cy
pe a
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun. Ankara Temsilcisi: Yalçın Günaydın Yayın Koordinatörü: Duygu Atay Yayın Sekreteri: Pınar Erol
Baskı: Mart Matbaası Görsel Editör: Gülay Ayyıldız Yiğitcan Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve Abonelik İçin. Katkıda Bulunanlar: San. Ltd. Şti.: Ihlamur Deresi Sok. Abonet Haluk Şevket Ataseven, Selen No:35/5 Tel: (0212)210 0 110 Korad Birkiye, Tülin Ceylan, Beşiktaş - İstanbul Fax:(0212)222 27 10 Zeynep Efser Erkekli, Erbil Göktaş, Telefon: (0212) 259 21 24 Nihal Kuyumcu, Handan Salta. e-posta: abonet@abonet.net Fax:(0212)327 86 29 Kapak Tasarımı: Genco Demirer Abonet'den tek sayı için bile e-posta: tiyatroyap@e-kolay.net Hukuk Danışmanı: abone olabilirsiniz. P. Çeki: Tiyatro Yapım 655 248 Av. Levent Aral Yurtdışı Abone: 100 EURO Banka Hesap No: T. İş Bankası, Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Film Çıkış: Çağdaş Grafik Cihangir Şb. 197 245
Kapak Fotoğrafı: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
ANISINA Hitay Daycan/S. 4
Mart
sayımızın kapak fotoğrafı, Zeynep Ozkartal'a aittir. Unutulmadan dolayı özür dileriz.
EDİTÖRDEN /S. 5 HABERLER: /S. 6 SÖYLEŞİ: Yılmaz Erdoğan: "Bu Düzlüğü Çabuk Geçip, Yeni Bir Rampa Oluşturmalıyız." Mustafa Demirkanlı/S. 12
pe cy a
ŞANO: Prado Müzesi'nde Savaş Gecesi Orhan Alkaya /S. 17 ELEŞTİRİ: "Bana Bir Şeyhler Oluyor" Üstün Akmen/S. 18
İZDÜŞÜM: 27 Mart'ın Değeri Korunmalı Ahmet Levendoğlu/S. 21 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Frida "Yaşasın Hayat"/S. 22 ELEŞTİRİ: "Kuşlar Meclisi"
"Op'la Zo'nun Dramı"
"Frida 'Yaşasın Hayat'", Üstün Akmen /S. 26
ANI: "Şennenem", Tchaikowska ve Esther Bejerano Zeynep Efser Erkekli /S. 30 ELEŞTİRİ: "Orkestra" Üstün Akmen S 32
ELEŞTİRİ: "4.48 Psikoz" Handan Salta/S. 35
DOSYA: Tiyatroda Yapılanma Tartışmaları-lll/S. 36
SÖYLEŞİ: Turgay Tanülkü ile Cezaevlerindeki Tiyatro Çalışmaları Üzerine... Duygu Atay/S. 46 TİYATROCA DÜŞÜNMEK: insanda insanı Aramak Haluk Şevket Ataseven /S. 49 POLEMİK: Tartışılması Gereken Azizlikler Erbil Göktaş/S. 50 TANITIM: Kırmızı Yorgunları Tülin Ceylan /S. 53 İZLENİM: Forum Tiyatrosunda Yabancılaşma Selen Korad Birkiye/S. 54 İZLENİM: "Görünmez Tiyatro" Görünür Olduğunda Nihal Kuyumcu /S. 58 KUTLAMA: Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi /S. 60 KUTLAMA: Dünya Tiyatro Günü Öğrencilerin Bildirisi/S. 61 BU AY PERDE DİYEN OYUNLAR:/S. 64 ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI: Kamyon da, Kamyonmuş Haa... Huzursuz Seyirci/S. 66
ANISINA
pe
cy
a
Hitay Daycan'ı Yitirdik Uzun yıllar emek verdiği Şehir Tiyatrosu'ndan yaş haddinden emekli olan Hitay Daycan görev yaptığı süre içinde Şehir Tiyatrosu'nun hemen hemen bütün oyunlarının efekt tasarımını gerçekleştirmiş olan Daycan'ı 25 Mart'ta yitirdik.
Sevgili Hitay'ın, Gençlik Tiyatrosu'nda piyano tellerinden, teneke tınılarından ve camlardan ürettiği seslerle başlayan yaratıcılığı giderek tek tutkusu oldu. Bunu meslek edinerek, kendi alanında mükemmele ulaştı. Ne mutlu ona! Elindeki teybiyle sürekli tren sesleri ve kuş cıvıltıları yakaladı. Sevdiği bir işi -daima severek-yapabildi ve hep müzikle dolu yaşadı. Ona acıyla veda ederken, ömrü boyunca işine duyduğu büyük aşkın, genç kuşaklara da örnek olmasını umarım.. Nuran Oktar Hitay, Ağabeyliği ve kardeşliği aynı cümlede yapardı Hitay Daycan'ın dosdoğru bir adam olduğunu anladığımda, Gerard Philippe'in Küçük Prens plağını dinlemiş, bitirmiş, arkama yaslanamamıştım daha. Gerard nasıl Fransızca'nın en mükemmel haliyse, Hitay Daycan da, bir sesin katıldığı her durumdaki en mükemmel histi. Onun öğrencileri oldu. El yordamıyla makara bandları en doğru yere getirmeyi öğrendi o çocuklar. Başlatmayı ve bitirmeyi öğrendiler -ki esaslı mesele hep budur hayatta ve sanatta-. Benim için, bu meslekte dosdoğru sevilip izi sürülecek adam oldu. İşini yapan, bunu iyi yapan ve fiyakasını sürmeyen adam oldu Hitay Daycan. İşin künhü sayılabilecek bir konuda, kurgu konusunda eğitim verdiği de aşikardır. Ne adamdı, Hitay'dı, ağabeyliği ve kardeşliği aynı cümlede yapardı. Gitti ya, çok şey gitti. Orhan Alkaya
EDİTÖRDEN
Demirkanlı 27 Mart Dünya Tiyatro Günü. Galiba artık iş çığırından çıktı. Yıllardır 'tiyatrolar' değil 'tiyatro' demekten artık yorulduk. Herkes aklına geldiği gibi kullanıyor. Sonra; bu güne ilişkin 'bildiri'nin de anlamı kalmadı galiba. Aklına esen bir bildiri ile bu 'kutlama'ya katılıveriyor. İTİ yönetimi, yönetim yerine başkan desek daha doğru, işi gerektiği gibi ciddiye almıyor galiba. Refik Erduran'ı "Bildiriyi kimin yazacağı belli oldu mu?" diye aradığımda, henüz belirlenmemiş, Zülfü Livaneli ismi üzerinde durulduğu yanıtını almıştım, sonrasında görüştüğüm bazı üyeler, bundan haberdar olmadıklarını, Zülfü Livaneli ile konuşulduktan sonra bilgi sahibi olduklarını söylediler. Zülfü Livaneli'nin tiyatro ile seyirci olmanın dışında bir ilgisi var mı? Hoş seyirci olarak da pek bir ilgisi olduğunu sanmıyor ya. Peki, ITI böyle bir öneride bulundu, Zülfü'nün teşekkür edip, "Benim tiyatroyla doğrudan bir ilgim yok ki." demesi gerekmez miydi? Hatırlarsınız, geçen yıl devlet ITI'ye para vermediği için protesto edip, bildiriyi yazdırmamışlardı. 2000 yılında ise 'eser hırsızlığı" iddiaları ortaya atılan I. Rahmi Dilligil'e yazdırılmıştı bildiri.
cy a
Yukarıda "Aklına esen bir bildiri yayımlıyor." demiştim, Son yıllardaki gelişmelere bakınca bu bildirinin herhangi bir ağırlığının kalmadığı, sorumlusunun da İTİ yönetimi olduğunu
söyleyebilirim. Bize ulaşan bildirileri, -bu dağınıklığı göstermek, ITI'nin dikkatini çekmek için-yayımladık. ITI'nin özeleştiri yapıp, yeniden yapılanma zamanı gelmedi mi acaba? ***
Künyemize göz attıysanız, biraz daha genişlediğimizi görmüşsünüzdür. En büyük
eksiğimiz fotoğraf konusundaydı. Gülay Ayyıldız Yiğitcan, bu konuya el atarak, hem
pe
Mustafa
fotoğraf çekiminde hem de görsellerin baskıya hazırlanması aşamasında vereceği destek ile en önemli sorunumuzu aşmamıza yardımcı olacak. Aramıza hoş geldin Gülay.
Yayın Sekreteri olarak göreve başlayan Pınar Erol'da önemli bir eksiğimizi tamamlayarak daha dinamik dergileri sizlere ulaştırmak için gecesini gündüzüne katacak. Pınar, sen de hoş geldin. * ** Savaş olanca hızıyla devam ediyor, bakalım nereye varacak? Ama, dünyadaki sivil direnişe
ve yeniden yapılanmasına önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum. Bu vahşetin, olumlu katkısının yanı sıra ABD'nin başını çektiği uluslararası sermayenin, dünya halkları ile arasındaki çatışmanın da yeni bir ivme kazanarak yükselmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de sanatçılara önemli görevler düşüyor ve herkes üzerine düşeni artarak yerine getiriyor. Bir sonraki sayımızda savaşsız günlerde buluşma dileği ile bitireceğim yazımı ama galiba savaş bu kadar kısa sürmeyecek. 5
Haberler.. Afife Tiyatro Ödülleri Adayları Belirlendi Sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını olan Afife Jale anısına düzen lenen Afife Tiyatro Ödülleri'nin bu yılki adayları açıklandı. Yapı Kredi Sigorta tarafından yedincisi gerçekleşirilecek olan ödülleri kazananlar 21 Nisan'da Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzen lenen törenle açıklanacak. Sunuculuğunu Korhan Abay'ın üstleneceği gecede İtalyan sanatçı Mîlva da bir konser verecek. Afife Tiyatro Ödülleri'nin seçici kurulu Demet Taner, Engin Uludağ, Fü sun Akatlı, Hasan Anamur, Melih Fereli, Seçkin Selvi ve Tijen Par'dan oluşuyor. Seçici Kurul'un belirlediği adayların son oylaması 20 Nisan tarihinde Oylama Kurulu tarafından gerçekleştirilecek. Seçici Kurul üyelerininin de dahil olduğu Oylama Kurulu'nun diğer üyeleri: Ahmet Serimoğlu (Başkan), Ali Altuğ, Can Kıraç, Evin ilyasoğlu, Göksel Kortay, Hale Kuntay, Hamit Belli, Handan Şenköken, Haşmet Topaloğlu, Nil Aykon, Oral Yazıcı, Oya Başak, Refika Sezik, Selçuk Erez, Vecihi Ofluoğlu, Vedat Demirci, Yekta Kara ve Yeşim Alıç'tan oluşuyor. Yılın En Başarılı Prodüksiyonu *Ayaktakımı Arasında (İstanbul Devlet Tiyatrosu) * Bu Adreste Bulunamadı (Tiyatro istanbul) * Meraki (İstanbul Şehir Tiyatrosu) * Unutmak (Tiyatro Oyunevi)
Yardımcı Rolde En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu * Eraslan Sağlam (Meraki) * Erdem Akakçe (Yaşasın Savaş) * Kevork Türker (Hisse-i Şayia) * Rasim Öztekin (Biri Bizi Dikizliyor) Yardımcı Rolde En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu * Ayça Damgacı (Unutmak) * Aysen Çetiner (Gelinle Kaynana) * Defne Şener Günay (Bahar Noktası) * Sevinç Erbulak (Meraki)
a
Yılın En Başarılı Giysi Tasarımcısı * Ali Cem Köroğlu (Ayaktakımı Arasında) * Feyza Zeybek (Düğün ya da Davul) * Hale Eren (Kaygusuz Abdal) * Nilgün Gürkan (Meraki)
pe
cy
Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu * Bülent Emin Yarar (Ermişler Ya da Günahkârlar) * Can Gürzap (Bu Adreste Bulunamadı) * Engin Cezzar (Ayaktakımı Arasında) * Mehmet Eli Kaptanlar (Sonsuz Döngü)
Yardımcı Rolde En Başarılı Erkek Oyuncu * Ali Sürmeli (Ayaktakımı Arasında) * İsmail Hakkı Sunat (Ayaktakımı Arasında) * Payidar Tüfekçioglu (Ayaktakımı Arasında) * Şükrü Türen (Ölümüne Suçlu)
Yardımcı Rolde En Başarılı Kadın Oyuncu * Binnur Şerbetçioğlu (Othello) * Gülen Çehreli (Ayaktakımı Arasında) * Nergis Çorakçı (Kral Oluşuyor) * Tiraje Başaran (ihtiras)
Adana Tiyatro ile Dolu Dolu 27 Mart - 28 Nisan arasında gerçekleştirile cek Devlet Tiyatroları Uluslararası Sabancı Ti yatro Festivali/5 Programı açıklandı. Kanlı Nigar/lst. Şehir Tiyatrosu), Indigo (Gösteriş)/Fransa, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşa
Yılın En Başarılı Sahne Müziği * Adil Arslan (Kaygusuz Abdal) * Cenap Oğuz (Ayaktakımı Arasında) * Gürsel Koçak (Meraki) * Mercan Dede (Olağan Mucizeler)
Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı * Ersen Tunçekiç (Olağan Mucizeler) * irfan Varlı (Ermişler Ya da Günahkârlar) * Ayşe Sedef Ayter (Othello) * Yüksel Aymaz (Ayaktakımı Arasında, Adamın Biri ve Mutlu Ol Nâ zım) Özel Ödüller * Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü Gülriz Sururi - Engin Cezzar * Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü Handan Uran Ertuğrul
Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu * Altan Erkekli (Bana Bir Şeyhler Oluyor) * Emre Kınay (2. Caddenin Mahkûmu)
6
Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu * Bilge Şen (Bir Çöküşün Güldürüsü) * Fidan Tek (2. Caddenin Mahkûmu) * Hikmet Körmükçü (Meraki) * Suna Keskin (Hisse-i Şayia)
Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı * Ali Cem Köroğlu (Ayaktakımı Arasında) * Gürel Yontan (Ermişler ya da Günahkârlar) * Osman Şengezer (Mutlu Ol Nâzım) * Yıldız Ipeklioğlu (Sırça Kümes)
Yılın En Başarılı Yönetmeni * Ali Taygun (Meraki) * Gencay Gürün (Bu Adreste Bulunamadı) * Işıl Kasapoğlu (Ermişler Ya da Günahkârlar) * Mustafa Avkıran (Ayaktakımı Arasında)
Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu * Arşen Gürzap (Ölümüne Suçlu) * Ayda Aksel (Ölümüne Suçlu) * Dilek Türker (Mutlu Ol Nâzım) * Hümeyra (Kral Oluşuyor)
* Hadi Çaman (Hisse-i Şayia) * Zihni Göktay (Kanlı Nigâr)
* Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü Kubilay Tunçer * Tiyatroda Yeni Kuşak Özel Ödülü Semaver Kumpanya Oyuncuları
maz/Ankara Ekin Tiyatrosu/Bir Anarşistin Ka za Sonucu Ölümü/İstanbul Devlet Tiyatrosu, Abdülcanbaz/Adana Devlet Tiyatrosu, Sırça Kümes/Kenter Tiyatrosu, On ikinci Gece/Se maver Kumpanya, Cimri/Adana Devlet Tiyat rosu, Less Bubb /İngiltere, Fehim Paşa Kona ğı/İzmir Devlet Tiyatrosu, Jiren Şişen ile Karasaçlısı/Rusya (Tataristan), Sen Gara Değil sin/KKTC Devlet Tiyatrosu
Halkevlerinden Nâzım Hikmet Oyun Ödülü Halkevleri Genel Merkezi tarafından düzenle nen "Nâzım Hikmet Oyun Ödülü"nü Çorumlu yazar Şahin Örgel "Bir Yılan Hikâyesi" adlı oyunu ile kazandı. Jürisi Orhan Alkaya, Bilgesu Erenus, Sevda Şener, Mümtaz Sevinç, Juli-
Haberler...
Sanatçı Öğretmen Dönemi Başlıyor Kültür Bakanlığı'nın projesine göre "faal ola rak sanat hayatına katılamayan sanatçıları" Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılacak bir anlaş ma çerçevesinde okullarda uygulamalı sanat eğitimi verecek. Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği ile okullarda, 'sanat eğiti mi' adı altında yeni bir uygulama başlatacak. Buna göre, Kültür Bakanlığı'nın bütün illerde ki tiyatro, opera, bale, topluluk, orkestra ve koroları, okullarda ücretsiz okul matineleri ve eğitim konserleri gerçekleştirecek.
Turnede Gelen Ölüm
1921 yılında kurulan ve edebiyatın kültürel, politik ve ulusal sınırlar arasında bir köprü oluştur ma görevini yerine getirmesi gerektiği inancıyla, 95 ülkeden yazarları, yayıncıları ve gazetecileri bir araya getiren Uluslararası P.E.N.'den, dünyadaki tüm yazar kuruluşlarına hitaben, Başkan Homero Aridjis imzalı bir genelge yayınlandı. İnsanlığın tek vücut halinde birleşerek barış içinde yaşamasını sağlama idealine bağlı olduğunun vurgulandığı genelgede, Uluslararası P.E.N. üye lerinin ve tüm yazarların sıcak savaş ortamında dahi, ifade etme özgürlüğünü kullanma hakları nın sürdüğü ve bu hakkın engellenmesinin her biçimine topluca karşı çıkılacağı anlatıldı. Uluslararası P.E.N. Türkiye Merkezi Başkanı Üstün Akmen tarafından yapılan açıklamada, Ulus lararası P.E.N.'in, savaşın sadece Irak'ta değil, bütün Ortadoğu'da yaratacağı yıkımın boyutla rını, ve tüm insanlığa vereceği zararın büyüklüğünü göz önünde bulundurduğu, P.E.N. üyesi yazarların Irak savaşını büyük bir endişeyle izlediği; daha da önemlisi, Uluslararası P.E.N.'in ki mi dünya ülkelerinin, savaşı, kendi halklarını baskı altında tutmak için neden saymalarından korkulduğu açıklanırken, savaş ortamında, tüm dünyaya yayılmış olan üye yazar örgütlerine, P.E.N.'in etik kurallarını içeren ünlü bildirisinin anımsatıldığı ve bu bildirinin tüm maddelerine titizlikle bağlı kalrnması ve bu kuralları üyelerine duyurmaları konusunda uyarıda bulunulduğu da öğrenildi. Uluslararası P.E.N. Kulüpleri Federasyonu Türkiye Merkezi Genel Başkanı Üstün Akmen, bu kuralların önemlilerinin başında edebiyatın, temelinde ulusal olmasına rağmen, hiç bir sınır tanımadığını, politik ve uluslararası çalkantı ve karışıklıkların oluşması duru munda bile, edebiyatın, uluslar tarafından ortak olarak, birbirlerine aktarılacakları gerçeği nin kabul edildiğini söyledi. Bütün koşullarda, özellikle de savaş ortamında, sanat eserlerinin, en geniş kapsamıyla insanlık mirasının, ulusal ve politik tutkular karşısında dokunulmaz lıklarının korunmasının P.E.N. genel ilkelerinden birini oluşturduğunu da açıklayan Üstün Ak men: "P.E.N. üyeleri, sahip oldukları bütün yetki ve güçlerini, tüm zamanlarda, ulusların aralarında iyi niyet ve anlayışı ve karşılıklı saygıyı oluşturmak ve güçlendirmek amacıyla kulla nırlar. Dolayısıyla, ırk, sınıf ve milliyetçi nefretleri bertaraf etmek ve dünyada barış içinde tek vücut halinde yaşayarak insanlık idealini yüceltmek, dünyadaki tüm P.E.N. üyelerinin asli görevidir" dedi. P.E.N.'in, düşüncenin, her ulusun kendi içinde ve tüm ulusların arasında, engellenmeden akta rılması kuralının benimsenmesini savunduğunu da anlatan Akmen, P.E.N. üyelerinin, gerek yaşadıkları ülkede, gerekse dünyanın her yerinde, ifade özgürlüğünün baskı altına alınma sının her biçimine karşı koyacaklarını taahhüt ettikten sonra üye kabul edildiklerini söyledi. Üstün Akmen, Uluslararası Başkan Homero Aridjis'in genelgesinde, basının özgür olması gerek tiğini vurguladığını söylerken, savaş ya da barış döneminde ortaya çıkabilecek her türden keyfi sansür uygulamasının takipçisi olacaklarının özet olarak ifade ettiğinin de altını çizdi. Ho mero Aridjis'in, P.E.N.'in dünyada üst düzeyde organize olmuş politik ve ekonomik bir düzene doğru zorunlu ilerleyişinin gerçekleşmesi uğruna, kendilerini "emir verme" yetkisine sahip sa nan devletleri, yönetimleri ve kuruluşları özgürce ve kıyasıya eleştireceklerini söylediğini anla tan Akmen, özgür basın adı altında ortaya çıkan yalan yayınlara, sahtekarlıklara ve ger çeklerin politik ve kişisel amaçlar uğruna çarpıtılmasına da karşı olduklarını ve her ortamda karşı çıkacaklarını Türk kamuoyunun da bilmesini istedi.
pe cy
Yeni Meydan Sahnesi oyuncularından İlkay Eser yaşamını yitirdi. Eser, topluluğun savaş karşıtı etkinlikler kapsamında Bartın'a yaptığı turne sırasında geçirdiği trafik kazasında ha yatını kaybetti. ABD'nin Irak'ı bombalamaya başladığı saatlerde meydana gelen trafik ka zasında ölen İlkay Eser (28) Bartın'da sahnele necek 'Cephede Piknik' oyununda yönetmen ve oyuncu olarak görev yapıyordu.
P.E.N.: "İktidarlar, Savaşı Kendi Halklarını Baskı Altında Tutmak İçin Bahane Saymamalı"
a
de Kural'dan oluşan yarışmada birinciliği ka zanan "Bir Yılan Hikayesi" adlı oyun Halkevleri tarafından kitaplaştırılacak ve sahnelenecek.
Atatürk Üniversitesinin Düzenlediği Kısa Oyun Yarışması Sonuçlandı
Doç. Dr. Semih Çelenk (9 Eylül Üni. Güz San. Fak. Sahne Sanatları Böl.), Tuncer Cücenoğlu (Yazar), Turgay Nar (Yazar), Abdullah İndir (Dev. Tiy. Erz. Böl. Müd.), Yrd. Doç. Dr. Pınar Çiğdem (Ata. Üni. Güz. San. Fak. Sahne San. Böl.), Arş. Gör. Bünyamin Aydemir (Ata. Üni. Güz. San. Fak. Sahne San. Böl.), Arş. Gör. Ta mer Temel (Ata. Üni. Güz. San. Fak. Sahne San. Böl.), Arş.Gör. Süreyya Temel (Ata. Üni. Güz. San. Fak. Sahne San. Böl.)'den oluşan yarışma jürisinin değerlendirmesi sonucunda: Birincilik Ödülü "Belki Gideriz" adlı oyunuy la Elif Candan'a, İkincilik Ödülü "Fındık Zamanı" adlı oyunuy la Murat Balkuş'a Üçüncülük Ödülü "Oracle" adlı oyunuyla Mustafa Çalışkan'a Mansiyon "Genoins" adlı oyunuyla Mustafa Çalışkan'a verildi. Yarışmanın ödül töreni, Dünya Tiyatro Günü Kutlamaları çerçevesinde 27 Mart 'ta yapıldı. Dereceye giren oyunlar, Mayıs ayı içerisinde düzenlenecek olan "Atatürk Üniversitesi Ba lar Şenlikleri"nde sahnelenecek.
Çocuklar, Akbank Kültür Sanat Merkezi'ne
Akbank Kültür Sanat Merkezi, 23 Nisan Ço cuk Bayramı'na yönelik aktiviteleri ile de ço cukların buluşma merkezi olacak. 23 Nisan Çocuk Bayramı'na yönelik etkinlikle rini planlayan Akbank Kültür Sanat Merkezi'ndeki Atölye çalışmalarında çocuklar, Nihal G. Koldaş yönetiminde, gündelik hayatta kul lanılan bazı nesneleri dönüştürerek, renk, do ku, hacim ve sesle oynayarak kendi yaratıcı lıklarının ürünlerini ortaya koyma fırsatı bula caklar. Bu çalışmalar 5-12-19 Nisan tarihlerin de saat:14.00'da başlayacak ve 2'şer saat sü recek. Atölye çalışmalarında yaratıcılıklarını ortaya koyan çocukların bu üç günde yaptık ları ürünler, 26 Nisan Cumartesi tarihinde gün boyunca Akbank Kültür Sanat Merke-
zi'nde sergilenecek. Tiyatro Gösterisi, bu etkinliklerin parçaların dan biri. 5 Nisan Cumartesi günü saat 14:00'de, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf öğrencileri, Mehmet Esatoğlu'nun yönlendiriciliğindeki yaratıcı drama atölye aktiviteleri sonucu ortaya çıkardıkları, "Televizyonun Hayatımızdaki Yeri" konulu ça lışmalarını izleyiciler ile paylaşacaklar. Türkiye'nin ilk özel bale okulu olan Yıldız Al per Bale Okulu öğrencilerinin gösterileri de yer alıyor. Türkiye ve dünyada birçok ödül ka zanan ve dünyanın en büyük 5'i arasında yer alan okulun, Oya Barbara Karanis ve Aylin Kalem işcen'in öğretmenliğinde, yaşları 3 ile 20 arasında değişen öğrencileri, 12 ve 24 Ni san günleri saat 14.00'da başlayacak gösteri leri ile izleyenleri büyüleyecekler. 23 Nisan Çocuk Bayramı'na yönelik konserle rin ilkinde, Nargiz Abzianidze yönetiminde, yaşları 7 ile 25 arasında değişen 25 öğrenci7
Haberler.. nin katılımıyla gerçekleştirilecek Piyano Konçertosu'nda, Beethoven, Bach, Chopin, Mo zart, Schubert, Diyabelli, Kalinikov, Shostokovich, Schumann, Henry Bangel ve Rachmaninov'dan eserler seslendirilecek. Bu müzik zi y a f e t i , 19 Nisan cumartesi günü saat 12.00'da Çok Amaçlı Salon'da gerçekleştirile cek. Aydın Yavaş yönetimindeki Evrensel Akorde on Grubu, klasik bestecilerin eserlerinden olu şan konseri ile Çocuk Bayramı'na renk kata cak. Yaşları 8 ile 18 arasında değişen 15 kişi den oluşan grubun üyeleri konservatuar, mü zik lisesi ve müzik bölümü öğrencilerinden oluşuyor. Evrensel Akordeon Grubu, 26 Ni san Cumartesi günü Akbank Kültür Sanat Merkezi'nin Çok Amaçlı Salonu'nda saat: 14:00'da dinleyicileri ile birlikte olacak.
pe cy
TRT, ülkemiz televizyon kültürü olgusunda öncü rolü gereği kendine, tiyatro sanatına ve seyircisine yakışır programlar dizisine bir yeni sini ekliyor: Televizyonda Tiyatro. Yapım ve yönetimini TRT İstanbul Televizyo nundan tiyatro kökenli yönetmen Fikret Terzi'nin gerçekleştirmekte olduğu "Televizyon da Tiyatro" adlı dizinin pilot çekimine İzmit Şehir Tiyatrosu Prodüksiyonu "Bir Şehnaz Oyun" ile başlanıyor. Turgut Özakman ve Yücel Erten imzalı müzi
kalin çekimleri İzmit Şehir Tiyatrosu SDKM sahnesinde 25-26 Mart tarihinde yapıldı. Ül kemizin özel ve ödenekli tiyatrolarında seyirci beğenisi kazanmış bizden ve batıdan yazarla rın kaleme aldığı, temi ve iletisi doğru, her türden düzeyli oyunların sahneden ekrana aktarılmasını içeren Televizyonda Tiyatro adlı dizinin yapımcısı Fikret Terzi; "Yıllar sonra TRT ekranlarında tekrar başlatmakta olduğu muz bu proje ile, TRT Genel Müdürlüğünün kültür-sanat programları çağdaş yayın politi kası gereği, günümüzde tüm TV kanallarında seyirciye dayatılmaya çalışılan, çoğu drama adı altında kültürel kirlenmeye yol açan kimi
a
Televizyonda Tiyatro Bir Şehnaz Oyun
televizyon dizilerinin karşısına gerçek sanat ve sanatçıyı koymak, izleyicide seçiciliği ve be ğeni düzeyini yükseltmek, ülkemizde kültürel gelişmeye katkıyı ve yeni tiyatro seyircileri oluşturmak gibi ciddi hedefleri amaçlıyoruz" biçiminde özetliyor. Dizide, "Bir Şehnaz Oyun"un yanı sıra, "Kaygusuz Abdal", "Azizname", "Guguk Kuşu" "Abdülcanbaz", "Benerci Kendini Niçin Öldür dü", "İki Kalas Bir Heves", "Geçmiş Zaman Olurki"nin yanı sıra özel ve ödenekli tiyat rolardan kırka yakın oyuna yer verilmesi düşünülüyor.
Çorlu Belediye Tiyatrosu Tamer Levent Sahnesi Açılıyor Çorlu Belediyesi Tamer Levent Sahne si, 1 Nisan'da Tülay Uyar konseriyle yaşama merhaba diyor. Genç sopra no çeşitli operalardan aryalar suna cak 2 Nisan'da Cengiz Özek, Saa1 11.00 ve 14.30'da "Çöp Canavarı" adlı gölge oyununu oynuyor. 3 Nisan 2 0 0 3 Saat 2 0 . 0 0 "Yaşasın Savaş" Dostlar T i y a t r o s u y a p ı m ı . 4 Nisan 2003 saat 20.00'de "At Doğuran Sa vaş" - Troya Bursa B.Şehir Belediyesi Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Tiyatro su. 5 ve 6 Nisan 2 0 0 3 , saat 20.0( "Kaktüs Çiçeği" İstanbul Devlet Tiyatrosu.
Belediyenin olanaklarının dışında pek çok da sponsorun katılımıyla modern bir tiyatro salonu oluşturulmuş. Öze Trakya Koleji, Burç Best Otel, Granc Inn Otel, Elit Otel, Sefa Otel, Rasim Çalışkan, Organize Sanayii, Cross Jeans, Güler Süpermarketleri de ciddi katkılarda bulunmuş lar. Gelecek sezondan itibaren tiyatro, kendi bünyesinde kalıcı bir kadro kurarak çalışmalarına başlayacak. Sadece tiyatroyla yetir meyip, pek çok yeniliğe de imza atmayı düşünüyorlar. Bunlardan bazıları Uluslararası Kültür ve Sanat Festivali, Balkan Ülkeler Oyun Yazarları, Şairleri, Kültür Bakanları Buluşmaları, Ödüllü Türk Filmleri gösterimleri, Operalar aryalar, M o d e r n Dans gösteriler Sokak Tiyatrosu gibi. 1 Nisan Salı günü saat 17.00'de sanatçıların katılımıyla düzenlenecek olan kortejin sloganı "Savaşa Hayır, Sanata Evet" olacak.
Haberler... ASSITEJ Seçimleri Yapıldı ASSITEJ (Uluslararası Çocuk Ve Gençlik Tiyat roları Birliği) Türkiye Merkezi'nin olağan Genel Kurulu Ankara'da gerçekleştirildi. Yeni Yönetim Kurulu şöyle oluştu: Dr. Tülin SAĞLAM (Başkan), Doç. Dr. Hasan ERKEK (2.Başkan), Nurkut İlhan (Genel Sekreteri), Ha luk YÜCE (Sayman), Özer TUNCA (Üye), Üm ran INCEOĞLU (Üye), Dr.Türel EZİCİ (Üye) Denetleme Kurulu üyeleri ise: Prof. Dr. Sevinç SOKULLU, Prof. Dr. İnci SAN ve İnci GÜRBÜZATlK'ten oluştu.
Beyoğlu'nda 'karşı-laşmalar' Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 'karşı laşmalar' adı altında yeni bir etkinlik serisiyle Türkiye'de t i y a t r o y u seyircisiyle birlikte tartışmaya açıyor, konuşmaya söyleşmeye çağıryor.
Dünya bu yıl 27 Mart'ı savaş tamtamlarının sağlıklı duygu ve düşünceyi zora sokan gürültüsü içinde karşılıyor. İnsanı insana tanıtmanın en dolaysız aracı olan tiyatro, böyle bir ortamda her zamankinden daha vazgeçilmezdir insanlık için. Bu gerçeğin bilincine ulaşmış bulunan tüm ül kelerde sahne yaratıcılığı yeni doruklara tırmanmakta. Yazık ki Türkiyemiz o uygarlık akımının dışında kalmış görünüyor. Bir süredir basınımızda tiyat ronun artık gereksiz ve sıkıcı olduğu yolunda yazılar yayımlanmakta. "Gereksizlik" iddiası elbet te yanlış, ama sıkıcılık suçlamasında bir gerçek payı bulunduğunu kabul etmek zorundayız. Ger çekten de bugünkü tiyatromuz salonlarda keyifli heyecanlar yaşanmasına, güncel gerçeklerimi zin sahnelerde doyurucu sanat şölenleriyle geniş seyirci yığınlarının dikkatine sunulmasına, böy lece toplumumuzdaki ulusal kişilik erezyonunun durdurulmasına katkılar sağlamaktan uzaktır. Bu yetersizliğin giderilmesi için ilk koşulun gerekli oyun metinlerinin yaratılması olduğunu pek çok yorumcumuz dile getirmekte. Ülkemizde yeni oyun yazarlarının yetişmediği de en sık vur gulanan gerçeklerden. Yetişmemesinin nedeni ise apaçık: oyun yazarlığının önü tıkalı. Bu durumun sorumluları konuyu tartışırken hep şunu söylüyorlar: "Yazılmış uygun oyunlar var da mı değerlendirilmiyor?" Somut gerçeklere bakılsa yanıt hemen bulunur. Ödenekli tiyatroları mızın seçme kurullarınca kabul edilip "havuzlarında" bekletilmekte olan yerli oyunların sayısı bi ni çok aşıyor. Her şeye karşın yaratmayı sürdüren yazarlarımızın pek çok yeni ve güncel oyunu görmezden geliniyor. Örnek istenirse uzağa gitmeye gerek yok; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının Mart 2003 oyun düzenine bir göz atmak yeter. Bu çok önemli kurumumuzun ay boyunca ço cuk oyunları dışında sahnelediği yirmi eserin on ikisi yabancı. Sekiz yerli oyunun altısı rahmetli yazarlarımıza ait. Kalan iki yerli oyunun yazarı da Şehir Tiyatroları camiasından.
pe cy a
26 Mart'ta Ferhan Şensoy'un ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde Kum,pan,ya'nın katılımı ile başlayan 'karşı-laşmalar' 23 Nisan'da Yıldız Kenter, 30 Nisan'da "Olmak ya da Olmamak: Seyirci Tiyatro İlişkisi" teması ile sürüyor. Füsun Akatlı'nın yöneteceği etkinliğe Hadi Çaman, Mustafa Avkıran, Nihal Geyran Koydaş, Unsal Oskay ve Üstün A k m e n katılıyor.
Tiyatro Yazarları Derneği'nin Dünya Tiyatro Günü Bildirisi
Yani bugün bir yazarımız bir oyunun o kurumca sahnelenmesini isterse önünde üç seçenek var: Yabancı uyruğuna geçerek yabancı adı almak, o tiyatronun kadrosuna girmenin bir yolunu bulmak ya da ölmek. Tablo böyleyken ülkemizde yazarlarca başı çekilecek bir tiyatro canlan masının beklenemeyeceğini belirtir, durumu düzeltecek genel anlayış değişikliğinin bir an önce gerçekleşmesini dileriz. Tiyatro Yazarları Derneği Yönetim Kurulu: Recep Bilginer, Turan Oflazoğlu, Tuncer Cücenoğlu, Savaş Aykılıç, Hale Kuntay, Gülsüm Cengiz.
TAV'da, Yaratıcı Drama Tiyatro Dostları Seminerleri TAV (Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat Toplantısı için Vakıf) ile Çağdaş Drama Derneği istanbul Şubesi tarafından 19 Nisan-20 Mayıs tarihleri arasında Makina Mühendisleri Odası Konfe rans Salonu veya TAV Sahnesi'nde gerçekleşti rilecek.
Drama öğretmenleri, Tiyatro toplulukları, konservatuvar öğrencilerinin katılımına açık olan etkinlikler: 19 Nisan'da Dr. Tülay Üstündağ; "Yaratıcı Dra ma Öğrenme ve Öğretme Sürecini Nasıl etkili yor?", Uz. Mete Akoğuz; "İletişim Becerileri ve Yaratıcı Drama." 26 Nisan; Dr. Ömer Adıgüzel; "Yaratıcı Dramanın Temel Kavramları-Tarihçe-Süreç." 3 Mayıs; Uz. Ruken Akar; "Değerler Öğretimi ve Yaratıcı Drama." Uz. Selen Korad Birkiye; "Yaratıcı Drama Tiyatro ilişkisi.' 10 Mayıs; doç. Dr. Ayşe Çakır İlhan; "Yaratıcı Bireyin Yetişmesinde Sanat-Yaratıcı Drama İlişkisi.", Dr. Ayşe Okvuran; "Yaratıcı Dramanın Doğası ve Doğaçlama."
ITI-Cumhuriyet Vakfı ve İKSV'nin katılımıyla düzenlenen "Türk Tiyatrosunun Yakın Gelece ği" konulu toplantı 26 Mart Çarşamba günü Gazeteciler Cemiyeti Lokali'nde gerçekleştiril di. Şakir Eczacıbaşı, İlhan Selçuk, Refik Erdu ran, Raik Alnıaçık, Hayati Özyazıcı, Sevgi San lı, Recep Bilginer, Gencay Gürün, Ayşe Emel Mesçi, Tuncer Cücenoğlu, Egemen Berköz, Güngör Dilmen, Engin Uludağ, Şükrü Türen ve Gülsüm Cengiz'in katıldığı toplantıda İTİ Türkiye Merkezi Başkanı Refik Erduran ITl'ın işleyişi ve yaşadıkları zorlukları anlatarak Kül tür Bakanlığı'nın kendilerini desteklemediğini belirttikten sonra medyanın tiyatroya ilgisizli ğinin altını çizdi.
Şakir Eczacıbaşı, kültür ve sanata yatırımın az lığından bahsettikten sonra, diğer ülkelerden verdiği örneklerde; "Londra Belediyesi'nin bi rinci sıradaki gideri güvenlik ikinci sıradaki gi deri ise kültür yatırımlarıdır." dedikten sonra Tokyo'da 126, tüm Japonya'da ise 2.500 konser ve tiyatro salonu olduğunu belirtti.
Sponsorluk yasasının hemen çıkartılması ge rektiğini, bu hükümetin konuya olumlu yak laştığını, tüm sivil kuruluşların da gerekli baskı ve desteği oluşturmaları gerektiğini belirtti. Gencay Gürün ise sponsorluk yasasının çıktığı nı ancak uygulama aşamasına geçemediğini, uygulama aşamasına geçmek için sadece yö netmelik gerektiğini vurguladı. Çıkan yasaya göre kârın %5'inin vergiden düşülebileceği, bu oranın artırılması gerektiği vurgulandı. İlhan Selçuk ise devletin daha uzun yıllar kültür-sanata verilen destek konusunda işin ba şında olması gerektiğini ama işleyiş açısından demokratik mekanizmaların kurulması gerek tiğini belirtti. UNESCO ile yapılan anlaşmalarda Kültür Ba kanlığı bütçesinin % 1 olması kabul edilmesi ne rağmen bunun uygulanmadığı, oluşturula cak baskı mekanizmalarıyla bu oranın uygu lanması için çalışmalar yapılması belirtildi. Toplantıların devam etmesi ve sponsorluk yasası üzerindeki çalışmalara devam edilmesi kararı alınarak toplantı sona erdi. 9
Haberler.. Tiyatrocular ve izleyiciler seslerini ABD Saldırısındaki Irak'a Ulaştırdı
Eşsiz Bir Dünya Tiyatro Günü
Dün, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'ydü. Bugüne dek (yani şu son 35 yıldır) izlediğim, katıldığım, tanıklık ettiğim, parçası olduğum en etkili Dünya Tiyatro Günü kutlaması, dün Hadi Çaman Tiyatrosu'ndaydı. İs tanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği (İŞTİSAN) tarafından düzen lenen olaya "kutlama" demeye dilim varmıyor. Bu şiddet ve işgal gün lerinde, acı ve ölüm günlerinde kutlama değil, olsa olsa "paylaşma" diyebilirim dünkü olaya. Tiyatro, tüm sanat dalları içinde insandan insana en dolaysız olanıysa... Tiyatro, insanı insan yapan değerleri, emeği, insan onurunu, ya şama sevincini yüceltmeye yönelikse.. Tiyatro, daha güzel, daha yaşa nılası bir dünyaya ya da bu özleme bizi hazırlıyorsa... Tiyatro, sahnede yalan söyleyenle, yoz olanla, sahici ve gerçek olanı birbirinden ayırma mıza yarıyorsa... Bütün bunları bize sunan ve şiddete, haksızlığa, sö mürüye, gücün terörüne, zorbalığa, ahlaksızlığa, işgale baş kaldıran, meydan okuyan bir programdı dün gerçekleştirilen.
Aslı Öngören Hasan İzzettin Dinamo'nun şiiri ile, Şebnem Köstem ve Hakan Elbir "Nagazaki Türküsü" ile, Vedat Sakman Banu Akın'ın flütü eşliğinde söylediği "İhanet" ile bugün Irak'ta yaşananları dillendirir ken, Haluk Çetin'in "Yangın Yeri" şarkısına izleyiciler korosu "Dostla rın arasındayız/ Güneşin Sofrasındayız" diye katılıyordu. Devlet Tiyatrosu sanatçıları Murat Karasu ve Burak Şentürk "Richard Waverly Davası" ile Hiroşima'ya atom bombasını atan pilotun duruş masına bizi tanık ediyordu.. Ataol Behramoğlu kendi dizeleriyle "Cellat uyandı yatağında bir gece" diye başlayıp yeryüzünü sarsarken. Sema, Filistin'de bir buldozer vah şetine kurban giden Rachel Corrie için yaptığı çalışmayla, sesini içimizi parçalayan, yeryüzünü tutuşturan bir çığlığa dönüştürüyordu. "Yeni Yamyamcılık" Daha programın ilk anından başlayarak, Şehir Tiyatrosu Sanatçıları, Dante'nin (Rekin Teksoy'un Türkçe söylediği) "İlahi Komadya"sı ile, Cehennem'den başlayan, Araf'tan geçen, Cennet'e varan bir ses du yurdular. Sırayla Başar Sabuncu, Nergis Çorakçı, Oktay Sözbir, Hümay Güldağ, Mazlum Kiper, Aslı Kasapoğlu, Hale Akınlı, Macit Koper, Can dan Sabuncu ve Haldun Ergüvenç sesleri ve sahnenin önünde yanan ve tek tek sönen mum ateşleriyle bizi bu yolculuğun bir parçası kıldı lar. Daha ilk sözlerle birlikte sahnenin arkasına gerilmiş tuvale Bedri Baykam bir resim yapmaya başladı. Program boyunca hep sahnedey di. Programın sonunda tablosunu bitirdi ve adını koydu: "Yeni Yam yamcılık".
cy
a
Öldürmeyin! Önce sahneden Orhan Aklaya'nın sunduğu, tiyatrocuların çağrısını duyduk: "Öldürmeyin" başlıklı çağrı şöyleydi: "27 Mart Dünya Tiyatro Günü. İnsandan insana uzanan sıcak bağların günü. Üzerimize ateş, kan, gözyaşı yağıyor. Kalbimiz bir kez daha bombalanıyor./ Ölen her insan bizimle ölüyor. / Öldürmeyin. Kirli dolarlarınızı, kirli tanklarınızı üzerimize sürmeyin. / Yas tutan ruhumuz sizi istilacı, işgalci bataklığı nızda lanetliyor. / Ne yazık size; tonlarca bombanız ve yitirdiğiniz in san duygularınızla bu iyi toprak sizi lanetliyor. / Biz bir cümleden bir çok insan var ederiz. Siz ne çok insan öldürüyorsunuz. / Sizi reddedi yoruz. Çünkü öldürüyorsunuz. / Gidin. Utanın ve gidin. / Sizin kirli sa vaşınıza, size ve kirinize karşıyız. Biz savaşa karşıyız. / Gidin. Bir an önce gidin. Geldiğiniz gibi gidin. / Öldürmeyin. Ölmeyin. /Yanılıyorsu nuz. İnsanlığı hafife alıyorsunuz. /Öldürmeyin. Durun!"
meleri yerleştiriyordu. Ve ben onu dinlerken kendimi, Hakkari'deki ço cuklar arasında sanıyordum: "Önüm arkam sağım solum sobe / Koru cu olmayan ebe!" diye oynayan çocukları...
pe
Yüreğin Çırpınışları Sahnede birbirini izleyen birçok sanatçının sözü, oyunculuğu, şiiri, mü ziği, devinimi çok geçmeden, yüreğimin çırpınışlarına dönüşecekti. İs tanbul'da mıyım, Bağdat'ta mı yoksa Hiroşima ya da Nagazaki'de mi bilmez oldum.
Zeynep Tanbay'ın bir iskemle üzerindeki koreografisi, benim için şim diye dek işkenceye karşı eşsiz bir çığlıktı. Ama bu kez onu izlerken, hiç terk etmediği iskemlesindeki devinimleri, Bağdat'taki pazar yerine dü şen bombada savrulan kadınların kolları, bacakları, tutuşan saçlarıydı. Genco Erkal, Nâzım'ın dizeleriyle çocukların öldürülmesine isyan eder ken, Bilgesu Erenus Hiroşima'dan yedi yaşında öldürülen kız çocuğu nun diline, dünyadaki tüm çocukların ağızlarından düşmeyen tekerle
Tiyatro diliyle, tiyatroyu var eden tüm araçlar ve yöntemlerle (söz, oyunculuk, müzik, dans, plastik sanatlar), çok kısa bir sürede kotarıl mış bu Dünya Tiyatro Günü "kutlama"sının sonunda izleyiciler olağa nüstü bir an yaşadı. Olaya katılan tüm sanatçılar sahnedeydi. Orhan Alkaya izleyicilere seslendi: "Şimdi, sadece bir dakika için, herkes yanındakinin elini tutsun. Ve içimizden geçen her şeyi Irak'taki insanlara ulaştıralım." Zaten sahnedekileri tüm salon ayakta alkışlıyorduk. Ay nen, dediği gibi yaptık. Herkes el ele tutuştu. Ve o bir dakika içinde içimizden geçen tüm duyguları, düşünceleri, Irak'taki insanlara ulaştır dık. O sesi duydular. Bundan hiç kuşkum yok. Zeynep Oral Cumhuriyet, 28 Mart 2003.
Haberler... İŞTİSAN'ın Dernekten İstifa Eden Dört Şehir Tiyatrosu Sanatçısı Üyesine Yanıtı
ledip bir de "yazar olmadığını ispatlayın" diyorsunuz. Biz Necip Fazıl'ı edebiyat tarihi içersinde kuşkusuz önemsiyoruz. Gene biz, Necip Fazıl'ın özellikle Demok rat Parti iktidarından sonra hangi dünya görüşü ile ha reket ettiğini, şairliği ve yazarlığını hangi yönde kullan dığını ve işi nasıl gençliği cihada çağıran hitabeler yaz maya vardırdığını biliyoruz. Yeri gelmişken soralım, bütün bunları siz de bildiğinize göre, üstadı şairliğinin ve yazarlığının ötesinde ne olarak görüyorsunuz?
2. Tiyatromuzun yönetsel geleneklerinden biri, Genel Sanat Yönetmenliği'ne seçilen kişinin bir oyuncu-yönetmen olması gerektiğidir. Bu gelenek vaktiyle bozul muş, sonra yönetmeliğimizin "Genel Sanat Yönetmen liği" maddesinde yapılan değişiklikle durum idare edil meye çalışılmıştır. Artık istenirse bir dekoratör, istenir se bir eleştirmen, ya da öğretim üyesi hatta öğretim görevlisi bu göreve atanabilir. Tiyatroyu korumak amacıyla karşı çıktığımız nokta, temel ilkenin bozulma sıdır. Burada ispatlanması değil, sizce anlaşılması gere ken bir şey var. Sormamızda bir sakınca var mı? Seçim yolunu deneyip de yeterli oyu toplayamayanlar -bir an lamda kurum çalışanları tarafından yönetici olmaları istenmeyenler- neden Belediye iradesiyle yönetime ge tirilmeyi kabul ederler? Tiyatro alanındaki yönetsel ye teneklerini zorla kabul ettirmek için mi? Şehir Tiyatro su yönetmeliğinin atamalarla ilgili onuncu maddesin den herkesin haberi var. Sizin de "kitabına uydurmak" tabirinden haberiniz var mı?
"Türk-lslam sentezi eksenli oyunların bir sanatsal de ğeri olup olmayacağı da tartışma konusu olabilir" de miş ve "Siyasal noktalarını tartışmaya çekmek biz sa natçıların ödevi olmasa gerek." diye sürdürmüşsünüz. Bazı oyunlar Türk-lslam sentezi içerikli olacak ve bu içeriği tartışmaya çekmek sanatçıların görevi olmaya cak, öyle mi? Sizin o hayli tarazlı aynanıza baktığınız da gördüğünüz sanatçılar, böyle şekilsiz, amorf, bir sanat yapıtındaki politik yapılanmaya ilgisiz yaratıklar mıdır? Barışın yanında ve savaşın karşısında olmak da bir siyasettir. Ve bunun, bir partinin siyasetinin güdü münde olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Derneğimiz, yasalara uygun işlevini sürdürmekte ve "sanatın kendisini" tartışmak için baskısız, uygun bir ortamın oluşmasını özlemle beklemektedir. 8. "Oyunların çoğunun kurum dışından yönetmenlere emanet edildiğinin ispatını" istemişsiniz. İlk repertuarınızdaki 11 oyundan 7 tanesini kurum dışından kişilerin yöneteceğini sezon başında kendiniz ilan etmediniz mi? Daha neyin ispatı gerekiyor? Bu projenizi gerçekleştiremedinizse, herhalde açıklanabilir gerekçeleriniz de vardır.
cy
3. ".... açığa vurdukları 'ümmi' tiyatro özlemlerine.." sözlerinde, tiyatro literatürüne başvurmayı gerektire cek bir "tiyatro biçemi (üslûbu) açıklaması" mevcut değildir. Elbette bir "ümmi tiyatro" biçemi yoktur. Her yanlış okumanızdan sonra bir ispatlama daveti çıkar manız işi oldukça soyut bir alana çekiyor ama bu size üslûbunuz hakkında birşey öğretecekse, mahzuru yok.
Eğer duymadınızsa, İBDA-C örgütü, her şeyi ile onun mirasçısıdır. Bu durumda Cumhuriyet ilkelerini falan hiç gündeme getirmemek gerekir, aksi taktirde tartış ma sizin de midenizi kaldıracak boyutlara ulaşabilir. Oysa biz sanatın kendisini tartışmaktan yanayız, tam da sizin davetinizde olduğu gibi. Ama siz dürüst bir ruh hali olup olmadığınızı sorgulayın. Elbette, aynı so ruyu bize de sorun ama öncelikle siz sorgulayın.
a
1. "İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği Genel Kurulu Bildirisi"nde, şu anda tiyatronun yönetim kuru lunda bulunan herhangi bir üyenin, herhangi bir siyasi parti ya da teşkilata üye olduğu iddiasında bulunulma mıştır. Bir parti ya da teşkilata üye olmamak, bir siya set sahibi olmamak ya da bir siyasetin etkisi ve yönlen dirmesiyle hareket etmemek anlamına da gelmez.
pe
4. Evet, çalışanlar üstünde terör estirerek, köksüz ikti darınızı pekiştirmeye çalışıyorsunuz.
9. Bir Şehir Tiyatrosu sanatçısını gerektiğinde Disiplin Kurulu'na sevketmek ikide bir önümüze sürdüğünüz yönetmeliğe göre. Yönetim Kurulu'nun işidir.Eğer Yö netim Kurulu bu görevini başkalarının eline bırakmışsa, durum Anayasal düşünce açıklama haklarını kulla nan üç yönetmeni Disiplin Kuruluna sevketmekten da ha vahim demektir.
Sezon başında yapmayı uygun bulmadığınız Genel Ku rul toplantısı, genel tavrınızı önceleyen ve biçimini be lirleyen çok önemli bir işaretti. Hiç kimseyle ne reper tuarla, ne gelecekte yapılacak işlerle ilgili herhangi bir şeyi paylaşmamanız ve iletilmesi gereken bilgiyi bir emirname-ya da nizamname- halinde tiyatro panola rından dağıtmanız ya bir eleştirilme korkusunun ifade siydi ya da yapıntı bir otorite kurma niyetinin anonsu. Her ikisi de -ayırdında olsanız da olmasanız da- faşizan yönetimlerin çıkış ve inişlerindeki davranış biçimlerini anıştırmaktadır. Tiyatro içinde cımbızla cezalandıracak bir şey aramak, nasıl adlandırılabilir? Örneğin, Meh met Atak'la ilgili komik maceranızı birbirini tutmayan daha neler söyleyerek sürdüreceksiniz acaba? Aksini sizin kanıtlamanız gereken daha bir çok konuda biz den ispat istemek de -ne yapalım ki- terör yöntemine hayli benzeyen bir aykırı yol. Evet, iktidarınız köksüz dür, çünkü bu aykırı yolunuz Şehir Tiyatrosu gelene ğinde yoktur. 5. Biz "verilmiş bir sözü -ya da emri- yerine getirmek istercesine" demişiz, siz "kimlere hangi sözün verildiği ni ve yine kimden ya da kimlerden hangi emrin alındı ğının ispatına" diyorsunuz. Eğer böyle bir şey varsa, bunu sizden daha iyi kim bilebilir? Üstelik bunu açıkla manız da size kaybettiğiniz puanlardan bir kısmını ka zandırabilir. 6.-7. Bildirinin "... Yazar kimliği ile değil" bölümünü de anlamamışsınız ya da saptırmaya çalışıyorsunuz. "Ne cip Fazıl'ı sadece bir oyun yazarı ve şair olarak görmü yoruz." Yeni Şafak gazetesinin 08/07/02 tarihli baskı sında yöneticilerimiz böyle demişler. Siz bunu bize ma-
10. Haklısınız, gerekirse özür dileriz... Çoğunluğu üni versitelerin tiyatro bölümlerinden diplomalı, görevleri ne son verilen yardımcı oyuncu sayısı 10'u aşkın değil miş. Kaç kişi olduklarını öğrenebilir miyiz?
11. "...mesleki ilkelerine aykırı bir oyunda görev alma konusunda çekince hakkını kullanmak", oyuncunun çeşitli nedenlerle tiyatromuzda oynanmasının doğru olmadığını düşündüğü bir oyunda rol almak isteme mesidir örneğin. Uzun yıllarını tiyatroya adamış olma nın kazandırdığını düşündüğümüz kendiliğinden bir hak, aynı nedenle yöneticilerin de saygı duymaları ge reken etik bir durumdur bu. Oyuncunun oynamak is temediği oyun, tiyatro sahnesinden iletilmesi doğru ol mayan bir siyaset içeriyor olabilir. Bu durumda "... mesleki ilkeler gereği, sanatçı sanatını icra etmekle yü kümlüdür. Çünkü bunun için kendisine bir ücret öden mektedir." sözleri, sanatçı onuruna biçtiğiniz pek soy lu olmayan değerin talihsiz bir ifadesi değil midir? Ay rıca, sırf kendisine ücret ödendiği için görevini yerine getirmek, bir "gerçek" sanatçı yönelimi değil, bir para lı askerin davranış biçimine daha çok benzemiyor mu?
12. Bildiride tiyatrocuların yıpratılarak uzaklaştırıldıkla rından değil, yıpratılarak uzaklaştırmaya yönelik bir kı yım politikasının uygulanmaya konulduğundan söz edilmektedir. Henüz -stajyer sanatçı Mehmet Atak dı şında- tiyatrodan atılmış kadrolu kimse yok, ancak bir sürü deneyimli oyuncu ve yönetmenin moral olarak ti yatrodan uzaklaştıkları, kiminin bir an önce emekli ol-
mayı, kiminin istifa etmeyi düşündüğü gerçeği, sizi hiç düşündürmüyor mu? 13. "Yönetmelik dışına çıkılarak oyuncu, yardımcı oyuncu ve konuk sanatçı çalıştırıldığının ve yönetme likteki hangi tanıma uyulmadığının ispatına.." Böyle bir şeyin mümkünü var mı? Yani siz yönetmeli ğe aykırı hareket edebilir misiniz? Yani bizim "... bas kıların yanısıra, tiyatroyu 'tiyatroculara rağmen' yönet meyi özleyenler; yakınlarını kurumda göreve başlat makta sakınca görmezken oyunlardaki kilit görevleri ya doğrudan üstlenmekte ya da tiyatro alanında yet kinliği kanıtlanmamış 'konuklar' ile hiçbir tiyatro eğiti mi görmemiş eski yeşilçam oyuncuları arasında rol paylaştırarak kendilerine bağımlı bir kadro oluşturma çabasındalar" şeklindeki ifadelerimiz, yönetmelik ihlal leriyle değil, yönetmeliğe ya da kitabına uydurma be cerilerinizle ilgilidir. "... yönetmelikteki hangi tanıma uyulmadığının ispatına" deyişinizde de bu becerileri nizle övündüğünüz sezilmiyor mu? 14. Sn. Ali Göçer, Al Baraka Türk'ün yönetim kurulun da görev almış değil mi? Bunu bu güne kadar kendisi bile reddetmedi. Peki, aynı Sn. Ali Göçer tiyatromuz dan konuk sanatçı statüsünde maaş almıyor mu? Sn. Ali Göçer'in hangi sanatçılık sıfatıyla tiyatrodan maaş aldığını ve hangi sanatsal işi yaptığını biz bilmiyoruz. Kaldı ki, yedi (7) aydır kurumumuzdan maaş almakta olan Sn. Tevfik Ismailov'un ne iş yapıp yapmadığı ko nusu da, tarafımızdan ayrıca sorulacaktır. Bilmenizi ve gerekçelerinizi hazır tutmanızı rica ederiz. Bilmemiz gerekmez mi acaba? Ne dersiniz, biz bu işle re acaba hiç karışmasak mı? 15. Repertuar kurulları neresinden bakılırsa bakılsın, sansür kurullarıdır. Hem çağdışı eleme kurulları olduk larından hem de tiyatronun iradesi dışında kimi oyun ların oynanmamasına ilkel yöntemlerle karar verdikle rinden. 16. Herkesin gözleri önünde olup biteni kimden gizle yebilirsiniz ki? Yönetime gelmeden önce tiyatro mü dürü ile hareket ettiğiniz herkesin malumu. Böyle bir ortaklıkta "siyasi eşgüdümü" Belediye ile tiyatro ara sında bir aracı sayılabilecek İBŞT Müdürü'nden başka kim yürütebilir? Hâlâ 'ne hareketi? -ne siyaseti?' diyor sanız. Yönetim Kurulu'nda kendi aldığınız kararlara bakın. 4 mart 2003 tarihli kararlarınız arasında bir Türk Dün yası oluşturma isteği billûrlaşıyor. Tehlikeli sularda, maalesef bilinçsiz bir biçimde kürek sallamaktasınız. İşi "İtalyan sahnesine karşı bir Türk Sahnesi oluşturmaya" kadar götürmüşsünüz. 17. Siz Necip Fazıl'ın "Ben yok olamam!" sözünü "Bir Adam Yaratmak" adlı oyunundan çıkarıp billboardlara, afişlere yazmadınız mı? "Varlığının Sahibi Sen mi sin?" sözü de aynı afişlerde ne olduğu belli olmayan beyaz bir dikdörtgenin üstünde yer almıyor mu? Böyle tek başlarına sipsivri kaldıklarında, bir tiyatro tanıtımın dan çok, gizli bir tarikatın manası karnında sabuklamalarını andıran bu sözler afişlere, billboardlara ne amaçla taşınmaktadır? Bu alıntılarla aynı dönemde broşürlere yansıyan çember sakallı, takkeli adamların, cami siluetlerinin bir ilintisi olmadığını sizin kanıtlama nız gerekir. Son. Yeterince "Siyasal" olduğundan emin olduğunuz halde IŞTİSAN'ı Türk adaleti önünde müşkil durumda bırakmama isteğiniz, gerçekten duygulandım. Dileriz bildiride sözü edilen yanlış icraatlarınızı sürdürmezsiniz ve bizim, tiyatromuzu müşkil durumda bırakmama yö nündeki çabalarımızı daha fazla zorlamazsınız. İstifanız kabul edilmiştir. IŞTİSAN YÖNETİM KURULU
SÖYLEŞİ
Mustafa
YILMAZ ERDOĞAN
Demirkanlı
Bu Düzlüğü Çabuk Geçip, Yeni Bir Rampa Oluşturmalıyız."
pe cy
a
Yılmaz Erdoğan ile tanışmamıştım bugü ne kadar. Fotoğrafçı arkadaşım Gülay Ayyıldız ile BKM'nin merdivenlerini tır manırken biraz da keyifsizdim, bu kadar medyatik bir adamla ne konuşacaktım ki? Bizi görünce, asistanına dönüp, 'Kim bunlar yahu? Ne dergisiydi?' deyince, ben de dönüp, 'Yılmaz Erdoğan kel ka falı olan değil miydi?'yi yapıştırıverdim. Bu iki cümleyle birbirimize ısınıvermiştik. Söyleşi boyunca sorulara yanıt verirken duraksamadı, kaçınmadı. Ne yaptığını, ne yapacağını biliyordu. Tiyatro eğitimi almamıştı, konservatuvar sınavını da ka zanamamış zaten, iyi de olmuş. Yoksa, bu adamın içindeki cevheri törpüler, ödenekli kurumların önüne atarlardı.
Yılmaz Erdoğan'ı oyun yazarı, oyuncu, yönetmen, şair, dizi oyuncusu-yazarı, stand-upçı, sinemacı olarak tanıyor, Tel sim reklamlarında izliyoruz. Ama ben bu söyleşiyi tiyatro ile sınırlı tutmak istedim. Sanırım tiyatroya profesyonel olarak Ferhan Şensoy'un Nöbetçi Tiyatro'sunda adım attın... Doğru, ilk olarak tiyatroya orada başla dım ama profesyonel olarak değil. Pro fesyonel olarak tiyatroya başlamam Le vent Kırca-Oya Başar Tiyatrosu'dur. Yılmaz, tiyatro aklına ne zaman düş tü? Aslında hiç hesapta yoktu. Ailemin kur duğu düzen açısından, biz zaten Anka ra'da kıt kanaat okutuluyorduk, ailem Hakkari'deydi. 1985 yılında İstanbul'a gelinceye kadar iki kere falan tiyatroya gittim. Ama, ailenin, mahallenin, sokağın komedyeni olarak takılıyordum da. Son rasında Nöbetçi Tiyatro sınavıyla ortaya
12
çıkmış bir olay oldu benim için. Birçok tiyatrocu gibi sen de alaylısın. Evet, ama ben o tarihlerde konservatu var sınavına girdim, kazanamadım. Böyle bir teşebbüsüm oldu yani. İyi ki kazanamamışsın galiba. Ne der sin? Hoş, ben Nöbetçi Tiyatroyu'da kazana madım ya. Şimdi girsem sınavlara yine kazanamam. Kazanamamanın da faydaları var an laşılan... Bir gün Yıldız Hoca (Kenter) Otogargara'yı seyretmiş, çok beğenmiş. Benim gir diğim konservatuvar sınavının başkanıy dı, oyundan sonra kendisine söylediğim de "Valla, daha iyi olmuş" dedi. Ama ki mi tiyatrocular için de kazanmak daha iyi olmuştur, bizim tiyatronun yarısı konser vatuvar mezunudur. Konservatuvar eğitimi almamış ol mak başka bir şey ama oyuncunun kendini geliştirmesi için yine de eği tim gerekli galiba? En azından seskonuşma, hareket açısından... Allahtan bunun tek yolu konservatuvar değil. Bu alanda, oyunculuğunu geliştirmek adına yaptığın çalışmalar var mı? Tabii, İnsanın tartışılmaz iki temel malze mesi olduğunu biliyorum, diğerleri tartışı labilir, bilinç ve beden bence tartışılmaz iki malzemedir. Bunu özellikle ruh diye tanımlamıyorum; çünkü çok tartışmalı bir konu. Ben bu oyunda da tartışıyorum za ten biraz, bu ikisini geliştirmek bir insa nın temel ödevi, bir oyuncunun ise bu konuda çok daha fazla mesai harcaması gerekiyor. Sadece oyunculuk anlamında Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
pe cy a
a cy
fif tembellik veren bir şey. Tiyatro, seki zinci yılına giriyor, bu oyun bizim üçüncü oyunumuz.
pe
soruyorsan. Ben bu ikisi için de bütün iş lerin yanında ciddi bir uğraş veriyorum. Bu mesleğe başladığım günden bu yana böyle bir uğraşım var.
BKM neden az oyun sahneledi bugü ne kadar? Bir oyunun seyircisi nere deyse bitene kadar devam ediyor, sonra yeni bir oyuna geçiyorsunuz. BKM'yi bir repertuvar tiyatrosuna doğru yöneltmeyi düşünüyor musu nuz? Şimdilik düşünemiyoruz. Bunun iki nede ni var: Birincisi, bizim tiyatromuz aynı an da iki oyunu sahneleyecek durumda de ğil. Örneğin, bu oyunu oynarken "Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?" en azın dan haftada iki gün oynanabilecek du rumda, seyircisi açısından. Ama bizim burada teknik olanaklarımız çok sınırlı, ikinci oyunun dekorunu koyacak yerimiz bile yok. Burası sinemadan bozma bir yer olduğu için, depo gibi bir sorunumuz var. ikincisi, tiyatronun dışında da pek çok aktivitemiz olduğu için, -özellikle te levizyon ve sinema- doğrusunu istersen bizi rahatlatan ama tiyatro adına da ha
BKM sadece Yılmaz Erdoğan oyunla rı mı oynayacak? Başka yazar, başka oyun da olacak mı? Bizim oynamak isteyeceğimiz bir oyunla buluşursak tabii oynamak isteriz, ilkesel olarak başka yazara kapalı değil BKM'nin kapıları.
Bu kadar hızlı bir biçimde yükselmek, popüler olmak, seni zaman zaman korkutup, endişelendiriyor mu? Hikayeyi 1987 yılından başlatırsak aslın da çok hızlı değil, yavaş da değil. Yakla şık 16 yıllık bir serüven bu. Yola çıktığım günden beri kafamda hep 3 yıllık, 5 yıllık planlar yaptım. Şu ana kadar da bu plan larım tuttu. Bir kısmı düşündüğümden erken oldu, ama düşündüğümden geç olmadı hiçbiri. Ben yine aynı şekilde çalış maya devam ediyorum. Şimdiki pozisyon biraz farklı. Baktığınız ölçüt izleyici sayısıysa, tabii sanatta pek çok ölçüt var ama tartışılmayan ölçütün izleyici sayısı olduğunu düşünüyorum. En çok seyircisi
olan tiyatro biziz, en çok seyirciye ulaşan filmi biz yaptık. Televizyonda da yüksek seyirciyi bulduk. Şimdi bunları iki üç kez daha tekrarlamak gerekiyor. Yani bir nu mara olmak neyse, bir numara olmak gi bi bir derdimiz vardı, olduk. Şimdi, var olan durumu muhafaza meselesi, ben bi liyorum ki insanı aşağı çeker. Dolayısıyla başka hedefler koymaya çalışıyorum kendime. Bunlardan biri benim yazdığım oyunların yurtdışında da oynanabilirlik özelliği taşıması, filmlerim aynı şekilde. Bu sınırları zorlamaktan yanayım ve da ha iyi işler, ölçütü sadece seyirci sayısı olarak koymadan, daha çok ve daha iyi filmler, daha iyi oyunlar yapmak. Eskiden de böyleydi aslında. Bir yarış varsa kendi mizle ilgili bir yarıştı bu. Mesela televiz yonda bir yarışa girersen, televizyon çok hızlı değişen, çok değerli olmayan bir şeydir aslında. Ama tiyatro ve sinemayı onların önüne koyuyorum. Tabii bütün bunları yapmamızı sağlayan televizyon dur, onu aşağılıyor değilim ama zaman zaman televizyonun telefon gibi bir eşya olduğunu düşünüyorum. Çok iyi bir ko nuşma da yapabilirsiniz, hayatınızı kâbu sa da çevirebilirsiniz telefonu kullanarak. Televizyon da biraz böyle. Bu çıkış nereye kadar devam ede cek? Şimdi geldiğimiz yerde, rampayı çıktık, bir düzlük var önümüzde ama ben de düzlükten pek hoşlanan biri değilim. Bu düzlüğü çabuk geçip tekrar yeni bir ram pa oluşturmalıyız. Ya çıkarız ya ineriz. Çünkü çıkma teşebbüsü aynı zamanda inme riskini de taşır kendi içinde. Popüler kültürün içinde isteyerek ve ya zorunlu olarak oldukça fazla yer alıyorsun. Bu yapı içindeki yaşamın tiyatroculuğundan götürdüğü şeyler var mı ya da kattığı? Tiyatroya tek olumsuz katkısı daha çok oyun yazabilirdim, diğer alanlarda bu ka dar yoğun olmasaydım. Popülerliğin olumsuz yanları ise benim kişisel haya tımla ilgili, dünyamla ilgili. Popülarite ba na bu prodüksiyonları yapabilme gücünü verdiği gibi, yaptığım işlerle çok fazla in sanın ilgilenmesini de sağlamakta. Bu gerekli, çünkü bana hep kalabalık lazım dır, ben onlara bir şeyler anlatıyorum. Ama onun dışında tiyatroyla ilgili yedi yıl da dört oyun yazmak, aslında pek az da değil galiba. Ama daha fazla oyun yapa bilirdim, biraz önce konuştuğumuz tiyat ro ile ilgili aktiviteleri biraz daha derinleş tirebilirdik tabii.
Tamam, ama benim sormak istedi ğim kitlelerle kurduğun bu bağ, 'po püler' yaşamın getirdiği yabancılaş ma ile zaman içinde kopabilir mi? Böyle bir tehlike seziyor musun? Böyle bir risk her zaman vardır. Dünyaya da baktığın zaman benim emsallerim ge nellikle tiyatroyu bir noktadan sonra bı rakmışlardır, eğer sinemayı tümden ter cih etmişlerse. BKM biraz da bensiz gide bilme gücünü bulursa, oyuncu olarak ti yatrodan çekilebilirim ileride...
Bir rivayete göre televizyon dizilerini BKM'nin üst katındaki odana çıkıp iki saatte yazdığın söyleniyor, öncelikle bu doğru mu? Doğruysa nasıl beceriyorsun diye de soracağım. Çok daha iddialı bir rivayet vardı, Yılmaz Erdoğan'ın, BKM'de bir odası varmış, sa bah yukarı çıkıp bana bir çay gönderin diyormuş, bitene kadar da yazıyormuş. Evet zaman zaman bir-iki saatte yazdı ğım da oldu, ama bütün bölümü değil tabii. Genellikle iş artık belli bir kıvama gelince hızlanıyorsunuz, ben pazar ve pazartesileri, -pazar da yarım oluyordu genellikle, matine olduğu için- yazar, sa lı, çarşamba çekerdik. Ama bazen pazar tesiyi kurtaracak gibi pazar gününden 20-25 sayfa yazdıysam, ki onun 7-8 say fasını bensiz yazıyordum, sabahları da di zi çekilirken odaya çekilip o bölümleri ya zıyordum. Bazen şaşılacak hızda yazdı ğım da olmuştur, genellikle ne yazaca ğım kafamda oluşmuş olduğu için hızlı yazdığım doğrudur ama bu kadar da de ğil! Hesap ortadaydı zaten, "Bir Demet Tiyatro"nun her bölümü 40 sayfaydı ve 7-7.5 saatte yazıyordum. Bu 7.5 saati sen istersen bir aya yay istersen bir gün de yaz, bazen bir günde de yazdığım ol du ama 7.5 saatin altına inemedim.
cy
Yazar olarak? Yazar olarak çekilmeyi düşünmüyorum. Oyun yazmak benim hayatta en çok zevk aldığım işlerden birisi.
delenme olacağını sanmıyorum. Dünya ya nasıl ve nereden baktığımı biliyorum.
a
Bence, oyunlarındaki ve filmindeki başarı bu ülke insanı ile kurmuş oldu ğun bağdan kaynaklanıyor. Sadece televizyondaki başarının getirdiği ta nışıklık veya stand-up gösterilerindeki buluşmanın tiyatroya bire bir yan sımaması gerektiğini düşünüyorum. Bu tanınmıştık belki bir kere tiyatro ya yöneltir insanı ama beğenmeyip tekrar televizyonla yetinmesini sağ lar... Biz zaten bir alanda yaptığımız bir işi di ğer alanda tekrarlamıyoruz...
Bu kadar uğraş arasında oyun izleme fırsatı bulabiliyor musun? Mümkün mertebe izlemeye çalışıyorum, ama şu aralar, yani bu oyun çıktığından beri pek fırsat bulabildiğimi söyleyemem.
pe
Sormak istediğim, oyun yazarken sağladığın beslenme zaman içinde zedelenebilir mi, popülerliğin getir dikleri dezavantaja dönüşebilir mi? Ben çok etkileyeceğini düşünmüyorum. Çünkü benim insanlarla ilişkim, duygusal ya da empati ilişkisi. Meşhur olmadan önce neyse şimdi de odur aslında. Eğer sizin radarlarınız doğuştan bunun için kurgulanmışsa ve sizin sonra geliştirdiği niz yönünüzle birleştiğinde bu yapı de ğişmez, yanlış bir düşünce bu. Benim mesleğimi yapan herkesin başına bu ge lir. İnsanlar popülerdir ama seksen yaşı na kadar iyi işler yapmışlardır, dolayısıyla bir hikaye anlatıcısı için bu çok önemli değildir. Konu sokağa gidip, kahveye gi dip derleme konusu değil, bununla karış tırırlar daha çok. İyi bir romancı, o ro man için veya iyi bir oyun yazarı, o oyun için eğer bir yere gitmesi gerekiyorsa gi der, toplar, sonra evinde, karanlık bir odada yazar.
Bundan da hoşlanmıyorum. Çünkü, Tür kiye'de yaygındır, kendi tiyatrosundan başka tiyatro izlemez insanlar. Ben böyle olmak istemiyorum ama bu dönemle ilgi li olarak maalesef böyle. Zamanı yarata bildiğim oranda dünya tiyatrosunu izle mek için, sadece oyun izlemek için bile yaptığım geziler oluyor. Türkiye'de tiyatro ölüyor tartışmala rı zaman zaman gündeme geliyor. Sen bu konuda ne söylemek istersin? O tartışmaları ben de ilgiyle izliyorum, genellikle de bu işi araştıran gazeteci ar kadaşlar otomatik olarak, "Peki, BKM?", "O başka" diyorlar. Teşekkür ederim, "O başka" lafı iyi bir şey herhalde, ben iyi bir şey diye algılıyorum. Şimdi, bu iki tür lü bir soru. "Sizin öyle bir sorununuz var mı?", "Çok şükür yok" ama "Türkiye'de böyle bir sorun var mı?", "Var." Biraz tu zu kuru bir yanıt gibi gelebilir kimi dost lara, ama bu işi üretenlerin kendi arasın da bir problem olduğunu sanıyorum, is ter komedi, ister dramatik türde seyre değer bir şeyler yaparsanız, insanları o salona götürmek mümkün olur. Ama şimdilerde izleyici ile buluşmak başka yerde aranıyor. Bir başka alanda popüler olmuş, örneğin manken, şarkıcı gibi in sanlarla çalışırsak, basında ses getiririz, insanları haberdar etmemiz daha kolay olur diye düşünüyorlar ama bu tiyatro nun kendi kuralları ve ilkeleri içinde de yapılabilir. Bu sıkıntı dünyanın çeşitli yer lerinde de var, onlar da bu çıkışı tiyatro nun kendi olanakları içinde arıyor. Eğer siz bir sebep yaratmazsanız, yaptığınız iş le kimse ilgilenmiyor.
Tabii, ama ben o bağlamda sorma dım. Biliyorum. Sen bu anlamda sormadın ama bana bu çok soruluyor "Malzeme toplamakta zorluk çekiyor musun?" di ye. Beslenmeye gelince, herhangi bir ze 15
Yılmaz Erdoğan'ın tezgâhında veya kafasında yeni bir oyun var mı? Şu anda filmi öne almış durumdayız, bu aralar oyun düşünmek istemiyorum, 2.5 yıl bayağı ızdırap çektirdi bana bu oyun, hâlâ en zor metin, oyun metnidir benim için. Bir dergi seni "Son Star" olarak çıkar mıştı kapağa, nasıl bir duygu bu 'star'lık? Hem de 'son star' olmak?
cy
Mesela özellikle bu oyun: Oyunun birinci dakikasından sonuna kadar seyirciyi gül dürmeye yönelik bir oyun yazmam da mümkündü; ama öyle yapmadım. Za man zaman, 'seyirciyi' karşısına alır gibi davranan bir oyunu bile seyirci büyük bir zevkle izliyor. Kendi işinden örnek ver mek tuhaf bir şey ama ben buna inanı yorum, bu testi yapmak zorundayım, kim gelirse gelsin ya da gelmezse gelme sin diyene de zaten söyleyecek bir şey yok. Onun da bundan şikayet etmesi manasız olur.
re insanına yararlı olmadığını düşünüyo rum. Zaten sadece tiyatro değil, devletin yaptığı bütün işler; ikinci sınıf hastane, ikinci sınıf veteriner duygusuyla yapıldığı için buraların bir çile çekme yeri olduğu nu düşünüyorum orada çalışan insanla rın çoğu için.
a
Şimdi, 15-20 yıllık bir tiyatro, 20 yılın ilk yarısını bazı oyunlar yaparak, diğer yarısı nı röprizlerle geçiriyorsa muhakkak bir sebebi vardır, bir çıkmaza girmiştir. Bu da o tiyatronun sonunu getirir, seyircisiz bir tiyatroyu sürdürmek mümkün değil dir. Bir tiyatro anlayışına göre seyirciye de çok fazla ödün vermemek gerekiyor. Seyircinin istediklerini yapmak faul aslın da. Vallahi, ideal olanı sizin yaptığınızın, bütün yüreğinizle ve beyinsel kapasite nizle yaptığınız şeyin, seyirci tarafından da hoş bulunmasıdır. Bizim başımıza ge lenin bu olduğunu sanıyorum. Ama za ten bu ikisi buluşmazsa, bir taraf eksik kalır, seyirci sever diye yapılan işlerin % 99'u seyirci tarafından beğenilmemiştir. Sektör kendine dönüp meseleye bir kere daha bakmalıdır bence.
pe
Sizin alanınızın dışına çıkalım ama yini tiyatronun içinde kalarak, ödenekli tiyatroların yapıları, üretimleri ile ilgi li neler söyleyebilirsin? Valla, her alaylı gibi, bazı süreçlerden geçtik, hâlâ da geçmekteyiz. Mesela ben ödenekli tiyatroda çalışsaydım şu soruyu kendime sorardım. "Ben bu kurumda ol masam, bu kurum ne kaybeder?", ikinci si "Ben bu kurumda olmasam, ben ne kaybederim?" Bu iki sorunun cevabını vicdani olarak vermeli insanlar. Hepimi zin bildiği klasik, hedefi olmayan, seyirci kaygısı olmayan, neredeyse seyirci ile iliş kisi olmayan bir tiyatro anlayışını benim kendi tiyatro anlayışıma sığdırmam mümkün değil. Ben onu bilmiyorum, na sıl yapılır o işler bilmiyorum. Ama, Erzu rum'da tiyatroyu kim yapacak diye bir soru geliyor karşınıza ve Devlet Tiyatrosu o zaman gerekli diyorsunuz, keşke Erzu rum'a Erzurumlu'nun seveceği tarzda bir tiyatroyu götürsek. Bunun kesinlikle da ha ucuz, daha sanatsal olmayan bir tiyat ro olduğunu da söylemiyorum. Ama şark hizmeti zihniyeti içinde tiyatro yapma nın, ne o tiyatroyu yapanlara ne de o yö 16
Valla bu star lafını benimle ilgili kullanıl dığından beri ne demek olduğunu düşü nüyorum. Star, ne yaparsa yapsın bir bi çimde herkes ilgileniyor. Bu özel hayatı da olabilir, herhangi bir performansı da. "Son Star" olmak, sağ olsunlar, çok övü cü bir tanım ama ben böyle yaşamıyo rum. Ben zevk aldığım işleri yapmaya ça lışıyorum, yaptığım işleri iyi yapmaya çalı şıyorum. Bunun sonunda da bazen mey velerini topluyorum bazen de sonuçları na katlanıyorum. Bu 'starlık meselesi ba zen çok yorucu olabiliyor, çünkü artık se ninle ilgili cümleler 'bir star' olarak başlı yor, bu eğer pırıltıyla, yaydığım ışık ile il giliyse itirazım yok, güzel bir laf, ama böyle starlığa, herhangi bir mevkiye fit olacak adam da değilim.
ŞANO
Orhan
Alkaya
orhanalkaya@yahoo.com
Prado Müzesi'nde Savaş Gecesi Rafael Alberti'nin o oyunu hâlâ Türkçe'de yok: Noche de guerra en el Museo de Pra do. İspanyol Içsavaşı'nda, Prado Müzesi'ndeki resim ve heykeller, Falanjistlere direnir, savaşır. Alberti bunu yazmıştır. Sanat, az önce kapattığımız yüzyılın ilk günlerine dek, savaşa karşı direnip savaşmazdı. Onu gösterir; kimi yüceltir, kimi aşağılar, belli edip etmeme yürekliliği farkıyla on dan "bahsederdi". Şu, büyük isyan çığlıklarıyla açılıp, kan ve gözyaşına boğularak evrilip, inanılmaz hızıy la akılları şallak mallak eden yirminci yüzyıl oysa, bütün kavramlarımızı hop oturtup hop kaldırdı. El Greco'nun Velâzquez'in, Goya'nın, Rubens'in, Zurbaran'ın, Bruegel'in, Hieronymus Boch'un, Van Dyck'ın, Watteau'nün, Tintoretto'nun yapıtları vardır Prado Müze si'nde. Başlı başına bir direniş destanı olan Guernica da o müzeye konuldu, sonradan. Sanat tarihi, Prado yeniden düzenlenirken, hiç kuşkusuz, Alberti'nin o oyunundan da el aldı.
a
Yaşasın ölüm! eski bir cümleydi ama ilk kez faşistler onda bir ilham kaynağı bulmuş, samimiyetle sarılmışlardı gövdesine. Faşistler, ölümü düşünmekle yetinmemizin yeter sizliğini de öğrettiler bize, aslında. Ölümsüzlük arayışını, Prometheus'un birey duru
cy
şundan alıp, ölümün zorakiliği karşısındaki bir direniş fikrine taşımamıza yol açtılar. Faşistler ölümü bunca sevmeseydi, kimbilir, biz hayatı bu kadar önemseyemezdik. Ha
yatı, yani henüz karşımıza çıkmamış, tanışmadığımız ama burada olup biten her şe yi...
Savaşa karşı durmak fikri de hayli yenidir aslında. Savaşanların hangisinin haklı, hangi
pe
sinin haksız olduğuna bakıp davranış belirlemeye bile yeni başladığımız bir günde,
topyekûn savaşa karşı durmak yeltenişi çok yenidir. Salt Jeanne D'arc temalı oyunla ra bakmanız bile, bunu anlamaya yetebilir. Tüm Fransız yazarları için Jeanne D'arc bir "virgin" kahramanken, Shakespearre ve Shaw dahil İngilizler için D'arc ha cadıdır, ha
orospu...
İnsan yeni yeni atfetildiği yüce değerlere yaklaşıyor, yeni yeni "insan" oluyor bana so rarsanız. Hâlâ süt danası ve süt kuzusu tüketmesine rağmen.
Savaşa karşı durmayı akleden bu bilinç, sanatın savaşa karşı durabileceği konusundaki bu akli önerme, aslında yenidir. İlk kez, Vietnam savaşının, o da iki buçukuncu evresinde gövde bulmuştur bu bilinç. Birleşmiş Milletlerin UNESCO ayağı ile kendisini Asyanın içlerinden Afrika'ya taşımış ve Körfez üzerinden insanlık tarihinin tamamı için çok yeni olan bugünkü dönemecini geçmiştir. Şudur: Başlamamış bir savaşa karşı çıkmak. İnsanlık bu dönemeçte yepyeni bir tarih cümlesi de yazmıştır. Övünerek söyleyelim, bizim de payımız vardır bu çok yeni cümlede. İşte, bu yeni dönemeçte, sanat eserinin doğasından kaynaklanan gücü ile bir kez daha hemhal olacağımız bu günde, bana sorarsanız, Alberti'nin oyunu bir sözlük gibidir: "Prado Müzesi'nde Savaş Gecesi 17
ELEŞTİRİ
Beynin Gri Kıvrımlarına Takılan Güldürü:
"
BANA BİR ŞEYHLER OLUYOR" Kimi insanlar inanırlar ya da inandırılırlar ve yaşamlarını inanç larının tehdidi altında geçirirler. Bu, elbette pek bilinen bir ger çek. Öykü, şiir, televizyon dizisi, tiyatro oyunu, film senaryosu yazarı Yılmaz Erdoğan, sanırım son yıllarda oldukça yoğun bi çimde yaşadığımız "sahte hoca vakalarından etkilenmiş, esin lenmiş ve "Bana Bir Şeyhler Oluyor" başlıklı oyunu yazmış. Ni tekim, bir söyleşisinde (Milliyet Sanat - Aralık 2002): "Şunu merak ediyorum" diyor, "bir tacizci hoca var, kadınlara cinsel taciz uyguluyor. Biz bu adamın varlığını duyana kadar bayağı yoğun bir şekilde bunu yapıyor. Kendisine giden İlk' kadın, ilk taciz ettiği bir kadın var. Bu kadın, ikinci kadına ne söylüyor? Bir: 'Adam bana elle sarkıntılık yaptı sen de git'. İki: 'Evet ben hamilelik sorunu için gittim ve hamile kaldım; hocadan kaldım ama problem değil'. Ne diyor? Bir kişi var ortada, ama buna giden yüzlercesi... Şimdi hasta olan kim ? Suç bu eylemin ne resinde ve suçlu kim" diye soruyor. Soruyor, sorguluyor, araş tırıyor ve yorumluyor. Giderek, insanların inançlarını bir kez daha sorgulamalarına önayak oluyor. Bildiğimiz ya da hiç tanı madığımız pek çok yüze, gözlerimizin önünde geçit resmi yap tırıyor, seyirciyi beyinlerinin gri kıvrımlarını kurcalamaya zorlu yor.
pe cy
a
Üstün Akmen üakmen@superonline.com
Bana Bir Şeyhler Oluyor Tiyatro: Beşiktaş Kültür Merkezi Yazan: Yılmaz Erdoğan Yöneten: Yılmaz Erdoğan Sahne Tasarımı: Ali Cem Köroğlu Kostüm Tasarımı: Sadık Kızılağaç Müzik: Metin Kalender Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Zerrin Sümer, Sinan Bengier, Salih Kalyon, Bican Günalan, Caner Akkaya, Neslihan Yeldan, Celal Tak, Ayberk Attila, Deniz Özerman, Binnur Kaya, Tolga Çevik, Pelin Körmükçü, Özge Özberk, Nusret Karakuş. is
Daha sahnelenmeye başlamadan üzerinde konuşulan, gün dem oluşturan, merakla beklenen "Bana Bir Şeyhler Oluyor", yukarıda da söylediğim gibi, "her şeyin bittiği şehir" olarak ta nımladığı Hakkari'den çıkıp Ankara falan derken, istanbul'da yıldızlaşan Yılmaz Erdoğan'ın kaleminden çıkma. Kendisi yö netmiş. Dar gelirli bir ailenin, borsa mağduru olduktan sonra başlarından geçen olayları anlatan oyun, bir yandan günümü ze ışık tutarken, diğer taraftan inceden inceye ileti salgılamak ta. Saf ve üçkağıtçı, hayalperest ve yalnız insanları bir araya getiren "Bana Bir Şeyhler Oluyor"da, Şeytan ve Tanrı arasında ki oyunun insan kimliğine yansıması da, sert çizgilerle vurgu lanmış. Yılmaz Erdoğan'ın anlattıkları, tinsel lideri bol olan Tür kiye'de, 'hocalar" üzerine bir kez daha düşünmemizi sağlıyor ve bir anlamda "kime deli, kime peygamber denir" sorusuna da psikiyatri açısından yanıt arıyor.
Daha önce de söylediğim gibi ("... Veee Perdeee..." - Cumhu riyet Kitapları / 2. Bası: Kasım 2000), Yılmaz Erdoğan iyi bir gözlemci. Bakmayın siz bu oyunda "şappadak" sözcüğünü "şappadanak" olarak kullanmasına, "bayıyor" demesine, Behice'nin: "Şimdi bana laf mı soktu" sorusunu, Adnan'ın: "Ne bi leyim ne soktu" biçiminde yanıtlamasına... Türkçe'yi de iyi kul-
a
pe cy
/ Adnan), seyircinin uyarıcılarını olumsuz yönde etkileyecek her türlü eylemden kaçınmakta. Demet Akbağ (Dursun Du ran), gerek sahne kullanımı, gerekse uyumlu ve tutarlı yürüyü şü, duraklamalarıyla, özdeşleştiği karakterle oyuna ciddi bir katkı sağlıyor. Altan Erkekli'nin (Hilmi Duran) birinci bölümdeki pek "mütebessim çehresi" beni biraz rahatsız ettiyse de, oyu nun tümünde ne denli yetenekli bir oyuncu olduğu kanıtlanı yor. Bir oyuncunun görevinin sadece karakteri ortaya koymak değil, karakterin duyumsadıklannı seyirciye yansıtmak olması gerektiğine tanık olmak için Erkekli mutlaka izlenilmeli. Zerrin Sümer (Anne), ister istemez "Bir Demet Tiyatro"daki Anne çiz gisinde, ama oyunun sonunda ustalığını kimse yadsıyamıyor. Tolga Çevik'i (Ramazan) sahneye çıktığı ilk günden bu yana tüm oyunlarında izliyorum. Bir gerçek ki, Çevik oyuncu gömle ğini giymiş olarak doğan bir yetenek. Oyununun komedi unsu runa olan etkisini bütünüyle planlamış, gene kutlanacak bir oyun veriyor. Sinan Bengier, gerek 2. Mahkum'a, gerekse Ka pıcı Emrullah'a fiziksel yaklaşımı iyi saptamış. Salih Kalyon (Bankacı / Mürid) tiplemelerinin, oyun ile olan ilgisi yerli yerin de. Neslihan Yeldan (Behice), Hilmi Duran'ın elini tutup elekt rik çarpmasına uğradığı sahneye biraz daha dikkat etmeli. Binnur Kaya (Kamile), Bican Günalan (İsmet), Pelin Körmükçü (Şükran) fevkalade ölçülü ve denetim altında oynuyorlar. Caner Alkaya (1. Mahkum / Dilenci), Celal Tak (Mürid), Ayberk Attila (Elektrik İdaresi Müfettişi / Mürid), Özge Özberk (Hasta bakıcı / Televizyon Muhabiri), Deniz Özerman (Elektrik Müfet tişi), Nusret Karakuş (Mahkum / Mürid) aksiyonun Yılmaz Er doğan'ın istediği ölçüler içinde vurgulanmasında önemli etken ler.
pe cy a
lanıyor. iyi kullanmak bir tarafa, sözcükler arası cambazlığı da başarıyor. Gözlemlerinde yavanlığa, eğretiliğe yeltenmiyor. Ya kaladığı konuyu iyi irdeliyor, ince ince işliyor. Olayları ciddiyetle algılıyor, ciddi yönlere gülmeceli açıdan eğiliyor. Seyirciye ulaş tırmaya çalıştığı ciddiyet, seyircinin aklında olayın komik unsur larıyla gelişiyor. Seyirci, olaylara gülerken doğruluğunun ya da yanlışlığının bilincine varıyor, kendisine birtakım sorular yönel tebiliyor. Bu arada, dramatik yapıya sahip olan yaşamın ciddi yanlarını da ele alıyor. Hilmi Duran, Manisalı gençlerin dram ötesi olayını anımsatır, hatta sessiz çoğunluğun kafasına kakar ken ve: "O daha bir çocuk" diye bağırırken, bir iç dünya yansı ması güzelliğini de seyirciye aktarıyor.
Sahneleme yöntemi olarak da belli bir kuramı var Erdoğan'ın. Yazdığı üzerine düşünmeye başladığı an, pratiği dikizleyişinde, metin üzerine akıl yorma biçiminde, dizgelilik, etkililik, saltıklık, komiklik isteğinden ya da yalın bir düşünsel meraktan yola çıkı yor. Kuramı var, var olmasına da, ilişkisi gene de genelde do laylı. Söylemleri, tartışmaları kaçamadıkları bir "çağın hava sının süzgecinden geçiriyor. Dramatik yazımı sahne üzerinde ürettiğinden, üretilen alımlandığında zorunlu olarak kuramsal düşünmenin etkisi altına giriyor. Teknik koşullar, oyuncuların sanatsal düzeyi ne denli yetkin olursa olsun, metni zorla kabul ettirmeye kalkışırsa seyirci kitlesinin ilgisini fazla çekmeyeceğini biliyor. Evet... "Bana Bir Şeyhler Oluyor" sahne trafiğiyle, tem posuyla amacına ulaşıyor. (Bir de ismet, kapıyı çalmadan, anahtarla açmadan cümle kapısından eve paldır küldür dalmasa...) Metin Kalender'in müziği iyi. Işık tasarımı kimin, bilmiyorum, ama başarılı. Ünlü modacı Sadık Kızılağaç, oyuncuyu kostümü ile bütünleştirmiş. Oyuncu kostümü ile bütünleşince, karakteri ni yaratması kolaylaşmış. Ali Cem Köroğlu'nun hapishane, ev, hastane, mahkeme olabilen işlevsel dekoru da başarılı. Köroğlu, mekân yaratmamış, oyuncunun kabullendiği, kavrayabildi ği, yabancılık çekmediği, hareketlerini kısıtlamadığı bir ortam kurmuş.
Oynanışa geldiğimizde, tüm kadronun kolektif başarısından söz etmemek olanaksız. Ritim, tüm oyuncular tarafından tuttu ruluyor. Olayın akışı hiç bozulmuyor, karşılıklı diyaloglarda tem po düzeyi düşürülmüyor. Yılmaz Erdoğan (Banka Soyguncusu 20
"Bana Bir Şeyhler Oluyor", ciddiyet anlayışı içinde yazılmış ve oynanmakta olan bir komedi. Siz bakmayın ve kanmayın mümtaz basınımızın dut ağaçlarında yaşayan tırtıllarının lafları na... "Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü" ile kıyaslamayın "Bana Bir Şeyhler Oluyor"u. Onda daha fazla gülersiniz, bunda daha az gülüyorsunuz sözlerine de gülüp geçin. "Bana Bir Şeyhler Oluyor"da her vurgunun altında dramatik ciddi bir anlatım var. Boş vakit geçirmek için değil, gerçeklerin aktarımındaki farklılı ğın insanlarla paylaşımına tanık olmak istiyorsanız, görün bu oyunu.
İZDÜŞÜM. Levendoğlu
27 Mart'ın Değeri Korunmalı Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi İcra Komitesi'nin, daha doğrusu tek başına "komite" olan bay Refik Erduran'ın gaflarının, yanlışlarının sonu gelmiyor. Üç yıl önce 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi'ni kaleme alma onurunu, onur tanımıyla yan yana getiremediğimiz Rahmi Dilligil'e sunmuştu. Geçen yıl ise bildiriyi yazdırmadı. Nedeni sorulduğunda "Kutlanacak bir şey yok da ondan." dedi. Merkezi İcra Komitesi'nin kamuoyuna yaptığı açıklamadan da bu tutumun temel ne deninin şu tümcelere dayandırıldığını okuduk: "Ancak, Kültür ve Maliye Bakanlıkları Türk ti yatrosunun gelişip dünyaya açılması için katkılar sağlamakla görevli merkezimize karşı yasal yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar." İTİ Türkiye Merkezi'nin, bırakın "Türk tiyatrosunun gelişip dünyaya açılması için katkılar sağlamayı", Türk tiyatrosu adına -bildirileri yazdırmak dışında- yıllar yılı herhangibir şey yapmış olduğuna ilişkin hiç bir veri ile karşılaşmamış tiyat rocularımız, kendilerinin Tiyatro Günü'ne "Devlet bize paramızı vermiyor." yakınmasıyla am bargo koyan bu komiteye çeşitli yollardan hak ettiği tepkiyi gösterdi. icra Komitesi (Refik Erduran) aynı konuda bu yıl da yeni bir yanlışa imza atarak bildiriyi ti yatronun dışından bir kişiye, Zülfü Livaneli'ye yazdırmış. Sayın Livaneli ünlü bir müzisyen ol manın yanısıra bir yazar, sinema yönetmeni, ayrıca yeni TBMM'nin bir milletvekili. Bu uğraş larına ve onlardaki yetkinliğine ilişkin bir sözümüz yok. Ama sayın Livaneli'nin tiyatroyla na sıl bağlantılanacağı konusunda benim bir bilgim yok. Yayın kurulumuzda birbirimize sor
a
duk, bilen çıkmadı. Ondan da öte, izleyici olarak bağlantısı olduğuna tanıklık eden de yok muş. Bu noktada belirteyim ki bildirinin özü bence doğrudur ve yalın, etkili biçimde kaleme alınmıştır. Özellikle şu süreçte; insanlıklarını yitirmiş insanların başka insan yığınlarını -onları
cy
özgürleştirmek adına- kanlı ölümlere buladığı şu günlerde Livaneli'nin bildirisinde Dünya Ti yatro Günü'nü bu gerçekle ilintilendirmesi kuşkusuz doğru yaklaşımdır. Ne var ki, tiyatro nun yüceliklerinden söz eden, tiyatro adına "ilgi, heves ve tutku" dileğini barındıran satırlar, tiyatroyla hiç değilse izleyici olarak ilgilendiğini söyleyebileceğimiz bir kişinin kaleminden çık madıkça, pek inandırıcı olmuyor.
Bay Refik Erduran'ın, niçin Livaneli'nin seçildiğine ilişkin bir soruyu "Milletvekili olduğu için
pe
Ahmet
tiyatromuzun yararına olur." biçiminde yanıtladığını duydum. Kendisinin, kendi "yaran" doğrultusunda girdiği ilişkilerin türleri konusunda bu dergide de, başka yayın organlarında da geçmişte epey şey yazıldı çizildi. Oyunlarının Tiyatro Stüdyosu'nda sahnelenmesi için üs
tü örtülü pazarlık girişimlerinde bulunmasına birebir tanıklık etmiş biri olarak da ben, kendisinin tiyatro bildirisinden bile bir "yarar" çıkarma çabasına şaşırmadım. Şaşırmadım, ama buna karşı çıkmaktan geri durmam. Erduran kendi yararına ne yapmaya çalışırsa o kendini bağlar, ama "tiyatromuz yararına" kendi başına sakat işlere girişmesin; o hepimizin tiyatrosu, onun için sesimizi çıkartmayı da, gereğinde yükseltmeyi de biliriz. Dün
ya Tiyatro Günü nasıl tiyatroya emek veren herkesin günü ise, onun bildirisi de hepimizin her bakımdan onayını alacak özelliklerde olmalı. Bu ülke, tiyatroya, değil uzun yıllarını, tüm yaşamlarını vermiş ve tiyatro adına söyleyecek sözü olan kişilerden de hiç yoksun değil. Değeri korunmayan şeyin saygınlığı azalır. Saygınlığı azalan şeyin karşısına başkaları çıkar(ılır); "rakipler" türer, ürer, çoğalır, işte sonucunu derginizde görüyorsunuz: Mart sayısında yayımlanan iki taneyi de ekleyince, ikisi uluslararası olmak üzere toplam 7 tane Dünya Tiyatro(lar) Günü Bildirisi'ne rastlıyorsunuz. Bunların hiçbirini küçümseyecek ya da değersiz sayacak değilim. Ama kimi şeyler vardır ki "tek" olmakla anlamını kazanır. O "tek" olan çaptan düşürülürse, sonuç böyle olur. Ne diyelim? Geçmiş 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nüz -her şeye karşın- kutlu olsun. 21
FOTOĞRAFLARIN DİLİ
pe
cy
Yazan Beliz Güçbilmez Yöneten Jülide Kural Sahne Tasarımı Ülker Paro Kostüm Tasarımı Aslı Mısoğlu Işık Tasarımı Murat İpek Efekt Tasarım-Müzik Zeynep Bulut Dramaturg Zerrin Yanıkkaya Çello Cem Çetinkaya Perküsyon Cenk Sarkuş Vokal Zeynep Bulut Koreografi Ayrin Ersöz Sinevizyon Yönetmeni Hüseyin Karabey Oyuncu Jülide Kural Dansçı Ece Özgenel Yönetmen Yardımcıları Sultan Ertuğrul Canan Kesebir Kutlutürk Yardımcı Dramaturg Emine Özaçar Işık Kumanda Kadir Kahya Ses Kumanda Kenan Şerbetçi
a
ATEŞ TİYATROSU
Fotoğraflar Mehmet Çağlarer
"YAŞASIN HAYAT"
Kırk kolon. Gri bir gökyüzü. Sonsuzluk... Parçalanmış toprak. Sonsuzluk... Kırlangıç kaşlı kadın. Yalnızlık... Tam ortasından bir kolonla darmadağın edilemeyen, toprağa köklenmiş gökyüzüne uzanan garip bir beden. Gözyaşlarına inat dimdik bakan kocaman Aztek gözleri... irkiltici, hüzünlü, mahzun bir o kadar mağrur Frida Kahlo. Dünyanın başka bir yerinde yalnızlığın sonsuz
pe cy a
beyazlığında, ruhunun renklerini arayan bir kadın. Bir "oyuncu". Hayatın zorunlu
kıldığı rastlantısal bir an sanki
Frida-Oyuncu buluşması. Sanki başka türlüsü hiç olmazmış gibi birbirini yakalayan iki
kadın. Her zaman herkesin merak ettiği bu güzel ve Meksikalı dişi kaktüsün hayatından resimlerine -
resimlerinden hayatına yapılan uzun yolculuklar. Her karşılaşmada biraz daha içselleştirilen, doğallaştırman tuhaf bir dostluk. "Anlatamadıklarım aslında o küçücük tablolarına sığdırdığın kocaman dünyalar"dan; "Bu kadar olmaz, yapamazsın"a
uzanan sevgi-şiddet karşıtlığında aynalara bakan iki kadın. OyuncuFrida. Neden Frida? Neden kırılmış kolon? Neden kökler? Neden acı? Neden mücadele? Neden, neden? Niye? Toprağa kök salmış Frida... Ölümü çiçeklerle bezediği yatağına alan kadın... Doğadaki tüm yaratılmışları kutsamak istercesine renklere doymayan eller... ÖlümYaşam, Gece-Gündüz, Kadın-Erkek ya da tüm karşıtlıklardaki gerilimli uyumun yalnız ruhu... Kendine özgü olan mizah ve neşesiyle acının
ironinin de adıydı. "Yürüyemiyorsam
de...Auschwitz'den Gulag'a, Hocaust'tan Hiroşima'ya tarihin göremediği bir kirliliğin tanıklığına
pe
"BARIŞ" diyebilen bir mücadelenin
cy
dans ederim ben" diyecek kadar hem
a
susturamadığı kadın, müthiş bir
rengârenk adıydı Frida Kahlo. Toprak
anayla metamorfoz tanrıçası arasında gidip gelen bu yeryüzü kadını, bütün o kocaman küpeler, kolyeler, bilezikler, kat kat uzun etekleriyle teatral ve kadınsı kişiliğinin cazibesinde buluşuyordu belki de "Oyuncu" ile. Her ne olursa olsun
Frida'yla ancak sahnede, ışıklar altında rengarenk kostümlerin göz alıcılığında bir araya gelmeliydiler. Üstelik Oyuncu'da Frida'yı, Frida'da Oyuncu'yu arayarak bularak... "Viva 24
La Vida-Yaşasın Hayat" Biz Hayallerimizin Peşine Düştük Frida'nın çekici, mağrur, provoke edici yaşamında aynalara bakmayı öğreniyoruz bugünlerde. Tartışarak, anlamaya çalışarak riskli de olsa, zor da olsa hatalar yapma lüksünü kendimize tanıyarak. Her yanımıza sinmiş tüm egemen ilişkilenme biçimlerini red ederek hem de. Başka türlüsü de olabilirmişliğin, olabilirliğine şaşarak... Dışarıdan bakıldığında pek de akıllıca(l) görünmeyen böylesi bir yolda; kuralları
pe cy a
ihlal edebilme cesareti mi bizi buluşturan? Tanımı ne olursa olsun özgürleşme içgüdüsü mü? Ya da sınırsız bir deneme-yanılmayla sorularımızı çoğaltmayı sürdürme kararlılığı mı? Hepsi belki de, kim bilir... Bir başlangıç ya da son'a inanmadığımızdan kazanamadığımız böylesi bir hayata şimdi ve burada durarak; Frida'nın hayata sunduğu iştah kabartan kıpkırmızı karpuz dilimlerinin ateşinde "Viva La Vida-Yaşasın Hayat" diyoruz bu kez. Varoluşunu yok oluşunda gerçekleştiren "ATEŞ"in parlaklığında; tehlikeli bir yakıcılıkla, mütevazı bir sıcaklığın ikileminde, sahne mucizesine olan sonsuz inancımızla hayal kurmaya devam edeceğiz... Jülide Kural 25
ELEŞTİRİ
İki El Kanda Dahi Olsa, Görülmesi Gereken Oyun:
"KUŞLAR MECLİSİ"
pe cy
a
Üstün Akmen istanbul'un Kocamustafapaşa semtinde üakmen@superonline.com ki eski Çevre Tiyatrosu'nda "Semaver Kumpanya" adlı "yumak olmuş" bir avuç genç, "özgürlüğün yaratılması, sanatın üretilmesi" amacıyla çalışmalarını sürdür mekte. Işıl Kasapoğlu gibi bir önderin "el verdiği" gençler, Shakespeare'in "On İkinci Gece"sinden sonra, şimdi de tasav vufa el atmışlar. Sanırım Işıl Kasapoğlu'nun aklına gelmiştir, İran'ın en büyük tasavvuf şairlerinden ve düşünürlerinden Feridüttin-i Attar'ın ünlü "Mantıku'tTayr"ını almışlar. Koşuk biçiminde yazıl mış yapıtlarının 45 bin beyit tuttuğu bili nen, 1142'de Nişabur'da doğup, 78 ya şında Mekke'de ölmüş Attar'ın bu yapıtı nı, J.C. Carriere ve Zeynep Avcı pek gü zel oyunlaştırmış. Yavuz Pekman sahne ye titizlikle uyarlamış. Karina Cheres de koru ve kostümü tasarlamış, maskları kuklaları bizzat elleriyle yapmış. Finalde Anka Kuşu'nun yüzü ayna olsaymış diye ceğim de çekiniyorum. Arka plan o denli Kuşlar Meclisi karanlıktı ki, acaba iyi göremedim mi? Tiyatro: Semaver Kumpanya Sevmediğim ışık düzenini Sema Öztaş Yazan: Feridüddin-i Attar yapmış. Pek karanlık, huzmelerin yerini Oyunlaştıran: J. C. Carriere, Zeynep Avcı bulmadığı bir tasarım. Oyunu Işıl Kasa Uyarlayan: Yavuz Pekman poğlu, Karina Cheres ile birlikte yönet Yöneten: Işıl Kasapoğlu, Karina Cheres mişler. Dramaturgiyi Günay Ertekin üst Mask Kukla ve Sahne Tasarımı: Karina lenmiş. Cheres Dramaturji: Günay Ertekin "Semaver Kumpanya"nın "Kuşlar Mecli Işık: Sema Öztaş si" adı altında sahnelediği "Mantıku'tOyuncular: Nilüfer Alptekin, Deniz Altaş, Tayr"ın, konusu Gazali'nin bir mesnevi Münüre apaydın, Aylin Çalap, Özlem sinden oluşmuş. Yapıt, kuşların (yani Çınar, Bülent Çolak, Özlem Durmaz, mutasavvıflar) kendilerine Padişah (yani Güliz Gençoğlu, Özden Özkök, Ahmet Tanrı) seçmek istedikleri mitolojik SiKaynak, Serap Matyas, Ece Okay, Özgür murg (Anka) kuşunu aramalarını anlatı Efe Özyeşiller, Yavuz Pekman, Mine yor. Balıkçıl, Güvercin, Huma, Serçe, Ör Tugay, Buket Yanmaz. dek, Bülbül, Yarasa, Karga, Keklik, Hüd26
hüd, Tavuskuşu, Devekuşu, Puhu, Kar ga, Şahin ve dağdaki bayırdaki daha ni ce kuş, "Kuşlar Meclisi"nde toplanır, "aramak bulmanın aslıdır" diyerek Padi şahlarını aramaya koyulurlar. Her biri ay rı bir insanın karakterini, özel ruh güçle rini simgeleyen kuşlar, esasında insanoğ lunun kendi iç yolculuğunu anlatmakta dır. Yolculuğu işin başında reddeden korkaklar mı istersiniz, yolda cayanları mı sorarsanız, aşılan daha ilk vadilerde "can veren"ler mi ararsınız... Sonuçta gerçeğe varan yolda değişimler yaşanır, mutluluk, aşk, marifet, hiçlik, birlik, hay ret, yok oluş gibi yedi vadideki engeller aşılır, sınavlardan geçilir ve pek azı bu arayışı sonlandırır. Hayatta kalan kuşlar, Simurg'un aynayı andıran çehresindeki görüntülerine bakarak Simurg'un kendi leri olduğunu anlarlar. "Tanrıyı arayan kişi bütün evreni dolaşsa dahi onu ancak kendi içinde bulur", işir özü bu. Aynı yapıtı yanılmıyorsarr 1976'da ve gene belleğim beni yanıltmı yorsa "The Conference of the Birds' başlığı altında Peter Brook da sahnele misti. Brook nasıl sahnelemişti, bilemiyo rum. Ama Kasapoğlu-Cheres ikilisinder pek de farklı düşünmüş olabileceğin sanmıyorum. Kasapoğlu-Cheres, tumtu raklı dili ve mantığı tahtından fevkalade yumuşak bir biçimde indirmiş, düzgür sözdizimi ve kavramsal düşüncenin çö zümleyici araçlarıyla anlatılamayacak ka dar karmaşık, aynı zamanda çok iç iç geçmiş, tek parça olamayacak kadar faz la olan gerçeğin temeline şiirsel imgeleri sığınarak büyük bir başarıyla yaklaşmış lar.
yol açmadan grotesk olmayı başarıyor.
a
Bu oyunu mutlaka izlemelisiniz. Bu oyu nu mutlaka izlemelisiniz ki, tiyatroda ve tiyatrocuda disiplin neymiş tanık olun. Bu oyunu mutlaka izlemelisiniz ki, sanat çının yüreğinin sesini duyabilesiniz. Bu oyunu mutlaka, ama mutlaka izlemelisi niz ki, evinize varıp yatağınıza kıvrıldığı nızda, kulağınızda bülbülün sesi çınlasın, puhunun iri turuncu gözleri gözlerinize yapışsın, balıkçılın uçarken boynunu na sıl gövdesinin gerisine doğru çekip, ba
pe cy
Cheres, maske tasarımlarında tiyatronun yasasını savsaklamamış. Gerçekdışı ola nı, pek bilinen bir gerçeğe dönüştürmeyi başarmış. Bir an için en basmakalıp olan, anında gerçekdışı ve "tanrısal" ola biliyor, en büyük gerçeğin "o" olduğu kanıtlanabiliyor. Maskeler ve kuklalar, sadece göbeğini hoplata hoplata gülen burjuva seyircinin aracı olmuyor, onları korkutuyor, yeniden (çocukluğuna de ğil) çocuğa dönüştürmeyi beceriyor, işin esasında, "Kuşlar Meclisi", kahkahaya
"
İnandırıcı Bir Absürd Tiyatro Örneği:
OP'LA ZO'NUN DRAMI" Krek Tiyatro Topluluğu, "Op'la Zo'nun Dramı" adlı oyunla bu sezonda da perde açmayı sürdürüyor. Oyunu 1999 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'ndan mezun olmuş olan Berkun Oya yazmış, tasarlamış ve yönetmiş.
Op'La Zo'nun Dramı Tiyatro: Krek Tiyatro Topluluğu Yazan-Yöneten: Berkun Oya Müzik: Tan Tuncay Işık Tasarımı: Sinan Tuzcu Oyuncular: Ali Atay, Berkun Oya, Didem Özkan, Yıldıray Şahinler, Aşkın Şenol, Tan Tuncay
caklarını nasıl geriye doğru uzattığına şaşabilesiniz. Yavuz Pekman, Mine Tu gay, Özden Gököz, Buket Yanmaz, Öz lem Çınar, Güliz Gençoğlu, Ece Okay, Aylin Çalap, Serap Matyaş, Nilüfer Alp tekin, Deniz Altaş, Münüre Apaydın, Öz gür Efe Yeşilpınar, Ahmet Kaynak, Bü lent Çolak, Özlem Durmaz'dan oluşan oyuncu-kukla oynatıcı kadrosuna gelinceee... Herhangi birinde tek yanlış görürseniz hemen beni arayınız. Bilet paralarınızın iadesi benden...
Romantik, saf, ama bir mafya grubunun üyesi olan Op (Ali Atay) ile çöl ortamına göre buzdolabı üreten bir fabrikada satış memuru olarak çalışan ağabeyi, sevimsiz bir tip olan Zo (Berkun Oya), vasiyetini yerine getirmek üzere, ölümünden son ra isteği üzerine yakılmış olan babaları nın küllerini bir kavanoza doldurup, memleketine ulaştırmak için yola koyu lurlar. Yolculukları fantastik bir alemde tıkanır kalır, kendilerini tanımlanamaz bir yerde bulurlar. Bindikleri "jeep" çalı nır, sonrasında babalarının küllerini taşı dıkları kavanozu kaybederler. Üç yüz yıl
dır kocasını arayan kadın (Didem Öz kan), fantastik mekanı evi olarak tanım layan çöpçü (Yıldıray Şahinler), köpeği Sezar'ı aramakta olan cinsiyeti belirsiz bir adam (Aşkın Şenol), komşu çocuğu nun kendisini babasına uzaylı olarak ih bar ettiğinden yakınan ve boynunda sü rekli çalan bir telefon ve çalan telefonu açarsa patlayacağına inandığı bombala rıyla gezen kaşsız bir yaratık (Tan Tun cay) ve konuşan bir köpek... Oyunda bunların hepsi birden, gerçeği ve gerçek ötesini sorgular. Çıkmazda kapalı kalmış, kendi çarpık yansımalarıyla sarılıp sarma lanmış, çevresinde gördükleriyle esasın da ilişki kurmaya çalışmalarına karşın, yolu acımasızca kesilen insanların öykü südür anlatılan. Yalanlan örten yalanlar, düşlemlerle gelişen düşlemler, iç içe ka rabasanlarla beslenen karabasanlar ve 27
mu; köpeğini yitiren, köpeği öldürülen miyim ben ya da neden Zo olmayayım diye düşündüğümü itiraf etmeliyim. Ber kun Oya, gözümüzün önüne, olamazcasına bir tepinmeyle birbirlerinin üzerine çullanan simgelerin savaşını getirmiş. Hem de güldürerek... Hem de, olanaksız olanı görünür biçimde olası kılarak...
pe cy a
amansızca köşeye kıstırılmış insanın za yıflığı, tek başınalığı, umarsızlığı, yalnızlı ğı... Genç yazar Berkun Oya, hiç kuşkunuz olmasın dilin sözcüklere dökemediğini anlatmış. Deneyimlerle elde edilecek ki mi kusurları, eksikleri, eksiklikleri gör mezden gelirsek başarmış. Absürd tiyat ro yapacağım diye, sözü tiyatro metnin den çıkarmayı aklının ucundan bile geçirmemiş. Aksine, dilin sözcüklere döke mediğini anlatmayı yeğlemiş. Tiyatronun alanını psikolojik değil, plastik ve fiziksel olarak saptamış. Hal böyle olunca oyu nun bitiminde içimizde uyuyan tüm ça tışmaları, tüm güçleriyle yeniden geri getirmemizi ve bu güçlere simgesel ad lar takmamızı sağlamış. Oyunu izlerken ben bir eleştirmen miydim, yoksa Op
Berkun Oya, sahneye koyuş kuramı ola rak da, absürd tiyatronun temel eğilim lerinin bazılarını benimsemiş ve biçim lendirmiş. Küçük sahne olanaklarına al dırmamış, sahneye geçen şiirin gerçek leştirilen simgeleri beslemesini sağlamış, kızıştırmış. Tan Tunçağ'ın coşkulu müzi ğini, Sinan Tuzcu'nun gerçekten kusur suza ramak kalmış ışığını da arkasına al mış, aksamayan bir sahne trafiği ve iyi bir oyuncu kadrosuyla işi kotarmış. Ali
Atay, Op'un fiziksel olarak hayat buluşu nu, Op karakterinin içsel yüzeylerini sa dece gözleri, yüz ifadesi ve sesiyle değil, gövdesini de kontrol altında tutarak ye terli derecede mükemmelleştirmiş. Ali Atay, Saint Denis'in dediği gibi, avucundaki kuşu çok iyi tutuyor. Yani avucunu biraz daha sıksa kuşun öleceğini, biraz fazla açsa kuşun uçup gideceğini biliyor. Aşkın Şenol, role dönük, olası tüm yak laşımları deniyor. Berkun Tuna, bireysel özelliklerini kullanarak Zo rolünün gelişi mine, koşullarına uygun olarak çeşitle meler yapmakta. Üzerine basılan düşün ceyle değil duygularıyla; dışardan bakış açısıyla değil, içten gelen bir duygu yo ğunluğuyla oynuyor. Didem Özkan içsel tekniğinin ana hedefi olarak duyguları, isteği ve aklı ateşlemeyi seçmiş. Yetene ği de var, niteliği de. Neden olmasın! Di dem Özkan'ı bundan böyle adım adım, her oyununda izleyeceğim, buradan ha ber veriyorum, haberi olsun... Tan Tunçağ rahat, Berkun Oya'nın istediği kişili ği kolaylıkla yansıtıyor. Yıldıray Şahinler ise, benim istanbul Şehir Tiyatrolarında genelde keyifle seyrettiğim bir oyuncu dur. Bu oyunda da, duyguları ifade et menin gözlerden sonraki aksiyon mer kezlerinin yüz ve mimikler olduğunun bi lincinde olduğunu kanıtlıyor. "Op'la Zo'nun Dramı" diyalogu özgür çağrışıma dayanan, sürekli temel insan ilişkilerine dönüşlerle kendi psikolojik iliş kisini kuran bir oyun. Oyunu seyreder ken, izlediğiniz olaylarda "inanmak için inanacağınız şeyin/şeylerin olması ge rekmiyor". Ya ne gerekiyor? "inandırıcı olması". "Op'la Zo'nun Dramı", inanın bana, yeterince inandırıcı.
Coşku Paleti Renk Dolu Oyuncudan, Bir Yaşam Öyküsü:
Frida "Yaşasın Hayat
Son derece kısıtlı olanaklarla yeni kuru lan "Ateş Tiyatrosu", trajedisi yoğun bir yaşam öyküsünü oyunlaştırmış. Sözünü ettiğim, Macar asıllı bir Alman Yahu di'sinden olma, Katolik bir yerli melez den doğma, Meksikalı ressam Frida Kahlo'nun yaşamı. Yedi yaşında geçirdiği ço cuk felci sonucu sağ bacağı sakat kalan, Meksika'nın devrim ruhu ile yanıp tutuş tuğu 1922 yılında Ulusal Hazırlık Okulu'na başlayan, 1925'de sevgilisi Alejandro ile birlikte geçirdiği kazada yaşa mı süresince sürecek fiziksel ve ruhsal 28
acılara tutsak olan, 1925'de Genç Ko münistler Derneği'ne katılan, okulda öğ renciyken tanıştığı ve 1929 yılında evlen diği büyük aşkı duvar ressamı Diego Rivera tarafından başka kadınlarla, hatta kız kardeşi ile bile aldatılan, Diego Rivera'yı başka erkeklerle aldatan, yaşamı boyunca otuzdan fazla ameliyat masası na yatıp, çok erkekten etkilenen ve çok erkeği etkileyen Frida Kahlo'nun acılarla dolu yaşamı, "Yaşasın Hayat" başlığı al tında sahnelendi. Oyunu, Beliz Güçbilmez kaleme almış.
Gelelim oynanışa. Jülide Kural'ın, jestle rini, duruşlarını ve hareketlerini bir güzel kodlamış olduğunu öncelikle söylemeli yim. Ellerini de... Parmaklarının duruş ve gerilimlerini, oyun içinde sürekli değiştiri yor.. "Devrim biçim ve rengin uyumu dur" derken, parmaklarının duruş ve ge rilimleri, gözleri duruma uygun bilgiyi ilettiği an değişiyor. Örneğin: "... Sıkıntı ve acı, haz ve ölüm, artık bir varoluş sü recinden başka bir şey değildir..." dedi ğinde, parmaklarının organik hareketle rinin bozuk simetrisi inanılabilirliğin belir tisi oluyor. Frida, fiziksel ifadeyi Jülide Kural'ın ellerinde, parmaklarında, gözle rinde, yüzünde ve mimiklerinde buluyor. Gözleri ve yüzüyle konuşması öylesine incelikli ki, güçlükle algılanabilir kassal devinimlerle coşkuları, düşünceleri, duy guları seyirciye aktarıyor. Kaslarını bütü nüyle ve dolaysız bir biçimde duyguları na uyduruyor. Narin mi narin görsel ve yüzsel aygıtını, kas bağlamında tüm de netimsizliklerden özenle koruyor. Kahlo'nun dişi, çocuksu, duyarlı, gururlu, sa dık, inançlı, tutkulu ve bazen küfürbaz çehresini başarıyla canlandırıyor.
pe cy
Oyunu sahneye Jülide Kural koymuş. Oyunda kendisine, Ece Özgenel dansla rıyla eşlik ediyor. Özgenel, bedenini, kal çalarından omuzlarından ve başından bir "S" harfi geçiyormuşçasına tutuyor. Karşıtlıkları, narin dengenin çabasıyla or taya koyuyor, bedeninden aura yayılı yor. Zerrin Yanıkkaya'nın dramaturgisi de, Jülide Kural'ın metin ile sahne ara sındaki işbirliği ilişkisine yardımcı olmak ta. Yanıkkaya'nın metin dramaturgisi ya nı sıra, tüm sahne bileşenlerinin de dramaturgisini yaptığını sanıyorum. Dramaturginin, hem metin ile sahneyi birleşti ren kavram olarak, hem de gösterimi olabildiğince belirli ve kalıcı bir biçem içinde anlatmayı isteyen yönetmenin is teğine uygun olan kavram olarak düşü nüldüğü anlaşılıyor. Jülide Kural, yönet men olarak kırık bir kolon, şamdan, şemsiye, ayna, tekerlekli iskemle, baston ile, olabildiğince dinamik bir görsellik sergiliyor. Seyircinin algılayacağının sa dece nesneler, renkler, biçimler, hare ketler, büyüklükler, sinevizyonun sağla dığı olanaklar düzeni olmadığını biliyor. Yönlendirilmiş gerilimlerin etkileşimini deniyor. Jülide Kural, bu gerilimleri seyir cinin kendi nedenlerinden ötürü dura ğan imgelere eklediği bir şey olmadığı nın pekâlâ ayırtında. Ayırtında olduğu için, bu gerilimlerin herhangi bir algının, büyüklük, biçim, yerleşme ya da renk kadar doğasında olacağını da biliyor. Gerilimlere büyüklük katıyor, yönlendiri yor. Gerilimlerin, oyun içinde "ruhsal güç" haline geliverdiğini gözlemliyorsu nuz. Haaa... Bir de, Troçki'nin sokakta
sigara içen kadınları sevmediğinden söz eden Frida'ya: "Çok insan da, sahnede sigara içen kadın sevmez" dedirtmese... Ve de, sorgulama sırasındaki iç ses, bi raz daha sert olsa...
a
Yani oyunlaştırmamış, yazmış. Yazmış diyorum, ama "Yaşasın Hayat'ın alt baş lığını "Viva La Vida" olarak okuduğum da, ikircikli düşüncelerin kafamda cirit attığını da, açık yüreklilikle itiraf etmek istiyorum. Güçbilmez'in dili tutuk değil, ama "zır parasız" benzeri, Türkçe'de kul lanılmayan kimi deyimlere, sözcüklere rastladığımda doğrusu üzüldüm. Bir de, oyun çok söz yüklenmiş. Kısaltı la bil inir diye düşünüyor ve bir saat yirmi dakika lık süreyi fazla bulduğumu belirtmekte yarar görüyorum. Aslı Misoğlu'nun kos tüm tasarımı cıvıl cıvıl, pek güzel de, kır mızı elbisede kullandığı kırmızı paket kurdelesi ne öyle! Hayret ki ne hayret... Ülker Paro'nun olanaksızlıklar içinde ya rattığı sahne tasarımı iyi. Murat Ipek'in ışığı kusursuz. Zeynep Bulut'un ses ve müzik tasarımına da, kimse tek söz ede mez.
Jülide Kural, Frida'yı içsel, ruhsal imgesi ni veren, tutkuları üreten aynı türden bi reysel malzemelerden oluşturuyor. Frida'nın aşklarını aktarırken, yalnızca Frida'nın yaşadığı tutkulu aşkları değil, ge nel toplamda aşkı oluşturan çelişkili coş kuları ve aksiyonları içeren, çeşitli başka anlar yaşıyor. Ölümün kıyısında yaşan
mış bir yaşam, parçalanmış bir beden, birçok kemiğiyle birlikte kırılmış leğen kemiği yüzünden üç kez düşürülen ço cuk, çelik korse, acılar, yalnızlık, ikilem ler, düşkünlükler... Karşılığında ruhsal bütünlük, barışçı kimlik, politik tavrından asla ödün vermeyen kadın imajı... Jülide Kural'ın coşku paleti, bu kere de Frida Kahlo'nun yaşam öyküsünü çok renkli resmedecek kadar zengin. Kahlo'nun tutkularından herhangi birini çizerken, tutkunun kendisini değil, onun bileşimini oluşturan duyguları da hesaba katıyor. "Muzip" sözcüğünü "mu:zip" olarak de ğil, "muzip" olarak söylemesi dışında, kusursuz bir oyun veriyor. "Ateş Tiyatrosu", bu denli beğendiğim "Frida"yı, salon sorunu nedeniyle, istan bul'da ne yazık ki sadece dört kez oynayabildi. Sonrasında ne olacak bilemiyo rum. Bana sorarsanız, Jülide Kural yalnız bırakılmamalı. Tiyatrocu ağabeyleri, ab laları Jülide Kural'a sahip çıkmalı. Jülide Kural mutlaka tiyatro yapmalı.
Frida "Yaşasın Hayat" Tiyatro: Ateş Tiyatrosu Yazan: Beliz Güçbilmez Yöneten: Jülide Kural Dramaturg: Zerrin Yanıkkaya Sahne Tasarımı: Ülker Paro Kostüm Tasarımı: Aslı Misoğlu Işık Tasarımı: Murat ipek Efekt Tasarım-Müzik: Zeynep Bulut Çello: Cem Çetinkaya, Perküsyon: Cenk Sarkuş, Vokal: Zeynep Bulut Koreografı: Ayrin Ersöz Oyuncu: Jülide Kural Dansçı: Ece Özgenel
Ahmet Mümtaz Taylan'dan Gizli özür Geçenlerde, bu sayımızda okuyacağınız siyasal erk - sanat ilişkisine değgin toplantıda, DETİS (Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği) Başkanı Devlet Tiyatrosu sanatçısı Ahmet Mümtaz Taylan ile beraberdik. Toplantı sonrası, birlikte Taksim'e giderken, benim kendisinin yönettiği "Olağan Mucizeler" ile ilgili eleştirime takıldı. Takıldı derken, önce benim oyunu olumsuz yönden dahi olsa değerlendirmeme teşekkür etti. Doğru, değer verdiğim için yazmıştım. Sonra, aynı yazımda rejiyi eleştirdikten sonra kendisi için kul landığım: "... Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu'ndaki 'Misafir' adlı oyun ile ismet Küntay - En iyi Yönetmen Ödülü'ne değer görülürken, seçici kurul üyesi ola rak parmak kaldıran bendenizi üzüyor" tümcesine değindi. Doğrusu haddimi biraz aş mışım, utandım, sıkıldım. Sanırım, o da durumun ayırdına vardı ki: "Yooo", dedi, "eleştirinize alınmadım. Yalnız sizden bir ricam var. Verdiğiniz heykelciği size iade et mek istiyorum". Ben: "Aman", falan deyince ekledi: "Yanlış anlamayın" dedi: "Heykel cik sizde emaneten dursun, izleyeceğiniz ve beğeninizi kazanacak ilk oyunumda geri verirsiniz". Sanatçının böylesine can kurban... Yüreğinle bin yaşa Taylan... Üstün Akmen 29
ANI
Orkestra"nın Anımsattıkları
ŞENNENEM", TCHAIKOWSKA ve ESTHER BEJERANO Zeynep Efser Erkekli
Bursa'da Arthur Miller'in "Orkestra" oyununun sahnelendiğini öğ renince, Bursa'dan İstanbul Devlet Tiyatrosu'na atandığım yıllarda yaşadıklarım gözümün önünden geçiverdi. 1995 yılının 15 Şubat'ı, Özgür Erkekli'yle yaptığımız "Şehir Uykuda" oyununun ilk oynanışı. Sonraki dönem, Melih Cevdet Anday'ın "içerdekiler"inde yönetmen yardımcılığı, daha sonraki dönem ise Arthur Miller'in Fania Fenelon'un anılarından oyunlaştırdığı "Orkestra"da yeniden yönetmen yardımcılığıyla görevlendirilişim.
Sonra, yeniden, kaldığımız yerden başladık çalışmaya. Duvarda bir metal panonun üzerinde, arkası mıknatıslı küçük fotoğraflar asılıy dı. Oyunda görevlendirilmesi düşünülen oyuncuların fotoğrafları, içlerinde benimki de vardı. Zaman zaman üstte, zaman zaman alt ta, istediğim bir rol vardı. O zaman söyleyememiştim. Artık şimdi söyleyebilirim: "Etalina". Sevgili Özden Çiftçi oynamıştı. Bu rolün son sahnesinden çok etkileniyordum. Auschwitz toplama kampı na gelen her konvoyu kızlar orkestrası müzikle karşılar. Gelenler gaz odalarına gideceklerini bilmezler. Karşılama bir çeşit yanıltma dır. Trajik olansa orkestra elemanlarının, durumu bilerek çalmak zorunda oluşlarıdır. Etalina, Bükreş'ten kalkan son konvoy Auschwitz'e vardığında orkestranın içindedir. Bir an konvoyda annesini, kız kardeşlerini ve babasını görür. Fakat kemanını çalmaya devam etmek zorundadır:
pe cy
a
"Şehir Uykuda"dan sonra bir an önce yeniden sahneye çıkmak için sabırsızlanıyordum. O yıla kadar da hiç yönetmen yardımcılığı yapmamıştım. Bir kez daha bu görevde olmak, sahneden bir yıl daha uzak kalmam demekti. Dayanamayıp, okuldan arkadaşım, dönemin müdürü Osman Wöber'e rahatsızlığımı anlattım. Os man, "içerdekiler"deki yönetmen yardımcılığımı dikkate değer gördüğünü, yılın önemli yapımlarından "Orkestra" için yönetmen yardımcısı olarak akıllarına benden başka kimsenin gelmediğini söyledi. Ben de bu görevin, "ihtiyari" olması gerektiğini söyledim. Bunun üzerine Osman bana: "Bu konuyu yönetmeninle çözmeli sin" dedi.
birlikte oturduğumuz "Şennenem" bana hayatla ilgili bir sürü hi kaye anlatırdı. Çoğunlukla hikayelerin sonunda hiç unutmadığım bir sözcük vardı: Metanet... metanet.
Ertesi gün bana verilen saatte müdür odasında yönetmenim Ar şen Gürzap'a yönetmen yardımcılığı yapmak istemediğimi, oyun cu olarak görev verilirse seve seve kabul edeceğimi söyledim. Ken dimle ve yaptıklarımla ilgili bir şeyler anlatmak ve İstanbul'a gel meden önce Dario Fo ve Franca Rame'nin "Açık Aile" oyunu için Ankara Sanat Kurumu'nun bana verdiği ödülden utana sıkıla söz etmek zorunda kaldım. Kente yeni gelmiştim ve ne yazık ki her şeye yeniden başlamanın eşiğindeydim. Konuşmanın sonunda da yönetmen yardımcılığını kabul ettim. Ama oyuncu olarak da çalış mak istediğimi bir kez daha vurguladım. Sonunda sevecen bir şe kilde "Peki bakarız" dedi Arsen Gürzap. Neyle karşılaşacağımı bil miyordum. Ama her şeyi göze almıştım. Kendimi ifade edebilece ğim kadar geniş ya da ifade etmeye çalışıp kimsenin ilgilenmeye ceği kadar küçük bir rol.
Ertesi gün müdür odasında, yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştım. Arsen Gürzap bir gün önce söylemek zorunda kaldı ğım ödülle ilgili sözlerle başladı toplantımıza. Ödüllerin her zaman güvenilir olmadığı ve oyuncuların bunlara yaslanmaması gerektiği üzerine bir konuşmaydı bu. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Çok üz gündüm. Tükürükler boğazıma yapışarak, titreyen sesimle, aldı ğım ödülün saygıdeğer bir seçici kurul tarafından verildiğini anım satmak istedim. Bütün o konuşmanın sonundaysa bana "Güneş balçıkla sıvanmaz" dedi. Sustuk. Bir süre öylece kaldık... Kızıltoprak'ta eski bir köşk bahçesinde büyümüştüm. Dev ortanca ların arasında başına buyruk koştururken, anneannemin arkadaşı, 30
"Etalina -... Başımı kaldırdım... emin ... emin olamadım. (Fania'yla göz göze gelirler. Fania, onun emin olduğunu anlar, uzanıp Etalina'ya sarılır. Etalina yüzünü Fania'nın göğsüne gömüp sarsılarak ağlar.)" [Sahne 14]
Hâlâ okuduğumda tüylerimi diken diken eden bu sahneyi oynayamadım ama bir gün kendimi Bükreş garında bir bankta otururken buldum. Önümden geçmekte olan tren, sanki Auschwitz'e giden içi insanlarla dolu yük katarıydı. Tren gitti. Ben hiçbir şey yapma dım. Öylece kaldım. Sonunda bana verilecek rolü açıkladılar: Tchaikowska. Polonyalı bir "kapo". Yani tutukluların içinden görevli olarak ayrılanlardan biri. Bir aryen. "Fania - Bir şey sorabilir miyim ? (Tchaikowska durur, bezgince döner.) Bir yük treninde insanlarla birlikte geldik. Tchaikowska- Yaşlı mıydılar? Fania- Evet, bazıları yaşlıydı, bazıları çocuk. Onlar da kampın bu bölümündeler mi? Tchaikowska- (Yukardan yere vuran ışık huzmesine doğru yürür ve copuyla bacayı gösterir) Fania- Nereyi işaret ediyorsunuz? (...) Tchaikowska- (Umursamaz bir tavırla) Duman, duman." [Sahne 4]
Evet, gaz odalarında öldürülüp fırınlarda yakılan cesetlerin du manları. Başka hiçbir sözcüğe gerek yoktu artık. Oyunla ilgili tüm dokümanları olabildiğince edinmeye çalışıyor dum. Bir gün kamptaki tutukluların giysilerindeki işaretleri ayrıntılı gösteren bilgiye tam sahip olamadığım için, Almanya'da yaşayan aile dostumuz Bülent Tarakçıoğlu'na telefon ettim. Konuyu anlat tım. Bülent Ağabey gerekirse Auschwitz'e gidebileceğini, o bilgiye ulaşırsa bana gönderebileceğini söyledi. Neşeli değilse de mutluy dum. Bir gün, bir sahneyi çalıştırırken kampın içindeki kokuyu anlamala rını sağlayacak bir örnek veriyordum genç arkadaşlara: "Bu koku, çocukluğumuzda sobanın üzerine koyduğumuz portakal yada mandalina kabuklarının odaya yaydığı koku değil. Bu koku..." O sıra sahneyle fuayeyi ayıran perdenin yavaşça açıldığını hissettim. Arkamı döndüğümde bana gülümseyerek bakan bir çift göz gör düm. Bu, yönetmenimiz Arsen Gürzap'tı. Bu bakışı unutamıyo rum. Sanırım ikimizin de burnunun sızladığı bir andı. içinde çok şey barındıran bu sıcak bakış, şimdilerde Arsen Abla'yla birbirimi ze sarıldığımız anlarda saklı. Anlamak ne güzel! Başka evler, baş ka sokaklardan çıksak da ortak ne çok şeyimizin olduğunun ayırdına varmak!
pe cy a
Provalar sürmekteydi. Tchaikowska olarak, çoğunlukla, elimde copla oyun alanının gerisinde nöbet tutuyordum. Konum olarak da bana en yakın yerde duran Esther rolünü oynayan Müge Arıcı larla bir oyun kurabilmiştim. Ben, bir kapo olarak gücümü ona hissettiren ama ona karşı yakınlığını saklamayan bir rol çizgisi için deydim. Tchaikowska'yı aynı zamanda müziğe yatkın biri olarak düşünüyordum. Kızlar orkestrasının provaları ya da konserleri sıra sında Dr. Mengele'nin arkasında esas duruştayken müziğin etki siyle kendinden geçen bir kapo. Orkestra şefi Alma Rose'ye de gıptayla bakan, şef olmayı düşleyen bir kapo. Bu, benim oluştur maya çalıştığım oyundu. Metindeki Tchaikowska'ysa yalnızca, Ya hudilerin katledilişini umursamayan, birkaç sigara için bile Yahudi kızlarını diğer kapolara peşkeş çeken acımasız biri. Benim rolümü bu yönde derinleştirme arayışımın altında Faruk Erem'in "Bir Ceza Avukatının Anıları" kitabından en çok aklımda kalan "Suçluyu ka zıyınız, altından insan çıkar" cümlesini her provada içimden sıklıkla geçirmem miydi acaba? Benim bu oyunumu fark eden birkaç kişi den biri de dramaturg Ayten Uncuoğlu'ydu.
Bir prova sonrasında evimin kapısında ailemden bir not buldum: "Bülent ağabeyin aradı. Kızlar orkestrasından hayatta kalan bir ki şi varmış, adı Esther Bejerano." Esther! Hemen telefona sarıldım. Bülent ağabey heyecanla anlatıyordu. Sonunda Esther Bejerano'nun bizden telefon beklediğini söyledi. Sabahı iple çektim. Pro vaya gider gitmez anlattım durumu. Hepimiz heyecanlanmıştık. Elimizde Esther'in telefon numarası, Ayten'le doğru müdür odası na gittik. Konferans sistemi açıktı. O anda dinleyip banda alacak tık konuşmayı. Esther'le, Almanca bildiği için Ayten konuşacaktı. Sorular önümüzdeydi. Tuşlara basıldı. Evet, çalıyordu telefon. Açıl ma sesini duyduk. Heyecan doruktaydı. Ayten, İstanbul Devlet Tiyatrosu'ndan aradığını söylerken, birden canlı, parlak bir ses "Evet, ben Esther Bejerano" dedi. inanılır gibi değildi. Ölüm kam pında yıllar geçirmiş bir insanın bu denli hayat dolu olabileceği ak lımın ucundan geçmemişti. Birkaç kere "Tchaikowska" adının geç tiğini duydum. Ayten, telefonu kapattığında Tchaikowska hakkın da ne dediğini sordum Esther'in. "Yarını bekle, çevireyim hepsini" dedi. Ertesi sabah erkenden provaya gittim. Tiyatro sahnelerinin prova lardan önceki kimsesiz bekleyişlerini o kadar çok severim ki. Bir baktım Ayten. Gülümseyerek, telefon konuşmasının çevirisini
uzattı. Okumaya başladım. Tchaikowska'yla ilgili bölüme gelince şaşkınlıkla kalakaldım. Bir kez daha okudum. İnanması zordu. Fenelon'un kitabında, dolayısıyla Miller'in oyununda, yalnızca her hangi bir kapo olarak görünen Tchaikowska aslında Dr. Menge le'nin emriyle kızlar orkestrasını kurmuş, Esther'i orkestraya almış, üstelik birkaç kez hastalanmasına karşın, çeşitli yollarla orkestrada kalışını sağlayarak ölümden kurtarmış. İnanılır gibi değildi. Metindeki verilerle bağlantısı olmayan, hiç bil mediğim bir gerçeğe dokunmuştum. Bu dokunuş beni konsant rasyon noktasıyla ilgili daha fazla düşünmeye yöneltti. Çocukluğu mun ve ilk gençliğimin geçtiği bu kente yeni gelmiştim. Evet, ro lüm açıkça kısıtlıydı. Önceleri istemediğim halde yönetmen yar dımcılığı yapışım, aynı zamanda ısrarla bir rolü oynamak isteyişim ve sadece işime konsantre oluşum, yıllar önce sonsuzluğa yolcu ettiğim Şennenemim sayesindeydi belki de. Şennenemin gülümse yen yüzü; benim çocuk ellerimin, onun benli, kemikli ellerinin ara sındaki sıcaklığı ve dudaklarından hiç düşmeyen metanet sözcü ğünü kavramaya çalışan çocuk yüzüm, "Orkestra" oyununda Tchaikowska adlı rol için kurduğum düşü gerçek kıldı. Ve ben hâ lâ Şennenemi dinler gibi şaşarak bakmaktayım hayata. 31
ELEŞTİRİ
Bursa'da Bursalılar için, Görülesi Tiyatro Şöleni:
"ORKESTRA" Lehçe Oswiecim olarak bilinen, Almanca'da Auschwitz denilen, Polonya'nın güneyinde bir kent... Vistül ve Sola Irmakları ile değil, hâlâ 1940 yılında Nazilerin kurdukları toplama ve imha kampları ile anılmakta olan bir kent... Zasole, Birkenau, Dwory olarak adlandırılan ve üç bölümden oluşan kamplarda 4.5 milyon insanın katledildikleri bir kent... Gaz odası olarak kullanılan hamamlar, cesetlerin depolandığı kadavra mahzenleri, yakma fırınları... Yani akla zarar bir imha kompleksi. Amaç? Amaç "kesin çözüm", yani Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi.
a
Üstün Akmen üakmen@superonline.com
pe cy
Yukarıda değindiğim kamplardan Birkenau, o yıllarda bir kadınlar orkestrasına sahip tek kamp. Fransa'dan, Belçika'dan, Romanya'dan, Almanya'dan, Hollanda'dan, Macaristan'dan, Polonya'dan, Rusya'dan ve Avrupa'da Nazi işgaline uğramış her bir taraftan toplanıp getirilmiş, Yahudi Komünist direniş hareketiyle doğrudan ya da dolaylı bağlantılı kadınlar, bu kampta Ayşe Emel Mesçi'nin deyimi ile Alman tanklarıyla küreselleştirilmeye çalışılan düzenin m i k r o k o z m o z u konumundaki bir toplama kampının içinde, alt mikrokozmoz olarak yaşam kavgası veriyor. Hayatta kalmalarının tek koşulu var: İyi bir orkestra oluşturmak ve kendileriyle aynı yazgıyı paylaşan tutukluların işe gidişlerinde ya da gaz odalarına, fırınlara gönderilişlerinde, onlara müzikleriyle eşlik etmek. Akşamlarıysa klasik müzik düşkünü cellatlarının huzurunda konserler vererek, onları mutlu etmek.
Orkestra Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Arthur Miller Türkçesi: Yıldırım Türker Yöneten: Ayşe Emel Mesçi Sahne Tasarımı: Murat Gülmez Giysi Tasarımı: Hale Eren Müzik: Şahin Uçar Koraografi: Ayşe Emel Mesçi Oyuncular: Hafize Gün, Bora Özkula, Betül F. Gökçer, Meltem E. Yücesal, Halil Balkanlar, Elif Nutku, Demet Oran, Ceyhan Gölçek, Neriman Uğur. 32
Bursa Devlet Tiyatrosu, Arthur Miller'in "Orkestra" başlıklı oyununu sahneye koymuş. 11 Mart akşamı prömiyerini yaptı. Oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesçi. Ayşe Emel Mesçi denilince biraz durmak, duraksamak gerek. Yurtdışında ve yurtiçinde onlarca oyun sahneye koyan, yurtdışında ve içinde onlarca oyunda rol alan, yurtdışında ve içinde sinema ve televizyon, filmlerinde oynayan, onlarca seminer düzenleyen, work-shoplar yapan bir sanatçımız. 1998'de Beksav Tiyatro Atölyesi'nin "Çok Uzaklardan Geliyoruz"unda reji ve koreografisi ile dekor tasarımını izlemiş, genel anlamda beğenmiş, ancak (yazmamış değil) yazamamış; 2000 yılında ise, Toygun Orbay'ın bir istanbul Devlet Tiyatrosu çalışması olan "Maf'ındaki rejisiniyse beğenmemiş ve yazmıştım. "Orkestra"da heyecanlandım. Ayşe Emel Mesçi oyunun konusunu: "Ayrıcalıklı tutuklular olarak, kurbanlarla cellatları hem ayıran, hem de birleştiren
üzerinde dile getirildiği ve yer aldığı biçimiyle çözümleyerek çalışmasını sürdürmüş. Oyunun bileşenlerini ayırt etmiş, sahnedeki olayların dinamiğini açıkça belirten "anlatı bilim" uygulamasına başvurmuş, iyi de etmiş, ama yetinmemiş. Parçalara ayırma işleminde uyguladığı "anlatı bilimsel" modeli salt metne değil, sahneye de dayandırmış. Miller'in (tahminimce) film senaryosu tekniğinde yazmış olduğu metni, mimetik olarak sorgulama yerine, anlatılanı, daha doğrusu anlatacağını nasıl ve kim tarafından, hangi bakış açısına göre anlatması gerektiğini kafasında kurgulamış. Tiyatronun salt mimetik göstergelerle dolu bir dünya olmadığını kanıtlamak istercesine, göstergeler yardımıyla oluşan bir anlatı yolunu yeğlemiş. Metni öyle ustalıkla yoğurmuş ki, metin sanki oyuncuların duygularında erimiş. Sahnenin, fuayenin, salonun her yerini (yangın çıkış kapısı dahil) kullanmış.
a
'gri bölgede' yer alan bir avuç kadının mücadelesi. Her şeye rağmen insanlığını yitirmemek için d i r e n e n l e r i n ; asla suçlanamayacak hayatta kalma güdüsü içinde, cellatlarından önce kendi saflarındakilere karşı düşmanlaşanların ya da ezilmişliğini daha zayıfları "ötekileştirerek" telafi etmeye çalışanların öyküsü" olarak pek güzel özetliyor.
pe cy
Ben, bu oyunu yirmi yıla yakın bir süre önce Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu yapımı olarak izlemiştim. Ayla Algan'ın Fania Fenelon, Tijen Par'ın Alma Rose tiplemeleri hâlâ bilinçaltımda yatmakta. Ali Poyrazoğlu, Nilgün Belgün, Duygu Ankara, Alpay Izer, ismet Ay... Pöh pöh pöh... Kadroya bakar mısınız? İstanbul Devlet Tiyatrosu da, aynı oyunu yanılmıyorsam 1996 yılında Arsen Gürzap'ın rejisiyle sahneye koydu, Işıl Yücesoy'lu bir kadro oynadı, ama ne yalan söyleyeyim, izleyemedim. 2000 yılında, Mehmet Gürhan, italyan Kültür Merkezi'nde, aynı oyundan Claudio Tomasi imzalı "Çıkma"yı sahneledi. İki kişilik bir oyundu, Filiz Kutlar ile Aytaç Öztuna oynadı. Bir yazdım, pir yazdım, alınmayan küsmeyen kalmadı. Şimdiii... Gelelim Bursa Devlet Tiyatrosu yapımı "Orkestra"ya. Oyunu Yıldırım Türker dilimize kazandırmış, Ayşe Emel Mesçi hem yönetmiş hem koreografisini hazırlamış hem de dramaturgi çalışmasını bizzat kendi yapmış. Dramaturgi çalışmasını yaparken, çözümlemenin kime sesleneceğini ve hangi amaçla, hangi düşünceyle bu işe girdiğini, önceden belirlemiş. Çözümlemenin görevlerinden birinin, anlam ya da ınlamların oluşumunda, bunların ortaya çıkışına ve etkisine anıklık etmek olduğuna inanmış. İzleyicinin anında tepki sereceği bir yol izlemiş. Tepkilerin dışavuruluşunun hemen ardından izleyici onların bilincine varırken, sahnelemeyi de leyecan noktaları koyarak kurmuş. Biçemiyle, gösterimi ilk zlenimin bir metaforu gibi yeniden konumlandırdığından, anlık ve kendiliğinden olma özellikleri içerisinde, bırakın zleyiciyi, benim gibi "haşin" eleştirmenlerin bile ağzını bir karış açık bırakmış. yşe Emel Mesçi, oyuncu tarafından boğumlanan, oyuncunun esiyle ve metnin yorumlanışıyla renklenen sözü, sahne
Yıldırım Türker'in çevirisini sorarsanız, iyi diyeceğim. "Cazbant" yerine "cazbent" denmesi, sanırım çeviri hatası değil, dil sürçmesidir. Neriman Uğur'un "butterfly"ı "batırfiley" olarak telaffuz etmesi, Rüçhan Gürelin "pazıbent" yerine "pazubent" demesi gibi... Önder Arık'ın ışık tasarımı, geçici ya da kalıcı olguların algılanmasına ciddi olarak katkıda bulunuyor. Anlık etkilerde, atmosferin kalıcı değişikliğinde, bir duygunun açığa vurulmasında ya da eylemin örtülmesinde Ayşe Emel Mesçi'nin istediğini yapmasına Önder Arık'ın katkısı yadsınamaz boyutta. Hale Eren'in kostümleri yönetmenin istediği sadelikte. Alma Rose'un odası sanki biraz daha düşünülmeliydi diyeceğim, ama gene de Murat Gülmez'in dekorunu olabildiğince işlevsel bulduğumu söylemeliyim. Esasında dekor, tam anlamıyla bir kılı kırk yarma ö r n e ğ i . Ayşe Emel Mesçi de, sahne tasarımındaki tahtayı, çiviyi, ışığı; ne bileyim daha aklınıza ne gelirse, yani tüm maddi çevreyi hiç mi hiç cansız görmemiş. Elliyi aşkın oyuncu kadrosu, şaşılacak, kutlanacak, ibret alınacak ölçüde Ayşe Emel Mesçi'ye inanmış. Ayşe Emel Mesçi, sahneye koyucu olarak elliyi aşkın oyuncu kadrosunu beslemiş, canlandırmış, yüreklendirmiş, doyurmuş. Gamze Taş, Olcay Nalcı, Duygu Özdemir, Selda Cücen, Müge Tuna gibi gerçekten orkestradan gelme sanatçılar bile, değme oyuncuya 33
taş çıkaracak ciddiyet içinde oynuyor. Feyha Çelenk, Erem Nalcı, Rabia Tutal, Berrin Balkanlar, Arzu Parlatan ekibin bir adım önünde. Melike Ergüzen, Eda Şahin, Nevin Özlem ise, bir adım gerisinde, ama tempoyu hiç aksatmadan, küçük kusurları dahi kabul etmez bir tutum içinde oynuyorlar. Betül Göçer, yaşamı salt müzik üstüne kurulu, hoşgörüsüz Alma Rose'u daha iyi yorumlayabilirdi gibime geldi, ama haydi neyse.... Bir de, ikinci perdede keman çalarken sol elinin parmaklarını ara sıra oynatsa... Demet Oran, Marianne karakterinin içsel, ruhsal imgelerini tümüyle anlamış olmanın rahatlığı içinde; Marianne'ın tutkularının nasıl, nerede, ne biçimde ürediğini yeteneğiyle, bireysel malzemeleriyle süsleyerek aktarıyor. 1930'lu yılların ünlü Fransız kabare şarkıcısı Fania Fenelon'u ise, "ekran tutsakları"nın da "Yılan Hikayesi", "Zeybek Ateşi" gibi dizilerden yakından tanıdığı Neriman Uğur canlandırıyor. Neriman Uğur, Fenelon için canlı fiziksel ve psikolojik yönelimlerden oluşan bir skor oluşturmuş. Fenelon'u bir "üstün yönelim" dahilinde nasıl biçimlendireceğini kavramış. Uğur'un "üstün yönelimi", oyunun bütün ikincil yönelimlerinin anlamını, içsel duygusunu içermekte. Oyuncunun, derece derece, çekirdek ya da gizemli "ben" olarak tanımladığı en içlerdeki derinliklere mükemmel bir performansla ulaşıyor.
Ayşe Emel Mesçi, vahşetin başlayacağı gerçeğinin altını vagon tablosuyla çizmiştir, ama yetmez, yetinmez. Nazi askerlerinin komutları altında salona girilir, üzerinize saldırmak için çırpınan, havlayan iki Alman kurt köpeğinin bulunduğu ve tam anlamıyla Birkenau'nun canlandırıldığı salonda, seyirci olamazcasına hızla yerine oturur ve oyun başlar... ilk bölümü biter, "on beş dakikalık havalandırma izni" anonsu ile fuayeye çıkılır, fuayede sizi piyano tınıları altında ıpıl bir sesten üç Brecht, bir Tucholssky şarkısı ve küçük ölçekli bir fotoğraf sergisi beklemektedir. Burada, yer yer Auschwitz toplama kampına ait siyah-beyaz fotoğraf ve filmlerle de desteklenen oyunun tamamını anlatacak değilim elbette. Ama söylemek istediğim bir şey var: Bursa ya da civarında yaşayan tiyatro severler, pir aşkına bu oyunu seyretmeli. Tiyatro sevmezler de, ne olur ne olmaz, belki bu işin de bir günahı vardır deyip, korkudan seyretmeli. Yani bu oyun mutlaka, ama mutlaka seyredilmeli.
a
Ayşe Emel Mesçi, (sanırım Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü Mehmet Gökçer'in de yakın ilgisini arkasına alarak) sadece iyi değil, gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış. Kapıların saatinden on beş dakika önce açılması, seyircinin fuayeye girer girmez piyanodan taşan Modest Petroviç Mussorgski'nin müziğiyle çarpışması, oyunun fuayede başlaması belki ilk değil, ama bana sorarsanız çok ince süzgeçten geçirilmiş bir düşünce örneği. Sonrasında, fuayede kurulu simgesel restoranda soprano, piyano eşliğinde "Santa Lucia"yı söylerken, bu Napoliten halk şarkısının "coda"sına Fania Fenelon takılacak ve restorana gelecektir. Fenelon'dan, Birkenau'dan arkadaşları Helene (Melike Ergüzen) ve Etalina (Ceyhan Gölcek) ile buluşacağını öğreniriz. Helene ve Etalina da gelir ve onlar geçmişteki acılı, acılı ne söz, dayanılamaz günlerinden söz ederlerken salon kapısı açılır. Yerler numarasızdır, seyirci yer
kapma kuşku ve tutkusuyla, itiş-kakış, salona yönelir. Salon geçişinde Auschwitz'e sevkıyata hazır bir vagon durmaktadır. Seyirci ne olduğunu anlayamadan, Nazi askerleri Yahudileri feryat figan vagona yüklerler. Az sonra Fania Fenelon da sürüklenerek getirilecek, nereye gideceğinden kimsenin haberi olmayan tren hareket edecektir. Bu arada israil halk şarkısı "Havva Nagila" çağıldayan bir sesten gitar eşliğinde dinlenir. Sarsıntılarla makas değiştirilir veee... varılır...
pe cy
Ve oyun bittiğinde... Evet, oyun bittiğinde yerimden kalkmakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Ne o, yani siz, katı yürekli eleştirmen oyundan etkilenmez mi sanırsınız? Yanılırsınız. Etkilendim. Aklıma ırkçılığın kötülükleri düştü. İnsanın insandan bu denli abartılı nefretinden bir kez daha nefret ettim. İşkence, cinayet, dehşet, katliam... Fuayeye çıktığımda, bu kere de başlarında poşularıyla bir aile karşıladı bizi. Kadın elini yüreğine vura vura savaşa, kör kurşunlara, ölen yavrulara ağıtlar yakıyordu. Sağında kocası inliyor, solunda çocuğu çevresine ağlamaklı gözlerle bakıyordu. Anlayın nasıl etkilenmişim oyundan ki, bu ailenin Filistinli olduğunu vallahi nice sonra kavrayabildim.
34
ELEŞTİRİ
4.48 PSİKOZU NEREYE DAVET EDİYOR? Salta
Arkadaşlarınız var mı? Her şeyden sıkılır hale geldiniz mi? Yaşamda keyif alacak şeyler gittikçe azalıyor mu? Yaşamaya devam etmek istemekle istememek ara sında gidip geldiğiniz anlar arttı mı? Ya da bu gidiş gelişleri daha önceden hiç yaşamadığınız halde artık bunları düşü nür hale mi geldiniz? Aileniz, dostlarınız sizi profesyonel yardımlara, ilaçlara yö neltiyor mu? Hiçbir şeyle tatmin olmuyor musunuz? Başkalarına olan ilginizi kay bettiğiniz oluyor mu? Yalnızlık korku ve tiksinti duygunuzun üstesinden gelebili yor musunuz? Kendinizden hoşnut mu sunuz? Öfke duygusuyla nasıl başa çıka cağınızı buldunuz mu?
cy
a
Handan
pe
Bu sorulara herkes farklı yanıtlar verebilir elbette, ancak yaşamın çarkları arasında kendisine yer bulmaya çalışan ve etrafın da olumlayacağı pek de fazla değer bu lamayan, 25 yaşın altındaki nüfus içinde kiler daha çok evet cevabını verecektir. Umutların tükendiği, dünya barışını bir kenara bırakmış insanların arasında, iki insan arasında bile had safhada iletişim sizlik ve hoşgörüsüzlüğün hakim olduğu bir dünyaya tiksintiyle bakan Sarah Kane de yukarıdaki sorulara evet yanıtını ver dikten kısa bir süre sonra intihar etmişti. Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre dünya nüfusunun yarısını 25 yaş al tındaki gençlerin oluşturduğu düşünül düğünde gelecekten ne kadar umutlu yuz sorusunun cevabı da kendiliğinden verilmiş oluyor. Büyü, sihir, konulu film ve kitapların, çağdaş peri masallarının tüm dünyada ilgi görmesi de belki yetiş kinlerin kendilerine bir yanılsama yarattı ğına, nasıl hâlâ yaşamda kalmayı başar dıklarına ilişkin soruların yanıtlarına iliş kin ipucunu içeriyor.
Psikoz 4.48 Tiyatro: Stüdyo Drama Yazan: Sarah Kane Çeviren: Ahmet Ortaçdağ Yöneten: Emre Koyuncuoğlu Görüntü Tasarımı: Orhan Cem Çetin Sahne-Giysi Tasarımı: Efter Tunç Işık Tasarımı: Eric Begemann Özgün Müzik: Çiğdem Borucu Oyuncu: Esra Bezen Bilgin
"4.48 Psikozu" adlı oyunun yazan Sarah Kane 1970 yılında geldiği dünyadan 1999'da kendi isteğiyle ayrıldığında, ya şamını da oyunları gibi kurgulayabileceğini mi düşünüyordu acaba? Emre Koyuncuoğlu'un rejisinde olduğu gibi tek bir oyuncunun (Esra Bezen Bil gin) canlandırabileceği gibi birçok oyun cu tarafından da oynanacak biçimde ya zılmış bir oyun "4.48 Psikozu". Yukarıda ki soruları kendisine soran, cevaplarıyla Babylon'da ya da İstanbul Tiyatro Festivali'nde sahnelenen yorumunda tek bir oyuncunun yorumladığı oyun kişisi yuka rıdaki sorularla cebelleşirken kendince çı kış yolları arıyor, içindeki sıkıntıyı seyirci ye de ustalıkla yansıtıyordu. Ara verme den iki saate yakın bir süre içinde Esra Bezen Bilgin, Kane'in yarattığı karakteri hem kendisinin, hem de izleyicilerin ne fesini tüketircesine sahnede var ediyor, iç sıkıntılarını, isyanını, çelişkilerini, var ol ma mücadelesini taşıması ağır bir yükmüş gibi izleyicinin ellerine bırakıyordu. Beyaz bir pantalon ve t-shirtten oluşan kostümüyse karakterin hem naifliğini, hem de ölüme yakınlığını simgeliyordu. Hem oyuncunun hem de yönetmenin oyuna kendilerinden birçok şeyi kattığı, Sarah Kane'i anlamak ve anlatmak için çaba sarfettikleri oldukça belirgin. Per formans sırasında sahne arkasında gör düğümüz diaların bulanık görüntüleri arasından yönetmeni seçmek de bunun başka bir göstergesi. Çevirideki bazı gör mezden gelinemeyecek yanlışlar dışında oyunun bugünün izleyicisine seslenmek te başarılı olduğu söylenebilir. Tam da Kane'in istediği gibi ağzınızda acı bir tat la çıkıyorsunuz performans mekânından. 35
DOSYA
Siyasal Erk-Sanat ilişkisi Nerede Durmalı?
TİYATRODA YAPILANMA TARTIŞMALARI- III "Tiyatroda Yapılanma Tartışmaları", bu ay tiyatro sivil örgütleri ile devam ediyor. Tartışmalara İŞTİSAN adına Mach Koper, DETİS adına Ahmet Mümtaz Taylan, TOBAV adına orhan Kurtuldu ve ÖTD (Özel Tiyatro Yapımcıları Derneği, adına da Hadi Çaman katıldı, önümüzdeki aylarda da devam edecek tartışmaları Kültür Bakanı ile noktalamay
cy a
planlıyoruz. Üstün Akmen: Şubat sayımızda başlattığımız siyasal erk-sanat ilişkisi nerede olmalı ya da nerede durmalı başlıklı tartışmamızın üçüncüsü ne hepiniz hoş geldiniz. Oturumu açıyorum. Önce kimden başlama mızı önerirsiniz?. Macit Koper: Aramızda bu konuda en deneyimli Ahmet Mümtaz Taylan bence, o başlasın.
pe
Ahmet Mümtaz Taylan: Sanatla, devlet arasındaki ilişkiye Devlet Ti yatrosu açısından bakarak anlatmam doğru olacaktır kanısındayım. Türkiye'de genel anlamda ödenekli sanat kurumları ve özelinde de Devlet Tiyatrosu ölçeğinde bakıldığı vakit, devletin ödenekli sanat ku rumlarıyla ilişkisinin müdahalecilik olduğu herhalde çok tartışma götü rür bir şey değil. 1949 yılında kaleme alınmış 5441 sayılı yasayla idare edilen ve yarım asrı devirmiş bir yapıyla karşı karşıyayız. Tüzel kişiliğe haiz bir kurum olma niteliği kazandıran bu 5441 sayılı yasa, bu ibare dışında artık bugün Devlet Tiyatrosu'nun ve çağdaş tiyatro sanatının istemlerini karşılamaktan uzaktır. Ü.A: Ne anlamda uzaktır?
A.M.T: Gerek işletme gerek yapı olarak yaptığı önemli işler var. Bun ların yanı sıra da, tabii ki giderek büyüyen hacmiyle, kurulduğu güne nazaran bugünle kıyas kabul edilmeyecek problemleri var. O prob lemleri çözmekte, çözüm getirmekte, sırtını dayaması gereken bir metin olarak bu yasa bu ağırlığı taşımıyor. Kültür Bakanlığı'na bağlı mı, ilgili kuruluşu mu? -Çünkü bu konuda da tartışma var, bence bu çok önemli, nüans falan değil- Ben ilgili kuruluşu demeyi tercih ediyo rum. Bakanlığın, ilgili bir kurumu olarak, devlet tiyatrosunun işleyişi ne, sanatı yapma biçimine, icraatına, market anlamında pazarlaması na fazlaca müdahale ettiği kanaatini taşıyorum, taşıyorum değil taşı yoruz. Çünkü bu sadece benim kanaatim değil, diğer arkadaşlar da aynı görüşte. Oyuncusundan, yönetmeninden, bürokratına kadar her kesin kabul ettiği bir gerçek bu. Kültür Bakanlığı, düzenlemek, denet lemek, kısacası ilgili bir kuruluş olarak Devlet Tiyatrosu'yla ilgilenme nin ötesinde çok da uygar olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir düzeyde Devlet Tiyatrosu'nun işlerine karışır hale gelmiş, geçen yıllar içinde. Tabii, Türkiye'nin genel anlamda ilke kültürüyle değil de, ilişki kültü rüyle yönetildiği hesaba katılırsa, Devlet Tiyatrosu'nun çalışma, iş yap36
ma, sanat üretme biçimlerine olumsuz etkisi tartışılamaz hale gelmiş durumdadır. Ben konuya bu açıdan bakmak durumundayım ki, bura da olmam bir işe yarasın. Devlet Tiyatrosu yasasının temel olarak de ğiştirilmesi gerekir. Bu gerçekleşemez ise, en az altı maddenin değişi minin sağlanması, bu da sağlanamıyorsa, fiili bir takım uygulamalarla DT'nin bugünkü çehresini, işleyişini; artistik, estetik anlamda yaptığ işlerin niteliğini değiştirmek ve bu konularda süratle ilerleme sağla mak mümkündür. Kültür Bakanlığı'nın DT ile ilişkisi fevkalade uygar dır, kurulduğu günkü gibidir filan diyen kimse yok. Herkes kabul edi yor ki, bu iş tamamen bir tuhaf itiş kakışa dönüşmüş durumda. Dev let Tiyatrosu'nun Genel Müdürü, her an Kültür Bakanı tarafından gö revden alınabilir. Yasa bu konuda belirli bir koruma sağlamıyor. Bu iş leyisin uygar olduğunu kimse söyleyemez. Kültür Bakanlığı'ndan Dev let Tiyatrosu'na doğru gelişen bu ilişki ve çalışma biçimi, Devlet Tiyat rosu'ndan da bölgelere doğru aynı biçimde devam ediyor. Yani, ayn domino prensibiyle işleyen bir mekanizma. Genel Müdürlüğün de bölge müdürlerinin çalışma yöntemlerinin seçimlerine, tercihlerine müdahalesi, aynı şekilde, çok da uygar olmayan bir biçimde sürüyor Yıllardır tartıştığımız bir Edebi Kurul var. Artık bu Edebi Kurul'un bi sansür kurulu olmadığını söyleyecek kimse yok. Yıllar içinde bir kısmı mız söylüyordu, bir kısmımız karşı geliyordu. Artık herkes biliyor. Ede bi Kurul, Devlet Tiyatrosu'nun sırtında bir yük. Bir dönem sinemadak sansür gibi. Edebi Kurul, hâlâ o sansür kurulu gibi işlemeye devan ediyor. Yıllarca Dürrenmatt'lar, şunlar bunlar yasaklanmıştı. Açıkç; ifade edilen bir yasaklama yok, ama bir oto-sansür neredeyse bir re1 lekse dönüşmüş. İçe dönük bir sansür anlayışı var diye düşünüyorum Elbette bunların yaptığımız işlerin artistik, estetik düzeyine olumsu yansıması kaçınılmazdır. Oysa Devlet Tiyatroları'nın her yıl yaklaşı 100 piyes sergilemesine karşın çok da verimli çalıştığını söyleme mümkün değil. Bizim de içeride şikayetlerimiz var fakat bu Devlet T yatrosu'nun varlığını hiçbir zaman tartışılır hale getirmiyor. Ben bur; dan para kazanan, burada tiyatroyu düzenli, istikrarlı yapan biri olc rak söylemiyorum; bir vatandaş olarak söylüyorum. Devletin tiyatrol; rina da, operasına da, balesine de Türkiye'nin her zaman ihtiyacı va dır. Hiçbir zaman işlevlerini tamamlamış olmayacaklardır, dünyanı hiçbir yerinde de böyle bir anlayış yoktur. Kolayca şu anlayışa kapı yorlar, dünyanın hiçbir yerinde Devlet Tiyatrosu gibi bir şey yok. Va
olmaz olur mu? Vecdi Sayar ilk tartışmada açık açık anlatmıştı. Uzun uzun anlatıp sizi ve dolayısıyla okurları sıkmak istemem. Alman ya'dan Avusturya'ya, İngiltere'ye kadar var, ismi değişik olabilir. Sübvanse eden kurumun ismi ve biçimi değişebilir. Neticede sanat des tekle yürüyen bir iştir. Ü.A: Peki, bu verimliliğini tartışmayı gerektirmiyor mu? A.M.T: Tabii ki gerektiriyor. Sezon sonu değerlendirmeler yapılıyor, oyunların artistik düzeyi başarılı mı, bakılıyor. Bunların her biri tartış maya açıktır, eleştirilmesi gerekir. Yapılan işler, kurum eleştiriye açık mı? Tabii ki açık olmalı. Kurumun verimliliği tartışılmalı, ama gereklili ği tartışılmaz. Bu kurumların varlık nedenlerinin tartışılmasını, ben en azından vatan hainliği olarak görüyorum. Çünkü, evet, İstanbul, An kara, İzmir'de biz estetik tartışmalara giriyoruz. O tiyatro mu? Bu ti yatro mu? Şunu da unutmamak lazım: Devlet Tiyatrosu bugün en
Yapılan işler, kurum eleştiriye açık mı? Tabii ki açık olmalı. Kurumun verimliliği tartışılmalı, ama gerekliliği tartışılmaz. Bu kurumların varlık nedenlerinin tartışılmasını, ben en azından vatan hainliği olarak görüyorum. (Ahmet Mümtaz Taylan)
cy
a
azından fiziki nedenlerle hiçbir tiyatronun ulaşamayacağı en ücra ille re kadar gidip, 12 bölgede yerleşik, 81 ilde turne yapıyor. İlçelere, köylere kadar gidiyor. Bu kamu yararı. Kamu yararı ile kamu hizmeti arasındaki fark, daha önce de tartışılmıştı. Kamu yararı açısından Devlet Tiyatroları'nın varlığının tartışılmaması gerektiğini düşünüyo rum. Devletin tiyatrosu olur mu? Olur! Devlet sanat yapar mı? Bence yapar. 81 ildeki Devlet Tiyatroları'nın varlığını düşünürsek bu konu nun tartışılmasının bile gerekmediğini düşünüyorum. Bu illerde, tiyat roların önünde yüz metre kuyruklar oluştuğu zaman durum tekrar gözden geçirilip, hantal yapısı daha kıvrak hale getirilir belki. Ü.A: Yapısal tartışmalara daha sonra geçeceğiz.
pe
A.M.T: Devlet sanat ilişkisi açısından devam etmek istiyordum. En büyük ödenekli sanat kurumu olarak Devlet Tiyatrosu'nun bu sorun ları giderildiği zaman Türkiye Cumhuriyeti'ne bugüne kadar olduğu gibi çok büyük hizmetler vermeye devam edecektir. Ü.A.: Hadi Çaman'a dönüyorum. Ödenekli tiyatrolarla, özel tiyatro lar arasında haksız rekabet olduğundan söz ediliyor. Bu konudaki dü şüncelerinizi alabilir miyim?
Hadi Çaman: Sevgili kardeşim meseleyi çok güzel ortaya koydu. Ge çenlerde, "Tiyatro... Tiyatro..." Dergisi'nde Ahmet Levendoğlu'nun bir yazısı vardı. Ben ona katılıyorum. Devlet sözcüğü biraz rahatsız ediyor insanı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları lafı da öyle. İçinde devlet sözcüğü geçmeyen başka bir ibare bulunabilir gibi geliyor bana. Çünkü bunlar otoriteyi temsil ediyorlar. Bizde, Milli Eği tim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Kültür Bakanlığı'nda bile süreklilik ol madığı için işler kişilerle yürüyor. Örneğin, Kültür Bakanı daha kendi sinden randevu bile alamadan üç ayda değişti. Yerine gelen Erkan Mumcu ile görüşmeye çalışacağım. Bu durum, ödenekli kurumların [başına getirilen arkadaşlarımızı da bağlıyor. Şimdi diyelim ki, Lemi BilIgin gitse yerine Macit Koper gelse onların durumu da bu açıdan zor. İBurası Karayolları Genel Müdürlüğü değil ki, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü. Bunun, diğer genel müdürlüklerden farkları olmalı, özIgünlükleri olmalı. Yani, yaptırım güçleri olmalı ve hatta bu yaptırım Igüçlerini kendi üslerine karşı da kullanabilmeliler. Yukarıdan gelen lemirleri bire bir uygulamak zorunda olmamalılar bence. Cüneyt GökIçer'den bu yana hepsi tanıdığım, sevdiğim arkadaşlar. Ama o koltuIğa oturunca bir farklılaşma oluyor. Sanki gelen o değil de başkasıy37
mış gibi. Bu durum, kurum içinde de huzursuzluklara neden oluyor. Aynı sahneyi paylaştığın, göz göze karşılıklı oynadığın bir arkadaşın, birden bire Genel Müdür oluyor ve sana farklı davranıyor. Bence, bu sistemin değiştirilmesi gerekiyor. 50 sene önce çıkmış bir yasa, hâlâ o hantal haliyle değişmeden duruyorsa, en azından gelen iktidarlara bunu empoze etmemiz lazım. Sadece bu kurumda çalışanlar değil, biz bütün sanatçılar olarak, bu yasanın irdelenmesini, değiştirilmesini, düzeltilmesini istemeliyiz. Bir şey daha var, az önce arkadaşımın söyle diği gibi, 12 bölgede çalışanların yaş ortalaması 25-26 yaş civarında. Otuz kadar sanatçı bu bölgelere gönderiliyor. Bu durum öteden beri var olan usta çırak ilişkisini dışlıyor. Sahnede Macit Koper gibi bir us-
lediyenin kendi sanat politikası -ki böyle bir şey olmaması gerekir- ile Şehir Tiyatroları'nın sanat politikası arasında örtüşme mi aranıyor? Sü rekli özerklik dediğimiz şey, bunu halledecek olan şey. Devlet sanat yapar mı deniliyor... Devlet hiçbir zaman sanat yapmadı ki! Devlet, birtakım sanatçılara, kurumlara sanat yapması için destek verdi. Bu dünyanın her yerinde böyle. Belki de en fazla bize gerekli. Devlet yar dımı olmadan bu işin yapılabileceğini sanmıyorum. Devlet, sanat ku rumlarına sanat yapmaları için destek olur. Düzgün sanat yapılmasını istiyorsa bugünkü desteğini artırır.
Özerk olmayan hiçbir sanat kurumunun doğru dürüst
M.K.: Daha önce de tartışıldı, sanat alanında özerklik olmaya başladı ğı zaman diğer tarafta (Bakanlık tarafında) neyin kaldığını iyi bilmek lazım. Kültür değerlerimizi koruyacak bir Kültür Bakanlığı'na ben va rım.
çalışması mümkün değildir. İŞTİSAN'ın Şehir Tiyatroları yönetimiyle gırtlak gırtlağa olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bunun nedeni şu: Aslında tiyatrocular arasında anlaşmazlık yok. Ancak, bu sözünü ettiğim gelişme, sanatçılara sanat yaptığı kendi kurumunda ne yaptığının farkında olmaması durumunu getirdi. (Macik Koper)
Ü.A.: Yani Kültür Bakanlığı olmasın demiyoruz. M.K.: Hayır demiyoruz, konuştuğumuz şeyleri, yani kültür değerlerini Özerk Sanat Kurumu'na yüklemek fazla olur. Aralarında özerkliği ze delemeyecek kurumsal ilişkiler de bulunabilir. Ü.A.: Peki, sizce, Kültür Bakanlığı bir katalizör görevi mi üstlensin? M.K.: Evet, Bakanlık katalizör görevi görebilir. Şu anda üretilmekte olan sanat özerk olmalıdır. Kültür Bakanlığı ile Turizm Bakanlığı'nın birleştirilmesi pek doğru değil, o zaman kültür turizmleşmeye, turizm kültürleşmeye başlıyor, bu noktada paranın geleceği yer turizm oldu ğu için, kültür daha da geri plana itilecek, önceki dönemlerde de, bu nun böyle olduğunu gördük.
a
tayla oynamak ya da Arsen Gürzap'la beraber çalışmak, eğitimli genç tiyatrocular için bulunmaz bir fırsat. Aksi takdirde oradaki genç arka daşlar, yaşlı rollerini saçlarını boyayarak oynamak zorundalar. İstan bul'da çeşitli özel tiyatrolarda oynayan ustalar, yılda bir kez bile olsa bir bölge tiyatrosunda gençlerle beraber sahneye çıksa, ne kadar gü zel olurdu. Bu, ayrıca seyirci artırımına da katkıda bulunacaktır. Örne ğin, Ayten Gökçer Adana'da bir müzikal oynasa, orada kıyamet ko par. En fazla bir ay kalacak, provalardan sonra on gün oynasa yeter. Burada eğitim alan genç arkadaşlar, okul bitirme ödevlerinde oyna dıkları rolleri bu kez zengin kostüm, dekor, ışık düzeni altında bu böl gelerde oynuyorlar. Ama aynı oyunlar olduğu için, bu onları mutsuz luğa itiyor. Sekiz yıl galiba zorunlu olarak bölgelerde kalıyorlar. Oysa burada, istanbul Devlet Tiyatrosu'nun kadrosunda genç rolü oynaya cak 20-22 yaşında oyuncu yok. Ahmet Mümtaz Taylan'dan rica edi yorum, çünkü yüz metre kuyruk sözü beni çok heyecanlandırdı. Eğer herhangi bir bölgeye, beni masraflarımı karşılayarak davet ederlerse, oyunumla iki yüz metre kuyruk yapmazsam namerdim.
Ü.A.: Peki, siz nasıl bir Kültür Bakanlığı bekliyorsunuz? Sizce Kültür Bakanlığı nasıl olmalı?
pe cy
A.M.T.: Araya girmek istiyorum. Biraz önce Hadi Çaman'ın söylediği haksız rekabete dayanan saptamaya şunu eklemek istiyorum; Devlet Tiyatroları'nın İstanbul'da, Ankara'da özel tiyatrolara nazaran bilet fi yatlarında önemli farklar var. Siz kaça oynuyorsunuz?
Ü.A.: Macit Koper'e dönüyorum ve düşüncelerini rica ediyorum.
M.K.: Bu konuda o kadar çok şey söylendi ki, doğru cephesine düşen epeyi şey var. Devlet Tiyatroları ile ilgili olarak Ahmet Mümtaz Taylan çok iyi özet yaptı. Şehir Tiyatrolarının bu alandaki sorunu da, çok benzeşmektedir. Merkezi yönetim olma açısından benzeşen sorunları yaşıyoruz. Artık yönetilmesi mümkün olmayan sorun bu. Belki daha sonra konuşacağımız Özerk Sanat Konseyi'ne varan çözümler düşü nüldü. Benim gönlümde yatan da özerkliktir. Özerk olmayan hiçbir sanat kurumunun doğru dürüst çalışması mümkün değildir. İŞTİ SAN'ın Şehir Tiyatroları yönetimiyle gırtlak gırtlağa olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bunun nedeni şu: Aslında tiyatrocular arasında anlaş mazlık yok. Ancak, bu sözünü ettiğim gelişme, sanatçılara sanat yap tığı kendi kurumunda ne yaptığının farkında olmaması durumunu ge tirdi. Tiyatromuz şu anda hangi sanat politikası ile ne yapmak istiyor, ben sanatçı olarak bundan haberdar değilim. Şehir Tiyatrosu'nda on yıldır sürekli Genel Sanat Yönetmeni değişiyor. Dolayısıyla Belediye ile Şehir Tiyatrosu arasında korunması gereken ilişki örgütlenemiyor da mı, ikide bir Genel Sanat Yönetmeni değiştiriliyor diye bir kuşku oluş maya başladı. Neredeyse yılda bir Genel Sanat Yönetmeni değişmeye başlayınca, bu kuşku iyice arttı. Neden önceki Genel Sanat Yönetme ni değiştirildi? Neden bu Genel Sanat Yönetmeni getirildi? Bir önceki nin sanat politikası neydi? Bizim bunlardan haberimiz yok, Belediye ile arasındaki sorun neydi? Bundan da haberimiz yok. Ne oluyor? Be 38
H.Ç.: Biz, 15 milyona oynuyoruz, 20 olanlar da var.
A.M.T.: Biz, 5 milyona oynuyoruz, üçte bir fark var. Metropollerde bu fiyat dengesini bir kere daha gözden geçirmek mümkündür. Diğer illerdeki bilet fiyatımızla İstanbul, Ankara'daki bilet fiyatımız farklı ola bilir. Devlet Tiyatrosu bunu bir kere daha gözden geçirebilir. Buna karşın, meseleyi sadece gişedeki rekabet açısından değil de ayrı kom partımanlar olarak görmek yerine; bunun aynı lokomotife, kültür lo komotifine bağlı olduğunu düşünerek hep beraber şunu söylememi;
Türkiye'nin genel bütçesinde kültüre ayrılan pay binde
üç, hep beraber bunun yüzde bire yükseltilmesini talep edelim. Bunun çok makul, mantıklı ve masum bir istek olduğunu düşünüyorum. Futbol Federasyonu kadar özerklik, yüzde bir kadar bir bütçe, galiba Türkiye'nin
bütünüyle kültür-sanat hayatını değiştirebilecek nitelikte bir devrim olur. Sanırım bunları konuşmak lazım, özel tiyatrolarla ödenekli tiyatroları aynı gemide görüyorum. (Ahmet Mümtaz Taylan) daha verimli olmaz mı? Türkiye'nin genel bütçesinde kültüre ayrılar pay binde üç, hep beraber bunun yüzde bire yükseltilmesini talep edelim. Bunun çok makul, mantıklı ve masum bir istek olduğunu dü şünüyorum. Futbol Federasyonu kadar özerklik, yüzde bir kadar biı bütçe, galiba Türkiye'nin bütünüyle kültür-sanat hayatını değiştirebile cek nitelikte bir devrim olur. Sanırım bunları konuşmak lazım, özel ti yatrolarla ödenekli tiyatroları aynı gemide görüyorum.
Ü.A.: Ödenekli tiyatroların şöyle bir savı var: Biz bu kadar ucuz oynamasak, Türkiye'de tiyatro sanatı yeteri kadar tanıtılamaz. Dört milyon luk bilet alıp, tiyatroyla tanışıyorlar, sonra 20 milyonluk bilet ücretini ödeyerek özel tiyatroya gidiyorlar gibi bir iddia var. A.M.T.: Bunda bir gerçeklik payı olmadığını söylemek haksızlık olur. Durumun daha çok bölge tiyatroları için geçerli olduğunu söyleyebili rim. Ben, Erzurum'da bir oyun sahneledim, yeni geldim. Örneğin Erzu rum'da, Diyarbakır'da dört milyonun üzerinde bilet satamazsınız, pahalı gelir. Bizde beş yüz bin liraya broşür satılır, ama bölgelerde satmayıp ücretsiz dağıtırız, çünkü. Bu beş yüz bin lirası olmadığı için değil, hayat standardında böyle bir kalem olmadığı için. Tekrar ediyorum; İstanbul, Ankara için, haydi İzmir'i de katalım, buralardaki bilet fiyatları gözden geçirilmeli, ama geriye kalan dokuz ili ayrı düşünmemiz gerekir. Bu iller ve civarına yapılan turnelerle seyirci oluşuyor, Devlet Tiyatrosu bir mil yon seyirciyi geri kalan üç ilde bulmuyor. H.Ç.: Ben altmışlı yıllardan beri özel tiyatrocuyum. O sıralarda sizin İs tanbul'da bile tiyatronuz yoktu. Ankara, İzmir ve Bursa'da vardınız. Biz, o dönemlerde 90 gün turneye çıkardık. Bunun iki ayı Anadolu, bir ayı İzmir olurdu. Kendi rayicimizle oynardık ve seyircimiz vardı.
a
A.M.T.: Bu konudaki katkınız inkar edilemez, ben sadece şunu söylüyo rum. Siz Adana'dan Diyarbakır'a geçerken Gaziantep'ten geçiyorsunuz ya, diyelim ki, iki temsil yapıyorsunuz. Şimdi Diyarbakır'da, Adana'da bütün sezon boyunca haftada dört gün oyun oynanıyor. Aynı şey değil. Devlet Tiyatroları mevcut on iki bölgede oynarken, daha sonra özel ti yatrolara gidecek seyirciyi hazırladı, bunu da unutmayalım. Karşılıklı beslenme olduğu gerçeğini kabul etmezsek bir yere varamayız, burada bir karşıtlık yok, ortak sorunlar var.
pe cy
H.Ç.: Siz, örneğin Kastamonu'ya gittiğiniz zaman oradaki bir dernek si zi iki milyondan alıyor, ama biz gittiğimiz zaman on milyondan almak zorunda, yani arada büyük bir uçurum var. Bilmem sorunu anlatabiliyor muyum? Ü.A: Bu mesele kültür politikalarının eksikliğinden kaynaklanıyor olsa gerek, yoksa para meselesi bu kadar önemli olmazdı. Çünkü binlerce nsan, her hafta maçlara gidiyor, gittiği bu maçlara belki de haftalığını Orhan Kurtuldu: O farklı bir şey, başka şey çıkıyor ortaya. Maçta in sanlar deşarj oluyorlar, ama sıra asal sorunlarını dile getirmeye geldiğin ce söyleyecek söz bulamıyorlar. Ü.A.: İsterseniz bu konuyu daha sonra tartışalım. Siyasi erk ile sanat ırasındaki ilişkiye siz nasıl bakıyorsunuz?
O.K.: "Tiyatro... Tiyatro... Dergisi"nin bu konudaki dizi tartışmalarının ok verimli olduğunu düşünüyor ve bu çabadan dolayı teşekkür ediyoum. Önce, nasıl bir Kültür Bakanlığı sorusuna cevap vermeye çalışayım. Curumların yönetsel, sanatsal ve mali özerkliğine karışmadan gerekli ve 'eterli kaynakları aktaran bir Kültür Bakanlığı. Bütçesi, genel bütçe için deki payı en az yüzde ikiye çıkarılmış bir Kültür Bakanlığı. Biz bunu takip etmeliyiz. Bu bütçeyi verecek olanlar da, zaten kendi ceplerinden ermiyorlar. Bunun için, bütçeler arasındaki dağılımı da nasıl bir toplum dediklerine göre adaletli ve eşitlikçi bir biçimde dağıtmak zorundadırsr, görevleri o. Onlar da sonuçta devlet memuru, orası babalarının çiftği değil. Böyle bir Kültür Bakanlığı. Ayrıca, özel tiyatrolara da gerekli ve yeterli ölçüde maddi kaynağı belirlenen kriterler çerçevesinde aktaan bir Kültür Bakanlığı. Özel tiyatrolar ayrı, ödenekli tiyatrolar ayrı diye akmıyorum ben de. Ü.A.: Sizce siyasal erk sanata nasıl bakıyor?
O.K.: Siyasi erkin asal işi sanat değil ki! Siyasi erkin görevi sanat alanlanın gelişmesine, destek olmak ve sanat üretiminin halkla buluşmasına elirlenen yasalar çerçevesinde (başta maddi destek olmak üzere), her jrlü katkıyı sağlamaktır. Siyasal erk, hiçbir şekilde sanata katılamaz, ıüdahale edemez, sansür ve baskı uygulayamaz. Siyasal erk, sanat retimine ve sanatsal işleyişe yönelik müdahale isteklerine karşı çıkmalı-
dır, çünkü sanat zaten özgür ortamlarda gerçekleştirilir. Özgür or tamları bu kurumların elinden alırsanız, gerçek anlamda sanat üretilemez ve bunu engelleyen de, siyasal erk olmuş olur. Sanat kurumları nı, ancak alanlarının insanları yönetir; siyasal erk değil. Siyasal erkin sanata karışması düşünülemez bile, bu bizim anayasal hakkımızdır. Görevler ve yetkiler birbirine karıştırılmamalıdır. Karıştırıldığı zaman da bizler siyasilerin yaptıkları uygulamalar sanki haklarıymış gibi seyre diyoruz, problem biraz da bu seyredişte. 'Parayı veren düdüğü çalar' deniyor. Yok böyle bir şey! Bu alanda siyasiler parayı verecek, sanat
M.K.: Şu olamaz, özel tiyatroların biletleri 15-20 milyon diye, kendi bilet fiyatlarını yükseltmeleri gibi bir şey düşünülemez. Dünyanın hiç bir yerinde yapılamaz bu. Eğer dünyanın bazı yerlerinde bu cins ku rumsal tiyatrolar özel tiyatrolardan birazcık daha ucuz bilet satıyorlar sa, izleyici sayısına göre geriye dönen paranın daha fazla olmasından kaynaklanıyor. Ama burada öyle değil. Şehir Tiyatrosu'nda, Belediye nin Şehir Tiyatroları'na ayırdığı paranın yüzde kaçı geri dönüyor bilmi yorum, ama sanırım çok cüzi bir kısmıdır. Yaşadığımız dünyada özel tiyatroların konumu tam anlamıyla ticari alana çıkıp, orada savaşmak tır.
Kurumların yönetsel, sanatsal ve mali özerkliğine
H.Ç.: Bizim, sizin oynadığınız oyunları oynamak gibi bir hayalimizin ol madığını mı düşünüyorsunuz. Geçen yıl, adını vermeyeceğim bir Dev let Tiyatrosu prodüksiyonunun maliyeti olarak sadece dekor ve kostü mü için altı yüz milyar harcandı Ankara'da. Aynı yıl özel tiyatroların tamamına ayrılan para ise, üç yüz elli milyardı. Uğraşarak iki yüz mil yar daha eklettim, sonuçta yetmiş tiyatroya beş yüz elli milyar lira ödendi, en büyük para yirmi sekiz milyar. Bunu da üç tiyatro aldı.
karışmadan gerekli ve yeterli kaynakları aktaran bir Kültür Bakanlığı. Bütçesi, genel bütçe içindeki payı en az yüzde ikiye çıkarılmış bir Kültür Bakanlığı. Biz bunu talep etmeliyiz. Bu bütçeyi verecek olanlar da, zaten kendi ceplerinden vermiyorlar. Bunun için, bütçeler arasındaki dağılımı da nasıl bir toplum istediklerine göre adaletli ve eşitlikçi bir biçimde dağıtmak zorundadırlar, görevleri o.
M.K.: Bu mesele, devletin bu alana ayırdığı para ile ilgilidir, gerçekten sanat alıcısının, kültür-sanat satın almak için ayırdığı para ile ilgilidir. Böyle bir parası var mı, yok mu? Böyle bir kültürü var mı? Esas mese le bu. H.Ç.: Bugün gidin Londra'ya, Fransa'ya, Broadway'e... Orada bazı ödenekli tiyatroların oyunlarında bilet fiyatlarının bile üç katı. Ona da bakın, onu da irdeleyin ne olursunuz?
(Orhan Kurtuldu)
O.K.: Asal sorunları tartışırken, işleyişteki bazı sorunların üste çıkması nın, asal sorunları örtmesinden korkuyorum. Aslında çok ortak payda var. Tiyatro alanının bütününün sorunu. Ücret farkının sorumlusu ödenekli kurumlar değil. Bir kere bunun altını çizmemiz lazım. Biraz önce Macit Koper'in de söylediği gibi, siyasal erkin özel tiyatrolara ba kış açısını değiştirmesi lazım ve destek kriterlerinin belirlenip, netleşip, süreklilik kazanması lazım. Her Kültür Bakanı'na göre değişirse, şu or taya çıkıyor: Bir: Özel tiyatroların prodüksiyon maliyetleri. İki: Oyuncu maliyeti. Üç: Salon giderleri. Bu desteğin de, bu çerçeve açısından ye niden değerlendirilmesi, bu değerlendirilmenin de alanın insanları ta rafından yapılması eas olmalıdır. Siyasi erkin ister ödenekli ister özel tiyatrolar olsun, prodüksiyon maliyetinin neden bu kadar olduğunu sorma hakkı yoktur. Doğru kullanıldı mı, diye sorabilir, ama neden bu fiyata çıktı diye sorma hakkı yoktur. Kısaca, devlet özel ve ödenekli ti-
pe
cy
a
alanının insanları düdüğü çalacak, bu anayasal bir haktır. Şunu da ifa de etmek istiyorum ki, daha önceki toplantılarda da 'devlet' kelimesi çok geçiyor, bazen de korkutucu gibi geliyor. Devlet kelimesi beni hiç korkutmuyor, devlet dediğimiz aslında bir organizasyondur. Görevi bu organizasyonu yapmaktır. Bizi korkutması gereken, icraatı yapan hükümetlerdir. Devlet sanat üretir mi? Evet üretir. Kurumları aracılı ğıyla üretir. Nasıl devletin hastanesi, okulları varsa, devletin tiyatrosu da olur. Adı böyle konmuş, bu bizi korkutmamalıdır. Devleti destek olarak kültür-sanat alanından çekerseniz, o ülkede sanat diye bir şey kalmaz. Sanattan bahsedilemez, çünkü sanat ticari gelir düşünülerek yapılacak bir şey değildir, sadece desteklenmesi gereken bir alandır. Hadi Çaman, usta-çırak ilişkisinden bahsetti. Çok doğru bir şey. Ustaçırak ilişkisi olmadan bu alanda gelişme olmaz. 61 yaşındaki sanatçı ları diğer memurlarla aynı kefeye koyarak emekli etme anlayışını şid detle kınıyoruz. Böyle bir şey olamaz! Bu alanda uygulanamaz, bunu yüksek sesle dile getirmemiz lazım. Bu, bizim anayasal hakkımız, bu alanın vazgeçilmez bir gerekliliği. H.Ç.: Politikacılara da 61 yaş zorunluluğunu getirsinler o halde.
O.K.: Tiyatro sanatının sorunları ile, ödenekli kurumların kendi iç işleyişindeki sorunları karıştırmadan yol almamız lazım. Böylesi daha sağ lıklı olur sanıyorum. Önceki toplantılarınızda da, bu mesele zaman za man karıştırılmış. M.K.: Hadi Çaman'ın konuşmalarında, biraz da duygusallık var, tabii onun kırk yıldır çabalamasının getirdiği başka bir duygusallık da var. Eski bir özel tiyatrocu olarak çok iyi biliyorum. Bir çözümsüzlük var. Ü.A.: Kültüre, sanata neden gereksinmemiz var? M.K.: Devletin de gereksinmesi var mı? "Devlet, hükümetler buna gereksinmezlerse, o alana yardım ederler mi" diye bir soru çıkıyor or taya. Avrupa Birliği'nin tartışıldığı bugünlerde, hükümetlerin konuya doğru dürüst el atmaları lazım. Bir hükümetin idare ettiği ulusun al tında bir kültür vardır, kültürsüz bir ulus olamaz. Böyle bir ulus, ne Avrupa Birliği'ne girebilir ne de başka bir yere. O.K.: Hepimizin bildiği gibi Atatürk: "Cumhuriyetimizin temeli kültür ve sanattır" derken, daha güzel bir şey daha söylemiştir: "Eğer kültür ve sanat alanında ilerleme kaydedilemezse, devrimler gerçekleşmiş sayılmaz". Hepimizin söylediği gibi, bu toplumun kültür ve sanat ala nında ne kadar çok ilerlemeye gereksinim duyduğu ortada. 40
Bizler, bilet kesip o koçanları da biriktirip kanıt olarak saklamak zorundayız. Biz de, biletleri dört milyondan satalım, bize sezon başında avans verin, bu koçanları yıl sonunda size sunalım, aradaki ücret farkını bize ödeyin. Devlet yardımı da böyle gerçekleşsin. Dinlemediler bile. (Hadi Çaman) yatro ayrımı yapmadan sonuçta seyirciyi sponse edecek parayı aktar malıdır. O zaman, belki de ödenekli kurumlara yakın bir orana düşe bilir bilet fiyatları. Ü.A.: Peki, iane dağıtım usulü nasıl olmalı? A.M.T.: Ben, Devlet Tiyatrolarının avukatı değilim, ama mevcut sis temle sorunları olan insanların oluşturdukları örgütün başkanı olarak buradayım. Devlet Tiyatroları'nın yapısının mutlaka değişmesini sa vunmak için buradayım. Yine de, şuna dikkat çekmeliyim ki, haksızlık olmasın, bir insaf sınırına çekilsin. (Hadi Çaman'a) Basında yer alan birtakım enformasyonlardan edindiğinizi, zannediyorum o rakamı Yoksa, bir prodüksiyon için altı yüz milyar gibi bir paranın harcanması mümkün değil. Böyle bir şey yok. Belki... H.Ç.: Basından değil, oradaki arkadaşlardan öğrendiğimiz rakam bu
Adını da söyleyeyim; "Üç Kuruşluk Opera". Kaç temsil oynandığını da söyleyin bana. A.M.T.: "Üç Kuruşluk Opera" Devlet Tiyatrosu'nun pahalı prodüksi yonlarından biridir, başka oyunlar da var. Belki üç-beş prodüksiyonu toplarsanız bu kadar para harcanmış olabilir. "Üç Kuruşluk Opera"ya ne kadar harcandığını biliyorum, bu rakam değil. Buna karşın, şunu da unutmamak lazım. Diyelim ki Devlet Tiyatrosu yüz elli milyara bü yük bir prodüksiyon sahneye koydu. Bunun için ekstra bir ödeme ya pılmıyor, Devlet Tiyatrosu'nun kendisine verilen bütçe içinde dengele niyor. Örneğin yüz temsil yaparken, bu durumda yetmiş temsile inmi yor, yine yüz temsil yapıyor. Ü.A.: Böyle olanakları var yani...
A.M.T.: Ben geçen hafta eski Kültür Bakanı Hüseyin Çelik'e anlattım sorunlarımızı. Şimdi yeniden randevu istedik, bu kere de yeni bakana
Bizim, sizin oynadığınız oyunları oynamak gibi bir hayalimizin olmadığını mı düşünüyorsunuz. Geçen yıl, adını vermeyeceğim bir Devlet Tiyatrosu prodüksiyonunun maliyeti olarak sadece dekor ve kostümü için altı yüz milyar harcandı Ankara'da. Aynı yıl özel tiyatroların tamamına ayrılan para ise, üç yüz elli milyardı. (Hadi Çaman) anlatacağız. Daha önce dört bakana daha anlatmıştık, anlatırız işimiz bu, ama biz ne anlatırsak anlatalım, onların anladıkları kendi süzgeç lerinden geçerek oluştuğu için, o anlamak istediğini anlıyor. Biz Hüse yin Çelik'ten önceki bakana, aylarca özerklikle özelleştirme arasındaki farkı anlatmak zorunda kaldık, neredeyse Devlet Tiyatrosunu sokağa çıkıp satmaya kalkacaktı, kime satacak ise... O.K.: Bir de, ödenekli kurumlar ile özel tiyatroları birbirine düşürmek gibi bir hinlik görüyorum, bu tuzağa düşmememiz gerektiğinin altını çizmek istiyorum.
a
A.M.T.: Müsaade ederseniz, Devlet Tiyatrosu 12 bölgede 35 sahne. Her sahneye üç oyun koysanız yüz temsil olur zaten. Yine yüz piyes yapıyor, bunun içinde üç-beş tanesine bu kadar yüksek rakam har canmış olabilir. Eğer bana, Ahmet Mümtaz'a soracak olursanız, Türki ye bir piyese iki yüz milyar harcayacak bir lükse sahip mi diye, ayrıca tartışırım. Devlet Tiyatrosu birinin hakkını almış ve bu oyuna harcamış değil, kendisine verilen bütçe içinde bir veya bir kaç piyesine diğerle rinden daha fazla para harcamış olabilir. Elbette büyük klasikleri, bazı oyunları yapmak daha masraflı bir iştir. Şimdi, burada altı yüz milyar insaf sınırını çok zorluyor. Orhan'ın söylediği bir şey var: "Ödenekli ti yatrolarla özel tiyatroları çok ayırmamamız lâzım, sorunlarımız ortak" diyor. Burada bir saplama yapmak istiyorum. Örneğin Hadi Çaman'ın kendi fiziki koşulları, bu piyasa koşullarında ayakta durmaya çalışma sının oluşturduğu problemlerle, Devlet Tiyatrosu'nun 12 bölgede ya şadığı problemler ve taşıdığı misyon birbirinden o kadar farklı ki, ne aynı yasa altında toplanabilir, ne de aynı prensiplerle disipline edilebi lir. Bunlar, birbirinden farklı alanlar. Her ikisinde de amacın seyirciye yönelik derli toplu, artistik, estetik düzeyi yüksek bir tiyatro eseri sun mak olmasıyla birlikte misyonları farklı, amaçları farklı, nerede yaptık ları farklı, seyirci profili farklı, coğrafyası farklı. Bu durumda tiyatro ya pıyoruz, ama elma ile armudu toplamaktan farkı yok. Baskı nerede var? Sen (Orhan Kurtuldu'ya) dedin ki, tiyatronun üzerinde baskı ku rulamaz, baskının olduğu yerde sanat olamaz, hayır olur. Faşist Franco rejiminin çizmesi altında, Lorca yeryüzünün en güzel şiirlerini, en güzel oyunlarını yazdı. Türkiye'de de oluyor. Ne 12 Eylül rejimi ne de başka baskılar bunu engelleyemedi. İnsanlar içeriye girdiler çıktılar, içeride de dışarıda da sanatlarını ürettiler. Baskı nedir? Bizim yüzde bir, senin yüzde iki istediğin alana binde üç verilmesi, bununla da so pa sallanması, yoksulluk sınırının yüz milyon üstünde maaş alan Dev let Tiyatroları sanatçılarını bedavadan para kazanıyorlar diye nitele mek, özel tiyatroların İstanbul'da oynadığı oyunu Adana'da oynaya maması, oynayabilmesi için vesika istenmesidir baskı. Ama yok, bü tün bunlara karşın sanat yine yapılıyor, yapılacaktır da. Önemli olan,
kurumların da yasası oluşturulmalı; çünkü misyonları bu anlamda farklı. Başka türlü düşünmek mümkün değil. Benim altını çizmek iste diğim ise, siyasi erk ile sanat ilişkisindeki bu problemin ortak oluşu.
pe cy
A.M.T.: Sabrınıza sığınarak bu konudaki son sözlerimi söylemek isti yorum. Yüz piyes sahneye koyarak yüz lira alan Devlet Tiyatrosu ile, piyes başına Kültür Bakanlığı'ndan yardım alan bir tiyatronun proje bazında; gaz, bez anlamında harcadığı paralar kıyaslanırsa, arada bü yük farklar olmadığı görülür. Devlet Tiyatrosu ile, özel tiyatrolar ara sında ödenek açısından büyük bir uçurum yoktur. Ne vardır? Devlet Tiyatrosu'nda iki bin kişi çalışmaktadır ve bunların maaşları korkunç bir rakam tutmaktadır.
Baskı nedir? Bizim yüzde bir, senin yüzde iki istediğin alana binde üç verilmesi, bununla da sopa sallanması, yoksulluk sınırının yüz milyon üstünde maaş alan Devlet Tiyatroları sanatçılarını bedavadan para kazanıyorlar diye nitelemek, özel tiyatroların İstanbul'da oynadığı oyunu Adana'da oynayamaması, oynayabilmesi için vesika istenmesidir baskı. (Ahmet Mümtaz Taylan) yasa şemsiyesi, güvencesi altında bunları disipline etmek. Bu yüzden Devlet Tiyatrosu yasası önemli, eğer lazım ise. Bunu ben dile getire mem, ama özel tiyatro yapanlar için de, gerek duyuyorlarsa eğer ayrı tiyatrolar yasası çıkarılmalıdır. O.K.: Aynı şeyleri söylüyoruz. Tiyatro sanatının sorunları bir bütün. Bütünden kastım şu: Özel tiyatroların yasası oluşturulmalı, ödenekli
H.Ç.: İşte, mesele burada. O ödeneğin içine maaşlarınız, salon kirala rınız, spotlarınız, cari harcamalarınız giriyor mu? Girmiyor...
A.M.T.: Biraz önce söyledim, ben Erzurum Tiyatrosunda bir Moliere sahneye koydum, bunun dekor, kostüm maliyeti toplam üç buçuk milyar, azami beş milyardır. Diğer masrafları eklememe gibi bir özgür lüğümüz var ama...
M.K.: Hadi, ben seni insan olarak da çok iyi tanıdığım için şunu söyle meliyim, meseleye duygusal bakıyorsun. Şunu söyleyebilir misin? Dev let, doğru dürüst özel tiyatro yapmam için gerekli parayı bana vermi yor, Devlet Tiyatrosu'na da vermesin. Böyle bir şey söyleyebilir misin? H.Ç.: Hayır, onu söylemiyorum. Ben, üç sene önce Kültür Bakanlığı'na şöyle bir öneride bulundum. Biz özel tiyatrolar, ödenekli kurum ların standartlarında biletler satalım. Biz maliyeye bağlı kuruluşlarız. Bizler, bilet kesip o koçanları da biriktirip kanıt olarak saklamak zo rundayız. Biz de, biletleri dört milyondan satalım, bize sezon başında avans verin, bu koçanları yıl sonunda size sunalım, aradaki ücret far kını bize ödeyin. Devlet yardımı da böyle gerçekleşsin. Dinlemediler bile. Ü.A.: Bilmediğim bir şeyi öğrenmek için sorabilir miyim? Elbette her oyunun maliyeti önceden hesaplanıyor. Kostüm, dekor, ışık... Ve el bette ödenekli tiyatroların depoları var; dekor elemanları, kostümler atılmıyor. Özel tiyatroların böyle bir olanağı yok... Yani, bu saklanan maliyet unsurları, yeniden değerlendirilerek ya da en azından değişti rilerek tasarruf sağlanıyor. Öyle değil mi? O halde, bunların özel tiyat rolara kiralanması ya da zimmetle bilâ bedel özel tiyatrolara verilmesi olanağı olamaz mı? 41
A.M.T.: Hemen söyleyeyim. Devlet Tiyatrosu'nda çakılmış bir çivi çö pe atılmaz, tekrar kullanılır. Kullanılamaz hale geldiğinde depoya tek rar yığılır, zimmetli olduğu için yine atılamaz. Bürokrasi böyledir. Hadi Çaman'ı çağırıp da buradan istediğini al dediğiniz zaman hakarete gi rer. Aynı yardım meselesi bence bir aldatmacadan ibarettir. M.K.: Bunun hakaret tehlikesine geldiği bence de doğru. Örneğin Hadi, bir resim yapmış, sonra bir ressama ben bunu atıyorum istersen al arkasına da sen resim yap demek gibi bir şey.
Biz şunu savunuyoruz: Her ilde bir tiyatro olmalıdır. Her tiyatroda 30 oyuncu olmalı mı? Elbette olmalı. 81 il var, yani bu 2.400 oyuncuya gerek var demektir. Bugün 2.000 oyuncu olduğunu varsayarsak, 400 oyuncu açığımız var. Demek ki doğru programlama yapmamışız. (Orhan Kurtuldu) Ü.A: Benim sormak, irdelemek istediğim o değildi, ama neyse!
a
O.K.: Özel tiyatrolara yardım nasıl olmalıdır konusunda bazı önerme lerim olacak. Kültür Bakanlığı bu yardımı yaparken prodüksiyon mali yetini ödemeli. İkincisi ise, oyuncu ücretlerini doğrudan oyuncuların hesabına yatırmalı. Özel tiyatrolar bu çerçevede oyuncularla iki sezon luk sözleşme yaparlar. Yoksa özel tiyatroların sorunlarını bir başka ba tağa batırmış oluyoruz. Ödenekli kurumda çalışan biri olarak söylüyo rum bunları. Özel tiyatroların sorunları benim de canımı acıtıyor. Oyuncuyu düşünmek zorundayız. Geçmiş sayılarınızda okuduğum tartışmalarda bazı özel tiyatro sahipleri, oyuncu bulamadıklarından yakınmışlar. Neden bulamıyorlar? Çünkü maaşlarını ödeyemiyorlar, yoksa oyuncu var. Türkiye'de çalışsın çalışmasın, bütün oyuncuları toplasanız 2000 kişi. Peki, Türkiye'de kaç oyuncuya ihtiyacımız olma lı? Biz şunu savunuyoruz: Her ilde bir tiyatro olmalıdır. Her tiyatroda 30 oyuncu olmalı mı? Elbette olmalı. 81 il var, yani bu 2.400 oyuncu ya gerek var demektir. Bugün 2.000 oyuncu olduğunu varsayarsak, 400 oyuncu açığımız var. Demek ki doğru programlama yapmamışız. Bu programlamayı yapacak olan Özerk Sanat Kurumu'dur, Kültür Ba kanlığı değil.
A.M.T.: Dile getirilmiş, kağıt üzerine dökülmüş önermeler var. Her gelen genel müdüre, bakana yeniden anlatılıyor. Hadi bakanları anlı yoruz, dışarıdan, bir gün önce avukatken, turizmciyken bakan oluyor. Ya genel müdür gelince ne oluyor? Yeni bir organizasyon şeması, ye ni bir koordinasyon anlayışı, yerinden yönetime dayalı demokratik, katılımcı bir yönetim anlayışı, sanat üretiminin kendisini kastetmiyo rum, o biraz faşizan bir iştir. Yönetmeniyle, ekibiyle gelir, aksi takdir de kendi başına oyununu gerçekleştiremez. Kurumun işleyişi demok ratik ve katılımcı olmalıdır. Şimdi burada seminer gibi anlatmayaca ğım ve bunlar artık kağıda dökülmüş konular. Aşağı yukarı yirmi yıldır metin üzerinde yapılmış önermeler var. Biz her gelen bakana bunları anlatmak zorunda kalıyoruz. Bakanlar farklı işlerden, farklı alanlardan geliyor ve bunları dinlemek durumundalar, biz de anlatmak durumun dayız. Buna bir diyeceğim yok, ama zaten bu tartışmalara uzun yıllar dır tanık olmuş, içimizdeki sanatçılardan, üst düzeyde görev almış olanlara yeniden anlatmak, sanki bu doğruları konuşulmamış, tartışıl mamış, bazı deneyimler yaşanmamış gibi yeniden anlatmak zorunda kalmak, gerçekten bir süre sonra eziyete dönüşüyor. Siyasilerle ara mızdaki sıkıntı şuradan kaynaklanıyor. Kültür Bakanlığı kurum olarak çok az vitrine sahip, bunların başında da Devlet Tiyatrosu geliyor. Özerklik, bir siyasi için neredeyse bir kâbustur. Özerk bir kuruma elini kolunu sokamaz. Müdahale edemeyen siyasi de, kendisini bakan ola rak göremez. Bugüne kadar hep önümüze şu sürüldü: "Meclis arit metiği müsait değil, sizi çok iyi anlıyorum, ama ortağıma anlatamıyo rum". Biz bu mavalı çok dinledik. Bugün, bu bahane artık ortadan kalktı. Artık tek başına bir iktidarla karşı karşıyayız, bundan sonra ger çek niyetleri ortaya çıkacak. Başlarından atmak istedikleri bir kurum olduğu zaman özelleştirmek dillerinden düşmüyor. Devlet Tiyatrosu'nun özelleşmesi mümkün değil, çünkü taşınmazları yok, üretim araçları yok. Nesini satacaksınız? Böyle bir şey mümkün değil. Ü.A.:: Peki, özerkleşme?
pe cy
A.M.T: Özerkleşme Devlet Tiyatrosu için kurtuluştur. Merkeziyetçi an layıştan uzaklaşma, yönetimde demokratik, katılımcı bir anlayış. Bu, Devlet Tiyatrosu'nun çıkış noktasıdır. Siyasiler de biraz müdahaleci ta vırlarından, muktedir kozlarından vazgeçmek zorunda kalacaktır. Son olarak şunu söylüyorum: Devlet Tiyatrosu'nun kurtuluşu bölünmesindedir, bölünürse kurtulur. O.K.: Kelime yanlış...
A.M.T.: Bu kaynak sorunundan bahsederken bazı çözüm önerilerini de dile getirmek faydalı olur sanıyorum. Siz eğlence vergisi ödüyorsu nuz değil mi? Özel tiyatroların eğlence vergisinden muaf tutulmaları gerektiği tartışması bile başlatılsa, bu da bir şeydir.
A.M.T: Sen bölücülük anlamında anlıyorsan başka, Devlet Tiyatrosu parçalara bölünüp yönetilmelidir.
Ü.A.: (Hadi Çaman'a) Oyunculara ücreti nasıl ödüyorsunuz? Bordroy la mı?
Devlet Tiyatrosu açısından Kültür Bakanlığı, Şehir
H.Ç.: Evet. Ü.A.: Örneğin oyunculardan alınan gelir vergisi kaldırılabilir, gemi adamlarında olduğu gibi. H.Ç. Devlet, medyadan % 1 KDV alıyor. Bizden yüzde sekiz. Geçtiği miz hükümet döneminde Gelirler Genel Müdürü Akif Hamza Çebi'ye, (ki şu anda CHP Trabzon Milletvekili oldu) öneri götürdüm. Önerim şuydu: Bir tiyatro eseri kütüphanede durduğu sürece basılı bir eserdir, ama oynandığı zaman, oyuncusu, dekoratörü, yönetmeni ve diğerle riyle o esere can verilmiş olur. Bu insanlar ikinci bir yazardır, onu var edenlerdir. Buradan yola çıkarak, bu tiyatro yaratıcılığını da bir telif olarak göremez misiniz? Diyelim ki, yüzde kırk yerine yüzde yirmiye indiremez misiniz? Nasıl cazip buldu biliyor musunuz? Çok mantıklı buldu, ama sonrasında olanları biliyorsunuz. O.A.: Devlet, sanattan vergi almamalıdır. H.Ç.: Biz, Ticaret Odası'nda nereye kayıtlıyız biliyor musunuz? Lokan ta ve Eğlence yerleri işletmelerine tabi bir işyeriyiz biz. Ben yirmi iki ta ne Kültür Bakanı değiştirdim, hepsine bunu anlattım. 42
Tiyatroları açısından belediyelerin: "Abiler, sanatçı dostlar, arkadaşlar ne istiyorsunuz? Hadi gelin
konuşalım" demelerini bekliyoruz. Sıra onlarda. Yoksa, işte yazılıyor, çiziliyor, dergiler çıkıyor, dergilerde birtakım insanlar oturuyorlar, konuşuyorlar, ama "Ne konuşuyorsunuz? Ne istiyorsunuz?" diyen yok. (Macit Koper) O.K.: Biz bu konuşmaları kendimiz için değil, sanat okuyucuları için yapıyoruz, okuyucuyu yanıltmamak gerek.. A.M.T.: Keşke okusalar da yanlış anlasalar... Devlet Tiyatrosu'nun kurtuluşu budur. Şimdi Kültür Bakanı Erkan Mumcu'dur, kendisine anlatacağız, eşi de Devlet Tiyatrosu'nda görevlidir. Ü.A.: Macit Koper... M.K.: Arkadaşımın bıraktığı noktadan devam edeyim. Konumuz
özerkliktir. Şehir Tiyatrosu nasıl özerkleşir? Devletten, Belediyeden nasıl bir mali katkı bekliyorsak, bu katkının artarak gelmesini de beklemeye devam ediyoruz. Biz Şehir Tiyatrosu olarak Genel Sanat Yönetmenimizi, yani Şehir Tiyatrosu'nun sanatsal politikasını saptayacak kişiyi kendimiz seçmek istiyoruz. Bu "mentalite" içinde yapılırsa, mesele bitmiştir. Şim di, birimleşmek, Yılmaz Onay'ın söylediği gibi "ensemble" olmak ya da kendi içinde bölünmek dediğimiz şeye bir isim buluruz. Böyle bir örgüt lenme şart. Bunun Devlet Tiyatrosu'nda da, Şehir Tiyatrosu'nda da bir merkezden yönetilmesinin olanağı yok. Neden Amerika'yı yeniden keş fetmeye çalışıyoruz? Ü.A.: Biraz önce, Devlet Tiyatrolarının Edebi Kurulundan bahsediyor duk, bu Şehir Tiyatrolarında nasıl? M.K.: Repertuar Kurulu, kendiliğinden bir sansür kuruludur. Repertuar Kurulunun, kendisine gelen oyunların bazılarını diskalifiye etmesi değil mesele. Bizatihi Şehir Tiyatroları'nda oynanması gereken bir oyunun, mutlaka Repertuar Kurulu'ndan geçmesi gerekiyor. H.Ç.: Bir de belediyeden gelen bürokratlar var. A.M.T.: Bir de, Devlet Tiyatrolarının Kültür Bakanlığı'ndan görevlendi rilmiş bürokratları var. Refik Erduran gibi...Onlar kendi yazar, kendi onaylar, kendi oynatır yani... H.Ç.: Bırakın bir sanat yönetmeni, kurumun sanat politikasını ortaya ko yacak olan kişiler, repertuarla ilgili yapacakları işlerde kimlerle işbirliği yapmak istiyorlarsa, onlarla yapsınlar. Başka türlü kurullar elbette oluş turulabilir.
a
A.M.T.: Bir de, süreliliği eklemek lazım herhalde değil mi?
cy
M.K.: Genel Sanat Yönetmeninin, bu bölgeleri veya merkez dışı olmuş birimleri idaresi için bir limit konulmalı. Belirli bir planlama yapılabilmesi için sanat alanında, genel sanat yönetmenlerine bağlı birimler, yeniden denetim alanları oluşacaksa, oranın sanat yönetmenlerinin bu işi böyle kotarmaları gerekiyor. Bu süreyi bilmeleri gerekiyor.
pe
A.M.T.: Bu işin idari işleyişinde katılımcılık, demokrasi dediğim şey de budur zaten. Demokratik olma gerekliliği, katılımcılıktan kastettiğim bu dur. O kurumun çalışanları, o işi var edenler olarak sizi yönetecek, sa nat siyasetinizi belirleyecek, takip edecek, sonuçları anlamında hesabını verecek kişiyi seçmelisiniz. Biz, hangi tiyatroda çalışıyorsak bölge müdü rümüzü seçeriz. O birim ya da bölgenin seçilenleri, bir üst kurulda ge nel müdürlerini seçer ya da genel sanat yönetmenini seçer. Ya da üç genel sanat yönetmeni adayını belirler. Son bakan da, ancak atamak suretiyle kendini bakan olarak hissedebilecekse... Ama bunun süresi olur. M.K.: Ben şunu bekliyorum. En başta söylediğim buydu. Bu konuda çok şey konuşuldu. Bu konuda söylenecek yeni bir şey yok . Elbette ye ni bir şey olabilir ama görüyoruz ki... Ü.A.: Evet, hep aynı şeyler söylendi ve söyleniyor.
M.K.: ...detaylandırılabilir bütün bu meseleler. Şunu bekliyoruz. Devlet Tiyatrosu açısından Kültür Bakanlığı, Şehir Tiyatroları açısından beledi yelerin: "Abiler, sanatçı dostlar, arkadaşlar ne istiyorsunuz? Hadi gelin konuşalım" demelerini bekliyoruz. Sıra onlarda. Yoksa, işte yazılıyor, çi ziliyor, dergiler çıkıyor, dergilerde birtakım insanlar oturuyorlar, konuşu yorlar, ama "Ne konuşuyorsunuz? Ne istiyorsunuz?" diyen yok. Ortak falan da yok. Şunu bir tartışalım, şunu bir konuşalım. Öyle kurultay filan değil. Hadi bir kurultay yapın, meseleyi tartışın. Hayır. Biz birebir karşıla şalım artık. H.Ç.: Zaten belli artık istenen şeyler. A.M.T.: O kadar güzel bir şey söyledin ki abi. Şimdi, 97'de Mersin Ku rultayı yapıldı. Ödenekli tiyatrolar, ödeneksiz tiyatrolar, özürlü tiyatrolar hepsi bir araya geldi. Biz, Mersin'de üç gün zaten her birimizin diğeri nin problemini bildiği bir durumda birbirimize problemlerimizi anlattık. Sonra Bakan geldi, kurultayı açtı. Bir de kapatırken geldi ya da gelmedi
onu da hatırlamıyorum. İki tane kurultay vardır. Birincisi gerçekten faydalı, büyük bir kurultaydır. Onu Namık Kemal Zeybek yaptı. İkincisi de, Mersin'de Istemihan Talay döneminde yapıldı. Sonuç bildirgesi or tadadır. Kimin takip edeceği sekreterya olarak, orada bellidir. Bir tek sonuç takip edilmemiştir. Bir ay geçmeden o sonuçlara aykırı ne varsa sağda solda söylenmeye başlanmıştır. Yani, biz kendi işimizi de takip etmiyoruz. İyi de örgütlenmiyoruz. Sesimizi iyi duyuramıyoruz. Kurul taylar düzenleyip, kurultaylarda dostlar alışverişte görsün misali, birbi rimize bildiğimiz sorunları anlatıyoruz. Karı-koca kavgası gibi. Ondan sonra da dağılıyoruz. Şimdi, yeni bir kurultay talep etmenin de çok bir anlamı yok. Her grup kendi problemini oturup çözüm ortağı ile tartış malı. Ve burada bir samimiyet varsa, işte meclis aritmetiği, yok şu, yok bu, yok devlet tiyatrosu, şehir tiyatrosu, özel tiyatrolar... Bunların sorunları ayrı ayrı tartışılıp, çözülmeli. Eğer çözülmek isteniyorsa, sa mimiyet varsa bu olacak. M.K.: Dernek ne biçimde bakarsanız bakın muhalefettir. Dolayısıyla kurumların içinde aykırılıklar, çeşitli düşünce biçimleri olabilir. Ama dernekler, gördüğüm, bildiğim kadarıyla, burada özetlediğimiz nokta da birleşmişlerdir. Yani dernekler birleşerek, devlet mi diyorsunuz, hü kümet mi diyorsunuz, Kültür Bakanlığı mı diyorsunuz... Bunu isteye cek noktaya gelmişlerdir. H.Ç.: Bu konuda, en huzurlu olan özel tiyatrocu olarak, bizim böyle sorunumuz yok. Biz hiç değilse özgürüz. Ama doğru, ama yanlış, bü-
Bir taraftan ülke olarak AB'ye girmeye çalışacağız, ama
H.Ç.: Bunu net sayı olarak söyleyemiyor musunuz halâ? Şaibeli mi? O.K.: Hayır şaibeli değil. Net rakam önemli değil. H.Ç.: Siz bir kuruluşsunuz? O.K.: Az önce Hadi Bey güzel bir şey söyledi? Biz özel tiyatrolar özgü rüz dedi. Biz ödenekli kurumlar özgür değiliz. Bizde olan onlarda yok; onlarda olap bizde yok. Yani onlara ekonomik destek gerekiyor, o bizde var. Bize de özgürlük gerekiyor. Şimdi 400 civarında da teknik personel var devlet tiyatrolarında. Ortalama 1500 kişi edebilir toplam, idari ve teknik desteğin zaten daha artırılması gerekir. Çünkü yeterli değil. Peki nasıl bir Devlet Tiyatrosu? Her ile bir Devlet Tiyatrosu. Peki hedef? Her sahneye otuz oyuncu veya her otuz oyuncuya bir sahne gerekiyor. Türkiye'deki yaratan, çalışan en az üç bin oyuncu... Varın siz nüfusa oranlayın. Hedef her ilin nüfusunun %10'u oranında seyir ci. Altmış milyon muyuz? Altı milyon seyirci. Burada da bir sorun var. Tiyatronun sorununu tartışırken, sadece kurumların sorunu açısından bakamayız. Biz Muhsin Ertuğrul'un söylediği gibi geleceğin seyircisini yetiştirmedik. Neden yetiştirmedik? İşte, bu özel yapılanma olamadığı için. O seyirciyi yetiştirecek enerjiyi taşıyamadı kurumlar. Tiyatro oyun yazarını yetiştiremedik. Desteklememiz gerekir. Bugün Türkiye'de kaç oyun yazarımız var? Çok az. En eleştirdiğimiz oyun yazarının bile ar kasında durmamız lazım diye düşünüyorum. Eğer oyun yazarı yetiş mezse o ülkede tiyatrodan da bahsetmemiz mümkün değil, mümkün olamaz. Çünkü asıl yaratıcı onlar, biz icracıyız. Bunu bir bütün olarak düşündüğümüzde, özel tiyatroların da bu anlamda kendi perspektif leri ve hedefleri mutlaka vardır ve olacaktır. Aynı zamanda, tüm Tür kiye'de Şehir Tiyatrolarının da kendi programları ve hedefleri belirlen diği zaman, kültürlü ve sanatlı bir Türkiye çıkacak karşımıza. Kültürün ve sanatın egemen olacağı bir Türkiye'de de ekonomik sorunlar da, siyasal sorunlar da, dünya ile olan ilişkilerimiz de, çok sağlıklı bir nok taya gelecektir. Başka türlüsü mümkün değildir. Neden? Tarihsel ör neklerini söylemek mümkün. İnsanlar savaştan çıkmış hemen sanata sarılmışlar. Onu görüyoruz. Atatürk Cumhuriyeti kurduğu yıllarda he men devrimleri gerçekleştirmiş, ama ardından sanatsal eksiklikleri de görerek, bu konuda girişimlerde bulunmuş. Biz, bugün ülke olarak, yönetim olarak, geldiğimiz noktaya baktığımızda Cumhuriyetin yarat tığı değerlerin çok gerisinde olduğumuzu görüyoruz. O nedenle çok hızlı yol almamız lâzım. Biz, böyle bir Türkiye, böyle bir Devlet Tiyatro su, böyle bir yapılanma istiyoruz. Bunun çıkış yolu da, kesinlikle Özerk Türkiye Sanat Kurumunun kurulmasından geçer. Siyasi erkle sanat kurumlarının ya da sanat insanlarının arasındaki ilişkiyi, köprüyü an cak bu kurum kurar. Bunun artık tartışılacak bir yanı yoktur. Çerçeve leri ayrıntılandırılabilinir. Derhal yapmak lâzım. Biz de, bu hükümetten ve dönem bakanından bunu talep ediyoruz. Bizi davet etmesini talep ediyoruz. Biz kendisinden randevu isteyip, acaba ne zaman verebile ceği endişesinde olmayalım. Peşine düşmeyelim bu işin.
pe cy a
bazı kurumlarımızı AB'nin ya da çağdaş uygarlık dediği
mez özerk bir devlet tiyatrosu? Çünkü, toplumun özgürleşmesini sağ layacak olan sanatın da, özgür olmadığı bir durumda bu özerklik ra hatsızlık verebilir. Onun için istenmeyebilir. Şimdi devlet tiyatrosunun bir de yapısına bakalım. Nasıl bir devlet tiyatrosunun altında, daha neler istiyoruz? Neler olmalıdır? Bugün devlet tiyatrosunun 650-700 civarında oyuncusu var tüm Türkiye'de.
miz kriterleri oluşturan yapılara dönüştürmeyeceğiz. O zaman çelişkili olur, samimiyetsizlik olur. (Hadi Çaman)
tün kararlarımızı kendimiz veriyoruz. Böyle bir handikabımız, böyle bir iç savaşımız yok bizim. Sözlerimin başındaki noktaya geliyorum. Ne yazık ki, bizde oturmuş, yürüyen bir sistem hiç olmadığı için, insanlar la kaim olduğu için, bütün yaşantımız her gelen insanla, her gelen ye ni yönetimle ne yazık ki -onlardan daha beter- milli mücadele veriyo ruz. Ama kendi içimizde hiç değilse, ama doğru ama yanlış birtakım kararlan özgürce verebiliyoruz. Bazen yanılıyoruz, bazen onurlandırılı yoruz seyirci tarafından. Onlar kadar büyük, bu tarz sorunlarımız yok bizim, özel tiyatro olarak. Ü.A: Evet Orhan kardeşim. Nasıl bir Devlet Tiyatrosu?
O.K.: Nasıl bir Devlet Tiyatrosu sorusuna cevap vermeden önce yeni Kültür Bakanımız Erkan Mumcu'ya bakanlığı hayırlı olsun diyorum. Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı dönemde şöyle bir söylem gündeme ge tirdi. "Özgür ve özerk üniversiteler istiyorum" dedi. Şimdi kendisi Kül tür Bakanlığı'nda, biz de TOBAV olarak ve diğer sanat kurumlarımız DETİS olarak, Kültür Sanat Sendikası olarak şunu istiyoruz ve söylüyo ruz. Özgür, özerk ve demokratik bir Devlet Tiyatrosu istiyoruz. "Siz de istiyor musunuz" diye soruyoruz. Peki neden istiyoruz? Sadece, az önce söylediğimiz gibi, Devlet Tiyatrosu için değil, tüm ödenekli ku rumlar için geçerli bu söylediğimiz şey. Avrupa Birliğine girmeye çalış tığımız bu süreç içersinde, Batı uygarlığı ile uyum çerçevesinde yasala rımızın örtüşebilmesi için, bu özerklik ve özgürlük zorunluluk arz et mekte. Bir taraftan ülke olarak AB'ye girmeye çalışacağız, ama bazı kurumlarımızı AB'nin ya da çağdaş uygarlık dediğimiz kriterleri oluştu ran yapılara dönüştürmeyeceğiz. O zaman çelişkili olur, samimiyetsiz lik olur. Bu çerçevede zorunluluktur bu. Az önce Ahmet Mümtaz da, Macit Koper de aynı söylemleri dile getirdi. Söylemlerimiz ortak, he men, derhal istiyoruz. Bunda beklenecek bir şey yok. Tek başına bir hükümet var. Bizi ortak olarak, bütün bu sanat kurumlarını tek bir toplantıya davet etsin ve biz de ona tek bir çözüm önergesi verelim, derhal uygulasın. Eğer bu yapılmazsa şunu düşünürüz. Neden isten
Ü.A.: İlgisini göstersin en azından. O.K.: Bekliyoruz. Ü.A.: Zaman ilerledi, sayfalar doldu. İsterseniz son olarak 61 yaş ya sasına dönelim. H.Ç.: O zaman altmıştan başlasın. Ben altmış yasındayım. Benim bir senem kalmış demek ki. Gene özel tiyatroların bir avantajından yarar lanacağım. Ben ölsem, kendimi emekli kılmayacağım. Çok yanlış bir şey bu. Ü.A.: Yahu, sanatçının emeklisi olur mu? H.Ç.: Sanatçının emeklisi olmaz. Bugün 76 yaşında her gece sahneye
44
çıkan bir Nejat Uygur'a 'Sen otur artık evinde çok yoruldun' dediği mizde, onu üç ay sonra kaybederiz. Şöyle bir anekdot anlatayım: Rah metli Nisa Serezli, bir takım sağlık problemleri yaşıyordu. Doktorları 'çalışma ölürsün' dedi. Ve ne yazık ki Nisa Serezli altı ay sonra kalbin den gitti. Eğer Nisa, o eski hızıyla devam etseydi, en az altı yıl daha yaşardı. Benim yorumum bu. Bu çok sakat bir şey. Biz sanatçılar ko şarsak yaşarız. Yaratırsak yaşarız. O yüzden en verimli çağında, en öğretici çağında bunların önüne set çekmek çok yanlış bir şey. Başta ki sözüme dönüyorum. Bence emekli kıldıkları tüm bu arkadaşlarımı, benim jenerasyonumu n'olur şu bölgelerinizdeki tiyatrolara yollasın-
IMF'ye hesap verirken, aslanın ağzına ekmek yetiştireyim derken, ara ya kaynadı. Sonra fark ettiler bunu, şimdi de ne yapacağını herkes şa şırmış durumda. Yasanın acilen geçmesi lazımdı. Bunun tiyatro, opera ve baleye yönelik kasıtlı bir şey olduğunu zannetmiyorum. Çünkü bundan kâr edeceğini, tasarruf sağlayacağını zannetmek biraz safdil lik olur. Hepi topu 50-60 kişiyi ilgilendiren bir şey şu aşamada. Tabii, şimdi onlar için hiçbir şey ifade etmeyen bu rakam, yani hiç bir yaraya merhem olmayacak bu rakam, bizim sınıfımızı neredeyse ölüme sü rüklüyor.
Ne yazık ki, bizde oturmuş, yürüyen bir sistem hiç
A.M.T.: Bakın 61 yaş yasasıyla örtülmüş daha tehlikeli bir şey var. Şimdi bir 61'e takılıyoruz. Otuz yıl çalışan bir sanatçıyı devlet ya da kurumu isterse emekli edebilecek. Bu ne demektir biliyor musunuz? Ben çok erken mezun oldum. Yirmi, yirmi bir yaşında Devlet Tiyatrosu'na girdiysem, elli yaşında emekli olacağım demektir. Ben sorun de ğilim tabii, herkesin gidecek bir yeri vardır.
olmadığı için, insanlarla kaim olduğu için, bütün yaşantımız her gelen insanla, her gelen yeni yönetimle ne yazık ki -onlardan daha beter- milli mücadele veriyoruz. Ama kendi içimizde hiç değilse, ama doğru ama yanlış birtakım kararları özgürce verebiliyoruz. (Hadi Çaman) lar. Oralarda, hepsi 20 yaşına dönecektir ve inanılmaz verimli olacak lardır. Ben bunu öneriyorum. M.K.: Özellikle sanat alanında yaş hiçbir zaman söz konusu olamaz.
M.K.: Yapmaz tabii ama oturur yazar.
Ü.A.: Daha somut söyleyelim: Sumru Yavrucuk, seneye emekli edile bilir. En verimli çağında yani... A.M.T.: Bu, kasıtlılık değil; hesapsızlık. Bu dağınık düşüncede kalan lar... Geçen hafta METİS'in eski bakanımızla yaptığı görüşmede Sayın Hüseyin Çelik'i de uyardık. Bu, sanatımızın elini kolunu bağlayan, mantık dışı bir uygulamadır dediğim vakit şöyle dedi: "Canım altmış bir yaşında emekli olur, her sene sözleşme imzalarsınız. Eskiden alt mış beş yaşında emekli olunuyordu, siz şimdi yetmiş beş yaşına kadar çalıştırın. Hiç öyle bir sorun yok" dedi. Tabii, o hengâme arasında özerklik, yasa falan konuşurken şunu söylemek mümkün olmadı. Na sıl olsa tartışmaya başka türlü de devam edeceğiz. Zaten, yasa da çık tı bu arada. Konuşmamın başında da söylediğim gibi, Türkiye ne ya zık ki hala ilişki kültürüyle işlerini güden bir memleket. Altmış bir ya şında emekli edeceksiniz, yani o yönetimle iyi geçiniyorsa seneye söz leşme imzalayabilecek, değilse, zıt gitmişse, anlaşamamışsa, bu yöne tim anlayışını paylaşmıyorsa, o sanat anlayışından haz etmiyorsa, de ğerli bir oyuncu ya da iyi bir yönetmen -ki bunlardan yüzlerce yok bu memlekette ne yazık ki- emekli ediliverecek. Böyle olacak mı bilmiyo rum. Böyle olabilir, bu kullanılabilir. İşte baskı budur, bu saçmadır. Bu nun tartışılır bir yanı yoktur. Ama ben yine söylüyorum, bu bir kasıt değildir. IMF'e verilecek hesapta baş sallamalarda dikkatten kaçmış bir konudur. Çünkü, şu da saçma bir şey: Hakimler, polisler, askerler bundan muaf tutuluyor. Demek ki, bu şu anlama geliyor: Altmış bir yaşında karar verebilirsiniz, sağlıklısınız, hırsız da kovalayabilirsiniz...
a
Ü.A.: Gazetede okudum, biri 61 yaşında adam bale yapar mı demiş.
Ü.A.: Kolunu kesiyor, bacağını kesiyor.
cy
O.K.: Adamın o soruyu sorabilmesi için, bilgi sahibi olması lâzım önce bir. İkincisi, her mesleğin yapılabilme yaşı vardır. Ancak, hizmet ver me yaşı ile karıştırmamak gerekir. Ü.A.: Ben bunu şaka olarak söyledim, Macit Koper ile devam ediyo ruz. O.K.: Pardon...
pe
M.K.: İkide bir sahnede olma süresini ortaya koymak fıkra gibi bir şey yani. Ü.A.: Evet sporla karıştırıyorlar da ondan.
M.K.: Bu biraz önce bahsi geçen 'parayı veren düdüğü çalar' gibi bir şey. Evet parayı veren düdüğü çalar, ama bu bir Nasreddin Hoca fık rası olur. Bu da öyle yani. Kaç yaşına kadar olduğunu bilmiyorum, ama balerinlik belirli bir yaşa kadar olur. Ama o sanatçı bale düşün mekten emekli olur anlamına gelmez. Bu konuda söyleyecek fazla bir şey yok. Şimdi, bir sürü alan vardır sanatın dışında da, memuriyet ala nı dahil olmak üzere. Salt bürokrat olarak memuriyet alanında da 6080-120 yaşına kadar çalışabilecek, alanında bir şeyler üretebilecek in sanlar olabilir. Ancak, sanat alanı kesinlikle bunun dışındadır. Yani şiir yazmanın bir yaşı var mıdır? H.Ç.: Politika yapmanın bir yaşı var mıdır? M.K.: İşe birazcık da soyut tarafından baktığımız zaman, benim yet miş yaşına geldiğim zaman şiir yazmamı kim engelleyebilir? Ü.A.: Tiyatroda Necdet Mahfii Ayral var mesela. Yıldız hanım oynu yor, Nejat bey oynuyor. Üstelik en iyi şekilde oynuyorlar. A.M.T.: Dünyanın her yerinde deneyimli sanatçılara -İngiltere'de me sela- unvanlar veriliyor. M.K.: Bale meselesinde Dega'nın tablosunu göndermek lâzım Kültür Bakanlığı'na. Elinde bastonla bir adam talebesini çalıştırmaktadır. O adam neci? A.M.T.: Bu 61 yaş yasası ile ilgili yanlış şuradan kaynaklanmıştır: Kim se Devlet Tiyatrosunu, Operasını ve Balesini hesaba katmadı. Biz
H.Ç.: ...Ama Kral Lear oynayamazsınız A.M.T.: Zaten, altmış bir yaş biraz erken Kral Lear'ı oynamak için. Ya ni altmış yaşındaki gençlerin oynayabileceği bir rol değil. Anlatabiliyor muyum? Nereden baksanız akıl mantık kabul etmez bir uygulama. Umarım sayın Cumhurbaşkanından dönecektir. H.Ç.: Sayın Cumhurbaşkanımız altmış oldu galiba A.M.T.: Tabii hala veto edilebilir. Gerçi onlar veto meto da din lemiyorlar. Tekrar aynı şekilde gidebiliyor. Bunun için, sivil toplum ör gütlerine halâ zaman var diye düşünüyorum. Bir takım şeyler yapıl madı. Bir araya gelmişken, bunu da birlikte hatırlamış olalım. İngil tere'de, daha ileri yaşlara gelmiş aktörler/aktrisler 'sir' unvanlarıyla taltif edilirler, mesleğe daha ne kadar devam edebilirler diye göz lerinin içine bakılır. Bizde, daha deneyimi süzülmekteyken, özgün ol muş bir sanatçıyı alıp emekli etmek... Ne yazık ki böyle. Ü.A. Teşekkür ediyorum. Gayet yararlı bir toplantı yaptığımıza inanıyorum. Umarım okurlarımız da, benimle aynı kanıyı paylaşırlar. Hatta e-posta faks yoluyla katkı da sağlayabilirler. Bu konuları, değişik kesimlerden sanatçılarla irdelemelerimizi önümüzdeki sayılarımızda da sürdürebilmeyi düşünüyoruz. Hepinize zahmetleriniz için yeniden teşekkürler ediyorum. Sağ olun... 45
SÖYLEŞİ
TURGAY TANÜLKÜ 'Müzikle, Resimle, Tiyatroyla ilgilenen İnsanlar Bölgelerindeki Cezaevlerine Gitsin, Yapacak Çok Şeyleri Olduğunu Görecek" Atay
Yirmi yıldır cezaevlerindeki tutuklu ve hü kümlülere, sokak çocuklarına tiyatro yapı yor Devlet Tiyatrosu sanatçısı Turgay Tanülkü. Onlarla birlikte çalışıyor, eğitiyor onları, tiyatro sevgisi, en önemlisi de ken dine güveni aşılıyor. Gerektiğinde onlarla yatıp kalkıyor, bir oyunu hazırlayıp sahne ledikten sonra haydi başka bir tutukevine. Neden peki? Neden kendine uğraş seçmiş cezaevindekilere oyun yapmayı? İlgimizi çeken bu konuyu kendisine sorduk. İşte yanıtları:
cy
a
Duygu
pe
Turgay Bey, 17 yaşındayken cezaevine girdiğinizi biliyoruz. Nasıl oldu bu iş? O dönemde, yani 70'li yıllarda içeri girmek için büyük bir eylem filan yapmak gerekmi yordu. Slogan yazmak, pankart asmak bile yeterliydi. Ben üniversitede hukuk okuyor dum. Ama maalesef bu olaylar yüzünden yedi yıl kaybettim. Sonra hakkımızı geri al dık.
O zamanlar Danıştay çok hızlı karar veri yordu. Bu olaylardan dolayı kaybolan hak larımızı geri aldık yani. Ben küçükken, 9 yaşlarında filan gazete satardım. Hapisha nelere girip, mahkumlara gazete satardım. 0 zamanlarda dahi onların basına, haber leşmeye ilişkin özlemini hissediyordum. Sonra ben de onların aralarına girince, on ları eğlendirmek, kafalarını dağıtmak için bir şeyler oynamaya başladım. Oyunlarım dan sonra da ödül alıyordum. Bir paket Samsun sigarası. Sonra baktım ki, yaptıkla rım beğeniliyor, seyirciler çoğalıyor, kendi kendime "ya ben insanları birbiriyle barıştı rıyorum galiba" dedim. Koğuşlar da birbi riyle barışmaya başladı hatta. İdare, gardi yanlar da oyunu izlemeye geliyorlardı. 74'te bir ara salıverdiler, sonra tekrar alın dım içeri. Bu arada konservatuara girmek fikri doğdu kafamda. Şöyle diyebilir miyiz o zaman: Sizde bu yetenek olduğunu içeride keşfettiniz... Gayet tabii. Hani bazı sanatçılar derler, "Benim sesimin çok güzel olduğunu beş yaşında anladılar", ben üç yaşında sahneye çıktım" filan. Bende yok öyle bir şey. Ben 26 yaşında başladım. Siz dediniz ki, "Ben başka bir şey yapa mayacağım tiyatrodan başka. O zaman gidip bunun okulunu okuyayım". Evet. Hani, diyorlar ya bazı veliler "Bu ço cuk hiç bir okulu kazanamadı, bir de konservatuvarı denesin bari". Ben insanlara bir şey verebilmek için ya sanatçı olacaktım ya da hukuk okuyacaktım. Konservatuvara girdim ve 1981 yılında bitirdikten sonra ce zaevlerine burnumu sokmaya başladım. Önce kabul etmediler. "Niye böyle bir şey istiyorsun?" dediler. "Para istemiyorum" de dim. Bu işin yasal prosedürü de epey zorlu dur herhalde? Benim bu konuda biraz da şansım oldu.
oyunu. Sonra basını soktum içeri, basın onları yazmaya başladı. Onore edilip, psi kolojik destek başlayınca, on kişi oldu otuz kişi, otuz oldu kırk kişi. O zaman gurubu parçaladım. Yarısı müzikle, yarısı ışıkla, ya rısı dekorla uğraştı. Yani ortak üretime geçtiler. Ben bu sistemi köy enstitülerin den öğrendim. Dolayısıyla her cezaevi ken di üretim alanını seçsin. Halı dokusun, re sim yapsın, müzik dinlesin, edebiyatla uğ raşsın, tiyatro yapsın ve kendi üretimini göstersin.
cy a
Rahmetli Savaş Başar, o sıralar cezaevlerin de mahkumlara küçük küçük sorular soru yordu. Ben de onun açtığı kapıdan o za manki Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Altan Saysel sayesinde girdim. Ona durumu, projeyi anlattım. Bir deneyelim dedim. Ben bunu düşünürken, 60'lı yıllarda yapılan ce zaevlerine bir de tiyatro salonu yapıldığını biliyordum. Ama zamanla bunların hepsi yıkılıp, koğuşlara dönüştürülmüş. Ekono mik nedenlerden yeni yapılan cezaevlerine salon yapamadıklarından sadece koğuşlar yapmakla yetinmişler.
Burada şunu sormak istiyorum, doğal olarak profesyonel tiyatro eğitimi al mış kişilerle çalışmak başkadır, hiç ti yatro görmemiş insanlarla çalışmak başka. Nasıl bir yöntem uyguladınız, ti yatrodan bihaber insanları oyuncu ka litesine getirmek için? Profesyoneller size yardımcı olur ama bun lar önce her gördüğünü taklit ediyorlar. Ondan sonra oynayacakları rolün komedi sine giriyorlar, birbirleriyle dalga geçiyor lar. Bu dalga geçme sürecini aştıktan son ra bu kez televizyonda izledikleri oyuncu luklara yöneliyorlar. Onları örnek alıp ben bunun gibi oynayayım deyip onları taklit etmeye başlıyorlar.
pe
Zaten yeni tiyatro salonları da yapılmı yor, hepsi eskilerden kalma. Mehmet Öztosun Ulucanlar Cezaevi Savcısı'ydı. İkisinin de bana büyük yardımı oldu. İnsani destek verdiler. Hadi bakalım yap dediler. Ben de hemen mahkumlara yönel dim. Önce beni hepsi soğuk karşıladı, çün kü doğal olarak hiçbirinin tiyatroyla ilgisi yoktu. Niye bu adam böyle bir şey yapsın diye düşündüler. Yavaş yavaş onları ikna ettim. Gerektiğinde gece orada kaldım. Onlarla beraber uyuyup kalktığımda ha bu adam bizim yabancımız değil dediler ve güvenlerini kazandım. Ondan sonra dedim ki, bakın önce kendinizi tanıyın, türkü söyleyebiliyorsunuz, sahnede sesiniz gayet güzel çıkıyor. İşte böylece başlayarak bir takım oluşturduk. Diğer mahkumlar bu ta kımı kabullenmediler. Ne haber artistler di yorlardı onlara, voltada karşılaştıklarında. Aralarında kavga da ediyorlardı. O kavga ları da yatıştırmaya başladım. Çok hızlı ha reket etmem gerekiyordu ve üç ay içinde bir oyun çıkarttım. Zaten uzun sürerse sıkılırlar... Evet, bir de bu arada kavgalar da büyüyordu. Üç ay sonra da ilk olarak arkadaşları na, diğer mahkûmlara oynadılar bu oyu nu. Onlara artisler ne haber diyenler, göz yaşları içinde oyunu alkışladılar. Çünkü kendi arkadaşı, ranza arkadaşı oynuyor
Ama bu kötü bir şey. Doğru, ama bu kez de taklit ede ede ken di olmaya başlıyor. Tekniği bilmedikleri için taklit bir süre sonra kendi malları olmaya başlıyor. Kendini ona adapte etmeye başlı yor, işte burada bu adamı kazanıyoruz. Za ten benim istediğim de öyle aman aman bir oyunculuk değil. Rolünü becersin, kaba mizanseni uygulasın, arkadaşını marke et mesin yeter. Ana hatlarıyla bir, bir buçuk ay böyle çalışıyoruz. Gece çalışmalarında vücut yorgun olduğu için, duygusallıklar başlıyor. Gece niye çalışılıyor, anlamıyorum? Çünkü o zaman arınmış duygular kalıyor. Örneğin, bir oyunda kan davası işleniyor
sa, kan davasından yatan mahkum kendi siyle hesaplaşmaya başlıyor. Dışlanmış olan mahkum ya da sokak çocuğu ya da engelli kendisiyle barışıyor. Bir işe yaradığı nın ve birey olduğunun farkına varıyor. O zaman ben tiyatronun yapmak istediğine ulaşıyorum. Siz genelde, homojen olmayan bir grupla çalışıyorsunuz, yani içinde katil var, siyasi mahkum var, tutuklu var. Bunları bir araya getirirken herhangi bir ayrım yapıyor musunuz? Hayır, kesinlikle. Kartal cezaevinde çalıştı ğım oyunda çeşitli fraksiyonlardan insanlar bir aradalar. Sağcısı da var solcusu da. Ay rım yapmıyorum çünkü sonuçta hepsi bu ülkenin çocukları. Eğer siz cezaevinde bu insanlarla barışı sağlarsanız, sokaktakiyle barışı sağlamak daha kolay olur. Peki bunlar en başta nasıl davranıyor lar birbirlerine, yani sen sağcısın, ben solcuyum gibi tartışmalar olmuyor mu? Hayır hiçbir zaman böyle bir şey olmuyor. Çünkü provaya birlikte giriyoruz, birlikte çı kıyoruz. Prova sonrasında ben onları ko ğuşlarına dağıtıyorum. Birbirlerine selam vermeye başlıyorlar. Çay içerken biri öteki ne kaşığı veriyor, diğeri şekeri uzatıyor v.s. Genel olarak tiyatronun insanları bir leştirme fonksiyonu da burada ortaya çıkıyor demek. Evet, işte benim amacım da bu zaten. Ya ni sonuçta, profesyonel tiyatrolara veya amatör tiyatrolara rakip olmak filan gibi bir derdim yok. Bir de oyunları soracağım. Tabii hapis hanede kadın olmayınca zorunlu ola rak içinde kadın oyuncu olmayan oyunları mı seçiyorsunuz? O da var. Mesela, Ulucanlar'da zenne ola rak birini oynattım ki, bu özellikle seçilmiş birisiydi. Karısını ve baldızını öldürmüş. 47
Oyundan sonra kadınlığın ne olduğunu bu oyunda öğrendim dedi. Bu çok önemli bir şey. Misafir oyununda da kadın rolünü oy nayan adama doğumun ne olduğunu öğ rettik. Kadınların doğumda çektikleri sancı ları anlattım, diğerleri de bunu yaşadı. Ka dınların nasıl doğum yaptığını öğrendiler. Benim derdim çok da iyi ve görkemli oyna maları değil. Acıyı veya tatlıyı öğrenmeleri gerekiyor. Çünkü, sokak çocuklarını, mah kumları ve engellileri serbest bıraktığımız zaman kendilerine dönerler. Kendine dö nen kişi her zaman tehlikelidir, kendine acı verir. Çünkü mutlu olduğu bir yer yoktur. Ama sahne onlara mutluluğu verir, alkışı verir. Düşünün ki kendisini yargılayan, ken disini dışlayan insanlar, karşısına oturup onu seyredip alkışlayacak.
Genç mi bunlar yoksa yetişkin mi? Her yaştan var. Mesela bir tana Albay emeklisi vardı. Diğerleri de kendilerini ken dilerine kapatmış insanlar. Yarısı çalışıyor, kimi telefon santralinde, kimi bilgisayar başında, kimisi iş adamı, kimisi üniversite de çalışıyor. Onları topladım, 12 Öfkeli Adam'ı oynattım. Şimdi onlar kendi özgür lükleri için de turneler yapıyorlar, kendi oyunlarını oynuyorlar. Bilgi Üniversitesi ve başta Osman Wöber olmak üzere, Devlet Tiyatrosu bizi destekliyor. Şimdi bir müzi kal çalışması içindeyiz. Hem sokak çocukla rı hem engelliler ile birlikte. Karma bir grup, bir de tahliye olan mahkûmlar var, onlar da katılacaklar. Üniversite bana Dolapdere'de bir yer tahsis etti.
cy a
Bu arada kadın rolü oynayan oyuncu ların, kadına bakış açıları da değişmiş oluyor. Tabii. Mesela Ankara ortamı çalışmak için daha rahat. İstanbul o kadar rahat değil. İstanbul'daki kişiler ekonomik çarkın içinde oldukları için, öğrencisi, sanatçısı fazla va kit ayıramıyorlar. Ama Ankara'da DTCF'de okuyan kız öğrenciler, mahkumlarla bera ber oyunlarda kadın rollerini oynuyorlardı. İstanbul'da bu çemberi kıramadım. Ben de sizinle beraber çalışayım diyen bir kadın oyuncu ya da öğrenciye rastlayamadım. Ama sanırım rastlayacağım.
konuda bir bilgimiz yok. İstanbul'a gelmeden önce Ankara'da kör ler okulunda, Ulus semtinde, Dışkapı sem tindeki sokak çocuklarıyla küçük küçük oyunlar oluşturdum. İstanbul'a gelince bu radaki sokak çocuklarının çok daha fazla olduğunu gördüm. En azından abartmıyo rum benim temasta olduğum 1500 kişi var. Bu uydurma değil adet olarak net bir sayıdır. Benim kendi evimin olduğu sokak ta 35 tane var. Bunları arada bir alıp kah vehaneye götürüyorum, çay içiyoruz. Tele vizyonda benimli ilgili bir şey gördükleri zaman, 'aaa bu sensin' diyorlar. İşte be nimle tiyatro yaparsanız, sizi de böyle tele vizyonda seyredecekler diyorum. Hem de böylece sorunlarınızı anlatmış olursunuz diyorum. Engelliler için de 12 Öfkeli Adam'ı sahneledim. Bilgi Üniversitesi'nde oynadılar. Bu çocukları hem internet kana lıyla aradım hem de bizzat kendim bul dum. Beyoğlu'nda karşılarına çıktım. Be nim bir tiyatro projem var, oynamak ister misin diye sordum.
pe
Bunun için bir girişimde bulundunuz mu? Duyuru veriyorum. Herkes masa başında Türkiye'yi kurtardığı gibi sanatı da kurtarı yor ama eyleme geldiği zaman hiç biri or tada görünmüyor. Diğer konular üstü kapalı kaldı. Sokak çocukları, engelliler projeleri gibi. Bu
48
Oyun belli mi? Oliver Twist, bunun müzikalini yapacağız. Çevirisini bekliyorum. Bunun dışında küçük küçük hikâyeler, Aziz Nesin'den, Muzaffer Izgü'den oynatmaya başlayacağım. Mayıs ayında oyunları çıkartmayı düşünüyorum. Yeni projelerden biri bu. Bir de ne kal dı? Foça! Kartal ve Bayrampaşa Cezaevleri'nin dışın da Bursa Kadınlar Cezaevi'nde bir grup oluşturuldu. Kadınlar, Turgut Özakman'ın oyunlarından birisini oynuyorlar. Foça'ya da gittim geçen yaz bir oyun çalıştık. 1520 gün içinde hemen sahneledim. Bu şe kilde oraya da tiyatro mikrobunu sokmuş oldum. İzlemeye gelen 400 mahkûm böy le küçük şeyler olmaz, büyük bir oyun oy nayalım dedi. "Kamyon" oyunuyla, Foça'ya turneye gideceğiz. Ben Foça cezaevine gi dip oradan yeni bir kadro oluşturacağım. Tekst vereceğim onlara. Onlar da 15-20 gün sonra diyecekler ki, "Hocam tamam, ezberledik, gel". İşte proje böyle oluşuyor. Benim gönlümden geçen de aslında şu: Her yerde tiyatroyla, müzikle, resimle uğ raşan bir sürü insan var. Onlar da kendi bölgelerindeki cezaevlerine gitsinler ve ça lışmaya başlasınlar. Bunun ilk örneği de Si vas'tan geldi. Devlet Tiyatrosu'ndan bir ba yan arkadaş, kadınlarla birlikte Sivas Ceza evi'nde bir oyun çalıştı. Ayrıca Çanakkale Cezaevi de müdürüyle, gardiyanıyla, mahkûmuyla bir oyun oluşturdu. Rejilerini ken dilerini yaptılar ve "72.Koğuş"u oynadılar. Yani bizden hiçbir yardım almadılar. Bir de üstelik İstanbul'a turne yaptılar. Köy Ensti tülerinin yapısını cezavlerine soktuğunuz zaman ülkenizde barışı sağlarsınız. Bilgilere ve sohbete teşekkür... Ben teşekkür ederim.
TİYATROCA DÜŞÜNMEK.
Haluk Şevket Ataseven
İNSANDA İNSANI ARAMAK
İnsanı insanla açıklayan bir bilim dalının adımı mıdır acaba Tiyat ro? Her insansal yaratının sonunda yaptığımız gibi şu imge yüklü yaklaşımı dile getiririz: Ne ret ne kabul... Eğer gerçekten bu böy leyse bizler akıntıya karşı kürek mi çekiyoruz? Evet, öyle ama ne bu bizim bildiğimiz akıntı ne de bizim bildiğimiz kürek... Ya ne dir? Korkularımızla yüklü yaşamımızın adını koymaktır. Şimdi diyeceksiniz ki, bunca zaman içinde adını koyamadınız mı bu zamanları aşındıran zorbanın? İnsanı insanla açıklayan bu görünüm sanırım şimdilik bizleri hem tedirgin edecek hem de sevindirecektir.
Bütün bu yaklaşımları topluca ele alacak olursak insanın traji/komik bir yaratık olduğu ortaya çıkar. Bu nedenlerle insanı insanla açıklayan bir bilim/sanat dalının adıdır artık tiyatro... Çünkü insa nı insanla büyüyor, insanla yetişiyor, insanla toplumsallaşıyor, in san insanla savaşıyor ve insanla barışıyor. Tiyatro ikinci bir yaşamın adıdır, onu asal yaşamından, yani ge niş alanlardan dar alanlara taşıyan kendilerine tanınmış bütün olanaklara karşın, onları mutlu edememiştir. Tiyatro bütünüyle bir dar alandan geçip bir geniş alana ulaşarak sanata özgü sınır ötesi özgürlüğünü kazanmak zorundadır.
pe cy a
Düşüncenin faaliyet alanı bütün bir doğadır, o insana emanet edilmiş en değerli kaynaktır. Bizler neyi, nerede, nasıl ve ne öl çümde gösterim alanına getiriyoruz? Bu sorulara yanıt vermek çok güç, ama ya bu yolda yürüyeceğiz ya da kendimize yeni bir yol yapacağız...
Ne var ki, buna karşın real dünyada bütünleşmeyi bir türlü ger çekleştirememiştir, oysa günümüze kadar gelen düşünce tarihi ne baktığımız zaman, kullanılan terimin bütünleşememek değil, yabancılaşma olduğuduğunu görürüz. Bu terim çağdaş insanı açıklamakta yetersizdir ve dar alanda kalmıştır. Aslında bütünleşememe kavramı yabancılaşma kavramını içermektedir ama, bu nun tersi doğru değildir.
Bütün bu olasılıklar doğanın yapısı gereği bizlerle içli dışlıdır, ya ni her insan doğadan aldıklarını yeni boyutlar üzerinde güzellik lerle donanımlandırır. Her çevrenin yansıttığı renk, biçim, öz, denge, zaman herkes için farklıdır, ama insan her zaman kazan dığını dağıtacak kadar da nereye niçin basacağını çok iyi bilmeli dir. Bu renklerle dolu yaşamdan bir kesit alalım ve onların de neylerinden de başka deneyleri kazanalım. Rahmetli hocamız Prof. Dr. Süleyman Velioğlu Ontopsikiyatrisinde düşünce Litaratürüne girmiş çok sağlam değerlendirmeler getirmiştir. Bir saptamadan söz edelim: Hint dilinde (CAKRA) Kutsal Daire anlamına gelir. Bütünlüğü ve evrenselliği ifade eder, her şeyin bir düzen ve uyum ile kendisine yöneldiği, toplandığı ve Evrenin merkezi olan üstün insanın simgesidir. Bu Jung'un (MANDALA) dediği biçimdir.
Sanat yoluyla biçimlenen kişideki sağaltıcı içgüdüsel güçler, öğe leri bir merkez çevresinde yer alan dairevi imgelerle somutlaşırlar, ayrıca bir ressam olan hasta doğaçlamadan çizdiği bu daire nin içinde bulunduğu kaotik dünyadan kurtulup onun olağanüs tü bulduğu her şeyin bir uyum ve düzenle birleştiği bir ruh hali ne kavuşmak isteğini simgeler... Bir şizofren hastada belirlenen bu ruh hali, insanda asal olan davranış biçimlerinin bir uzantısıdır. İnsanı ruhsal rahatsızlıklarının içine iten çağımızın hızlı buluşlarıy la gündelik yaşamımıza giren nesneler ve o nesnelere özgü içsel kavramların dayanılması güç ivmeyle bizleri karşı karşıya bırak masıdır. Şöyle ki, çağdaş insanın sorunu bütünleşememektir, oysa insan yeryüzüne bütünlenmenin varlığında oluşturduğu ölçümlerle bir likte gelmiştir.
Günümüz dünyasında bunalım yaratan dar alanlar, özellikle bili şim/iletişimin daha da bibirlerini aşan ve insanları uyuşturan o yoksul nesneler dünyasının aralarında kalmıştır. Ancak oradan sıyrılıp engelleri aşarak kendisini gösterim alanına taşıyacak ce sareti acaba kendisinde bulacak mıdır?
Eğer kendinizi değişimlere yeni yöntemlere yatkın görüyorsanız ancak o zaman geniş alanların özgürlüğünü tadabilirsiniz. Bu as lında ikinci bir yaşamımız olan günümüz tiyatrosunun yaratıcı dünyasıdır. Burada değinmeden geçemeyeceğim bir durum da şudur: Her sanat dalının sanatçısı, kendi sanat dalının dışında kalan sanat larla sağlıklı bir ilişki kurmamaktadır. Şair şiiriyle, romancı roma nıyla, hikayeci hikayeleriyle, denemeci denemeleriyle, besteci besteleriyle her biri evrenseli taşıyan sıra dışı kimliklerinin içinde sanki donup kalmışlardır.
Oysa bütün sanatlar insan kökenlidir ve hepsi de birbirlerini içe rirler. Örneğin müzik şiirin içeriği ise şiir de müziğin biçimidir. Roman müzikte senfoniyse hikâye de senfoninin özetidir. Kari katür yaşamın asal yapısıysa yaşam da karikatürün traji/komik yapısıdır. Nereden bakarsak bakalım hepimiz birbirimizden doğduk, birbi rimizle yaşadık, birbirimizi sevdik ve birbirimizden nefret ettik... Bu nedenle yaşamımıza yön veren, onu sürdüren ikilemler doğanın sonuyla sonsuz arasında kendini arayan insana vermiş olduğu en büyük ödüldür... 49
POLEMİK
TARTIŞILMASI GEREKEN AZİZLİKLER Erbil Göktaş
Met"in ise Türkiye'de sahnelenememiş olması Nesin'in başarısız lığını değil, Türkiye'deki ödenekli ve ödeneksiz tiyatroların -söz cüğün tam anlamıyla- "ilgisizliğini" ve Nesin adına olan önyargıyı gösterir. Bu oyun da 1963'de Prag'da sahnelenmiştir. "Çiçu", 1970'de Kent Oyuncuları'nda, 1992'de Ankara Devlet Tiyatro su'nda; diğer soyut oyunlarından "Düdükçülerle Fırçacıların Sa vaşı" 1970'de Çağ Tiyatrosu'nda, 2000'de İstanbul Devlet Tiyat rosu'nda; "Tut Elimden Rovni" 1974'de Devlet Tiyatrolarında; "Hadi Öldürsene Canikom" 2001'de İzmit Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda; yine "Sen Gara Değilsin'le "Yaşasın Kavu niçi" Mart 2002'den itibaren Kocaeli Üniversitesi Tiyatro Etkinlik leri Birimi'nde sahnelenmiştir. Bu açıdan bakıldığında Nesin'in tüm yanlış anlaşılmalara ve önyargılara karşın soyutlamaya daya lı oyunlarının yine de sahnelendiği ve sahnelenmeye devam etti ği görülür.)
a
Atila Sav'ın "Milliyet Sanat Dergisi"nin Mart 2003 sayısında ya yınlanan "Küçük Azizlikler" yazısını okuduğumda Türk Tiyatrosu'ndaki pek çok sorunun bu yazıdan hareketle tartışılabileceği ni düşündüm. Türkiye'nin en büyük ödenekli tiyatrosu olan Dev let Tiyatroları Nesin'in oyunlarını repertuvarına almış. Yönetmen Münir Canar da Ankara'nın merkezi salonlarından biri olan Yeni Sahne'de sahnelemiş. Eleştirmen Atila Sav da oyunları izleyerek, ülkenin en ciddi sanat dergilerinden Milliyet Sanat'ta yayınlamış. Ancak tüm bu iyi niyetli yaklaşımlara karşın, Türk Tiyatrosunda ki pek çok eksikliğin giderilmesi için yine de bir tartışmaya ge reksinmemiz var.
pe
cy
1. Sav, Nesin'in oyunlarından söz ederken "Bir Şey Yap Met, Bi raz Gelir misiniz? gibi oyunları oynanamadı bile." demektedir. Yazıda bu oyunların hangi nedenlerle sahnelenmedikleri belirtil memiştir; ancak yazarın genel tavrı oyunların başarısız olduğu nun ima edildiğini düşündürmektedir. Bu konuda öncelikle, Türk Tiyatrosu'ndaki, oyun yazarlığında ortaya konulan başarıların sahnelerde yeterince değerlendirilemeyişi olgusunu anımsatmak istiyorum. Nazım Hikmet'ten Vasıf Öngören'e, Melih Cevdet'ten Çetin Altan'a kadar birçok oyun yazarı demokrasi kültürümüzün eksikliği dolayısıyla türlü sıkıntılar yaşamışlar; oyun yazarlığı ala nında ortaya koydukları yapıtları da, öncelikle siyasi kimlikleri göz önünde bulundurulduğundan özellikle ödenekli tiyatrolarda pek sahnelenmemiştir. Türk Tiyatrosu çoğu dönemlerde yazarı na sahip çıkmamış; ancak bundan en büyük zararı yine kendisi görmüştür. Aziz Nesin bunun en tipik örneğidir. Onun, özellikle iddialı olduğu soyutlamaya dayalı oyunları, yeterince değerlendi rilememiştir. (Ayrıca, 1959'da doğrudan oyun olarak yazılan ve Türk Tiyatrosu'nun klasikleri arasında sayılabilecek, "Biraz Gelir misiniz?" Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu'nun 20.10.1964 tarihli 568 karar sayısıyla reddedilmişse de, 1962'de tüm engellemele re karşın İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda Tunç Yalman'ın sahnelemesiyle 80 kez izleyici karşısına çıkmıştır. Oyunun prömi yeri ise Horst Reinecke rejisiyle 1961'de Almanya Schwerin Dev let Tiyatrosu'nda yapılmıştır. Bu rejide Mateh Usta'yı Barış Arma ğanı sahibi Profesör Martin Holberg oynamıştır, izleyiciler perde yi kırk bir kez açtırıp sanatçıları sürekli çağırmışlar ve yirmi daki ka ayakta alkışlamışlardır. Nesin ve eşi de davetli oldukları halde, son anda pasaportlarına el konulmasından dolayı prömiyerde bulunamamışlardır. Oyun, bunun dışında 1965'de Romanya'da Braila Devlet Tiyatrosu'nda D. Dinuıescu rejisiyle, 1966'da Azer baycan Devlet Tiyatrosu'nda Nasır Sadıkzade rejisiyle sahnelen miş; 1968'de Budapeşte Radyosu'nda, 1972'de Paris Radyosu'nda seslendirilmiş ve dinleyicilere sunulmuştur. "Bişey Yap 50
2. Sav, "Sen Gara Değilsin"i değerlendirirken "...damarlarında kan yerine buzlu su dolaşan üç oyun kişisiyle yaratılan bir söyle şim. Durumun yapaylığı açıkça belli.", "Yaşasın Kavuniçi"yi de ğerlendirirken de "...durum daha inandırıcı ama kişiler izleyiciye bir sıcaklık iletmiyor." demektedir. Bilindiği gibi, bir oyuna dramaturji yapılarak bazı sorunlar aşılabilir. Bu durum o oyunun kö tü olduğunu göstermediği gibi sahnelenmemesine gerekçe oluş turmaz, oluşturmamalıdır. (Pek çok kusurlu, "kötü" oyunun öde nekli tiyatrolarımızda aylarca, hatta yıllarca sahnelendiğini düşü nürsek, sözünü ettiğimiz yazarlarla birlikte nice genç yazarın ya pıtlarının sahnelenmemesini tiyatromuzun kaybı ve ayıbı olarak değerlendirebiliriz.) Münir Canar rejisinde bu oyunlara dramaturji yapılmış mıdır? Oyunun basılmış olan görev dağılımında herhangi bir dramaturg adı belirtilmemektedir. 3. Yazıda, "Aziz Nesin'in evrenine girmek için, onun üstün yergi ve tersinleme (ironi) gücünün gerçek ürünleri olan öykü ve ro manlarına dönmek -galiba- en iyisi." sonucuna varılıyor. "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz'la "Toros Canavarı"nın Nesin'in kişiliğini yansıtan oyunlar olduğunu belirten Sav, "Çiçu"nun "tek kişilik kısa bir gösteri olarak ilgi gördüğünü" söylüyor (Oysa ki Nesin, "Çiçu"yu üç perdelik, yaklaşık iki saatlik bir oyun olarak yazmış tır.) ve bu konudaki asıl başarıyı, Nesin'in öykülerini oyunlaştıran tiyatro adamlarının çalışmalarının kazandığını belirtiyor (Genco Erkal'ın "Birtakım Azizlikler" ve Yücel Erten'in "Azizname 1995"). Nesin 5'i kısa olmak üzere 11 soyut oyun yazmıştır. Ya zarın sayıları 15'i bulan çalgılı-şarkılı oyunlarıyla birlikte, öykü, ro man, şiir, anı ve köşe yazılarından yapılan oyunlaştırmalar da el bette sahnelenmelidir. Ancak Türk Tiyatrosu'na asıl katkıyı,
"Sen Gara Değilsin" oyunundan sonra verilen arada konuştuğu muz izleyiciler, Gara'nın hızla anlattıklarının inandırıcılıktan uzak olduğunu söylüyorlardı. Belediye Başkanı Pren ve Gizli Güvenlik Servisi Şefi Salsi'nln kendi yarattıkları kahramanı öldürmek zo runda kalmaları, bir sürü madalyalar kazanmış bir kahramanın bir paket sigarayla, bir öğün yemeği ve ayağına giyecek hiçbir şeyi bulamamasındaki tersinleme, bu yapıtı, "ayaküstü anlatılan" anekdot ve fıkralardan ayırmaktadır. Belki "Yaşasın Kavuniçi"deki "karikatürizasyon" bu duyguyu vermiş olabilir. Doğrusu millet vekili Lurban'ı oynayan Okan Şenozan'ın uzun saçlı milletvekili tipi bu izlenimi yaratıyor, izleyicinin inanma sınırlarını zorluyordu. Oyunda kullanılan "kavuniçi" simgesi, aile bireylerinin gelecek kaygısıyla insan ilişkilerine değer vermemelerini, değişen siyasi havaya göre tavır değiştirmelerini anlatmaktadır. Her iki oyunda da aynı dekorun kullanılması, halkın uğultuları ve alkışlarının sinevizyon perdesinden verilmesi, yine aynı perdede sürekli topun vurgulanması, yani darbe de olsa hükümet de gitse insanların, hükümet üyesi milletvekilinin bile kılını kıpırdatmayıp kendi der dine düşmesi, Aziz Nesinin fotoğrafıyla birlikte oynanacak oyu nunun adının fonda yansıtılması gibi pek çok hoşluğu da belirt meliyiz. Sonucu ne olursa olsun bu tür deneysel çabaların sürdü rülmesi gerekiyor.
pe
cy
a
onun tiyatro düşüncesinin gerçek ürünleri olan soyutlamaya da yalı oyunlarının sahnelenmesinin yapacağına inanıyorum. Çünkü sözü edilen oyunlar Türk tiyatrosunda farklı (ancak işlenmemiş) bir damarın, arayışın ürünleridir. Bilindiği gibi Türk tiyatrosunda gelenekle çağdaş olanın sentezini amaçlayan Haldun Taner, Ok tay Arayıcı, Vasıf Öngören, Turgut Özakman gibi değerli yazar ların açık biçimle yazılmış, müzikli oyunları, özellikle ulusal kimlik arayışları ve ürettikleri özgün çözümlerle tiyatromuzun çok önemli yapıtlarıdır. Bu bağlamda Aziz Nesinin konuya yaklaşı mında çıkış noktası benzer; ancak getirdiği çözüm farklıdır. Us ta, Türk Tiyatrosu'nda kimlik sorunsalını saptamakta ve ardın dan, "bizim toplumumuzun sahne ve seyirci arasında duygusal bağ kuran yapıtlarla daha iyi ilişki kurabileceği, bu bakımdan ka palı biçimle yazılmış ancak sahnede bir Türk gibi duyan, düşü nen insanlara yer veren yapıtlarla tiyatromuzun gerçek kimliğine kavuşacağı" düşüncesini ileri sürmektedir. Bu bağlamda Sav'ın yazısında ulaştığı sonuç, Türk Tiyatrosu'nun yazarına yaklaşımı nın tipik (ve hazin) bir örneğidir.
5. Bir uyuşmazlık da "Milliyet Sanat Dergisindeki oyun fotoğraf larında yaşanıyor: Sav'ın yazısının içinde Ali Taygun'un uyarlayıp yönettiği "Meraki" oyununun bir fotoğrafı, Nesinin hangi oyu nu olduğu belirtilmeyen bir fotoğrafı olarak sunuluyor. Derginin "içindekiler" bölümünde de "Yaşasın Kavuniçi"den bir fotoğraf "Meraki" diye sunuluyor. Böyle hatalar her yerde, her konuda oluyor diye düşünmek de mümkün. Ama "Milliyet Sanat"ta ol maması gerekiyor.
4. Canar'ın rejide açık biçimi kullanarak çok önemli bir seçim yaptığını düşünüyorum. Ancak, dramaturji, sahne tasarımı ve yer yer oyunculuk (ya da oyunculuk yönetimi) sorunlarından do layı ve kapalı biçim olarak düşünülen bu oyunlara, söz konusu reji biçimini uygulamak isterken özellikle "Sen Gara Değilsin"de "kan uyuşmazlığı" yaşandığından çok iyi bir sonuç alınamadığını görüyoruz. Bu uyuşmazlık inandırıcılığın zedelenmesini berabe rinde getiriyor. Bir kahramanlık tersinlemesi olan bu oyunun do kusu, drama ile anlatı arasında gidiş gelişlerle örülüdür. Canar, ille de geleneksel tiyatromuzdan yararlanmak istiyorduysa, med dahı düşünmesi daha yerinde olurdu. Böylece Gara, dokuz yer de kendisini kahraman yapan koşulları canlandırırken, kendi dra mını da sergileyebilirdi. Dahası, oyundaki anlatı sıkıcılığını kırmak çin Gara'yı oynayan Haydar Gültepe'nin makineli tüfek gibi ko nuşması gerekmeyebilir, oyuncu tadını çıkara çıkara Gara'nın anlatısını canlandırabilirdi. Bu temperamanlı oyunculuk işlevselli•ı ve anlatı ağırlıklı oyunun rahatlamasını sağlıyor gibi gözükse • d e , oyunu bilmeyen izleyicide anlama boşlukları yaratıyordu.
6. Son olarak, Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğ retim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Sema Göktaş'ın Aziz Nesinin soyut oyunlarıyla ilgili yüksek lisans tezinin "sonuç" bölümünü, bu ko nuya ışık tutacağı inancıyla olduğu gibi buraya alıyorum:
"Türk tiyatro yazını 2500 yıllık Batı tiyatrosu geleneği göz önü ne alındığında daha çok gençtir. Belki bu nedenle henüz kendi geleneğini oluşturmuş bir Türk tiyatrosundan, bir "ulusal" tiyat rodan söz edilememektedir. Bu durumun nedenleri üzerinde ayrıca durulabilir. Bu incelemeyi yaparken asıl dikkatimi çeken konu, yazılı tiyatroya geçildikten sonra bugüne dek verilen ya pıtların neredeyse hemen tümüyle "dramatik" (kapalı biçim) oyunlar olmasıdır. Gelenekten yararlanılarak yazılan oyunlar ka tegorisine soktuğum az sayıda Epik tiyatro örneği, tiyatro yazı nımıza Vasıf Öngören, Sermet Çağan gibi yazarlarla girmiş ve bu süreç hayli yoğun ve devingen bir özellik gösterse de, soluk lu olmamıştır. Halk tiyatrosu geleneğimizden yararlanılarak yazı lan oyunların da ayrı bir bağlamda değerlendirilmesi gerekir. Di ğer yandan Absürd tiyatro akımı da Melih Cevdet Anday, Saba hattin Kudret Aksal gibi birkaç yazarın ortaya koyduğu az sayı da oyunla sınırlıdır. Dramatik tiyatro kadar, bir anlamda onun karşı tezleri olsalar da, Batı tiyatrosu geleneğinin bir parçası olan Epik ve Absürd gibi iki büyük yönelişin tiyatromuzu pek et kilememiş olması, tiyatro yazınımızın "dramatik" yapıya böylesi ne bağlılığı nasıl açıklanabilir? Aziz Nesin bir yazısında Epik ti yatronun rasyonalist Batı düşüncesine uygun bir sanatsal yöne liş olduğunu, bu nedenle Batılı, özellikle Alman seyircinin yapısı na uygun olduğunu belirtir. Ona göre bizim gibi öncelikle duy gularını kullanan, her türlü duygusal alışverişe yatkın ve hazır bir toplumun Epik tiyatroyu benimsememiş olması anlaşılır bir durumdur. Buradan yola çıkarak Absürdle ilişkimiz de açıklana51
Sen Gara Değilsin- Kocaeli Üniversitesi Tiyatro Etkinlikleri Birimi/2002
amaçlayan oyunlardır. Yani bu oyunlar daki soyutlama, açıkça ve bilinçli bir şe kilde, evrensellikten önce ulusallığı yaka lama, bu yolla evrensel olana ulaşma amacını güder. Aziz Nesinin kendisi de oyunlarını "ulusal oyun" olarak niteler:
pe
cy
a
'Çiçu da, öbür oyunlarım "Biraz Gelir misiniz?", "Bişey Yap Met", "Tut Elim den Rovn"i gibi ulusal oyundur. Ulusal tiyatro anlayışımı, tanımlamalar ve çö zümlemelerle değil de örneklemelerle gösterirsem, belki daha kısa yoldan açıklamış olurum. Diyelim oyunun ve yazarının adı ilan edilmeden Lorca'nın "Kanlı Düğün"ü oynanıyor bir tiyatroda; önceden de oyunu bilmiyoruz. Yine bir varsayım olarak, oyunun IspanyolluğuYaşasın Kavuniçi- Kocaeli Üniversitesi nu belirten, kişi ve yer adlarını, giysileri, Tiyatro Etkinlikleri Birimi/2002 bölgesel, yerel ve folklorik öğeleri, İs panya'ya özgü dekorları da oyundan çı karalım. Bütün bu Ispanyolluk öğeleri oyundan çıkarıldığı halde bile, İspanyol insanını tanıyan -hatta yalnız kitap bil gisiyle az tanımış olsalar bile- seyircile re, bu oyunun hangi ulusun oyunu ola bileceği sorulsa, seyircilerin çoğunun bir İspanyol oyunu olabileceğini çıkara caklarına inanıyorum. (...) Bir oyunu ulusal yapan şey, bir varsayım olarak o oyundan ulusallığı yapan dış öğeler çı karıldığı halde bile, yine de o oyunda kalan ulusal özdür. İşte bu değişmeyen ulusallık öğesi, yalnız o ulus insanına özgü bir davranıştır. Asıl ulusal olan, in sanın insana (bireye), insanın topluluğa ve topluma, insanın doğaya, insanın kendine, insanın olay ve bilir. Bu saptama bizi belki de hoşlanmayacağımız sonuçlara gö olaylara karşı davranışıdır. Türk'ü Hintliden, Amerikalıyı Rustan türecektir. Epik ve Absürd, Batı geleneğinde soyutlamanın ya ayıran işte bu ulusal davranış özelliğidir. Yerellik, bölgesellik, rattığı en soluklu yönelişler olmuşlardır. Soyutlama ise modern giyim biçimi, kişi ve yer adları, hatta töreler, gelenek ve göre sanatın temel bir ilkesidir; yüzyılımızın bilimsel, toplumsal ve fel nekler bile, ulusallığı sağlayan bütün dış öğeler kısa sürelidir, sefi birikiminin sanattaki karşılığıdır. Bundan yaklaşık 150 yıl ön geçicidir, çabuk değişir, bozulur, yok olur. Oysa insan davranı ce Batı'dan aldığımız Dramatik tiyatro yapısını günümüzde de şı, ulusallığı belirleyen en kalıcı ögedir'J*) korumamız, acaba XX. Yüzyıl düşüncesini kavrayamamış oldu ğumuzu mu, yoksa toplumsal yapımıza ve bilincimize yabancı bir kültürü kendiliğimizden reddedişimizi mi göstermektedir? Ti yatromuzun 150 yıl önce Batı'dan aldığı Aristotelesçi yapıyı, gü nümüze dek kuşku duyulmayacak bir "ulusal" özle doldurma mış olması, buna karşın dramatik yapıtların hem sayıca tiyatromuzdaki tartışılmaz egemenlikleri, hem de seyirciden gördükleri ilgi, her şeye karşın, Türk tiyatrosunu geleceğe taşıyacak yöne lişlerin, Dramatik tiyatro yapısı içinden filizleneceğini düşündür mektedir. Bu noktada Aziz Nesinin soyutlamaya dayalı oyunları ayrı bir değer kazanır. Bu oyunlar kapalı biçimde yazılmış, kesin tisiz dramatik aksiyon içeren oyunlardır. Temelde dramatik oyun yapısını koruyarak soyutlamalarla benzetmeciliğin sınırları nı zorlayan bu oyunlar tiyatro yazınımızda kendilerine özgü bir yer edinmişlerdir. Şunu söylemek de mümkündür; Aziz Nesinin soyutlamaya dayalı oyunları, Haldun Taner, Oktay Arayıcı, Tur gut Özakman gibi yazarların başlıca temsilcisi oldukları "Gele neksel Türk Tiyatrosu-Çağdaş Tiyatro Bireşimi"ni yaratmaya çalı şan yöneliş kadar, "ulusal" Türk tiyatrosuna ulaşmayı, Batı'dan aldığımız yapıda "ulusal olan'l yakalayarak onu bize ait kılmayı 52
Sonuç olarak, Aziz Nesin'in oyunlarındaki soyutlama, sahnede bütün yerel yüzeysel ayrıntılardan sıyrıldığında yine de "bir Türk gibi duyan, düşünen ve davranan" insanı yaratma, tiyatroda "ulusal olan"ı gerçekleştirme amacını güder. Ancak, ne yazık ki, gelenekten yararlanarak ulusal olana ulaşmaya çalışan yöneliş gibi, Aziz Nesin'in soyut oyunları da tiyatromuzda yaşatılan, ye nilenerek, dönüştürülerek ve geliştirilerek günümüze akan bir damar olamamıştır. Bu anlamda süreksizliği, tiyatromuzun bir kaybı olarak görüyorum.
(*) Aziz Nesin, "Çiçu'da Çağdaş ve Ulusal Olan Nedir?", Devlet Tiyatrosu Dergisi, Sayı: 50, 1971. " KAYNAKÇA: GÖKTAŞ, Sema, Türk Tiyatrosunda Soyutlama Kavramı ve Aziz Nesin'in Soyutlamaya Dayalı Oyunları, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, DEÜ, İzmir 1995. NESİN, Aziz, Biraz Gelir misiniz?, Tekin Yayınevi, 2. Basım, İstanbul 1973. NESİN, Aziz, Toplu Oyunları l-ll-lll, Adam Yayınları, İstanbul 1992. SAV, Atila, "Küçük Azizlikler", Milliyet Sanat Dergisi, sayı: 528, Mart 2003.
TANITIM
Emre Koyuncuoğlu İle
"KIRMIZI YORGUNLAR" ÜZERİNE Tülin Ceylan "Mutfak Kazaları" ile başlayan, "Hayat
pe cy
a
Devam Ediyor" ve "Kıvranış" projesin deki iki Sarah Kane oyunuyla devam eden tiyatro yönetmenliği yolculuğu nuzda hep alternatif olanı seçtiniz. "Kırmızı Yorgunları" tarzınızın çok dı şında. Sizi alternatif anlatım biçimlerin den ve farklı oyun alanlarından çekip klasik olana yaklaştıran sebep nedir? "Mutfak Kazaları" ve "Hayat Devam Ediyor"da daha çok farklı metnin (şiir, gazete haberi, Türkçe Öğrenme Kılavuzu, İlaç Rehberi vb.), hareketin, müziğin, oyuncu luğun, görsel efektlerin ya da sahne plasti ğinin belli bir konsept çerçevesinde prova aşamasında benim tarafımdan oluşturulan bir kurgusu ya da sahne metni oluyordu. Bu iki oyunumu yapısal olarak ben de bir birinin devamı sayıyorum. Bu tür oyunları ma, bu yıl Haziran'da Diyarbakır'da oluş turmayı planladığım ve şu anda halen ha zırda üzerinde çalıştığım gösteriyle bir üçüncüsü daha eklenecek, umarım.
Kırmızı Yorgunları Tiyatro: İzmit Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yazan: Özen Yula Yöneten: Emre Koyuncuoğlu Sahne-Giysi Tasarımı: Efter Tunç Oyuncular: Esra Bezen Bilgin, Ahmet Yaşar Özveri, Barış Falay, Suna Selen, Bengi Heval Öz.
Aslında, Aslıhan Ünlü'nün "Axis Mundi" kı sa oyunuyla ve daha sonra "Kıvranış" pro jesindeki Sarah Kane'in "Tutku" ve "Psikoz 4.48"iyle daha önce oluşmuş bir yapının dışına çıkmış oldum. Buna değişikliğe kısa ca, metin temelli, yani önceden oluşturul muş ve sahne için yazılıp bitirilmiş bir baş kasının metniyle bir oyunu sahnelemeye soyunmak diyebiliriz. Sahnelenmek üzere yazılmış bir metni yazarın önerdiği yapıda, olduğu gibi sahnelemek, bir açıdan bakıldı ğında klasik olabilir. Ancak, tercih ettiğim metinler; Aslıhan Ünlü, Sarah Kane veya Özen Yula'nın metinleri önerdikleriyle kla sik bir biçimi işaret etmiyorlar. Bence "Kır mızı Yorgunları" tek bir açıdan şimdiye ka dar hiç denemediğim bir alana, beni taşıdı; hiç "komedi" yapmamıştım. O yüzden çok heyecanlı ve çok eğlenceli bir prova süreci yaşadık. "Kırmızı Yorgunları" 60'lı yılların Yeşilçam filmleri, çizgi roman kahramanları, sentimental romanların altında yetişen kuşağı anlatıyor. Emre Koyuncuoğlu rejisör olarak neyin altını çiziyor? Oyun, bu ülkede bir çok "ideal" olanla ye tişen, ancak hayata atıldıklarında sudan
çıkmış balığa dönen ve orta yaşlarına gel diklerinde pek inanacakları bir hayat felse fesi kalmayan, 2000'li yılların şehir insanın parçalanmışlığını ve yalnızca anlara göre değişen dönüşen, gerektiği yerlerde savun ma mekanizmaları olarak öğrendiği imajla rı, replikleri, tavırları kullanan bir yandan rengarenk gözüken ancak ne yazık ki de rinliği olmayan kayıp kimlikleri anlatıyor. Aslında çok acıklı olan ancak yaşanma biçi mi ve hızı göz önünde bulundurulduğun da, empati kurduğunuz için, size acayip komik gelmeye başlayan şeyler bu anlattı ğım yapının içine eklenebilir.. Oyun çok sert bir toplumsal eleştiriyi içinde barındırı yor. Bize ve bugünümüze ait bir oyun... Oyun aslında her türlü duruşa biraz gülüm seyerek bakıyor. Çünkü yenir yutulur ola mayan bir sürü lokmayı öğretilmiş "kahra manlık, gurur" anlayışıyla nasıl iştahla kaba saba yalayıp yuttuğumuzu; komşuluk, ar kadaşlık kadın-erkek ilişkileri düzleminde sorguluyor. Ben metin temelli bir tiyatro oyunu üzerinde çalışıyorsam, yazarın söyle mek istediğine olabildiğince sadık kalmayı tercih ediyorum. Yönetmen olarak Yu la'nın oyununu en iyi ne şekilde sahneleye bilirim diye bakıyorum. Oyunda olanın dı şında ayrıca bir yorum getirmemeye çalışı yorum. Bu tecrübenizden sonra yönetmenlik yolculuğunuzda nasıl bir değişiklik ol du? Bu oyunun komedi olması benim bu oyu nu sahnelerken herşeye biraz gülerek bak ma duygusunu yakalamam, kendimde şim diye kadar görmediğim ve belki de göster meye cesaret edemediğim bir tarafımı or taya çıkarmama neden oldu, diyebilirim. Ayrıca, bu oyun, İzmit B.B. Şehir Tiyatrosu repertuvarı için yaptığım ilk oyun. Genel Sanat Yönetmenimiz Yücel Erten'in bu oyunu bu yılın repertuvarına düşündüğünü açıkladıktan sonra yönetmenliğini bana önermesi ve oyunda birlikte çalıştığım ar kadaşların işe dört elle sarılmaları, prova sürecinin çok keyifli geçmesi de bahset tiğiniz "yönetmenlik yolculuğunda" belki de en fazla önemsediğim şey.
İZLENİM
FORUM TİYATROSUNDA YABANCILAŞMA Selen Korad Birkiye
Bu yıl Çağdaş Drama Derneği tarafından dokuzuncusu gerçek leştirilen Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri panellere, konferans lara ve üç yabancı konuğun atölyelerine ev sahipliği yaptı. Ham burg Eğitimde Drama ve Tiyatro Birliği Başkanı Günter Mieruch, Budapeşte Eötvös Üniversitesi özel eğitim ve drama eğitbilimcisi Erik Szauer ve yönetmen, dramaturg, oyuncu ve eğitim ci vasıflarını üzerinde toplamasına rağmen, kendisini "Tiyatro Çalışanı" olarak tanımlayan Toronto, Mix Theater Company'den Luciano logna. Bu üç farklı uzman, yabancılaşma ve kuralsızlık teması üzerine 2-7 Mart tarihleri arasında geniş katılımlı atölyeler düzenlediler.
Öğleden sonra Günter Mieruch'un da katıldığı panelde, logna Forum Tiyatrosu, yabancılaşma ve tiyatro pratiği için şunları söy ledi: "Seyahatlerim, okumalarım ve araştırmalarım boyunca, yabancı laşma ve kuralsızlık koşullarının var olmadığı hiçbir güncel kültü re rastlamadım. Yabancılaşma ve kuralsızlık insanın yarattığı şart lar olup, farklı düzeylerde ortaya çıkarlar: Kişisel, grupsal ve sos yal düzeyler. Ayrıca fiziksel, psikolojik, duygusal ve manevi ol mak üzere dört düzlemde var olurlar. Bu bir kişide ortaya çıkabi leceği gibi, bir toplumsal grup tarafından bir kişi üzerinde, ya da bir toplumsal grup üzerinde toplum tarafından uygulanabilir... Forum Tiyatrosu, sorunların en kötü durum senaryolarını -yani anti-modellerini- araştırıp, geliştirip, tiyatro formu içinde, gerçek çi bir biçimde konuya aşina olan izleyiciye ya da topluluğa temsil eder. Ardından izleyiciler "seyirci-oyuncu"ya dönüşerek sahnede ki karakterlerle yer değiştirerek, yeni opsiyonlarla oynayarak, oyundaki sorunlara çeşitli çözüm yolları ararlar. Bu süreç, "ger çekliğin provası" adını alır. Bu yolla sanatçı ve izleyici tiyatroyu toplumun sorunlarını çözmek için bir araç olarak kullanır. Aynı demokratik ilke, benim Forum Tiyatrosu atölyelerimde de uygu lanmaktadır. Atölye katılımcıları topluluğun bir biçimini oluştur dukları için, karşılaşacakları sorunlarda uzmanlar onlar olacaktır. Yabancılaşma ve kuralsızlık temalarını kullanarak katılımcılar, Fo rum Tiyatrosu süreçleri ile bir tiyatro gösterimi yaratacaklardır. Benim rolüm, bir rehber olarak, bu sorunları analiz edebilecekle ri, geliştirecekleri ve sergileyebilecekleri topluma uygulayabilme leri için, Forum Tiyatrosu formatını göstermek olacaktır. Böylece toplumda bir şeylerin değişip değişmediğini hep beraber görece ğiz.
pe cy
a
Forum Tiyatrosu ve yabancılaşmanın temel alındığı Luciano log na atölyesi, hava muhalefeti nedeniyle Ankara'ya gelemeyen Roger Fornoff'un katılımcılarının diğer üç atölyeye dağılmaları so nucunda sayısı yüzde elli artmış bir katılımcı topluluğuyla başladı. Sayının artması dolayısıyla atölye mekanının küçük gelmesi ise Forum Tiyatrosu çalışmasının önünde ciddi bir engel oluşturdu. Bu nedenle yeni atölye mekanı bulunana kadar geçen süreçte düz bir çalışma çizgisi, evrilen bir süreç yerine, sıçramalı bir yön tem benimsendi ve daha sonra parçalar bir araya getirildi.
sin kendi hayatından yola çıkan yabancılaşma anları olarak belir lendi. Bir önceki gün olduğu gibi, düşünmeyi en az plana indir mek, tartışmak yerine yapmak ve göstermek üzerinde duruldu. Seçilen heykellerde yer alan karakterlerin somutlaştırılması için replikler söylemeleri istendi, hikayeleştirmeler ve analizler yapıldı.
Atölyenin başlangıcında bir daire oluşturarak oturuldu. logna, konuşma dairesi adı verilen bu ritüeli her günün başında ve so nunda tekrarlayacağımızı, böylece herkesin duygu ve düşüncele rini açıklama ve paylaşma fırsatı edineceğini anlattı. Ve atölyenin kurallarını açıklamaya geçti: 1. Asla kendine -ne duygusal ne de fiziksel olarak- zarar verme! 2. Asla başkalarına -ne duygusal ne de fiziksel olarak- zarar verme! 3. Asla bulunduğun mekana za rar verme! Bu kuralların anlaşıldığından emin olduktan sonra, elindeki yüzüğü sırayla herkese geçirerek atölye ve Forum Tiyat rosu ile ilgili beklentilerin ve korkuların paylaşılmasını istedi. Bu sürecin bitiminde, duyuları ve algıları keskinleştiren, vücudumu zu tanımayı öngören, aynı zamanda yönetme ve yönetilme de neyimleri edindiren uzun egzersizlerden sonra, öğleden sonra kavramlar ve kelimelerle heykel yapma çalışmalarına geçildi. Ön ce herkesin kendisini heykele dönüştürdüğü çalışma, ikili gruplar dan büyük gruba dek üç aşamalı bir süreç izledi. Bu süreç içinde çeşitli renkler, duygular ve kavramlar canlandırıldı. Benzer bağ lamda olanlar bir araya getirilerek kompozisyonlar oluşturuldu ve yeni oluşan anlamlar tartışıldı. Gün sonunda herkesin o gün hakkındaki yorumlarının aktarıldığı konuşma dairesi ritüelinde katılımcıların bir çoğu, yaşadıkları yoğunluk nedeniyle çok yorul muş olduklarını ifade ettiler. İkinci gün, enerji topu, zip zap bab gibi algı açıcı ve konsantras yon odaklı ısınma oyunlarından sonra, heykel çalışmalarına kaldı ğımız yerden devam ettik. Artık bireysel heykeller yerine grup heykellerine geçilmişti, en az beş kişiden oluşan grupların müm kün olan en çok sayıda heykel yapmaları istendi. Tema ise herke
Atölye ve gösterimlerimde kullandığım Forum Tiyatrosu teknikle ri sadece Augosto Boal ve Brezilya'daki Arena Tiyatrosu'nda ge liştirilen tekniklerle sınırlı değildir. Geleneksel tiyatro, alternatif ti yatro, dans, commedia dell'arte, mim ve popüler tiyatrolarda ge çirdiğim 29 yıllık deneyimin sonucunda, çeşitli tiyatro oyunları egzersizler ve Forum Tiyatrosu oyun yaratım süreci yaklaşımlarıy la harmanlanmıştır. Ayrıca Moment Teknik, Sweet Medicine Te aching (Tatlı Şurup Öğretisi) gibi tiyatro dışı metodolojiler de ti yatroya uyarlanmıştır. Dışsal Manipülatörün Dairesi (Tiranın Te kerleği) gibi atölyelerimde göstereceğim karakter yaratma egzer sizleri bu harmanlanmış metodolojiye örnektir..." Üçüncü gün, paylaşılan deneyim ve bilgi aktarımı ile atölye do
meye kadar vardırabilecek ve kirli emellerine başkalarını alet eden, ateş ve Doğu ile özdeşleştirilen Ruhsal manipülatörlere uzanan bir çeşitliliğe sahiptirler. Bu ana kategorilerin arasında yer alan diğer manipülatörler ise yakın oldukları her iki kategori nin özelliklerini alabilmelerine rağmen, özgün yöntemler kullan maktadırlar. Manipülatörler tek bir manipülasyon yöntemi kulla nabilecekleri gibi, birden farklı yöntemi de bir arada uygulayabi lirler. Örneğin Fiziksel ve Duygusal manipülatörler arasında yer alan kategoride, kurnazlık, hile ve sinsilikle isteğini elde eden manipülatör, karşısındakini hem duygusal olarak etkiler, hem de fiziksel sınırları aşarak karşısındakine dokunur, elini tutar, vs. Tüm bu manipülasyonlarla başa çıkmanın çeşitli yöntemleri var dır. Duygusal manipülatörler için duygusal disipline sahip olmayı ve hayır demeyi bilmemiz gerekir. Fiziksel manipülatörlerle başa çıkmak için fiziksel sınırlarımızı çok iyi belirlemek ve bunun aşıl masına izin vermemek, gerektiğinde ortamdan ayrılmak bir çö züm olabilir. Zihinsel manipülatörler için zihinsel savunma kal kanlarımızı kullanmak, söylenenlere inanmamak gerekirken, en tehlikeli manipülatörler olan Ruhsal manipülatörlerde ise zaman lamayı çok iyi ayarlamak ve nerede dur diyeceğini bilmek gere kir. Baskıcılar da bu manipülasyon tekniklerinden yararlanırlar. Baskı ile manipülasyonun temel ayrımına gelince, baskıda bir risk söz konusudur. Yani ezilen hayatını, maaşını, repütasyonunu, vs.yi risk altında görür. Oysa manipülasyonda böyle bir risk söz konusu değildir, ve "hayır" derken inisiyatif bizim elimizdedir. Manipülasyona uğrama ve yabancılaşma arasında ise sıkı bir iliş ki vardır. Tüm bu manipülatör kategorilerini rollere girerek anla tan ve tartışan logna, manipülatörlerle baş etme yollarını, hayatı mız boyunca çoğunlukla farkında olmadan nasıl manipüle edildi ğimizi ya da başkalarını manipüle ettiğimizi daha açık görmemizi sağladı. Gün sonunda katılımcılar dramaturglar, yönetmenler ve oyuncular olmak üzere üç gruba ayrıldı, ilginç bir şekilde katılım cıların büyük çoğunluğu dramaturg ve yönetmen olmak istedi. Ardından bu üç gruptan her birine yaklaşık aynı sayıda oyuncu, dramaturg ve yönetmen düşecek şekilde üç grupluk yeni bir da ğılım yapıldı. Kapanış ritüelinde katılımcıların bir çoğu yeni bir şey öğrenmenin verdiği haza ve o günkü çalışmanın verdiği tat mine değindi.
a
ruk noktasına ulaştı. Atölye mekanının değişmesi ile kavuşulan geniş alan sayesinde, bütün bir sabah yürüme egzersizlerine ayrılabildi. Vücudumuzun tüm noktalarının tanınması, hareketleri miz üzerinde bir bilinç ve haberdarlık geliştirme, Kuzey Amerika Kızılderililerince dört temel element olarak tanımlanan toprak, rüzgar, ateş ve suyu vücudumuzla yaratma, yapıcı ve yıkıcı etkile rini hissettikten sonra tekrar kendi benliğimize ve yürümemize dönme ile yaşadığımız değişiklik ve farkındalık, egzersizin diğer basamaklarıydı. Gün boyunca, baskıcı, ezilen, manipülatör ve manipülasyona uğrayan kavramlar netleştirilmeye çalışıldı. Psikodrama yöntemini çağrıştıran, ama kişiselden toplumsala ve ev rensele ulaşmayı hedefleyen yöntem ile herkesin hayatında ezil diği, aşağılandığı bir anı hatırlaması istendi. Ve o an nasıl hissedi yorsak öyle yürümemiz, bu vücut şeklini korumamız üzerinde duruldu. Çünkü bu ezilenin vücuduydu. Ve o an yaşadıklarımıza, hissettiklerimiz dair bir nida, kelime ya da cümle söyleyerek ve hareketi büyüterek yürümeye devam ettik. Yine normal yürüyü şümüze döndükten sonra bu sefer de bize bu muameleyi yapan kişi gibi yürümemiz istendi. Ve diğer yürüme egzersizlerinin tü münde olduğu gibi hareketlerimizi büyütmemize, abartmamıza, vücudumuzun aldığı şekil üzerinde farkındalığımızı artırmamıza sıra geldi. Baskıcının söylediği cümle de buna eklendi. Artık bas kıcının nasıl ve kim olduğumuza dair elimizde somut doneler var dı. Daha sonra, baskıcı ve ezilen olarak ikiye bölünen katılımcılar, baskıcı-ezilen ikilileri oluşturdular. Aralarından bazıları bunu bir dialog şeklinde diğer katılımcılara canlandırdılar.
cy
Öğleden sonra ise manipülasyon kavramını ve manipülatör tiple rini açıklayan ve Arizona'daki Kızılderili kabilelerinden Cherokee'lerin izniyle, şifacı ve şaman topluluğunun bir öğretisi olan ve Simon Malbogat tarafından Forum Tiyatrosu tekniğine katılan Dışsal Manipülatörün Dairesi üzerinde uzun uzun duruldu. Dışsal Manipülatörler
pe
Tatlı Şurup Öğretisine göre, manipülatörler farklı yöntemler kul lanırlar. Toprak elementiyle simgelenen Fiziksel Manipülatörler gibi kaba kuvvet ve şiddet kullanmaya eğilimliler olduğu gibi (ör neğin okul kabadayıları), can sıkmaktan çıldırtmaya dek uzanan bir yelpazede ısrarlarıyla dediğini yaptırtan (küçük çocuklar), duy gusal manipülatörler de vardır. Aynı şekilde bize asıl işkenceyi zihnimize attığı kılçıklarla yapan ve rüzgar elementiyle ve Kuzey ile eşleştirilen zihinsel manipülatörlerin yanı sıra, işi adam öldür
Perşembe gününe kör araba egzersizi ile başlandı. Böylece gü ven duygusu, algıların güçlendirilmesi, otorite ve yöneten-yönetilen ilişkileri üzerine odaklanıldı. Ardından grup heykelleri çalış masına geri dönüldü. Artık sıra Forum Tiyatrosu metinlerini oluş turmaya gelmişti. Her gruptaki dramaturglar yeni heykel imgele ri oluşturmaya başladılar. Daha önceki çalışmalarda olduğu gibi her imgeye birer başlık verildikten sonra, gruplar en beğendikleri heykel imgesini diğerlerine sergilediler. Her üç heykelin de grup tarafından yapı çözümü ve analizi yapıldıktan sonra, bunlar or tak bir hikaye çerçevesinde birleştirilmeye çalışıldı. Tüm heykellerdeki ortak nokta, ezilen-ezen karakterlerinin açıkça görülmesiydi. Yorumlar yine soyuttan başladı ve gittikçe somutlaştırıldı. Bunun için heykelin içindeki karakterleri birer cümle ile konuştur maları, dialoğa girmeleri ve o ana gelmeden önceki beş durumu canlandırmaları istendi. Her heykel grubu için ilginç yorumlar ge tirildiyse de hepsini birleştirecek ve çoğunluğu tatmin edecek or tak bir kurgu konusunda karara varılamadı. Herkese bunu dü şünmeleri konusunda ev ödevi verildi. Spontaniteyi ve doğaçla mayı hedefleyen makine çalışmasının ardından, grup tamamlanmamışlık, eksiklik duygularını paylaşarak seansı kapattı. Günün bitiminde logna'ya soru sormak isteyen katılımcılarla bir buçuk saatlik informal bir oturum düzenlendi. Forum Tiyatrosu pratiği, oyunculara karakter yaratmada yardımcı olabilecek vücut tipleri-
birtakım değişimleri başlatabiliriz..." Saat 14.00'de Alman Kültür Merkezi salonunda tüm atölye çalış malarına katılan katılımcılar ve konuklar gösterilerin sergilenmesi için hazır bulundular. İlk gösteri logna atölyesinindi. Her üç baş lık da oynandıktan sonra izleyiciden analiz için içlerinden birini seçmeleri istendi. Çoğunluk "Politikacı"yı analiz etmeye karar verdi. Oyun, bir siyasi miting sırasında, iş, aş taleplerinde bulu nan ve halkı temsil eden muhaliflerin, korumaların müdahalesi ve provakasyonu ile yandaşlarını da işin içine katarak, nasıl bit manipülasyon yaptığı üzerine kurulmuştu. Oyunda farklı manipü latör çeşitlerinin yanı sıra "potansiyel müttefik" denilen, ezilene yardım edebilecek, Forum Tiyatrosu için elzem karakterler de yet alıyordu. Ancak ezilen kişinin yerine geçen "seyirci-oyuncu" du ruma köklü bir çözüm getiremedi ama yine de ufak bir değişim yaratabildi. Ezilenin yerine talip olan ikinci gönüllüye karşılık, bil izleyici de oyundaki fiziksel manipülatörü temsil eden korum; görevlisine katıldı. Ezilen seyirci-oyuncu karşı taraftan sert bi tepki ile karşılaşınca, diğer izleyicilerden yardım istedi, ama sor derece zor durumda kalmış olmasına rağmen izleyiciler arasın dan yardımına sadece bir kişi koştu. Şiddetin gittikçe tırmanma ya başladığı oyunu kesen logna, toplumda değişimlerin ne kada zor gerçekleştiğini, başkalarından ne kadar zor yardım alabildiği mizi hatırlatarak, Forum Tiyatrosu'nu gerçek hayatın bir provası na benzetti. Ancak Forum Tiyatro'da bulunan çözümlerin kim zaman gerçek yaşamda işlemediğini, gerçek yaşamda bulunar çözümlerin de Forum Tiyatro'da işlemeyebileceğini hatırlattı ve önemli olanın farklı alternatifleri üretebilmek olduğunu söyleye rek sözlerini noktaladı.
pe cy
a
ne dayalı kestirme yöntemler ve Forum Tiyatrosu çalışma yön temlerinden bahsedildi. Bağımlılık üçgeni üzerinde duruldu. Bu na göre, her ikili ilişki bir bağımlılık üçgenine dönüşebilir. Böylece -özellikle evlilik ilişkilerinde- kurban da, infazcı da, kurtarıcı da sürekli değişir. Kocasından gördüğü fiziksel istismar sonucunda kurban konumunda olan kadın, eşinin bir daha onu dövmeyece ğine söz vermesi ve ayrılmamasını istemesiyle kurtarıcı pozisyo nuna geçer kocası artık kurbandır, ama evlilik ilişkileri onların infazcısı konumundadır. Bu üçgen de Dışsal Manipülatörün Dairesi'nde olduğu gibi karakter yaratma ve ilişkileri kurmada oyuncu lara katkı sağlayacak bir araç olarak nitelendirildi.
Cuma günkü açılış ritüelinde logna bir gece önce yapılan çalış malar üzerinde düşündüğünü ve eksiklikleri telafi edebilmek için benzer bir çalışmayı tekrar edeceğini söyledi. Düşünmeyi geri plana itip, içgüdülerimizle hareketlerimizi otomatiğe bağlayacak, algımızı ve düşünmemizi kıracak, farklı çalıştıracak, hareket ta mamlama, aktivite/söz çelişkisi egzersizleri yapıldı, grup inşaasına yönelik mıknatıs oyunu oynandı. Yine aynı üç gruba, bu sefer sadece dramaturgların değil, tüm katılımcıların katkılarıyla yeni heykeller yapmaları ve sonuçta dün yaptıkları heykelleri de göz önüne alarak en beğendiklerini seçip sergilemelerini istedi. An cak bu sefer tüm çalışmalar kapanış imgesini oluşturan heykele varan süreci de gösterecekti. Sergilenen çalışmalar bir gün önce kinden tamamen farklı ve daha somut imgelerden oluşuyordu. Zaman baskısı içinde "Hakaret!", "Güç Kimde?" ve "Politikacı" adını taşıyan heykeller ve metinleri analiz edildi. Forum Tiyatrosu yöntemi hakkında bilgi verildi ve bir saatlik öğlen arasında seyir ciyle buluşmaya hazır hale getirilmesi istendi, logna Forum Tiyat rosu yöntemini kısaca şöyle dile getirdi: "Yarattığınız heykeller içinde en çok ezilen, oyunun ana karakte ridir. Ana karakterin gerçekleştirmek istediği bir amaç vardır ve bu amaca ilerlerken karşısına çeşitli engeller çıkar. Sonuçta ana karakter amacını gerçekleştiremez. Ama oyun ikinci defa izleyici ye sunulduğunda, izleyiciden bu durumu değiştirecek gerçekçi çözümler üretmesi ve bunu sahnede oynaması istenir. Amaç mümkün olduğu kadar çok alternatif üretmek, farklı çözüm yol ları bulmak ve uygulanabilirliğini görmektir. Bu yolla toplumda 56
Erik Szauer atölyesinin Alper Tunga adlı Türk prensinin şiirindeı yola çıkarak hazırladığı ve tüm izleyicilerin katılımını öngöreı duygu-yoğun gösterisinden sonra, Gunter Mieruch atölyesi d bir postdramatik çalışma ile izleyici ile buluştu. Gösteri sonund; ki değerlendirme konuşmasında ilk defa bu kadar büyük b grupla çalıştığını, ama katılımın ve grup dinamiğinin çok şaşırtu olarak son derece yüksek olduğundan söz etti. Katılımcılara ker di Forum Tiyatrosu tekniklerini geliştirmelerini öneren logna, tanbul'da yeni atölye çalışmaları yapmak üzere ayrıldı.
pe cy a
İZLENİM.
"GÖRÜNMEZ TİYATRO" GÖRÜNÜR OLDUĞUNDA!.. Kuyumcu Geçtiğimiz günlerde Nişantaşı'nda özel bir sanat okulunda "Ezilenlerin Tiyatro su" üzerine bir söyleşi düzenlendi. Söyle şiye konuşmacı olarak aynı okulda "Fo rum Tiyatro" konusunda üç günlük bir workshop yöneten Luciano logna ile birlikte katıldık.
a
Nihal
pe cy
Önceden aldıkları karar gereği söyleşiyi canlı tutmak amacıyla bir uygulama gös termek istedik ve "Görünmez Tiyatro" örneği hazırladık. "Görünmez Tiyatro" Augusto Boal'in 70 li yıllarda Güney Amerika'da başlattığı "Ezilenlerin Tiyatrosu" tekniklerinden bi ridir. Tartışmaya açılması düşünülen ko nu görselleştirilerek, halk arasında (met ro, büyük marketler vb yerlerde) günlük yaşamın içinde birden ortaya çıkarak çevredeki insanlar arasında tartışılması nı, üzerinde düşünülmesini sağlar ve bu yolla toplumsal değişimi amaçlar. Tiyat ro günlük yaşamın içine gizlenmiştir. Ke sinlikle yer zaman belirsizdir. Seyirci o anda tesadüfen orada bulunan ama as la bunu bilmeyen/bilemeyen, haberi ol mayan kişilerdir. Olayın aslında bir kur gu olduğu düşüncesi yarattığı etkiyi azaltacağı için bunun bir oyun olduğu hiçbir zaman açıklanmaz.
Görünmez Tiyatro önceden tasarlandığı ve olması gerektiği gibi söyleşinin he men başında kimsenin beklemediği bir anda başlayacak ve gelişecekti. Çoğun luğunun sanatla, tiyatro ile ilgili insanla rının bulunduğu bir yerde konu olarak yine bu insanların ortak sorunlarından biri ele alınmalıydı. Grup tartışmayı ge nel olarak sanat eğitiminin parasız olma-
sı gerektiği iddiası ile başlatacak, tüm eğitimin parasız olması gerektiği konu sunda sürdürecek ve bir noktadan sonra tiyatro öğrencilerinin tiyatrolara kimlikle rini göstererek girmeleri konusu günde me getirilecekti. Amaç özellikle son ko nuda; tiyatro öğrencilerinin kimliklerini göstererek oyun izlemeleri konusunda bir hareket başlatmak ve sorunun çözü müne yönelik bir kamuoyu oluşturmak tı. Önce kısaca söyleşi konusu hakkında bil gi verdim ve "Ezilenlerin Tiyatrosu" hak kında konuşmak üzere sözü Luciano logna'ya bıraktım. Tam o sırada seyirci lerin arasında yer alan seyirci rolündeki oyuncu hemen bir soru sormak istediği ni belirterek söz istedi. Soruları söyleşi nin sonunda sorabileceğini belirttiysem de oyuncu-seyirci peşini bırakmayıp iste ğinde diretince herkes onu dinlemeye başladı. Okulun düzenlediği workshop'un paralı olmasından dert yanarak kendisinin katılabilen şanslılar arasında olduğunu ama bir çok arkadaşının çok istediği halde katılamadığını söyledi. Di ğer tarafta seyirciler arasında oturan biri başka oyuncu-seyirci kendisinin de tiyatro öğrencisi olduğunu ileri sürerek katılamadığını, bir başka oyuncu-seyirci ise her şeyin bir maliyeti olduğunu bunun çok doğal olduğunu söyleyerek tartışmayı sürdürdü. Bu arada orada bulunan seyirciler yer yer bu tartışmalara girmekle birlikte çok sinirlendiler. Özellikle ilk soru ile tartışmayı başlatan oyuncu-seyircinin üstüne giderek susturmak istediler. Bir anda or talik karıştı kimse kimseyi dinlemiyordu
a
bilgi verdikten sonra "aslında bunu açık lamamamız gerekir ama, şu anda ezilen lerin tiyatrosunun anlatıldığı bir toplantı da olduğumuz için açıklıyoruz: Biraz ön ceki tartışma da önceden planlanmış bir 'Görünmez Tiyatro' örneği idi" dedim. Ve bu defa biraz öncekinden daha şid detli daha büyük bir kıyamet koptu.
cy
diğer seyirciler ne pahasına olursa olsun oyuncu-seyircileri susturmaya çalışıyor, dışarı atmak istiyorlardı. İşin ilginç yanı aynı sorunları şiddetle yaşayan ve tüm bu görüşlerin başka ortamlardaki en ateşli savunucuları bile oyuncu-seyircilerden susmalarını istiyor, bir an önce söy leşiye geçmek istediklerini dile getiriyor lardı.
Salonda seyirciler ilk anda rahat bir ne fes alsalar, olanlara gülseler de yavaş ya vaş sesler yükselmeye başladı. Çoğu kişi kendini kandırılmış gibi hissederek "yan lış zaman, yanlış konu" diye bağırıyordu. Yine ilk bölümde olduğu gibi (ama bu defa herkes ayakta) hep birlikte konuşu luyor kimse kimseyi dinlemiyor, herkes kendi yorumuna göre birbirine görün mez tiyatronun ne olduğunu anlatıyor du. Oysa orada sadece bir örnek sunul muştu. Kimse kandırılmamış, tiyatronun, sanat eğitiminin ve eğitimin önemli ko nuları bu alanlarda büyük sıkıntılar çe kenler tarafından tartışmaya açılmak is tenmişti sadece. Şan bölümü öğrencileri öğrenci kimliklerini göstererek opera iz lemeye girerken oyun izlemek için tiyat ro kapılarında bekleşen, kapıdakilerin in safına kalan tiyatro öğrencileri seyircile rin büyük bir bölümünü oluşturuyordu. (Belki Tiyatro...Tiyatro... böyle bir konu yu gündeme getirerek bu sorunun çö zülmesine katkıda bulunabilir. Ne dersi niz Sayın Demirkanlı?)
pe
Özellikle seyirciler arasında bulunan bazı kişiler ısrarla ilk soruya takılarak workshop'un paralı olmasının gerekçelerini sı ralıyorlardı. Oyuncu-seyirci kendisinin ku rumla bir derdi olmadığını, amacının sa dece böyle bir ortamda diğer konuları tartışmaya açmak olduğunu ısrarla dile getirse de kimse onu dinlemiyor ne olur sa olsun susmasını istiyordu. Herkes çok sinirlenmişti, çok kızgındı; biraz daha en telektüel düzeyi farklı bir ortam olsa idi sanırız oyuncu-seyirciler kendilerini koru makta zorlanacaklardı. Öyle ki sustur mak için biri kalkıp oyuncu-seyircinin ka fasına sandalyesini indirebilirdi. Bu durumun bir süre böylece sürüp git mesine izin verdikten sonra Nihal Ku yumcu diğer konuğun olanlardan bir şey anlamadığını, sıkıldığını artık söyleşiye geçmek gerektiğini belirterek tartışmayı kesti. Tartışmayı başlatan oyuncu-seyirci rolü gereği kızarak söylenerek salonu terk etti. Luciano logna "Forum Tiyatro" hakkın da gelen soruları yanıtladıktan sonra "Ezilenlerin Tiyatrosu" tekniklerinden bir diğerinin de "Görünmez Tiyatro" oldu ğunu belirtip bu konuda çok kısa olarak
Bir süre sonra tartışma konuları kişisel boyutlara çekilerek "sen ne anlarsın ti yatrodan, evinde oturup yazıyorsun" vb. sözcüklerle her türlü nesnellikten ve bi
limsellikten uzak şekilde sürdürüldü. Amacımız bir "Görünmez Tiyatro" örne ği sunma bahanesiyle özellikle son ko nuyu (tiyatro öğrencilerinin ücretsiz oyun izlemeleri konusunu) gündeme ge tirmek, bu konuda okulun öncülüğünde bir imza kampanyası başlatarak kamu oyu oluşturmaktı. Belki zaman içinde orada bulunan birile ri bu konuya sahip çıkar da Görünmez Tiyatro amacına ulaşır. Her şeye karşın, olanlar en azından Türkiye'de sanat ala nında çalışan, sanatla ilgilenen insanla rın düşünce yapıları, tartışma deyince nasıl bir durum ortaya koydukları konu sunda katılımcılara (ki aralarında hayal kırıklığına uğrayan çok sayıda tiyatro öğ rencisinin olduğunu belirtmeliyim) bir fi kir vermesi açısından yararlı olmuştur. Şimdi olanlara bir kez daha bakarak bir değerlendirme yapmak istediğimizde "Böylesi entelektüel ortamlar da bile tar tışmayı bilmiyor, henüz 'görünmez tiyatro'ya hazır değiliz" diye bir yargıda mı bulunmalıyız, ya da "biz Akdeniz ülkesi insanıyız, coşkuluyuz, heyecanlıyız" gibi bir bahanenin arkasına sığınarak böyle etkinlikleri şimdilik rafa mı kaldırmalıyız? Yoksa yeterince kendimize güvenimiz mi yok..." Yanıtını henüz bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki grup görün mez t i y a t r o denemesini başka bir konuda halka açık mekanda örneğin bir metroda yapmaya kalksa, oyuncular kesinlikle her türlü hayati tehlikeyi göze almalılar. 59
27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ ULUSAL BİLDİRİSİ Zülfü Livaneli
Sanat Doğaya Eklenmiş İnsan Demektir. Bacon bu bilgece sözü söylerken kuşkusuz, insanoğlunun doğada var olan güçleri, kendi istek leri doğrultusunda yoğurmasını, onlara yeni bir biçim vererek dışa vurmasını kastediyordu. Resim, şiir, heykel, müzik gibi tiyatro da doğaya eklenmiş insan. Yani bir insan oluş biçimi. Ne yazık ki bu "insan oluş biçimi", 2003 yılının 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde savaş denilen korkunç yıkımın gümbürtüleri arasında kutlanıyor. Hemcinsini kitle halinde yok etme çılgınlığı na kapılan tek canlı türü olarak insanoğlu, yine kanlı savaşların karanlık gölgesi altında. Demek ki karşımızda iki değişik insan türü var: Bir yanda doğaya eklenmiş ve onu yorumlayan yaratıcı insan, öte yanda ise bu birikimi tahrip etme amacını taşıyan yok edici insan. Bu iki insan türü arasındaki ayırt edici özelliklerden birisi de tiyatro. Tiyatro, uzun tarihi boyunca yok edici insanı sahnede eleştirerek yaratıcı insana dönüştürmeyi amaçladı. Kimi zaman bunu sahnenin bulunduğu bina bombalanırken yaptı hem de. Bir koltukta oturup sahneye bakan seyirciye bir ayna tutarak, yok edici insanı eleştirmeye ve seyircinin içindeki yaratıcı insani gücü ortaya çıkarmaya çalıştı.
a
Bu yüzden de her rejimde iktidar sahipleri ve zorbalar tarafından sevilmedi, baskı altına alınma ya çalışıldı.
Tiyatro direnerek ve bütün bu güçlükleri aşarak 21. yüzyıla ulaştı ama bugün daha değişik, da
pe cy
ha sinsi ve daha zor anlaşılan bir baskı altında. Umursamazlık baskısı.
Özellikle Türkiye'de yaşandığı gibi, kültürün eğlenceye dönüştüğü ve insanlık değerlerinin te ker teker ortadan kaldırıldığı bir kabalaşma döneminde, tiyatroyu ya biçim değiştirmeye ya da
yok olmaya zorluyorlar.
Bunun için kullanılan yöntem ise tiyatroyu umursamamak, görmezden gelmek, haberlerini ilet memek ve tiyatroyu bir entelektüel umacı haline getirmek.
Oysa tiyatronun yaşayabilmek için gerek duyduğu oksijen, genç kuşakların ilgisi, hevesi ve ti
yatro tutkusu değil mi?
Aşık Veysel, "Muhabbet, bir ekin ekip yeşertmek" diyordu. Tiyatro da bir ekin gibi ekilmeye, yetiştirilmeye, bakılmaya ihtiyaç duyuyor. İşte bu "umursamazlık komplosu"nun en yıkıcı etkisi de burada ortaya çıkmakta. Eğer tiyatroyu gözden düşürürseniz, hele yeni yazarların yetişmesini zora sokarsanız, genç ku şaklardaki yaratıcı tiyatro enerjisini de baştan engellemiş, başka alanlara yöneltmiş ve tiyatro alanını çölleşmeye terk etmiş olursunuz. Yapılan iş korkunçtur; Bacon'ın tarifiyle, insanın doğaya eklenmesini engellemek suçudur. Ama Türkiye'de, yaratıcılığa karşı işlenen diğer suçlar gibi bu da bir hoşgörü merhemiyle sıvan makta. 2003 Dünya Tiyatro gününü bu bilinç ve biraz da bu acıyla kutlamak gerekiyor. Sevinç ve acı bir arada. Sevinç bizi, adına tiyatro denilen "insanın doğaya eklenme çabası"nın yüceliklerine savuruyor; acı ise bu alanda uyanık olmamızı, ulusal tiyatrosunu yitiren bir ulus haline düşmemizi hatır latıyor.
27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ ÖĞRENCİLERİN BİLDİRİSİ Ankara Üniversitesi, D.T.C.F. Tiyatro Bölümü Öğrencileri Tiyatro özünü yaşamdan alır -ki yaşamı bir süreç haline getiren "çatışma" da tiyatronun ana unsurudur. Çatışan değerlerin taşıyıcısı olan ve taşıdığı değer doğrultusunda eyleyen "insan" da dramın kahramanıdır. Batı kaynaklı tiyatronun başlangıcı sayılan Antik dönemde dramanın kahramanı, iki olumlu değer arasında kalır, tercihini yapar ve onu, belki de ölüme kadar götürebilecek bir yıkım dahi olsa sonucu, iradesini kulla narak seçimi doğrultusunda ilerler. O güçlü iradesidir onu trajik kahraman yapan.... Ancak günümüz dünyasında, ne tiyatro için bir kahramandan söz edebiliyoruz, ne de tiyatronun yansıttığı reel yaşamda kahramanlar kaldı. Yaşamın içindeki çatışma karmaşıklaştı, değerler kayboldu. Tarihsel süre ci hep bir ötesine taşıyan "çatışma" da yıkım ve yok edilmeyle anılır oldu. Tarihte, tiyatronun da tanıklık ettiği trajik çatışmalardan birini izlemekte olduğumuz bu günler de, tiyatro daki "seyir" mantığını akla getirmekte ister istemez. Ne yazık ki bugün, seyirci durumunda olduğumuz "büyük çatışma"nın ne taraflarını, ne tarafların taşıdıkları değerleri, ne de nedenini algılayabiliyoruz. Sade ce alımlayabiliyoruz.... Algılama noktasında bize geçen ise bombalanan şehirler, ölen insanlar, çocuk göz leriyle gözü yaşlı çocuklar; yüzündeki "kurtarıcı maskesi" saydamlaşmış, suratındaki haris gülüşle karşımı za dikilmiş, yüzyılların Sam Amca'sı ve timsah gözyaşlarıyla amcanın biraderleri ... izliyoruz oyun başladı bile.... Hiç bitmemişti ki. Oyun başladı. Lütfen tüm algılarınızı, alımlayıcılarınızı ve duygusallığınızı kapatır mısınız? Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü.
a
Çatışmanın en kanlısı, en ironiği ve en iyi kurgulanmışı oynanıyor dünya tiyatrosunda bir defa daha.... Biz lere, biz tiyatroculara düşen, bu oyuna izleyici olarak katılmak mı? Belki evet ... belki de hayır. Ancak, en pasif haliyle olsa bile unutmamak gerekir ki izleyicidir oyunun ritmini ve elektriğini belirleyen....
cy
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü....
Bundan 12 yıl önce prömiyerini yapmış bir oyunun tekrarını izliyoruz. Büyük düşünürün dediği gibi "Tarih te kimi olaylar iki kez yaşanır: İlkinde trajedi, ikincisinde fars" olarak. Şu anda izlemekte olduğumuz "fars"ın gösterimden kalkması için sizleri bir izleyici olarak duyarlı olmaya çağırıyoruz....
pe
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü.
Biz tiyatro öğrencileri olarak, şu an gösterimde bulunan bu "kanlı" oyunun, gösterimden kalkmasını istiyo ruz. Zira bu oyunun ana izleği "savaş". Gözü doymayan Sam Amca'nın "Daha! Daha! Daha Fazlası!" çığ lıkları eşliğinde, masum insanların en temel hakkı olan "yaşama hakkı"nın elinden alındığı bir "savaş". Biz bu "savaş"ı seyretmek istemiyoruz. İnsanlığın hep birlikte, el ele, bir adım daha ötesine ilerleyen bir yaşam eylemi girsin dünya gösterimine istiyoruz. HEMEN ŞİMDİ!
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü. Biz tiyatro öğrencileri, savaşın yoksulluk ve yoksunluk olduğunu da çok iyi bilerek ve öğrenci olduğumuzu unutmadan, gösterimdeki bu kanlı oyunun bizlere dönüşünün, hayat pahalılığı, kesilecek burslar, artan borç yüküyle bizi günden güne yoksullaştıracağının/yoksunlaştıracağının bilincindeyiz ve SUSMUYORUZ ... SUSMAYACAĞIZ! Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü. Bizler, tiyatro öğrencileri, dünya sahnesinde "bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" bir yaşamın gösterime girmesi için ve bu yaşamın hem oyuncuları hem de izleyicileri olmak adına, süre gelen "kanlı oyun"a HAYIR diyerek perdelerimizi açacağız.... Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü ... Gösterimde bir savaş oyunu ... Yönetmeni malum, aktörleri belli ... Eee bu oyunda oynayacağınız rol de size kalmış... Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü... Hepinize iyi seyirleri...
DÜNYA ÇOCUK ve GENÇLİK TİYATROLARI GÜNÜ ULUSLARARASI BİLDİRİSİ Wolfgang Schneider
Çocukların Tiyatroya İhtiyacı Var. Bütün Bir Tiyatro Dönemi İçin Bir Gün Çocuk tiyatrosu demek yaşam üzerine düşünmek demektir. Çocuk tiyat rosu döneminin aynasıdır, gerçeklerle baş etmek için insanın düş dünyası nı harekete geçiren güçtür. Oyunlar, çocukların ve gençlerin yaşamış ol duğu gerçeklerin içinden doğar; oyunlar her gün yaşanan öykülerden söz eder. Çocuk tiyatrosunun konuları aile, okul, boş zamanlarda yapılanlar dır. Sahnedekiler seyir yerindekilerle, seyircilerle iletişim içindedir. Çocuk tiyatrosu birlikte hayal kurmak için bir araçtır. Bu araç tanımayı sağlar, hem gösterir hem oynar, hayrete düşme ve düşünme cesareti ve rir. Koskoca dünya sahnenin küçücük alanına katılmıştır. Çelişkiler isimle riyle oradadır, meseleler açıktan tartışılır. Sahnede çok şey gerçekleşir: Demokratik tutum ve davranışlar, toplum içinde var olma yeteneği ve ta bii ki düşler. Çocuk tiyatrosu kavrama, algılama, anlama için bir okuldur. Yapımlar görkemli çevre düzenleriyle de göze çarpar, bomboş sahne düzenleriyle de. Giysi ve mask da kullanır, serçe parmağı da bir rol oynar, aynen bir
a
kemer gibi, ya da bir keman veya bir spot ışığı gibi. Tiyatro deşifre edil mesi gereken bir şifredir. En iyi durumlarda da üst bir beğeni yaratmak
cy
için mükemmel bir eğitim aracıdır. Çocuk tiyatrosu duyguların yaşantısıdır. Dostluk nedir, zevk almak ne de mektir, sorunlar ne anlama gelir, korku ne demektir? Islanmadan soğuk
ve sıcak duş yapmak. İşte iyi tiyatro budur. Korkuyu, neşeyi, yaşamı pay laşmak. Duygusallığa kaçmadan, ucuz sahne efektleri kullanmadan. Me
selenin özünü kavrayarak, var oluşu kavratarak, öyküyü yakalatarak. İşte
pe
tam da bu noktada umursamanın önemi ortaya çıkmakta, çocuklar ve gençler ciddiye alınmak isterler. Çocuk tiyatrosu hikaye anlatma üzerine kurulur. Kelimenin tam manasıy la: Bir varmış bir yokmuş. Kulağınızı bana verin. Sen, ben ve biz. Bir za manlar. Bugün. İlk önce söz vardı. En sonda da deneyim. Esrarengiz hika
yeler. Çocuklar yalnızca peri masallarından hoşlanmazlar. İşte bu nedenle sahnede hikayelerin karanlık yönleri de yer alır. Zaten yaşam da budur. Çocuk tiyatrosunun amacı yalnızca önyargılara meydan okumak olmama lı. Çocuklar için tiyatro biçim ve içerik açılarından kolaylaştırılmış olabilir (çocuk mönüleri gibi, miktarı az, fiyatı düşük), ama aynı zamanda gelece ğin büyüklerinin günlük yaşamlarında soyut ve absürd düşünmeye açık olmalarını mutlaka sağlamak gerek. Varoluşsal ve deneysel konuların çocuk tiyatrosunda yer alması gerek. Bu bağlamda, kıstas inandırıcı oyun culuk, sahnedeki oyuncular arası iletişim, sahnedeki oyuncularla seyir
yerindeki oyuncular arasında iletişim olmalı gibi görünüyor. Böylesi bir çocuk tiyatrosunu yaratmak üzere savaşmak amacıyla tüm dünyadaki 75 ASSITEJ merkezi "Çocuklar ve Gençler İçin Tiyatro Günü"nde çocuk ve gençlik tiyatrolarının yapımlarında ne tür sanatsal, toplumsal ve politik potansiyellerin olduğunu gösterecekler.
DÜNYA ÇOCUK ve GENÇLİK TİYATROLARI GÜNÜ ULUSAL BİLDİRİSİ Ülker Köksal Çocuk ve tiyatro; sevgiyle, bilgiyle yaratılması gereken iki varlık. Çocuk ve tiyatro; insanın yarınlarını, başarısını, umutlarını yeşerten, oluşturan iki sanat. Çocuk ve tiyatro; emekle, özenle, özveriyle yaratılan, büyütülen iki değer. Bu ikilinin buluşmasıyla; tiyatro yapanlar ve izleyiciler; kendilerini, öteki insanları, yaşamı, içinde bulunduk ları çağı daha iyi tanıyacaklardır. Bu ikilinin buluşmasıyla; insanların yürekleri, beyinleri, emekleriyle yarattıkları değerleri birbirleriyle paylaş maları sağlanır. Bu ikilinin buluşması; katılanların hepsinin yalnızlıktan kurtulmaları, kendilerini ve öteki insanları daha iyi tanımaları ve birbirlerini sevmeleri demektir. Bu ikilinin buluşmasıyla hem tiyatroyu gerçekleştirenler hem de izleyenler daha anlamlı, daha güzel bir dünya kurma düşüyle ayrılırlar tiyatrodan. Bu ikilinin buluşmasıyla; tiyatrodan çıkanlar, yüreklerinde, düşüncelerinde, doğayı, yaşamı, insanı , sevgiy le barışla yüceltme umudunun çoğaldığını duyumsamayacaklardır. Bu ikiliyi buluşturmaya çalışanların, tutkuyla, sevgiyle, coşkuyla, özveriyle çabalayanların, çocuğa ve tiyat roya bilinçle yaklaşmaları, onları çok iyi tanımları zorunludur. Bu amaçla çocuk tiyatrosunu gerçekleştire ceklerin; yazarından, yönetmeninden, oyuncusundan, dekor, ışık giysi tasarımcısından yer göstericisine ka
a
dar hepsinin çocuğu ve tiyatroyu önemsemesi, onlara saygı ve sevgiyle yaklaşması gerekir. Çocuk tiyatrosu da erişkinlere seslenen tiyatronun tüm öğe, özellik ve kurallarıyla tıpatıp özdeştir. Tek far
cy
kı izleyicilerinin çocuk olmasıdır. Çocuk tiyatrosunun varlığı da çocukların erişkinlerden farklılığıyla açıkla nabilir.
Bu fark; bedensel, duygusal, düşünsel ve düş gücü özelliklerinde belirginleşir. Çocukların olağanüstü hare ketliliği, görsele ve somuta yatkın düşünce yapıları, çabuk etkilenen duygusal özellikleriyle, hiçbir erişkinin ulaşamayacağı düş gücü varsıllığı; incelenmesi, bilgilenilmesi, göz önünde tutulması gereken öğelerdir.
pe
Çocuk tiyatrosu yapanların kısaca değinilen bu öğelerle yakından ve derinlemesine ilgilenmesi gerekir. Çocuk için oyun, vazgeçilmez bir gereksemedir. Çocukların oynamak için yaşadıklarını söylemek yanlış ol mayacaktır. Bu çocuk tiyatrosu yapanlar için önemli bir noktadır. Çocukların oyun köşeciklerine; Samanyolu Gökadası, evrendeki tüm güneşler, gezegenler, okyanuslar, dağlar, ormanlar, hayvanlar sığabilir. Onların oyunlarında canlı cansız tüm varlıklar, konuşur, ağlar, güler ler. Tüm zamanlar ve tüm uzamlar o köşecikte yaşarlar. Orada hiçbir düş yadırganmaz. İşte bu nedenle çocuk tiyatrosunda Keloğlan astronottur, Parmak Çocuk uzayda dolaşır. Yedi Cüceler, dünyayı yıldız savaşlarından korur. Kibritçi Kızın kibriti tüm karanlıkları aydınlatır, üşüyenleri ısıtır, Kırmızı Şapkalı Kızın sepetindeki yiyecekler Afrika'daki aç çocukları doyurur, Kül Kedisi tüm silahları yok eder, dünyayı barış gezegenine çevirir. Deniz Kızı tüm evrende sevgiyi egemen kılar. İşte çocuk tiyatrosu yapacaklar için varsıl bir düş dünyası. Yerküredeki tüm gelişmiş ülkelerin tiyatroya, özellikle de çocuk tiyatrosuna ne denli önem verdiğini, tiyat rodan sanat ve kültürden yoksun ulusların yoksulluktan kurtulamadığını, insanlarının da özgür olmadığını biliyoruz. Bu da bize çocuk tiyatrosuna sevgi ve bilgiyle yaklaşmanın gerekliliğini göstermektedir. Ne mutlu o ülkeye ki, insanlarını, özellikle de çocuklarını; insanı insan yapan değerlerle buluşturacak tiyat ro yaratıcılarına, tiyatro eserlerine, tiyatroya giden ve çocuklarını tiyatroya götüren bir seyirci çoğunluğuna sahiptir. Böyle bir ülke olma yolunda hepimize başarılar...
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Bakırköy Oyuncuları Yazan: Max Frisch Yöneten: Nedret Denizhan Sahne Tasarımı: Atıl Yalkut Giysi Tasarımı: Canan Göknil Işık ve Efekt Tasarımı: Bülent Arslan Oynayanlar: Fatih Ülker, Hasan Mullaoğlu, Yelda Tahtaişleyen, Kemal Bilginer, Ahmet Vahapoğlu, Özlem Gürcan, Behiye Demir, Armağan Bektöre, Aslı Başak Paçacı, ve Ercan Temel. Bakırköy Oyuncuları tarafından dört aylık bir sahne çalışmasıyla kotarılan oyun toplumsal tehlikelere karşı bireyin kayıtsızlığını irdeliyor.
Tiyatro: Tiyatrol Oyuncuları Yazan: Ömer Pınar Yöneten: Ömer Pınar Oynayanlar: Nail Kırmızıgül, Nurhan Yılma, Ahmet Çevik, Yavuz Topoyan, Özgür Şahbaz, Kahraman Sivri, Seval Tufan, Yeşim Yavuz, Hilmi Özçelik. Türkiye gerçeğine komedi gözlüğünden bakarak, yazarın sözleriyle "Güldürürken Düşündürme" mantığını bozup "Düşündüğünde Güldürme"yi hedefleyen oyun yer yer kahkaha sınırlarını zorluyor, yer yer de traji-komik öğeler ağır basıyor... Bazen de ağlamamak mümkün olmuyor. Kısaca "Neden Güldürdün" gençlerin sorunlarını büyüklere, büyük laflarla anlatıyor.
a
.Tiyatro: Tiyatro Kedi Yazan: Clive Exton Çeviren: Hale Kuntay Yöneten: Hakan Altıner Sahne Tasarımı: Figen Soysal Giysi Tasarımı: Sadık Kızılağaç Oyuncular: Nedret Güvenç, Nuri Gökaşan, Ebru Cündübeyoğlu, Mehmet Ulay, Özlem Çakar, Abdül Süsler.
cy
Koskoca bir fabrikanın ve 10 yıllık mutlu bir evliliğin sahibi olan Roy Lewis'in büyük bir problemi vardır: Hem çok sevdiği hem de çok korktuğu annesi Molly'e, bunca yıla rağmen, evli olduğunu söylememiştir. Bu nedenle karısından habersiz bir ev almıştır ve bin bir entrika çevirerek, hemen her hafta sonu anneciğiyle bu evde buluşmaktadır. Ancak, yağmurlu bir haftasonu, Roy'u, bu evde gerçek bir "sürprizler zinciri" beklemektedir. Güzel ve evli sekreteri Heather metresi olduğu yakışıklı çapkın ve Roy'un ortağı Tarrant ile bu evde randevulaşmıştır. Aynı yere Roy'un meraklı karısı June ve Heather'ın boks meraklısı kocası Cyril baskın yapınca işler çığırından çıkar.
pe
1993'den bu yana Cem Yalın'ın sanat yönetmenliğinde perde açan Bakırköy Oyuncuları 1999'da Yalın'ı yitirdikten sonra uzun bir süre onun son çalışması "Kapı Çalınıyor"u sergiledi. Geçtiğimiz yıl istanbul Sahnesi ve Tiyatro Simurg'la ortak bir prodüksiyon gerçekleştiren topluluğun yeni oyunu kollektif bir yönetimle kotarıldı.
Tiyatro: Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Yazan: Friedrich Dürrenmatt Çeviren: Gürsel Aytaç Yöneten: Tarkan Çeper Giysi Tasarımı: Gurub Çalışması Işık-Müzik Tasarımı: Tarkan Çeper Oynayanlar: Serhat Kurtay, Meltem Mazmanoğlu, Sibel Arslan, Abdullah Alparslan, İsmail Karagöz, Azer Erdem, Serhat Kurtay, Nilay Çıtak, Nazlı Barutçuoğlu, Zeynep Karaman, Mehmet Dindaroğlu, Mustafa Kemal Bayrak, Gökhan Bulut, Tarkan Çeper, Abdullah Alparslan, Gökhan Bulut, Mehmet Dindaroğlu. Dürrenmatt'ın dünyayı karanlık bir mizah anlayışıyla yorumladığı "Büyük Romulus" Batı Roma İmparatorluğunun dağıldığı gün olan 16 Mart 476 tarihinde Roma Imparatoru'nun sarayında geçiyor ve o tarihten yola çıkarak, bize hayli kurgusal ve şaşırtıcı bir hikâye anlatarak, geçmişten geleceğe dünyanın kaderi üzerinde düşünmemizi sağlayan sorular soruyor.
BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Haluk Işık Yöneten: Rüçhan Gürel Dekor-Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Işık Tasarımı: Rahmi Ozan Koreografi: Ayşe Emel Mesçi Oyuncular: Rüyam Dirin Atabeyoğlu, Tuncer Salman, Kemal Okur, Murat Yatman, Yasemin Yalçınkaya. Savaşın acı yüzünü yaşadığımız şu günlerde, savaşlarda yitirilenlerin önce çocuklar olduğunun farkında mıyız? Çocuklar... Yani düşler... Geleceği kuracak, insanca bir dünya yaratacak düşler... Her ne yaşta olursa olsun düşleri olanların, düşlerine sahip çıkmasını bekliyoruz!..
Bir yatılı kız lisesinde geçen oyun Türk Milli Eğitim sisteminin aksayan, çürümüş yanlarından yola çıkılarak okullarda genç kafaların nasıl katledildiğinin öyküsünü anlatıyor.
Tiyatro: Atölye Tiyatrosu Yazan: Samuel Beckett Yöneten: A. Burcu Özbakır Müzik Tasarım: Murat Bavli Işık Tasarımı: Burçin Ankara, Tolga Eergene Sahne-Giysi Tasarımı: Savaş Mutlu Efekt Tasarımı: Ersin Aşar Oynayanlar: Nükhet Akkaya, Savaş Mutlu, Tomris Karakartal, Şeyda Pektok, Esra Sancak, Sedat Kalkavan, Bizden Azimnejat, Hayfa Safi.
cy a
Gittikçe sonlaşan, içi boşalan yaşam içindeki insan varlığının sıfırlanma süreci. Yaşam bir soluk alışveriş kadar kısa sözcük kırıntılarının zar zor döküldüğü bir ağız.
pe
Tiyatro: Ali Poyrazoğlu Yazan: Ferhan Şensoy Yöneten: Ali Poyrazoğlu Dekor Tasarımı: Barış Dinçel Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Müzik: Turgay Noyan Koreografi: Nil Berkan Kukla: Selda Üder Oynayanlar: Suzan Aksoy, Ayşen Gruda, Özdemir Çiftçioğlu, Orhan Aydın, Onur Şenay, Eser Yıldırım, Berrak Kuş, Özden Ayyıldız, Nur Gürkan, Esra Pamukçu, Zuhal Öztürk, Kadriye Çetinkaya, Funda Pelinkurt, Nigar Mat Ağyel, Suat Ünaldı.
ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI
Kamyon da Kamyonmuş Haa...
Seyirci
Yukarıdaki girişten sonra artık daha hâlâ okumaya devam ederseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız sanıyorum.
cy
a
İstanbul DT'de 300. temsilini idrak eden Memet Baydur'un "Kamyon" oyununu Osman Wöber yönetmiş. Yurtiçi turnelerinin yanında Fransa, Almanya turneleri yapmışlar. Şimdi de Hollanda'ya gidiyorlar. Yazarın ani ölümünün ardından yeniden repertuvara girdi oyun. Dolu salona oynanıyor. Dekor yok. Sahnenin ortasında gerçek gibi görünen bir kamyon. Oyun başlamadan önce farları yanıyor, iyi. "Oyun sırasında yansaydı aküsü biterdi" diye düşünmüyor seyirci. Gaziantep'ten yüklemişler malı, sanırım istanbul'a götürüyorlar. Beş saat kadar sonra kese yola girdiklerinde bozuluyor kamyon, kalıyorlar dağ başında. Neresinden baksan bu kadar süre yolda giden bir kamyon toz içinde olur. Bizimki galeriden çıkmış gibi. Hele motoru, vantilatörü pırıl pırıl. O anda takılmış olsa ancak bu kadar yeni olabilir. Şoför ve muavininin ellerindeki üstüpüler de tertemiz. Kamyonun ön sağ aynasının yüksekliği de neredeyse pencereden elli santim yüksekte. Şoför bu aynadan görse görse gökyüzünü görebilir ancak, arkasındaki arabaları değil. Özel tasarım olsa anlayacağım da, öyle bir şey yok. Bildiğin kamyon. Bir de kamyonun arkasında, yük konan kısmında yani -her ne hikmetse- bir gaz tenekesi var. Tabure yerine kullanılıyor. Plastik bir tabure aslında bulunabilir kamyonlarda, ama gaz tenekesi? Anlayamadım. Oyunun ikinci bölümünde hamallardan Karadenizli olanı, kamyonun kasasında bulduğu bir gazeteyi okumaya çalışıyor. Beş altı saat önce yola çıkıldığından gazetenin taze taze alınmış olması gerekir. Oysa arkadaşın okuduğu gazeteden başka her şeye benziyor. Düpedüz 150 yıllık izlenimi veren, pırtıl pırtı) bir kağıt parçası. Reklam olmasın diye yapılıyor desem, her hangi bir gazetenin iç sayfası okunsa oldu bitti işte. Ama bu durum savaş sırasında altı ay gazete girmemiş Afrika ülkelerini anımsatıyor. Kürt hamal ve Karadenizli arkadaşların lehçeleri ise komiklik olsun diye taklit yapmaya çalışan sıradan insanlar gibi. Hatta Abuzer'in Kürt olduğunu ancak adından çıkarabiliyorsunuz. Ayakkabıları da Caterpillar cinsi botlar, onlar pırıl pırıl. Güzelim ülkemin Kürt hamalları da Akmerkez'den alışveriş eder olmuş zahir.
pe
Huzursuz
Sevgili okur, bir aylık aradan sonra yine buluştuk seninle. Geçen ay yazamadım bir şey. Nedeni hastalığım filan değil. Bayır turpu gibiyim maşallah. Oyun bulamadım gidecek. Oyun olmadığından değil, yönetmenler bana yazacak konu bırakmadığından. Öyle bir sahneliyorlar ki oyunlarını, "Eh, bu da bir görüş, böyle de olabilir" demekten başka çare kalmıyor bana. Yani biliyorsunuz benim işim oyun eleştirmek değil. Onu Üstün Akmen üstadımız layıkıyla yapıyor, hatta bazan öyle minik detaylara giriyor ki -benden çok daha fazla üretken de olduğundan- bana detay bırakmıyor yazacak. Huzursuz olmam -bu sayfa çerçevesinde elbet- oyunlardaki küçük hataları görmekle mümkün olduğundan, daha çok bire bir sahnelemelerde ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, baştan sona altüst edilmiş oyunlara söyleyecek sözüm kalmıyor doğal olarak.
Kamyonda bulunan büyük sandıkların levyeyle kanırtılarak açılması tam bir komedi. Oyuncu arkadaş, seyirciye "fas" vererek kanırtıyor sandıkları, kapaklarının açık oldukları neredeyse bağırırken. Bu üç tane sandığa, otuza yakın şişme ördek, timsah vs.nin nasıl olup da şişirilmiş olarak konulduğuna hiç akıl erdiremedim. Benim bildiğim bu tür deniz oyuncaklarının, şişmemiş halde yüzlercesi sandıklara sığabilecekken, şişmiş olarak onda birinin ancak sığabileceği. Malı sipariş eden eczane neden bu yolu seçmiş acaba? Çabuk patlasınlar diye mi? Gerçekdışı oyunlarda her şeye bir kulp bulunabilir de, bu tür gerçeği yansıtan oyunlarda bu hatalar çok göze batıyor. Aksi gibi aynı gün Polanski'nin "Pianist" filmini görmeyeyim mi? Toplama kampından kaçan Yahudi piyanist, uzun süredir banyo yapamadığından sığındığı evde hemen sıcak banyoya girer. Su dolu küvetin içinde görürüz onu. Küvetin su seviyesindeki kenarlarında simsiyah kir lekeleri çarpar gözümüze. Çarpmaz da, işte bu detayla gerçeğin kendisi gözümüze sokulur adeta. Koca bir sayfayı bir tek oyuna ayırdık bu ay da. Ne var ki içim elvermedi hem 300 kez oynanan bir oyunda bu hataları görmeye, hem de Avrupa'lara gitmiş bir oyuna yakıştıramadım. Hoş orada oyunu seyredecekler de ülkem insanı ve de gurbette olmaktan dolayı, Türkiye'den gelecek her abuk sabukluğu -bu sözüm 'Kamyon'dan dışarı- bağırlarına basmaya hazırlar. Haa, bu arada Çorlu Belediye Tiyatrosu açılıyor 1 Nisan'da. Adı: Tamer Levent Sahnesi. Vallahi, Nisan bir şakası filan değil. Haberiniz olsun. Huzursuz kalın sevgili okurlar bu ay da, gereksiz huzurluluktan yeğdir...
a
pe cy
pe cy
a
Çocuklar!.. Bu "Şenlik" sizin!. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın düzenlediği Çocuk Şenliği'nin 19.'suna bütün çocuklar davetli. Şenlik süresince düzenlenen etkinlikler ücretsiz seyredilebilecek. Çocuğa, "Yarının seyircisi; geleceğin mimarı" gözüyle bakan Şehir Tiyatroları, 22 Nisan Salı günü başlayıp, 27 Nisan Pazar günü sona erecek çocuk şenliği kapsamında, oyunların yanı sıra atölye çalışmaları, dans ve bale çalışmaları ilk yardım semineri gibi etkinliklerle de zengin bir içerik sunuyor.
pe
cy a
üğün" de bizim, "Davul" da!.. Bir başka olur Anadolu'nun düğünleri... Adım başı bir ritüelle yüz yüze gelirsiniz. Kız istemeden, tanışmaya; nişandan düğüne ve evliliğe varasıya her şey, "Biz" dediğimiz toplamdan yansımalarla aydınlanır. Düğün Ya Da Davul, bugün, "anlık" ve "kuru" bir tören haline gelen evlilik seramonisine, geleneğin penceresinden bakıyor. Ve, uzaktan hoş geldiğine inandırıldığımız davulun sesini bir kez de yakından dinlemeye davet ediyor. Haşmet Zeybek'in kaleme aldığı ve Prof. Nurhan Karadağ'ın yönettiği Düğün Ya Da Davul, köy seyirlik oyunların geleneğine yaslanan, Anadolu'nun evlilik ritüelini sahneye taşıyan, eğlenceli bir oyun...
•
a
İki senelik iktidarın bilançosu:
pe cy
III. Richard Ünlü yazar Shakespeare'in enfes tragedyalarından biri; III. Richard. İktidar ve ölüm temalarının işlendiği oyun, Glouchester Düklüğünden İngiltere Krallığı'na uzanan yolda, "İktidara ulaşmada her yol mübahtır" sözüyle anılan III. Richard'ın inişli çıkışlı arayışını anlatıyor. İki yıllık iktidarının karşılığında kendi hayatından ve yakın çevresinden ciddi "kayıplar veren Kral'ın, savaş meydanında "Bir ata muhtaç" durumu, saray entrikalarının ve kıyımların gölgesinde daha bir anlam kazanıyor. Savaş'ın gündemin ana maddesi olduğu günümüzde, III. Richard'ı kaçırmayın!..
a
pe cy
a
cy
pe
pe cy a
cy a
pe
cy
pe a
pe cy a