST'da kutlanmıştır. Bu güzel gün için çıkarılmış AST dergisinde (Yıl: 6, sayı 2 1 ; Kasım 1969), İTİ (Milletlerarası Tiyatro Enstitüsü) Başkanımız Muhsin Ertuğrul'un imzasını taşıyan şu mektup yeralır: "AST Tiyatrosu Sanatçı ve Yöneticilerine, Son yıllarda birçok değerli sanatçının ölümüyle Tiyatromuz acı kayıplara uğra dı. Şimdi de Asaf Çiyiltepe'nin ansızın ölümü Türk Tiyatrosu'nda derin bir boş luk bıraktı. Denilebilir ki hiçbir ölü, ken disiyle beraber bu kadar engin bir ümidi mezarına götürmedi. Bu yüzden Tiyatro muz ne kadar uzun, ne kadar sürekli yas tutsa yeridir ve biz bu yası ancak onun açtığı çığırda ve izde yürüyen arkadaşla rının aynı hızla çalışmalarıyla belki hafif letebiliriz. Sanırım ki Asaf'ın ruhunun da arkadaşla rından istediği bu yolculuğun yarıda bı13
rakılmaması olacaktır. Bugünkü ekono mik şartlar altında dayanaksız özel bir ti yatronun yaşamasının, hele sizinki gibi toplum yararına çalışan ciddi bir tiyatro nun ayakta durmasının güçlüğünü ya kından bilen İTl'deki arkadaşlarınız bu çetin yolculukta Asaf'ın isteğine katıl makta ve bütün kalpleriyle başarılarını zın sürüp gitmesini dilemektedirler. Hepinize, acılarınıza candan ortak oldu ğumuzu belirtir, yeni mevsim için başarı lar dileriz." Eylül 1967.
Ayaklar yalın, sabunlu su kovaları, elde tahta fırçaları, delikanlılar hart hart fırçalıyor lar sahnenin tabanını. Necatibey Caddesi. Büyük Meydan Tiyatrosu sahnesi bu, An kara. İhyan delikanlı ayaklanıp bakıyor. Olmadı daha, devam diyor. Devam fırçalama işlemine. Bu ihyan delikanlı Ayberk Çölok. Yıl 1968, mevsim sonbahar. Ayberk de miştim, on yıllık arkadaşıma, gelsin iki temizlikçi, yapsın bu işi. Yok abi demişti, biz temizleyeceğiz sahneyi, hakedeceğiz onun üzerinde olmayı. Ve dizlerinin üzerine çö küp, kocaman elleri ile fırçalamayı sürdürmüştü. İşte Ayberk buydu, haketmeliydi, bu sahnede ayakta durmayı. Benim tanıdığım Ayberk, yetenekten çok, çalışmaya önem verirdi. Gövdesini beyni ile birleştirmesini bilendi. 72. Koğuşta bir kaya parçası gibiydi, Tenekede bir sonba har yaprağı, bir sararmış gazel. Yaptığı ile övünmedi hiçbir gün, onu övenlere de şa şırarak bakardı. Daha hiçbir şey yapma mıştı ki, daha çok çalışması gerekti. Ufuk çizgisinde bir nokta idi kendisine sorarsan, hiçbir zaman yıldız olmak istemedi. Ona altın bir tabakta sunulan yıldızlığı elinin tersi ile itiverdi. Ayberk'in hayalgücü, rolü zerreciklerine ayırabilmesi, sonra onları birleştirebilmesi, bir rejisör için büyük bir imkandı. Bu imkanı ancak büyük sanatçı lar verebilirdi rejisörüne, ve maaalesef bir çok büyük sanatçımızda olduğu gibi onun bu yetenekleri, ülkemizde yeterince de ğerlendirilemedi.
pe cy
a
Güner Sümer'in aynı günlerde Asaf'ın
İriyarı Delikanlı Ayberk Çölok
ruhuna ve anısına gönderdiği mektup şöyle başlayıp bitmekte: "Sen gideli dört gün oldu. Bir yandan senin gidişinin ver diği boşluk, öte yandan bütün acıları unutup bize emanet ettiğin işi sürdüre bilme kaygısı... İşte dört gündür bu duy guların içinde bocalayıp durmaktayız. Ne seni kaybettiğimiz gün, ne seni top rağa verdiğimiz gün, uzunboylu dertlen mek için zamanımız olmadı. Yaralı tiyat romuzu yeniden ayağa kaldırabilmek için el-ele verdik, bütün acımızı unutup Çalıştık. ( ) Asafcığım, yarın Erzincan'dan başlaya rak 20'ye yakın Anadolu ilini daha dola şıp yarıda kalan turnemizi tamamlayaca ğız. (...) Bundan sonra seni yaşatmak için yaratmak zorundayız. Bütün arka daşlar sevgiyle gözlerinden öperler. Gü ner." Her iki mektubun da virgülüne kadar sa hiciliğime kalıbımı basarım. Çünkü Muh sin hocanın İTİ çalışmaları sırasında yanıbaşında bulunmam onurunu taşıyor, 14
Bir Zeki Ökten filmi gelir aklıma, 'Düttürü Dünya' . Orada, sandalye ile güreş tuttu ğu bir sahne vardır, pavyon müşterilerini oyalamak için. Bence tiyatro okullarında ders kitabı olarak okutulmalıdır.
Ayberk Çölok sahnede ve hayat oyunun da, 1958 Galatasaray - Diamendi meyha nesi - Ankara Sanat -Ankara Halkoyuncuları ve son olarak 1980 de Yeşilköy Havaaalında ayrılışımız ve Maksim Gorkinin, Ayak Takımı Arasında oynamasını teklif et mek üzere telefon edip, öldüğünü öğrendiğim saniyeye kadar, dürüst, içten, o hari kulade oyununu oynadı. Ben 67 yaşına geldim, arasıra konuşuyoruz Ayberkle. Ben, Türkiye seni anlamadı Ayberk, düşlerinde kurduğun tiyatronun kapılarını sana aça madı dediğimde, boşver be ihtiyar, biz işimizi yaptık o kadar, deyip, hafif bir gülüm seme ile kayboluveriyor. Tekrar karşılaştığımız bir gün, hatırlıyormusun, ne güzel günler yaşadık, şikayetçi olma. Bak ben unutmadım. Izmirde bize gelmiştin... Hatırlamaz mıyım, Ayberk, ama artık anektod olmuş maceralarımızı, başkaları anlat sın istiyorum. Başkalarının anlattıklarını, tatlı tatlı dinliyorum. Bazen abartıyorlar ama, bize de yakışıyor. Tuncel Kurtiz
Güner'in Erzincan'dan elyazısıyla çok acele gönderdiği satırlarını daktiloya çe kip AST dergisine aktarmış bulunuyor dum. Bu arada AST'ın perdesini ilk defa "Godot'yu Beklerken"le gişeden gelme 16 seyirciye açıp 1970'de "Durand Bulvarı" ile (Müzik: Tarık Öcal), beş yılda iki mev sim bilet satışından toplam 40.000'lere ulaşabilmiş. Tek mevsim içinde 19.000
seyirci tarafından izlenmiştir. Gişeden, şan ve şereften önce bütün gücünü ti yatro sanatının kaliteli yaratıya, düşünce üretimine adamış bu topluluğun kurucu ları (Güner Sümer'i 1977 baharında kan serden kaybettik.) AST'ı 40. yılında izleyebilselerdi, duygu ve düşünceleri ne olurdu, bilemeyiz. Tanıklar da bir tah minde bulunamazlar. Miras, eline geçe nin anlayışına, yaşama biçimine bağlıdır. Bu konuda tanıklığım adına ben de bir
Ayberk Çölok Dersanesi MSM'nin girişinde Uğur Mumcu Öğrenci Lokali ile karşılaşırsınız. Hemen yanıdaki kapıda ise "Ayberk Çölok Dersanesi" yazar. Okulda tüm mekânlar bana emeği geçen ustaların adını taşır. Ayberk Çölok bunlardan biridir. Beni ilk kez özel tiyatrolarla tanıştıran kişidir o. 1963 yılında Şehir Tiyatrolarından çıkartılınca, Ayberk, Savaşla beni buldu. "Sizi Münir Özkul Tiyatrosu'na götüreceğim." dedi. Münir Ağabey yeni bir tiyatro kuruyor, genç oyuncular arıyor. Götürdü bizi. Kadroya girdik. Aradan uzun yıllar geçti. Sözde ben ünlü oldum. Birgün Ayberk bana geldi. Bir -Temmuz günü.
a
- Sen artık meşhur oldun, piknik yapıp rakımızı içemeyiz seninle, dedi. - İçeriz, dedim. Küçük bir arabam vardı. Atladık gittik Florya'ya. Bir boş domates sandığı, iki çay bardağı, beyaz peynir, domates, salatalık, salam, su, ekmek ve rakı aldık. Arabayı bir ağaç altına park ettik. Radyomuzu açtık. Nefis bir müzik var. Arka koltuğu söktük yerinden. Domates sandığının üzerine sandığımızı kurduk. Günlerden pazar. Orası anababa günü, ama bizim için fark etmiyor. Ankara'dan abim gelmiş. İkimiz çok mutluyuz. Az ilerde futbol oynuyor gençler. Pijama altı şort, eskimiş eşofmanlar var üzerlerinde. Bir iki maç bitti. Derken, çok güzel formalı bir takım çıktı sahaya. Ayberk: - "Bunlar kim ulan?", dedi. Öyle ya, hepsi şortlu, pijamalı, bunlar formalı.
pe
cy
- "Bunlar Mahmut Paşa Spor'dur." dedim. - "Nedenmiş o?" - "Çünkü oradaki trikotajcılardır, aralarında bu formaları yaptırmışlardır." O sırada formalı gençlerden biri yanımıza geldi. - "Abi bir hatıra fotoğrafı çektirebilir miyiz?" dedi. Gittik, çektirdik. Ayberk meraktan çatlıyor, dayanamadı: - "Siz hangi takımsınız?" diye sordu. Gençler: - "Mahmut Paşa Spor'uz abi..." demesiyle Ayberk bana bir yumruk attı: - "Sen bunları önceden tanıyordun, beni işletiyorsun.", dedi. Nefis bir gündü. Oradan ablamın Florya'daki yazlığına gittik. Orada da bir büyük rakı içti, gece evine bıraktığımda ayakkabılarını arabada unutmuştu. O'nu çok özlüyorum. Müjdat Gezen yargıya varamam, çünkü hemen hemen 15 yıldır, Eşber Yağmurdereli'nin yeni AST tarafından oynanmış "Akrep" oyu nu dışında kafama ve gönlüme yerleş miş, ilk sekiz-on yılın oyunlarıyla kan ba ğına sahip bir çalışmalarını görebilmiş değilim. Ama AST'ın 40. Yılı'nı, bütün anılarımın ışığında hapisliğin ve habisli ğin aynası, çok değerli "Akrep" oyunuy la kutlamak istiyorum.
AST'ın 1963-64 mevsiminden başlayarak Ankara'da tiyatro hayatını ışıldatan ve rimli serüveni, siyasal hayatın arızalı yol larında yaralanacak; trafik, kanser, tu
tukluluk dışı kaza ve belalara da uğraya caktır. Yani AST, 1970'lere doğru ve da ha sonraları gelen özel-genel; resmi-gayrı resmi çeşitli 'darbeler' sonucu sarsıl mış; dağılıp parçalanmıştır. Sol'umuzun çocuk hastalığı virüsü buraya da sıçra mış, 'sen az devrimcisin, ben çok dev rimciyim..." "Siz küçük burjuvalık ediyor sunuz, biz işçi tiyatrosu yapacağız, siz çekilin gidin!" itiş kakışları. Dağıtış. Dağı lış. Elli liralık hisse senetleriyle şahıslara satışa çıkarılan AST Anonim Şirketi'nin tek tek kişilere ait bir 'Milli, pardon, ulusal-sermaye 'halini alışı var sonra. Buna aklımın yatabildiğini söyleyemem. Adı nın sanata layık saygın mirası, 1973'ler-
den günümüze şirket halinde ve milli sermaye namıyla yeniden toparlanış gibi görünüyor ama sonra, yine dağılış. Der ken, yeni ellerle AST rumuzu altında ye niden sürdürülme çalışmaları. Söyledi ğim gibi, AST'ın kuruluşunu ve ilk sekiz on yıllık durumunu yakından çok iyi bili yorum. Kurucuları Asaf Çiyiltepe ile Güner Sümer'in buraya kadar olan Sahne Z ile Arena deneyimlerini bildiğim gibi bili yorum. Kalanını da bilenler bilsin. Yine de sözlerimi AST'ın ortaya çıkışına dön meden kayamıyorum. 1963 yazındayız. Meydan Sahnesi'nden ayrılmışım, henüz asansörü takılmamış bir bloğun üst katında bir daireye göç mekteyim. TRT Özerk kuruluş oluyor muş. Ankara Radyosu, bu kurumun bünyesindeki yerini alıyormuş; beni geri istiyorlar. Güner, Paris'teki en yok-yoksul günlerinde... Bazı amatör banliyö tiyat rolarında gönüllü olarak çalışmaya gidip gelmekte. 'Arena' ellerinden alınıyor. Asaf nerede, ne yapmakta? Sıcak bir Temmuz günü. Kapım çalındı, açtım. Asaf Çiyiltepe. Elinde bir kavun. Tıknaz bedeniyle nefes nefese, ter için de. Yerimi ortak bir tanışa rastlayıp öğ renmiş. "Adalet Abla, balkonunuz güzelmiş, bu işte, orda otursak diye..." kavunu uzatı yor. Gülüyoruz, hem nasıl! "Pekii, neyi kutluyoruz Asaf? Hele, geç otur, soluk al biraz..." Ankara'ya tepeden bakan balkona yerle şiyoruz. Kavun, peynir, rakı... "Neden sonra Asaf: "Bu merdivenleri hep böyle tırmanacak mıyız? Saydım, tam 167 ba samak!.." demesin mi? "Yok yok. Asansör gelecek ay takılacakmış. Neden? Ankara'ya geliyor musun 15
haline getirilebilir. Kira anlaşmasını he men yapabilirdik, ama..."
pe cy a
yoksa?" Sanki Arena'yı Ankara'da göçürteceği tiyatro yerini bulmuş da "Çalı şacak asansör şerefine içelim," diyor. Hadi, peki... "Abla, Güner'e yazar mısı nız? Hemen gelebilir mi?" Olur, tabii.
Boş boş bakıyorum. "Yazarım da, ne de meliyim? Kursunu bursunu bıraksın mı yani?" "Bir yer bulunursa, bu yazın sonunda gelebileceğini söylemişti de bana... Eh, o yeri de buldum!" "Ne diyorsun? Nerde? Nasıl?"
"Kızılay, llhamur Sokak, llhamur apartımanı altı. Hem merkezi, hem bir iki ay içinde 200-250 kişilik bir tiyatro salonu
Neymiş, biliyor musunuz? Evsahibine Bü lent Akkurt'la birlikte başvurmuşlar. Evsahibi, zaman istemiş; sorup soruştur muş, Asaf ikinci defa gittiğinde bodrum katının sahibi isteksiz davranmış. "Ama diyor," Asaf. "Yine iyi adammış. Sebebi ni söyledi. Tiyatro için benim gibi yer pe şinde koşan başka oyuncular, kendisine gelmişler: Sakın onlara vermeyin. Onlaar komünisttir. Her oyunda kapınız pence reniz kırılır sonra..." demişler. ...TİP'e mipe bağlı solcular onlar..." Asaf, yer kap mak için başvurulan yolun pisliğine öfke li, ama büsbütün inatçı, hâlâ umutlu:
"biliyor musunuz, ev sahibi mühendismiş. Ben ısrar edince, kefiliniz kim, diye sordu. Mühendis ya, ilk aklıma gelen Halim Abi oldu. Meğer evsahibi Halim Abi'yi biliyor, tanıyormuş. Yani işte, siz, Halim Abi ile birlikte ona gitseniz, bize kefil olmaz mısınız?" Halimle ben, birbi rimizin tutacağı yollara hiç karışmayız. Yine de birden: "Bakalım, gidelim," de dim Asaf'a. Halim de "Pek öyle yakın bir tanışıklığım yok evsahibiyle, ama baka lım gidelim, deyip gelivermesin mi bizim le? Kefil olduk. Üç gün sonra da AST, bi zim evin balkonunda 'resmen' kuruldu. Güner Sümer'e o gece yazdım. O da Ey lül ayında Paris'ten elinde 'tiyatro sanat çısı belgesiyle' geldi. Bugün 40. Yılı kut lanan AST'ın damarlarında bütün bu geçmiş girişimlerin kanı dolaşmaktadır, diye düşünmeden edemiyorum.
AST'ın idari müdürü Bülent Akkurt, sa nat yöneticisi; Asaf Çiyiltepe. Yönetmen ve dramaturgu da Güner Sümer olmak üzere, 6 Aralık 1963'te açılmıştır, demiş tim değil mi? O yılın Ağustos ayında ki ralanan yerin onarımı, Eylül-Ekim-Kasım ayları, açılış oyunları "Godot'yu Bekler k e n " ^ çalışmalarıyla geçmiştir. Açılışım oyunu büyük başarı sağladı. Tiyatronun kadrosundan Tunca Yönder, Işık Top rak, Güner Sümer'in 'godo'yu bekleme' oyunları uzun süre belleklerde dolaştı, dolaşmakta. Hem de 16 adet ilk seyirci ler sayesinde. Seyirci de seyirciymiş haaa... Kutlayalım.
KUTLAMA / ANI
ANKARA... SANAT... TİYATRO... Ve... Nostalgia Çetin Öner Benim için AST, bir sonbahar sabahı okuma
pe cy a
provası için merdivenlerinden inip, 40 yıldır bir daha içinden çıkamadığım bir okul, bir yuva, bir sığınaktır. AST'ın sığınak olma özelliği, salt benim gibi AST çalışanları ile de kısıtlı değildir. Oyuncu, Yönetmen, Sahne Tasarımcısı, Mü zisyenin yanı sıra Öğrenci, Öğretmen, Yazar, Sendikacı, Gazeteciler için de bir sığınak ol muştur AST. Ve AST benim Tiyatro Sanatı ile yüz yüze geldiğim ilk yerdir. İyi ki o merdivenlerden inip, o bodruma ka lebent olmuşum. Yaşamım da, düşüncelerim de tepeden tır nağa değişti. Can Baba'nın (YÜCEL) değişiyle o günden sonra: "Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim." Ölüler genç kaldığı halde ben, Hocam ve Us tam Asaf ÇlYlLTEPE'ye hâlâ "Asaf" diyemi yorum. O bilge, zarif ve babacan insana ne çok şey borçlu olduğumu her gün daha iyi anlıyorum. Asaf Abi'nin sayesinde tiyatrocu oldum. Onun desteği, korkusu ve tehdidi ile Üniver siteyi bitirdim. Çünkü, bütünlemeye kalsam bile AST'tan atılacaktım. Üniversite'yi bitire rek aile şerefimi de bir nebze kurtardım. Çünkü, yaşamı boyunca -bir kez AST'da be ni izlemesi dışında- tiyatroya hiç gitmemiş babam Çerkes YAHYA, ailesinin içinden çı kan tek yüzkarası oğlu için: "O namussuz is tese -ki o namussuz bendim Ç.Ö.- banka müdürü bile olurdu!" diyerek teselli bulmuş tur son yıllarında. Başta Asaf ÇİYİLTEPE olmak üzere Güner SÜMER, Ergin ORBEY, Sermet ÇAĞAN bizim gibi Sokak Çocuklarını Sanat'la yontmuş, eğitmiş, arıtmışlardır. 'TİYATRO'nun salt Estetik İlkelerini değil; etik ilkelerini de belledik o ustalar sayesinde. Daha çocuk yaşımızda, hiç hak etmediğimiz bir üne kavuştuk. Derhal yeni "Yasalar" koy du Asaf Hocamız "Yasak!" demeden: İstan bul ve İzmir turnelerinde Beyoğlu ve Kordon'da; Ankara'da ise Kızılay'da gezinip du rulmayacak, volta atılmayacaktı. Ona göre
gerekçe: "Yüzümüz eskir, yıpranırdık". Ama zamanla önce İzmir'de, ardından İstan bul'da, sonra da Ankara'da bu yasağı deldik. Çünkü biz, artık 'Şarabi Eşkiyalar'dık. AST'ın İstanbul turnelerinde adlarını gazete lerde okuduğumuz sanatçılarla, yazarlarla, şarkıcılar, bilim adamları, politikacılar, iş adamları, artist, dansöz- (pardon!) ile tanış tık. Kucaklarını açtılar, sofralarında ağırladı lar, ama biz hiç şımarmadık. Bu 40 yıl içinde, iki Askeri Darbe yaşadık. AST'ın "S" si atıldı, yasaklandık. 3 kez kapa tıldık. Gözaltına alındık sık sık, tutuklandık. İçimiz de iki tokatla kurtulanların yanı sıra iki, üç, dört "Daha çok Vietnam; Ernesto'ya Bin Se lam! "la başlayan güzel suçlar işledik; hiç ya kalanmadık.. İçimizde işkence görenler, ölenler, öldürülenler de oldu. Ama, biz hiç ağlamadık.! Çünki: "Küçük memur evlerinden Yorgun kasabalardan Bir koşu bayrak gibi Ankara'ya inmiştik." Yıpranmış, örselenmiş, yaralanmıştık... "Felsefeyi bir ermiş gibi gönülde tutan ne ise İşte ondan var bizde Başımız beladadır/'deyip, belanın da , suçun da, yasağın da üstüne üstüne gittik. AST'ın şu 40. Yılı'nda dönüp, 18'li yaşlarıma baktığım zaman neleri anımsamıyorum ki! Asaf Abi'nin evinde; yaz tatillerinde, Pirko'nun Finlandiya'da oluşundan yarar lanarak her gece toplanırdık. Hasandede Şaraplarının eşliğinde M o n t a n d , Ferre, Moustaki ve Piaf'dan 45'lik ve 33'lük plak ları dinleyerek eğitildiğim (!) o gecelerden iki şarkı kalmış belleğimde. Biri, "Daha dün 20 yaşındaydım..."; öteki ise, Edith PlAF'ın o ünlü şarkısı: "Hiçbir şeye pişman değilim; Yaptıklarıma, yapamadıklarıma..." Bu şarkıyı her dinleyişimde salt dudaklarım dan değil yüreğimden de bir sözcük dökülür usulca: "Ben de!" Nice Yıllara Ankara, nice yıllara Sanat, nice yıllara Tiyatro, Elveda gençliğim... 17
F O T O Ğ R A F L A R I N
D İ L İ
pe
cy
a
ANKARA SANAT TİYATROSU (AST) 40 YAŞINDA
a
pe
cy
1963-64 Sezonu Oyunları 1. GODOT'YU BEKLERKEN Samuel BECKETT 2. GİZLİ ORDU Brendan BEHAN 3.ÖLÜ CANLAR Nikolay GOGOL 4. MEZARSIZ ÖLÜLER Jean Paul SARTRE 1964-65 Sezonu Oyunları 5. YOSMA RUZANTE 6. SULTAN GELİN Cahit ATAY 7. CEHENNEM DANSI August STRINDBERG 8. AYAK BACAK FABRİKASI Sermet ÇAĞAN 1965-66 Sezonu Oyunları 9. BOZUK DÜZEN Güner SÜMER 10. SAF ADAM VE KUNDAKÇILAR Max FRISCH 11. BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ Nikolay GOGOL 12. ARTURO-U İ'NİN ÖNLENEBİLİR YÜKSELİŞİ Bertolt BRECHT 13. KELOĞLAN E.Can GÜNEY- Birkan ÖZDEMİR 14. KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ H.Rahmi GÜRPINAR-Güner SÜMER 1966-67 Sezonu Oyunları 15. PAZAR GEZİNTİSİ Georges MICHEL 16. 72. KOĞUŞ/ Orhan Kemal 17.DURDURUN DÜNYAYI İNECEK VAR Anthony NEVLEY 18. ALİŞ HARİKALAR DİYARINDA Levis CAROOL'dan Oyunlaştıran ve Yöneten: Birkan ÖZDEMİR 19.KÜÇÜK BURJUVALAR Maksim GORKİ 20. ZENGİNİN MACERALARI T. YONDER, B. ÖZDEMİR 1967-68 Sezonu Oyunları 2 1 . MÜFETTİŞ Nicolai GOGOL 22. SARIPINAR 1914 R. Nuri GÜNTEKİN, T. OZAKMAN 23. MAYIN / Fikret OYTAM 24. DURAND BULVARI Armand SALACROU 25. OTLAK Erol AKSOY 26. KÜÇÜK PRENS A. de St. EXUPERY 1968-69 Sezonu Oyunları 27 .VİKTORYA DA ÇOCUKLARIN İKTİDARI Roger VİTRAC 28. HEYKEL Lady GREGORY 29. ALİ İLE GÜLLÜ Marcel AYME 30. ESKİCİ DÜKKANI Orhan KEMAL 3 1 . SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN Orhan ASENA 1969-70 Sezonu Oyunları 32. SINIRDAKİ EV Orhan DURU 33. LİNÇ Kerim KORCAN 1970-71 Sezonu Oyunları 34. TOZLU ÇİZMELER İsmet KÜNTAY 35. NAFİLE DÜNYA Oktay ARAYICI 36. BİRİNCİ KURTULUŞTAN Ergin ORBEY 37. HAMDİ Mehmet KESKİNOĞLU 38. GOL KRALI SAİT HOP SAİT Aziz NESİN 1971-72 Sezonu Oyunları (AST adıyla tiyatro yapılması yasaklandı.) 39. HİTLER REJİMİNİN KORKU VE SEFALETİ Bertolt BRECHT i-, 1972-73 Sezonu Oyunları 4b. EVLER EVLER İsmet KÜNTAY 4 1 . 403.KİLOMETRE İsmet KÜNTAY 42. EL KAPISI Bilgesu ERENUS (Jan Dark Olayı provalar sırasında yasaklandı.) 1973-74 Sezonu Oyunları 43. CARRAR ANA'NIN SİLAHLARI / Bertolt BRECHT 44. HİTLER REJİMİNİN KORKU VE SEFALETİ Bertolt BRECHT
1974-75 Sezonu Oyunları (AST KAPATILDI) 45. A N A / Maksim GORKl'nın "ANA" adlı romanından 46. DİMİTROF/ H.ZİNNER 1975-76 Sezonu Oyunları 47. NEREYE PAYİDAR Bilgesu ERENUS 48. ALADAĞLI MIHO Ömer POLAT 49. BİR ŞEFTALİ BİN ŞEFTALİ BEHRENGİ 1 9 7 6 - 7 7 S e z o n u O y u n l a r ı 50. 804 İŞÇİ Ömer POLAT 51.1871 KOMÜN GÜNLERİ Bertolt BRECHT 1977-78 Sezonu Oyunları 52. ZENGİN MUTFAĞI Vasıf ÖNGÖREN 53. SAKINCALI PİYADE Uğur MUMCU 54. AKILLI HAYVANLAR Ahmet TÜMER 1978-79 Sezonu Oyunları 55. TAK TİK (Yuvarlakkafalılarsivrizekalılar) Bertolt BRECHT
pe cy a
1979-80 Sezonu Oyunları 56. OYUN NASIL OYNANMALI Vasıf ÖNGÖREN 57. FERHAD İLE ŞİRİN Nâzım HİKMET 58. KAFATASI Nâzım HİKMET 1980-81 Sezonu Oyunları 59. HİKAYE-I MAHMUD BEDREDDİN Mehmet AKAN 60. SINIRDA-DUVAR Muzaffer İZGÜ 6 1 . İYİ BİR YURTTAŞ ARANIYOR Ataol BEHRAMOĞLU 1981-82 Sezonu Oyunları 62. RUMUZ GONCAGÜL Oktay ARAYICI 63.SİHİRLİ GİYSİ / Andersen'den Uyarl.Adem ATAR 64. KÜÇÜK ADAM N'OLDU SANA Hans FALLADA/Uyarl.: Yılmaz ONAY 65. YAŞASIN EDEBİYAT Sait Faik ABASIYANIK, Orhan VELİ 1982-83 Sezonu Oyunları 66. RESİMLİ OSMANLI TARİHİ Turgut ÖZAKMAN 67. RÜYADAKİ OYUNCAKLAR Metin COŞKUN, Adem ATAR 68. YAZ MİSAFİRLERİ M.GORKİ 69. AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ Muharrem BUHARA 1983-84 Sezonu Oyunları 70. GÜNEYLİ BAYAN Bilgesu ERENUS 7 1 . GALİLE'NİN YAŞAMI Bertolt BRECHT 72. TAZİYE Murathan MUNGAN 73. MIZIKÇI Ahmet ÖNEL 1984-85 Sezonu Oyunları 74. MİSAFİR Bilgesu ERENUS 75. BİR ŞEHNAZ OYUN Turgut ÖZAKMAN 76. BİR CEZA AVUKATININ ANILARI Faruk EREM 77. CESUR ASLAN VE SEVGİ Düzenleyen: Ayşe ÖZÇÜRÜMEZ, Yaşar AKIN 1985-86 Sezonu Oyunları 78. RUMUZ GONCAGÜL Oktay ARAYICI 79. NAFİLE DÜNYA Oktay ARAYICI 80. SAVAŞ OYUNU Sermet CAYAN 8 1 . BİR HALK DÜŞMANI Henrik İBSEN 1986-87 Sezonu Oyunları 82. ZENGİN MUTFAĞI Vasıf ÖNGÖREN 83. BU ZAMLAR BANA KARŞI Yılmaz ONAY 84. ÖZGÜRLÜĞÜN BEDELİ Emmanuel ROBLES 1987-88 Sezonu Oyunları 85. SİLAHŞORUN GÖLGESİ Sean O'CASEY 86. SONUNCULAR Maksim GORKİ 20
1988-89 Sezonu Oyunları 87. SACCO İLE VANZETTİ Howard FAST 1989-90 Sezonu Oyunları 88. PIRLATAN BAL Aziz NESİN 89. YUSUF İLE MENOFİS Nâzım HİKMET 90. MEFİSTO Klaus MANN 1990-91 Sezonu Oyunları 9 1 . AYAK TAKIMI ARASINDA Maksim GORKİ 1991-92 Sezonu Oyunları 92. YOLCU Nâzım HİKMET 93. SALPA Yılmaz GÜNEY 1992-93 Sezonu Oyunları 94. YER DEMİR GÖK BAKIR Yaşar KEMAL 95. SAKINCALI PİYADE Uğur MUMCU 1993-94 Sezonu Oyunları 96. 403.KİLOMETRE İsmet KÜNTAY 97. AY.CARMELA! Jose Sanchıs SINISTERRA 98. BİR HALK DÜŞMANI Henrik İBSEN 1994-95 Sezonu Oyunları 99. PAZAR KEYFİ / (G.Mİchele'nin "Pazar Gezintisi" Oyunundan) Uyarlayan Rutkay AZİZ 100. JAN DARK DAVASI Bertolt BRECHT 101. RÜZGARLA YARIŞAN TAY Uyarlayan Dersu Yavuz ALTUN 102. BİR CEZA AVUKATI NIN ANILARI Faruk EREN
a
1995-96 Sezonu Oyunları
103. KARDEŞ SOFRASI Yeşim DORMAN
pe
cy
104. İNADINA YAŞAMAK Metin BALAY 1996-97 Sezonu Oyunları
105. OTOBÜS Stanislav STRATİEV 106. BÜLBÜLÜN ŞARKISI Dersu Yavuz ALTUN 107. BENİM GÜZEL PAPUÇLARIM Dersu Yavuz ALTUN 1997-98 Sezonu Oyunları 108. AKREP Eşber YAĞMURDERELİ 1998-99 Sezonu Oyunları 109. KÜÇÜK KARA BALIK Nil Banu ENGİNDENİZ 110. ELMADAKİ BARIŞ Samet BEHRENGİ 111. BARIŞ ADASI KORSANLARA KARŞI Hakan GÜVEN 1999-2000 Sezonu Oyunları 112. KAYIPLAR Ariel DORFMAN 113. İNADINA İNSAN Metin BALAY 114. KIRMIZI BAŞLIKLI KURT Hakan GÜVEN 115. YOBAZ Jean Baptiste Paguelin MOLİERE 2000-2001 Sezonu Oyunları 116. DENİZ DİYE BİR DELİKANLI Metin BALAY 117. HOGİ İLE TOGİ Yeşim DORMAN 118. T İYATRO MAKİNASI Maurice YENDT 119. AYRILIK Behiç AK 120. HAV HAV LARLA HEV HEVLER Hakan GÜVEN 121. ÖDENMEYECEK! ÖDEMİYORUZ! Dario FO 2001-2002 Sezonu Oyunları 122. DÜŞLER BAHÇESİ Savaş ÖZDEMİR 123. TANGO Slawomir MROZEK 124. YOLCU Yazan: Nâzın Hikmet 125. ALAADDİN'İN SİHİRLİ RÜYASI Hasan Tanay 126. GODOT'YU
BEKLERKEN Samuel BECKETT 21
ELEŞTİRİ
'Çırılçıplak Komedi", "Oyunun Oyunu
VE TİYATRODAKİ YAŞAMLARIMIZ İzmit Şehir Tiyatrosu 2002-2003 döne minde ingiliz oyun yazarı Michael Frayn'ın yazdığı Oyunun Oyunu'nu göste rime sundu. Tiyatro yaşamını 15 yıldır İn giltere'de sürdüren Mehmet Ergenin çe virip yönettiği oyun, daha önce Devlet Ti yatrolarının çeşitli sahnelerinde (istanbul, Trabzon, İzmir, Adana) ve Kent Oyuncu larında Lale Eren'in çevirisiyle izleyici kar şısına çıkmıştı. Mehmet Ergen Frayn'ın oyunda yaptığı son değişiklikleri yansıt mak istediğinden çeviriyi de kendisi yap mış. Ayrıca finalde Sarhoş Selsdon'un son repliğini söyleyemeden ölmesi de çok an lamlı. (Oyunda bayılıyor ama Ergen'in yo rumunda sahnede son sözün söyleneme yecek olmasına, türlü zorluklar içerisinde tiyatro yapıp sahnede yaşamını yitirenle re, tiyatroda bir yaşam çoğaltanlara -tü ketenlere değil- bir saygı duruşu sanki. Selsdon'un son repliğini söyleyemeden düşmesi, ardından hüzünlü bir Fransız şarkısının duyulması ve oyuncuların kız gınlıktan çok hüzünle ona dönmeleri öl müş olabileceğini düşündürtüyor.) Frayn ve Ergen bu oyunun bir fars olduğunu söyleyerek, farslarda önemli olanın seyir ciyi güldürmek olduğunu, entelektüel kaygıların olmaması gerektiğini savlasalar da, tiyatro çağımızda entelektüel bir arın madır ve fars çoğunlukla güldürse de, be nim gibi yorumlayanlarca ağlatıcı da ola bilir. Ayrıca farsı, tragifars, grotesk fars, saçma fars, komedifars gibi pek çok bi çimde ele alabiliriz. Bu açıdan bakınca, oyunun çatısının da gerçek tiyatro yaşa mında Sarhoş Selsdon üzerine, oyun için deki oyunda ise hırsızlık yapmaya girdiği evde erkek arkadaşıyla bir öğleden sonra sı kaçamağına gelmiş olsa da, çırılçıplak kalsa da, saat dörde kadar vergi kaçakçılı ğı dosyasını yetiştirmeye çalışacak kadar işine bağlı olan aptal sarışın Vicki'yle olan karşılaşmaları üstüne kurulduğunu söyle yebiliriz. Vicki'nin gerçek yaşamdaki karşı
pe cy
a
Erbil Göktaş
Oyunun Oyunu Tiyatro: İzmit Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yazan: Michael Frayn Çeviren-Yöneten: Mehmet Ergen Sahne-Giysi Tasarımı: Efter Tunç Işık Tasarımı: Yaşar Demirkıran Oyuncular: Aydın Sigalı, Eylem Tanrıver Sökmener, Serhat Tutumluer, Funda ilhan, Arzu Bigat Baril, Şafak Karali, Melih Düzenli, Tarık Keskiner, Müjde Hayat. 22
lığı olan Brook'un da yazgısı Selsdon'dan daha acıdır: En başta tiyatronun gişesi için soyunmak zorunda kalan bir kadın dır; sonra yönetmen Lloyd onu Poppy'le aldatmaktadır; oyunda oynaması için Lloyd tarafından 'idare edilen' bir kadın dır; ama o, sorunlarından içkiyle değil meditasyon yaparak kurtulmaya çalışmak tadır. Oyunun Oyunu 3 bölümden oluşuyor, ilk bölümde "Çırılçıplak Komedi"nin son pro vasını yapan özel bir tiyatroda yaşanan sorunları ve tiyatrodaki kişilerin ilişkileriyle birlikte kişiliklerini de tanımaya başlıyo ruz. Tiyatroya ve zor koşullarda tiyatro yapmaya çalışan tiyatroculara acıtmayan, sevimli eleştiri okları gönderen oyunda, ti yatroda yaşanan tersliklere, üzüntülere, sevinçlere, yardımlaşma ve dayanışmanın yanında isteri ve kaprislere de tanık olu yoruz. Oyun içindeki oyunda Roger, iş ar kadaşı işkolik Vicki'yi birkaç saatliğine anahtarını emlakçıdan aldığı satılık eve kaçamak yapmak için getirmiştir. Ancak tersliklerin ardı arkası kesilmez. Önce evin hizmetçisi Bayan Clackett evdedir. Sonra vergi kaçakçısı Philip Brent ve eşi Flavia gizlice evlerine gelirler. Bir de Hırsız'ın gelmesiyle işler iyice karışır. Birbirlerinden habersizce evde işlerine bakan bu kişiler işlerin karışmasıyla ne yapacaklarını şaşı rırlar. Çünkü Vicki Hırsız'ın kızıdır ve Frederick'i mahkum edecek dosya üzerinde çalışmaktadır. Tiyatro yönetmeni Lloyd 15 gün gibi kısa bir süredir yönettiği bu oyundan memnun değildir. Ertesi gün ilk gösterim olmasına karşın esas oğlan Garry kendini beğenmişlik taslamakta, aptal sarışın Brook makyajıyla uğraşıp yö netmeni dinlememekte, oyunu götüren koca kız Dotty bir gazeteciyle biten ilişki sinden sonra gizli gizli Garry'le çıkmanın şaşkınlığını yaşamakta, karısının terkettiği Frederick aynı zamanda kan görmeye da-
a
sını yansılayan bir çok tersliği sayabiliriz.) İkinci perde Lloyd'un Brook'un gönlünü almak için gizlice oyuna gelmesiyle başlar ve gelişir. Tim'e ona çiçek alması için pa ra verir. Şampanyayı da Brook'a vermesi için uyarır. Ancak burada da hem işler ters gider hem de oyun. Üçüncü perde ise yine "Çırılçıplak Komedi"nin altıncı ayı dır ve oyun iyiden iyiye bozulmuştur. Üs telik Selsdon'un son repliğini söyleyemeden ölmesi, tiyatroya, tiyatroculara an lamlı bir saygı duruşu... Bir de fondaki Fransızca şarkı eşliğinde oyuncuların üzüntüyle ona dönmeleri, yangın perdesi nin inmeye başlaması ve tiyatronun kapa nacak olmasından doğan şaşkınlıkla ka panmasına bir metre kalan perdenin al tından bakmaları çarpıcı bir final oluştu ruyor. Seyircinin oyunun temposuna ye tişmesi çok zor. Bir de perde sonlarında ki, aralardaki pek çok trük seyirciyi şaşkı na çeviriyor, ikinci perdenin sonunda se yircinin alkışlayıp gitmeye hazırlandığı bir anda oyunun "rezalef'e dönüşmesinin önlemenediği turne gösterisinin başlama sıyla çarpıcılık iyice artıyor. Mehmet Er gen oyunu ilk 15 dakika hariç çok tempo lu, deyim yerindeyse "koşturtarak" sah neye koymuş. Oyuncular da yavaş yavaş ustalığa adım attıklarının sinyalini veriyor lardı. Funda İlhan doğru yorumunun öte sinde çıplaklığı içselleştirip sahnede doğal bir hale getirmesiyle de başarılıydı. Çıp laklığı çıplaklık olarak duyumsatmadan oyunculuğunu, rol kişisini öne çıkarmak zor olmasına karşın, Funda İlhan bunu büyük bir başarıyla gerçekleştiriyor. Selsdon'da Melih Düzenli'nin rolüne çok iyi oturduğunu söylemekle birlikte, Türk Ti-
pe
cy
yanamamakta, Belinda Frederick'e ilgi duymakta, Tim günlerdir teknik işleri yap maktan hiç uyumamış bir halde ortalarda dolaşmakta, Lloyd'dan hamile kalan Poppy, onun Brook'la da çıkmasından dolayı sürekli ağlamakta, Brook Lloyd'un kendisine yeterince ilgi göstermemesine kapris yapmakta, ayyaş Selsdon sürekli içip bir yerlerde sızıp kalmakta, Lloyd oyunu ve giderek tiyatroyu nasıl kurtara cağını bilememektedir. 1. bölümün so nunda birden turne oyununun bir gecesi ne dönmeye başlar dekor ve oyun. Oyun bu kez tersten, yani kulisten bakarak izle necek ve oyuncular arasındaki ilişkiler da ha bir açığa çıkacak, tiyatro büyüsünün yaratıldığı mutfak olan kulisteki aksama lar, koşuşturmalar, herşeye karşın tiyatro sevgisi varlığıyla birlikte tiyatroda binlerce yıldan beri kullanılan trükler adeta o yo ğun tempo içerisinde resmi geçit yapa caktır. (Lloyd'un aldırdığı çiçeklerin hep yanlışlığa kurban gitmesi ve en son kak tüsün ellere, popolara batması; Garry'nin Dotty'a kur yaptığını düşündüğü Frederick'i oyun sürerken neredeyse öldürecek olması, oysa onların aralarında kulis daya nışmasından başka bir şey olmaması; o sabah karısından ayrılmış olan Frederick'i Belinda'nın avutmaya çalışması ve oyuna çıkması için yüreklendirmesi; Tim'in 48 saat boyunca uykusuz kalarak sahneyi kurması ve provalar sürerken sahnedeki koltuğun arkasında uyuması; kaprisli oyuncuya replik söyletme çabaları; ağla yarak da olsa fısıldayıcılık görevini ve oyun başlama anonsunu verme zorunlu luğu; dekorun yanlış kurulması, replik unutulması gibi oyunun çarşafa dolanma
yatrosu'nda klasikleşmiş pek çok oyunda da (Mikado'nun Çöpleri, Tut Elimden Rovni, ikili Oyun) Funda ilhan'la iyi bir ikili olacağını düşünüyorum. Dotty'de Eylem Tanrıver Sökmener de başarılı bir oyuncu luk sergiliyor. Garry'de Serhat Tutumluer, Frederick'de Şafak Karali, Belinda'da Ar zu Bigat Baril, Tim'de Tarık Keskiner, Poppy'de Müjde Hayat rollerinin hakkını veriyorlar. Aydın Sigalı da iyi bir perfor mans gösteriyor ancak kırklarında, yaşlılık bunalımına girmiş bir yönetmeni oynasa ve makyajını ona göre yapsa daha yerin de olurdu. Bu durumuyla genç gösteri yor. Sahne ve giysi tasarımını gerçekleşti ren Efter Tunç'un döner sahnedeki deko ru çok işlevsel. Etkileyicilik sağlamaktan çok sahnenin önüyle arkasını başta ol mak üzere her tarafını gösterebilmek için bir gereklilik. Sahne eşyaları, aksesuarlar, butaforlar, giysiler rollere uygun ve işlev sel olarak kullanılmış. Kuruluşundan 5. yılına kadar Işıl Kasapoğlu'nun genel sanat yönetmenliğinde kurumsallaşan tiyatro, yoluna Yücel Er tenle devam ediyor. Ertenin bu zor dö nemde başarılı olacağına inanıyor, izmit Şehir Tiyatrosu'nun oyuncu ve tasarımcı kadrosunu güçlendirerek kent merkezin de de bir sahne açabilmesini diliyor, bura nın tiyatroyu daha da yaygınlaştırmakla birlikte Kocaeli Üniversitesi'nde kurulacak olan Tiyatro Okulu için de bir laboratuar olacağını düşünüyorum.
* Yrd. Doç. Erbil Göktaş, Kocaeli Üniversitesi, Tiyatro Etkinlikleri Birimi Müdürü.
ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI
Emir Demiri Keser Sevgili ve zarif okur! Beni bugüne kadar okuyan vefalı kader arkadaşlarım!
Huzursuz
Seyirci
Bu göz yaşartacak başlangıcın arkası çapanoğlu çıkıyor. Çünkü yine karşınızdayım. Geçen sayıdaki 'veda mektubum' fos çıktı. Hani yazmıştım ya, Kalamış'a gidiyorum, huzur bulmaya, şen olasın Halep şehri fi lan diye, olmadı o iş. Şu Yayın Kurulu var ya, Yayın Kurulu, huzuru çok gördü bana. 'Otur oturduğun yer de huzursuzluğunla' diye bir fırça yedim, o saat oturdum yerime. Emir demiri keser, askerlik yapanlar bilirlermiş, bana da onlar anlattı. Yani uzun lafın kısası, beni çekmeye devam edeceksiniz, sevgili ve aziz okurlar. Başlayalım o zaman görevimizi yapmaya, yerimizde huzursuz huzursuz kıpırdanmaya:
pe cy
a
Tiyatro İstanbul, "İhtiras" adlı bir oyuna başladı. İki Amerikalı yazarın yazdığı oyunu, bir başkası John Ba ker uyarlamış. Neyi nereye uyarlamış, anlamadım. Sonuçta adaptasyon yok çünkü oyunda, orijinal mekâ nında oynanıyor. Çevirmenin yeni Türkçe'si mi acaba 'uyarlayan'? Çünkü bu adam Türkçe biliyor. Neden se gala gecesinde bu zatın Türkçe bilmesi hiyeroglif okumasından daha büyük bir hayret ve coşkuyla kar şılandı. Aman bir itibar, bir sevimlilik! Ne olmuş yani, Türkçe bu kadar 'garip' ve 'öksüz' bir dil mi, yoksa bir Arap lehçesi filan mı? Oyunu, ünlü tiyatro eleştirmenlerimizden Ruhat Mengi Hanım -yoksa o eleştir men değil miydi?- çok beğenmiş. "Kendimi Broadway'de sandım oyunu izlerken" diyor ezcümle. Doğru olduğunu kabul edelim. Demek ki hedefimiz buymuş sonuçta. Broadway'i geçmek! Sanıyorum bunu ba şardık. Gerçek Oscar törenlerinde bile hiç bir sanatçının bu kadar güzel kostüm -çünkü oyunda Oscar tö reni var-giymediğini de belirtiyor deneyimli yazar, dünya sahnelerini bildiğinden. Daha ne isteriz! Bu ara da tabii biz de işimiz gücümüz Broadway tiyatrosuna ulaşmak olduğundan çok mutlu oluyoruz. Broad ay'i solladık, ne mutlu bize. Ama oyunda Nurseli Idiz'in giyinmesi için gereken ve bir dakikaya varan sahne aralarını, müzik eşliğinde kapalı perde önünde bize geçirtmesini, sahne aralarında oyuncuların ışı ğa yakalanmalarını, modası çoktan geçmiş anlatıcı tekniğini çok gereksiz olarak yine karşımızda görme mizi, "yağmur altında sırılsıklam ıslandık" gibi Türkçe garabetlerini es geçmek şartıyla tabii. Finaldeki 'muhterisin "ihtiras" mizanseni de bana nedense ünlü bir çocuk romanını anımsattı. Adı "Küçük Kara Ba lık" mıydı ne?.. İBŞT' de "Kanlı Nigar" oynanıyor. Sadık Şendil'in bu çok ünlü ve o oranda çok oynanmış, filme çekilmiş müzikli oyunu, deneyimli oyuncular tarafından sahneleniyor. Oyunun oynanışı, kalitesi, tekniğinden ben pek anlamam, anlasam da yazmam. Dergimizde onları yeterli derecede eleştirebilecek ağabeylerimiz var. Ben içeriğe takıldım sadece. Oyun, oyunda anlatıldığı güncelleştirilmiş. Güncelleştirilmiş değil de tam, günümüze göndermeler yapılmış. Yani kostümlerin yarısı yeni, yarısı eski. Bu da yeni moda. Kral Lear de böyleydi ya. Esprilerin yarısı Karagöz, yarısı Özgür Çocuk. Mc Donald's göndermeli Mc Apti's iyi de, be nim bildiğim yemek yenir orada. Bu Mc Apti's de nedense çay, kahve, nargile servisi var yalnız. Bu bağ lamda Apti's Cafe ya da Chez Apti daha uygun olurdu gibime gelir. Oyunu bir çarşamba matinede izle dim. Salon doluydu. Büyük çoğunluk öğrencilerden oluşuyordu. Yani ilköğretimden. Bildğime göre ilköğ retimde okullarda seks dersleri yok. O yüzden olsa gerek, öğrencileri bu oyuna getirmişler. Çocuklar bu konu hakkında bilmedikleri her şeyi bu oyundan öğrenebilirler. Anlayamadıkları ya da üstü kapalı geçen konuları da anlatıcı Apti, oyunu keserek daha belirgin bir hale getirip anlatıyor. Oyunu izleyen 11-15 yaş arası öğrenciler kız-erkek farketmeden bazı yerlerde kulaklarını tıkayıp, "Manyak bunlar yaaa..." gibi söz lerle tepki veriyorlardı. Anlatıcının oyunu ara ara kesip "Daha fazlasını söyletme bana, tiyatroyu kapattıra caksın" ya da "Yaa bu öğrenci matinesi, bunların önünde açık açık söyletme, kapatırlar sonra" gibi bilim sel açıklamaları da konuyu daha fazla tırmalıyor. Wedekind'in "Bahar Uyanışı" gibi bir oyunu olur da, cin selliğin ilk uyanışı, karşı cinsin keşfi gibi çocuklar için çok önemli konular gösterilir sahnede, onu anlarım. Ama böyle "kadın sandala biner vermez, sandaldan iner vermez" gibi parayla ilintili konular masumca geçerken, oyunu durdurup "verir-vermez" açıklamasını belden aşağıya indirerek altını çizmek, ayıptan öte banallik. Oyundan sonra konuştuğum bir öğretmen, "Türk kültürünü öğrensinler diye getirdik çocukları, ne bilelim böyle çıkacağını" dedi. Haklı. İBŞT'nin program dergisinde en azından 16 yaşından küçüklerin getirilmemesi yazılması gerekirdi. Aslında bu konuyu yaza yaza dilimde tüy bitti. Yetişkin oyunlarında pek çok kez küçük çocukları gördüğümü yazmıştım, özellikle de Fatih Tiyatrosu'nda çok sık yaşanan bir durum. Tiyatro Çisenti Mydonose Showland'de bir çocuk müzikali sergiliyor. Biletler 6-10-15 milyondan satılıyor. Parası olanlar repoya yatırmak yerine bu oyuna bilet alırlarsa kendileri bilirler. Üstüne bir de oyunda yemek için patlamış mısır alarak üç milyondan, keyiflerini cilalayabilirler de. Oyunun içeriği önemli değil. Önemli olan Akmerkez yerine çocukları "Showland"de gezdirmek. Ne güzel, kentimizde bu kadar mutlu azınlığın olduğunu bilmek. "Şimdi Showland'li olduk, salonları doldurduk". Ya biz gerçekten mi solladık Broadway'i, yoksa bana mı öyle geliyor? Haydi bakalım, iyi bayramlar hepinize. Öyle görünüyor ki, bir dahaki ay da birlikteyiz. Huzursuzların çoğalacağı bir tiyatro ortamı diliyorum hepinize... 24
DOSYA
Siyasal Erk-Sanat ilişkisi Nerede Durmalı?
TİYATRODA YAPILANMA TARTIŞMALARI-II Bir önceki sayımızda başlattığımız tartışmaya bu ay özel tiyatrolarla
örgütleri,
Levendoğlu
tartışmalarını yayımlıyoruz. ödenekli kurum
yönelik soru-yanıtlarla tartışmayı
(Tiyatro
temsilcileri,
Kerem
Önümüzdeki aylarda siyasi erkin
tartışmaları sonuca
yayımlıyoruz.
Stüdyosu),
Kurdoğlu
(Kumpanya)
özel tiyatrolarla
a
Tiyatrosu)
Ahmet
giden
tartışmaya
Bu ay, ve
Çetin
devam
Genco Erkal (Dostlar Etili'nin
bir platforma
taşımayı planlıyoruz.
pe
Üstün Akmen: Dergimizin geçen sayısında siyasal erk-sanat ilişkisinin boyutlarını, ödenekli tiyatroların sorunlarını ve tiyatro da yeniden yapılanmayı tartışmaya açtık ve tartıştık. Bugünkü toplantımızda ise özel tiyatroların sorunlarına değinmek istiyo ruz. Genco Erkal ile başlamayı öneriyorum.
Genco Erkal: Ödenekli tiyatrolardan bağımsız olarak özel ti yatroların sorunlarını tartışmak yeterli olmayabilir. Sorun, ülke mizde tiyatro alanının yeniden yapılanması olmalıdır diye düşü nüyorum, dolayısıyla özel tiyatrolar da konunun parçası ola cak. Ödenekli tiyatroları düşünmeden tek başına özel tiyatrola ra bakarsak yanlış bir yöne doğru gideriz gibime geliyor. Bütü nü ile çarpık bir yapılanma var. Cumhuriyetin ilk yıllarında ön görülen plan, aradan onca yıl geçtikten sonra yetersizleşmiş ve güncel koşullara göre düzenlenmiş yasalar gereksinimlere ya nıt veremez hale gelmiş, bu yüzden de çarpık bir yapılanma oluşmuş. Bunu söylemek, eleştirmek kolay, bunun nasıl yapıla cağını düşünmek belki daha zor, ama sanki her şeyi yerle bir edip yeniden kurmak gerekir gibi geliyor bana. Yeniden yapı lanmaya, özel tiyatrolardan çok, resmi tiyatrolardan başlamak gerekecek. Dünyanın hiçbir yerinde artık olmayan bir yapı var ödenekli tiyatrolarımızda. Türk Tiyatrosu'nun gelişimini engel leyen en büyük olumsuzluk burada yatıyor düşüncesindeyim. Ödenekli tiyatrolardan birine kapağı attın mı, çalışsan da, çalışmasan da, yaratıcı olsan da olmasan da, emeklilik yaşına kadar garantili memuriyet biçimi, kanımca Türk Tiyatrosu'nun bütün sorunlarının üzerinde olan bir olaydır. Tabii, kazanılmış haklar var, kimse de bu haklardan vazgeçmek istemediği için o statü ko devam ediyor, kimse de bunu kökten çözmeye yanaşmıyor.
(Sanat
ettikten sonra,
temsilcileri ile benzer toplantılar gerçekleşecek.
cy
Tiyatrosu),
devam ediyoruz.
Sonrasında,
İşliği tiyatro özele
Üstün Akmen'in yönettiği ikinci
Biz onların dışında bulunduğumuz için daha radikal, daha ta rafsız bakabiliyoruz. 20 tiyatro aynı yerden yönetiliyor, o mer keziyetçilik yaratıcılığı öldürüyor. Ben, günün moda deyimiyle ödenekli tiyatrolar özelleştirilsin demiyorum. Kesinlikle demiyo rum. Bizim gibi daha aydınlanma sürecini tamamlayamamış, yahut kültür açısından yeterli birikimi sağlayamamış ülkelerde, tiyatromuzu piyasanın koşullarına bırakmak, bizleri birden bire en büyük yozlaşmaya götürecektir. İş, özel televizyon kanalla rında gördüğümüz yozlaşmaya gidecektir. Halk böyle istiyor di ye, öyle tiyatro yapılmaya başlanacaktır. Klasikleri oynayan, ye ni yorumlar getiren hiçbir tiyatro olmayacaktır. Ü.A: Peki, bu evrede sanatçının tutumu nasıl olmalıdı? G.E: Tiyatroların bağımsız, özerk birimler olarak ayrı ayrı kişilik leri olmasını, bu yaratıcı kişiliklerin birbiriyle tatlı bir rekabet içinde, daha iyisini, daha güzelini üretmeye yönelik bir yarış içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Burada sanatçıların da sürekli kendilerini kanıtlayan, aşmaya çalışan bir üretim, verim lilik içinde olması için bu sistemin tümden değişmesi gerektiği ni söylüyorum. Bunun sonuçları, bizim özel tiyatrolarımıza da geliyor, çünkü insanlar bir an evvel ödenekli tiyatroya kapağı atıp, emeklilik yaşına kadar rahat etmek istiyor, kendini güven ce altına almak istiyor, haklı olarak tabii, çünkü sürekli ekono mik krizlerin olduğu, işsizliğin büyük boyutlara ulaştığı ülkemiz de, tiyatro sanatçısı olmak kolay iş değil. Ama, ne var ki, bu durumda özel tiyatrolar oyuncu bulamaz duruma düşüyor. Za ten pamuk ipliğine bağlı olarak ayakta duruyoruz... Devletin, özel tiyatrolara yaptığı destek, sözü bile edilemeyecek kadar sembolik oranda kaldığı için bu konuda bir şey bile söylemek 25
istemiyorum. Ü.A: Ahmet Levendoğlu'na geçmeden önce, kısaca bir konu da daha görüşlerinizi de aktarır mısınız? Özel tiyatrolar nasıl bir Kültür Bakanlığı bekliyor, istiyor, özlüyor? G.E: Bu her zaman söylenmiştir, Kültür Bakanlığı'nın görevi yönlendirmek olmamalıdır, Kültür Bakanlığı üreticilere, yaratı cılara, yaratma ortamını biçimlendirmeden sağlayacak, destek verecek bir konumda olmalıdır. Ü.A: Evet, şimdi de Ahmet Levendoğlu'nun görüşlerini alıyo ruz.
pe
cy a
AHMET LEVENDOĞLU: Ben konuyu özel tiyatrolar açısından irdelemeden önce, soruna daha geniş bir çerçeveden bakmak istiyorum. Bundan önce siyasal erk-sanat ilişkisi üzerine iki pa nel düzenlendi, ondan önce de aynı konu üzerinde biz Dergi Yayın Kurulu üyeleri olarak kendi görüşlerimizi belirttik. Yani bu konunun dördüncü kez ele alınışı oluyor. Ben, bu konudaki görüşümü çok uzun yıllardır, kesin, net ve açık bir biçimde or taya koyuyorum. Bu görüşü bir kere daha açık bir biçimde or taya koyacağım ama, önce son iki sayıdır gerçekleştirilen yu varlak masa toplantılarından bazı görüşler derlemek, dile ge tirmek istiyorum. Öneri olarak getirilen görüşlerden kısa kısa başlıklar okuyacağım: Özerk Sanat Kurumu, yıllardır dile getiri lir, üzerinde çalışılır. Bir önceki sayıda Başar (Sabuncu), Özerk Sanat Kurumu'ndan söz ediyor, özerk kamu desteği diye bir kavramdan söz ediliyor. Tiyatronun merkezi yapısının birim ti yatrolara dönüştürülmesi dile getiriliyor. Sonra, Sanat Konseyi'ne bağlı bir Üst Kurul'dan söz edilmiş. Yerel yönetimlerle Ti yatro Kurumu'nun işbirliğinden söz edilmiş. Tiyatro sanatının bağımsız yöneticilerce yönetilmesi dile getirilmiş. İki sayı önce sine dönersem, yapı merkeziyetçilikten kurtarılmalı, bilim in sanlarından oluşan kurumlar oluşturulmalı, siyasi erk uzman kişiler alanını geliştirmeli denmiş. Bütün bunların hepsi, az ya da çok haklı görüşleri barındırıyor bence. Ama, bana göre işin özü çok daha kesin bir şey. Çeşitli tarihlerde bu dergide de görüşlerimi dile getirmiştim, çok fazla vaktinizi almamak için alıntılarla yetinmek istiyorum, ama isterseniz ikinci tura bıraka lım. Ü.A: Evet, işin özünün sizin görüş açısından aktarımını sonra ya bırakalım, ama Kültür Bakanlığı'na ilişkin görüşlerinizi şimdi almak isterim.
A.L: Tümüyle Genco'nun dile getirdiği doğrultuda düşünüyo rum. Siyasal erkin görevi üretim olmamalıdır. Siyasal erke bağ lı bakanlık, sanat üretiminin halka ulaşması için bir köprü gö revi üstlenmek durumundadır ve yalnız bu çerçevede kalması gerekmektedir. Üretime yönelik bir girişimde bulunması kesin likle doğru bir yaklaşım değildir. Ü.A: Kerem Kurdoğlu bu konuda ne düşünüyor? KEREM KURDOĞLU: Birçok soruna yaklaşımda olduğu gibi bu sorunda da genellikle insanların kendilerinin nasıl davran ması durumunda, durumun farklı bir yöne ulaşabileceğini sorgulamadığını, kendi dışlarındaki hataları tespit etmeye çalıştık larını düşünüyorum. Açıktır ki, sadece Türkiye'de değil bütün dünyada tiyatro sanatı ile ilgili bir kriz yaşanıyor, bu da aslında sadece sanatla ilgili bir kriz değildir aslında, siyasi ütopyasızlığın sonucudur. Tiyatronun çok heyecan verici çok harekete geçirici dinamik bir sanat olarak, toplumsal bir sanat olarak 26
ortaya çıktığı dönemlere baktığımızda, aslında bütün dünyada toplumların daha iyi, farklı bir dünyanın gerçekleştirilebileceği ne olan inancının da yüksek olduğu dönemler. Dolayısıyla ti yatronun toplumsal heyecan vericiliğinin iniş çıkışlarını ben bi raz siyasi ütopyaların geneldeki inanılırlığı ile bağlantılı görüyo rum, fakat yine de siyasi ütopyalara inancın azaldığı dönemler de bile tiyatronun varlığını bütün tarih boyunca sürdürdüğünü izliyorum. Yani ben, hem tiyatronun çok can çekiştiği konusun daki tespitlere katılıyorum, hem tiyatronun bu dönemde bir Bundan önce siyasal erk-sanat ilişkisi üzerine iki panel düzenlendi, ondan önce de aynı konu üzerinde biz Dergi Yayın Kurulu üyeleri olarak kendi görüşlerimizi belirttik. oluyor.
Yani bu konunun dördüncü kez ele alınışı
Ben, bu konudaki görüşümü çok uzun yıllardır,
kesin, net ve açık bir biçimde ortaya koyuyorum. Bu görüşü bir kere daha açık bir biçimde ortaya koyacağım... (Ahmet
Levendoğlu)
Ü.A: Kültür Bakanlığı ile ilgili ne diyeceksiniz? K.K: Söylenenlere katılıyorum ama genelde sanatın, özelde ti yatro sanatının şu anki sorunları açısından o kadar önemli bul muyorum. Ü.A: Çetin Etili neler düşünüyor? ÇETİN ETİLİ: Benim konumum biraz farklı. Ben, hem özel ti yatro yapıyorum, hem de ödenekli bir kurumda çalışıyorum. Ödenekli kurumda karşılaştığımız avantajlar çok net, hepimizin bildiği gibi dekor, ışık gibi teknik anlamdaki rahatlıklar var, özel tiyatroların ise bunlarla ilgili birçok sorunu var. Ama özel tiyatroların da, birlikte yakalayabilecekleri başka bir kitle var. Bir seyirci anlayışımızın olması gerekiyor diye düşünüyorum. Bir devlet kurumunda çalışmanın avantajlarını gördüğüm gibi, el bette dezavantajlarını da görüyorum, ama buna rağmen 18 yıldır da özel tiyatro yapmaya devam ediyorum. Hatta, bu sa nata katkıda bulunmak için, salon oluşturma çabalarımız da var, bizim varolmamızı sağlayacak en önemli unsurun seyirci olduğunu düşünüyorum, seyirciye yaklaşım konusunda özel ti yatroların belki birlikte hareket etmeleri zor olabilir, ama aynı dile yakın konuşmalarını umut ediyorum. Bu arada, devletin özel tiyatrolara yönelik bir politikası yok. Özel tiyatroların birlik teliğinde dikkat etmeleri gereken bir konu da, tiyatronun şova dönük algılanmaya başlaması süratle artıyor. Evet, tiyatronun şova dönük yanı da vardır, ama bu bizde medyatik insanların gerçekleştirdiği gösterilere dönüşmeye başladı. Tiyatronun kendi özündeki bir takım değerler unutulmaya başlandı. Bu nun için bir birliktelik oluşturulması gerektiğini düşünüyorum, daha sıkı, daha uzun vadeli bir dayanışma gerektiğini düşünü yorum. Genç bir tiyatro olarak bir salon oluşturma girişimine başladık, bunu sadece kendimiz için yapmıyoruz, birçok tiyatro da bundan yararlanabilir, evet belki devlet sağlamıyor bu des teği, ama bizler kendi çabalarımızla bunu yapabiliriz diye dü şündüm.
cy
a
dönemi tamamlamış olduğu görüşüne katılıyorum, o bakım dan kötümser görüşün yanındayım. Bağımsız olarak yapılabil me olanağına sahip olduğuna da inanıyorum. Ancak, her ne olursa olsun tiyatro hiçbir zaman bitmeyecektir, bir ortamını bulup tekrar yükselme fırsatını kollayacaktır.
başlayabilir. Ben bu yüzden, özellikle Türkiye'de daha çok bir görev ve kültür bilinciyle yapılan, böyle bir bilinçle izlenmesi gerektiği savunulan tiyatronun daha heyecan verici hale getiril mesi için, öncelikle tiyatro sanatçılarına iş düştüğünü düşünü yorum.
Ü.A: Bağımsız olarak yapılabilme olanağıyla ilgili önerileriniz var mı?
pe
K.K: Bu ortamda, dünyanın çeşitli ülkelerinde tiyatronun nasıl yaşatıldığına baktığımızda Avrupa'da çok net bir model var: Yerel destek, devlet desteği, sponsorlar. Burada Avrupa fonla rının birlikte desteğiyle yaşayan bağımsız tiyatrolardan söz edi yoruz. Amerika, uzaktan gördüğüm kadarıyla daha farklı, sponsorlar desteğinde yürüyen bir model. Bence çok da riskli bir sistem. Fakat, Avrupa'daki sistemin sonuçlarına baktığım da, yani ne kadar ideal bir durum gibi gözükse de suni tenef füsün dezavantajlarını da görüyorum. Biliyorsunuz, yakın za mana kadar üç ülkenin co-prodüksiyonuna bağlı bazı Avrupa fonları vardı, sanırım iki ülkenin co-prodüksiyonuna indirilmiş durumda, fakat Türkiye'ye gelen, bu fondan yararlanmış bir sürü prodüksiyonda ben o parayı kullanmak için yapılmış baş tan sağma prodüksiyonlar kimliğini görüyorum. Dolayısıyla, bu suni teneffüs ortamının çok da yeterli bir çözüm olduğunu dü şünmüyorum. Bu iyi projelerin çıkabilmesi için minimum ortam sağlamaya yarar sadece, ama sorunu çözmez. Tiyatronun yeni den, bugünün insanı için heyecan verici bir sanat olmasını sağ lamaya yetmez. Bu bakımdan, Özerk Sanat Kurumu'nun yara rına, ortam sağlayan ama yönlendirmeyen Kültür Bakanlığı ile ilgili Genco Erkal ve Ahmet Levendoğlu'nun tespitlerine tamamiyle katılmakla birlikte, ben asıl meselenin sanatçıdan yana çözülebileceğini inanıyorum. Ancak, tiyatro sanatçısı, sanatın da bugünün sorunlarına, estetik ihtiyaçlarına, algı mekanizma larına, bugünün insanına cevap veren yeni yaklaşımlar bulabil diği ve bunu ortaya koyabildiği ölçüde tiyatro sanatını tekrar yukarı çekmeye başlayabilir. Hatta, diğer maddi koşullar oluş masa bile, sanatçılar yeterince bu yönde zorluyorsa tiyatroyu bütün olumsuz koşullara rağmen heyecan verici işler çıkmaya
Dünyanın hiçbir yerinde artık olmayan bir yapı var ödenekli tiyatrolarımızda. Türk Tiyatrosu'nun gelişimini engelleyen en büyük olumsuzluk burada yatıyor düşüncesindeyim. Ödenekli tiyatrolardan birine kapağı attın mı, çalışsan da, çalışmasan da, yaratıcı olsan da olmasan da, emeklilik yaşına kadar garantili memuriyet biçimi, kanımca Türk Tiyatrosu'nun bütün sorunlarının üzerinde olan bir olaydır. (Genco Erkal) Ü.A: Yeniden Genco Erkal'a dönmek istiyorum. Ödenekli tiyat roların varlığı, özel tiyatrolarla bir çatışma, haksız bir rekabet doğuruyor mu? Ve buna bağlı olarak bütün tiyatro ortamı ödenekli tiyatroların şu anki yapılarından ayrılmış olarak nasıl bir yapılanmaya gidebilir? G.E: Galiba, başka ülkelerde olmayan bir eşitsizlik durumu yar. 27
Şunu söylemiyorum, tabii ki özel tiyatro yapmayı seçenler devlet ten maaş almayacaktır, ödenek almayacaktır, ama ödenekli ti yatrolar ülkemizdeki yapısıyla o kadar kötü işletiliyor ki. Ödenekli tiyatrolar, çok ucuz bilet fiyatları koyarak müthiş bir haksız reka bet yaratıyorlar. Ucuz olmasın demiyorum, keşke biz de o fiyat lara oynayabilsek, çünkü ülkemizin ekonomik çıkmazları, krizleri ortada, durum bu olunca özel tiyatro bilet fiyatları caydıracak durumda, artık ortanın üstünde geliri olan insanların gidebilece ği yer haline geldi, özel tiyatrolar. Bu çok caydırıcı bir durum oluşturuyor, ama aynı şekilde İngiltere'ye, Almanya'ya bakıyoruz böylesi bir fark yok, hatta Almanya'da ödenekli tiyatroların bazı prodüksiyonları özel tiyatrolardan çok daha pahalı. Ödenekli ti yatroların yaptığı kuşkusuz önemli bir şey, buralarda kamu hiz meti veriliyor, fakat müthiş bir uçurum oluşuyor, iki alan arasın da bu uçurumun sağlıklı olmadığını düşünüyorum, ama bunun nasıl üstesinden gelinir, onu pek bilemiyorum. Ü.A: Bir önceki toplantımızda Başar Sabuncu şöyle dedi: "Öde nekli tiyatrolar 3 - 5 milyona bilet satmasa, özel tiyatroların seyir cisi oluşmaz". Bu ne kadar doğru sizce?
pe cy a
G.E: Tabii, ama ben zaman zaman karşılaşıyorum, kimi seyirci: "'Ankara Sanat Tiyatrosu'na, 'Dostlar Tiyatrosu'na gideceğime, o bilet parasına bir konser, bir opera, iki de tiyatroya gidebiliyorum" diyorlar. "Dostlar Tiyatrosu'na gidersem, diğer dört göste riye gidememiş olacağım" diyorlar. Ü.A: Bilet fiyatlarını daha aşağıya çekmek de pek olanaklı değil galiba? G.E: Bizim için, çok zor. Hatta mümkün değil.
Ü.A: Bakalım Ahmet Levendoğlu neler söyleyecek.
A.L: Sorunuz, beni demin bıraktığım yere getirdi: Siyasal erk sa nat üretir mi? Hayır üretmez, üretmemelidir. Dolayısıyla devlet sanat üretir mi? Üretmemelidir. Devletin tiyatrosu olur mu? Ha yır olamaz. Anlatacaklarımı daha önceki bir iki yazımdan alıntı ile aktarırsam, galiba daha derli toplu anlatmış olacağım: "Devlet Tiyatrosu çıkmazının kökeninde yatan asal neden, Devlet'in ti yatrosunun olmasının yanlışlığıdır. Yani, işin taa başında, elli kü sur yıl önce, bu ulusun sanat yaşamının temel taşlarından biri olacak kurumun adı yanlış konmuş, kimlik kâğıdı yanlış çıkarıl mış, göbeği yanlış kesilmiştir. Devlet'in tiyatrosunun olması niçin yanlıştır? Ana maddelerde toplayacağım bir kapsam içinde açık lamaya girişeyim: 1. Yanlıştır çünkü (başka) örneği yoktur. Bu belirlemeye şaşıran lar olabilir. Ancak şaşırtıcı olsa da, işin gerçeği budur. Benden bu savı duyan tiyatro insanlarının birincil refleksi "E, (filanca) ül kede var ya!" biçiminde olmakta. "Filancaların" arasında Alman ya'nın, Fransa'nın, ABD'nin, giderek Türki Cumhuriyetlerin adı anılmakta. Bu noktada şunu eklemek gerek: Evet, adında (çeşit li kültürel, kalıtsal, tarihsel, coğrafyasal nedenlerle) devlet söz cüğü geçen tiyatrolar, değinilen ülkelerde de, kimi başkalarında da var. Yok olan, bizimki gibi bir örnek. Yani yönetimi (tek ve büyük) devlet yönetimine -dolayısıyla siyasal erke- doğrudan bağlı; sanatçıları devlet memuru olan ve nerdeyse yaşam boyu öyle kalan; doğumunda görülmedik "imtiyazlarla" donatılmış; anormal büyümesine, dal budak salmasına karşın hâlâ "merke ziyetçi" olan vb. bir yapı ve işleyiş. 2. Devlet kavramı ve devlet felsefesi açısından: a) Devlet'in aynı sanatı "icra eden" oluşumlardan birine kendi adını ve gücünü vererek onu ötekilerden imtiyazlı (ayrıcalıklı) kılması; "Bu benim 28
çocuğum, ötekiler 'onun bunun' çocuğu." biçiminde bir ayrım cılık getirmesi, "devlet felsefesi" ile bağdaşmaz, b) Devlet, top lumuna "hizmetler" sunar. Bu hizmetler arasında sanatı/tiyat royu ona "ulaştırmak", onunla "buluşturmak" yer alır, ama sa natı/tiyatroyu "bizzat üretmek" yer almaz. Çünkü bu, "devlet felsefesinin" eşitlikçi "ruhuna" uygun değildir. 3. Devlet'in Tiyatrosu'nun varlığı -özellikle demokratikleşme sürecinde yaya kalmış ve "erkleri" arasındaki bağları/dengeleri Devlet Tiyatroları yarım yüzyıllık bir yaşamı geride bırakırken, işleyişsel,
"devletin yönetsel
tiyatrosunun"yanlışlığını; yapısal,
tıkanmaları yansıtan
kendi kendine kanıtlar durumdadır.
görünümüyle
12 ilde 30
sahnesiyle ve toplam 3000 kişiye yaklaşan "mensubuyla",
şişirile şişirile artık organlarına
olamaz konuma gelmiş bir devi, bir ürkünç yaratığı
andırmaktadır.
egemen
bilinçsizlikle yaratılmış (Ahmet Levendoğlu)
Ü.A.: Şimdi de Kerem Kurdoğlu'nun önerilerini dinleyelim. K.K: Ben tabii ki yapısal sorunlara katılıyorum. Nasıl düzelir? Açıkçası çok bilmiyorum, fakat bunun sanatsal sonuçları özel likle benim ilgi alanıma giriyor. Gerek Şehir Tiyatroları, gerekse de Devlet Tiyatrosu'nun yapısına çok tanıdık olmamama rağ men, oradan tanıdığım insanlardan duyduğumuz işleyiş biçimi, benim için herhangi bir sanatsal yaratış süreci ile bağdaşır gibi değil. Öyle bir sanatsal kuruluş düşünün ki, o yıl ne sahnelene ceği, kimin sahneleyeceği, orada kimlerin oynayacağı yukarı dan emirle belirleniyor ve bunların yanı sıra aslında yönetmen o oyunu sahnelemek istemiyor. Oyuncu aslında o oyunda oy namak istemiyor, o kadroyla çalışmak istemiyor, o yönetmenle çalışmak istemiyor. Hem akıl alır gibi değil, hem de ne gerek var? Yani, bambaşka bir mantıkla, kimlerin o yıl kimlere proje yapma görevi vereceğini belirlemek, onların kendi projelerini seçmelerini istemek gibi mantıklı bir yolla, hem iktidar kendi ik tidar kompleksini tatmin edebilir, hiçbir şey kaybetmez, yine kendini iktidar hissedebilir. Eğer dert buysa, insanlar da istedik leri projelerde istedikleri insanlarla çalışırlar. İşimizin yarısı bu zaten. Bir kere bir ekip, istemediği bir projede istemediği in sanlarla çalışmaya başladı mı, bundan sonra ne beklenebilir ki? Bu, yönetim açısından. Sanatçı arkadaşlarım açısından şunu söyleyebilirim: Bütün bu köhne yapıya, engellemelere rağmen bir şey yapmak isteyen her arkadaşım mücadele ederek sonun da onu yaptı, Devlet Tiyatrosu yapısında bile, yapana kadar kan kusturuldu, ama sonunda yaptı. Biz de mücadele veriyo ruz. Orada yönetime karşı mücadele veriyorsun, özel tiyatrolar-
pe cy
a
sağlıklı biçimde kurmayı başaramamış Türkiye gibi bir ülkedeo tiyatronun doğrudan siyasal erkin güdümüne girme, ya da onun "müdahalesine maruz kalma" olasılığına her an açık bir yapı oluşturur. Devlet Tiyatrosu, elli yıllık geçmişinde, ama özellikle son on yılında, politik müdahaleleri çokça yaşamıştır. 4. Devlet Tiyatroları yarım yüzyıllık bir yaşamı geride bırakır ken, "devletin tiyatrosunun" yanlışlığını; yapısal, işleyişsel, yö netsel tıkanmaları yansıtan görünümüyle kendi kendine kanıt lar durumdadır. 12 ilde 30 sahnesiyle ve toplam 3000 kişiye yaklaşan "mensubuyla", şişirile şişirile artık organlarına ege men olamaz konuma gelmiş bir devi, bilinçsizlikle yaratılmış bir ürkünç yaratığı andırmaktadır. Değil böylesi bir tiyatro ya pısına, bunun çeyrek ölçeğinde olanına bile yerküre üzerinde rastlanmamaktadır. Bu doğrultuda gelinen nokta büyük ölçü de, göz boyamacılığa dayalı kalıplaşmış devlet yönetim anlayı şının eseridir."
A.L: Ben revize edilmekle çözülecek bir şey olduğunu düşün müyorum. Son söz olarak deminki sorunuza değineyim. "Kla sikleri kim yapacak?" Özel-ödenekli tiyatro diye keskin bir ay rım olmasını zaten doğru bulmadığımıza göre, klasikleri de ödenekli tiyatrolar yapar diye bir anlayışı da kabul ediyor deği liz. Demin Genco'nun değindiği bilet ücretleri açısından hepi mizin bildiği ve kabul ettiği haksız rekabet unsuru olmasa, el bette özel tiyatrolar da klasiklere el atmak isteyecektir.
Ü.A: Peki bu noktada, gişe kaygısı taşımadan klasikleri kim oy nayacak, "müze tiyatrosu" dediğimiz birim nasıl oluşacak?
G.E: Araya gireceğim ama Ahmet Levendoğlu'nun burada an latmak istediği şey ödenekli tiyatroya karşı değil, bizdeki biçi miyle Devlet Tiyatrosu düşüncesine karşı. Bunun çok olumlu örnekleri var, bu noktada Batıya bakıyoruz, iyi de ediyoruz, çünkü bu konuda Doğudan alacağımız pek bir şey yok. Örnek lemeye kalkarsak, İngiltere'deki, Almanya'daki, Fransa'daki ku rumlar tamamiyle özerk. Belli insanlar belirli süreler için atanı yor, oradaki insan belli kadroları kuruyor, o kadroları bazen bir oyun için, bazen iki yıllık kontratlarla oluşturuyor. Bu noktada tiyatrolar sürekli bir değişim içinde. Memurlaşmaya olanak ver meyen yapılar oluşturuluyor. Yöneticinin de 3 yıl, 4 yıl sonra görevi bitiyor, yerine yenisi geliyor. Bizdeki gibi yıllarca süren hanedanlıklar kurulmuyor. 0 yapısı içinde ve özerk, bağımsız, dışarıdan hiçbir politik baskıyı kabul etmeyen tiyatrolar olduğu zaman Ahmet Levendoğlu'nun da karşı çıkacağını düşünmüyo rum. A.L: Benim de özetle aktardığım gibi, bu hantal, işlemeyen, canavarlaşmış yapı içinde debeleniş... Ü.A: Yapısının revize edilmesi lazım...
Açıktır ki, sadece Türkiye'de değil bütün dünyada tiyatro sanatı ile ilgili bir kriz yaşanıyor, bu da aslında sadece
sanatla ilgili bir kriz değildir aslında, siyasi ütopyasızlığın sonucudur. (Kerem Kurdoğlu)
da dış dünyanın koşullarına karşı mücadele veriyorsun. Sonuç ta istediğin sanatı yapmak için her yerde mücadele veriyorsun. Bu bakımdan Devlet Tiyatrosu'nda, Şehir Tiyatrosu'nda çalışan arkadaşlarımın şikayet etme durumundan hoşlandıklarını da düşünüyorum. Yani, yeterince yapmak istedikleri sanatla ilgili gerekli mücadeleyi vermediklerini düşünüyorum. Tamamen ka bahat onlardadır anlamı çıkmasın bundan, yapı bozuktur. Ka bul, ama bu yapıya karşı sanatçı arkadaşlarımın hemen hemen hiçbir mücadele vermediğine inanıyorum. Ü.A.: Sevgili Çetin Etili, siz de aynı kanıda mısınız? Ç.E: Oyuncu, sanatçı kişiliğinde olan insanların bu gibi yapılar da yaşadığı zorluklar çok net. Bunları ben iki alanı da çok net gözlemleme şansına sahibim. Devletin kendi içindeki kurumu, tiyatrosu devletin kendi aksaklıklarını da taşımasına yol açıyor. 29
Aynı aksaklıklar orada da devam ediyor. Bundan rahatsız olan insanlar elbette var. Söylediklerinizi ben sürekli yaşıyorum, in sanlar şikayetlerini dile getiriyorlar ama bunun çözümüne yö nelik adım da atmıyorlar. Tiyatro adına değil, kendi sanatçı kişi liklerini geliştirmek adına da adım atmıyorlar. Zamanlarının bü yük bir çoğunluğu sadece şikayet etmekle geçiyor. Benim öze limde bakarsak, ben özel tiyatro çalışmalarımda kendi seçtikle rimle, yaptıklarımla hazzı yaşarken, ödenekli kurumda belirli kolaylıklara sahip olurken, inanılmaz daralmaları da yaşıyorum. Ama gözlemlediğim kadarıyla ödenekli kurumdaki arkadaşlar şikayet etseler bile, oradaki statülerini seviyorlar gibi geliyor bana. Ü.A: Dilerseniz, şimdi de bir nebze Özerk Tiyatro Kurumu yapı sına değinelim, olmalı mı, nasıl olmalı, niçin olmalı?
Ben iki alanı da çok net gözlemleme şansına sahibim. Devletin kendi içindeki kurumu,
tiyatrosu devletin kendi
aksaklıklarını da taşımasına yol açıyor. Aynı aksaklıklar orada da devam ediyor. getiriyorlar ama bunun atmıyorlar.
...insanlar şikayetlerini dile
çözümüne yönelik adım da
Tiyatro adına değil, kendi sanatçı kişiliklerini
geliştirmek adına da adım atmıyorlar. (Çetin Etili) Ü.A: Ahmet Levendoğlu Özerk Sanat Kurumu ile ilgili neler düşünüyor? A.L: Doğrudan bir siyasal erke bağlı, Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları varlığı karşımızda durduğu sürece, Özerk Sanat Ku rumu gibi bir kurumun herhangi bir işlev taşıyacağı düşünce sinde değilim. "Bütün bu sorunlar sarmalına ne dersiniz?" diye bir soru yöneltiiirse, ona da aynı konu üzerine yazdığım bir başka yazıdan kısa bir alıntı yaparak yanıt vereyim: "Aynı te mel noktadan yürüyerek: 'Ne önerirsiniz?' sorusuna da, ancak şu karşılığı verebilirim: Siyasal erkin egemenliğindeki tiyatrola rımızda sanatlarını üreten ve bu üretime çok çeşitli destek alanlarında omuz veren meslektaşlarımız/çalışanlarımız ne za man bu yapıyı, güvencelerini yitirme kaygısından uzak ve ciddi biçimde sorgulamaya başlarlarsa, söz konusu açmazdan çıkış yolunun ufukta görünmesi o denli erkene çekilmiş olur." Ve burada da çok sevinerek geçen sayılarda yapılan toplantılar so nunda ortaya konan iki görüşü de belirtmek istiyorum. Biri si zin (Üstün Akmen'e) görüşünüz. Çok kesin bir biçimde benim görüşüm doğrultusunda dile getirilen bir görüş bu. "Ne devlet, ne de memurunun zihniyetiyle sanat olmaz" gibi çok kesin bir deyişle bu soruna kesin bir görüş getirmiş oluyorsunuz. "Sana tın içeriği, biçimi siyasal erkin işi değil ki." demişsiniz. Tümüyle benim görüşüm doğrultusunda bir görüş bu da. Ali Taygun da aynı doğrultuda bir görüş öne sürüyor. Diyor ki: "... oysa sanat devlet bünyesinde olamaz". Benim de yıllardır çok radikal bir biçimde söylediğim bu. Yani sorun, var olan ödenekli tiyatro yapısını revize etmek, yeniden yapılandırmak, altüst etmek de ğil, onun varlığını ciddi biçimde sorgulamaktan geçiyor.
pe cy
a
G.E: Demokratik bir yapı olması gerekiyor, yine birileri tarafın dan atanmadığı, seçilmişlerin oluşturduğu bir yapı söz konusu olmalı. Birtakım sivil toplum örgütlerinin seçimle gelmiş temsil cilerinin oluşturduğu bir yapı -çok ayrıntıya girmiyorum, genel olarak söylüyorum- seçim olmadan, atamayla oluştuğu zaman, devlet her zaman o arkada duran baskıcı gücünü ortaya koya biliyor. Örneğin özel tiyatrolara yardımı dağıtan bir kurul var Kültür Bakanlığı'nın içinde. Kurulun yarısından fazlası Kültür Bakanlığı memurlarından oluşuyor. İster istemez bakanlığın ağırlığını taşıyor. Devlet ben istediğime veririm, istemediğime vermem, istediğime istediğim kadar veririmi oluşturuyor, işte bu baskıyı ortadan kaldıran veya azaltan bir yapı oluşması lâ zım.
ya da o insan o projeyi gerçekleştirebilir mi, gerçekleştiremez mi bunun da değerlendirmesini yapabilecek kişilerden oluşma sı lâzım. Ve de yaratıcılığı destekleyen, sansürcü olmayan bir yapı olmalı.
Ü.A: Bu destekler proje bazında mı veriliyor.
G.E: Evet, bir proje sunuyorsunuz, ben şunu yapacağım, geç miş yıl aldığım destekle şunları yaptım, şuralara turneye gittim, şu kadar oyun oynadım, telif haklarını ödedim, vergimi öde dim ya da borçlandım. Bir yıl öncesinin bütün hesaplarını dö küyor, bir yıl sonra da, şunu yapmak istiyorum diye bir dosya veriyorsunuz. Tahmini giderim şu, tahmini gelirim şu, sizden de şu kadar para istiyorum diyorsunuz. Tabii istenen paranın dörtte birini ya veriyorlar ya vermiyorlar, fakat özünde o kuru lun oluşturulma biçiminedir bizim itirazımız. Eskiden, Eleştir menler Birliği'nden, üniversitelerden birer temsilci gelirdi, özel tiyatrolar bir temsilci seçerlerdi. Sonraki dönemlerde yarıdan fazlası kendilerine ait olmasına rağmen bu kadarcık demokraDemokratik bir yapı olması gerekiyor, yine birileri tarafından atanmadığı, seçilmişlerin oluşturduğu bir yapı söz konusu olmalı. Birtakım sivil toplum örgütlerinin seçimle gelmiş temsilcilerinin oluşturduğu bir yapı. Seçim olmadan,
atamayla oluştuğu zaman,
devlet her
zaman o arkada duran baskıcı gücünü ortaya koyabiliyor.
(Genco Erkal)
siden bile rahatsız oldular, sizin seçtiğiniz değil, özel tiyatrodan ben filancayı istiyorum, o gelecek dediler. Buna alternatif bul mak lazım, bu baskıcı yapıyı reddedip, demokratik bir yapı oluşturmak lazım. Gerçekten de, bu tür bir değerlendirmeyi yapabilecek nitelikte insanların oluşturduğu bir kurul oluşması lazım. Biri bir proje veriyorsa, o proje işe yarar mı, yaramaz mı 30
Ü.A: Tiyatronun yeniden yapılanması noktasında, devletin sponsorluğunu reddetmiyoruz, müdahale etmeden kaynak ak tarımını sürdürmeli. Peki, kaynak nereden bulunacak? Bir ön ceki toplantıdaki önerilerden biri çeşitli şans oyunlarından ve benzeri yerlerden bulunabilir diye bir görüş ileri sürülmüştü, bunun yanı sıra bir de vakıf görüşü vardı, fakat bu pek rağbet görmedi. A.L: Ben, buna katılmıyorum, sorunun özünü başka bir yerde görüyorum. Yani, siyasal erke bağlı bir ödenekli tiyatro bugün bu ülkede mevcut olduğu sürece, bu birikimle, bu oluşumla özel tiyatroları ortak bir paydada buluşturabilecek herhangi bir işlevsel kurumun varlığına inanamıyorum.
Ü.A: Tabii, ama burada tartışmaya çalıştığımız konuda, devle tin veya siyasi erkin devre dışı kaldığı, müdahalesinin olamaya cağı özerk bir yapılanmayı kast ediyoruz. Örneğin Futbol Fede rasyonu gibi... A.L: Orada durduğu sürece gücünü nasıl yitirecek? Ü.A: Burada tartışmak istediğimiz konu, özerk bir yapının siya si erk ile ilişkisinin olmadığı bir ortam...
Tiyatro sanatçısı, estetik insanına
ihtiyaçlarına, cevap
sanatında algı
bugünün sorunlarına,
mekanizmalarına,
bugünün
veren yeni yaklaşımlar bulabildiği ve
bunu ortaya koyabildiği ölçüde tiyatro sanatını tekrar yukarı çekmeye başlayabilir. oluşmasa bile..
Hatta,
diğer maddi koşullar
(Kerem Kurdoğlu)
A.L: Tamam, ama ben diyorum ki, böyle bir kurum, ödenekli tiyatrolar siyasal erke bağlı olarak durduğu sürece, herhangi bir işlev kazanamaz. Arada, bir köprü görevi bile göremez.
G.E: Darbelerle oluyor... K.K: Darbelerle oluyor da, o görevden alınan da, bırakmamak için her türlü mücadeleyi veriyor.
pe cy a
G.E: Ama galiba, o tiyatrolar da siyasi erke bağlı olmayacak. O tiyatrolar da bu konseye bağlı olacak. Değil mi? Diyelim ki, Van Bölge Tiyatrosu veya devlet demeyelim de Ankara Ulusal Tiyatrosu diyelim, bunlar şimdiki gibi Kültür Bakanlığı'na bağlı değil, Özerk Sanat Kurumu'nun atayacağı sanat yönetmenleri tarafından yönetilecek ve her biri de ayrı bir tiyatro, merkezi yetçi değil, her biri ayrı şehirlerde bağımsız tiyatrolar...
kabul ve saygı gören bir kurum olarak işlediğini biliyorum. Bu noktada Türkiye'de de bu anlamda çalışan insanların bu nok talara çok iyi baktığını biliyorum, fakat kurum ne kadar yerine oturursa otursun, sonuçta bir de demokrasi kültürü olduğu gibi bu işin de bir kültürü olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, bu kurumun önemli işlevlerinden biri kaynak dağıtımı ise, çok iyi bir arkadaşınıza: "Dün senin projeni değerlendirdik, ben projeni çok tutmadım ve aleyhte oy kullandım" diyebiliyor sanız, bu önemli bir adımdır. Soralım kendimize: "Biz bunun neresindeyiz?" Bunu diyemiyorsanız, ki diyemediğimize inanıyorum, nasıl bir yapı kurarsanız kurun, o yapı iş lemeyecektir. Bu kültür yerleşmedikçe, çok zor. Tabii ki, bu tek yönlü bir durum değildir. Kurum olsa da bu olmaz diyorum ama kurumların daha demokratikleşmesi bu anlayışın geliş mesine yardımcı olacaktır, yani ikisi birbirini etkileyen şeyler. Zamanla mutlaka olacak. Benim aklımın almadığı bir mesele de, örneğin Devlet Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği gibi, adı tam bu mu bilmiyorum ama, bunların görev sürelerinin tamamlanması ve değişmesi meselesinin neden hep anormal ve olaylı olduğu. Hiç kavrayamamışımdır. Ben hiç hatır lamıyorum, bir Genel Sanat Yönetmeni'nin görev süresi bitmiş olsun da, yeni gelen Sanat Yönetmeni'ne görevi devretsin.
A.L: Bu bir umut. Bir ideal. Bunların tartışmalarını ben yıllardır izliyorum, ama bu nasıl gerçekleşecek? Asıl bu soruyu günde mimize getirmemiz gerekiyor. On iki ilde otuz küsur sahnesi olan Devlet Tiyatrosu... Biz bunu kabul ettik diye lağvedilmeye cek.
Ü.A: Futbol Federasyonu nasıl oluştu ise, bu da böyle oluşa cak. Burada önemli olan geçiş süreci değil mi? Var sayalım ki böyle bir geçiş süreci kabul edildi. Bu sürece ilişkin önerileriniz neler olabilir? A.L: Ben, varsayamıyorum bile, hep bunun üzerinde duruyo rum. Yani aslında belirli idealleri barındıran bu Özerk Sanat Kurumu'nun yaşama geçmesini olası görmüyorum. Ütopik gö rüyorum, çünkü siyasal erk, kendi yapısı içindeki sanat kuru munu, Türkiye'de hangi rejim değişikliği olursa olsun istemeye cektir. Onun için çözüm getirici bir şey olarak göremiyorum ben bunu. Ü.A: Kerem Bey.. K.K: Bu konuda çok bilgi sahibi olmadığımı ve üzerinde fazla düşünmediğimi ifade etmeliyim. Bildiğim kadarıyla Özerk Sa nat Kurumu ile ilgili birçok kişi ve kuruluş bir süredir çalışıyor ve gördüğüm kadarıyla benzer bir bağımsızlık ütopyasına doğ ru formüller üretiliyor. Duyduğum çok şeyi iyi buluyorum, ama meselenin tümüne hakim değilim. Fakat söylemek istediğim bir iki şey var. Bazı şeyleri yeniden icat etmek gerekmiyor, çok iyi işleyen modeller var. Örneğin İngiltere'de hükümet politikalarından bağımsız olarak sanatsal verimliliğe olanak sağlamak ideali doğrultusunda oldukça objektif işleyen, sürekli politik müdahalelerle yön değiştirmeyen, genel bir toplumsal
G.E: Buna bir süre belirlenirse, görevi bitecek olan da bunu bilir ve ona göre çalışır. K.K: Atananlar, sanki ömür boyu atanmış gibi davranıyor.
G.E: Belli süreler olmalı. Atanan insan belirli bir süre görev yapacağını bilmeli ve bu sürenin sonunda görevini bir baş kasına bırakacağını da bilmeli ve ona göre davranmalı. Orada bir hanedan devamlılığı kurmamalı. Bu neyi getiriyor? yıllarca görev yapan bir Devlet Tiyatrosu Genel Müdürünü düşünün, her değişen iktidara göre kendini yeniden kabul ettirmek için taviz vermek zorunda kalmıştır. Askeri yönetimler gelmiştir, gitmiştir yeniden demokrasiye geçilmiştir, yeniden darbe ol-
Ben özel tiyatro cephesine bakıyorum da, burada da
neredeyse aynı şeyler var.
Çok daha demokratik bir or
tam olması gerekirken bizim aramızda da bir sürü çatış malar yaşanıyor, galiba bu biraz da özde olan bir şey. Ödenekli büyüyor.
tiyatrolara
bakınca,
gerçekten gözümde
Nasıl bir çözüm olabilir bilemiyorum, (Çetin Etili)
muştur, ama o genel müdür kalmıştır. Kalmak için herkesle iyi geçinmek, her nabza göre şerbet vermek zorundadır, işte bu noktada sanatın bağımsızlığı, özerkliği diye bir şey kalmıyor. Ü.A: Çetin Etili'yi dinleyelim. Lütfen... Ç.E: Ben özel tiyatro cephesine bakıyorum da, burada da neredeyse aynı şeyler var. Çok daha demokratik bir ortam ol ması gerekirken bizim aramızda da bir sürü çatışmalar 31
yaşanıyor, galiba bu biraz da özde olan bir şey. Ödenekli tiyat rolara bakınca, gerçekten gözümde büyüyor. Nasıl bir çözüm olabilir bilemiyorum. K.K: Özel tiyatroların örgütlenmesine ilişkin bir şeyler söylemek istiyorum. Örgütlenme, her zaman olumlu çağrışımları olan bir laf, fakat özel tiyatroların örgütlenmesi deyince benim aklımda bir şey canlanmıyor açıkçacı. Sonuçta özel tiyatro denince iki şeyden biri geliyor aklıma. Ya bu işten para kazanmak üzere oluşmuş ticari bir örgütlenme ya da sanatsal, düşünsel, siyasi bir ideal etrafında birleşmiş bir gurup insan. Bu tür, birçok bağımsız yapı söz konusu olduğunda, bunların örgütlenmesi deyince, açıkçası neyin kastedildiği ve neye iyi geleceğini anlayamıyorum. Özel tiyatronun yapısında bağımsız grupların birbirinden bağım sız yapılaşması, farklı amaçlar için farklı yapılarla sanat üretmesi var zaten, bu arada A grubu ile B gurubu arkadaşlık edebilse, dertlerini paylaşabilse bu iyi bir şeydir, bunun dışında örgütlen menin soruna cevap vermesi benim gözümde canlanamıyor.
cy a
G.E: Ben örgütlenmenin yararına inanıyorum, ama bu güne kadar olan yapılaşmalar yılda bir kere toplanıp devlet yardımının nasıl paylaşılacağı konusunu tartışan ve tek derdi bu olan bir tablo oluşunca çirkin bir görünüm çıkıyor ortaya. Halbuki gönül istiyor ki, ülkemizdeki tiyatro alanı daha iyi nasıl düzenlenebilir, daha sağlıklı bir yapı nasıl oluşabilir, üretimin kalitesi nasıl yüksel tilebilir, bunun önünü tıkayan şeyler nelerdir üzerine düşünceler üretip, bu alanın yeniden düzenlenebilmesi için ağırlığını koyan bir ö r g ü t l e n m e olsaydı o zaman bir işe yarardı diye düşünüyorum.
pe
A.L: Örgütlenme ya da dernekleşme toplumsal yapıda çok önemli bir şey tabii ama Genco'nun da çok isabetli bir biçimde aktardığı gibi olması gereken doğrultuda bir örgütlenme modeli bugüne kadar yaşanamadı.
Ü.A: Türk tiyatrosunun sorunlarının bir bölümünü daha tartıştık. Tartışa tartışa sonuçta bir yerlere varacağımızı umuyorum. Bugün konuştuklarımızı toparlamaya çalışayım: Özerk Sanat Kurulu oluşumu bugünkü katılımcılarımızın kimileri tarafından ütopik bulunurken, her şeyden önce yeniden yapılanma model lerinin tespit edilmesi gerektiğinin altı çizildi. Özel tiyatroların sorunlarının çarpık yapılanmış ödenekli tiyatrolardan soyut lanarak masaya yatırılmasının hatalara neden olacağı ve yeniden yapılanmaya ödenekli tiyatroların yapısından başlanması gerek tiği belirtilirken, sanatçıların sürekli kendilerini aşmak isteyen bir tutum içinde çalışmalarının koşul olduğu öne sürüldü. Kültür Bakanlığı'nın sadece "düzenleyici" konumunda kalması bu top lantımızda da ifade edilirken, devletin ve memurunun zihniyetiy le sanat yapılamayacağı; sanatın içeriğini, biçimini belirlemenin siyasal erkin işi olmadığı söylendi. Tiyatronun toplumsal heyecan vericiliğindeki iniş çıkışların siyasi ütopyaların geneldeki inanılırlığıyla bağlantılı olduğu öne sürüldü. Diğer taraftan, ödenekli tiyatroların bilet ücretlerinin haksız rekabet yarattığından da cid di biçimde yakınıldı. Katkılarınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyor, saygı ve sev gilerimi sunuyorum. 32
GÖRÜŞ
"DEVLET TİYATROSU . " Ödeneği Belediye Veriyorsa, ŞEHİR TİYATROSU"dur.ama Ödeneği Devlet Veriyorsa,
iki ay önce aşağıdaki iki soruyu sorarak, "Dosya" konumuzun tartışmasına soruşturma olarak giriş yapmış idik. Soru yönelttiğimiz tiyatro insanlarından biri de Yılmaz Onay'dı. Ama, teknolojinin yararları yanında zararları da oluşuyor elbette, en önemlisi konuşmayı unutur olduk. Yılmaz Onay e-posta ile yanıtını gönderdiği için yayımlanmasını
beklerken, biz de 'herhalde zaman bulup yazamamıştır' demişiz. Yılmaz Onay'ın aşağıdaki sorulara verdiği kapsamlı ve yol gösterici yazısını yayımlıyoruz. Gecikmedi, çünkü konu hâlâ gündemimizde ve gelişerek devam ediyor.
pe cy a
•Siyasal erk ile tiyatronun ilişkisini nasıl görüyorsunuz? (Yerel yönetimler ve hükümet açısından - ödenekli ve özel kurumlar açısından) Yakın temas nereye kadar olmalı? Varsa önerileriniz nelerdir? • Kültür Bakanı Hüseyin Çelik'in "Devlet memuru zihniyeti ile sanat olmaz. Devlet memurundan sanatçı olmaz." açık lamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Yılmaz Onay 1-Siyasal erk ile tiyatronun ilişkileri konu sunda öncelikle "Tiyatro... Tiyatro... Dergi sinin meseleyi yalnızca Devlet Tiyatroları na daraltmayıp , "yerel yönetimler ve hü kümet" genelinde koymasını, yani ödenek li tiyatro statüsü kazanmış Şehir Tiyatrola rımın işleyiş yapısının da aynı bağlamda tartışılması gereğini saptamasını ("özel ku rumlara ilişkin işleyiş sorunu biraz daha farklı) çok isabetli bulduğumu belirtmek is terim. Yerel Yönetimler ve Hükümet ile ödenekli tiyatrolar arasındaki "Yakın te mas nereye kadar olmalı?". Yanıtımı he men vereyim: Yakın temas, verilecek öde nek ve onun amaca uygun kullanımının denetlenmesi sınırına kadar olmalı. Ötesi ne geçmemeli. Ama bu yanıtımın, işleyiş yapısına yönelik önerilerimi açıklamaksızın pratik hiçbir an lam taşımayacağını da biliyorum. Dolayı sıyla önce o konuya gireyim. Yapacağım öneriler kendi buluşum değil asla! Dahası, sırf ülkemize özgü, sıfırdan denenecek şeyler de değil. Çünkü ne tiyatro sanatını ilk biz keşfettik, ne de ödenekli tiyatro uy gulamasını ilk biz yapıyoruz. Dolayısıyla ti yatro alanında dünyadan bir şeyler almış olmamız asla utanılacak bir şey değil. Ül kemizde ödenekli tiyatro uygulaması önce
İstanbul'da Batı'dan alınan modele uygun "Şehir Tiyatrosu" işleyişi olarak başladı. Ti yatro sanatının gelişimi açısından çok da önemli ve ileri bir atılımdır bu. Sonra baş kent Ankara'da yine modeli batıdan (Almanyadan) alınan "devlet tiyatrosu" uygu laması geldi. Bu da bir o kadar önemli ve ileri bir atılımdır. Buraya kadarına sanırım kimsenin itirazı yok. Ama asıl sorun bura dan sonra başlıyor. Gerek İstanbul'da tek tiyatro (yani tek "ensemble") olarak başlayan "Şehir Tiyatrosu" uygulaması, gerekse daha sonra Anka ra'da yine tek tiyatro (yani tek "ensemble") olarak başlayan uygulama, giderek bugün Batı'daki pek çok küçük devletten daha büyük nüfusa sahip İstanbul'da çok fazla sayıda Şehir Tiyatrosu'na genişledi. Devlet Tiyatrosu uygulaması ise, İstanbul dahil ül kenin pek çok şehrinde pek çok sayıda devlet tiyatrosu kapsamına genişledi. Bu da çok gerekli, zorunlu ve çok güzel bir gelişme. Dahası, yine zorunlu olarak bu gelişme kendi alternatifini doğurdu, önce çok etkili ve uluslararası değerde amatör tiyatro kuruluşları ve etkinlikleri gelişti, ar dından bu birikim özel tiyatrolar olarak profesyonel alanı belirleyici oldu (bir yan dan da amatör tiyatrolar, etkinliklerini her 33
Peki her şey çok güzel de sakatlık nere de? Sakatlık, alınan modellerin Osmanlı ca çarpıtılmasında. Batı'dan aldığımız ödenekli "ensemble" tiyatroları modeli nin "ensemble" yapısının ve özerk işleyişi nin mahvedilip, devlete veya belediyeye bağlı herhangi bir "genel müdürlük" işle yişine indirgenmesinde hata! Bu esas sa katlığı görmezden gelip, sanki hata öde nekli tiyatro yapısının kendisinden geli yormuş gibi ve sanki buna karşı gerçek çözümü ortaya getirenler havadan haya li bir şeyler öneriyormuş gibi meseleyi saptıranlarda! Ödenekli tiyatro modelini en yakın biçimde (hatta doğrudan) aldı ğımız Almanya bugün "tam ödenekli 'ensemble' tiyatroları" işleyişinin ve buna dayalı "repertuvar tiyatrosu" olanağının son derece önemli bir kazanım olarak korunması için mücadele veriyor.
Bu nasıl olacak? Aslında çok basit. Mo deli nereden aldıysanız oraya bakın, ye ter. Sadece Berlin kentinde bile, "Berlin Tiyatroları Genel Müdürü" diye bir kav ram düşünebiliyor musunuz? Berlin'de, ödeneğini Senato'dan alan çok sayıda ti yatro var. Ödenek kavgası yok mu, var elbette. Her bir tiyatronun sanat yönet menine ilişkin, başarı düzeyine ilişkin tar tışmalar yok mu? O da var. Ama kimse nin aklına çözüm olarak tümünü tek bir sanat yönetmenine (yani genel müdüre) bağlamak gelmez, gelemez. Değil ki tüm Almanyanın devlet tiyatrolarını (Staatstheater) tek bir genel müdüre bağla mak düşünülebilsin! Gülerler insana. Berlin'de, dünyaca ünlü Schaubühne'nin genel sanat yönetmeni Andrea Breth, bir büyük salon, bir küçük salon ve bir stüdyo sahnesini içeren aynı bina komp leksinin bile sırf kadrosunun kabarıklığı nedeniyle tek bir sanat yönetmenince yönetilemeyeceği gerekçesiyle istifa et mişti (istifa edebilmişti!).
cy
Evet, ödenek kısıtlamaları yüzünden Al manya'da bile bu değerli sanatsal kaza nımın yitirilmesi tehlikesi var. Ama Al manya bu kazanımını yitirdiği zaman, ti yatrosu büyük kayıplara uğrasa da bit mez. Nitekim o modelin tiyatro sanatı nın işleyişi bakımından tam karşıtı sayıla bilecek "prodüksiyon tiyatroları" işleyişi ne indirgendiği kimi batı ülkelerinde de tiyatro bitmiyor, sürekli zayıflasa bile yi ne varlığını sürdürüyor. Oysa ülkemizde düpedüz tiyatro "biter!"
yıllar boyunca da -her çeşit yanlış anlaşıl mayı göğüsleyerek- ödenekli tiyatroların ihmal edilemez önemini sürekli savundu ğumu anımsayalım. Yani Devlet Tiyatroları'na hiç girmemiş olsam da görüşüm değişmezdi. Bir koşulla: Batıdan alman modelin özüne uygun olarak devlet ti yatrolarının ve ödenekli statüye kavuş muş Şehir Tiyatrolan'nın, kendi bütçele rini her yönden özerkçe kullanan "ensemble'ler olarak ülke içinde veya ulus lararası ilişkilerinde ister istemez yarışma ortamında bağımsız repertuvar tiyatrola rı yapısına erişmeleri koşuluyla!
a
türlü engele karşın sürdürdüler).
istanbul'un ilçelerinde bile sanıldığı gibi ödenekli tiyatrolardan boşalacak alanları "prodüksiyon tiyatrolarının yaratışı kap lamaz, tam tersine oralarda tiyatro, ha yatın içindeki yerini kaybeder, yok olur. Çünkü İstanbul dahil ülkemizin hiç bir yöresinde tiyatronun bitişi, örneğin ek meğin veya herhangi bir hayati ihtiyaç maddesinin yok oluşu gibi bir şikâyet tu fanı yaratmaz maalesef.
Şimdi ben bunları söyleyince sanki ülke mizde ödenekli tiyatro işleyişi aynen sür sün diyormuşum veya sanki ödenekli ti yatroları özel tiyatrolara tercih ediyormuşum gibi yanlış anlamak istiyenler çı kabilir.Şaşılacak bir şey. 1955'ten 1972'ye dek on sekiz yıl sırf amatör ça lışma içinde bulunmuş, ardından 1972'den 1993'e dek yirmibir yıl profes yonel tiyatro yaşamını ağırlıkla özel tiyat rolar içinde geçirmiş bir kişi olarak ben böyle bir sav ileri sürebilir miyim? Ama o 34
Oysa bizde ne hale gelmiş? Bir figüranı görevlendirmek için bile "merkez"den onay alınıyor. Bırakalım İstanbul veya Ankara içini, çok uzak bir bölge tiyatro sunun bile bağımsız bütçesi yok, gişe gelirleri merkeze gidiyor, oradan tahsi sat geliyor, oyun seçimleri merkezde ka rara bağlanıyor, ülke içi turne bile mer kezin karanyla oluyor. Böyle tiyatro sağ lıklı işleyemez! Dünyanın en ideal beledi ye başkanı gelse, veya dünyanın en ide al kültür bakanı gelse ve dünyanın en büyük tiyatro adamı İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarına Genel Sanat Yönet meni olsa veya Devlet Tiyatroları'na Ge nel Müdür olsa yine işlemez, daha doğ rusu Schaubühne'nin sanat yönetmenli ğini bile bırakabilen o sanat adamları, iş lemeyeceği baştan belli böylesi sakat bir yapının sorumluluğunu zaten baştan ka bul etmezler. Dolayısıyla kişileri suçlama yı bırakalım, yapıyı doğrultmaya baka lım.
Yani bizde daha kolay anlaşılsın diye kul lanılan "birim tiyatro" deyiminin veya yıl lar önce İBŞT'da aynı amaçla girişilen "yerinden yönetim" deyiminin gerçek içe riği belli: Bir tiyatro, en fazla bir büyük salon, bir küçük salon ve bir oda tiyatro su ortak mekânında, en fazla elli, haydi haydi altmış kişilik sanatçı kadrosu ile bir "ensemble", yani bir topluluk, bir ekip anlayışıyla tutum belirleyip, repertuvar tiyatrosu olarak (yani hedef kitlesine, se yirci perspektifine göre yarattığı oyunları sürekli değişimle sahneleyerek) dünya arenasında yarışa girer.
Deniyor ki, başlangıçta pekâlâ model alı nan aynı batıdaki işleyiş bizim bürokratik yapımıza yasal olarak uygun değilmiş! Bu da yalan. En basitinden, ülkemizde YÖK öncesi "muhtar" (yani özerk) üni versiteler dönemini anımsayalım. Onu bırakın, bugün TRT Genel Müdürü de devlet memurudur ama kimse canının is tediği zaman görevinden alamaz. YÖK gibi sakat merkezi işleyişteki üniversite lerimiz için bile "Devlet Üniversiteleri Ge nel Rektörü" diye bir şey düşünebiliyor musunuz? Dahası, böylesine antidemok ratik bulduğumuz yüksek öğretim işleyi şinde bile, bir üniversitenin rektörünü hiçbir makam doğrudan atayamıyor. TÜ BİTAK'ın özerk işleyişini düşünün. De mek ki ülkemiz hukuk ve maliye sistemi içinde de istenirse gerekli özerklikler ve gerekli "bağımsız 'ensemble'ler" yapısı hayata geçirilebilir.
Ödeneği belediye veriyorsa "Şehir Tiyatrosu"dur (Staedtisches Theater), devlet veriyorsa "devlet tiyatrosu"dur (Staatstheater), ama belediyeden, senatodan veya devletten koparabildiği bütçesiyle artık kimsenin karışamadığı oyun seçim
Hep söylenen bir şey var: Ödenekli tiyat rolara ilişkin mevcut yasalar zaten özerk işleyişe olanak tanıyor. Bakan yalnızca genel müdürü değiştirebiliyor veya bele diye başkanı yalnızca genel sanat yönet menini değiştirebiliyor... İyi ama, bunun
pe
Yani bırakıyorum Sivas'ı, Erzurum'u, biz zat
lerini, kadro oluşumunu, ülke içi veya uluslararası turne ilişkilerini bağımsızca yapar, herhangi bir "genel müdürlük"ten izin alması düşünülemez, ama yarışın so nucuna göre o sanat yönetmeninin za ten belli süreyle sınırlı olan anlaşması sü rer veya değişir. Batıdan alınan modelin işleyişi budur.
kurumlarında çalışan o yargıçlar, o öğre tim görevlileri, o iletişimciler, o sağlıkçı lar, devlet memuru "zihniyetinde" çalış mak zorunda bırakılmıyorlar; bunu da devlet veya belediye yetkililerinin iyi ni yetine bağlayarak değil, bu özerkliğin gerektirdiği yapılanmaları sağlayarak gerçekleştiriyorlar. Devlet memuru yazar veya ressam el bette ki olmaz. Çünkü yazarlık, ressam lık, bireysel yaratıştır. Devlet o yaratışla ra destek sağlar, o kadar. Ama, opera, bale, orkestra, tiyatro, bunlar toplu ya ratıştır, toplum, yani o toplumun kamu sal aygıtları, aynen yargı, eğitim, ileti şim, sağlık vs. gibi, sanatsal toplu yara tışları da doğrudan kendi kurumları ola rak besler, tüm uygar dünyada bu böy ledir. Yok eğer asıl niyet, sanatsal toplu yaratış alanlarını da tümüyle serbest ti carete bırakmak ise, o zaman buyrun öteki alanların hepsini de, hatta belki ya samayı da, yürütmeyi de, güvenliği de "serbest ticarete" bırakın!
pe cy a
neresi özerklik? Siyasi veya yerel erk is tediği anda genel müdürü değiştirebiliyorsa, dünyanın en ideal genel müdürü bile kalıcı bir çözüm getiremez. Ama eğer tam ödeneklilikten söz ediyorsak bütçe verme yetkisi ister istemez devlet te veya belediyede olacaktır, yani olsa olsa bütçeyi kısabilir, doğru. Ama o za man o bakan veya belediye başkanı, ti yatro sanatına bütçe ayırmamış olur, bu nun mücadelesi başkadır. Yoksa işin sa natsal işleyişine karışamaz. İşin püf nok tası burada. Ve bu çözüm önerimiz, hem hayali değil, batıdan başlangıçta alınan modelin kendisi hem de ülkemi zin yasal çerçeveleri içinde bile uygula nabilir. Yine bir tek koşulla: Mevcut ya sal işleyiş değişmeksizin, bu merkezci ya sal çerçeve içinde bağlayıcı olmayan "pi lot" deneme çabaları tam terse işliyor, lütfen, öncelikle mevcut merkezci yapı nın yasal olarak kırılıp, bağımsız "ensemble'ler yapısına yasai bağlayıcılıkla geçmeyi esas almak gerek, ikisinin orta sı yok. İkisinin ortası, en kötüsü oluyor! İyi niyetli sanatçıları birbirine düşürüyor ve kurban haline getiriyor!
Sözü uzattım belki, ama bu konuda tu tarsız savlar hep bilgi eksikliğine dayatıl dığı için bu kadarcık olsun somut bilgiyi iletmek zorunda kaldım. Aslında bu bile yetersiz. Tartışma sürerse çok daha ge niş açıklamalara girmemiz gerekecek.
2 - Kültür Bakanının demecindeki "devlet memuru zihniyetiyle sanat olmaz" sapta ması doğru. Ama "devlet memurundan sanatçı olmaz" yargısı son derece yanlış! Ne var ki bundan dolayı hemen ve yal nızca bakanı suçlamanın hiç anlamı yok. Çünkü aynı savı, entelektüel çevreleri mizden ve sanatçı çevrelerimizden yıllar boyu sürekli işleyenlerimiz oldu, hâlâ da var. Soruyu açık ve somut koyalım: Dev let memuru zihniyetiyle adalet olur mu? Olmaz! Bilim olur mu? Olmaz! İletişim olur mu? Olmaz! Sağlık olur mu? Ol maz! Ama devlet memuru statüsünde yargıç olur, tüm uygar dünyada da bu böyledir, devlet memuru statüsünde profesör olur mu, olur, devletin yayın kurumu olur, devletin hastanelerinde devlet memuru doktor olur, tüm uygar dünyada da böyledir. Devletin operası, balesi, orkestrası, tiyatrosu olur mu, olur, dolayısıyla o operada, o balede, o orkestrada, o tiyatroda çalışan sanatçı devlet memuru statüsünde olur mu, olur, tüm uygar dünyada da bu böyle dir. Ama tüm uygar dünyada o devlet
Abartıyorum elbette, ama işin mantığındaki temel sakatlığı yabancılaştırabilmek için özellikle yapıyorum bunu, başka tür lü anlamak istemiyen "anlamıyor". Her şey bir yana, toplu ulaşım bile serbest ti carete terkedilmiyor uygar dünyada! Çünkü belki bakanın bilmeyip de o "sa nat" çevrelerinin çok iyi bildiği, ama top lumdan sakladığı gerçek şu: Evet, dün yada yirmi tane değil, iki tane asal seçe nek var. Devlet, tiyatroya ayırdığı ödene ği ya sadece "prodüksiyon tiyatrolarına verecek ya da hem "tam ödenekli reper tuvar 'ensemble' tiyatrolarına" hem de özel ve amatör tiyatro çalışmalarının (buna prodüksiyon projeleri de dahildir elbet) finansmanına verecek, işte bura da tiyatro sanatının yapısı giriyor işin içi ne. Bu bilgiyi gizliyorlar kamu oyundan. Prodüksiyon tiyatrosu işleyişi şudur: Sa natçılar belli bir prodüksiyon için bir ara ya gelirler, devlet de o projeyi finanse eder. Ama o projenin prova çalışmaları, prova salonlarında yapılır, hedef seyirci veya hedef kitle perspektifi pratik olarak mümkün değildir. Dahası, oyunun sahnelenişinde sahne fiziği ile organik bağ lantılı yaratış da imkânsızdır, çünkü han gi salonlarda oynanacağı belli bile değil dir. Kaldı ki, sırf o prodüksiyon için bir araya getirilmiş topluluk, tiyatro sanatı nın gerektirdiği "ensemble" anlayışından tümüyle yoksundur, çünkü hep bir kere liktir. O ürün bitince ekip dağılır. Bir ti yatro tutumu, bir repertuvar sürekliliği
oturtulamaz. Oysa devletin hem bu tür çalışmaları hem de sürekli ve kalıcı "ensemble"leri finanse etmesi, yaratıcı yarış mayı besler ve geliştirir. Yeter ki, tam ödenekle beslenen topluluklar, yarışma da özerk bırakılsın. Şimdi düşünün: Tek merkezden yöneti len çok sayıda tiyatronun sürekli deği şen kadroları, hem "ensemble" oluşturamıyorlar, hem hedef kitlesiyle, yazarla rıyla vb. organik iletişim içinde sürekli bir tutum geliştiremiyorlar, hem de yetkilile ri yetkisiz, sorumluları sorumsuz kalıyor. Böyle bir yapı, memur statüsünde olma yan sanatçıyı bile "memur zihniyeti"ne zorluyor. Memur zihniyetine karşı dire nen gerçekten yaratıcı sanatçıyı ise "ena yi" durumuna sokuyor. Her an tepeden değiştiriliverecek yöneticiyi ise perişan ediyor. Dahası, bütün bunlara direnerek çok iyi ürünler çıkaran kadrolara, o gü zel ürünlerini özerkçe ülkeye ve dünyaya sunma olanağı tanımayarak sürgün ve mahkûm durumuna getiriyor ve küstü rüyor. Sonra da tiyatro hakkında niyeti kötü olan "patron"lara, işte kardeşim yü rümüyor, diyerek ödenekli kurumlaşma yı tümüyle yok edip, tiyatro gibi toplum için en etkili sanat dallarının birinden, yani canlı oyuncu ile canlı seyircinin bir likte yarattığı, dolayısıyla kolay "dizginlenemeyen" bir sanat "tehlikesinden" ko layca kurtulma yolunu hazırlıyor. Dolayısıyla ödenekli tiyatrolar için çözüm son derece açık ve son derece belirgin. Tüm sanat dallarını kapsayan "Özerk Sa nat Konseyi" girişimi elbette çok değerli, çok önemli. O çaba sürmelidir her yön den. Ama lütfen şu yanlış anlamayı artık bırakalım: Ödenekli tiyatrolar için öneri len bu "bağımsız, özerk 'ensemble'ler" yapısına geçiş mücadelesi, bir yandan tüm sanat dallarını kapsayan o uzun so luklu büyük girişime asla engel veya kar şıt değildir, öbür yandan tam tersine o girişime kapı açan önemli bir basamak olacaktır. Dolayısıyla temele dayanma yan farklılıklar yüzünden ayrışmalara girmeyip, temelde ortaklığa dayalı tüm sa nat güçlerinin dayanışmasını esas alalım lütfen! "Yaş haddinden emekli" bir meslekdaş olarak bu önerilerimi şimdi daha da rahatlıkla dile getirebiliyorum, çünkü "dışarıda" olunca katıksız nesnel yak laşım kaygımdan hiç kimsenin kuşku duymayacağına güvenebiliyorum. Dışta olmanın burukluğunu bile kapatıyor bu neredeyse! 35
SÖYLEŞİ
Esen Özman'la Uzaktan Söyleşi: Antalya, Adana ve
OLAĞANÜSTÜ BİR GECE
Mustafa Demirkanlı
Esen Ozman, İstanbul'dan Antalya'ya taşındı, Adana'da oyun sahneledi, yol larda yakalamak mümkün olmadığı için, internet üzerinden yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz.
pe
cy a
Esen, uzun süredir ortalarda görünmüyorsun, nedir bu kayboluşun ne deni? Doğru, annemin uzun ve zorlu yaşadığı hastalık aile bireylerinden biri olarak be ni de çok hırpaladı. Ayrıca duyarlı insan larız. Bu tür süreçler yaşamı yeniden sor gulamamıza neden oluyor. Ben de yeni bir sayfa açmak istedim yaşamımda ve Antalya'ya yerleşmeye karar verdim. Oysa sen eski bir İstanbullusun. Köklerim bu kentte olduğu sürece me kân değiştirmek korkutmuyor beni. Ama çoktan kayıplara karışmış bu köhne, kocamış istanbul'u bir gün tümüyle yitirirsem çok acı çekebilirim. Şu an bu yitişe daha az tanık olmak için de biraz uzak lardayım. Hani derler ya... ölü, bütün dostları dünyadan çekilince tümüyle yi ter ancak. Dostlarım, sıkı bağlarım İstan bul'da. Demek ki bu kent bende yaşıyor hâlâ
Olağanüstü Bir Gece Tiyatro: Adana Devlet Tiyatrosu Yazan: Jerome Chodorov Çeviren: Hale Kuntay Yöneten: Esra Özmen Sahne Tasarımı: Behlüldane Tor Giysi Tasarımı: Esra Selah Işık Tasarımı: İbrahim Karahan Oyuncular: Devrim Yakut Urağ, Serdar Kayaokay, Erdal Bilingen, Ötüken Hürmüzlü, Ebru Bilingen, Vahide Gördüm, Gökhan Doğan. 36
Bir burukluk seziyorum sende. Senin hep böyle insansı yalnızlıkları, az ön ce değindiğin gibi yitip giden kentle ri irdeleyen çalışmaların olmuştu. Haklısın. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda ikinci ve son rejim Nedim Gürselin öykü lerinden oluşturduğum bir çalışmaydı. Bir tür İstanbul'un yitirilişi üzerineydi. Ne yazık ki tiyatromuzda sıkça rastlanan ik tidarlar değişiminin kurbanı oldu. Bu ça lışma benim istanbul ve kentin tiyatro sundan kopuşumun metaforu mu oldu
yoksa diye düşündüm açıkçası şimdi sa na açılırken. Senin çalışkan bir insan olduğunu bi liyoruz. Sessizliğin içinde neler yap tın? Çok kırılganım. Ama fırsat verildiği anda bu körler sağırlar diyarında hadi gene başını çıkaracak bir delik buldun diyo rum kendime. Olanca bağlılığımla sarılı yorum işime. İlki Antalya Devlet Tiyatro su ikincisi Diyarbakır Devlet Tiyatro su'nda olmak üzere iki kez Skarmeta'nın Neruda'dan esinlenerek yazdığı "Ateşli Sabır" adlı oyununu sahneledim. Neruda şiirinin benim yaşamımdaki yeri çok özel. Metnin çatısını bozmadan yapıta temel oluşturan romandan yararlanarak şiir, müzik ile kurguladım oyunu. Ve bu oyu nu önce aşık olduğum bu dünyanın az rastlanır güzel kentinde sonra da bütün yaşanmışlığı ile renkli bir kentte sahnele mek yeni bir heyecan kattı yaşantıma. Ayrıca Antalya'daki başarılı, yetenekli, Diyarbakır'da ise kültüre, gelişime açık, meraklı ve coşkulu arkadaşlarımla çalış mak açıkça kamçılayıcı oldu benim için. Bu arkadaşlarımın bir kısmıyla şimdi An talya'da" Guguk Kuşu"adlı oyunda oyuncu olarak da sahneyi paylaşıyorum. Bu kez Adana'ya yolculuk yaptın. "Olağanüstü Bir Gece" adlı oyunu yönettin. Nasıl oluştu bu proje? Biraz açar mısın? Öncelikle belirteyim. Proje bana ait de ğil. Rejisör kadrosunda olmayıp da oyun yönetme eğiliminde olan oyuncular her sezon sonu projelerimizi başrejisörlüğe bildiririz. Ankara'dan öneri farklı bir pro je için geldi. Elbette bir insanın yıllardır kafa yorduğu bir proje üzerine çalışması
dan eminim. Ucu kapalı metinlerde eli kolu bağlanan yönetmenin açacağı kat man azalıyor. Zaten okullarımızdaki en büyük sorunsalımız oyunculuğu metni birinci katmanına indirgeyip okuyarak çözümlemek değil mi? Açılımı geniş me tinler üzerinde çalışmak sanatçıya dar metinlerin içinde de açılımlı oynayabilme ya da reji yapabilme alışkanlığı kazandırı yor. Bu bağlamda işim reji açısından ko laylaşırken, oyuncu çalışması açısından zorlaştı. "Ben ancak böyle oynanırım" diyen metni kaç katman soymuşuzdur bilemiyorum ama ne yalan söyleyeyim ben daha fazla soymak isterdim.
pe
cy a
ideal olanı. Ancak ben sadece uzun süre üzerinde yoğunlaştığım bir projeyi başka ellerde görürsem üzüntü duyuyorum. Bunun dışında yalnızca projesini gerçek leştirip başka projelere kapalı olmayı hem lüks hem de sanatçıyı kısıtlayıcı bu luyorum. Evet, "Olağanüstü Bir Gece" az önce sıraladığım çalışmalara göre da ha az heyecanlandırdı beni. Ama buna karşın pek çok deney de sağladı. Kolay gibi görünenin bile kendi içinde göreceli birtakım zorluklar taşıdığına tanık oldum bu çalışmayla. Anlıyorum. Ama konuyu okurlarımı za biraz daha açar mısın? Bildiğin gibi düz anlatımlı metinleri sev miyorum ben. Seyircimizin hâlâ günü müzde salt konu izlemek amacıyla geldi ği tiyatromuza rağmen ben hep çok kat manlı, bilinç akışı sistematiği içinde kur gulanmış metinlere yöneldim. Sanatımı zın çelişkilerini ve boyutlarını didiklemek için bu türden anlatımların yaptığımız işe yararı olur diye düşündüm. Fazla mu ammalı bir anlatıma girmedikçe de seyir cinin bundan adını koyamadığı farklı bir haz aldığını gördüm. Güzel bir şiir dinle mek, anlamlı bir plastik olay izlemek de tiyatronun o klasik işlevi "arınma"ya sü rükleyebiliyor seyirciyi. Bu kez elimdeki metin başı sonu belli, kutu dekora mah kûm, kuralları üç aşağı beş yukarı önce den belirlenmiş bir metindi. Pekiyi nere deydi zorluk? Metni okumadaydı. Ucu açık metinlerde yönetmen yorumunda özgürdür. Bunu okurlarımızın beyinsel disiplinsizlik olarak algılamayacakların
Oyunun yazarı ve metne ilişkin bilgi ler verebilir misin? Jerome Chodorov 1911 New-York do ğumlu tipik bir Hollywood yazarı. Pek çok komedi, müzikal ve senaryoya imza atmış. Oyunları özellikle de bizim sahne lediğimiz oyunu pek çok avrupa diline uyarlanmış. Hale Kuntay'ın çevirdiği me tin almanca uyarlamadan. 1985-87 arası Paris'te bu oyun Palais-Royal Tiyatrosu'nda uzun süre afişlerde kalmıştı. Ben görmemiştim. Ama fransızca uyarlama sının metni bendeki avant-scene dergile ri arasında vardı. Bildiğin gibi bu köklü dergi yıllardır on beş günde bir çıkar, güncel başarılı bir oyunu inceler, tür ve tarz ayrımı yapmaksızın metnini yayın lar. Oyunun dramaturji çalışması aşama sında avant-scene imdadıma yetişti. Düz ama kurgusu sağlam metin ne de olsa. Eh! malum, H o l l y o o d farklı bir cam bazlık ister. Fransızca uyarlamanın reji
açısından esin verdiğini de söylemeliyim. Bu tür oyunların içermesi gereken bazı trükler almanca metinde atlanmış mı acaba diye düşündüm doğrusu. Metnin fransızcası pek çok kapak açtı bana. Oyunun Türkiye prömiyeri yaptığını da bu arada belirtmek isterim. Konusundan kısaca söz etsek? "Olağanüstü Bir Gece" kısaca evlilik ku rumunu duygusal bir güldürü üslubuyla sorguluyor diyebiliriz. 20 yıl sonra evlili ğin yarattığı durağanlık ve yavanlıktan bezmiş bir kadına kaderin cilvesi bir oyun oynar ve de eksi otuz derecenin yaşandığı bir gece de, tam da kocasını kapının önüne koymuşken bu kadını ya şadığı apartmanının sahanlığında bir ge ce geçirmeye mecbur ederse ne olur? Doğacak olanlardan kader mi kadın mı sorumludur? Karşı komşu gecenin bir saatinde çıkageldiğinde ne türden bir gece macerası onları beklemektedir. Aşk denebilir mi yaşadıklarına? Bir küçük ka çamak mı? Tanımlaması zor bir yakınlaş ma, bir sıcaklık arayışı mı? Chodorov or ta yaşlarında eşinden ayrılmaya kalkışan bir kadının karşı komşusuyla bir gece içinde yaşadığı duyarlılığı 68 kuşağı ve hareketini arka planda hissettirerek gü zel işlemiş doğrusu. Gene "Kadın özgürlüğü"ne değinen bir oyun çıkmış karşına. Biraz da metne nasıl baktığını açar mısın? Eh, o kadar da şansım olsun. Evet, met nin bu eşitlikçi yanı çekici geldi bana. Daha ilk okumada çalışmayı şu dört kav ram üzerine oturtmam gerektiğini dü37
keyif kattı. Kadın-erkek eşitliği kavramı nı, politik sistemlere karşı yeni bir karşı duruşu, kurumlaşmış yapılara karşı eleş tiriyi sözcüklerin altına gizleyen Chodorov'u soymak doğrusu keyif verdi bana.
a
Oyunculuk sanatı sürekli tekrarladı ğın gibi tabuların olmadığı, oyuncu larının tümüyle soyunduğu bir alan gereksindiriyor. Sen kendini ve oyuncularını soyabiliyor musun? Ya da ne gibi yöntemlere baş vuruyor sun? Peter Brook "Boş Alan" adlı yapıtında şöyle diyor:" Doğaçlamalar ve egzersiz ler tiyatroda önceden kullanılmış, tüke tilmiş klasik öğeleri yok etmek amacıyla yapılır. Doğaçlama çoğu zaman görül düğü ve nitelendirildiği biçimiyle bir tür esriklik değildir. Oyuncuyu çekingenliği, tutukluğu, yasaklarıyla yüzleştirmektir aslolan. Onun farkında olmadığı yeni bir gerçeklik çıkar ortaya. Bu da bir yalan dır. Bir oyuncu yanlış oynamış... oyna dıkça yanlış ayrıntılara saplanıp onları inanılası kılmış, sahici yapmaya çalış mış... Seyirci bütün bunları farkedip adı nı koyamaz. Oyuncu minik sahte duygu lanmalarla birtakım davranış biçimlerini taklit ederek oynamaya kalkışıyorsa za ten yanlış oynuyor demektir. Ancak bü yük, uzun sahneleri prova ederken ba zen bu sahtekarlık gözden kaçar. Bir eg
pe
cy
şündüm: Aşk-evlilik-alışkanlık-yalnızlık. Pek çok düşünür ve ruhbilim adamı bu dört kavramdan oluşan döngüye inanı yor. Yaşamda bir ya da birkaç kez başı mıza gelen bir izlek bu. ikili ilişkilerin ka çınılmaz yazgısı. Bu, oyunumun birincil dizgesiydi rejimde. Bir ön ve son oyunla altını çizmek istedim bu durumun. Ka dın, oyunun başında yılların alışkanlığıyla kocasına sevgi sözleri sarfetse de onu evinden kovuyor. Finalde ise aynı sözleri sevgi boşluğu içinde daha yeni tanıştığı komşusuna söylerken bu kez farklı bir eylemle... adamı içeri alıyor. Kocasıyla olan son, er ya geç gelecek başına. Aşkevlilik-alışkanlık-yalnızlık... Yalnızlık... ba zen iki kişi de olunsa... Oyunun reji adı na ikinci dizgesi, yazarın metni 1960'ların kadın hareketi ışığında ve ruhbilimsel alanlarda hızla yol katedilen sürecin he men sonrasında kaleme almış olmasın dan kaynaklandı. Oyun başkişisinin sü rekli Freud'dan anımsatmalar yapan yarı aydın kimliği, oyunun noktasını koyan ve fransızca metinde "evlilik danışmanı" esprisiyle nitelendirilen bir tür" sokak fi lozofu" gibi yorumlamak istediğim çilin girin gene fransızca metinde sürekli Erich Fromm'dan laflar paralaması da açmazını oluşturdu rejimin. Düz okuma da sezilmeyen ama metin didiklendikçe ortaya çıkan 68 kuşağı hareketinin tınıla rı, çalışmaya en azından benim açımdan
zersiz yalanı ortaya çıkarmak durumun dadır. Oyuncu ancak o yalan söylediği anı iyi hisseder ve kabullenirse daha de rin ve yaratıcı itkilere kendini bırakabi lir... " Sorunun yanıtı Peter Brook da çok net. Kolay gibi görünen çok zor bir iş oyunculuk. Ben burada özel içgüdüsel yetenekleri dışarıda tutuyorum. Egzersiz yapmak, oynamanın ve yönetmenin ol mazsa olmaz koşulu bana göre. Özellik le yönetmenle oyuncunun birbirini tanı madığı durumlarda. Bu nedenle ben de katılırım çoğu kez yaptırdığım egzersiz lere. Hatta bazen o egzersizlerden oyu numa sahneler hazırlarım. Oynamak;kısaca tüm yapay illetlerden arınıp soyun mak, sıfır noktasını bulmak bir oyuncu nun doğalında taşıması gereken pratik disiplin bana göre. Brook'un dediği gibi buna hazır ve açık oyuncuyla çalışıyor sun, hazır ve açık olmayan oyuncuyla ise taklit tiyatrosu yaparak yoluna devam ediyorsun. Biraz da Adana'nın sanat profilinden söz etsek Doğrusu başta Sabancı olmak üzere zenginlerin kenti olarak anılan Adana çok şaşırttı beni. Kültürel yatırımın yok denecek kadar az olduğunu gözlemle dim. Zenginlerin kenti terk edip NewYork, Paris, Londra, hiç olmadı İstanbul barlarında sürttükleri aşikar. Ama aydın-
lan nerelere gizlenmiş? Çukurova Üni versitesi kentten uzakta. Öğrenci soyut lamış kendini. Kitapçı sayısı çok az. Sa bancı, Devlet Tiyatroları'na bir Kültür Merkezi lütfetmiş ama en önemli parça sı, jeneratörü yok. Kaç kez prova iptal etmek zorunda kaldım. Kabul ediyorum Antalya batılı formatta gelişimini hızla kaydeden bir kent. Ama geçtiğimiz se zon çevirim oynandığı için Konya'yı iki kez ziyaret ettim. Ön yargılı gittiğim kent olumlu anlamda şaşırttı beni. Aynı şekilde OHAL'den yeni çıkmış Diyarbakır da kendine özgü rengi ve karakteriyle şaşırtmıştı beni. Duruma mesleki bağ lamda bakacak olursak; elbette böyle sosyolojik yapılanmadan kaynaklanan olumluluk ve olumsuzluklar sanatçıların motivasyonunu da etkilemekte. Onları edilgin ya da atılgan, çekingen ya da atak kılmakta. Adana'nın fazlaca erkeksi bir yapıya sahip olduğunu göz önünde bulunduracak olursak sanatçıların ruh halini tasavvur etmek olası.
pe cy a
O halde feminist sayılabilecek bir ba kış açısı taşıyan "Olağanüstü Bir Ge ce" Adana'da işlevli olsa gerek! Hem de nasıl. Tam da Adana'ya gerekli bir metin elimizdeki. Gerçi yukarıda sö zünü ettiğim tema kadın- erkek, yaşlıgenç, hangimizi ilgilendirmiyor ki! Özel likle toplumumuzda herkesin aklından geçip de cesaretle dile getiremediği nok talar var oyunda. Evlilik statükosunu sar san, hem de cinsler arası eşitlikçi yakla şımla sarsan noktalar... İçimin sesi oyu nun kitlelere ulaşacağını söylüyordu.Bir ara oyuncu arkadaşlarımın kostümler açısından olsun, efemine gibi algılanma türünden olsun tereddütleri beni korkut madı değil. Hep derim ya, söylemin cid di olursa seyirci alır doğruyu. Prömiyer akşamı aldığım izlenime göre, Ada na'nın "Olağanüstü Bir Gece"si seyirciyle böyle bir paylaşım içinde bana kalırsa. Üstelik oyuncu arkadaşlarıma söylediğim gibi bu türden oyunlar zamanla tatlanır. Ait oldukları kuşak ve deneyimleri açısın dan güç sayılacak oyunu genç arkadaş larımın başarıyla ve seyirciyle tatlı bir ile tişim içinde sürdürdüklerine eminim.
Kentlerin dokusu oyuncunun yapı lanmasında çok etken demek istiyor sun? Pekiyi, bölgelerimiz oyuncuları nı etkileyen başka faktörler neler? Bir oyun üzerine söyleşinin sınırlarını aş makta olduğumun farkındayım. Ama sen sordun yanıtlayayım. Ben bir bölge ye görevlendirildiğim zaman garip bir iç
güdüyle Muhsin Ertuğrul'un "Gerçekle rin Düşleri" yapıtına sarılıyorum neden se. Gerçi, nedeni açık: Gerçeklerin bu gün bir düş gibi bile yaşanamaması. On ca çaba, onca çırpınma. Sen bire bir izle din yaşadıklarımızı, bilirsin. Muhsin Ertuğrul "iki ileri, bir geri " diye alıntılıyor kitabının bir bölümünde. "Bölge Tiyatro ları" problemini ulusal tiyatro problemin den soyutlamak mümkün mü? Üstelik göreceli bir ters orantılı gelişme göster diklerini de söyleyebilirim. Bütün kısıtlılık ve zorluklara rağmen metropol tiyatrolarındaki kirlenmeyi bölgelerin yaşamadı ğını açıkça dile getirmeden edemeyece ğim. Ne ki, şu an içinde bulundukları sı kıntılardan başka, yakın gelecekte Bölge Tiyatrolarını daha pek çok sorun bekle mekte bana kalırsa. Kısaca "Bölge Tiyat
roları" tartışmasına girersek söyleşi bir bu kadar uzar. Ocak ayı sayınızda sevgili Faik Ertener ile söyleşi yapmışsınız. O da bu konuda dolu olmalı ki, öneri ve açık lamalarını bir sonraya bırakıyor. Sana açık bir önerim var. Dosya adıyla başlat tığınız tartışma bölümünüzde bizler gibi büyük kentlerin yanı sıra bölgelere de gidip reji yapanlara konuyu daha ayrıntı lı irdeleme şansı tanırsan yararlı olabilir kanısındayım. Bana böyle bir söyleşi fır satı verdiğin için de sana ayrıca teşekkür ederim. Teşekkür benden, önerin için ise çok sevinirim, istanbulu yaşamış birinin bölgelerdeki gözlemlerini okurlara aktarmak hem keyifli hem de yararlı olur. Gözlemlerini bekliyorum.
39
LONDRA MEKTUBU. Mehmet
Ergen
ergenmehmet@hotmail.com
Savaş ve Tiyatro: Peter Brook ve Ben 19 Ocak 2003, bir Pazar aksamı, Camden Centre adlı bir mekândaydim. Burası bir tiyatro binası değil. Sinema da değil. Ancak kapılarda kuyruk olmuş sayıları bini aşan ve çoğunluğunu yazar, tiyatrocu ve sinemacıların oluşturduğu kalabalığın o pis Londra yağmuru altında beklemesinin birkaç nedeni var. Hem dünya tiyatrosunun en saygın yönetmenlerinden biri olan Peter Brook'u yakından görmek istiyor hem 1968'de Vietnam savaşına kendi adlarına dur diyebilmek için Peter Brook ve arkadaşlarının, o sıralar sahnelemekte oldukları Marat Sade kadrosuyla derledikler oyunun filmini seyretmek, en önemlisi de tüm sanatçıar olarak savaşa hayır demek. Filmin yönetmeni Peter Whitehead ve aralarında Glenda Jackson'un da bulunduğu o eski toprak politik oyuncu kadrosu da orada. Çoğu oyunculuğa devam etmekte. Glenda Jackson, en son Howard Barker'in Scenes from an Execution ve Brecht'in Cesaret Ana'sinda oynamisti. Politikada, politik tiyatro yapmaktan daha etkili olabileceğini hissederek oyunculuğu yaklaşık on yıl önce bıraktı ve şu anda adı Yeni İşçi Partisi olan İşçi Partisi'ne katıldı. Filmlerin gösterilmesinden önce yapılan kısa söyleşide "Maalesef kendi partimdeki milletvekili arkadaşlarım bile inatla bu savaşa sürüklüyorlar bizi" diyor Glenda Jacson.
cy a
Ben karışık duygular içindeyim. Panelde yer alan Peter Brook'un adına verilen Empty Space ödülünü Londra'da 3 kez almama rağmen, tiyatro yaşamına Fransa'da devam eden ve prova dönemine rastladığından ödül törenine bir türlü gelemeyen Brook'la şahsen tanışmak istiyorum. Panelin başkanlığını üstlenen Michael Kustow, genel sanat yönetmenliğini yaptığım Arcola Tiyatrosu'nu, bu günlerde politize olamayan İngiliz tiyatro camiasını tekrar harekete geçiren ve eskilerin Union Theatre'ının yerine geçecek bir topluluk olarak tanıtmıştı bir dergide gecen yıl. Bir ara kulise dalacağım kesin. Bir tuvalete gideyim diyorum, panelden sonra herhalde tanışırız. Tam girecekken Peter Brook çıkıyor tuvaletten. Ben suratına bakakalınca elini uzatıyor bana ve 'merhaba' diyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum... Salona döndüğümde bir başka tanıdık sima. Zamanin Royal Shakespeare Company yazarı, şair ve yine bir tesadüf, Nâzım Hikmetin 100. Yılı için hazırladığım geceye Nâzım şiirleri okuyarak katılan Adrian Mitchell. İngiltere'de en çok Peter Weiss'dan çevirdiği Marat Sade ile tanınıyor.
pe
Son iki üç aydır Istanbul-izmit-Londra üzerinden tiyatro yapmaya çalışıyorum. Bu çok zor, ancak şimdilik olası gibi.
Vurdumduymazlık ve sanatçılık bağdaşamaz iki kavram olmalı diye düşünüyorum.
Artists Against War (Savaş Karşıtı Sanatçılar) adı altında toplanan bir grup uzun süredir tüm tiyatrocuların savaş karşıtı geceleri de repertuvarlarına almaları için büyük emekler veriyorlar Londra'da. Ben panik halde daha neler yapabiliriz diye düşünüyorum. Paltomun cebinde Sam Shepard'in 1991'de Körfez Savaşiyla ilgili olarak yazdığı ve Amerika'nin George W. Bush'vari maço tavrını şiddetle eleştirdiği States of Shock'u okuyorum. Bir yandan da Sevgili Genco Erkal'ın Yaşasın Savaş adlı kabare gösterisi aklımdan çıkmıyor. Son provasını yarı kaçak seyrettim sayılır. Oyundan sonra kuliste bana ve provayı seyreden Cüneyt Türel ve Esra Bezen Bilgin'e en mütevazı haliyle "sizi kim çağırdı, bu daha prova, hazır değil oyun" demişti. Bence çok hazır. Hatta savaşa karşı tavır almaksa esas mesele ve bu oyun, bu tavırla sahnelenen belki de tek proje ise, geç bile kalınabilirdi. Panele katılamayan ancak bir mesaj gönderen Peter Hail hem Royal Shakespeare Theatre hem de National Theatre'ın kurucusu. Peter Brook'un Vietnam savaşını kınamak için gerçekleştirmeye çalıştığı bu oyunun o dönemde nasıl sahneye geldiğini anlatıyor. İngiltere'de 1968 yılına dek hüküm süren bir "denetleme kurulu" vardı. Her oyun için bir lisans çıkartmak gerekirdi. Aksi takdirde oyunun oynanmasına izin verilmezdi. Şöyle diyor Peter Hail kısaca mesajında: "Eskiden lisans almadan oynanamazdı oyunlar ama biz bir şekilde Lord Chamberlain'I [lisans veren kurum/kişi] puntuna getirip iznimizi alırdık. Ancak şu yaşadığımız günlerde ödenekli kurumlarda, oyunlar için lisans zorunluluğu olmasa da, muhalefet oluşturduğunda, tiyatroların ödeneklerini kaybetmesi gibi bir sorun var" Belki açıklamakta yarar var, İngiltere'de hiçbir tiyatro hayat boyu ödenek alamıyor. Bunun 1 ile 4
40
yıl arası bir süreci var. Bu süreç içerisinde belli kriterleri yerine getirdiği takdirde ödeneği devam ediyor. Bu başka bir konu.. Bu panel sonucunda hangi kızgın, azimli, politize olmayi başarmış Londralı tiyatrocunun nasıl bir "acil" provaya gireceğini bilemiyoruz ama, panel, 15 Şubat'ta gerçekleşecek olan yürüyüşe herkesin katılmasi sözüyle bitti. Bu arada İngiliz toplumunun genelde ne kadar a-politize olduğuna dair bir örnek: Son "Savaşa Hayır" yürüyüşüne katılan kişi sayisi: 400.000 Son "parlamentoda kabul ettirilmeye çalışılan tilki avı yasağına karşı hayır" yürüyüşüne katılan kişi sayısı: yine 400.000 Tilkileri öldürmemize izin verin diyen çiftçi sayısı ile Irak'I bombalamıyalım diyenlerin sayısı aynı. Ne diyelim.
pe cy a
Panelin bitiminde kulis'e giriyorum. Peter Brook nihayet benimle tanışıyor. Tiyatroma davet
ediyorum, ancak yarın sabah erkenden Paris'e uçması gerekiyor. Arcola Theatre'da neler sahnelediğimi sorduğunda geçen sezon yönettiğim bir Gunter Grass oyunu geliyor aklıma: Ayaktakımı Ayaklanmayı Prova Ediyor. Çok sevdiğim bir oyun. Oyunda Brecht, Shakespear'in Coriolanus oyunu üzerinde çalışıyor. Özellikle de ilk sahnedeki işçi ayaklanması üzerinde duruyor. Bu arada prova yapılan tiyatronun dışında, sokakta, gerçek bir ayaklanma var. Her ne kadar oyuncular provayı bırakıp dışardaki ayaklanmaya destek olması gerektiğini söyleseler de Brecht'e, o kabul etmiyor, "provayı bırakamayız" diyor. Sanatçının savaş zamanında sorumluluklarını irdeleyen bu oyunu düşünürken, kendimi hem çok güçlü hem de çok güçsüz hissediyorum. Brook bana panel öncesi bir BBC muhabirinin çekim öncesi sorduğu ve kendisini cok kızdıran bir soruyu naklediyor. "Neden böyle bir gece düzenlediniz, sizce bu tür faaliyetler savaşı durdurmaya yetecek mi?"
TANITIM
"BAHAR NOKTASI" ÜZERİNE BİRKAÇ NOT Mid Summer Eve", yirmi üç haziran, gün dönümü noktası, putperestlik dö neminden kalma bir mevsim dönemeci dir, bahar ile yazın kavuştuğu noktadır... İşte bugün ve arifesinde, bütün cinlerin, perilerin kol gezdiği, her şeyin birbirine karıştığı, özellikle de insanların kafasının karıştığına inanılır. Adeta bütün göre nekler silinmiş, daha doğrusu, iç güdüle rimizin karşısına diktiğimiz geleneksel sı nırlar kalkmış, adeta " Freudiyen" bir de ğişim gerçekleşmiş, insanoğlu doğayla ve kendi doğasıyla baş başa kalmıştır. Bu inancın ay- güneş arası, astronomik ve astrolojik nedenlerine girmek bizim har cımız olmamakla birlikte, şu söylenebilir ki, ilkel insanla, uygar insan birbiriyle işte bugün ve arifesinde karşı karşıya gel mektedir. Bunun içindir ki, bizim Hıdrellez'e benzeyen bir zaman dilimi içinde, çoban ateşleri yakılarak, düğün-dernek kurularak baharla yazın, erkekle kadının birleşmesi kutlanır, kutsanır...
pe
Bahar Noktası
cy
a
Can Yücel (*)
Tiyatro: Bakırköy Belediye Tiyatrosu Yazan: Shakespeare Türkçe Söyleyen: Can Yücel /öneren: Müşfik Kenter Sahne Tasarımı: Ali Yenel Giysi Tasarımı: Gönül Sipahioğlu Işık Tasarımı: Murat İpek Müzik Düzeni: Tolga Cebi Dans Düzeni: Ayşegül Sökmen Yıkılmaz Dramaturg: Sibel Arslan Yeşilay Oyuncular: Münir Akça, Nazan Koçak, Üstün Asutay/ Erdoğan Sıcak, Ragıp Savaş, Edip Saner, Defne Şener Günay, Çetin Etiti, Yonca Cevher, Turgay Kantürk, Munis Düşenkalkar, Cihan Bıkmaz, Cihan İnan Bekar/Gülce Uğurlu, Lale Etili, Elif Özge Özder, Orhan Kemal Aydın, Aytekin Özen, Durul Bazan, Gökhan Seyhan, Emrah Eren, Mert Asutay, Faruk Üstün, Gülin Vaz, Ömer Efe Akyalçın, Nazlı Altıntaş, Alican Yücesoy, Güneş Kozal, Atilla Erol, Tuğba Yarbağ, Erdoğan Karlı, Sibel Seyhan, Önder Bulut. 42
Bu aynı zamanda düşle- hayalle, gerçe ğin birbirine karıştığı anı ve konumu sim geler... Shakespeare, öbür oyunlarında, söz geli rini, romanslarında ve " Hamlet" gibi bazı oyunlarında, bu düş ve gerçek karmasını İtalyan Tiyatrosu'ndan alınma masklar ve seyirlerle kurardı. Bunlar, özellikle sa raylarda, düğün derneklerine " Pageaut" biçiminde kullanılmakta olan düzenlerin Komedi ve Tragedilerin üst üste bindirilmesiydi. Büyük yazar bu seyir trükleriyle hem Tragedinin ana damarına ışık tutu cu bir kaynak elde eder, hem de düş ve gerçeğin birliği diye özetleyebileceğimiz
tiyatro anlayışını adeta tanıklar ve kanıt lar... "Bahar Noktası'nda ise bu diyalektik, oyunun bütününe yedirilmiştir. Ortada bir düğün vardır ama, bu artık bütün bü tününe cinlerin ve perilerin karıştığı bir düş, bir tansıktır... Onun içindir ki, oyun boyunca düş ve gerçek bir komedi düzeni içinde, masal lardan, efsanelerden devşirilmiş kolpalarla zenginleştirilir. Demek oluyor ki, oyunun tekmili bir düş ve gerçek karmasıdır. Bu kurgu hem derinine tarihsel ve bir bakıma antropolojik, bir bakıma da yü zeyine, yani coğrafi bir yayılmayı içerir. Ben bu oyunun çevirisinde bu tarihsel anakronizma", yani zaman-aşımında ve coğrafi bir sınırsızlıkta çalışmayı, ona gö re meşk etmeyi öngördüm... Onun içindir ki, seyircilerimin bu oyunda Kız Kulesi'ne bile uğrayışımızı yadırga mayacaklarını sanma umuduna kapıl dım... Dolayısıyla Shakespeare Atina'sıyla, bu günün Atina'sını, Levanten İstanbul'u içi ne alan bir yaygınlıkla ve yaymayla ele almakta sakınca görmedim. Shakespeare Avam ve Ayan karşıtlığını anlatarak her zaman yaptığı gibi, düş ve gerçeği çeliştirerek aralarındaki çakışma yı işlemekteydi. Bir yandan asiller, bir yanda Atina palikaryası karşı karşıya ge tirilerek tiyatronun özü olan hakikatin (Düş ve Gerçek), tez ve antitezini bir
a
sentez ve birleşim içinde vermekteydi.
cy
Ben bunu Türkçe'ye ulaştırırken, iki kaynağa başvurdum ; Bu nun bir tanesi, Shakespeare'deki ayan retoriği yerine, masal tekerlemesi ; Palikaryaların seyirlerine gelince de, Tuluat Tiyatromuzdu.... Aşağı yukarı on beş yıl önce yapılmış bu çeviriye baktığımda, vardığım kanı şu ola ki , " Bahar Noktası" çevirisi bence artık Shakespeare oyunundan çok, Shakespriyen bir masaldır...
pe
Onun için , oyunun sonunda konuşan Çin'in finalini değiştire rek, size diyorum ki ;
Masum bir can olmayayım ki, Atlatırsam bu akşamki Haklı yılan ıslığını, Ödeyeceğim karşılığını; Düzenbaz CAN deyin yoksa! iyi geceler topunuza! Tabiy, tabiy, alkışlayın i Avcunuzu da yalayın!
*Can Yücel'in 1993'te Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen "Bahar Nok tası" oyununun broşürü için yazdığı yazı.
Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne Abone Olmak Artık Çok Kolay 0212. 210 0 110 nolu telefonu arayın veya abonet@abonet.net adresine yazın Abonet sizi arayacak ve hemen abone yapacak. Yıllık abone ücreti ödemeyeceksiniz, Tiyatro... Tiyatro... adresinize imzalı olarak teslim edilecek, teslimden sonra ister nakit, isterseniz kredi kartı ile ödeme yapacaksınız. aboneliğiniz isterseniz 1 aylık, isterseniz ömür boyu devam edecek.
Abonelik Artık Çok Kolay. 43
ELEŞTİRİ.
Sadri Alışık Tiyatrosu'ndan Komedi Severlere: " Üstün
Akmen
Küçük Sahne Sadri Alışık Tiyatrosu, İtal yan bir aileden İsviçre'de doğmuş Fran sız yazar Marc Camoletti tarafından 1960 yılında yazılmış, Fransız tiyatrola rında 15 yıldan fazla (yanlış anımsamı yorsam 17000 kez) oynanmış, sonrasın da Londra'nın batı yakasında en uzun oynanan komedi olarak ün yapmış, Londra'da Apollo Tiyatrosu'nda Jerry Lewis, Tony Curtis, Thelma Ritter'in oyun culuklarda tam yedi yıl her gün sahne lenmiş, daha sonra ABD'nin değişik şe hirlerinde aylarca afişlerden inmemiş, 18 ayrı dile çevrilerek 55 ülkede sahnelenmesiyle 1991 yılında "Guiness Rekorlar Kitabı'na bile alınmış; hatta 1991'de Tony Curtis ile Jerry Lewis'in başrollerini paylaştıkları bir de filme konu olmuş "Boeing Boeing" adlı oyunu oynuyor. "Boeing Boeing"in, 1966 yılında Metin Akpınar-Zeki Alasya ikilisi tarafından Beyoğlu'nda kurulan Gen-Ar Tiyatrosu'nda da Üner llsever, Pekcan Koşar, Bilge Şen, Çolpan ilhan, Nurhan Damcıoğlu'lu bir kadro ile oynandığını ayrıca anımsıyo rum. Cast'ın altıncı adı birden aklıma gelmedi. Merakımdan da çatlayacağım hani... Biri çıkar da bildirirse ne sevinece ğim bilemezsiniz... Camoletti'nin "Çılgın Hafta Sonu-Pyjama Pour Six" başlıklı oyunu ise, Tiyatro istanbul'da geçen se zondan bu yana sahnelenmekte.
pe
cy
a
uakmen@superonline.com
BOEING BOEING
Boeing Boeing Tiyatro: Sadri Alışık Tiyatrosu Yazan: Marc Camoletti Çeviren: Can Kapyalı Yöneten: Çetin Akçan Sahne Tasarımı: Sema Olgaç Giysi Tasarımı: Çolpan ilhan Işık Tasarımı: Harun Özden Oyuncular: Naşit Özcan, Kerem Alışık, Arzu Yanardağ, Didem Uzel, Ayumi Takano, Asuman Dabak 44
"Boeing Boeing"in konusu şöyle: Bernard'ın (Naşit Özcan) Paris'teki lüks da iresine, yakın arkadaşı Robert (Kerem Alışık) konuk olur. Robert evlenmek ve
"
Paris'e yerleşmek istemektedir. Evliliğe karşı olan Bernard, Robert'i bu evlilik dü şüncesinden caydırmaya çalışır. Kanıt olarak da kendi yaşamını ortaya koyar. Bernard, nişanlım dediği üç hava hostesiyle beraberdir. Ona göre bu yaşam, ev liliğe yeğlenecek düzeyde bir yaşam tar zıdır. Değişik ülkelerden seçtiği bu üç güzel hostes (Arzu Yanardağ, Didem Uzel, Ayumi Takano), ayrı hatlarda çalış tıklarından, birbirlerinden habersizdirler. Ta ki, hava şirketlerinde yapılan büyük değişikliğe kadar. Hosteslerin üçü de ay nı anda Bernard'ın evine gelince, neler olacaktır? Robert ve hizmetçi Berthe'in (Asuman Dabak) yardımı, Bernard'ı kur tarmaya yetecek midir? Oyun, Ber nard'ın evliliğe inanmasıyla son bulur. Değerli okur... Zamanı geldi, özel tiyat rolar (aralarında Sadri Alışık Tiyatrosu da dahil) neden hafif oyun oynuyorlar diye, sayfalarca estim, gürledim. Ödenekli ti yatrolar "hafif" oyunları repertuvarlarına aldıklarında yanardağ oldum, püskürdüm. Çünkü, ben de Brecht'in düşünce sindeyim, tiyatro ve diğer sanat kollarını, bilen bir azınlığın izlediğine inanıyorum. Tiyatro ve sanatın, bilmeyen çoğunluğa yapıldığı zaman kendiliğinden düşüşe geçeceğine de gerçekmiş gibi bakıyo rum. Ve de Brecht'in özdeyişinin altını kalın mı kalın kalem uçlarıyla çiziyorum: "Amaç, bilmeyen azınlığı, bilen çoğunlu ğa dönüştürmek." İyi güzel de, nasıl ola cak bu? Herkes seyirci kaybından yakını yor da, suçlu ayağa kalk desem, "külli-
cy a
rak, komik ve eğlendirici yapısı içinde iz leyenlere yansıtılmakta, "bilmeyenler" bir ağızdan gülmekte, "bilen'ler için yer yarılmakta yerin içine düşülmekte. Gelin görün ki, Üstün Akmen de düşünmekte: Çolpan İlhan, "Küçük Sahne Sadri Alışık Tiyatrosu"nda böyle gişe yapabilecek, eğlenceli oyunlara yer vermesin, man kenleri sahneye sürmesin de ne etsin. İşin bu tarafı, genel bir tartışma ortamı yaratacağı için geçiyorum, ama Çetin Akcan'ın yönetimini ne yapayım ki eleş tirmeden duramıyorum. O ne çok trafik yanlışı öyle! Odanın kapısından çıkıyor lar, cümle kapısından giriş yapıyorlar, fa lan. Cast'ı kendisi yaptıysa, Ayumi Takano'dan daha Amerikalıya benzeyen biri ni nasıl bulamamış, şaştım da kaldım. Takano'yu Amerikalı hostes olarak değil, Japon hostes olarak uyarlasaydı ya! Hiç değilse Takano'nun Türkçesini de garga ra yapardık. Sema Olgaç'ın dekoru ye terli, en azından savsaklanmamış bir de kor tasarımı. Harun Özden'in ışığı da iyi. Çolpan İlhan'ın giysilerine her zamanki gibi şapka çıkartmaktan başka çaremiz(!) yok. Can Kapyalı'nın Türkçe'si de yalın ve duru. Bir "televole" programın da, sahneye çıkmazlarsa öleceklerini söyleyen manken kızlarımıza Selahattin Taşdöğen gibi: "Herkes kendi işini yap sın" falan demeyeceğim. Hevesleri oldu ğu belli. Sahnede de pek öyle çürük diş
pe
yen" ayağa fırlayacağız. Gücünü seyirci sinden alan tiyatro, öyle ya da böyle ne denlerle yıllardır seyircisini yetiştirmemiş, işin kolayına kaçmış. Şimdi oturmuş hep birlikte ağlaşıyoruz. Oldu mu ya! Seyirci sini yetiştirmemiş tiyatronun, seyirci bek lemeye hakkı var mı? Gerçek seyirciye ulaşmak eğitici, geliştirici bir programla olmaz da ne ile olur? Bugün, tiyatro salonlarındaki çoğunluğu "bilen" seyirci oluştursaydı, entelektüellerin gazetesi olmak iddiasındaki iki gazetede köşe kapmış, biri: "Ben, Allah razı olsun Yıldız Kenter'in o müthiş oyunundan (Harold ve Maude'dan söz ediyor) beri (tam yir mi iki yıldır demek istiyor) tiyatroya git miyorum" diye inleyen; diğeri tiyatro sa natını geleneksel bir sanat dalı olarak (ebruculuk, minyatür sanatı, halıcılık, ki limcilik gibi) korumaya alınmasını öne ren; bir diğeri peşlerinden "dökülen" abuk sabuk üreticisi iki bayan ile bir bey, ortamı boş bulamaz, boş meydanlarda beygir koşturamaz, görmemişin kızları olarak tiyatrocuların pimini çekerek "dal ga geçme", "esneme" özgürlüğü yayga rasını koparamazlardı. Doğru diyenler hele beri gelsin, bana güç versin. "Boeing Boeing", yukarıda özetlediğim konusundan da rahatça anlaşılabileceği gibi, Feydeauvari klasik bir Fars komedi si. Oyunda olaylar, vodvil tekniğinin kıv
gibi durmuyorlar. Ama birilerinin onlara oyunculuğun ses, söz, beden, kültürden oluştuğunu bir güzel anlatması gereki yor. Kim anlatır, kim daha güzel anlatır bilemem. Kerem Alışık'ın oyunculuğun da 2000 yılına oranla gözle görülür bir ilerleme var. Bedeni tepki özgürlüğüne kavuşmuş, kötü sayılabilecek diksiyonu giderek rahat, kendine özgü konuşma tarzına dönüşmüş. Resim değiştirmeler sırasında belki gerekli, ama biraz abartılı davranışı yönetmenden aldığını sanıyo rum. Alışık, yakın bir süreç içinde önceki oyunlarındaki eleştirilerimden dolayı be ni "mahcup" edecek diye gerçekten umutlandım. Asuman Dabak'ı ilk kez seyrediyorum, ama hiç kuşkum yok çok iyi bir komedi oyuncusu. Fiziksel öğesi durumunda olan mimiklerini, olayın bü tünlüğünü aktarıcı bir etmen olarak ba şarıyla kullanıyor. Seslendirme olayında ki ustalığı, yanıtlarındaki atiklik iyi bir Berhte yaratmasını sağlıyor. Naşit Özcan ise, bir komedi oyuncusunun esere ko medi unsurları kazandırabilmesi için sa hip olması gereken iki temel unsura za ten gücü yetiyor. Gözlem ve imgelem Naşit Özcan'ın ayrılmaz bütünlüğü. Öz can, komedide özelliğin, seyircinin dima ğına ulaşılmaktan ibaret olduğunu bil diğini, bu oyunda da o kadar açık ve öy lesine başarıyla ortaya koyuyor ki, doğ rusu seyrine doyum olmuyor... 45
ELEŞTİRİ.
Hadi Çaman, Gene Yel Değirmenlerine Saldırıyor:
"HİSSE-İ ŞAYİA"
Üstün
Akmen
Bu oyun var ya bu oyun, beni hasta etti. Taktım bir kere. Ibnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci nam tiyatro tutkunu, Daniel Riche'in "Le Pretexte-Bahane" adlı oyununu, tutmuş "Hisse-i Şayia" baş lığıyla Osmanlı dönemine uyarlamış. İlk ne zaman oynanmış? (Işıklar içinde yatsın) Aziz Çalışlar'a (Tiyatro Oyunları SözlüğüMitosBOYUT Yayınları-Ekim 1994) göre 1916, Hasan Ana mur'a (Radikal-14.12.2002), Selmi Andak'a (Cumhuriyet26.10.2002) ve AnaBritanica'ya göre 1917, Büyük Larousse'a göre 1920, Meydan Larousse'a göre 1930. Bu kadar tutarsızlık olur mu yahu? Sonuçta, Selmi Andak bir de 24 Haziran günü nü eklediğinden olsa gerek, 1917'de karar kıldım. Bu kere de, Sekizinci'nin adı sorun oldu. Andak'ın yazısının iki yerinde kul landığı gibi "Ibnirrefik" mi, bildiğimiz gibi "ibnürrefik" mi... Faz la kurcalamadım.
pe
cy a
uakmen@superonline.com
Hisse-i Şâîya Tiyatro: Hadi Çaman Yedi Tepe Oyuncuları Yazan: I.R. Ahmet Nuri Sekizinci Yöneten: Hadi Çaman Oyuncular: Suna Keskin, Hadi Çaman, Füsun Erbulak, Kevork Türker, Birol Engeler, Meral Koro, Cenk Sözeri, Eda Özel. 46
"Hisse-i Şayia" bir Fars-komedya. Evlilik kurumunun sonuçlarını taşlayan bir oyun. Evliliğin bitmesiyle birlikte, evlilikten doğan ilişkiler biter mi? Hele ortada çocuk varsa... Bilenler bilmeyenle re detayını anlatır, bir gerçek var ki, evlilik sonrası ilişki, belki de evlilikten daha da fazla titizlik istiyor. "Hisse-i Şayia", işte bu tür bir uyuşmazlıktan yola çıkılarak yazılmış, eğlendirici bir Fars. Tahir Bey ile Faika Hanım, beş yıl evli kaldıktan sonra boşan mış, ancak ikisi de bilinçaltı dürtülerle kızları üzerinde egemen lik kurmaya çalışmakta, dolayısıyla her fırsatta kapışmakta, da laşmaktadırlar falan. Bir diğer özellik ise, 1923 yılında Darülbedayi'nin İzmir turnesinde Mustafa Kemal'in oyunu seyretmiş, Bedia (Muvahhit) Hanımı kutlamış olması. "Hisse-i Şayia" yukarıda değindiğim gibi, Fars türünün özellikle rini taşıyor. Oyunun içeriği gülünç durumlara dayandırılmış. Dü şündürmeyi değil, salt güldürmeyi amaçlıyor. Oyunu sahneye koyan Hadi Çaman, Fars durumlarıyla Fars oyun kişilerini (Evkaf Kâtibi Bican Efendi tiplemesinde olduğu gibi) bilinçli olarak abartmış. Olaylar dizisini, fiziksel eylem biçiminde ele almış. Öy küyü tempolu bir hızla anlatmış. Oyun konusunun tezi olmadı ğından, komik olanı karakterden değil, durumlardan çıkarmayı yeğleyerek, bir anlamda durum komedyası türünü de işin için de katmış. Pek de iyi etmiş. Durumların çelişmesinin, çeşitlen-
a
Paris'te hukuk öğrenimi görüp, henüz on beş gün önce yurda dönen Necmi'nin ilk perdedeki ceket pantolonu nun daha "parisien" olması gerektiğini düşündüm. Hakan Özipek'in ışıklarını ise pek cascavlak buldum. Biraz kıramaz mıydı?
pe cy
meşinin, çatışmaların altını dikkatle çiz miş. Buraya kadar her şey güzel, ama gene de söylemeden duramayacağım, yönetmene iki eleştirim olacak: Biri, Fa ika Hanım Osmanlıca "aşüfte" sözcüğü nü "aşifte" olarak söylememeli. Diğeri ise, gene Faika Hanım, otuz milyon nü fustan söz ediyor ya, yönetmen olarak otuz milyon nüfus işini araştırmalı ince lemeli. Faika Hanım ikinci perdede Mari'ye dört mecidiye verdiğine ve de me cidiye de Abdülmecit döneminde, yani 1844 yılında çıkarıldığına göre, otuz milyon nüfus neyin nesi? Yahu, Türki ye'nin nüfusu ancak 1965 yılında ilk kez otuz milyonu (24 10.1965 sayımı 31.391.421 kişi) aşmış. Bu işte bir yan lışlık var, diyorum. Varsa, kırk bir yıllık tiyatrocu Hadi Çaman hiç gocunmadan şıpınişi düzeltiverir, eminim. Oyunun dekor ve kostümlerini tasarla yan Osman Şengezer, "Hisse-i Şa yiamın konusu karşısında da hayal gü cünü, tanrı vergisi yeteneğini, bilgi ve deneyimini konuşturmuş. Sahneye de rinlik kazandırmış. Gramofonu bile geri planda kullanarak, boş çerçevelerle, kü çük aksesuarlarla cafcaftan uzak bir köşk şekillendirmiş. Ama yalan söyleye cek değilim ya, şimdilerde büyük bina larda, ofislerde rastladığımız merkezi ısıtma-soğutma mazgalının kapının üs tünde ne işi var, anlayamadım. Bir de,
Hadi Çaman, tiyatroculuğunun kırk bi rinci yılında, oyuncu olarak, oyuncunun en yoğun anlatım aracının hareket ol duğunu bir kez daha kanıtlıyor. Vücut yapısının, canlandırdığı Tahir Bey karak terinin bir parçası olduğunu, eylemin belirli anlarında ellerinin, sırtının, ayak larının herhangi sözlü anlatımdan daha verimli ve etkili olabileceğini de biliyor. Ve de kolaya kaçmadan, hiç kimseye öykünmeden biçimlendirilmiş bir Tahir Bey ortaya çıkarıyor. Sezgisel coşkunun ilk dostu ve en iyi uyarıcısının sanatsal heyecan, sanatsal şevk olduğuna tanık olmak isteyenler, bu oyunda Suna Keskin'i izlemeli diyerek oyuncuları değer lendirmeyi sürdüreceğim. Suna Keskin, oyun boyunca sürüp giden arzu ateşini titizlikle koruyor ve bu ateş karşılığında Faika Hanım'a denk düşen içselliği açı ğa çıkarıyor. Kişi, bir başka insanın duy gularını, bedenini, ruhunu ödünç alabi lir ve onları kendininmiş gibi kullanabilir mi? Kırk yıllık tiyatrocu Suna Keskin, Suna Keskin'i kuliste bırakıp, bir güzel Faika Hanım oluyor. Yardımcı rollerde
Kevork Türker'in (Suudi Efendi) oyunun temposuna ciddi katkısı var. Füsun Erbulak (Nesime Hanım), kendisini yönet menin isteklerine ve yönergelerine bı rakmış. Eda Özel (Mahmure), iyi yolda olduğunu bu oyunda da gösterip, içi me umut fidanı dikmeyi sürdürüyor. Kı sa rolünde Meral Koro (Mari) biraz is teksiz. Genç oyuncu Cenk Sözeri (Necmi), istese, birinci perdede kendi doğa sı üzerinde baskı uygulayabilir, daha tutkulu bir âşık tipi çıkarabilirdi gibime geldi. Oyunun güldürme öğesi olarak kullanılan Bican Efendi'de Birol Engeler ise, yönetmeni elbette bilemem, ama Ibnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci'nin is tediği gibi bir Bican Efendi kesinlikle de ğil. Kısacası, Hadi Çaman, Vasfi Rıza Zobu ve Bedia Muvahhit'in adlarıyla özdeş leşmiş bir klasiği sahneye taşıyarak, ge ne silahsız pusatsız yel değirmenlerine saldırıyor. Sizler için. Görmeniz, gülme niz için. Varsa, yeni yetişen evlâtlarınız la birlikte görmenizi öneriyorum. Daha sı, bu oyunu, türeyegelen: "Tiyatro mu? Tu kaka"cıların son eklentisi Işıl Özgentürk'ün de izlemesini isterim. Ge çenlerde yazdığına göre (Cumhuriyet 12.01.2003) son yıllarda kendisini heyecanlandıran pek bir şey görmemiş de... 47
ELEŞTİRİ
Herkes, Kendi Tepkilerinin Kurbanıdır: Tiyatro Stüdyosunda Yasmina Reza'nın
YAŞAMIN ÜÇYÜZÜ
Schild
Bilgisayarda çalışan herkes, "undo" işle mini bilir -yanlış verilmiş bir komutu geri almak için, "fare" ile ekrandaki bir oka tıklatılması kadar basit... Ne yazıktır ki, gerçek yaşamda böylesine bir komut olanağı yoktur- Yasmina Reza'nm "Ya şamın Üç Yüzü" oyununda ise, dört kişi nin bir araya gelmesiyle oluşan toplum sal ilişkiler, neredeyse "sil-baştan" yönte miyle, değişik çeşitlemelerle peş peşe üç kez önümüze seriliyor! Iş-Sanat'ın gör kemli sahnesi'nde başarıyla sergiledikleri "Speer" ve "Sonsuz Döngü" başlıklı ya pımlarından sonra, "Tiyatro Stüdyo s u n u n bu yeni oyununda, tek perdede aynı öyküyü, üç ayrı uyarlamada izliyor ve böylece insanoğlunun değişik durum lar karşısında nasıl davranabileceğine ta nık oluyoruz.
pe cy a
Robert
1
Yaşamın Üç Yüzü Tiyatro: Tiyatro Stüdyosu Yazan: Yasmina Reza Türkçesi: Çetin Ipekkaya Yöneten: Ahmet Levendoğlu Yardımcı Yöneten: Özgür Erkekli Sahne-Giysi Tasarımı: Hakan Dündar Işık Tasarımı: F. Kemal Yiğitcan Oynayanlar: Yasemin Alkaya, Mutlu Güney, Mehlika Balkan, Ömer Çolakoğlu. 48
Araştırma görevlisi Henri, bir şirkette yö netici olarak çalışan eşi Sonia ile akşam evde otururken, odasından sürekli ola rak seslenen altı yaşındaki oğulları Arnaud'u uyutmak için çaba veriyorlar. Der ken, bir sonraki gün için akşam yemeği ne çağırmış oldukları, Henri'nin üstü Hubert ve eşi Ines, kapıda beliriyor! Bu yan lışlığa karşın, kuşkusuz ki hemen buyur edilen konuklara ikram edilecek pek bir şey yoktur evde; bazı "çıtır" çerezler ve bolca şarabın dışında... Sohbet de önce leri birazcık yapay olarak gelişiyor, taa ki, içkinin de yardımıyla, bazı sorunlu ko nular ortaya çıkana dek - ve bu sorun lar, birlikteliğin art arda gösterilen üç ay-
rı uyarlamasında, değişik biçimlerde algı lanacak ve yorumlanacaktır! Öncelikle, bazı ortak konu ve sorunlara değinelim, isterseniz: Örneğin, Arnaud'un, anne-bananın (dahası, konukların bile!) tüm telkin ve tehditlerine karşın, uyumamakta direnmesi; veya, Henri'nin üç yılını verip daha yeni bitirmiş olduğu, özgün bir astrofizik araştırmasının, şu sı ralarda başka bilimadamları tarafınca ne redeyse aynı başlıkla yayımlanmış oldu ğunu bu akşam Hubert'den öğrenmesi; Hubert'in eşini sürekli olarak aşağılama sı; veya, odada tek başlarına kalır-kalmaz, Sonia'ya kur yapması gibi. Hiç kuşku yoktur ki, bunlar ve benzeri ol guların her biri, aynen bir satranç oyu nundaki her bireysel hamlede olduğu gi bi, karşıtlarında değişik tepkilere yol açacakır ve bu bağlamda oyunun her üç uyarlamasında, ilişkiler yumağı, doğal olarak, ayrı yönlere doğru gelişir. Örne ğin, bilimsel çalışmasının tanıtımında geç kaldığını öğrenen Henri, ilk bölümde bü yük bir düş kırıklığına uğrayıp karamsarlı ğa bürünürken, ikinci uyarlamada hırçın laşıyor, üçüncüsünde ise bu olguyu çok daha soğukkanlı biçimde alıglarken, di ğer bilimadamları ile işbirliğine girmeyi dahi tasarlıyor. Bunun gibi, gerek çocuk eğitimi, gerekse dostlar arasındaki cinsel yaklaşımlar veya eşler arasındaki ilişkiler, hangi yönden tepki gördüklerine göre, apayrı boyutlara doğru birer açılım gös terir. Özetle, toplumsal ilişkilerde karşı-
cy a
lastiğimiz durumlar, takınacağımız olum lu tepkilerle yaşamı kolaylaştırabileceği gibi, olumsuz davranışlar sonucu, ortam adeta bir "cehenneme" sürüklenebiliyor - diğer bir deyişle: nice sonuçlar, ağırlıklı olarak, kişisel yorumlara bağlıdır!
pe
Macar bir anne ile Yahudi kökenli İspan yol/İranlı bir babanın kızı olarak 1959 Paris doğumlu olan Yasmina Reza'nın oyunları, ağırlıklı olarak arkadaşlar ara sındaki tartışmalı toplumsal ilişkileri irde liyor. Ülkemizde de büyük beğeni gör müş olan "Sanat" ("Art"), üç yakın dos tun, neyi simgelediği anlaşılamayan bir tablo hakkındaki yorumları ile birbirleri ne düşmelerini ustalıklı biçimde işlerken, dünyanın bütün saygın tiyatrolarında sahnelenmiş ve yazarına sayısız ödüller kazandırmıştı.
özel ortamın dış dünyaya açılması, abar tılı bir benzetme ile: "hücrenin patlama sı", ancak çeşitli baskılar sonucu gerçek leşebilir, işte, bazı dış etkenlerin bireyler tarafınca değişik duygularla algılanması sonucu, salt eşine karşı yıkıcı bir tepkide bulunmak amacıyla diğer "taraf", halk terimiyle "kirli çamaşırları dışarıya dö ker". ..
Bu tür bir "üç/eme"yi bu kez kişi sayısın dan olay boyutuna taşımış olan Reza, "Yaşamın Üç Yüzü"nde, dostluk ortamı na evlilik müessesesini de katarken, güç ve etki, üstün çıkma ve boyun eğme, bağımlılık ve kin gibi öğeleri tartışıyor ve - her şeyden önce - insanoğluna has bu gibi öğelerin, toplumsal kalıpların al tında gizlenirken, olayların gelişmesiyle nasıl (ve nice değişik biçimlerde!) ortaya çıkabileceğini gözlerimizin önüne seri yor. Örneğin, her evlilik, kendi içinde oluşup gelişen bir çeşit "hücre" olup, bu
Öte yandan, oyunu izledikten belirli bir süre sonra olaylar silsilesi yeniden göz den geçirildiğinde, bazı başkişi devinim lerinin birazcık yapay düzeyde kaldığı iz lenimi doğuyor. Şöyle ki, her üç uyarla mada da Hubert, çalışmasının başkaları tarafınca yayımlandığı kendisine hemen hemen aynı biçimde aktarırken, Henri'nin davranışları o denli değişik oluyor ki, bu üç tepki, apayrı üç özyapıdan kay naklanmış gibi geliyor - ne var ki, oyu nun ana iletisi (ve Reza'nın çabası), aynı kişinin değişik oluşumlar karşısındaki tepkilerini ortaya koymayı hedeflemiyor muydu?! "Yaşamın Üç Yüzü", bazı polisiye oyun larda görülmüş ve çözümü değişik bi çimde (ancak, çoğu kez alternatif ola rak) sunulan birkaç sonuçlu yapımları andırıyorsa da, burada öne çıkan, salt konudan çok, davranışlardır - ve bu bağlamda oyun, güzel düşünülmüş, an cak ne yazıktır ki, yukarıda bir örneğini
gösterdiğim bazı "teknik" hatalar nede niyle, kusursuzluktan yoksundur... Diğer bir açıdan Reza'nın bu oyunu, sa dece kurgusuyla (iki evli çiftin karşılıklı ilişkileri) değil, buradan dolaylı olarak al gıladığım bazı iletileriyle, bana lonesco'nun "Kel Şarkıcı" ve Albee'nin "Kim Korkak Hain Kurttan" başyapıtlarını anımsattı. Şöyle ki, lonesco'nun Smith ve Martin çiflteri, yaşamlarını sınırlayan toplumsal kalıplardan kendilerini arındı rmadıklarından, aslında yaşamıyorlar; Albee'deki cifler ise "...yabancılaşmış bir düzende" yaşayıp, "...psişik yönden bir birlerini didik didik..." ederek, "derin ya nılsamalardan (bir) kurtulma süre ci. .."nin (A. Çalışlar) peşindedirler. Yakın geçmişte Tiyatro Stüdyosu'nda büyük beğeni ile izlediğimiz "Dünyanın Başkenti (Speer)" ve "Sonsuz Döngü" gibi birer kuvvetli "sorun" oyununun ar dından "Yaşamın Üç Yüzü", bu satırların yazarı için biraz yüzeysel kalmışsa da, Ahmet Levendoğlu'nun ustalıklı yöneti minde Ömer Çolakoğlu (Henri), Mehlika Balkan (Sonia), Mutlu Güney (Hubert) ve Yasemin Alkaya'nın (Ines) düzeyli oyunlarıyla, gene de - özellikle, benzer olaylar karşısında toplumsal ilişkilerde değişim olgusunu gözlemlemek isteyenlerce - ilgiyle izlenebilir. 49
DÜZELTME VE ÖZÜR
"YAŞAMIN ÜÇYÜZÜ" Bir önceki sayımızdaki "Fotoğrafların Dili" sayfalarında yer alan, "Tiyatro Stüdyosu"nun yeni oyunu "Yaşamın Üç Yüzü"nün tanıtım yazısının son sayfası yanlış montajdan dolayı ters olarak basılmıştır. Yazının tamamını tekrar yayımlıyor, Özgür Erkekli'den, Tiyatro Stüdyosu'ndan ve okurlarımızdan özür diliyoruz.
Oyun kişileri -yine Pascaud'nun betimlemesiyle- "bu şaşkın, kibirli ve gülünç adamlar ve kadınlar" kendi lerini kimi zaman Gündüz Vassaf'ın, Osman Serhat'ın, kimi zaman da Goethe'nin sözleriyle anlatı yorlardı sanki." "Günün ihtiyaçları insanı o kadar mı boğuyor ki, o her türlü güzel beklentiyi kendinden uzak tutmak zorunda kalıyor."*
cy a
Tiyatro Stüdyosu'nun 2002-2003 dönemi oyun da ğarcığı oluşturulurken çağının tanığı olmayı amaç edinen bir tiyatronun gözetmesi gereken ilkeler her zamanki gibi yol gösterici oldu. Şunların konuşuldu ğunu anımsıyorum; Bir tiyatronun seçtiği oyunlar tek başlarına yaşadığımız zamana, yaşadığımız dün yaya değgin önerme olmasının yanısıra, bir arada düşünüldüklerinde tiyatro kurumunun "insanlık du rumuna" ilişkin genel tutumunun bir göstergesini biçimlendirmeliydi. Parçaların bütünden, bütünün birer birer tüm parçalardan izler taşıdığı bir duruma yönelerek.
deyse ulaşmış -olası tüm bilimsel soruların karşılıkla rını vermiş- insanoğlu, kendi doğasıyla başedemiyordu; yaşamın sorunları yanıtsız kalıyordu. O gün pro vada, metinden bölümlerle, ilk anda ilgisiz görünen başka birçok alıntı, birbirini kovaladı, Bir yandan, çok eğlendirici bir oyun gibiydi bu.
pe
Derken, bu düşünceler ışığında yukarıdaki nitelikleri barındıran bir çok oyun arasından, "Sonsuz Dön gümün ardına Yasmina Reza'nın "Yaşamın Üç Yü zü" eklendi; eleştirmen Fabienne Pascaud'un "insa nın güçsüzlüğü ve dar düşünceliliği (küçük şeylerle uğraşır olması) üzerine buruk bir çeşitleme" olarak nitelediği, evrenin gizlerine neredeyse ulaşmış insa noğlunun "bu kendisine çok zalim, çok modern ge len dünya ile" ve kendi doğasıyla başedip edemedi ği sorusunu önümüze getiren "Yaşamın Üç Yüzü".
Sonraları provaların ilk günlerinden birinde tam da yukarıdaki alıntılar ve düşünceler üzerine konuşur ken yönetmen yardımcılarımızdan Bilge Seçkin'in ağzından şu sözcükler döküldü birden: - Knox'un dediği gibi...
"Veya en azından hayat ellerinin altından akıp gi derken hayranlıkla seyretmekte olduğun doğanın, o deviminin bir parçası olabiliyor musun?** Giderek bazı çıkarımlara vardık, "ah her şey/birlik oluyor, sanki/ tek bir mısra için" *** diyen şairi da ha bir anladık. İnsanoğlunun sanki tek bir sorunsalı vardı derinlerde bir yerde. Hangi örtüyü kaldırsanız, nereyi eşeleseniz, kazısanız, yeryüzeyinden derinleş tikçe magmaya ulaşır gibi, hep onunla karşılaşıyor dunuz. Sonra bir yolculuğu izliyordunuz: Ağaç dalı nı karınca yuvasına sokup yalamakla başlayan, ga laksilere doğru uzayan "insan düşüncesi", insan "uygarlığı" serüvenini; kimi kez gülerek, kimi kez dehşetle.
- Kalakaldık öylece. Özellikle "Sonsuz Döngü"de de çalışmakta olanlar. Knox, bu oyunda benim oynadı ğım iki rolden biriydi. Belki de bundan, soru benden geldi:
Reza'nın kendi deyişiyle "sonsuz büyük ve sonsuz küçük üzerine kurulu" olan "Yaşamın Üç Yüzü" de aslında "felaketten yana bir bakış", belki de bir iti raf; tıpkı Goethe'ninkiler gibi:
- Nasıl, hangisi?
"Benim tanınmış neyim varsa hepsi büyük bir itira fın yalnızca parçalarıdır."****
-Knox'un Wİttgenstein'dan alıntıladığı söz. Onuncu sahnenin sonu. - Ben ezberimden söyledim sözü edilen bölümü: - "Duyumsarız ki, olası tüm bilimsel soruların yanıtla rı verildiğinde bile, yaşamın sorunları tümden yanıt sız kalacaktır." Evet, öyle değil miydi? Evrenin tüm gizlerine nere 50
izleyen günlerde aklımız, bu, "koşut alıntılar yakala ma oyununa" sık sık takılmaya başladı. Örnekse, oyun kişilerimizden Hubert'in "Dünyanın bir parçası olmadan dünyayı nasıl düşünebiliriz?" sorusu Türkiye'li bir oyuncunun şu sözlerini çağrıştırıyordu:
Özgür Erkekli * Dichtung und Wahrheit, tu, 11. Goethe der ki KTBY 534 çev. Gürsel Aytaç. ** Akşamlık, 6.12.2002, Uğur Yücel-Fecir Alptekin söyleşisi. *** Aynalar İçine Gömün Beni, osman Serhad'ın Şiir Kitabı, 1979, istanbul. **** Dichtung und Wahrheit, ti, 7. a.g.e. (Oyun Broşürü'nden alınmıştır.)
ELEŞTİRİ
Soytarı Güneşi Güldürüyor da. Ya Çocukları?
GÜNEŞİ GÜLDÜREN SOYTARI" Duygu Atay Mydonose Showland, Çisenti Tiyatrosu or
pe cy a
taklığıyla hazırlanan, Enver Aysever'in yazıp yönettiği "Güneşi Güldüren Soytarı" adlı ço cuk oyunu, 25 Ocak'ta 2.700 (Yazıyla iki bin yedi yüz) çocuğun katılımıyla ilk gösterimini yaptı. Kurulduğu günden beri adına sinir ol duğum -neden Maydanoz değil, Türkçe yazı lınca ayıp mı oluyor, ya showland yerine eğ lence merkezi deyince avam mı geliyor kula ğa?- bu, çok büyük sahne gösterileri için ya pılmış salon, bence İstanbul'da çocuk tiyatro su yapmak için düşünülebilecek en son yer.
Üç bine yakın çocuğun iki saat boyunca sah nede olup biteni anlayabilmesi, algılayabilme si, dahası sıkılmaması, pedagoji bilimine aykı rı. Çocuklar, kendilerini sirkte, tatilya'da, Disneyland'da filan sanabilirler, ama asla tiyatro da değil. Çocuğa aşılanması gereken Tiyatro bilinci, tiyatro adabı, tiyatro sevgisi, bu salon da yok olmaya tutsak. Yetişkinler bu salonda istediklerini izleyebilirler, karışmam. Konu ço cuk olunca, seçici davranmak zorundayız oy sa. Bu tür gösterilerden sonra, küçük bir sa londa, içeriği çok da iyi olsa, bir çocuk oyu nuna götürülen çocuk izleyici, tiyatronun bu olmadığını sanarak sıkılmayacak, dahası tiyat royu hep 'revü' olarak düşünmeyecek midir?
Güneşi Güldüren Soytarı Yapıma: Mydonose Showland Yazan-Yöneten: Enver Aysever Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Müzik: Alper Maral Dans Düzeni: Gülüm Pekcan
Konusu kabaca "hayvanları sevelim, doğayı koruyalım" gibi özetlenebilecek oyun ya da revü, sonuçta güneşin bile hayvanlardan ve de doğadan yana çıkmasıyla, çocuklardan da "Eveeet, söööz" gibi destekler alarak kötüle rin yenilgisiyle sonuçlanıyor. Güneş, doğru dan müdahil olmuyor da, bir soytarı ortaya çıkarak onu iyice güldürüyor, gülünce de kay
bolduğu yerden çıkıp yüzünü gösteriyor. Ne dense, güneş her gün gözükmek zorunda. Şu son bir haftadır güneşi hemen hiç görme diğimizi düşünürsek, biz de yanımızda bir soytarı mı bulundurmalayız acaba diye düşü nüyorum. Güneşin, akrobasi hareketlerine neden güldüğünü ise hiç anlamış değilim. Benim bildiğim, hayranlık duyulur jonglörlere filan, ama gülünmez. Bu güneş biraz naif ga liba. Bir sürü insan ve hayvanın, uçak hanga rını andıran sahnede anlamsızca devindiği bu revü, neden yönetmen tarafından % 100 Türk ilk çocuk müzikali gibi övünmelerle, oyunun sonunda tanıtıldı, onu hiç ama hiç anlamadım. Sakın bu durum da son günler de bazı yazarlarımızın takıldığı Broadway'den bile iyi kompleksinden kaynaklanıyor olma sın? Şimdiye değin hiç bir oyununu görmediğim Çisenti Tiyatrosu'nun yöneticisi Enver Aysever'le bir Çocuk Tiyatrosu panelinde söyleşmiştik. Anlattıkları bana inandırıcı gelmişti. Ne var ki, "Ayinesi iştir kişinin" deyimi, bu oyunda da gerçekleşti. 21 kişinin oynadığı revü -diyelim-, hayvan ve insanlardan oluşuyor. Bir kuş -ne demekse?ailesi, bir de ayı ailesi var. Ne kuşlar kuşa, ne ayılar ayıya benziyor. Akrobat -soytarılar da, gerçeğe hiç uymuyorlar. Biraz daha beceri gerek. İBŞT'nin geçen sezonki "Düşler Sirki Başlıyoor!" oyununu izleseydi yönetmen, çok daha fazla beceri gerektiğini görürdü. Alper Maral gibi son derece yetkin bir beste cinin müzikleri, şarkıları mükemmel. Sözler anlaşılmamakla birlikte, son derece akılda ka lıcı bir müzik. Yüksel Aymaz'ın ışığı son dere ce başarılı ama oyunla ve oyuncularla hiçbir ilgisi yok. Işık kafasına göre takılıyor. Nerede, ne zaman spot yanacağı belirsiz. Oyuncular ışık görünce altına doğru koşuyorlar. Sahne deki 21 kişi giriyor, çıkıyor, koşuşuyor, bir şeyler yapıyorlar. Koreograf Gülüm Pekcan'ın adı var broşürde ama, ben pek dans filan görmedim, özgün olarak. Sonuçta Çocuk Tiyatrosu olarak yapılmış bir yapıt yok ortada. Revüyse revü, peki olsun. Ama bu sunduğunuz 'şey'e oyun demeyin lütfen. Bir de ne olup bittiğini anlayamayan, hatta gülemeyen çocuklara laf olsun diye söz möz verdirmeyin. Başka alternatifi olmayan izleyicilere o meşhur "Eveeet!" lafını dedirte rek onay almayın. Bırakın kendi kararlarını kendileri versin. 51
ELEŞTİRİ.
Gencay Gürün'den, Yıldızların acımasız Dünyasına Bakış: " Üstün
Akmen
Sesinde sevginin şarkısını taşı yan Esin Afşar'ın, yirminci yüz yılın son yıllarında, Çiğdem Talu'nun sözleri, Emil Dimitrov'un bestesiyle ünlendirdiği "Sanatçının Kaderi"nde anlat tığıdır, şöhret merdiveninin en üst basamağındaki Margo Crane'in yaşadığı. Bir de, star olmak isteyen ve bunun için duygu sömürüsünden yalana, ihanetten şantaja her aracı amaç gören Eva Harrington vardır, konumuza dahil olan. ikisi de şık tuvaletlerin, sahne ışıklarının tutsağıdır. Yorgun luk mu? Sahne üstünde ge çen uzun sezonların yorgunlu ğu, her keresinde alkış adrenaliniyle enerjiye dönüşür. Tek uyarıcıdır alkış. Hüzün dolu olsa da gözleri, yürekleri sah ne için çarpar onların. "Alkış larla açılır perdeler/ Kahkaha larla kapanır perdeler". Margo'nun (ya da Margo'ların) o pek sevdiği mevsimler, bir gün sonbaharda takılır kalır. Bu sadece Margot'un sonba harıdır ve mevsim hızla kışa doğru sürüklenmektedir. Eva ise, ilkbaharı yaşamaktadır. Margo uzaklaşır... Geçmiş ba şarılar arasında sıkışıp kalır, al kışlar azalmakta, her şey yapaylaşmaktadır. Sahne, kişiler, seyircinin yarattığı illüzyon... Her şey, ama her şey... Bu arada, yeni bir yıldız doğmak tadır. Yirmili yaşların cıvıltısı ve kıvrak zekâsı, Küçük Eva'ya
pe cy
a
uakmen@superonline.com
İhtiras Tiyatro: Tiyatro İstanbul Yazan: Mary Orr uyarlayan: John Baker Yöneten: Gencay Gürün Sahne Tasarımı: Nilgün Gürkan Giysi Tasarımı: Sadık Kızılağaç Işık Tasarımı: Aytekin Saday, Burcu Aydınalp Oyuncular: Nurseli idiz, Alev Gürzap, inci Türkay, Argun Kınal, Levent ulukut, Tiraje Başaran, Şencan Güleryüz, Yunus Güner, Burcu Çoban. 52
İHTİRAS
"
Külkedisi olmayı da, Alis'liği de, Lol ita 'lığı da, Ofelia'lığı da, Lady Machbeth'liği de ar mağan edecektir. Sahneye ilk çıktığı anda gençliği, yanı sıra yeteneğiyle prensleri, kontları, dükleri ve de... âşıkları ayakla rı altına serer. Alkışlar... Alkış lar... Alkışlar... Sanat denen görkemli dünya... Tarih bo yunca binlerce kez oynanan bir yaşam oyunudur bu. Kaçı nılmaz son gelecek, Eva da, eninde sonunda sonbaharı ya şayacaktır. Tiyatro istanbul, son oyununu "İhtiras" başlığı altında oyna makta, içeriği, aşağı yukarı, biraz duygusal düzlemde an lattığım yukarıdaki satırlardaki gibi. Mary Orr-Reginald Denham'ın birlikte yazdıkları, öz gün adı "The VVİsdom of EveEve'in Akıllılığı" olan oyunu, uzun yıllar Türkiye'de bulun muş bir ingiliz olan John Ba ker sahneye uyarlamış. Aynı eserin "Eva Contro Eva-Eva Eva'ya Karşı" başlığı altında 1998 yılı sonunda italya'da Teatro Manzoni'de, hem de Gino Zampieri yönetiminde, hem de Anna Mazzamauro'nun Mango yorumuyla oynandığını biliyordum, ola naklarım elvermediğinden ne yazık ki gidip göremedim. Ay nı yapıtın esasen 1950'li yıllar da "All About Eve-Eve Hakkın da Her Şey" adı altında Mankiewicz'in rejisinde filme alın-
a
kavgaya dönüşecekti" olarak düzeltme sini; Margo'nun evinde yapılan Bill'in doğum günü partisinde, cümle kapısına açılan oda kapısından çıkan Eva'nın, sa londan giriş yapmamasını kendisinden isteyebilirim. Oyunculardan deneyimli oyuncu Alev Gürzap'ın başarılı Karen yorumunu, za man zaman telaşlanması sonucu replik atlayıp/replik karıştırarak, bu arada ez ber duvarına da çarparak vermesini ya dırgadım. Oyun oturdukça toparlanaca ğından zerrece kuşkum yok, çünkü Gür zap'ın Karen'e kazandırdığı fiziksel şekil lendirme mükemmele yakın. Argun Kınal'da bir şey eksik. Sahnede her ifade sözlü olmak zorunda değil ki! Çoğu kez bir ses, bir iç çekiş, bir gülümseme de söz yerine geçer. Kınal gibi bir oyuncu bunu istemiyor mu, yoksa... Neyse! Ge lelim Şencan Güleryüz'e. Güleryüz, sah nede kaldığı her an, o anda ve o yerde gerçeğe, kendi gerçeğine, yani Bill'in gerçeğine ulaşmayı başarıyor. Tiraje Ba şaran, "Suzi"nin bütün tutkularını değil, sadece "Suzinin yaşantısı içinde temel nitelikte görerek seçip ayırdığı ve rolü için de, sahne için de hiç gerekli olma yan, doğalcılığın bütün kabalıklarından arındırdığı tutkularını başarıyla veriyor. Levent Ulukut da, Yunus Güner de Gen cay Gürün'ün tiyatro eleştirmeni ve sah ne amiri tiplemeleri için öngördüklerine olumlu eklemeler yapıyorlar. Genç oyun cu inci Türkay'ı, "Sylvia"dan sonra ilk kez izliyorum. Bu kere de Eva'yı, bilinçal tında titizlikle izliyor ve işliyor. Yüzü, mi mikleri, jestleri, ses uyumları hep Eva.
cy
dığını. Bette Devis, Ann Baxter, Marylin Monroe, Georges Sanders'lı kadrosuyla altı Oscar ile ödüllendirildiğini ise, vallahi Yekta Kara'dan öğrendim. Yekta Kara... Talayzedelerden ünlü soprano ve başarı lı mı başarılı opera yönetmeni Yekta Ka ra... Gözünün yaşına bakmadan harca dıklarımızdan bir değer daha...
pe
"lhtiras"ın kostümlerini Sadık Kızılağaç yapmış. Italya'daki oynanışında Antonio Ventura'nın kostümleri 1950'lerin çizgi sinde tasarladığını okumuştum. Kızıla ğaç, moderni seçmiş. Gencay Hanım da kesenin ağzını açınca, zevkli, göz alıcı, amaca uygun, imrendirici giysiler çıkmış ortaya. Aytekin Saday, gölge bırakma yan başarılı bir ışık düzeni kurmuş. Nilgün Gürkan, biri tiyatrodaki soyunma odası, diğeri Mango'nun evinin oturma odası olan iki mekânı, sık değişmesine, Gencay Gürün'ün gelişimi zorunlu ola rak tablolara bölmesine karşın, sahne olanaklarını ciddi boyutta zorlayarak çar pıcı bir dekor yaratmış. Gencay Gürün ise, hoşlandırma sanatında açık ve dü rüst olmanın gerekliliğine inandığını "Ihtiras"ta bir kez daha kanıtlamakta. Oyun içindeki paydaş kişileri bir araya getirmiş, sonra onların aracılığıyla gene onların yeteneklerini, kişiliklerini bölüştü rerek temposu düşmeyen belli bir at mosfer yaratmış. "Sana bir haller olmuş, neden hiç eleştirmiyorsun" diye soracak olursanız, Nurseli idiz'e "zoraki" sözcü ğünü doğru söyletmesini; Şencan Güleryüz'e "formeliteler" dedirtmemesini; Ka ren Richards'ın ikinci perdede kullandığı: "... kavgaya dönecekti" tümcesini ", "...
Kas sistemini üç yıl öncesine göre daha da uysallık içinde tutuyor, gövdesinin her duruşu, her devinimi için ancak ge reği kadar enerji tüketiyor. Tiyatroya do ğal yatkınlığı var. Günseli İdiz, fevkalade başarılı. İlk sahnede, yaşam öyküsünü anlatan, daha sonra sekreter olarak yanına alacağı Eva'yı dinlerken kendisine pek yakıştığını bildiği "mütebbessim çehre"sini kullanmasa kusursuz dahi diyebilirdim. Fiziksel aksiyonu yaratıcı iradesinin çabalarıyla olguya dönüşüyor. Gözlerinin ve yüzünün konuşması öyle incelikli ki, gerçekten görülmeye değer. "İhanet") mutlaka g ö r ü n . Görmeye giderken, kabul buyurursanız sırtınıza bir de görev yükleyivereyim. İki minik rolde seyredeceğiniz Burcu Çoban'ın gözlerine iyice dikkat edin. Bakalım, benim g ö r d ü ğ ü m ışığı, siz de seçebilecek misiniz. DÜZELTME VE ÖZÜR Geçen sayımızda, "Beş Katlı Binanın Al tıncı Katı" başlıklı oyun ile ilgili değerlen dirmemde (Sayfa 22) zor bağışlanır bir hata yapmışım. "Medine" ile "Lena" rol lerini karıştırmışım. Karıştırınca da, esasında oyunda Medine rolünü dingin, yalın bir biçem içinde canlandıran Vildan Gürelman'ın "Lena"yı oynadığını sanıp, eleştirmişim. Meğer eleştirimin muhatabı Meriç Benlioğlu imiş. Vildan Gürelman'dan t e l e f o n d a da özür diledim, anlayışla karşıladı, ama olsun... Ben özrümü belgeye bağlamış olayım da, hiç değilse içim rahat etsin. Üstün Akmen 53
TANITIM
Yerel Tarih Sahnede
"
BİR SEVDADIR SARIYER"
Tarık Günersel "Neredeyim?" Bilinci yerine gelen birinin
pe cy a
ilk sorusunun bu olduğu fikri yaygındır. Uyanınca gazete, TV ve internete göz atmamız bu soruyu her sabah yeniden sorma ihtiyacımızdan kaynaklanıyor. Tekrarın hakim olduğu ve mazide kalan köy hayatında herhalde pek duyulmayan bu ihtiyaç nicedir hayati. "Bir yerde bir kelebek kanat çırpsa dünyanın öbür ucunda fırtına kopar," anlayışı garip bir süreçle adeta doğrulanmadı mı? Bir yer de bir düğmeye basılsa dünyanın yarısı imha edilebilir.
"Kimim?" Küreselleşirken değişim hızı ve çeşitliliği bu soruyu zihnimizde gündem de tutuyor. Ve küreselleşme yerelleşme ihtiyacına yol açıyor. Kimlik statik değil, dinamik bir süreçler süreci. Galaksideki yerimizi bilirken oturduğumuz semtle il gili cehaletimiz ise tuhaf. Tiyatro yerel tarih bilinci ile buluşabilmeli. "Kökü mazide olan âti" olabilmek için. İşte Bir Sevdadır Sarıyer bu buluşmanın güzel bir örneği. Ülke çapında ilham kaynağı olacak kadar başarılı. ***
Bir Sevdadır Sarıyer Tiyatro: Sarıyer Belediye Tiyatrosu Yazan: Müşfik Saltık Yönetenler: Hakter Balaban-Zuhal Öztürk Sahne - Giysi Tasarımı: Hakter BalabanZuhal Öztürk Oyuncular: Müşfik Saltık, Hakter Bala ban, Zuhal Öztürk, Ümit Sarıoğlu, So ner Balaban, Alper Kadayıfçı, Zehra ilik, Tuğba Çetin, Seçil Sever, Mine Soydan, Özge Şair, Pınar Yozgatlı. 54
Sarıyer Belediye Tiyatrosu'nda ramazan boyunca sergilenen iki perdelik yarı-belgesel oyun Sarıyer tarihinden kesitler, müzik, ortaoyunu, karagöz ve kanto gibi unsurlar ve özgün diyaloglar ile bezeli. Perde açıldığında bir kemani" "Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey!" şarkısı nı çalıyor. Fonda Sarıyer'in panoramik bir fotoğrafı. Perdeye yansıtılacak çeşitli görüntülerden ilki. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu semtten "Sarı Yar" diye bahsetmiş. Ma
den mahallesi ile Şifa mevkii arasında o devirde altın ve bakır çıktığından kazılan toprak bir "yar" oluşturmuş. Toprağın sarımsı oluşu nedeniyle buraya "Sarı Yar" deniyormuş. Fonda dalyanın eski görüntüsü... Balıkçı lar sepete ağ istiflerken eski dalyandan bahseder. Dalyanın ilk sahibi Sabih Bey balığın cinsini, miktarını uzaktan kestire cek kadar ehil biriymiş. Vasiyetinde "Be ni Yusa'ya gömün; dalyanı oradan seyre deyim," demiş. "Gidenler dönmez" şarkısıyla etkileyen Önder Güldür'ün Bakülü babası Settar Güldür, Bolşevik Ihtilali'nden sonra Kars'a geçmiş, orada ilginç hamleler ya parak operetler sahneye koymuş. 1963'te Sarıyer'e taşınmış; 1964'te tiyat ro kolu kurmuş. Önder Güldür ise sade ce usta bir şarkıcı değil, aynı zamanda şarkıcılar yetiştirmiş bir eğitimci. Ferah Parkın eski görüntüsü. "Eski Dost lar" şarkısı. Vaktiyle burada Ferah Sine ması ile bahçesi varmış. Sahibi Enver Bey en güzel filmleri getirirmiş; ama beleşçi lerden şikayetçiymiş. Bir bayram akşamı beleşçi gençlerin tırmandığı duvarı ziftle miş; bayramlık giysiyle tırmanan gençler ziftlenmiş. Bozulan gençler ertesi gün Enver Beyin kızı Suzan'ı denize atmış. Abdurrahman Nurettin Paşa Yalısı. Paşa nın 1900'de bir Fransız mimara yaptırdı ğı bu yalı sonraları II. Abdülhamid'in ço cuklarından Şehzade Ahmed Efendi'nin olmuş. 1929'da Necmeddin Molla tara fından 35,000 liraya alınmış. Kırk odalı yalıda yıllarca oturan Necmeddin Molla 31 Temmuz 1930'da Atatürk'ü misafir etmiş. Haber alan Sarıyer ahalisi yalı önünde toplanmış. Fethi Okyar durumu
a
oynanmış; devrin önemli sanatçıları bu rada sahneye çıkmış. Bugün Zümrüt Ev ler aynı arazide. 9 Nisan 1901. Bir Türk pehlivanı Ameri ka şampiyonu olur. 2.18 m. boyunda 175 kg ağırlığındaki Filiz Nurullah. Hidayet'in bağında yetişmiş.
pe cy
Atatürk'e bildirmiş. Yalının dış kapısı açılmış, ahali bahçeye alınmış. Atatürk merdiven başına gelip şöyle demiş: "Be nim için zahmet ediyorsunuz. Bundan mahcup oluyorum. Beni görmek demek behemahal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, hislerimi anlıyorsanız bu kâfidir."
Necmeddin Molla ayrıca Altınkum plajı nın adını koyan kişiymiş. Bir Avrupa se yahatinde Manş denizi kıyısında Altın kum isimli bir plaj görüp çok beğenmiş. 1927'de Rumelikavağı ilerisinde bir arazi alıp plaj yapmış, bu adı vermiş. Molla'nın torunları: Betül Mardin, Arif Mar din. Oyunun sahnelendiği Kültür Merkezi'nin tarihine değinmemek olmaz: Pertevniyal Valide Sultan Konağı. Sultan II. Mahmud'un hanımı (Abdülaziz'in annesi) Pertevniyal Sultan yaptırmış. Sonraları konak Numune-i Innaz mektebi adıyla okul olarak hizmete açılmış. Sonra 14. İl kokul, sonra da Pertevniyal ilkokulu ol muş. Derken Sarıyer Halk Eğitim Merke zi haline getirilmiş. Yıllarca bu güzel bi nada tiyatro dersleri, dikiş-nakış, muha sebe; daktilo, okuma kursları verilmiş. Yeni halk eğitim binası yapılınca bura dan çıkılmış; uzun yıllar boş ve harap kaldıktan sonra Sarıyer Belediyesi tara fından onarılıp Kültür Merkezi olarak ka muya sunulmuş. Hidayet Bağı: ikinci Meşrutiyet'te burası Sarıyer'in kültür merkezi olmuş. Namık Kemal'in "Vatan yahut Silistre" oyunu
Sarıyer'in ilk amigosu, halk evinin gü reşçisi, Beyaz Park Plajı cankurtaranı ve kule atlayıcısı, dost canlısı llhami Bey... 1895'te ünlü Sarıyer poğaçalarını başla tan börekçi Mehmet Efendi... 1928'de ufak bir dükkan alıp mahallebiciliğe baş layan Hacı Şakir Efendi...
Duba kahvehanesi: Kurtuluş Savaşı bo yunca isimsiz kahramanların, milis güçlerinin üssü. Takalarla Anado lu'ya silah, cephane ve asker taşımışlar.
Avukat Aziz Özgür Bey anılan kişilerden. Pertevniyal İlkokulu müdürüyken 1918'de Mondros Anlaşması imzalanın ca milir mücadelede üst düzey yetkili olarak görev yapmış. Sarıyer, Tarabya, Istinye ve çevre köylerde milli teşkilat ağı kurmuş; işbirlikçilere kök söktürmüş. Yakalanıp idamla yargılanmış. Araya ka yınpederi dalyancı Dede Yusuf Efendinin girmesiyle kurtulmuş. Mücadeleden vaz geçmemiş. İkamete zorlandığı Beşik taş'tan Sarıyer'e gizlice gelir, Anado lu'ya silah ve cephe sevkiyatına katkıda bulunurmuş. Bir sokak onun adını taşı yor. Kavaklı Fevzi, yani Mareşal Fevzi Çak
mak. Morsalkımlar arasına gizlenmiş Hakkı Paşa Konağı. 19.yy sonları 20. yy başlarında Hayriye Mektebi olarak hiz met vermiş. Burayı bitiren Kavaklı Fevzi 1898'de Osmanlı ordusuna katılmış... Sonrasını biliyorsunuz. Bu dergi tiyatroseverlere hitab ettiğine göre eklemek is terim: Usta rejisör Çetin Ipekkaya Fevzi Çakmak'ın yakın akrabası.
Müşfik Saltık'ın özellikle ihtiyar çift için yazdığı parlak diyalogları ve ustaca kur gulaması ciddf yetenek ve emek ürünü. Gerek metin, gerekse iki buçuk saat sü ren performans övgüye değer. Birkaç ay önce Sersem Kocanın Kurnaz Karısı'nda Fasulyeciyan rolündeki ustalığına hayran kaldığım Müşfik Saltık ile Hakter Balaban'ın oyunculukları ise özel bir alkış ko nusu. Tiyatro ekibininin yanı sıra Belediye Baş kanı Sedat Özsoy'u da kutlar, belediye nin finanse edip halka ücretsiz sunduğu başarılı gösterinin sürmesini, dönem dö nem tekrarlanmasını dilerim Derinden duygulanarak ve 1978-81 yılla rında üç yıl oturduğum Sarıyer'i daha iyi tanıyarak ayrıldım salondan. Bana Haş met Babaoğlu ile Hami Çağdaş gibi dostlar kazandıran bu kadim semt zih nimde artık daha da zengin. Keşke her belediye, her tiyatro grubu kendi semtine böyle sahip çıksa! Semt bilincinden yoksun bir yurt bilinci -ve dünya bilinci- ne derece verimli olabilir? 55
ELEŞTİRİ
Mayasının Sağlamlığıyla Ayakta Kalabilen Oyun
"KAYGUSUZ ABDAL"
Üstün Akmen Abdal Musa Sultan, Anadolu'nun ünlü erenlerinden ve ermişlerinden biri. Aynı zamanda ünlü bir ozan ve düşünür. Ho rasan erenlerinden ve Hazreti Peygam ber soyundan. XIV. Yüzyılda yaşadığı, Osmanlıların Bursa'yı fethi yıllarında Or han Bey'in askerleriyle savaşlara katıldığı ve de büyük yararlılıklar gösterdiği bilini yor. Hacı Bektaş Veli'nin önde gelen ha lifelerinden. Elmalı yöresinde kurduğu tekkesinde sayısız kişiler "irşad" etmiş ve bunlar arasından büyük ozanlar yetiş miş. Ama en ünlüsü, hiç kuşkunuz olma sın, Alevi-Bektaşi edebiyatının abidelerin den sayılan, sonradan Kaygusuz Abdal adını alacak olan Alâiye Sancak Beyi Karamanoğlu Mahmud bin Hüsameddin'in oğlu Alâeddin Gaybi'dir.
pe
cy
a
uakmen@superonline.com
Kaygusuz Abdal Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Sevgi Sanlı Yöneten: Sönmez Atasoy Sahne Tasarımı: Ethem Özbora Giysi Tasarımı: Hale Eren Işık Tasarımı: Önder Arık Müzik: Mazlum Çimen Oyuncular: Yetkin Dikinciler, Atsız Karaduman, Burak Şentürk, Okday Korunan, Ali Düşenkalkar, Hatice Aslan Kaleli, Selçuk Kıpçak, Umut Demirdelen, Fikret Uçucu, Emir Tayla, Canberk Uçucu. 56
Günün beyliğine yüz vermeyen bir isim dir Gaybi. Kaygusuz Abdal olarak adının bugün dahi anılır oluşu, bence biraz da bu özelliğiyle. Bir derebeyinin av ve eğ lence peşinde koşan oğlu iken; "abdal'lar kervanına katılmış oluşundan. Piri olan Abdal Musa ile birlikte AnadoluBektaşi edebiyatının kurucuları arasında sayılan, deyişleri ile bugüne taşınan bir ozan Pir Sultan Abdal. 14. yüzyılın son ve 15. yüzyılın ilk yarısında süren yaşamı hakkında kesin bilgiler çok az. Asım Be zirci, "Dünden Bugüne Türk Şiiri" adlı eserinin "Halk Şiiri" bölümünde, Alanya Beyi Hüsamettin Mahmut'un oğlu olan Kaygusuz Abdal'ı şöyle tanımlıyor: "İyi bir öğrenim görmüş, avcılık ve okçuluk alanında beceri göstermiştir. Genç yaşta Elmalı'daki Abdal Musa'ya bağlandığı, şeyhinin kendisine Kaygusuz adını verdi ği söylenir". Bektaşi Gaybi derviş olunca, babası oğlunu kurtarmak amacıyla Teke Beyi'nin yardımını ister. Tekke Beyi de,
Kılağılı Isa adlı yiğit pehlivanı, yanına Gaybi'nin süt kardeşi Hami'yi de katarak Abdal Musa'nın tekkesine yollar. Isa, dergâha varır ve kapıya gelince: "Çağırın bana Abdal Musa'yı" diye gürler. Ama ne gürleme... Gürlemesinden atı ürker, İsa'yı sırtından atar ve Isa atının ayakları altında parçalanır. Teke Beyi, olaya pek sinirlenir ve bu kere ordusuyla harekete geçer. Abdal Musa'yı yakacaktır. Öbek öbek odunlar toplanır, ateşe verilir. Ab dal Musa ise, üç yüz kadar müridiyle se mah ederek gelmektedir. Bu öyle bir ge liştir ki, onlarla birlikte dağlar, ağaçlar, kayalar da beraber yürür. Dervişler bir gülbank çekip ateşe girer, ancak ateş onları yakmaz, söner. Bu olaya tanık olan Kaygusuz'un şaşkına dönmüş baba sı, Abdal Musa'nın ellerini öper ve geri döner. Kaygusuz bu dergâhta daha kırk yıl hizmet edecektir. Söylence böyle. Türlü çeşitli yorumu da var elbette. Oyunu izlerken, Sevgi Sanlı'nın "Kaygusuz Abdal" dosyasını, 2000 yılının ilk aylarından birinde, günlerden bir gün, o tarihte editörlüğünü yaptığım "Cumhuriyet Kitaplarında yayımlanması için bana bıraktığında nasıl da şıpınişi okuduğumu anımsadım. Sevgi Sanlı'nın o pek bilinen güzel Türkçe'sinden çıkan oyunu, tiyatroseverlere bir an önce su nabilmek için heyecanlanmıştım. Oyun, yanılmıyorsam Haziran 2000'de kitap olarak yayınlandı. Sattı mı, ne kadar sattı bir bilgim yok. Çünkü, o sıralarda "Cum huriyet" beni sattı. İstanbul Devlet Tiyatrosu "Kaygusuz Ab dal"! Sönmez Atasoy'un rejisiyle oynu yor. Atasoy, oyuna bir ön oyun eklemiş, hiç de fena olmamış. Yetinmemiş bir de
pe cy a
7. Sahnenin önüne yeni sahne koymuş. Metin içinde küçük sözcük değiştirmele ri de yapmış. "Mübarek" yerine "kutlu", "Şah Hazretleri" yerine "Sultanım", "Çeşnigir" yerine "Cariye" gibi... Bazı sahnelerdeki tiratları ise, koroyla bölüş türmüş. Kimi bölümleri ise "külliyen" kal dırıp atmış. Ben yönetmenin metin üze rinde oynamasına asla karşı değilim. Ama bu işlemin yazarla birlikte yapılma sının yandaşıyım. Al eline metni replik kazı, sahne tırpanla. Olmaz... Sevgi San11'yi yakalayıp, kazımalardan, tırpanlar dan haberi olup olmadığını sordum. "Şey" dedi, "yani" dedi. Anladım ki "bi haber". Bakınız, "ooo, piti biti" yönte miyle seçtiğim bir örnek vereyim: 2. Per de, 1. Sahne... Mısırlı Molla ile Kaygusuz Abdal'ın sahnesi. Kaygusuz, dillerden Türk dilini bildiğini, gün doğunca sabah oldu, dolanınca gece oldu dediklerini Molla'ya anlatıyor: "Şu ırmağın geldiği yöne yukarı, gittiği yöne aşağı deriz... Anamızın dili ile dokunmuştur ömrümü zün kilimi" diyor. Mısırlı Molla yanıtlıyor: "Ayva! Mısır tahtına Memlûklar geleli, bu sarayda geçer akçedir lisanı Turki. Velâkin Kelâmullah lisanı Arabi de nazil oldu." Metinde Kaygusuz'un devam repliği şöyle: "(Arapça inen Kuran başı mız üstüne... Gel gelelim), Tanrı buyruk larını getiren vahiy meleği daha önce de seslendi insana..." Bu repliğin parantez
içine aldığım bölümü neşter darbesi ye miş. Dahası var: Molla "Ne demek ister sin" diye sorunca, Kaygusuz ilk iki dizesi şöyle olan şiirini okuyacak: "Cebrail Adem'le Türkçe konuştu. / Türk dilin Tanrı buyurdu Cebrail / ..." Burada da ikinci dize yok edilmiş. Oldu mu ya! Sönmez Atasoy'un sahneye koyusu da iyi değil. Gerçi, çilehaneyi yerin dibinde göstermesi, Ethem Özbora'nın sahnenin ortasından akan nehir tasarımını iyi kul lanması lehine puanlar, ama Nasuh Barun'un tekdüze koreografisiyle soldan sağdan dansçıları sahneye sokup semah yaptırması oyunu kurtarmaya yetmemiş. Seyircinin oyunu okumasını zorlaştırmış. Elindeki zengin Alevi-Bektaşi kültürü malzemesini iyi yoğuramadığından, gös terimin seyirci içinde nasıl bir yol izleye ceğini de bilememiş. Ethem Özbora'nın amaca uygun göz figürlü sahne tasarı mından iyi niyetle yararlanmak istemiş, ama kalabalık sahne yönetme deneyimi olmadığından olsa gerek, trafik yoğunlu ğu yaratmış. Bütün bunların yanı sıra Önder Arık'ın ışık, Adil Arslan'ın müzik tasarımları başarılı. Ozan Çağlayan ile Carlo Domeniconi'nin özgün müzikleri ne diyecek yok. Ozan Çağlayan'ın (bağ lama ve deyiş), İlker Uçarer (perküsyon) ve Mehmet Polat'ın (ud) canlı müzikleri de pek güzel.
Oyunculardan Hanife'de Şirin Çağla Taşpınar, Hüsameddin'de Emir Tayla, Teke Beyi'nde Selçuk Kıpçak, Himmet'de Ok tay Koruna, Hami'de Burak Şentürk oyu nun düşük temposunu daha da düşürü cü nitelikte, ağır aksak ve ruhsuz bir oyun veriyorlar. Abdal Musa'da Atsız Karaduman, Kaygusuz Abdal'da Yetkin Dikinciler yaratıcı imgelemlerine karşılık düşen düşselliği iç gözleri ile görmeyi başarıyor. Hatta Sönmez Atasoy'un dı şında yapıt hakkında genel bir görüşe ulaşmış ve uzlaşmışlar dahi diyebiliriz. Oruç Abdal'da Ali Düşenkalkar iyi. Mısır Emiri'nde Umut Demirdelen, Molla'da Fikret Urucu, Mülayim'de Canberk Uçu cu canlandırdıkları karakterlerle uyum içinde, bocalamadan oynuyorlar. Hatice Aslan Kaleli ise, hem Dilgusa'yı, hem Dilrüba'yı, hem de Dilara'yı sanatçı soylulu ğunun düşünce süzgecinden geçirerek seyirciye sunuyor. Her üç karakteri de, gereksiz doğalcılığın bütün kaba çizgile rinden arındırdığı tutkularıyla veriyor. Bir anlamda Sönmez Atasoy'un yapamadı ğını yapıyor. Bakalım kimi eleştirmen geçinen abla rım, ağabeylerim, bacılarım, kardeşlerim bu oyun üstüne ne ahkam kesecek. Yaranma, yağlama duvarını bakalım bu kere en hızlı kim delecek. Kim birinci gelecek... 57
TANITIM
Baykal Saran ve Beyhan Saran İle
PALYAÇO PRENS
Atilla Gürçay Ankara Devlet Tiyatrosu'nda 22 Ocak
pe cy a
günü başlayan Turgay Yıldız'ın yazdığı, dekor kostüm tasarımını Güzin Yamaner'in, dans düzenini Nurdan Menemencioğlu'nun, müziklerini Ali Aykaç'ın, ışık tasarımını, Şükrü Kırımoğlu'nun yap tığı "Palyaço Prens" adlı çocuk oyunu nun rejisörü Eray Eserol'la yaptığımız söyleşiyi aktarıyoruz.
Palyaço Prens Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Turgay Yıldız Yöneten: Eray Eserol Sahne - Giysi Tasarımı: Güzin Yamaner Evliyaoğlu Işık Tasarımı: Şükrü Kırımoğlu Müzik Düzeni: Ali Aykaç Dans Düzeni: Nurdan Menemencioğlu Oyuncular: Elvan Eker, Mehmet Akay, Yaprak Onat Atik, Yasemin Karataş, Şeyda Akova. 58
Önce isterseniz klasik bir soru olarak başlayalım. Neden Çocuk Tiyatrosu? Madem öyle ben de klasik bir yalan söy leyerek başlayayım, çocuklar geleceğimizdir, onlara en güzel olanı vermeliyiz. Geleceğin seyircisini yetiştirmeliyiz. Aslın da bunlarda doğruluk payı olduğuna inansam da benim çocuk tiyatrosunu, seçmemdeki asıl neden her şeyin kalıpla rın dışında olmasındadır. Bildiğimiz, bi zim için sıradanlaşmış yaşam tarzlarının dışında ve ötesinde gerçekleşir çocuk ti yatrosu. Yakalaması olanaksız bir ritmi, doyulmaz bir eğlencesi vardır. Işığı deko ru, efekti son derece kışkırtıcıdır. Yöne tirken ben çok eğlenirim, oynayanların da benim kadar eğlenmesini beklerim. Bir de çocukları samimi ve içten bulu rum. Oyuna katılmakta bir çekinceleri yoktur. Televizyon seyrederken yapama dıklarını tiyatroda yaparlar. Sahnede oy nayanlara karışarak hayatın akışına karşı duruverirler. Birey olabilme noktasında bu cesareti çok yüreklendirici bulurum. "Palyaço Prens" oyununu siz mi seç tiniz. İşte klasik bir soru daha, neden "Palyaço Prens"? Oyunu ben seçtim. Bu oyun aslında bildi ğimiz "Uyuyan Prenses" masalının bir çe şitlemesi gibi. Bir kralın oğlu olur ve iyi dileklerde bulunması için perileri çağırır. Bir peri güzellik, bir peri terbiye, bir peri
de, sevgi verir. Saraya çağrılmayan cadı da gelir ve bir dilekte de o bulunur. "Bu çocuk dünyanın en komik çocuğu olsun, herkes ona gülsün" der. Başka bir kralın da bir kızı olur. Aynı şeyler onun da başı na gelir ve cadı da onun için "dünyanın en mutsuz çocuğu olsun, gülmesin hiç bir zaman" der. Biri güldüren biri de gülemeyen iki kişi vardır karşımızda. İşte ilk sorunuza verdiğim yanıt da burada devreye giriyor. Karşıtlık. Sırdaşlık. Dra matik bir durum. Ben oyunu sahneye ko yarken bu karşıtlıklar üzerine kurdum. Ne zaman sahnede bir "iyi durum" yaratsam hemen arkasından bir de kötüsü nü koydum. Tabi bunu yaparken kendim de birkaç sahne yazmak zorunda kal dım. Bu noktada oyunun yazarı sevgili Turgay Yıldız'a teşekkür borçlu olduğu mu da belirtmeliyim. Bir yaratı sürecinde özgür olunması gerektiğini bana hep o hatırlattı ve "benim yazdıklarım yola çıkış noktası, sonrası sizin ellerinizde şekil bu lacak" gibi bir yazar için söylenmesi son derece zor bir sözü söyledi. Oyununuza bakıldığında dekorun çok sade olduğunu ama ışık, efekt, müzik, dans gibi diğer anlatım öğele rinin oldukça fazla kullanıldığını gö rüyoruz. Bu gözden kaçmış bir nokta mı? Bu bilinçli bir seçim. Tıklım tıklım doldu rulmuş ormanlardan, zeytine kadar çizil miş ağaçlardan bıktım ben. Biliyor musu nuz bunlar aslında büyüklerin "büyükler için yapıp çocuklar için sandıkları" bir ti yatro. Hepimiz kendi çocukluğumuzun ne kadar da güzel olduğunu söyleriz. Gazoz kapaklarından, bezden yapılmış bebeklerimizin güzelliğinden söz ederiz. Bu sadece bizim için öyledir. Biz sanırız
a
koşmaya çalıştık. Çocukların sesine her zaman kulak verdik. Seyirci ile aramıza duvar koymadık. Ama hayatın akışına karışabilme noktasında da kışkırtıcı ol maya özen gösterdik.
cy
ki, çocuklar bir orman dekorundaki sin cap yuvasını görebilir. Oysa eğer bir ke rede seyredilip tüketilecekse, çocuk (5-7 yaş arası çocuklardan söz ediyorum) an cak durumu çözmeye çalışmaktadır. Bir de ona duygularını korku, keder, sevinç, çaresizlik gibi sonuna kadar zorlayabile ceği durumları yaratabiliyorsunuz, o za ten arkadaki dekoru görmeye kadar zor layabileceği durumları yaratabiliyorsanız, o zaten arkadaki dekoru görmeye bile zaman bulamaz. Benim oyunumuda de kor çocukların önünde ve oyuncular bu bir ev ya da bu bir koltuk demiyoruz. Biz bir şeyin üzerine oturuyoruz ve çocuklar ne isterse oturduğumuz nesne o oluyor. Hatta biraz daha ileri gidip "bu bir taş deyip, tahta bir tabureye oturuyoruz." Dekor tasarımcımız Güzin Yamaner, de ğişik mekânları tekerlekli iki metrelik ka palı arabalarla çözdü. Arabaların (Röne sans dönemi İtalyan tiyatrosundaki Carro'lar gibi) bir tarafını süsleyip saray ya pıyoruz, arka tarafını çevirip bebek yata ğı yapıyoruz. İkisini bir araya getirip sirk sahnesi yapıyoruz, birinin içine girip sirk sahibinin odası yapıyoruz. Danslarımızı devlet balesi sanatçısı Nurdan Menemencioğlu yaptı. Bu danslarda bildiğimiz figürleri hiç kullanmadık. Şarkıda "Prens büyüdü artık" denirken elimizle büyü meyi göstermiyoruz. Prens o sırada ger çekten de büyüyor. Oyunun bir de Türk çe'sine dikkat ettik. Yabancı kelimeler den arındırmaya ideal olanın peşinde
pe
Oyun anlayışınız nedir. Seyirciden ne bekliyorsunuz? Ben sahnede ne anlatıldığından çok, bu yapılanların aşağıda seyirci tarafından nasıl algılandığının peşindeyim. Ben seyirciden değil oyunculardan dramatik örgünün ilmeklerinde detaylar bek liyorum. Oyun anlayışım da bu doğrul tudadır. Ben sadece prensin sirkten ayrıl maya karar verdiği sahnede çocukların ağlayacak kadar duygulandırılmasın! is tediğimi bilirim. Sonra da oyunculardan bunu bir veda sahnesine çevirmelerini beklerim. Provalar süresince hiç sahneye çıkmadım. Tüm hareket düzenini oyun cular kendileri yarattı. Sonra da buna delice sahip çıktılar. Oyun sırasında bu hareketler değişikliğe uğrasa bile değişen şey benim yorumum değil on ların mizansenleri olacak. Yeni projeleriniz var mı? Çalıştığım bir çocuk oyunu daha var. Ama şimdilik bir hayâl. Tüm Türk yazar larının oyunlarını çok dolu buluyorum. Eskiden yazılmış oyunları bir "yeni dünya anlayışı" ile "yeniden okumayabilmeyi" dilerim. Bu söyleşi için teşekkür ederiz. ilgilendiğiniz için ben teşekkür ederim.
TANITIM
Konya Devlet Tiyatrosu'nda Bir Türkiye promiyeri
"BURADA"
a
Konya Devlet Tiyatrosu'nun ikinci tur oyunu "Burada", sıradan, güncel, yalın yaşam biçimlerinin dışında, yaşamı de ğiştirmeye ilişkin, üretime yönelik hiçbir edimi olmayan Phil ve Cath adlı evli bir çift ile benzer davranışlarda bulunmuş bir yaşlı kadının öyküsünü anlatıyor.
pe
cy
Can Girginkoç'un Türkçeye çevirdiği metnin rejisörlüğünü, Ankara Devlet Ti yatrosu'nun sanatçılarından Nurşen Gir ginkoç yapıyor. Dekorlarını Murat Gülmez'in, giysilerini Gülümser Erigür'ün gerçekleştirdiği yapımda, ışık tasarımı Kâzım Öztürk'e ait. 12 Aralık'ta Kon ya'da Türkiye prömiyerini yapan oyunun müziklerini ise, Can Girginkoç üstleniyor. Bengisu Benli ile Volkan Benli'nin rolleri ni paylaştığı piyeste, tiyatroda usta çırak ilişkisine önem veren Konya Devlet Tiyatrosu'ndan aramıza konuk olarak katılan deneyimli sanatçı Ayşe Akınsal'ı izletiyor. Michael Frayn'ın evrensel içerikli bu oyu nu, konusunun sıcaklığı ve bir evliliği irdeleyişi bakımından ilgi çekici bir metin.
Burada Tiyatro: Konya Devlet Tiyatrosu Yazan: Michael Frayn Türkçesi: Can Girginkoç Yöneten: Nurşen Girginkoç Sahne Tasarımı: Murat Gülmez Giysi Tasarımı: Gülümser Erigür Işık Tasarımı: Kâzım Öztürk Müzik Düzeni: Can Girginkoç Oyuncular: Bengisu Benli, M. Volkan Benli, Ayşe Akınsal.
Yapıtta; kadın-erkek ilişkisi, evlilik kuru mu, aile kavramı, karı, koca kimlikleri, bi reysel özgürlük, sevgi kavramı, ikili ilişki lerde yaşanan kaos, mutsuzluk, bağımlı lık, bağlılık gibi temalar konu ediliyor. Kadın-erkek arasındaki ilişkiler, varolan birlikteliklerin devamlılığı, duygu dönü şümleri, ortak paylaşımlar, kişilik çatış maları, birey olarak varolabilme, kişisel alanlara yapılan saldırıları güldürü çerçe vesinde ele alan oyunun yazarı Michael Frayn; bu piyesinde "ben", "sen" ve "biz" kavramlarını sorguluyor.
Yaşamın içinde yer alan kararsızlıkları, çelişkileri, tatmin edilemeyen egoları, nefretleri, mutlulukları kimi zaman bir kı sır döngü içinde, dile getiren Frayn, kimi zamanda açıklanabilen duyguları tek bir mekânda; küçük bir apartman dairesin de büyük heyecanlarla, duygu dönüşümleriyle seyirciye aktarmaktadır. "Burada (Here)" ilk kez 1993 yılının Ha ziran ayında Londra Donmar Warehouse Tiyatrosu'nda ünlü yönetmen Michael Blaakemore'un rejisiyle seyirci karşısına çıktığında, duygusal güldürülerden bek lemeyeceğimiz tutarlılıkta, düşünsel alt yapıya ve derinliğe sahip bir ruhsallığın ürünü olarak dikkatleri çekmiş, çağdaş tiyatronun önemli bir örneği olarak bel leklere kazınmıştı. Piyes, o günlerde, kimi eleştirmenler ta rafından karanlık bir güldürü olarak algı lanıp, Samuel Beckett'in "Godot'yu Bek lerken" adlı oyununa benzetilmiş, kimile ri tarafından ise, 'dünya tatlısı bir oyun' olarak nitelendirilip, farkı, değişik bir me tin olarak alımlanmıştı. Çevirmen Gözüyle "Burada" Oyunun çevirmeni Can Girginkoç, 90'lı yıllarda müzik eğitimi için gittiği ingilte re'de öğrenimini sürdürürken, bir yan dan da sanatın diğer disiplinleriyle, bir okuyucu, bir izleyici olarak yakınen ilgile niyordun Neden Michael Frayn, niçin bu oyun diye sorduğumuzda, bize "Oyunun Londra'daki gösterimini izlediğimde, ge rek metinden, gerekse sahneleniş ve oy nanışından çok etkilendiğimi anımsıyo rum. Salondan çıkarken, tüm seyirciler gibi bende, iyi bir oyun seyretmenin haz zı içindeydim. Birkaç gün sonra annem
pe cy a
Nurşen Girginkoç'la yaptığım telefon konuşmasında, kendisine bu oyundan ve Michael Frayn'dan söz ettim. "Bura d a s ı n yeni bir oyun olarak, Frayn'ın ise o güne kadar adını duymadığım bir ya zar olarak ilgimi çektiğini söyledim. An nem, Frayn4ın yeni bir yazar olmadığını, Türkiye'de de İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda "Oyunun Oyunu" adlı yapıtının sahnelendiğini söyleyip, seyircinin çok beğendiğini vurgulayarak, "Burada"nın da bizde oynanırsa aynı ilgiyi görebilece ğini anımsattı ve bu oyunu niçin çevir mediğimi sordu. Bende derslerden pek vaktimin olmadığını öne sürüp telefonu kapattım. Ancak, annemin üstelemeleri sonucu daha sonra masaya oturdum ve oyunu dilimize aktardım. Çevirirken de tiyatroda seyirci olarak aldığım tadı, hazzı ve yüzümdeki gülümsemeyi aynen muhafaza ettiğimi gördüm" diye yanıt veren Can Girginkoç, "Burada" üzerine şunları ekliyor:
"Yazar, oyunda bir takım duygulan uyandırıyor, anımsatıyor ama onlara as la yön vermeye çalışmıyor. İnsanlığın za man ve mekân'daki zihinsel ve ruhsal devinimlerini en küçük birim olarak aldı ğı tek oda, bir hanede iki insan arasında yaşanan günlük ilişkilerdeki durumlarını en yalın ve kök halleriyle değerlendiri yor. Ancak yargılar ve seçimler yolunda hiçbir özendirme veya önermede bulun muyor; t a k d i r i , son sözü seyirciye bırakıyor."
KİTAP TANITIM
BU AYIN TİYATRO KİTAPLARI Atay
Bulut Yayınevi, Olga Gülerci'nin "Bir Ço cuk... Bir Düş...Bir Oyun" adlı kitabını ya yımladı. 205 sayfadan oluşan kitapta 11 oyun var. Bu oyunlar, kısmen bilinen oyunlardan seçilmiş ve okullarda çocukla rın oynayabilecekleri biçimde düzenlen miş. Her oyunda, kaç yaşlarındaki çocukla ra ilişkin olduğu bilgileri verilmiş. Kitabın başında yazarın bir sunuşu ve özgeçmişi yer alıyor. Ayrıca her oyunun kaç kişiyle, nasıl sahneleceği, dekor-kostüm-ışıkla ilgili bilgiler de yer alıyor. Yetişkin oyunlarının okullarda oynatılması yerine, bu tür oyun ların düşünülmesi, bu tür yayınların çoğal ması yararlı olacaktır.
pe
cy
a
Duygu
Yazarın eğitimcilikten gelmiş olması, yıllar Bir Çocuk... Bir Düş... Bir Oyun dır okullarda drama çalışmaları yapması, Olga Gülerci çocuğu iyi tanıması, yazdığı oyunlardaki Bulut Yayınevi başarı oranını yükseltiyor. 205 sayfa Bu ay elimize fazla kitap ulaşmadı neden se. Sadece MitosBoyut'tan çıkan "Definename" ve "Kral John'' var. Sinan Bayrak tar adlı genç bir yazarın ilk oyunu olan "Definename", 104 sayfalık hacimli bir oyun. Kişiler de hayli kalabalık. Yazar, ti yatro yazarlığı bölümünde eğitim görmüş. Bu ilk oyunu da Devlet Tiyatroları ve İBŞT Edebi Kurulunda kabul görmüş. "Definename"de, Trakya'da bir kasabadaki define arayışı, açık biçimde ve eğlenceli, şarkılı, sıcak insani ilişkiler içinde komedi öğesi öne çıkarılarak yazılmış. Oyun hakkında kitabın arka kapağında Sevda Şener şunla rı yazmış:
Definnename Sinan Bayraktar MitosBoyut Yayınevi 62
"Sinan Bayraktar ilk oyunu "Definename"de alışık olduğumuz sahne tadlarından yeni bir bileşim sunuyor. Yazar, oyun kişilerinin her birini kendi huyuna suyuna, yaşına başına, kültürüne, hayat görüşüne
uygun konuşturarak, konuşmalarda şaka yı, latifeyi eksik etmeyerek bir muhabbet ortamı yaratmış. Oyunu okurken özlemini çektiğimiz insan sıcaklığı ile sarmalandığı mızı hissediyoruz". İkinci kitap Shakespeare'in "Kral John" ad lı oyunu. 110 sayfa. Çeviri yine Ali Neyzi'nin.Arka kapakta oyun için şunlar yazı yor: "Kral John, büyük usta Shakespeare'in çı raklık döneminde yazdığı bir oyun. Bu oyun ve son yayınladığımız iki oyunundan sonra (Aşkın çabası boşuna/ V.Henry) Shakespeare'in Türkiye'de yayınlanmamış oyunu kalmamaktadır. Kral John'da, 1199-1216 yılları arasında krallık yapmış olan John'un, yeğeni Arthur karşısında krallık hakkını elde etmek için verdiği mü cadele anlatılır". Ayrıca Shakespeare'in oyunda Kral John'u, Papalık ve ve Fran sa'ya karşı İngiltere'nin birliğini savunan bir kral olarak gösterdiğini de eklemeliyiz. Bu iki kitap kadar önemli bir üçüncüsü de, Mitos-Boyut'un Tiyatro Yayınları Katalogu. 417 oyun ve 48 kuramsal eserin tanıtımı var içinde. Oyun arayan topluluklar için, oyuncu kadrosu da kadın/erkek sayısı ola rak ayrıca verilmiş. Ücretsiz olan bu kitap çıkta, yayınevinin bu güne kadarki yayınla rının tümü var. Oyun dizisi, Brecht Bütün oyunları dizisi, Çocuk kitapları dizisi. Ame rikan Oyunları dizisi, Tiyatro/Kültür dizisi. Arka kapakta yayınevinin a l d ı ğ ı ödüller var. İç kapakta hangi kitapların, neden ar tık basılamayacakları anlatılmış, kitabın so nunda oyun adlarına ve oyun yazarlarına göre hazırlanmış iki ayrı fihrist var. Mitos Boyut yayınlarını izleyemeyenler için baş vuru kitabı.
TANITIM
MİKADONUN ÇÖPLERİ "Mikadonun Çöpleri" adlı oyunun oyun cusu ve Tiyatro Müdürü Tayfun Erarslan ile söyleşi...
pe
cy
a
Neden "Mikadonun Çöpleri"? Sahne için, oyuncu için yazılmış katıksız bir tiyatro yapıtı bizler için bulunmaz bir nimettir. Ayrıca yaşamı, insanı, ilişkileri toplumu kısacası içinde bulunduğumuz herşeyi akıl almaz bir duyarlıkla işleyen, sorgulayan bir oyun oluşu, yaşadığımız çağda unutmaya yüz tuttuğumuz tüm
Mikadonun Çöpleri Tiyatro: Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Yazan: Melih Cevdet Anday Yöneten: Nermin Uğur Sahne - Giysi Tasarımı: Gül Emre Işık Tasarımı: izzettin Biçer Dramaturg: Firuzan Tezcan Oyuncular: Nazan Kırılmış, Tayfun Eraslan.
değer yargılarını yüzümüze çarpışı ve bu nu dayanılmaz bir insan sıcaklığında işle yişi tercih nedenlerimizden bazıları. Ayrı ca Ayşegül Yüksel'in dediği gibi "izleyici yi bir tek sözcüğü, bir tek hareketi bile kaçırmadan izlemeye zorlayan diri, güç lü, yaman bir oyun" oluşu, 15 yıllık bir ti yatro geleneğine sahip Diyarbakır'a yakı şır diye düşündürdü bizi...
Bu oyunun sahnelenişi ile Melih Cev det Anday'ın ölümünün aynı tarihle re rastlaması tesadüf mü? Tamamıyla acı bir tesadüf. Melih Cevdet Anday'ın Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda ilk kez seyirciyle buluşacak olması bizleri heyecanlandırırken, provalarına başladıktan 15 gün sonra aldığımız ölüm haberi bizleri çok üzdü. Satır aralarında gizlenen o dolu haykırışların seslerini ararken duyduğumuz sorumluluk, büyük ustanın ölümüyle iki katına çıktı. O'nun dizelerini daha bir dikkatle, daha bir özenle söylüyoruz şimdi. Aynı zamanda Diyarbakır Devlet Tiy a t r o s u ' n u n müdürüsünüz. Hem oyunculuk, hem idare zor oluyor mu? Kendi içinde zorlukları var tabi ancak bizlerin asal işi oyunculuk. Sahnede var olabilmek her türlü zorluğun üstesinden gelebilme gücünü kazandırıyor. Birazda Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'ndan söz edebilir misiniz? Ağustos 2002'den beri Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nun idareciliğini yürütüyorum. Diyarbakır'da tiyatro yapmak ile bir baş ka büyük kentte tiyatro yapmanın farkı olmadığına inanıyoruz. Ve kentin kendi dinamizmi ile entegre olarak mes leğimizi yürütmeye çalışıyoruz. Bu sezon Tuncer Cücenoğlu'nun "Kördövüşü", Turan Oflazoğlu'nun "Gardiyan", Melih Cevdet Anday'ın "Mikadonun Çöpleri" adlı oyunları Diyarbakırlılarla buluştur duk. Şu günlerde de Hüseyin Rahmi Gür pınar'ın romanından Lale Oraloğlu'nun uyarladığı "Gulyabani" adlı oyun provada. Çevre illere turnelerimiz de düzenli olarak sürmekte.
63
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR. Tiyatro: İzmit Şehir Tiyatrosu Yazan: Vedat Türkali Yöneten: Veysel Sami Berikan Sahne-Giysi Tasarımı: Efter Tunç Işık Tasarımı: Yaşar Demirkıran Oynayanlar: Betül Çobanoğlu, Engin Benli, Meltem Özsavaş, Ufuk Aşar, ibrahim Şendoğan.
Oyunu İzmit Şehir Tiyatrosu yönetmenlerinden Veysel Sami Berikan yönetiyor. Aşk ve paranın yarattığı bir cendere içinde yaşayan beş kişi arasındaki kuşak çatışmasını anlatan oyun geçmişe, bu güne ve geleceğe perspektifli bir bakış açısı sunuyor. Vedat Türkali kendisine esin kaynağı olan gazete haberini şöyle anlatıyor: "... 62-63'lerde olmalı, gazetelerde bir haber çıktı. Gece kent içinde arama tarama yapan polis ekipleri, İnönü Stadyumu yöresinde ağaçlar arasında, onsekiz-yirmilerindeki bir çifti yakalamışlar; boyunlarında asılı bir bıçak varmış. Ankara'dan ailelerinden kaçıp geldiklerini, birbirlerini deli gibi sevdiklerini, yaşam boyu ayrılmayacaklarını, içlerinden biri aldatmaya kalkarsa, ötekinin boynunda asılı bıçağını, aldatanın yüreğine saplayacağına yemin ettiklerini söylemişler!
a
Yönetmen; "Altıdan Sonra Tiyatro'nun amacı, günümüz için de geçerliliğini koruyan Amerikan Rüyasının aslında varolmadığını ve gitmenin kalmaktan daha iyi bir çözüm sunamayacağını anlatmak ve bu ikilemi düşündüren bir yorum içinde kişi dünyasına traji-komik açıdan bakılması nı sağlamak... "diye açıklıyor. Tiyatro: Trabzon Devlet Tiyatrosu Yazan: Aleksiyev Arbuzov Çeviren: Fatuş Sevengil Yöneten: Nurşin Demir Sahne Tasarımı: Sertel Çetinel Giysi Tasarımı: Sevgi Türkay Işık Tasarımı: Zeynel Işık Oynayanlar: Şebnem Koçtepe, Durukan Ordu, Ozan Yıldırım.
pe
cy
Tiyatro: Altıdan Sonra Tiyatro Yazan: Brian Friel Çeviren: Asude Zeybek Yöneten: Bora Seçkin Oyuncular: Yiğit Sertdemir, Onur Tuna, Seda Özen Yürük, Onur Kahraman, Selin Girit Karadağ, Erkan Kortan , Gülhan Kadim, Mustafa Kolukirik.
ğu oyunda, aslında kişinin büyüyememiş, hâlâ oyuncak lara gereksinimi olan bir çocuktan farksız olduğuna ve kendi kendine yabancılaşmasına tanık olunuyor.
'Ver Elini, Yeni Dünya', irlandalı yazar Bri an Friel'in, 1964 yılında kaleme aldığı ilk oyunu... İrlanda'nın Ballybeg adlı küçük bir kasa basında yaşayan tüccar bir babanın oğlu Garreth Amerika'ya gitmeye karar verin ce geçmişini ve bugününü iç sesiyle tartış maya başlar... Annesini, doğumuyla yitiren Garreth; onun yerine koyduğu, evin hizmetçisi Madge ve anne rolünü üstlenmediği için geçmişte kalan eski sevgilisi Kate arasına sıkışıp kalmışken; yaratılmasın dan ötürü duyduğu suçluluk, güvensizlik ve başarısızlık dolu yaşamının idaresini içsesine, diğer bir deyişle, 'öteki erkeğe' bırakıyor ve hem etrafını çevreleyen 'kadın' fikriy le, hem de bu fikirden ötürü yaklaşamadığı babasıyla boğuşuyor. Bu üç kadına karşılık, diğer üç erkeğin tera zideki rolleri, Garreth'in gitmek ve kalmak arasındaki çe lişkisini iyice belirginleştirirken, kendisini elindeki oyun caklarda çözümü ararken buluyor. Baba-oğul iletişimsizliği özelinde toplumsal iletişimsizliği irdeleyen oyun, gitmek ve kalmak arasında sıkışmışlığı anlatıyor. Bu ikilemi daha da derinleştiren ve çelişkiyi netleştiren aile, çevre ve hayaller ise oyunun içerisinde hayattan çekilmiş fotoğraflar gibi an an görünüp kaybo luyor. Kişinin iç sesiyle yaptığı tartışmaların hakim oldu
İnsanın insana umudunu tazeleyen bir oyun; Söz Veriyorum. Oyunda II. Dünya Savaşı sırasında 900 gün süren Leningrad kuşatması altında üç gençarasında 1942'de başlayan dostluk ve aşk ilişkisinin 17 yıllık öyküsü anlatılıyor. Savaşın zor koşullarında sınanan, dostluk ve aşk ilişkisi anlatılırken sevginin niteliği de sorgulanıyor.
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Krek Tiyatro Topluluğu Yazan, Tasarlayan, Yöneten: Berkun Oya Müzik: Tan Tunçağ Oynayanlar: Ali Atay, Aşkın Şenol, Berkun Oya, Didem Özkan, Tan Tunçağ, Yıldıray Şahinler.
Tiyatro: Eski Tiyatro Yazan: Friedrich Dürrenmatt Çeviren: Yücel Erten Yöneten: Tarkan Çeper Sahne Tasarımı: Tuna Öztunca Işık Tasarımı: Tarkan Çeper Müzik Danışmanı: Fatih Rağbet Oyuncular: ismail Karagöz, Gökhan Bulut, Tarkan Çeper, Abdullah Alparslan, Zeynep Karaman, Serhat Kurtay, Azer Erdem, Mehmet Öge.
pe
cy a
İstanbul'un yeni tiyatrosu ESKİTİYATRO 2002-2003 tiyatro sezonunu Friedrich Dürrenmatt'ın "Uyarca" adlı oyunuyla açıyor.. 1980'den beri, kesintisiz olarak faaliyetlerini sürdüren bir topluluk olan Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi'nin, şehrin merkezinde örgütlenmiş bir özel tiyatro projesi olan topluluk, Sarıyer'de son üç sezondur, "proje oyunları" kapsamında, Tarkan Çeper yönetiminde, George Tabori'den "Kavgam", Harold Pinter'den "Gitgel Dolap", Tom Stoppard'dan "Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler" adlı oyunları sahneye çıkarmıştı. Bu kapsamda, daha çok şimdiye dek sahneye çok fazla taşınmamış oyun metinlerini tercih eden topluluk, "Kavgam" oyununun Türkiye prömiyerini ve "Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler"in Türkiye'deki ikinci gösterimini gerçekleştirmişti. Tarkan Çeper'in yönetiminde bu sezon sahneye taşınan "Uyarca" (Der Mitmacher) adlı metin, Friedrich Dürrenatt'ın Türkiye'de çok fazla değerlendirilmemiş bir oyunuydu. İlk olarak 1992-1993 sezonunda, Yücel Erten'in çevirisi ve Şakir Gürzumar'ın rejisiyle, Ankara Devlet Tiyatroları yapımı olarak sahneye taşınan metin, o tarihten beri, sahnelerde görünmemişti. ESKİTİYATRO tarafından, 3 aylık bir çalışmayla sahneye taşınan "Uyarca" oyunu, Dürrenmatt'ın dünyayı karanlık bir bakış açısıyla yorumlayan tarzıyla, genel olarak "iktidar" izleği altında özetlenebilecek, silahlı güç-bilim-para gibi kavramların birbirine çarpıştırılmasıyla ilerler. Hiç bitmeyecek gibi görünen bir ekonomik krizin hüküm sürdüğü "hayali" bir ülkede geçen oyun, krizden sonra işsiz kalmış eski bir bilim adamının, bir suç örgütüyle birlikte çalışmaya başlamasıyla birlikte başından geçenleri konu edinir. Bu eksende ilerleyerek, "sistem"in içinde ya da dışında olmanın hangi bedellere mâl olduğunu tartışan oyun, sisteme uyup, uymamak seçimini ve bu seçimin ne derece mümkün olduğunu tartışmaya açar.
"inanmak için inanacağınız şeyin gerçek olması gerekmez, inandırıcı olması yeterlidir." Oyundan alıntı olan bu cümle, "Op'la Zo'nun Dramı"nı da belki en iyi tanımlayan cümle. Babalarının vasiyetini yerine getirmek üzere kutsal bir yolculuğa çıkan iki kardeşin, kendilerini tanımlanamaz alemlerde, gerçeği ve ötesini sorgularken buluşlarını öyküleyen bir oyun.
Dürrenmatt'ın oyunda ironik olarak kullandığı "Hollywood Polisiye Film Kurgusu", aynı zamanda, seyir heyecanını üst düzeyde tutan bir öge oluyor. ESKİTİYATRO'nun çalışmasında, bu teknik, reji yaklaşımı olarak vurgulanmaya çalışılmış, izleyicilerin tamamen teatral yöntemlerle sinemasal bir haz almaları hedeflenmiştir. Ocak ayından itibaren, her Çarşamba saat 20:00'de Maya Sanat Sahnesi'nde sergilenecektir.
Yöntmen: Oyunu; "Oyun boyunca, başlayan, gelişen ve son bulan bu öykünün içindesiniz. Ancak bir süre sonra izleyici olarak anlatılan öykünün dışına taşarak, kıvrak dil kullanımı, alışılmadık bir sahneleme ve metne hizmet eden farklı bir oyunculuk anlayışı eşliğinde yeni ve beklenmedik bir yolculuğa çıkıyorsunuz." diye anlatıyor.
pe cy a
cy
pe a
a cy
ÜKÜS HAYAT
pe
"Lüküs Hayat'tan vazgeçemiyoruz!..
Çok az oyun "Lüküs Hayat" kadar sevildi.. Yıllar öncesinin bir sevdasıydı belki Lüküs Hayat. Zaman geçti; oyuncular değişti; biz değiştik ama, Lüküs Hayat sahnedeki ve yaşamdaki varlığını sürdürdü. Taşralı yanımızı ıskalamadığı için sevdik belki onu; belki de batılı düşlerimizi açığa vurduğu için!.. İmkansız aşklara yazgılı oluşumuzdu belki de, Rıza ile Zeynep'in aşklarına tutunmamız. Çarıklı, ekmek karneli, tuzun katık edildiği, erkek kadın cepheye taşındığımız günlerden bugüne dek süren bir "rahat hayat" düşünün peşinde on dokuz yıldır "Lüküs Hayatla buluşuyoruz. Enflasyonun, gelir dengesizliğinin, açlığın çarklarının işlediği günümüzde, "Lüküs Hayat" düşümüz sürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 19. yılında yoğun ilgisiyle karşılaşan Ekrem Reşit Rey'in yazdığı, Cemal Reşit Rey'in müziklerini bestelediği ve Haldun Dormen'in yönettiği "Lüküs Hayat'ı, Şubat ayında da seyirciyle buluşturuyor. Nice 19. yıllara, Lüküs Hayat!..
a cy
avaş Karşıtı" oyunlar
pe
Bir savaşın tedirginliğinde yine aynı şeyleri düşünüyoruz: "Savaşa Hayır". İstiyoruz ki, masum insanlar ölmesin, tarihin kanlı sayfaları bir kez daha açılmasın önümüze!.. İstiyoruz ki, bir kez daha çekilmesin dünya dinamitinin pimi!.. İstiyoruz ki, bir ses olalım ve çınlayalım gökyüzünde, "BARIŞ" diye... Gelin, tiyatro sahnesinde buluşalım!.. Ve, "Savaş"ın kanlı yüzüne "Barış" nağmeleriyle haykıralım. İkinci Dünya Savaşı'nda bir "Schweyk" olalım. Ve Hitler zulmü karşısında insan zekasının kıvraklığını, alaycılığını keşfedelim. Aynı savaşta, sattığı hatalı uçakta oğlunu kaybeden bir babanın, Joe Keller'in dramını paylaşalım. Savaşın çirkin yüzüne, cepheden bakalım bir kez ve son bir kez daha bakalım, silah tüccarlarının, savaş goygoycularının güzüyle!.. Ve dönelim yeniden, yenilenmiş olarak dönelim savaş tehdidinin boğduğu yaşamlarımıza... Gelin savaşa karşı, tiyatroda buluşalım...
cy a
EKİZ KADIN
pe
Her gün yaşam için alınan bir provadır; peki ölümün provasını yapan var mı? Ölüm de prova edilebilir elbette!.. Yalancı bir dünyadan bunalmış ve yaşamın kıyısına dayanmış bir adam, ölümün provasını yapmak ister. Oysa, yalan kadar gerçekler de kör edicidir. Sıradan fakat varlıklı bir taşra evinde, üst katta ölüme uyumuş bir adam ve etrafında suçluluk psikolojisiyle ön yargıları bilenen karısı, kız kardeşi, kayınvalidesi, baldızı ve hizmetçilerinden oluşan bir kadınlar topluluğu... Ve aile ilişkilerine sızan hırs, açgözlülük, yalan ve gizlenen gerçekler!.. "Sekiz Kadın", herkesin içinde varolabilecek "gizli katil"i sorgularken; gülümsetmeyi de ihmal etmiyor. Gündelik ilişkilerin çarpıklığından, ölümcül gerçeklere yol almak; suçluluk psikolojisinin bir eve hapsettiği "Sekiz Kadın'la birlikte güldüğümüz şeyleri birlikte sorgulamak isterseniz, kaçırmayın!..
Türkcesi: Coşkun TUNÇTAN Yöneten: Nedret DENİZHAN Dekor: Atıl YALKUT Kostüm: Canan GÖKNİL Işık: Vahit GEYİK Efekt: Ersin AŞAR Perihan SAVAŞ Esin UMULU K. Tanju TUNCEL Şebnem KÖSTEM Rozet HUBES Demet BOZYAKA Ayşegül İŞSEVER Selin ÎSCÂN
pe cy a
a
cy
pe
a
pe cy
pe a
cy
pe cy a
pe cy a
Tiyatro... Tiyatro... Merhaba Yaşadığımız bu savaş dolu sıkıntılı günlerde yeni bir dergi çıkarmanın psikolojik güçlüklerini, • savaşlara savaşanlara, savaşçı çıkartanlara savaşa karşı çıkmayanlara en anlamlı ve etkili yanıtın sanatla verilebileceğinin bilinci ile aşıyoruz. Dergiyi ilk belirlediğimizde kapağı Muhsin Ertuğrul Hoca'nın 99. yaş gününe ayırmayı düşünmüştük. Fakat gelişen olaylar tiyatrocuların savaşa karşı yaklaşımını kapik yapmayı zorunlu kıldı. Muhsin Hoca bizi değil, savaş çığlıkları atanları bağışlasın. .Evet, "merhaba" diyerek söze burada baş Elinizdeki dergi sizlere ücretsiz olarak ulaşıyor ve öyle de olmaya devam edecek. Bu dergi, TİYAP (Özel Tiyatro Yapımcılar Derneğî)'ın, yani tüm özel tiyatroların katkılarıyla çıkmıştır. Yaşadıkları güç ' koşullarda coşkuyla ve özveriyle dergiye sahip çıkan bu insanlara • • sizin adınıza teşekkür etmek zorundayım.
a
pe cy
Sahibi: Boyut Yayınevi Tic. ve San.Ltd.Şti. Adına T.Yılmaz ÖĞÜT Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mustafa DEMİRKANLI Danışma Kurulu: • Orhan ALKAYA • Rutkay AZİZ • Tuncer CÜCENOĞLU • Fikret İLKÎZ • Yılmaz ONAY • Işık YENERSU Ankara Temsilcisi: Koray ERGUN Reklam ve Halkla İlişkiler: Kemal DEMİRKANLI • Zeynep ÜSKÜL Bu Sayıda Katkısı Olanlar: • Ufuk AKBAHARER • Hicran AYGÜN • Metin BALAY • Ataol BEHRAMOĞLU • Güzin ÇORAĞAN • Ferda ERDOĞAN • Özlem ÖĞÜT • Halil SEVER • TİYAP • Elvan USTA • Ali UYANDIRAN Adres: Oba Sok. No:9/l Cihangir-İstanbul Tel: (9-1) 149 87 37-38 Fax:(9-1) 149 02 18 Ankara Büro: Ihlamur Sok No:7 Yenişehir Tel: (9-4) 125 02 56 Dizgi: Boyut Dizgi Ünitesi • 149 87 37 Linotype Çıkış: Çağdaş • 517 63 65 Ofset Hazırlık: Bassan A.Ş. 528 15 90-91 Basıldığı Yer: Son Havadis Basım Yayın A.Ş.« 575 35 60
Dergimiz şimdilik 32 sayfa kendinden kapaklı. çıkıyoruz fakat önümüzdeki aylarda daha kalın. kuşe kapak, belki de birinci hamur Amaçlıyoruz, umut ediyoruz... Bu sayıda yer veremdiğimiz ama diğer tüm sayılarda çok, hem de çok önemle üzerinde duracağımız Çocuk Tiyatroları sayfalarımız olacak. Tüm çocuk izleyicilerimizden özür dileriz. Dergiyi hazırlarken oyunları tanıtmayı ilke. olarak aldık. Tanıtımları da, o ay yeni sahnelenen oyunlardan başlayarak eski oyunlara doğru bir seyir izlemeyi hedefledik. Tiyatrolar ve Bölgesel Tiyatrolar; yeni sayılarımızda onlara da yer vereceğiz. Bu konudaki sıkıntımız onlara ulaşamamak .. Onların bize ulaşacağını umut ediyoruz ki... Ve daha o kadar çok şey umut ediyoruz ki.. Yeni sayılarda görüşmek dileğiyle
Mustafa Demirkanlı
NOSTALJİ.
ABD'nin Irak'a Saldırıyla, Saldırma Hazırlığı Arasında Geçen Zaman
TİYATRO... TİYATRO... 13 YAŞINDA Mustafa
Demirkanlı
cy a
"Merhaba Yaşadığımız bu savaş dolu sıkıntılı günler de yeni bir dergi çıkarmanın psikolojik güçlüklerini, savaşlara, savaşanlara, savaşa karşı çıkmayanlara en anlamlı ve etkili yanıtın sanatla verilebileceğinin bilinci ile aşıyoruz."
pe
Diyerek başlamışız birinci sayımıza, 1991 yılında. Yıl 2003, yukarıdaki satırlar bu sa yının da ilk satırları olabilir. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, ülkenin aynı sıkıntılı dönemi bir kere daha yaşaması bir kader değil, olsa olsa teslimiyetin simgesi olabilir. O gün bir koyup üç alacaktık, alamadığı mız gibi cepten de verdik. Bugün, artık ve recek birşeyimiz kalmamasına rağmen, yi ne ABD'nin kuklası gibi ne yapacağını bile mez bir halde dolandırılıp duruyoruz ülkeyi yönetme iddiasında olanlar tarafından. Ve biz, bu sıkıntılı, çözümsüz gibi görünen günlerin yine sanatla aşılacağına inanıyo ruz. 100'ler Meclisi toplandı, sanatçı du yarlılığını dile getirdiler, bu sayımızın "Editörden"ini 100'ler Meclisi'ne bıraktık. Sa vaşa en anlamlı yanıt orada. Yılmaz Öğüt ve Rutkay ile birlikte çıktığı mız yolu, Rutkay bakın nasıl anımsıyor: "Elinizdeki bu dergi, Cihangir'de Oba Sokak'ta bir akşamüstü çocuksu bir heyecan la gündeme geldi. "Olmazsa olmaz" diyerek ansızın alınan karar ve gözüpek bir atılışla. Yılmaz Öğüt'le birlikte ölümsüz ustamız Mengü Ertel'in ilk sayı çalışması için onun ustalık ve tiyatro sevdasına koşuşturmamızı, son ra her birimizin alkışlarıyla, neden olması nı anımsıyorum. O günleri gün geçtikçe öz lemek, tarifsiz bir hasrete dönüştü. İnsanoğlunun vazgeçilmez, kimilerine göre
müzelik ya da ölümcül görmeye çabaladığı tiyatro, insanımızın en eski ama her daim yeni tiyatro denilen ana, belki de tüm sa natların en doğurganı olarak hep yeni bir genç kız olarak bugün de esip durduğuna inanıyorum. Tiyatro, bir yaşamın katıksız, çıkarsız sevgisi ve de günü geldiğinde her türlü barbarca yaklaşımlara karşı insanlı ğın yarınlara yönelik umudu, kendini ey lemlerden yoksun etmeksizin itici gücü ve günaydını olmuş, soylu bir sanattır. Sizler, dünden bugüne, bu soylu sanatın dergisini yaşatma yolunda tüm arkadaşlar la yoğun bir özveriyle ayakta kalmanın, biz de varız demenin onurlu kavgasını ve riyorsunuz. Yaşanılan bu derinlemesine kirlilikte gelecekteki tiyatro yaşamımız adı na çıkarsız, lekesiz, hesapsız, temiz sayfa larla tiyatromuzun sorgulanmasına katkı sağlamanızı dilerim. Sevgili Mustafa Demirkanlı, bu dileğim, inanıyorum ki, dergimizin tüm yaratıcı ve çalışanlarının vazgeçilmez ve tartışmasız dileğidir, inanıyorum. Türkiye Tiyatrosu di yerek, ki özellikle altını çizerek, bu doğrul tuda emek veren tiyatronun tüm yaratıcı larını, Türkiyemizin tüm sınırlarında ve dı şındaki çalışanlarını bu anlamlı yolculukta içtenlikle kucaklıyorum. Hele hele bugün lerde... savaşın çığlıkları her bir gün daha da azgınlaşırken, dilerim Türkiye Tiyatrosu sahneleri, barışa ışıklar yakar ama barışa perde kapatmaz. En içten dostluklarımla." "Yılmaz Öğüt'te neler var, o günlerden ka lan?" derseniz: "Savaş 12 Yıl Sonra Gene Sahnede" Ocak 1991'de dergiyi çıkarmaya karar ver dikten bir hafta kadar sonra Birinci Körfez Savaşı başlamıştı. İlk sayının kapağının ta sarımında öncelikle aklımıza savaş konusu gelmiş ve kapağı ona göre düzenlemiş ve bu doğrultuda kapağa Brecht'in "Savaş is tiyoruz / İlk önce vuruldu. Bunu yazan.
dizelerini de koymuştuk; bu kapak resmi ve dizeler, birtakım tiyatrocular tarafından eleştirildi. Hatta o zaman ücretsiz da ğıttığımız dergiyi sırf bu nedenle kendi tiyatrolarında dağıttırtmayanlar oldu. Şimdi 12 yıl sonra bu dizeleri tiyatro sahnesinde. Dostlar Tiyatrosu'nun yeni oyunu "Yaşasın Savaş"ın 24 Ocak 2003 günkü galasında usta oyuncumuz Zeliha Berksoy'un ağzından dinle yince, bu konuda haklı çıkmış olmaktan hiç sevinemedim." Savaş çığlıklarının arasında başlamış bir dergi serüveni de bun ca yıldır kendi savaşını aralıksız sürdürdü, durdu. Neler yaşama dık ki? Eleştirdiğimiz tiyatro insanlarının küskünlükleri, kendile rine az yer verdiğimizi düşünüp darılanlar, ilk sayımızın Danış ma Kurulu'nda yer alıp da sonradan Dergi'ye hasım olup dava açan yazarlar, "intihal" iddialarına sessiz kalan yazar örgütleri ve daha neler neler... Dile kolay, dolu dolu 12 yıl, 127 sayı.
pe cy
a
Bunca didişmenin arasında sürekli didiştiğim biri var ki, ilk gün den bugüne kadar her zaman benim ve Tiyatro... Tiyat ro...'nun yanıbaşında olmuştur. Didişiriz, çünkü haklıdır, bunca emeğin sonunda çıkan ürün hep hatalı olur, haklıd.ır çünkü dergi daha geniş bir dağıtıma sahip değildir, didişiriz çünkü haklıyımdır her zaman yazısını son dakikadan sonraki dakika larda ulaştırır ve ben ya film çıkış atölyesinde ya da matbaada burnumdan solurken yazı elime tutuşturulur. Çocuksu heyeca nını hiçbir zaman yitirmemiş, duygusallığını kaybetmeyen ama duygu yüklü aklını hep ön planda tutabilen sevgili dostum Or han Alkaya ile dergicilik maceramıza çok daha önceleri De mokrat Dergisi Yayın Kurulu üyesi olarak başlamıştık. Orhan o gün ne ise bugün de aynıdır, coşkuları, kaygıları ve umutları açısından. Tiyatro... Tiyatro...'nun ilk künyesinden bugüne ka lan iki isim olarak didişmek de bizim hakkımızdır diye düşünü yorum.
"Aferin bize! On üç yılı da geçiyor elbette, bir tiyatro dergisinin hazırlıkları için Oba Sokak Numara 9/1'deki ofiste ilk kez toplanışımız. Yıl maz Öğüt, Demirkanlı, Rutkay, Fikret, Tuncer, Işık, Yılmaz Onay... Heyecanlı, zevkli günlerdi. İşin keyfi ile işe ekstra keyif katma bilgisi bir arada yürüyordu. Toplantılarımızı seviyorduk o günlerde.
Baba Bush'un temsil ettiği saldırgan ABD'nin, Ortadoğu pet rollerini kendi hegamonya sahasına tümüyle dahil etme girişi mini yansıtan Birinci Körfez Krizi'nin yakıcı günlerinde çıkar mıştık ilk sayımızı. Nûr içinde yatsın Mengü Ertel Usta'nın ha zırladığı ilk kapağımız, savaşa ve savaş kültürüne karşı barış talebimizi yansıtıyordu.
Bugün, ABD saldırganlığının, bu kez oğul Bush temsilciliğinde bölgemizi savaş alanına çevirme girişiminin en kritik günlerin de, on üçüncü yaşımızı kutlayacağız. Tıpkı o kuruluş günlerimizdeki gibi, bütün gücümüzle, ülkemizdeki ve bütün dün yadaki barışçılarla bir arada, bu önceden bildirilmiş cinayet gi rişimine karşı sesimizi yükselttiğimiz bir aralıkta, mütevazı da olsa bir kutlama yapacağız elbette. Bu dergi artık tiyatro tarihi içinde değerlendirilecek bir olgun luğa erişti. Nasıl bir dergi olduğu da, o mecrada değerlendiriip yerli yerine oturtulacaktır kuşkusuz. Bana sorarssanız, on "ç yılın sonunda, bir ortalama almak gerekirse, harika bir deri olduğumuz söylenemez. Yaygın dönemlerimiz oldu, handiye içe kapandığımız dönemlerimiz de... Dünyadan hiza istikaet alarak söylüyorum, müthiş sayılarımız oldu, taşra dergicili"i sınırlarında durduğumuz sayılarımız da... edir, bu dalgalanmaların arasında, değişmeyen tek -ve dra-
matik- gerçek, o gün bugün düzenli yayımlanan "tek" tiyatro dergisi olduğumuz. Neye yormalı boşveriyorum, ama şu kadarı nı çıtlatayım: Bu durumu, yurdum tiyatrocusu açısından pek de hayra yormuyorum. Şimdilerde, Ahmet, Ali, Demirkanlı, Üstün bir de bendeniz ay da bir iki kez toplanıyoruz. Duygu da katılıyor aralarda. Unut madan, Erkut'cuğumuz da aslanlar gibi duruyor. Delikanlılığa yeni adım atmıştı, şimdi orta yaş eşiğinde, o başka. On üç yılı da geçiyor elbette, aferin bize. "Biz"i kutluyorum." Derginin ilk günlerinde benim bir oğlum vardı, 3 yaşındaydı, Orhan daha baba olmamıştı. Bugün bir oğlum daha var, şimdi 6 yaşında, Melih. Orhan'ın da bir kızı var, Asude. Şirin mi şirin, dilli mi dilli, güzel mi güzel. Bunca kader birliği, bunca paylaşı mı perçinleyelim, gel şu çocuklara 'beşik kertmesi' yapalım de dikçe, bozuluyor. Sanki kötü birşey söylüyorum. Neyse, bakalım zaman ne gösterecek? Hazır Orhan'dan laf açılmışken, Ahmet Levendoğlu'nun hatırla dıklarına bakalım:
Birinci sayımızın Danışma Kurulu'nda yer alan üç isim Fikret İl kiz, Işık Yenersu, Tuncer Cücenoğlu'ndan bir iki paragraflık ya nıt alamadık. Işık'a ulaşamadım. Telesekreterine not bıraktım bir iki kere ama sanırım eline geçmedi. Fikret ilkiz, taa Cumhu riyet günlerimden birlikte olduğumuz, ilk avukatım, sevgili dos tum, ama tembel mi tembel, dün akşam son kez aradığımda bir iki saatte elinde olur demişti ama mail box'ım hâlâ boş. Tun cer Cücenoğlu'nu ben aramadım, o bizimle hasım ya. Ama, Yıl maz Öğüt'ten rica ettim, "Kıyasıya eleştirme hakkı da var, iste diğini yazabilir." notunu da ekleyerek. Ses çıkmadı.
pe cy a
"Dergimizde yaklaşık altı buçuk yıldır yazı yazıyorum, iki bu çuk yıldan beri de Yayın Kurulu'ndayım. Yazı bir uzaktan katı lım biçimi olduğundan, dergiyle bağlantılı "anılarım", paylaşı ma dayalı olan Yayın Kurulu sürecine ilişkin. Bunun özü de, do ğal ki, toplantılar... kimi zaman ölçülü geçen, kimi zaman ateşli tartışmalara varan, kimi zaman -gündemi nedeniyle- sıkıntılı, kimi zaman neşeli, coşkulu toplantılar...
geciktirmemiş, geciktirenlere kızmış, hep ciddi olmuş, ciddiyet sizliğe kızmış, hep sevmiş, sevmeyenlere kızmıştır. Hiç üşen mez, hiçbir zaman boşvermez. Örneğin, bu sayımızdaki yuvar lak masa toplantısının bant çözümlerinden sonra, faksladığım metni (Ahmet Bey hâlâ bilgisayar kullanmaz, internet ile tanış mamak için direnir, direnmesinin nedeni, sanırım, daktilosu ile çok uzun yıllara dayanan dostluğunu terk edememesi.) gözden geçirmiş, telefonla aktarırsa yanlışlıklar olabileceğini düşünüp, üşenmeden, Bebek'ten Beşiktaş'a gelmeyi bile göze alabilmiş tir, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura rağmen. Her şeyin mükemmel olmasını ister, herşeyi mükemmel yapar ama önem li bir kusuru Fenerbahçeli olmaktır. Sanırım, henüz algılama ya şına ulaşmadan, çok küçük bir çocukken kandırılmış olsa gerek. Aslında, işlerinin yoğunluğundan bir sıyrılıp, olaya aklı ile bakabilse, en kısa sürede Galatasaray saflarında yerini alır. Orhan'a danışmadan onun adına da konuşabileceğim için, ikimiz tüm masraflarını karşılayıp Şampiyon Kulüpler finaline götürmeyi ta ahhüt ediyoruz. Bakalım doğru yolu ne zaman bulacak sevgili Ahmet Levendoğlu?
Başlarda, varlıklarıyla havamıza hoşluk, incelik katan "karşı cinsten" üç üyemiz varken onları tek tek kuruldan yitirmekle, erkek erkeğe kalışımız. (O zaman dörttük, şimdi beş erkek ol duk)...
Baştan bu yana, belirlenen saatte toplanma gereğini aksatma dan yerine getiren yalnızca iki işgüzar üyenin (Mustafa Demir kanlı, Ahmet Levendoğlu) bulunuşu... (Toplantıya katılma, vak tinde gelme, sonuna dek dayanma gibi zorlamalara karşı koy mada sürekli başarı gösteren üyemizin Orhan Alkaya olduğunu da burada teslim etmeliyim)... Vaktinde toplantı yerinde bulunma işgüzarlığıyla yetinmeyen Ahmet Levendoğlu ile Mustafa Demirkanlı'nın, bitiminden son ra da en azından iki saatlik "cabadan toplantı" yaparak -asıl toplantının bir noktasında başlamış olan- ucuz viski servisinin tam anlamıyla hakkından gelişleri... (Bu süreçte de Türkiye'nin siyaseti, kültürü, tiyatrosu, medyası üzerine okkalı atıp tutma lar olduğunu belirtmeliyim)...
Sibel Arslan Yeşilay'ı toplantılara getirip, bitimine dek bekle yen eşinin kimi kez odada kalıp bizleri dinlerken, Cim-bom'un Avrupa maçları olduğunda ise yan odada, derginin yardımcıları gençlerle birlikte maç izlemesi. Bunun kaçınılmaz sonucu ola rak da, Cim-bom'luluğu şairliğinin, tiyatroculuğunun, dergicili ğinin toplamının önünde giden Orhan Alkaya'nın, yan odadan bağırmalar gelmesiyle, etmekte olduğu sözü ağzında bırakıp yerinden fırlayarak ekran başına koşturması ve bir on beş daki ka dönmemesi... Toplantılar sürecinin bellekte süzülüp tortu/aşanları böylesi önemsiz, çocuksu şeyler, işte... "Çocuk" dedim de, tiyatrocu için her yeni oyun nasıl bir "çocuk" ise, bu işte de her sayı bir "çocuk" gibi; bin bir kıvranışla doğurtulan, sonra "gündem" yaşamını bir aylık kısa sürede tamamlayıp, "tarih" yaşamını sürdüreceği raflara yerleşen..." Ahmet Bey, her zaman hepimizi korkutmuştur. Toplantılara hep dakikasında gelmiş, gelmeyenlere kızmış, yazısını bir saniye 4
Ama, ilk sayımızda yer alan Yılmaz Onay, ilk yanıtı veren oldu: "Nereden Nereye?
Tiyatro... Tiyatro..." dergisinin serüveni bana nedense ülkemiz deki tiyatro sanatının genel durumunu anımsatır. Tiyatro için "sanatın en yumuşak karnı" derim hep. Ancak ve yalnızca canlı seyirci ile canlı oyuncunun karşı karşıya gelmesi ile oluşabilen bu sanat, tüm atfedilemez gücünü de, tüm zayıflıklarını ve ya ratıcı çelişkisini de bu niteliğiyle kendi karnında taşımakta. Ama işte kendisi gereksizleşmiş, biri çıkıp "tiyatronun gereği yok artık", diyebiliyor ve nedense tiyatro ortamımız bile bu il kel mahalle dedikodusunu neredeyse tiyatro sanatının kendi sinden daha çok önemseyebiliyor. Benzer biçimde "Tiyatro... Ti yatro..." dergisi için de, neye mal olursa olsun ayakta tutma ça balarına karşın sırf bazı kaçınılmaz arızalara bakıp "ne gereği var" dendiği oldu zaman zaman. Salt "tanıtma" amaçlı olarak ilk çıkışından bu yana derginin geçirdiği evreleri anımsıyorum. Her şey bir yana, şu kadar kısa süre içinde kaç adres değiştir mek zorunda kaldığını düşünüyorum örneğin ve diyorum ki: Ti yatro sanatı nasıl postmodern polis kafalı birileri istemese de insanlıkla birlikte gücünü artırarak yaşıyor ve yaşayacaksa, bu sanatın dergisi de organik bir bileşen olarak gerekli ve hatta zorunlu işte. Dergisiz tiyatro olmaz. Dergi nasıl tiyatro ile geli şecekse, tiyatro da dergi ile gelişecek..." Yılmaz Onayla ilk karşılaşmamızdan bıyıkları, deri ceketi ve pi posu kaldı aklımda. Pipo içiyor mu hâlâ farkında değilim ama Yılmaz Onay yine o Yılmaz Onay. İlkelerini bırakmayan, okuma-ı yi kesmeyip artıran, üretmek denince yerinden zıplayan, bitmek bilmez enerjisi içindeki delikanlı. Artık, emekli oldu, meslekten değil tabii, memuriyetten. Zamanı biraz daha kendisine kaldı, AST'daki oyunu çıkarıp, İstanbul'a döndükten sonra Tiyatro... Tiyatro...'ya daha fazla zaman ayıracağı sözünü vermişti gali-
ba? Benim aklımda böyle kalmış. Zaman zaman çeviriler yapıp, özgün düşüncelerini derleyip sizlerle paylaşacak. Bunu bu biçi miyle konuşmadıysak bile -ki ben konuştuk diye anımsıyorumböyle söyleyeceğini biliyorum, uzatmayalım da böyle söylemiş, söz vermiş olsun. "Günümüzde, bu ülkede bir özel tiyatroyu sürdürmenin inanıl maz bir mucize olduğunu düşünürüm hep, ama bir tiyatro der gisini 13 yıl boyunca sürdürmeye çalışmak daha büyük bir çıl gınlık galiba. Ama iyi ki iflah olmaz çılgınlar var bu ülkede. Özellikle ilk yıllarında çalışmalarına katkıda bulunmuş olmak tan onur duyduğum Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne nice başarı lı yıllar diliyorum. Genco" Genco Erkal, aramıza ikinci sayıdan itibaren katılmıştı. Hep zamanıda gelir, aynı koltuğa oturur, dinler ve yeri geldiğinde ağır ağır konuşur, bize yeni bir pencere açardı. Bugün de böyle, bu sayımızda okuyacağınız tartışmada da aynı performansını ser giledi. Kapağı Genco'ya ayırdık, eski Danışma Kurulu üyemiz olduğu için değil, bugünü en iyi anlatan duruşu için.
a
Bugüne değin neler yaşadığımızı bilenlerdendir. İki savaş ara sındaki sürede yaşadığımız ekonomik yıkıntının ve biriken borçarın Tiyatro... Tiyatro...'yu ne denli açmazlara sürüklediğinin Dİlinci içinde, "Biraz azaltsak şu borçları, örneğin senin rejinle sahnelenen 'Nâzım'a Armağan'ı Tiyatro... Tiyatro... için tekrar sahneler misiniz?" dediğimde bir dakika bile düşünmeden, 'İKSV izin verirse, biz seve seve oynarız." deyiverdi. Bakalım, sevgili Dikmen Vakıf yönetimini ikna edebilecek mi?
pe cy
"O kadar çok şey geliyor ki aklıma Tiyatro Dergisi'ndeki yılla•ımı düşününce... Az bir zaman değil beş yıl... Çok şey paylaş tık Cihangir'deki o güzel apartıman katında. Bunların başında abii ki Mustafa Demirkanlı ve kimi zaman da Erkut Arıburnu le derginin çıkışına ramak kala birlikte geçirdiğimiz uzun ge mleri düşünüyorum. Neden mi? Çünkü, değişmez bir kural olaak ben her şey tamamlandıktan sonra, son dakikada kafaya lir şey takmış ve her neredeysem fırlayıp dergiye koşmuşumiur. Titizim ya! Her şey olabildiğince çok iyi olacak derdinde'im ya! O son dakika gerilimini yaşamadan ve yaşatmadan şim rast gitmezdi! Şimdi gülümsiyerek düşünüyorum o panikli \eceleri. Eminim Mustafa da ve makinenin başında sabırla tekleyen Erkut da gülümsüyordur. Küçük bir sır; şimdi üniveritede hakemli bir dergi çıkartıyoruz ve ben yine aynı Dikme dim! ir de matbaadan yeni gelmiş derginin o kendine özgü kokuunu unutamıyorum. Ayrı bir zevkle çevirirdim sayfaları tek
'ikımen Gürün, aramıza önce Danışma Kurulu üyesi olarak ka ldı. Dergi, bir dönemi tamamlamış, artık kabuğunu değiştirlek zorundaydı. Tanıtım dergisi olmaktan çıkıp, eleştiri, inceleıe yazılarına da yer vererek yeni bir döneme adım atmalıydı, urul'un verdiği karar buydu. Peki, Yayın Yönetmenliği'ni kim stlensin sorusuna hemen hemen tüm üyeler aynı yanıtı verdi: u işi en iyi Dikmen yapar. Ben de itirazsız kabul ettim. Sevgili Tire Koyuncuoğlu'nu da Yayın Koordinatörü olarak aramıza ip yeni bir denize yelken açtık. Açtık açmasına da ben neresn bileyim Dikmen'in yukarıda anlattığı titizliğini, insan buün yazacağına o gün söylerdi. Aman allahım, herşey bitmiş, ergi matbaaya gidecek, Dikmen'den bir telefon, 'Aman deryi göndermeyin, ben yazımı değiştireceğim.' Haydaa! El ahkûm bekliyoruz tabii. Dergi baskıya gidecek, bir iki yazıyı cuyamamış, kar, fırtına dışarı adım atmak mümkün değil, oh,
Dikmen evden çıkamaz, yırttık, derken, bir bakıyorsunuz, kar dan adama dönmüş biri kapıdan giriyor. "Mustafa şu iki yazıyı okumamıştım, aman bir yanlışlık olmasın. Erkut, son yaptığım düzeltmediki virgülü unutmuşsun, lütfen dikkatli ol şekerim." Beş koca yıl çalıştık birlikte, ağzından birgün kırıcı bir sözcük çıkmadı ne bana ne de diğer arkadaşlarıma, ama bir gün bile tek tek her satırını okumadan -hem de en az iki kere- dergiyi matbaaya göndermedi. Hiçbir zaman üşenmedi, hiçbir zaman yapacağı işi bir dakika bile geciktirmedi. Çok şey öğrendik Dikmen'den. inceliği, nezaketi en başta. Unutmadan sevgili Dik men, Firuzağa'daki ofise taşındığımızda armağan ettiğin o gü zel bitki sapasağlam, gelişiyor, serpiliyor aynen dergin Tiyatro... Tiyatro... gibi, gözün arkada kalmasın. Ne çok anı, ne çok yaşanmışlık var bu 12 yılda. Ama bu kez Ya yın Kurulu'nda emeği geçenlerin anılarıyla hatırlayıp, aktarmak istedik size. İlk sayılarımızda aramızda olup, bir ara ayrılan ama şimdi yine Yayın Kurulu masasındaki yerini alan Ali Taygun; "Toz toprak, arnavut kaldırımı yokuştan tırmanırken bir sıcak yaz günü, kimbilir hangi eski konak bahçesini çevreleyen yıkık, yüksek taş duvarın tepesinde iki graniti bağlayan harcın arasın dan koca bir incir ağacının çıktığını görür insan. Nereden geldi? Tohum orada nasıl kök saldı? Suyunu nasıl buldu? Nasıl gelişti? Akla sığmaz!
Benim için Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin bir başka anlamı, ye niden tiyatro konusunda yazmama bir başlangıç oluşturması. O günden bugüne hangi noktasında olursa olsun. Tiyatro... Tiyat ro... Dergisi'nde yer alan herkese sevgiler." Sevgi bizden Zaferciğim, sana iki şeyi aktarayım, hoş dergiyi al dığında zaten görmüş olacaksın ama, biz de senin gibi düşü nüp, Tiyatro... Tiyatro...'nun ilk kapağını tıpkı basım olarak su nuyoruz. İkincisi, yanılıyorsun, "Oyun Dergisi"ni de geride bırak tık, hatta sevgili Seçkin ile Tanju'nun "Tiyatro X" dergisini de, şimdiki hedefimiz Agop Amca'nın (Ayvaz) "Kulis"ini geride bı rakmak. Pek birşey kalmadı, 38 yıl daha devam edersek, Türki ye'nin en uzun ömürlü (ödenekli kurum dergileri hariç) tiyatro dergisi unvanını elde edeceğiz. Ama, Türkçe yayımlanan dergi dersen, şu anda en uzun ömürlü dergi unvanı elimizde. "Tiyatro... Tiyatro... Dergisi yayına başlayalı on üç yıl olmuş de mek. Yaşamın hangi hızla (yani delice) gittiğine bir kanıt daha. Onca yılın anıları dün gibi karşımda. İşte "Dün Dündür" sayfa larını hazırlıyorum. Yüzlerce belge, resim, afiş arasından küçük küçük notlar düşüyor ellerimin ayasına. Kel Hasan'ın "Hayalhane-i Osmanî Kumpanyası", Peruz Hanımın menfaatine yapılan gösterinin ilanı. Nisa Serezli'nin bir ankete verdiği cevaplar.. Hazım Körmükçü ve Feriha Tevfik'in Mırnav müzikali albümle rinden çıkıp gelen gülümsemeleri.... Ardından tiyatro tarihi ile ilgili bazı yazılar. Muhsin Ertiğrul'la, Bedia Muvahhit'le, Man Nıvart'la ilgili olanlar hemen hatırladıklarım. Ama Tiyatro Tiyatl ro Dergisi denince ilk aklıma gelen şeyi en sona bıraktım. Yıl 1993 sanırım. Evet bakıyorum notlarıma: 3 Ekim 1993 . Pazarı AKM Büyük Salon. Tiyatro Şarkıları Resitali düzenlemişiz. Koori dinasyonu Tiyatro Tiyatro Dergisiyle birlikte üstlenmişiz. Güzel bir genç kızın sağlığı için onlarca sanatçıyı sahneye çıkarmışız! Gülriz Sururi, Cem İdiz, Nurseli İdiz, Zuhal Olcay, Haluk Bilgine» , Işıl Yücesoy, Esin Avşar, Ayla Algan, Zeliha Berksoy, Nejat Yal vaşoğulları. Dilek Türker, Gülümser Gülhan, Payam Koryakl Serdar Yalçın, Zafer Ergin, Cem Karaca, Kerem Yılmazer, Denil Türkali, Hadi Çaman, Kartal Kaan, Uğur Yücel ve diğerleri... İnal nılmaz bir kadro değil mi... Nasıl elimiz ayağımız tutuşmuş, on mazı olur kılmıştık. Onca yıl, onca olay... Yaş günün kutlu olsun dergimiz..."
pe cy a
Bir Nâzım'ın bu toplumdan çıkışına duyulan bu hayret nidası Aziz Nesin'e atfedilir.
sal yaklaşımlar sundu. Tiyatromuzun sorgulayıcı belleği, bilinci oldu.
Tiyatro... Tiyatro... da öyle. Olmaması lazım. Ama var. On üç yıldır var. Bir vaha! Azimleriyle onu var eden, iman gücüyle ayakta tutan, bilgiyi kaydedip öbür nesillere aktaracak bu ümmilik duvarında bitmiş abideyi yaşatanlara Aşk Olsun!"
Sana da 'Aşk Olsun!" Ali, binbir işinin arasında zaman ayırıp, hiç aksatmadan masadaki yerini alıp, mütevazılığı elden bırak madan yaptığın katkılarla varoluyor bu dergi. Daha da var ola cak. Unutmadan, bundan sonra toplantıları her ayın son cuma günü saat 17.00'de yapacağız, toplantıda Orhan'la Şehir Tiyat rosu özel sohbeti yapmak yasak. Toplantıdan sonra hepbirlikte yemeğe gideceğiz. Orada istediğiniz kadar Tiyatronuzu konuşa bilirsiniz.
Şehir Tiyatrosu'nun bir başka çalışanı Hilmi Zafer Şahin'de uzun süre Danışma Kurul'nda yer aldı. İtiraf edeyim kendini hep Şe hir Tiyatrosu'nun sözcüsü olarak gördü, biz de Zaferi öyle ka bullenmiştik. Ne yapar eder, Şehir Tiyatrosu'ndan bir oyunu da ha katmak isterdi yeni sayıya. Ama, çalışkanlığına diyecek hiçbir lafımız olamazdı. Genç, enerjik yapısıyla arı gibi çalışırdı sevgili Zafer. Bakalım onun aklında neler kalmış: "Yıl 1991. Aylardan Şubat. Yine bir savaş ortamı. Hem de aynı coğrafyada, hem de aynı gerekçelerle. Barışın yine cılız kalmakta, savaş tamtamları sesinin karşısında. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, "Savaşa Hayır" diyerek çıkardı ilk sayısını. O sayının tıpkı basımı bugün için de anlamlı ve gerekli. Ama değişen o kadar çok şey var ki... Değişmek..
Geriye baktığımızda ne kadar çok şey değişmiş diye düşünüyo ruz. Bize ve yaşama ilişkin ... Bizler, son gençlik günlerimizi o günlerde bırakırken, dergi de içerik ve biçim olarak değişiyor, çocukluktan gençliğe hatta olgunluğa yürüyor. Sanırım " Oyun " dergisinden sonra, ülkemizin en uzun soluklu dergisi oldu. Bu dergi bazen bir polis muhabiri titizliğinde konusunun peşine düştü, bazen de tiyatromuzun gündemine "ilgilisine" kuram
Nasılda unutmuşum o güzel ve anlamlı geceyi sevgili Gökhan Akçura. Gerçekten, o sevimli kızımız için deliler gibi koşuştur muştuk, sonuçta almıştık. Ama, yaşatamadık. Yaşatamadık ama onun için oluşturduğumuz gecenin ardından sanırım bin çok lösemili gence bir nebze de olsa katkı sağlarnışızdır. Hatır larsın, gece Kanal-6'da yayınmıştı, reklam gelirleri de aynı amaçla kullanılacaktı, Kanal-6 yetkilileri amma uğraştırmıştı bizi toplanan parayı Bizim Lösemililer Vakfı'na aktarırken, adamla üzerine yatmayı ciddi ciddi düşünmüşlerdi ama nefes bile aldı mamıştık, son kuruşu teslim edilene kadar. Ne coşkulu günlere o günler. Coşku deyince Duygu Atay geldi aklıma, sevgili Yayın Koordina törümüz. Almanya'dan gelmiş, ortalıkta dolaşıp duruyordu, tâ nıştığımızda Çocuk Tiyatrosu Festivali yapacağımızı duyunca Al manya'ya dönmekten vazgeçip İstanbul'a yerleşiverdi. Yaptılf Festivali de, Eğitim Programını'nı da, Çocuk Tiyatrosu Kurulta yı'nı da yaptık. Ama neler çektiğimizi herhalde en iyi Duygu haa fırlıyordur, bir gün fırsatını bulursa detaylarıyla aktarır size. Şii di, yeni bir heyecana başladık, Duygu yine kıpır kıpır yerindi duramıyor, ama ne olduğunu söylemeyeceğim, önümüzdeki sa yıda detaylarıyla göreceksiniz. Bu da sürpriz olsun.
"Dergi On üç Yaşında Bir yaşımıza daha giriyoruz işte. Bu yıl için bir anı yazısı yaz mam istendiğinde, 'yazalım yazmasına da dedim kendi kendi me, geçen yıl neler yazmıştım acaba? Tekrar olmasın sakın!' Bu korkuyla geçen yıl yazdığım yazıyı aramayı düşünürken, Erkut kendisi de aynı korkuya düşmüş olmalı ki, o yazıyı kendi yazısının da olduğu sayıyla birlikte getirdi. 'Aman ver şunu bir kez daha okuyayım' derken ne görsem?.. O yazı meğer geçen yıl değil, 10. yılımızda yazılmış. Yani tam ÜÇ yıl önce, 2000 yı lında, iyi mi? Vay be, ÜÇ koca yıl geçmiş aradan ve ben, saf saf geçen yıl diye hesaplıyorum. Oysa neler sığdırdık bu üç yıla... Ne kapanma tehlikeleri, ne parasızlıklar.-aslında o kronik, hiç değinmesem de olur- ne endişeler ve ne sokakta kalmalar... Şimdi moda deyimiyle 'ofis' bile hayal oldu bize yeri geldiğin de. Ne gam! Sadece bilgisayarın fişine elektrik verecek bir güç olsun, yeterdi bize. İcabında sokak lambasının altında bile ya zacaktık, yazıyoruz da. Sevgili Orhan'ın betimlediği gibi "uzun yırtık pardesülü yalınayaktılar" olarak, destek olmak isterken köstek olabileceklere hiç güvenmeden yürüyoruz işte. Yollar tükenmeyecek ve biz hele, hiç tükenmeyeceğiz!.." Hakikaten, bir priz yeter galiba. Makinelerimiz çalışsın, gerisi ne gam. Böyle deliler oldukça bu dergi daha çok su kaldırır.
pe cy a
Deli, dedimde aklıma Kerem (Kurdoğlu) geldi. Hayır, Kerem deli falan değil, hep delice öneriler ondan gelirdi. Hiç unut mam bir gün Yayın Kurulu toplantısında en olmadık bir ada mın köşe yazısı yazmasını bile önermişti. Delice bir fikirdi ama bana çok hoş gelmişti. Oyumu, hemen kabul olarak kullanıverdim, samimi olarak. Sonra, bir arkadaşımız şiddetle karşı çıktı, ona uyduk. Sonradan bakıyorum da ona uymakla ne kadar doğru bir iş yapmışız. Kerem'in delice fikrine biz de delicesine uysaydık, herhalde bu maceranın sonu karakolda biterdi. Yok, o şahısla kavga ettiğimiz için değil, başımıza bu derdi açtığı çin hepbirlikte Kerem'i linç ettiğimizden. Ama, sanırım hakim de nefsi müdafa olarak görür ve bizi bırakırdı. Şaka bir yana, <erem'in aklına gelene bakın, yine delice:
"Yayın Kurulu'nda bulunduğum dönemde, bir toplantının ba tında, Mustafa Demirkanlı hepimize fanzin bir derginin birer kopyasını verdi. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne nazire olarak çı karılmış, "Fiyasko... Fiyasko..." adlı bir dergiydi bu. İstisnasız lepimizle, yazdıklarımızla, yaklaşım biçimlerimizle, üslupları nızla tek tek dalga geçen, bence oldukça yaratıcı bir "çalış ma" idi. Belli ki bizden de, dergiden de hiç hazzetmeyen, hata neredeyse nefret eden biri veya birileri tarafından hazırlan mıştı. Hâlâ hatırladıkça kendimi gülümsemekten alakoyamam, lâlâ o tek nüshayı arşivimde saklarım. Ne yazık ki kimin ya da [imlerin çıkardığını bir türlü öğrenemedik. Bana kalsa o fanzi>/ derginin, hiç sansürsüz basılan düzenli bir eki haline getirirlim. Buradan bir kez daha çağrı yapmak istiyorum. Her kimseliz lütfen ortaya çıkın. Türk Tiyatrosu'nun size ihtiyacı var."
/e ben yine bu delice fikre fena halde ısındım, hakikaten şu Fiyasko... Fiyasko..." yazarları ortaya çıksada bir tanışsak, olur nu olur, bakarsınız Yayın Kurulu'nun diğer üyelerini de ikna 'der, hoş bir ek sunarız okura. Belli mi olur, herkesin bir deli amanı vardır, önemli olan herkesi aynı anda yakalayabilmek. Jnutmadan, senin askerlik görevin bitti ise Yayın Kurulu topantılarına bekliyoruz, benzeri delice önerileri oluşturacak kime yok, arada bir ben denemeye çalışıyorum, daha ağzımı çarken kapatıveriyorlar. ükmen Gürün'ü Genel Yayın Yönetmeni olduğu için saymazak, Yayın Kurullarımızın iki çiçeğini sona bıraktım. Bu kadın
milleti hep as olmak ister ya, işte Sibel'le, Nilüfer'de kendilerine torpil yaptığımı sansın istedim. Şaka şaka, neden sona bıraktığı mı anlarsınız, gerçekten toplantılarımızın en duyarlı iki üyesi ol dular her zaman. Sibel: "Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin yayın kurulunun gündem toplantılarının hemen hepsi son derece il ginç keyifli saatler geçirdiğimiz uzuuun soluklu toplantılardı. Ben, Anadolu yakasında oturduğumdan hep 'karşı'ya geçme stresi içinde 'serbest konulu' sohbetlerin bir an önce bitmesini istiyor -aslında içten içe istemiyor- ve hemen asıl konuya ge çilmesinin sabırsızlığını çekiyordum. Bu toplantılarda gündem konularında tartışmaya vakit ayırabilmek için konuyu 'toparla ma' ya da saaadede gelme konusunda Ahmet Hoca'yla ben ya man bir mücadele veriyorduk açıkçası. Uzun saatler süren soh betlerimiz, tartışmalarımız, sırasında, hakkında yazılar yazılma sı gereken o kadar çok konudan, sorundan söz ettik ki, en az 34 sayıya yetecek kadar yazı malzemesi olurdu. Bu toplantılarda bizim dışımızda, hiçbir toplantıyı kaçırmayan biri daha vardı ki, ben ondan pek hazzetmiyordum. Birkaç toplantı boyu sesimi çıkarmadım, ama sonunda bakla fırladı ağzımdan:" Ben viski sevmiyorum, içecek başka bir şeyiniz yok mu?" sözüyle Mus tafa'nın koca bir galon kırmızı şarabı önüme uzatması bir oldu. Konu tiyatro, masanın etrafındakiler tartışmaktan zevk aldığı nız tiyatrocular olunca, sohbete dalıp birkaç saat içinde koca şi şenin boşaldığını fark etmek biraz zaman alıyor haliyle. Benim şarapla imtihanım, 'ne olacak şu Türk tiyatrosunun hali?' kıva mına gelmiş miydi acaba? Sanırım bunun cevabı diğer yayın kurulu üyelerinde."
Ve on üçüncü yıl. Zorluklar arttı, engeller büyüdü. Masanın et rafındaki yüzler biraz farklılaştı. Ama direniş sürüyor. Bu dergi yi her şeye rağmen yaşatan bir ruh var. Mustafa'nın cesur inadı değil sadece. Çok zayıflasa da yok olmayan bir ruh. Belki de Hamlet'teki hayalet gibi "Beni hatırlayın" diye sesleniyor. Biz de Hamlet gibi, ne kadar zorlansak da unutamıyoruz onu. Bı ruh sakın bizim toplumsal vicdanımız olmasın? Bu Şubat masalının devamını çok merak ediyorum." Ben de Nilüfer, ben de çok merak ediyorum. Sanırım elindek kitabı bitirdikten sonra yeni bir kitaba başlar, adını da: "Bir Gür Söyleşi Yapmaya Gittim, Başımı Beladan Kurtaramadım" koyar sın. Hoş, sen kurtardığını sanıyorsun ama hiç de öyle değil, şı kitap hikâyesi nedeniyle seni bir süre için azadettik, ama bitir mek üzeresin, hadi elini çabuk tut, bitir sonra masanın başın; marş marş. Evet, Nilüfer Kuyaş ile 5. Yıl kutlamalarımız için söyleşi yapmay; geldiğinde tanıştık ve 8 yıla ulaşan bir dostluğumuz, kader ar kadaşlığımız oluştu. Nilüfer toplantılarımızda her zaman sağdu yunun temsilcisi oldu, buna hâlâ gereksinmemiz var ama dah; önemlisi ucuz viski öncesi kuru pasta almak hiçbirimizin aklın; gelmiyor. Sen gittin gideli aç karnına ucuz viski tüketmekter hepimize bir haller oldu. Tek tek mide kanamasından hastane lere taşınırsak senin için daha masraflı olur ona göre. Düşün ka rarını ver. .
"Bir Şubat masalı
pe cy
a
Sevgili Sibel, koca galon şarabı bitirdin, güzel, helali hoş olsun. Hoş olsun da I. Rahmi Dilligil ile uğraşıyoruz diye ne demeye kı zıp Yayın Kurulu'nu terk ettin? Biz uğraşmasak adam hâlâ orta larda dolaşıyor olmayacak mıydı? Hadi artık, I. Rahmi gitti, ko ca bir galon şarap seni bekliyor, artık yakına da taşındınız. Söz seni eve ben bırakacağım, Sabahattin'de seni beklemekten kur tulacak.
tartıştığımız akşamlar, sanat anlayışlarımızın tatlı çatışması, sa dece tiyatroyu sevdiğimiz için orada oluşumuz, benim için çok değerli şeylerdi bunlar. Bazen Mustafa'ya takılıyorum: Böyle bir kadroyu ve bu tuhaf mücadeleyi anlatan bir oyun yazmalı yız bir gün!
Sekiz yıl geçtiğine inanamıyorum. 1995 yılının bir şubat günün de Mustafa Demirkanlı ve o zamanki ortağı Enis Bakışkan'la ta nışıp röportaj yapmaya gittiğimde. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi beşinci yaşını kutluyordu.
Daha o zaman bile zorluklarla dolu bir öyküydü bu. 1994 kri zinde kapanmanın eşiğine geliş, tiyatrocularla toplantı, kapat mayın mesajları. İlk yıllarda ücretsiz dağıtılan bir dergi, sadece tanıtım yazılarıyla okura ulaşma çabası.
1995'te Dikmen Gürün'ün yayın yönetmenliğini kabul etmesiy le başlayan farklı bir profesyonel yaklaşım. Giderek gelişen ama kadrolaşmayan bir yazar çevresi. Kadrolaşmamak baştan beri en çarpıcı özelliğiydi Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin. Belki en büyük zaafıydı, ama hoşluğu da buradaydı bir bakıma, her zaman bir gönüllü dergisi olmasıydı. Gönüllü girişimlerin o bil dik güçlükleri asla yakasını bırakmadı tabii, ama bu sayede hiç bir kesimin ya da çıkarın sesi olmadı, medyanın tarihindeki en kirli dönemde bir sivil yaklaşımın, bir direnişin simgesi oldu.
Mustafa bir süre sonra yalnız devam etmişti yola, ortaksız ve desteksiz, çok ağır bir mali yükü tek başına sırtlayarak, eşit öl çüde ağır bir manevi sorumluluğu hiç şikayet etmeden taşıya rak. Kaç kere kapanmanın eşiğinden döndü bu dergi şimdi unuttum. O eşikte yaşamanın adeta mazoşist zevkini ben de bir süre paylaştım dostlarla. Mustafa'nın Firuzağa'daki eski ça lışma odasında, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, Orhan Alkaya, Kerem Kurdoğlu, Sibel Aslan Yeşilay, Nâlan Özübek ve Duygu Atay'la çevresinde oturduğumuz büyük masa, sohbet koyulaş tıkça toplantıya bir türlü başlayamadığımız, geç saatlere kadar
Hadi, bekliyoruz ikinizi de, gelin de erkek Yayın Kurulu olmak tan çıkalım bir an önce. *** İşte sevgili okur, tüm dostlarımla bir arada oluverdim şu akaı sayfalarda. Herbirinin o güzelim katkıları, tatlı bir nostaljiye gc türüverdi beni. Bu arada siz de mutfağımıza konuk olmuş oldı nuz. İşte, elinizdeki dergiler bu ekibin katkılarıyla, çabalarıyl oluştu, oluşmaya devam ediyor. Umarım, yok yok biliyorur daha çok uzun yıllar birlikte olacağız.