a
cy
pe
A Y L I K
T
İ
Y
A
T
R
O
D
E
R
G
İ
S
İ
Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun. Yazı İşleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Koordinatörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Ankara Koordinatörü: Yalçın Günaydın Kocaeli Temsilcisi: Erbil Göktaş Yazı Kurulu: Figen Adıgüzel, Nihat Alptekin, Erbil Göktaş. Görsel Yönetmenler: Genco Demirer/ Gülay Ayyıldız Yiğitcan Fotoğraf Editörü/Kapak Tasarımı: Gülay Ayyıldız Yiğitcan Katkıda Bulunanlar: Metin Balay, A. Deniz Bozer, Filiz Elmas, Mustafa Kara, Robert Schild, Sevda Şener, Haluk Yüce. Hukuk Danışmanı: Av. L e v e n t A r a l Teknik M ü d ü r : E r k u t A r ı b u r n u Baskı: M a r t M a t b a a s ı Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Muradiye Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İstanbul Telefon: (0212) 259 21 24 Fax: (0212) 327 86 29 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0110 • Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO
tiyatro
TİYATRO GÜNÜ BİLDİRİLERİ: "Ulusal Bildiri", "Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Bildirisi / S. 4
pe cy a
'ya destek veren,
• Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne, • DETİS'e, (Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği)
• Eskişehir Büyükşehir Belediyesi'ne, • MSM'ye
(Müjdat Gezen Sanat Merk.)
• Mehmet Aslantuğ'a • Halit Ergenç'e, • Arsen Gürzap'a • Ozan Güven'e • Emre Kınay'a, • Ayşe Dilan Taylan'a • Ahmet Hira Tekindor'a Teşekkür ederiz.
EDİTÖRDEN: I S. 5 HABERLER: / 5. 6'
SÖYLEŞİ: Emre Kınay: "Burası Oyunculara Aittir, Ayılar Giremez!" Pınar Erol IS.8 SÖYLEŞİ: Tarık Günersel ile "Yarım Bardak Su" Üzerine: Bir Bardak Suda Fırtına Kopardık" Üstün Akmen IS. 14
BİR OYUN, İKİ ELEŞTİRİ: "Yarım Bardak Su"
Tiyatro Kedi'de Yarım Kalanlar Robert Schild I S. 18 Ben, Beyefendi'yi Çoook Sevmiştim Hakim Bey" Üstün Akmen IS. 20
KIRK YILDA BİR: Afife Ödülleri Nereye Gidiyor? Mustafa Demirkanlı I S. 23 ER MEYDANI: Ali Taygun ve Macbeth'i, Metin Balay'a Karışı IS. 24 REJİ MASASI SAKİNLERİ: Dekor Alkış Alacak! Orkestra Lütfen Bir "Es"... Genco Demirer I S.31
ELEŞTİRİ: Kadife Çiçekleri Nasıl Yeşerir? Nihat Alptekin I S. 34 ELEŞTİRİ: "Komik Para" ve "Hangisi Karısı" Erbil Göktaş I S. 36 ELEŞTİRİ: "Karanlıkta Komedi" A. Deniz Bozer I S. 38 SÖYLEŞİ: Ahmet Mümtaz Taylan'la Kamu Yönetimi Temel Kanunu Üzerine Mustafa KaralS.41 ELEŞTİRİ: "Dünyanın Ortasında Bir Yer" Filiz Elmas S. 44 ARAŞTIRMA: Bu Arada Karagözcüler de Kendilerini Yenilemeye Çalışıyor Haluk Yüce IS. 46 SÖYLEŞİ: "Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!" Figen Adıgüzel S. 48 SÖYLEŞİ: D.T.C.F'nde Oyunculuk Eğitimi ve Öğrenci Oyunları Figen Adıgüzel S. 50 ELEŞTİRİ: "Jenufa" Üstün Akmen I S. 54 ELEŞTİRİ: "Müziğin Kalbi" Sevda Şener I S. 56 SÖYLEŞİ: "CimCim Harikalar" Üzerine, Sevtap Abalı ile Pınar Erol I S. 58
> 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi/Zeynep Oral/Tiyatro Eleştirmeni Tiyatro Severler Merhaba! Tiyatro Sevmeyenler, Size de Merhaba!
pe cy
a
Tiyatdo dediğimiz, bin yıllardır süregelen o muhteşem serüvene emek veren, yürek veren, gönül veren, alınteri, çaba veren, güç veren "kahramanlar", asıl sizlere Merhaba! Karanlık bir salonda soluğunu tutmuş perdenin açılmasını bekleyenlerin karşısında, t ü m benliklerini, yeteneklerini, birikimlerini, yaratıcılıklarını, düş güçlerini, düşüncelerini ve duyarlılıklarını tiyatro sanatına adamış insanlara, ben günümüzde "kahraman" diyorum. Karşılığı olsa olsa bir avuç alkışla ödenen bir kahramanlık onların ki. Bugün dünyamız ve ülkemiz zorlu bir süreçten geçiyor. Savaşların, işgallerin tehdidine, şiddetin kol gezdiği, şiddetin tırmandığı bir dönemdeyiz. Yeryüzündeki en değerli nimet, insan yaşamı, bunca risk altındayken, belki daha da büyük bir tehdit, yaşam biçimlerindeki, düşünce biçimlerindeki uçurumdan geliyor. Her geçen gün daha da büyüyen bu uçurum, ayrımcılıkla körükleniyor. Ekonomik ayrımcılık, politik ayrımcılık, toplumsal ayrımcılık, cinsiyet ayrımcılığı, inanç, düşünce ayrımcılığı... Güçlü varsayılanın, güçsüz diye bilinene baskı uyguladığı, haklarını gasp ettiği, aşağıladığı bir ortamdayız. Hadi bilemediniz, güçsüzün ya da "öteki"nin umursanmadığı, yok sayıldığı, görmezden, duymazdan elindiği bir ortam... Bu ortamda tiyatronun her zamankinden daha büyük bir işlevi var. "Sahne kir tutmaz" diyordu Muhsin Ertuğrul Hocamız. Yalanı, dolanı, talanı, yozluğu, yolsuzluğu, dalkavukluğu, kaba gücü, adaletsizliği, çıkar ilişkilerini de "tutmaz" sahne Geri püskürtür. Sanatlar içinde, insandan insana en dolaysız ilişkiyi, iletişimi, etkileşimi kuran tiyatroda, sahnedeki insanlarla salondaki insanlar arasında sözcüklerin ve imgelerin gel git'iyle yaratılan sinerji, bu saydıklarıma geçit vermez. Tam tersine, bu sinerjiden, yaşam doğar, yaşamsal bir güç doğar. Tiyatronun özündeki bu yaşamsal güç, insanı "insan" yapan değerleri yüceltir. İnsanın yaratıcığılını körükler. Biraz önce belirttiğim tüm o ayrımcılığa meydan okur. İnsanın kendini aşmasına yol açar. "Öteki"ne, güçsüze karşı sürdürülen baskıya, haksızlığa, aşağılamaya isyan eder, tepki gösterir. İnsanın toplumsal belliğini geliştirirken, onu adalete, özgürlüğe yöneltir, insanın kendi içindeki cevheri yakalamasına yol açar. insanın ve dünyanın değişebileceği umudunu yeşertir. Belki biz, koltuklarına gömülmüş oyun izleyen ölümlü izleyiciler, kahkahalarımız ya da gözyaşlarımız arasında o anda bunların bilincinde değilizdir. Ama "tiyatro büyüsü" dediğimiz şey, zamana meydan okuyarak, için için işler ve yaşamaamıza eklenir. Ben, kadından, oldum olası, anıların ve geleceğin bekçisi olduklarına inandım. Tiyatro t u t k u n u bir insan, bir kadın olarak "Yaşasın Tiyatro" diyorum
> 20 Mart Dünya Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Günü Tülin Sağlam/Assitej Türkiye Merkezi Başkanı
20 Mart 2004, 4. Dünya Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Günü'dür. Bu gün, çocuk ve gençleri birey olarak tanıdığımızı göstermek; onların sanatla, kendi kültürel değerleriyle, özellikle de tiyatro kültürüyle kendilerini geliştirmeye, zenginleştirmeye hakları olduğunu kabul ettiğimizi ifade etmek üzere, tüm dünyada kutlanacaktır.
ASSITEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) yaklaşık 75 ülkeden binlerce tüzel ve özel tiyatro kişilerini birbirine bağlayan ağın mimarıdır. Assitej, Japonya'dan Zimbabwe'ye, Avusturya'dan Fransa'ya, Rusya'dan Hindistan'a, Amerika'dan Orta Doğu'ya t ü m çocukların kendilerini sanat yoluyla zenginleştirme hakkını savunur. Çocuk ve gençlik tiyatrosu yapanları teatral etkinlikte en yüksek standartlara ulaşmaya çağıran ASSİTEJ, ırkların ve kültürlerin birlikteliğini, barışı, eşitliği ve eğitimi destekleyen bir platformdur. Uluslararası ASSİTEJ, uygulamada, ilkelerde çocuk ve gençlik tiyatrosunu desteklemek anlamında politik bir örgütlenmedir. Uluslararası ASSİTEJ, tüm ulusal ve uluslararası organizasyonları, yetkilileri çocuk ve gencin potansiyelini, toplumun gelişmesine katkı kapasitesini, bu Dünya Günü'nü tanımaya, desteklemeye çağırıyor. Genç seyirci için yapılan tiyatro, genç izleyicilerin umutlarına, hayallerine, korkularına anlayış ve saygıyla yaklaşır; onların deneyimlerinin, zekalarının, duygularının, hayal güçlerinin gelişmesini, derinleşmesini sağlar. Onların ulusal kökenlerini tanımalarını, toplumsal farkındalığa ulaşmalarını, hoşgörülü olmalarını, kendilerine ait düşünceleri olmasını destekler. Her şeyden öte, gençlerin toplumda yerlerini ve seslerini bulmasına yardım eder. Biz ASSİTEJ Türkiye Merkezi olarak, sizi, DÜNYA ÇOCUK VE GENÇLİK TİYATROLARI GÜNÜ'nü tanımaya, çocukların ve gençlerin boş vakte sahip olma, sanatsal-kültürel faaliyetlere katılma, onlardan zevk alma hakkını ve çocuk ve gençlik tiyatrosu çalışanlarını desteklemeye çağırıyoruz; Geleceğimize destek olmak için
> Editör > Mustafa Demirkanlı
> mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
Hani iki sayı önce "çapanoğlu"ndan bahsetmiş ve bir sonraki sayıda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmen Yardımcısı Kemal Kocatürk'ün açıklamalarını aktarıp, "Ben Kemal Kocatürk'e inanıyorum." demiştim ya, inanmakta haklı değil, "çapanoğlu" konusunda haklıymışım. Daha sonra, Kemal Kocatürk'le bu kez yüz yüze görüşme yapmamız gerekti, çünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Ocak 2004'de yayımlanan ilanın parasını da ödemiyordu, gecikmeyi Kocatürk'ün açıklamalarındaki 'parasızlığa' verip, beklemeyi tercih ettik. Ama, sonrasında evirip, çevirip "muhasebe servisi ilan vermemeyi söyledi." diyen Basın Danışması Muhsin Kayar, bu kez "Ocak sayısındaki ilan için benim olur yazım var mı elinizde?" deyince 'çapanoğlu' ortaya çıkmaya başladı. 13 yıldır, çeşitli zamanlarda bu dergide Şehir Tiyatroları'nın ilanı yayımlanmıştır ve hiçbirinde de böyle bir yazıyla karşılaşmadık, bunu kendileri de bilir, anlaşıldı ki meseleyi resmiyete döküp 'çapanoğlu'nu davet ediyorlar. Yoksa, biz gidip Şehir Tiyatroları'nın aylık programlarını bir yerlerden bulup yayımlamıyorduk herhalde!
pe
cy a
İşte tüm bunları Kocatürk'le konuşunca, mesele yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Mesele, şu anda Beykoz Belediye Başkan adayı olarak seçimlere katılan Müdür Muharrem Ergül ile aralarındaki sorunda yatıyormuş, Kocatürk parmağını sallayarak "Patron kim, bunu herkes öğrenecek, ilan verilecekse buna Sanat Yönetimi karar verir. Sen ilanı kimden aldıysan, parasını da o ödesin." deyiverdi birden. Be arkadaşlar, son 5 yıldır ilan verilip verilmeyeceği, verilecekse fiyatının ne olacağını hep Sayın Ergül'le konuştuk, Kenan Işık döneminde de, Şükrü Türen döneminde de, bu biçimde yönlendirildiğimiz için, madem ki böyle bir sıkıntınız var, neden telefon açıp iletmezsiniz, bu bir insanın görevinden ayrıldıktan sonra arkasından gerçekleştirilecek bir operasyon olur mu? İnsanların arkasından konuşmak yakışık alır mı hiç? Bir yalnış varsa, yüz yüze tartışarak, gerekirse kavga ederek çözülür, yoksa biri gittikten sonra ardından konuşarak, tavır alarak, dahası o insanla ilgili sorunlar bir başka kuruma yansıtılarak çözülmez, değil mi? Benim tanık olduğum birçok sorununuzu Muharrem Ergül ile çözdünüz, örneğin İŞTİSAN'la girdiğiniz polemikte de sizin yanıt vermek istediğinizi, yayımlayıp yayımlamayacağımızı Sevgili Muharrem telefon açıp sordu bana. Muharrem Ergül kurumdan ayrılınca mı yetkisiz oldu? Sonra hadi kızdınız ilanları kestiniz, yayımlanmış ilanın parasını ödememek ne oluyor? "Ben devletim, gel de al bakalım!" derken kime neyi anlatmaya çalışıyorsunuz, size yakışıp yakışmadığına kararı siz kendiniz verirsiniz, ancak 90 yıllık bir kurumu kullanarak iç meselelerinizi dillendirirken yıprattığınız kurumun buna izin vermeyeceğini de bilmelisiniz, insanlar geçici, kurumlar kalıcıdır. Böylesi gereksiz davranışlarla Darülbedayi gibi bir kurum polemik konusu yapılamaz, zaten burada anlattıklarım da Şehir Tiyatroları'na yönelik değil, sadece 'şimdilik' yönetenlerin tavrına ilişkin, "Patron kim?" tartışmasını siz kendi içinizde çözün, dışarı taşırmayın.
Sürekli kaçamak ve dolaylı yollardan yaptığınız açıklamalardan vazgeçip. Ocak sayısında yayımlanan ilan bedelini neden ödemediğinizi yazılı olarak bildirmeniz daha etik olur, yoksa 'kayıkçı kavgası' ile ne bir sanat kurumu yönetilir ne de bir tiyatro dergisi yayımlanır. Gerçekten sorun ekonomik ise, Tiyatro Dergisi alacağından çoktan vazgeçti, ama bu sizin iç kavganızın yansıması ise burada bir dakika durun. Ben de şimdilik burada duruyorum, Ocak sayısı ilan bedelini ödememe nedeninizdeki gerekçeyi açıklamanızdan sonra veya açıklamamanızdan sonra tartışmaya devam ederiz.
*** Bir sezonun sonuna daha yaklaştık, bir yandan Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, diğer yanda, Kukla Festivali hazırlıkları son sürat devam ediyor, "Afife Ödülleri" heyecanı yine oluştu, aslında tüm olumsuzluklara rağmen tiyatro adına olumlu epey gelişmeler de yaşanıyor ve bunun artarak devam edeceğine ilişkin önemli göstergeler de var. Örneğin Devlet Tiyatroları bu yıl da sezonu kapatmayıp, turnelerle etkinliklerini tüm yurda yayıp tiyatrolu günleri devam ettirecek, emeği geçenlere teşekkür eder, basarılar dilerim. Festivaller sayısında buluşmak ümidiyle
5<
> Haberler 2004 Afife Tiyatro Ödülleri Adayları Özel Ödüller: Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü: Özdemir Nutku Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü: Işık Yenersu Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü: Özen Yula (Gayri Resmi Hurrem) Tiyatroda Yeni Kuşak Özel Ödülü: Engin Hepileri (Inishmore'lu Yüzbaşı) Yapı Kredi Sigorta Özel Ödülü: Zeynep Avcı 2004 Adayları: Yılın En Başarılı Prodüksiyonu: Gayri Resmi Hurrem (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), Kır (İstanbul Devlet Tiyatrosu) Salı Ziyaretleri (Tiyatrokare) Yılın En Başarılı Yönetmeni: Ayşenil Şamlıoğlu (Gayri Resmi Hurrem) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), Mehmet Ergen (Inishmore'lu Yüzbaşı) (Kent Oyuncuları), Yücel Erten (3. Richard) (İst. B. Belediyesi Şehir Tiyatroları) Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Ayşe Lebriz (Julia-Seyir Defteri) (Tiyatro Pera), Rozet Hubeş - Şebnem Köstem (Gayri Resmi Hurrem) (İst. B. Belediyesi Şehir Tiy.), Tilbe Saran (Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış) (Aksanat Prod. Tiyatrosu) Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Erol Keskin-Yıldıray Şahinler (Salı Ziyaretleri) (Tiyatrokare), Kemal Kocatürk (3. Richard) (İst. B. Belediyesi Şehir Tiyatroları), Selçuk Yöntem (Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış) (Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu) Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Bensu Orhunöz (Gılgameş) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), Celile Toyon (3. Richard) (İst. Bü. Belediyesi Şehir Tiyatroları), Tomris İncer (3. Richard ve Medea) (İst. B. Belediyesi Şehir Tiyatroları)
a
Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Bekir Aksoy (Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış) (Aksanat Prod. Tiyatrosu), Cüneyt Uzunlar (JuliaSeyir Defteri) (Tiyatro Pera), Deniz Özmen (Hamlet) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları) Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu: Munis Düşenkalkar (Klakson Borazanlar ve Bırtlar) (Bakırköy Belediye Tiyatrosu), Sumru Yavrucuk (Fay Hattı) (Dostlar Tiyatrosu), Yeşim Alıç (Tarlakuşuydu Juliet) (Tiyatro Kedi)
pe cy
Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu: Genco Erkal (Fay Hattı) (Dostlar Tiyatrosu), Hakan Gerçek (Inishmore'lu Yüzbaşı) (Kent Oyuncuları) Metin Serezli (Pembe Pırlantalar) (Tiyatro İstanbul) Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu: Sanem Çelik (Hangisi Karısı) (Tiyatrokare), Yeşim Koçak (Inishmore'lu Yüzbaşı) (Kent Oyuncuları) Zerrin Tekindor (Müfettiş) (İstanbul Devlet Tiyatroları)
Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu: Erdem Akakçe (Fay Hattı) (Dostlar Tiyatrosu), Kerem Atabeyoğlu (Hangisi Karısı) (Tiyatrokare) Şencan Güleryüz (Pembe Pırlantalar) (Tiyatro İstanbul) Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı: Duygu Sağıroğlu (Salı Ziyaretleri) (Tiyatrokare), Feyza Zeybek (Gayri Resmi Hurrem) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), Hakan Dündar (Kır) (İstanbul Devlet Tiyatroları)
Yılın En Başarılı Giysi Tasarımcısı: Canan Göknil (Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış ve Sultan Gelin)(Aksanat Prodüksiyon Tiy. ve İst. Büyükşehir Bel. Şehir Tiyatroları), Duygu Türkekul (Gılgameş) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları) Taciser Sevinç-Tomris Kuzu (3. Richard) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları) Yılın En Başarılı Sahne Müziği: Alper Maral (Ne Kadınlar Sevdim) (Tiyatro Çisenti), Can Atilla (Gayri Resmi Hurrem) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), Robert Schild (Salı Ziyaretleri) (Tiyatrokare) Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı: Cengiz Özdemir (Gılgameş) (ist. B. Belediyesi Şehir Tiyatroları), Enver Başar (Kır) (İst. Devlet Tiyatroları) Mahmut Özdemir (3. Richard ve Medea) (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları) Afife Ödülleri Seçici Kurulu, Oylama Kurulu ve Değerlendirme Yöntemi Afife Ödülleri, Demet Taner (Öğretim Görevlisi, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi), Engin Uludağ (Öğretim Görevlisi, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü, Tiyatro Yönetmeni), Füsun Akatlı (Doç. Dr., Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanı, Yazar), Hasan Anamur (Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, Eleştirmen, Çevirmen), Melih Fereli (Sanat Yönetim Danışmanı), Seçkin Selvi (Öğretim Görevlisi, Eleştirmen, Çevirmen) ve Tijen Par'dan (Öğretim Görevlisi, Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı, Tiyatro Oyuncusu) oluşan 7 kişilik Seçici Kurul tarafından "Afife Ödülleri" adayları belirleniyor. Seçici Kurul'un belirlediği adaylar, aşağıda belirtilmiş olan; bankacı, sigortacı, iş adamı, TV yapımcısı, seyirci, çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliğini görevini sürdüren kişiler ile tiyatronun çeşitli alanlarında görev yapan kişilerin ve ayrıca Seçici Kurul üyelerinin de katılımıyla oluşan 25 kişilik Oylama Kurulu tarafından, ödüllerin dağıtımından bir gün önce oylanarak, o yılın "Afife Ödülleri"ni kazananlar belli oluyor.
> Haberler 2003 Oylama Kurulu Üyeleri Ahmet Serimoğlu (Yapı Kredi Sigorta Pazarlama Genel Müdürü, Oylama Kurulu Başkanı), Ali Altuğ (Tiyatro Sanatçısı, Yeditepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi), Can Kıraç (İş adamı, Yazar), Evin llyasoğlu (Yazar, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi), Göksel Kortay (Tiyatro Oyuncusu, Tiyatro Oyuncuları Derneği Başkanı, Tiyatro Eğitmeni), Hale Kuntay (Çevirmen), Hamit Belli (Bankacı), Handan Şenköken (Gazeteci), Haşmet Topaloğlu (TV Yapımcısı), Nil Aykon (İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Emekli Öğretim Üyesi), Oral Yazıcı (İst. Ün. Devi. Konservatuarı Bale Ana Sanat Dalı Sanatçısı, Öğretim Üyesi, Koreograf), Oya Başak (Prof. Dr; Boğaziçi Ün. Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı), Refika Sezik (İst. Tek. Ün. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Edebiyat Dersi Öğretim Görevlisi), Selçuk Erez (Seyirci, Yazar), Vecihi Ofluoğlu (İst. Ün. Devlet Konservatuarı Öğretim Görevlisi ve Müdür Yardımcısı, Pantomim Sanatçısı), Vedat Demirci (Emekli Dekoratör, Rejisör), Yekta Kara (Opera Yönetmeni, Doçent, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Öğretim Üyesi), Yeşim Alıç (İst. Ün. Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü Öğretim Görevlisi, Tiyatro Sanatçısı)
Yeditepe Üniversitesi GSF Tiyatro Bölümü,
Maltepe Üniversitesi' nin düzenlediği 2. Üniversitelerarası Tiyatro Şenliği ve Yarışması'nda birinci oldu. 22 -25 Mart 2004 tarihleri arasında Bahçeşehir Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, Haliç Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nin katılımıyla gerçekleştirilen yarışmada Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü öğrencileri kendi hazırladıkları Çıkmaz Sokak adlı oyunla başarılı bir performans sergileyerek dört ayrı dalda ödüle layık görüldü. ÇIKMAZ SOKAK adlı oyun En İyi Oyun seçilerek birincilik ödülünün yanısıra 1.000.000 TL para ödülünün de sahibi oldu. Tolga Yeter'in yönettiği şirin Çaglar Taşpınar, Zeynep Ozan ve Yiğit Sertdemir'in görev aldığı oyun ile Tolga Yeter En İyi Yönetmen , Yiğit Sertdemir En İyi Erkek Oyuncu ve Zeynep Özan En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerinin sahibi oldular. Koç Üniversitesi 3. Tiyatro Günleri
pe cy a
Koç Üniversitesi Tiyatro Kulübü, 27 Nisan-6 Mayıs tarihleri arasında Rumeli Feneri kampüsünde "Koç Üniversitesi 3. Tiyatro Günleri"ni gerçekleştirecek. Bilgi Üniversitesi, Tiyatro Candela, Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu, İstanbul Teknik Üniversitesi Sahnesi, Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları, Kocaeli Üniversitesi Tiyatro Topluluğu ve Bahçeşehir Üniversitesi Tiyatro ve Müzikal Topluluğu ile Profesyonel bir topluluk olan Krek Tiyatro Topluluğu'nun katılımıyla gerçekleşecek olan Festival'de ayrıca çeşitli etkinlikler de gerçekleştirilecek.
Yunanistan Sahnelerinde Bir Türk Oyunu...
Murathan Mungan'ın yazdığı Mezopotamya Üçlemesi'nin üçüncü oyunu olan "Geyikler Lanetler", Selanik'te Kuzey Yunanistan Devlet Tiyatrosu'nda (KTBE) sahneleniyor. Mustafa Avkıran'ın yönettiği oyunun koreografisi Övül Avkıran'a ait. Dekor ve kostüm tasarımını Damianos Zarifis yaparken, müzikleri ise Kostas Vonvolos besteliyor. "Geyikler Lanetler" ekibinin tamamı Yunanlı oyunculardan oluşmakta.
Arama Tiyatrosu "Kabus Yiyeni" Sahneliyor
Özkan Schulze'nin, Michael Ende'den çevirip, yönettiği oyunun koregrafisini Yaşar N. Eyüboğulu, Işık Tasarımını Yaşar Saraçoğlu, Sahne ve Giysi Tasarımını ise Beylal Sümer gerçekleştirmiş. Zeynep Bala Dura, Turgut Tunçalap, Seda Kılıç, Burçin Oktar, E. Barış Kırmızıçiçek, Aslı Özcan, Deniz Soruklu, Beril Senvarol, Elif Topçu, Yelda Alp ve Sezgin Cengiz'in rol aldığı çocuk oyunu Şişli Belediyesi Kültür Merkezi'nde sahneleniyor.
Fotoğraf Sanatçısı Gökhan Yolcu'nun Sergisi,
| Türk-Amerikan Derneği salonunda, 2 Nisan 2004'de "Üç Oyun Bir Sergi" adıyla açılıyor. Bu serginin en önemli özelliği ülkemizde çok tanınmayan, çok az sanatçının uğraştığı, Sahne Sanatları ile Fotoğraf Sanatını bir araya getiren "Sahne Fotoğrafçılığı"nı tanıtması. "Üç Oyun Bir Sergi" iki yıl önce Trabzon'da Karadenize Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması kapsamında ilk olarak sergilenmişti. Adından da anlaşıldığı gib sergi üç oyuna ait fotoğraflardan oluşuyor. 1993 yılından beri Devlet Tiyatroları'nda Sahne Fotoğrafçısı olarak görev yapan Gökhan Yolcu fotoğrafladığı yaklaşık 350 oyun arasından kendisi için özellikle önem taşıyan bu üç oyunu seçmiş. Bu üç oyunun seçimindeki ana etken fotoğrafçının Sahne Fotoğrafına bakışında insan unsurunu ön plana alması. Devlet Tiyatroları sahnelerinde farklı sezonlarda sahnelenmiş bu oyunlar; Josef Szajna'nın yazıp yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı "izler"(1993), Orhan Asena'nın yazıp Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği Diyarbakır Devlet Tiyatrosu yapımı "Korku"(1994), Murathan Mungan'ın yazıp Mustafa Avkıran'ın yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı "Geyikler Lanetler"(2000). Sergide toplam 30 fotoğrafa yer veriliyor.
> Pınar Erol > pinarerol@tiyatrodergisi.com.tr
söyleşi
pe cy a
Beyazcam'a Taşanlar...
Emre Kınay
Ekranların Ağası Emre Kınay Er Meyranı'ndan Sesleniyor:
"Burası Oyunculara Aittir, Ayılar Giremez!" Mesleğinizi icra ettiğiniz yerin önemi ve önceliği var mı? Benim için vazgeçemeyeceğim tek yer burası; tiyatro. Hayatta huzur bulduğum iki yer var: Biri tiyatrom, diğeri evim. O yüzden ben bu konuda muhafazakârım. Eğer tiyatro yapamayacaksam bir gün, öbürlerini de yapmayayım. Çünkü çok tatmin edici değil açıkçası, buradaki gibi değil. Sinemayı çok seviyorum ama işte bir film yaptık geçen yaz "İnşaat" diye, dört hafta gösterimde kalıyor, sonra bitiyor. Gerçi talihsizdi, bomba patladı, insanlar salona gitmeye korktular, dört hafta vizyonu vardı. Gerçi tiyatroda da oynadığınız sürece varsınız ama bu başka bir şey. Yani yeniden yaratma, her gece başka türlü oynama fikri beni daha tatmin eden bir şey. Sinemayı, yapılanları seyretmek istiyorum da kendim yapmayı çok sevmedim.
Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
Uzun yıllardır tiyatro yapmanıza rağmen biz sizi ilk 99'da "Yılan Hikayesi" ile tanıdık. Dizinin yönetmeni Nihat Durak, sizi bu dizi ile ilk kez beyazcamla ve dolayısıyla biz izleyicilerle tanıştırdı. Kendisine teşekkür ediyor musunuz? Yoksa nereden bulaştırdı beni mi diyorsunuz? Kendisi aynı zamanda benim hocam. Televizyon ve sinemada rejiye ilgi duymamı sağlayan da o. Hakikaten hocam yani. Bana kamera önünde nasıl oynamam gerektiğini, ölçek farklarını, -çünkü çok fark ediyor kamera önündeki ölçekle, tiyatro sahnesindeki ölçek,sinemada oyuncunun ışığı nasıl kullanacağını hep o öğretti. Ona yok, hiç kızgın değilim, müteşekkirim, çünkü beni ekonomik olarak çok rahatlattı televizyon. Bütün tiyatrocu arkadaşlarımın da bunu yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz yapmazsak başkaları yapıyorlar. O zaman da bizim eleştirecek hakkımız olmuyor. Ama hepimiz doğuştan bazıları gibi, o bazıları sizin dergide de yazıyorlar, bakan çocuğu, müsteşar torunu ya da işte paşazade falan değiliz. Ben sıradan bir halk çocuğuyum. Çocukluğum öyle geçti, varlıklı bir aile değildi sonuçta. E varlıklı olmayınca, tiyatroda o varlıksızlıkla
devam ettiğinizde, varlıksızlığınıza varlıksızlık ekliyorsunuz. O yüzden benim için, bizim gibiler için ciddi bir ekonomi kapısı televizyon, reddetmek de mümkün değil. Siz istediğiniz kadar reddedin ama dediğim gibi niçin yaptığınızın cevabını çok iyi verebilmemiz lazım kendinize. Ben bunu verebildiğimi düşünüyorum kendi adıma. Yani ben niye televizyon yaptığımı biliyorum. Orada kendimi sevmiyorum çok fazla, orada beğenmiyorum kendimi hiç. Televizyonun bir iki faydası var. Bunlardan ilki ekonomik özgürlük. Eğer aileden gelen bir varlığınız yoksa ve kendi ayaklarınız üzerinde durmak istiyorsanız televizyon yapmadan önceki gibi faturayı nasıl ödeyeceğim derdiniz kalmıyor artık. Hatta biraz lükse de geçiyorsunuz, arabanız falan oluyor. Bir diğer durum da; her hafta yapamayacağınız tanıtımı bir anda yapıyorsunuz. Diziniz her hafta yayınlandıkça sizi oradan tanıyorlar ve görmeye tiyatroya da geliyorlar. Şimdi bunu çok net olarak görüyorum. Eskiden günde ortalama 200 kişiye oynarken, artık ay başında biletler tükeniyor. Televizyon beni kitlelere tanıştırdı. Bir gecede milyonlara ulaşıyorsunuz.
a
Yani televizyonda ünlü olduğunuz için tiyatroda kullanıldığınızı hissediyor musunuz? Yoksa bu amaca zaten gönüllü oluyor musunuz? Başka şansınız yok ki. Yani n'apacaksınız? Ülkede kitaplar satılmıyor, dergilerin durumu ortada. Şöyle bir şansım olsa, bir daha dünyaya gelsem gene tiyatrocu olurum diye bir derdim yok. Bu ülkede yaşarsam olmam. Asla yapmam. Ama dürüst olmak gerekirse yapacak bir şeyimiz yok, züğürt tesellisi öbür türlüsü. Konservatuvardayken, o zamanlar da televizyon dizi teklifleri geliyordu, çok da aşağılıyordum çocukları. Mezun oldum, gene ideal, ideal, ideal... Artık zurnanın zırt dediği yerde mevzu bitti. Çünkü evden atıldım, işsiz kaldım, 28 yaşındasın, işin yok, işin var da aldığın para yetmiyor, üniversite mezunusun. Ek ne iş yapacaksın? Yine de yaptım bir sürü ek iş. Ama bir şekilde kurtaramıyorsun. Başka iş yaptığınızda mutlaka burayı etkiliyor. En azından şimdi yine yazılan ve canlandırılan bir şeyle haşır neşirim. Ben küçük ısınma olarak da görüyorum bu dizi oyunculuğunu, ani manevra kabiliyetinizi geliştiriyorsunuz orada. Çünkü sabah senaryo geliyor, öğleden sonra çekiminizi yapıyorsunuz. Çekim sesli olacaksa ezber yapıyorsunuz. Ciddi bir antrenman bu yani. Hafıza antrenmanı, pratik çözüm antrenmanı. Mesela benim sufleksime çok şey kattı. Tiyatro sahnede 2.5 saat boyunca akıyor gidiyor ama orada kesip parçalıyorsun. Orada çok fazla "puzzle" yaptığın için o parçayı görünce nereye koyacağını görüyorsun. O da bizim için antrenman ama asıl maç burada, tiyatroda. Diğeri herkesin yapabileceği bir şey.
pe
cy
Peki herkes yapsın mı? Valla şimdi ahkâm kesen hocalarımıza göre oyunculuk diye bir meslek var. Ama ülke geçmişine bir bakıyorum perde açan 40 tiyatrolu bir Beyoğlu'ndan bahsediliyor, oyunculuktan bahsediliyor. Şimdi ise saymakta zorlandığım kadar az tiyatro var. Şimdi bu hocaların kendilerine dönüp sormaları gerekmez mi tiyatro ile vatandaşın arasında neyi kopardık da bu duruma geldik, diye? Yani bunun sorumluluğunu kim alacak üstüne? Konservatuvarlara girerken bizim zamanımızda da vardı torpiller, genel sanat yönetmenliği ya da bölüm başkanlığı hırsları. E kime mal oldu? Bölüm başkanları güzel kızlar almazlarsa, mankenler -ki bunlardan biri de benim eşim- doğal olarak başrol oynayacak. Halbuki onları alıp eğitmek gibi bir misyon da yüklenilseydi. Çünkü sinemanın, televizyonun, eleştirdiğimiz bu alanın böyle bir estetik anlayışı var. Güzel olmak, yakışıklı olmak... Eğer kısaysanız, şişmansanız o bir tip. Çok selektif kullanabiliyor sizi. Çünkü resminizi kullanıyor televizyon sizin. Bu prototipi değiştirmenin yolu benden geçmiyor. Herkes topu birine atıyor. Yılların oyuncusu Nurseli İdiz, konservatuvara 5 kerede alınmayan Hamdi Alkan, -asla eleştirmiyorum- ama onlar da gidip televizyonda oyuncu seçmeleri yapınca...
N'apabilirsiniz? Balık baştan kokmuş, tiyatro bölümlerinin baştan revize edilmesi gerekiyor. Çözüm önerin var mı derseniz eğer... Evet var. Konservatuvar konservatif eğitim veren bir yer değildir ki mantık anlamında düşündüğümüzde. Esas hocalarından oluşan canlıların barındığı bir hücre yapısı değil ki. Hepimizi öyle yetiştirmeye çalıştılar, hepimiz öyle olmaya çalıştık. Allahtan erken bir yerlere gidenler, benim ve birkaçımız gibi yırttılar. Biz kimseye benzemeyerek yırttık ama bakıyorum, bir sürü hoca görüyorum piyasada. Sorunun temeli burada bence. Bir şeyi eleştirirken çözümü de önermeniz lazım. Ahmet Levendoğlu'nun yazısını okudum. Esefle kınıyorum kendisini. Benim hocam olmadı ama hiç mi sorumlulukları yok bu noktada? Hiç mi üzerine bir şey almıyor? Müşfik Kenter, Genel Sanat Yönetmeni, hiç mi sorumluluğu yok? Eğitimde, eğitime öğrenci alırken ya da ilişkilerini özellikle bu gruptan kopararak.
pe cy
a
Oyuncu ya da ünlü olmak isteyen herkese fırsat tanımalı mı? Nelih Akay'ın sahibi olduğu Siberkast.com adlı sitede yeni yüzlere olanak vermek adına workshop'lar düzenlenecekmiş ve şimdilik tek kesinleşen eğitmen ise sizmişsiniz. Bu yöntem oyuncu yetiştirmek için sağlıklı ve yeterli mi sizce? Benim okul açmak gibi bir hayalim vardı. Çok bina aradım, param yetişmedi. Amacım bir özel konservatuvar oluşturmaktı. Buradan hem paralı, hem parasız eğitim yapılacaktı ve bunlar sonradan karma olarak birleştirilecekti. Bir oyuncu atölyesi kurulacaktı, sonra üzerine bir müzik atölyesi kurulacaktı. Nelih Akay çok ilgilendi. Böyle yapalım sen de benim manken oyuncularıma ders ver dedi. Konu, ajansına dahil olan ve halihazırda
televizyonda oyunculuk yapan ekibe oyunculuk dersi vermekti. Bunda bir sakınca görmedim. Zaten ben vermesem de yapıyorlar. Bari elimden gelen katkıyı yapayım da doğru düzgün yapsınlar diye öyle bir anlaşma yaptık. O da bana yaklaşık 60-70 m 2 'lik bir alanda kendi stüdyomu kurma imkânı verecekti. Para bulunamadı. Proje olarak hâlâ var.
cy
a
Bir röportajınızda kendinizi tam olarak tiyatroda başarılı hissettiğinizi söylemişsiniz. Bu bağlamda ortam olarak tiyatro sahnesini, TV dizi setlerini ve sinema setlerini -mesleği icra yeri olarak- nasıl tanımlıyorsunuz? Tam olarak öyle demedim. Nerede başarılı görüyorsunuz diye bir soru gelmişti. Ben de "...Çok da başarılı görmüyorum ama yegane başarılı görmek istediğim yer tiyatro sahnesi" dedim. Çok başarılı olduğumu düşünmüyorum açıkçası. Öyle yani, mütavazılıktan değil, gerçeklerden bahsediyorum. Çünkü henüz ben tasarlayamıyorum ne yapacağımı. Projelerimi ben geliştirmiyorum. Burası oyun asıyor, evet, ben oyunlardan birini önermiş oluyorum ama kastını hocam yapıyor. Böyle bir şey istemiyorum. Çok özgür değiliz o anlamda. Ben hep biriktirmekten yanayım. Eğitimim hâlâ devam ediyor, hâlâ okuyorum, araştırıyorum yeni ne yapabilirim diye. Yapamayacağımı bilsem bile proje geliştiriyorum sürekli. Olsun, onlar beni ayakta tutuyor. Ben şimdi Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda çalışıyorum. Diyeceksiniz ekonomik durumunuz iyi, dışarıda yapamaz mısınız, diye. Belki yapabilirim ama devamı gelmezse ve sahneden koparsam ciddi bir depresyona girerim diye bir korkum var. Çünkü hayatımın %50'si burası. O yüzden rahatsız olduğum çok şey var tiyatro camiasında. Mesela bu reji çeteleri var. Buradan çıkıp da Devlet Tiyatrosu'nda, Şehir Tiyatrosu'nda oyun koyamıyorsunuz. Herkes Süleyman Demirel'in hâlâ neden siyaset yaptığını sorardı, özellikle sanatçılar sorar bunu ama oyun teslim etmeye gelince dur bakalım, o oyun için daha gençsin gibi bir cümle kurulur. Bu yaman çelişkilerin içinden sıyrılırsam çok huzur bulacağım zaten.
pe
Bakırköy Belediyeleri Tiyatrosu'nun repertuvarı belirlenirken gişe kaygısı ne kadar etken oluyor? Örneğin "II. Caddenin Mahkûmu" sahnelerimizde en çok boy gösteren oyunlardan, Neil Simon ise ticari tiyatronun en başarılı yazarlarından. Ben tiyatro repertuvarına 98 yılından itibaren 35 tane oyun önerdim ama işte bu seyirci bulma kaygısı bizi hep geriyor. Benim hiç öyle bir kaygım yok. Çünkü ödenekli kurumun amacı tiyatronun seçkin eserlerini halkla buluşturmaktır. Bu seçkin eserlerden bir tanesi Neil Simon ise öbürü "Bahar Noktası"dır ki bizim tiyatronun bir repertuvarı var. Nasıl olduğu, niteliği tartışılır ama sonuçta böyle bir repertuvarı var. Evet, tiyatronun beni kullanmakta bu anlayışı var. Evet seyirci geliyor. Ben de diyorum ki o zaman bir Shekaspeare yapalım ona gelsinler, o zaman görelim er meydanı nasıl bir er meydanı.
Yukarıdaki soruyu açmak için, bir röportajınızda "bizi ilgilendirmeyen bir oyunu sahneye koymanın anlamlı olmadığını düşünüyorum. İzdüşümlerin olması önemli" demişsiniz... Evet, benim öyle bir bakışım var. Şu anda Türkiye'nin ihtiyacı olan politik tiyatro yapılması gerektiğini düşünüyorum. Televizyonda, ödenekli kurumlarda sansürleriniz var, ister istemez otosansür kuruyorsunuz en kötü ihtimalle. O yüzden mümkün olduğunca özel tiyatro kurulmalı -ki bunlar akademik tiyatro olmalı-. Türkiye'nin tiyatrosunun kurtulmasının tek yolu bu politik tiyatro bence, devamlılığı da buna bağlı. Hatta bir manifesto ile çıkılmalı, çünkü ciddi anlamda bir sorun var. Valilik davet ediyor, bir yere gidiyorsunuz, şu kulis kadar bir yerde, bir sahnede oyun oynamanızı istiyorlar. Dekoru nasıl yerleştireceksiniz, ışığı nasıl kuracaksınız, hiçbir bilgileri yok. Benim çözümüm evet orada oynanabilen ama oturduğu yerde rahat oturamayacağı politik tiyatrolar yapmak, o anlamda mesela bir dönemki AST'ı çok özlüyorum. Bir gün kaybedecek ekonomiye sahip olunca onları orada kaybetmeyi tercih ederim. "Bizim gibi medyası, televizyonu bu kadar kirli olan bir ülkede ve dönemde tiyatronun daha temiz, açıksözlü ve cesur olması gerekiyordu..." demişsiniz. Sözleriniz hâlâ geçerli mi? Önyargıdan kurtulmadan tiyatroda ileri gidebileceğimizi düşünmüyorum. Size flaş bir haber vereyim. Ben "II. Caddenin Mahkûmu" ile Afife Jale'ye aday oldum. O gün ödül törenine gittim ve jüri üyelerimiz hiçbir oyuna gelmediler.Ben dört kişiler zannediyorum 11 <
ama o gün 20'ye yakın jüri üyesinin resmi gösterildi. Sonra öğrendim ki bir gün oyunu çekmeye kasetle gelmişler. İnanamıyorum, bence hepsi mesleği bıraksınlar. Çünkü herkes o kadar ileri geri konuşuyor ki özellikle bizim gibi televizyonda çalışan aktörler hakkında. Ben de şöyle diyorum: E n'oluyor yani, sen smokinini giyiyorsun, 4 takla atıp sahne şovu yapıyorsun, ondan sonra da jüri açıklıyorsun. 4 tanesini tanıyorum, oyuna, galaya geldiler sağolsunlar, diğerlerine bir bakıyorum, onlar kasetten izliyor. E kasetten yapılabiliyorsa ben size dizi film yapayım, oradan bakıp oyunculuğumu değerlendirin. Eğer ödül vereceklerse ve bunun adı özendirme olacaksa, o zaman akademilere ödül versinler. Reklam geliri olarak gördükleri bu şey ne tarafından tutarsanız dökülüyor. Avni Dilligil de öyle. Diyarbakır'da bir sürü arkadaşım var. Trabzon, Samsun'da da öyle. Fırsat bulursak gidiyoruz. Buraya gelirse izliyoruz. İstanbul'un bile doğusu var. Buraya Bakırköy'e gelmiyorlar. Eleştirmenler çok uzak oraya gelemeyiz diyorlar. "Şu anda TV'nin kalitesini belirleyecek bir noktada değiliz. Sadece onun bir parçası olabiliriz. Oradan tiyatroya fayda çıkarabilmek önemli." Bu ifadenizden TV dizilerinin çok da içinize sinmediğini çıkarabilir miyiz? Hepsini demeyelim. "Esir Şehrin İnsanları", "Yeditepe İstanbul"... Onları çok severek çektim. 15-20 projeden 1 tane öyle çıkıyor. Eleştirecek durumda da değilim, ne yapayım sistem bu. Ama elma ile armut meselesi bu durum. Orası başka bir iş, başka mantıkla yapılan bir şey, burası başka bir şey. Ben bir sayfayı oynamak için sahnede, 45 gün prova yapıyorum en az. "Fast food" ile güzel bir "Osmanlı mutfağı" gibi. Aradaki fark bu kadar net. Kuyumcu olan tiyatrocular var biliyorsunuz geçmiş dönemde. Darülbeda-i zamanında ayakkabıcı olup tiyatrocu olanlar var. Hiçbirini yadsımıyorum. Bunu da bu mesleğin yan sanayisi gibi düşünmek lazım ve ekonomik anlamda aktörü rahatlatan bir şey. Ekonomi her tarafınızı saran bir şey.
pe cy
a
Şu ana kadar çektiğiniz dizi ve filmlerde konservatuvar mezunu oyuncularla birlikte rol aldınız. Aynı zamanda "ünlü" şarkıcı-türkücü-manken ile de birlikte kamera karşısına geçtiniz. Kıyaslayabilir misiniz? İşte o dizi beni başrole taşıdı. Kıyaslayamazsınız bile. Ama benim olduğum çekimlerde oyunda görülmeyecek bile olsam oturup karşımdakine oyun veriyorum. Kim olursa olsun, Sibel Can bile olsa onu yapıyoruz. Vizör insan gözünden çok başka bir şey. O yüzden oyun alıp vermek o kadar da önemli değil, kişiye inandırmaktan çok resme inandırmak önemli. Tiyatroda kişiye, karaktere inandırmanız gerekiyor. Çok farklı. Kostümünüzü giydiğinizde, bıyığınızı taktığınızda, onun gibi baktığınızda resim tamamlanıyor. O resimleri art arda koyduğunuzda dizi oluyor. Tiyatroda böyle olmuyor. Televizyonda hareket özgürlüğü var. Televizyonla yarışılmaz bile ama bunları tiyatroda da kullanmak lazım. Barkavizyon, iç mekân-dış mekân ayrımı, aksiyon, artık dönüp seyirciye 1.5 saat konuşma devri bitti. Onu yapacaksanız bile başka türlü yapmalısınız.
Kimi konservatuvar mezunları dizilerde oynamaktan utanıyor ve hep rasyonalize ederek sebeplendiriyorlar bu durumu... Hiç utanmıyorum. Utanıyorsan yapmayacaksın. Neden utanıyorsun? Aktörlük yapmaktan utanıyorsan zaten bu işi yapma. Aktörlüğün antrenmanı diye bir konsept belirlersen kendine -ki bu kendini bir şeye inandırmak değil, bu gerçek- o zaman utanılacak bir şeyin yok. Allaha şükürler olsun ki bir ahlâksızlık yok ortada. Ortada çok net bir matematik var. Televizyon bir ticarethanedir. Eline verdiğiniz bant yayını 60 dakika olduğunda, 3 tane 20 dakikalık birime böler, aralarına 3 tane reklam alır. O reklamları alabildiği için o diziyi sana yaptırır. Bu ticaretin içinde sen de oyunculuk yaparak katkıda bulunursun. Çünkü sonuçta kökü oyunculuk olan bir iştir. Hocaları böyle eğittiği için çocuklar da böyle utanarak söylüyorlar. Bir oyuncu, oyunculuk yapmak istediğinde başka ne yapabilir? Benim tiyatro yapmama engel olmuyor. Eğer bunu takvime oturtursan, oyun çıktıktan sonra çekime gidiyorsan, benim ekonomimi rahatlatmaktan başka kime, ne zararım var, onu anlayabilmiş değilim. Ben yaptığım işin bir Picasso tablosu olduğunu söylemiyorum ki; tüketim kaynaklı. Ben yapmasam türkücüye yaptıracaklar ki yaptırıyorlar da. Bari eğitimim buyken ben yapayım. Gidip türkü söylemiyorum ki televizyonda.
"Daha iyi yaşamak, daha çok para kazanmakla ilgili değil. İrade, dayatmadan daha önemli" diyorsunuz. Dizilerde yer almamak bir seçimdir ama sanki günümüzde biraz da dayatma gibi... Bu kişinin tercihiyle ilgili. Başkaları başka bir şey tercih ettiğinde ben buna bir şey demem ama bu meselenin bu kadar rahatsızlık nedeni olmasını gerçekten anlayamıyorum. Ortada bir ekonomi var. Bu ekonomiden bu işi yapanların faydalanmaması gerektiği fikrini ben anlamıyorum. Elma ile armudu toplayamazsınız. Ben yaptığım şeyin adına oyunculuk da diyemiyorum orada. Orada oyunculuk antrenmanı yapıyorsunuz. Hakikaten puzzle yapılıyor. Ben aksiyonumu dinç tutuyorum. Yani ben oradan nasıl fayadalanırım, neyi alabilirim diye bakıyorum olaya. Orası benim için bir araç yani. Senede ben 3 tane oyun yapabilirim, şimdilik 2 tane oyun yapabiliyorum. Televizyon bana hiçbir şekilde engel olmuyor. Er meydanı tiyatroysa insanları sahneye davet ediyorum. Kendimi geliştiriyorum, kitap okuyorum, araştırıyorum, gidiyorum festival izliyorum, geliyorum burada oyun izliyorum, bütün literatürü takip ediyorum Türkçe'de basılan, Almanya'da çıkan. Zaten tiyatroda nereden beslenirsin ki? Ben bu konuda sessiz kalma hakkımı kullanıyorum. Çünkü insan bir şeyden dolayı kendini bu kadar savunmak zorunda bırakılmamalı. Bunu anlamıyorum. Bununla ilgili tüm arkadaşlarım bu durum içerisindeler. Evet ben "Berivan"
diye bir dizi yapıyorum ya, türkünün dizisi. Topluma ne mesaj veriyorsun, derseniz... Hiçbir şeyin! Gösteri sanatlarının hiçbirinin postane olmadığını düşündüğüm için hiçbir mesaj vermiyorum. Ha, bir mesajım var, ben ağalık yapmak istemiyorum gibi bir cümle söylüyorum sürekli. Olmadığı halde senaryoda yazıyorum bunu. Ağalığa karşıyım, ağalık bitecek, herkesin topraklarını dağıtalım diyorum. Çünkü bazıları çıkıyor Güneydoğu'da artık böyle bir şey kalmadı diyor. Nasıl kalmadı? Oxford mezunu ağa ile tanıştım ben Mardin'de. Bana burada pasta yiyip Mardin'de sokaktan ekmek toplayan çocukların edebiyatını yapmasınlar. Ben zaten o çocuklar gibi büyüdüm. Gereksiz bir yerde vakit kaybediyoruz. Vakit kazanacağımız yerler Türkiye'de tiyatro eğitiminin nasıl olduğu ve eğitim üyelerinin formasyonunun gözden geçirilmesi konularıdır. Dakika başı Konya'ya, Erzurum'a konservatuvar açan zihniyetin neyin peşinde koşarak bunları açtığını onlara sormak gerekir. Bu mesela politik bir durumdur. Tiyatro araştırmacısı Ahmet Cemal bunun üzerine yazı yazmalı.İstanbul'da oynanan oyunu niye Van'a gönderemiyorsun o zaman? Bunu Devlet Tiyatroları'na değil, devlete soruyorum. Rotasyon niye yapmıyorsun? Yıllar önce bunu Işıl Kasapoğlu önermişti. Oraya tiyatro kuruyorsunuz. O insanları doğdukları şehirlerden, doğmadıkları, yaşamaktan neredeyse hicap duydukları bir yerde yaşamaya mahkûm ediyorsunuz. Onun sorusunu kimse sormuyor. Trabzon'da repertuvara bir bakar mısınız? Bana bunu soracağınıza, gidin devletin kültür bakanlığına ya da bu ödülleri dağıtanlara bir üst kurul olarak bir akademisyen kurul kurun da, bu soytarılığa bir son verin artık. Yasada hâlâ meslek olarak görülmüyoruz biz. Bunun daha acısı var mı? Ben bir şehre giderken ikametgâh senedi, nüfus sureti vermek zorundayım.
a
Sizin birçok etkinliğe katıldığınızı gördüm. Geliri Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfına aktarılacak olan öykü ve şarkı CD'si çalışması; Omurilik Felçlileri Derneği ile yaptığınız çalışmalar; 24 Kasım Öğretmenler günü etkinliğinde okuduğunuz şiir ile gösteriye katılmanız; Dünya Diyabet Günü sebebiyle düzenlenen eğlence; Yemek yarışması ve Hey Girl Kapak Kızı jürisinde yer almanız gibi. Bu çok yönlülüğünüzden mi? Sanatçı sorumluluğunuzdan mı? Yoksa ortalarda görünme gereksiniminizden mi? Keşke OFD ile ilgili katıldığım etkinlikler basında yer alsaydı. Sadece küçük köşe yazısıyla geçti. Hatta televizyon köşe yazarı olan Cengiz Semercioğlu şöyle demişti: "... geçenlerde bir oyuna gittim, yöneten Emre Kınay'mış. Hiçbir şey söylememesi, reklamını yapmaması beni şaşırttı". "Hey Girl" basına dönüktü, görünmek içindi. İçimin çok rahat olduğu bir şey var; ortada görünmek için bir elimin parmağını geçecek şeyler yapmadım asla. Onlarda da hep başka faydalar var. Birilerini okutabilmek gibi.
pe cy
"Ben de çözümün çözümsüzlük olduğunu düşünenlerdenim. (II. Caddenin Mahkûmu'ndaki gibi) Kökten bir tavırla bir şeyi değiştirebilirsiniz. İdare eden bir tavırla çözüm bulmak söz konusu bile olamaz.." Bu hem karamsar, karamsar olduğu kadar da inançlı olan fikrinizle oyuncunun yerine de bir çözüm bulabilir misiniz? Oradan biraz dönüşmüşüm galiba. Artık çözüm önerim çözümsüzlük değil. Herkesin ileri geri konuştuğu bir dönemde konuşmamanın yazık olduğunu düşünüyorum. Çözüm önerim var. İlgilenlerle paylaşıyorum. Tiyatronun biteceğini düşünelere bir şey söyleyebilirim; asla bitmez! Sizin dergi, Tiyatro... Tiyatro..., bir gün ekonomik sebeplerle kapanabilir ama tiyatro adına tekrar açılabilir. Dünya var olduğundan beri tiyatro var. İki kişi kalana kadar da devam edecek. Hiçbir şey kaybetmiyoruz ama şu konservatiflikten vazgeçsinler artık, şu kapalılıktan, şu öyle öğrendim öyle yapacağım durumundan, ben öğrencilerimden çok şey öğrendim, hâlâ da öğreniyorum. Her şey çok değişiyor. Bir meslek seçiyorsunuz bonus olarak bin tane meslek veriyorlar elinize. Güleryüzlü olmak lazım. Haluk Bilginer televizyonla, sinemayla ilgili "a bak ayıyı da oynatıyorlar, bak sevgi filmi yaptılar" demişti. Yani bu gerçeği kabul ettiğinde, öbür tarafın hepsi yalan oluyor. Gerçek bir yer var. Ayıya bu antreden gireceksin, öbüründen çıkacaksın dediğinde o ayı geçemeyecek. O ayı da bu sahneye çıkmayacak o yüzden. Yani burası oyunculara aittir, ayılar giremez ©
> Üstün Akmen > uakmen@superonline.com
Tarık Günersel
cy
a
söyleşi
Tarık Günersel İle "Yarım Bardak Su" Üzerine...
pe
Bir Bardak Suda Fırtına Kopardık
Tiyatro Kedi tarafından oynanmakta olan "Yarım Bardak Su", sezonun tartışılan oyunlarından biri olarak ilgi çekti. Türkiye'nin demokrasiye geçiş sancıları içinde olduğu 1950'li yıllardan bir kesit içeren oyun, "Her mahalleye bir milyoner" sloganıyla politikanın zirvesine tırmanan, kitleleri çığ gibi ardından sürükleyen bir başbakanın, ünlü bir soprano ile olan gizli aşkını, dönemi yaşamış ya da incelemişlerin bilmemesine elbette olanak yok. Yassıada duruşmaları sırasında aşkını gizlememesi, tersine, bir kez daha ve alenen açıklaması ile adeta efsaneleşen Ayhan Aydan, yasak aşkın belki de ülkemizdeki simgesi. Oyunun yazarı Tarık Günersel'in sopranoyu alımlı mı alımlı bir piyanist yapması, piyanisti sanatçı kişiliği yanısıra politik tavırları olan, güçlü ve bağımsız bir kadın olarak çizmesi, tartışmanın odağını oluşturdu. Sadece tutku dolu bir aşkı konu aldığını savlayan Tarık Günersel ile Üstün Akmen konuştu. Bu ilginç söyleşiyi virgülüne dokunmadan yayınlıyoruz.
Söyleşi fotoğrafları: Erkut Arıburnu
Sevgili Tarık Günersel, önce beni kırmayarak bu söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Yoksa, oyun ile ilgili tartışmalardan olabildiğince uzak kalmak istediğinizi biliyorum ya da daha doğru bir deyimle sezinliyorum. Evet... Sezonun belki de en fazla tartışılacak oyununu, yani "Yarım Bardak Su"yu ben de izledim. Özellikle zengin oyunculuğu ile ilgimi çektiğini açıkça söylemeliyim. Gel gelelim, dönemi yaşayanlardan kimi eleştiriler, değinmeler de gelmedi değil hani! Örneğin oyunda "başvekil" olarak simgelendiği ayan beyan ortada olan Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes, babasının asla şeyh eli öpmediğini, olmayan bu olgunun esere dahil edilmesinin oyunu zaafa düşürdüğünü söyledi. Ne dersiniz? Sayın Aydın Menderes oyunu izler umarım. Ciddi kaynaklardan yararlanarak bir portre
oluşturmaya özen gösterdik. Oyunu yazmaya başlarken aklıma iki formül gelmişti: "Gerçek bir dönem, hayalî bir ilişki." Aşk bağlamında ise "Yeterince yakın, yeterince uzak." İki kişilik bir oyun yazmaya başladım, sonra idama götürülüş sahnesini eklemek istedim; böylece ortaya Delikanlı rolü çıktı. Trajik olan ve âdil olmayan idamın seyirci olarak bizi yeterince sarsması için o sahneyi gerekli gördüm. Yassıada duruşmaları sırasında Adnan Menderes'in avukatlığını, savunmasını üstlenmiş olan Hüsamettin Cindoruk ise, oyunda maddi hatalar yapıldığını iddia ediyor. Hatta, sahnede anlatılanın Menderes olmadığını söylemekte. Şimdi bakın!..İzlenimci veya kübist bir ressam Adnan Menderes'in portresini yapsa, o resme de "Menderes değil," diyebiliriz. Kısmen doğru olur. Ama oyunda "maddî hata" yok. "Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür." Nitekim zekî bir insan olan Hüsamettin Bey, Köy Enstitüleri konusunda hafızasına biraz fazla güvenmiş; Ana Britannica gibi kaynaklar ortada. Ayrıca, Menderes'e büyük saygı ve sevgisi olduğu bilinen ve yıllarca avukatlığını yapan Sayın Burhan Apaydın oyunu ayakta alkışladı, ciddiyet ve titizliğimizle ilgili olarak hepimizi tebrik etti. Şunu da belirtmek isterim: Oyunda Başvekil ile Cumhurreisi arasında bir çeşit baba-oğul ilişkisi hayal ettim; oyundaki Başvekil gençken İstiklal Harbi'nde iki kere ölümden dönmüş, bir seferinde "Celal Bey" kurtarmıştır. Bu da gerçek hayata tekabül etmiyor ama gerek yurt sevgisi gerekse Cumhurreisi'ne saygı ve sevginin temellendirilmesi bakımından bir portre unsuru oluyor. Ayrıca, oyundaki Başvekil sigara içmiyor; buna "Menderes sigara içerdi!" diye itiraz da mümkün. Pekiii!.. Oyunda isimlerin geçmemiş olması, kullanılan karakterlerin "Başvekil" ve "Piyanist" olarak anılması oyunun geçtiği dönemi gerçek, anlatılan ilişkiyi hayali kılmaya yeter mi sizce? Bunu sadece soru olarak sormuyorum, kişisel kanım yetmeyeceği yolunda. Kişisel kanınıza elbette saygı duyarım Üstün Bey, ancak Piyanist Hanım'ın oyuna ilham kaynağı olan mahkeme sahnesi bile (Sayın Ayhan Aydan'ın mahkemede ifade vermek zorunda bırakılması ve aşkını kişilikli bir tavırla savunmasını kastediyorum) kısmen hayalî; mahkeme kayıtlarını kullanmadım ben; gerek Piyanist Hanım'ın aşkına haysiyetle sahip çıkışı, gerekse seviye konusunda olumsuz bir örnek olan mahkeme, elbette tarihe mal olmuş unsurlarla bağlantılı. Hem mahremiyete saygılı oluşumdan hem de özgürce yazabilmek için Ayhan Hanım ile ilgili bilgi edinmeye çalışmadım. Ama saygım ve manevî varlığı hep benimle oldu.
cy a
Yani aşkı konu edindiniz, kişiyi değil, öyle mi? Samimiyetle söylüyorum ki, öyle. O dönemde olmayan uluslararası bir Türk Piyanist Hanım oluşturdum. Başvekil ile çatışma yaşatabilmek için, Piyanist'i sol eğilimli bir aydın olarak çizdim. Bazen insanlar dünya görüşleri çatışsa bile aşk yaşayabilir. Doğru değil mi ama? Yüz de yüz katılıyorum. Elbette doğru. Oyunda tarihe mal olmuş birkaç unsur dışında diyalogların tamamen hayal mahsulü olduğu yolundaki söylemlerinize de katılıyorum. Ammaaa!.. Tam bu noktada "ya karakterler" diye sormalıyım. Sordunuz bile... Başvekil'in ilham kaynağı, elbette ki merhum Adnan Menderes. Bir ressamlar ekibinin yaptığı bir portre var ortada.
pe
Hüsamettin Cindoruk, oyunda gericilik propagandası yapıldığını söylüyor. Şimdi, ne yalan söyleyeyim, Cindoruk'un savına katılmıyorum. Yani, oyunda "gericilik" suçlaması yok. Aksine Menderes'e fazlaca arka çıkıldığı kanısındayım. Haksız mıyım? Ne dersiniz? Aşka, demokrasiye, laikliğe, insan haklarına saygılı, sorgusuz sualsiz Amerika Birleşik Devletleri taraftarlığına karşı çıkan bir oyun "Yarım Bardak Su". Bazı kişiler ilham kaynağı olan Menderes'e fazla sert yaklaştığım, bazı kişilerse yeterince sert yaklaşmadığım kanısında.
Ben, doğrudan doğruya ikinci sınıfa girenlerdenim. Olabilir. Adnan Menderes hayatta olsa, kendi hayatıyla ilgili olarak kendini nasıl savunabilir sizce? Ben bu soruyu her an kendime sordum; ahlaken başka türlü yapamazdım. İdam edilmeseydi portresi belki daha sert olabilirdi. Her halükârda, ak veya kara bir portre ne benim hedefim olabilirdi, ne rejisörümüz Hakan Altıner'in ve ne de usta aktör Can Gürzap'ın. Hitler gibi uç örnekler dışında, her tarihî kişiye yaklaşımımda "şefkatli bir eleştirellik" görülebilir. Bir şeyi daha merak ediyorum. Oyunda on bir yıl içinde yaşanan kimi olaylara yer vermişsiniz. Ne bileyim, yani Nâzım'ın vatandaşlıktan çıkartılması, Hüseyin Cahit Yalçın'm başına gelenler, İdil Biret'in Paris konseri, Vatan Cephesi mendeburluğu, Menderes'in uçağının düşmesi gibi... Gel gelelim ezanın Arapça okunması kararı, 6-7 Eylül olayı, öğretim üyelerine uygulanan baskı, İnönü'nün Uşak'ta taşlanması, laiklik ilkelerinin ihlali, yayın yasakları, Tahkikat Komisyonu'nun kurulması ve benzeri onlarca tarihe mal olmuş olayı ise, (tabirimi mazur görün) bir anlamda "es" geçmişsiniz. Bilerek, isteyerek tarihe tanıklık etmemeyi, Menderes'in siyasal kimlik ve kişiliğini zedelememek için mi düşündünüz? Gerçi oyunda Tahkikat Komisyonu'na değiniyoruz ama zaten bu oyun bir belgesel değil ki! Siyasî atıflarla işlenen bir aşk hikâyesi bu. Laiklik konusuna gelince: Emre Kongar'ın "21. Yüzyılda Türkiye" adlı kitabında rastladığım Fransa Büyükelçisi'nin gizli mektubu ile Piyanist'in finale doğru Başvekil'i "Siyasî İslam'ı teşvik ediyorsunuz!" suçlaması gibi unsurlar yeterli sanırım. Başvekil'in: "Siyaset siyasetçinin işidir," deyip üniversite öğrencilerine karşı tehditkâr tavrı portre çalışmamızın vurgulu öğeleri arasında. Ya diğerleri? Yayın yasaklarına da değiniyoruz: Gazetecilerin uğradığı baskılar, Cahit Sıtkı'yı anmak için düzenlenmek istenen 35 Yaş Toplantısı'nın yasaklanması gibi olaylar... Bunlar hep var. Uluslararası değinmeler dahi var: Rosenberg'lerin idam edilmesi gibi... Didaktizme düşmekten çekindik ve hem pek çok unsura değinmeye hem de seyirciyi malumata boğmamaya özen gösterdik.
pe cy a
Olaylara seçmece yer vermek... Yooo... Bir dakika. Rejisörümüz sahne geçişleri için ustaca bir formül bulmasaydı daha fazla haber koymak durumunda kalacaktık. Cüneyt Arcayürek'in kitapları, Cem Eroğul'un Demokrat Parti incelemesi ve Şevket Süreyya Aydemir'in Menderes'in Dramı temel kaynaklardan bazıları. Ayrıca, o yılların gazete arşivleri... Oyunun bir aşk süreci çerçevesinde eleştirel ve adil bir tablo olduğunu söyleyenler de var doğal olarak. Kafamı kurcalayan bir başka şey daha var. Bir siyasinin, ünlü bir sanatçıyla yasak aşkı, günümüzde dahi olsa toplumun tepkisini çeker. Yassıada'daki "Bebek Davası" sırasında bile, bu ilişkiye tepki bir tarafa, toplumun her kesiminde "aşkın masumiyeti" olarak tanımlandı. Neden acaba? Hiç merak ettiniz mi? Ne dersiniz? Bizim toplumun olgunluğuna yormak isterim. Aşk ile evlilik çatıştığı zaman aşka saygılı bir tavır alabilmek, kimsenin rencide olmamasına özen göstermek önemli. Kolay olmasa bile. Sevgili Günersel, kolay kolay dramaturgi hatası yapmayacağınızı biliyor ve inanıyorum. O halde: "Odunu aday göstersem kazanır". "Her mahallede birer milyoner yetiştireceğim" sözlerinin söylendiği tarihleri hangi amaçla değiştirdiniz? Yazarken o sözlerle ilgili olarak kronolojiye sadık kalmak çok önemli gelmedi; diyalog
akışı ve kurgu açısından sanatsal imkânlar ağır bastı. Bir kronoloji-dışı tercihim de şu oldu: Nâzım Hikmet "Vatan Haini" şiirini 1951'de yazmış değildi. Ama oyunun o bölümünde, o şiirden birkaç dize işlevi i oluyor.
cy a
Genel olarak oyuna baktığınızda... Tiyatro bizi kendimizle yüzleşmeye davet eden bir sanat. Bu oyunda seyirci olarak sanırım sadece o döneme değil, değinmeler sayesinde bugüne ve kendimize de bakma fırsatı buluyoruz. Projenin fikir ve isim babası olan rejisörümüz Hakan Altıner, başta Can Gürzap ile Ayda Aksel olmak üzere değerli oyuncularımız, dekoratörümüz Barış Dinçel, kostüm tasarımcımız Sadık Kızılağaç ve yapımcımız İpek Kadılar Altıner el birliğiyle estetik bir izdüşüm kurduk - seyirciyle can bulan. Seyirci durumu nasıl? Çok iyi. Seyircinin yoğun ilgisi ve hararetli alkışlar şevk veriyor. Sayın Halit Kıvanç'ın coşkusunu unutamam. "Yarım Bardak Su", ölüme karşı aşkı savunan bir oyun. Şu anda doğan bir kelime ve formül ile: "Ölümselliğe karşı aşk." Bu söyleşimizin yayınlanmasıyla pek çok soru yanıtını bulmuş olacak sanırım. Mutlaka!
pe
Oyunu görmemiş olanların görerek tartışmaya dahil olmalarını diliyorum. Ayrıca, nereden bakarsak bakalım, öyle ya da böyle, yakın tarihimize ışık tutan bu tür oyunlardan yanayım. Bu açıdan da sizi kutlarım. Teşekkür ederim. Hem kendi adıma hem Tiyatro Kedi adına. Esasen sizin daha önce de tarihsel oyun çalışmalarınız oldu değil mi? Evet, 17. Yüzyılda geçen, IV. Mehmet'i konu alan "Avcı" adlı bir oyunum var. Sonra 1851'i kapsayan Namık Kemal'in "Akif Bey"i... Beş perdelik "Akif Bey"i iki perdeye indirgeyerek "Akif ile Dilruba" adıyla baştan yazmıştım.
Halid Ziya Uşaklıgil'in "Aşk- Memnu"su... Aşk-ı Memnu" da 1900'leri içeren bir oyun. Konusu 1914-1915 yıllarında geçen Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun "Kiralık Konak"ını da, sahneye uyarladığım bir diğer oyun olarak sayabilirim. Öyle anlıyorum ki, bu oyunlar tarihsel bir sıra izlemekte. 17. Yüzyıldan... Yani, arkadan "Yarım Bardak Su" mu geliyor? Hayır. Arada Nahid Sıtkı Örik'in "Yıldız Olmak Kolay mı"sı var. O hangi dönem? 1944. Sonra "Yarım Bardak Su"... Peki bundan sonra ne gelecek? Son otuz yılı kapsayacak bir oyun düşünüyorum. Böylece, tümü arka arkaya izlendiğinde son üç yüz elli yılın izlerine tanık olunabilecek. Böyle bir söyleşi olanağı verdiğiniz için size teşekkür borçluyum. Başarılar diliyorum. Sağ olun. Bu vesileyle, izin verirseniz tiyatrocu arkadaşlarıma ve tüm tiyatroseverlere buradan bir selam göndermek isterim. Selamınız yerine ulaşacaktır Sevgili Tarık Günersel...
17<
> Robert Schild
cy a
> rosch@superonline.com
Tiyatro Kedide "Yarım Kalanlar:
"
Yarım Bardak Su "
pe
Siyaset tarihinin gölgesinde -veya onu gölgeleyen!- nice aşklar yaşanmıştır. Sezar ve Kleopatra'nın ilişkisinden başlayabiliriz örneklerini sıralamaya. XV. Louis ile metresi Madame de Pompadour'un üzerinden, ilk kocasından boşanmış sevgilisi W. Simpson'un uğruna İngiltere tahtından vazgeçen VIII. Edward'ın öyküsüne dek... "Aynısından" bizde de var mı? Tabii ki var! "Yakın" olmakla birlikte, gene de genç kuşaklarımız tarafınca pek bilinmeyen Demokrat Parti döneminde, o dönemin başkişisi Adnan Menderes ile opera sanatçısı Ayhan Aydan'ın gizli (kalamamış!) aşklarının öyküsü, bugüne kadar nedense hiç işlenmemişti - t a ki, şair/yazar Tarık Günersel'in bu konuya el atmasına dek. İlginç bir rastlantıdır ki, aynı dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile müzisyen Vesamet Kutlu arasındaki aşkı konu edinen Kürşat Başar'ın "Başucumda Müzik" romanı da, bu yılın başlarında piyasaya çıkmıştı ve böylece Demokrat Partisi dönemi, bu kez değişik "romantik" açılardan pazarlanıyor bugün! Dahası, Türkiye'nin kara yazgılı başbakanı ve parlak bir geleceği olmasına karşın, daha sonra sessizliğe bürünen opera sanatçısının adları oyunun hiçbir bölümünde geçmese de, "Yarım Bardak Su", son haftaların belki de en çok tartışılan oyunu oldu.
50'li yıllar... Ülke, bir yandan çok partili demokrasiye geçme sancılarını yaşarken, beri yandan SSCB gözdağının karşısında kendini ABD'nin etki alanına bırakıp Kore'de savaşıyor, NATO'ya giriyor. Başkentin bir apartman dairesinde ise, tarihi belirleyecek bu kararların sahibi, "Her mahalleye bir milyoner" savsözüyle politikanın zirvesine tırmanmış ve kitleleri ardından sürükleyen bir başbakan ile sanatının zirvesinde bir piyano sanatçısını görüyoruz. Alımlı, sanatçı kişiliği kadar politik t u t u m u da güçlü bağımsız bir kadın. Kahramanların ikisi de ünlü, ikisi de evli! Beklenmedik bir aşk, beklenmedik çatışmalar, ancak izleyicilerce bilinen bir son... Oyunda "Başvekil" ve "Piyanist" olarak adlandırılan iki başkişi, dokuz yıl boyunca (oyunu izlerken saymadım, ancak anımsadığım kadarıyla) altı veya yedi kez, sanatçının dairesinde buluşurlar. İlk karşılaşma, bağlı olduğu partinin milletvekili seçimlerini kazanıp, ardından başbakanlığa getirileceği seçim gecesinde, piyanistin bir dinletisinin ardındandır. Diğer buluşmalar, bir buçuk-iki yıl aralıklarla aynı yerde olur. Birlikte sohbet edilir; müzikten ve siyasetten, ülkenin ve soğuk savaşın getirdiği dünya sorunlarından... Kadın zeki, demokrat, laik ve sorgulayıcı. Erkek, başlarda yenilikçi ve yürekli, ancak devletin başına geçmesinin ardından önce sakınımcı, gittikçe tutucu; yıllar ilerledikçe ise yasaklayıcı tutumlar dahi sergiler. Bu arada, bazıları zekice kotarılmış, izleyiciyi kesinlikle sıkmayan diyaloglara tanık oluyoruz. Çoksesliliğin piyanoya benzetilmesi, aile içindeki mutluluk hakkında "saadet varsa, zaten bozulamaz", veya "Başvekil'in girdiği "genel seçim"in yanısıra, onu bu dairede konuk eden kadın hakkında yapmış olduğu "özel seçim" tanımlamaları gibi...
"Başvekil" her ziyaretinde, "içmediğim, ziyan olmasın diye" yarım bardak su ister. "Yarım Bardak Su": yarıda kalan bir aşk - Menderes'in iktidarını "yarı d o l u " veya "yarı boş" olarak yorumlamak "yarıda kalmış" demokrasi ülküleri - o y u n u n adına bir açıklama getirmek, serbesttir! İlk ziyaretlerinde, ona yatak odasında bulunan piyanoda Beethoven'in Appasionata sonatını çalınmasını isteyen "Başvekil"in arzusu, ancak Londra'daki uçak kazasından sağ olarak kurtulup daireye ilk geldiğinde, sanki kendiliğinden oluşan t u t k u l u kucaklaşma sonucu yerine gelecektir - daha sonra "karnaval" olarak anımsadığı birliktelik olarak... Ne var ki, doruk noktasına ulaşan bu gizli aşk, çok geçmeden yargıevinde sorgulanacak ve onu "Başvekil olmasına rağmen" seven sanatçının "sevmek, suç mu?!" haykırışına karşın, darağacına giden yolun önüne geçilemeyecektir... Yassıada duruşmalarında, Adnan Menderes'in tek aklandığı "Bebek Davası"na da konu olan bu gizli aşkı oyunlaştıran yazar rolündeki Hakan Altmer'i, başta yönetmen olarak başarılı buldum. Özellikle "Piyanist'in tüm oyun boyunca kendisine yönelmesi, olayları yazara anlatanın kendisi olduğu çağrışımını vermekle, değişik bir sahne devingenliği de katıyor oyuna. "Ölümüne Suçlu" oyunundaki başarımıyla çeşitli tiyatro ödülleri almış olan Ayda Aksel, bu kez izlediğimiz "ikili'nin odak noktasını oluşturuyor, kanımca. "Taraf Tutmak" oyununda canlandırdığı Wilhelm Furtwaengler'in ardından bu mevsimde ikinci gerçek kişiliği canlandıran Can Gürzap, her zaman olduğu gibi dengeli ve düzeyli bir oyun çıkartıyorsa da... Belki rolündeki başkaldırı/tutku öğelerini uygun bir biçimde harmanlamasını bilmiş olması, belki de rolün bu özelliğidir, Aksel'i öne çıkarak; kırmızı ayakkabılarına uyan aynı renkteki sırtı açık elbisesi değildir, sadece! Sadık Kızılağaç'ın tasarladığı bu çarpıcı giysiyi alımlı "Piyanist" dokuz yıl boyunca niye üstünden çıkarmıyor, anlayamadım doğrusu! Barış Dinçel'in minimalist sahne tasarımının en çarpıcı nesnesi, "Başvekil'in ilk sahnede "içinden çıktığı" çerçevedir. Siyasi yaşama giriş ortamını simgeleyen bu resim çerçevesinin parçaları daha sonraki sahnelerde "Piyanist" tarafınca tek tek sökülürken, İngilizce dilinde en uygun biçimde tanımlanabilinen bir "deconstruction" süreci simgelenmekte... Ne var ki oyun izlenirken, iki temel soru ve eleştiri beliriyor. İlki, ülkenin en tartışmalı (olup, nedense pek tartışılmayan!) politikacısının yükseliş ve düşüşünü konu edinen bir "siyasi tiyatro" yapıtının, bu dönemi salt yasak bir aşk ilişkisinin gölgesinde irdelemesi gereği hakkındadır. Bu eleştiriye en kısa açıklama, dört duvarın içine yönelen "röntgencilik" dürtüsü ile "gişe" kaygısı olsa gerek. Öte yandan, Demokrat Parti dönemini bugün pek (veya "hiç?" mi desek!) bilmeyen kimi gençleri, bu yılları araştırmaya özendirecek böyle bir "vitrin", uygun bir araç mıydı yoksa? Belki de evet. "Paşa"nın kim olduğunu, "Vatan Cephesi"ni ve Londra uçak kazasını öğrenmeleri için; ancak o dönemin bir kilometre taşı olan 6-7 Eylül olaylarına niye hiç değinilmiyor?
a
İkinci soruya gelelim: "Bu oyunda tarihe mal olmuş birkaç unsur dışında karakterler ve diyaloglar tamamen hayal mahsulü" diyen oyunun yazarı (Pınar Aktaş, Milliyet, 2.3.2004) - ve oyundaki "yazar" - acaba gerçeği söylüyorlar mı? Diyaloglar birer düşgücü ürünü ve "birkaç unsur" olarak tanımladıkları, oyunda adları geçen Paşa, John F. Kennedy veya Hiroşima'lar olabilir - ne var ki, "Başvekil" ve "Piyanist" dışında önemli "karakterler" yok ki - ve bu ikili, birer "hayal mahsulü" değildir kuşkusuz!
pe cy
Bence özellikle bu son nedenle "Yarım Bardak Su" görülebilir, en azından o dönem hakkında bazı "başlıkların" anımsanması için - her ne kadar oyunun yazarı, "siyasi tiyatro" ile "pembe dizi" unsurlarını gereğinden çok harmanlarken, oyunun kendisini de birazcık "yarıda" bırakmışsa da!
Son bir söz, İpek/Hakan Altıner'in yönetimindeki Tiyatro Kedi hakkında: Afife Jale Ödülleri heyecanının sürdüğü bugünlerde, "Tiyatroda Cesaret" gibi yeni bir ödül yaratılacak olsaydı, bunun şu sıralarda başka bir sahneye verilmesi düşünülemezdi. Geçtiğimiz mevsime iki, yaz aylarına (apayrı bir yenilik olarak!) bir ve bu mevsime gene iki oyunla giren Tiyatro Kedi, şu sıralarda "Ölümüne Suçlu", "Tarla Kuşuydu Jüliet", "Bir Komiser Geldi" ve "Yarım Bardak Su" oyunları ile dönüşümlü olarak kaşımızda. Nice perdelere! ©
19<
> Üstün Akmen > uakmen@superonline.com
a
Ben, Beyefendiyi'yi Çoook Sevmiştim Hâkim Bey:
cy
" "Yarım Bardak Su "
pe
27 Mayıs 1960. Bir Cuma günü... Kinsiz, baskısız ve zindansız, kardeşçe bir sevginin ülke üzerindeki esas mutluluğunu ilk kez duyuyor, duyumsuyorum. Milliyet Gazetesi'nde Çetin Altan, "Taş" başlıklı köşesinde: "Çürümüş, süfli politik tertiplerin şahsi ihtiraslarla Türkiye'yi en tehlikeli badirelere, kardeş kavgalarına sürüklemek üzere olduğu bir sırada..." tümcesiyle başlayan yazısını yazıyor. Devrim olmuş.
Akıllı bir yapımcı İpek Kadılar Altıner. Bugüne değin, her keresinde buldu, buluşturdu, olabildiğince çarpıcı yapıtlar ortaya çıkardı. "Çarpıcı yapıt," derken, gişeye çarpan yapıttan söz ediyorum. Nükhet Duru'yu tiyatro sahnesine çıkardı, Fatih Ürek'i öne sürdü, Kerem Alışık'ın ramp ışıklarına siftahını sağladı. Bu adlar, magazin basınının çekici atları (at mı demek istemiş gerçekten, yoksa ad mı?) ya, gişe de yapıyor ya! Yaptı. Eleştirdim. Sanatsal açıdan eleştirdim. Kızmak mı? Ne haddime! Ama şu son birkaç yıldır, "Tiyatro Kedi" adı altında, hem gişe yapacak nitelikte hem de sanatsal içerik olarak kutlanabilecek oyunlar çıkarıyor. "Tarlakuşuydu, Jüliet", "Ölümüne Suçlu", "Bir Komiser Geldi" gibi... Şimdi de "Yarım Bardak Su"... "Yarım Bardak Su", 1960 devriminden on yıl öncesine giden tarihsel süreci ve o süreç içinde geçen bir aşk öyküsünü kapsamakta. Allak bullak tarihsel süreç, yanısıra Başbakan Adnan Menderes ile Soprano Ayhan Aydan'ın yasak aşkı. Ne günlerdi o günler! Gazetelerdeki: "Adnan Menderes'in gayri meşru çocuğu, Dr. Mükerrem Sarol tarafından alınarak öldürüldü," manşetini daha dün gibi anımsıyorum. Gazetelerin kullandığı bu haber, Yassıada savcılarınca kanıt sayılmış, Adnan Menderes hakkında, tarihe "Bebek Davası" olarak geçen dava açılmıştı. Bunun yanında, Başbakanlık kasasından çıktığı iddia edilen kadın külotu ve bir kutu da çıplak kadın fotoğrafı kanıt olarak kullanılmıştı. Menderes ise, bu t u t u m karşısında gönül ilişkisini yalanlamadı. Çocuğun öldürülmediğini, doğum anında öldüğünü söyledi. Adnan Menderes'in gönül ilişkisine girdiği Ayhan Aydan, gerçekten de Menderes'ten hamile kalmış, ancak bebekten kurtulmayı kesinlikle istemediği gibi, doğurmayı da çok arzulamıştı. Doğuma giren Dr. Fahri Atabey de, "bebeğin boynunu saran kordon yüzünden ölü doğduğunu" saptadığını söylemişti. Türk siyasi tarihinde, kaçamağı göze alan, evliyken yaşadığı bir ilişki yüzünden kendini kamuoyu önünde savunmak durumunda kalan tek başbakan Adnan Menderes olmuştu. Kamuoyumuz, bu gizli ilişkiyle, o tarihte "Biri Bizi Bilmem Ne Yapıyor", "Top Star", "Ana Beni Eversene" gibi televizyon programları olmadığı için (program ne kelime televizyon olmadığı için) olsa gerek, çok ilgilendi. Ayhan Aydan ise, Yassıada duruşmalarında tanık olarak dinlendiğinde şunları söylüyordu: "Adnan Menderes'i 1951'de tanıdım. Evli olmasına rağmen büyük bir aşkla sevdim. Bütün emelim ondan bir çocuk sahibi olmaktı. Bunu başaramadım. Ancak hangi vicdansız ana, üzerine titrediği bebeğinin öldürülmesine razı olabilir?" Mahkeme başkanı tarafından sevgilisini kurtarmaya çalışmakla
pe cy a
suçlansa da, kamuoyu, düşüncesini değiştirmeye, bu yasak ilişkideki masumiyete inanmaya, hatta sempati duymaya başladı. Duruşmaların sonunda Adnan Menderes beraat etti. Menderes'in beraat ettiği tek dava da bu oldu zaten. Fakat "devletin yüksek menfaatlerine ve istihbarat işlerine sarf edilmek üzere emrine tahsis edilen paraların bir kısmıyla opera sanatçısı Aydan Ayhan'a ev aldığı" iddiasıyla açılan davada suçlu bulundu. Ayhan Aydan benim için de çok önemli bir simge. Mahkemede karşılaşmalarını, eşsiz bir cesaretle Menderes'i savunmasını hiç unutmuyorum. Onun davranışı, mahkeme heyeti önündeki onurlu savunması, o günlerimde, yani on yedi yaşımda "aşk nedir" duygusu yaratmıştı bende. Hem de Menderes'e ve tüm yandaşlarına duyduğum olağanüstü kin ve nefrete karşın... Yıllar ve yıllarca "aşk nedir" diye düşündüğümde, hep Ayhan Aydan aklıma düştü. Sonraki günlerdeki perişan yaşamı, hele hele epilepsi hastası olan oğlunun, su dolu banyo küvetinde ölü bulunması, içimi bugünlerde dahi burkmakta.
pe cy
a
"Yarım Bardak Su", şair; öykü, oyun, libretto, senaryo yazarı, çevirmen, dramaturg, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sanatçısı, sinema oyuncusu Tarık Günersel'in oyunu. Günersel, 1950 Mayıs'ından başlayarak 17 Eylül 1961'e kadar geçen olayları akıtıyor. Her ne kadar Ayda Aksel, oyun için: "Adnan Menderes ve Ayhan Aydan'ın aşkından esinlenerek yazılmış bir senaryo. Ama tam olarak onların hayatını anlatmıyor (1 Ağustos 2004 - Akşam)," dese de, bence anlatıyor. Elbette bir belgesel niteliğinde değil bu oyun, ama birebire yakın bir aktarım biçemi var. Kore'ye asker gönderilmesini, Nâzım Hikmet'in Türk vatandaşlığından çıkarılmasını, Hüseyin Cahit Yalçın olayını, "Harika Çocuk" İdil Biret'in Paris'te Wilhelm Kempff ile verdiği konseri, siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren "Vatan Cephesi" çirkinliğini, Menderes'in yara almadan kurtulduğu 17 Şubat 1959'daki uçak kazasını bir bir işlemiş Tarık Günersel. Hem de, güzel sesi dışında arkadaşlarıyla kağıt oynamaktan başka hüneri bilinmeyen Ayhan Aydan'ı muhalefet sözcüsü gibi kullanarak... Ezanın Arapça okunmasını, radyodan dini program yapma yasaklarının sona erdirilmesini; ilk ve orta öğretimde din dersinin zorunlu hale getirilmesini; 12 Aralık 1950'de CHP Genel Merkez binasına hükümetçe el konulmasını; Rus yazarların kitaplarının okul kütüphanelerinden çıkarılmasını; 6-7 Eylül olaylarını; kapatılan gazeteleri, dergileri; toplatılan yayınları; İstanbul imarı adı altında 7289 binanın kamulaştırılarak yıkılmasını; Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı'nın önce bakanlık emrine alınıp, sonra görevinden uzaklaştırılmasını; İnönü'nün Uşak'ta taşlanmasını; 1959'da İsmet İnönü'nün İstanbul'da yaptığı konuşmaya yayın yasağı getirilmesini; Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam'ın yazılarının çevirisini yayınlayan dergi ve gazetelerin başına gelenleri; halkevlerinin, Türkiye Sosyalist Partisi'nin, Millet Partisi'nin kapatılmasını; T.C.K.'nun 141 ve 142. maddelerinin ağırlaştırılarak düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmasını; laiklik ilkesinden gıdım gıdım uzaklaşılmasını; İsmet İnönü'nün içinde bulunduğu Kayseri treninin vali emriyle durdurulmasını; hızlı büyümenin enflasyonist sonuçlarını; Tahkikat Komisyonu'nu; polisin Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerine ateş açmasını ve benzeri olayları da kıyısından köşesinden bir yerlere ekleseydi, yapıt belgesele yaklaşır mıydı, bilememi Haaa, bir de, "Odunu aday göstersem kazanırım", "Her mahallede bir milyoner yetiştireceğim" sözlerini Adnan Bey'e 1951'de, 1953'te söyleterek dramaturgi hatası mı işliyor diye sorabilirsiniz. Sanmam. Bilerek, isteyerek yapmıştır. Neden yapmış, neyi amaçlamış, işin o tarafını da bilemeyeceğim. Kısacası, dönemin panoramik fotoğrafını çekip, aşk öyküsüne kimi olayları f o n yapmış. Söylenecek söz yok, böyle yeğlemiş. Tarık Günersel, bilerek isteyerek eski sözcükler kullanmış. İyi de etmiş. Yoksa Türkçe'yi iyi kullanan bir kalemdir Günersel. "Bir söz ağzınızdan çıkana kadar size aittir; sonra siz ona ait olursunuz," diyebilendir. Düşünün hele, "Epoque" da, yeni sözcüklerle yazılmaz ya! Arkaik yapıyı ortaya çıkartmış Günersel. Yer yer eski ve yeni dilin karmasını kullandığı da olmuş. Olmuş, çünkü, ruh dünyalarındaki karmaşıklığı ifade edebilmek için öylesi de gerekmiş. Bu metni eline alan yılların deneyimli tiyatro adamı Hakan Altıner, canlandırılacak bu iki önemli karaktere, iki büyük oyuncu gerek diye düşünmüş. Sokak kapısı panonun arkasında mı, sağ yanda mı, yoksa "Başvekil" mutfak kapısından mı giriş-çıkış yapıyor anlayamadım ama sahne trafiği tıkır tıkır işleyen bir reji uygulamış. Hele bir de radyo haberlerini iç ses olarak verseymiş... Hele hele, Salim Başol'un celse açış konuşmalarını banttan ve Başol'un özgün sesi ile aktarsaymış... Finali uzatmadan Delikanlı ile bağlasaymış... Dikkat buyurun, "verebilseymiş, aktarabilseymiş, bağlayabilseymiş" demiyorum, zira istese vereceğini, aktaracağını, bağlayacağını biliyorum. Demek ki, istememiş. Söylenecek söz yok, böyle yeğlemiş. Barış Dinçel'in sahne tasarımı yalın ve kullanışlı. Darağacına dönüşen altın varaklı çerçeve iyi buluş. Sadık Kızılağaç'ın kostüm tasarımı mükemmel. Özellikle Ayda Aksel'in giysisi pek görkemli ve dönemine uygun. Can Gürzap'ınki de, Adnan Menderes'te alışılan titizlikte. Hele o yüksek boyunlu gömlek... Tuluyhan Uğurlu'nun müzik seçimine diyeceğim yok. Mesut Sarı'nın efektlerine de... Ama ışığa biraz dokunacağım. Sahneye düşen ışıklarda oyuncunun gölgesi zemine yansıyor. Oyuncunun gözleri karanlıkta kalıyor ve burun ağzın üzerinde gölge yapıyor. Mesut Sarı, neden 90 derece kullanmış? Hakan Altıner, oyuncularını çok iyi seçmiş ve de iyi yönetmiş. Ama oyuncular da oyuncu haaa! Yani leb demeden leblebiyi anlayacak düzeyin çok üstünde. Hakan Altıner, edilgen "Yazar" rolünü abartısız, dingin bir biçimde veriyor. Çağrı Şensoy'un da görevini bihakkın yaptığının altını çizdikten sonra, Can Gürzap'a değinmek istiyorum. Can Gürzap "Beyefendi"yi bilinçli araçlar kullanarak, dışsal bir imgeyi zihinsel olarak yaratarak, içsel gözünü kullanarak biçimlendirmiş. Ve Ayda Aksel... Aksel, sahne üzerinde resmettiği "Piyanist'in yaşamının koşullarını yeri geliyor değiştiriyor, yepyeni bir üstün yönelime inanmak için bu yaşamı kendi içine sindiriyor, kendisini oyun boyunca temel aksiyon çizgisine bırakıyor. Sonra... Yok, yok anlatmayayım. İyisi mi gidin ve seyredin Ayda Aksel'i. Oyunun sonunda ellerinizi istediğiniz kadar birbirine çarpın. Alkışınızın ve alkışların yetersizliğine şaşıracaksınız. SÖZÜN ÖZÜ: İstediğiniz kadar eleştirmen gözlüğüyle bakın, dilediğiniz gibi eleştirin; yapılırken heyecan duyulan iş, oradan bakıldığında bile başarılı görünüyor©
> KIRK YILDA BİR > Mustafa Demirkanlı
Afife Ödülleri" Nereye Gidiyor? 16 Mart akşamı, bir gün önce 40 derece ateşler içinde yatmama, üstelik üst dişlerimin tamamını aldırmış, konuşmakta zorlanıyor olmama rağmen "Afife Ödülleri" aday tanıtım toplantısına katılmak üzere yola çıktım ve gittim. Neden? Tiyatroya önem veren, parasıyla, puluyla, yüreğiyle böylesi önemli bir organizasyonu gerçekleştiren grubunun gecesinde olmam gerektiği için, öyle hissetiğim için. İyiki de gitmişim, gecenin bir vaktinde Yapı Kredi Sigorta'nın Genel Müdürü Erhan Dumanlı ile 7 nci kez tanıştım, -tanışmanın tek olduğunu, sonrasındakilerin karşılaşma olduğunu bildiğimi ifade etmem gerekir ki Türkçe cahili olduğum sanılmasın- iyi ki de bir daha tanışmışım (!) Son üç yıldır, acaba desem mi, demesem mi, hadi demeyeyim deyip yutkunduklarımın, artık "Afife Ödülleri"ne zarar verdiğine iyice ikna oldum. Her geçen gün kan kaybeden, çokça eleştirilmeye başlanan "Afife Ödülleri"ne ilişkin kaygıları, zarar vermemek adına dergi sayfalarına yansıtmamaya özen gösterdik. Bizim bu hassasiyetimizin organizasyonun sahiplerinin pek de umurunda olmadığını görmek, acı da olsa önemliydi benim için, o akşam. Bir finans kuruluşu çıkmış ve tiyatro için önemli olabilecek bir katkı yapmaya kalkışmış, sadece desteklenmeli diye düşündük ve öyle davrandık yıllardır, ta ki 16 Mart akşamına kadar. 7 nci kez tanıştığım (!) Sayın Dumanlı'nın ne tiyatro ne onun etiği ne de yaptığı iş umurunda değilmiş, başında olduğu kurumu saygın bir iş yapıyormuş gibi gösterip, prim toplamak, reklam yapmakmış tek derdi,
a
o söyledi, ben aktarıyorum.
"Afife Ödülleri"nin, gerekli ve önemli bir biçimde ortaya çıktığını ama son üç yıldır oldukça değer
pe cy
kaybettiğini ifade ettim, isim vermedim, herhangi bir kişiyi ima bile etmedim, herhalde bir sıkıntı varmış ki, "iki cadıdan bahsediyorsun" deyevirdi bir anda Dumanlı. Şaşırıp kaldım orta yerde, aslında aklımda iki kadından bahsediyorsun kalmıştı ama yanımızda olan Handan Şenköken daha sonra hatırlattı, "iki
cadı demişti" diye, doğru söylüyordu, öyle demişti, bu ifadesine karşı ben de şunu söylemiştim; "Sizin oluşturduğunuz ödüller, Seçici Kurul'u da siz belirliyorsunuz, sonuçta bu kurulun vereceği kararlar sizi bağlar." Ne kadar naif bir yaklaşım değil mi? Sayın Dumanlı, suratıma nakşeden şu yanıtı verdi, "Biz profesyoneliz, bunlar gider, biz yolumuza devam ederiz, gerisi boş.
Sayın Dumanlı yerden göğe kadar haklı, tayin ettiği Seçici Kurul'daki iki insana "cadı" demekten beis duymuyor ama onların verdiği kararları da önemsemiyor, zaten profesyonel, bu noktada benim söyleyeceğim tek bir söz kalmadı Sayın Dumanlı'ya. Yerden göğe kadar haklı.
Ancak, yılların tiyatrocusu Haldun Dormen'in bu duruma seyirci kalması, kalmanın ötesinde organizasyonu bizzat yönetmesi, her taraftan yükselen ama bir türlü -şimdilik- dile getirilmeyen bu geri gidişte hiç mi sorumluluğu yok? "Afife Ödülleri" artık tiyatro camiasına mal olmuş bir ödüldür, bu ödülü korumak da tiyatro insanlarına düşer. Organizasyonun sahibi Sayın Dumanlı'nın bu yaklaşımı hoş olmadığı gibi, sanırım Haldun Dormen'in de bilgisindedir, öyle olmalıdır, böylesi bir yargı bir anda oluşmaz ve ifade edilmez. Bu durumda her yıl "Afife Ödülleri" töreninde açılış konuşması yaparken, Sayın Dumanlı'ya teşekkür etmenin de bir gereği olmamalı, en azından "Afife Ödülleri"ne saygı adına, değil mi Haldun Abi? Ayrı bir konu ama, adaylar belirlenirken ölçütler neler bu da pek anlaşılmaz olmaya başladı. Örneğin "Yılın En Başarılı Sahne Müziği Ödülü", müzik düzenlemelerini de kapsıyor mu? Kapsamamalı gibi geliyor bana, ama kapsıyorsa da kendi bilecekleri bir iş, yoksa aday belirlerken bilgisizlikten dolayı böylesi bir yanlışa düşüdüğünü sanmıyorum, bu kadarı da olmaz değil mi? Ben, bu yıl da "Afife Ödülleri" dağıtım töreninde olacağım, tanık olmak için. Umarım ileriki yıllarda adına yaraşır bir ödül olarak tekrar ilk yıllarındaki saygınlığına kavuşur, kavuşmalıdır da. Ama, eleştirilere kapalı, "ben yaptım o l d u " mantığı ile hareket etmeye devam edildikçe, gerçekten yazık olur, "Afife Ödülleri'ne de, Afife'ye de >23
cy
a
Ali Taygun-Metin Balay
Er Meydanının Konuğu
pe
Ali Taygun ve Macbeth'i Metin Balay'a Karşı
Bu sezonun çokça tartışılan kimi eleştirmenlerin olumsuz, kimilerinin ise olumlu eleştirdiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı "Macbeth"i er Meydanı'na konuk ettik. Oyunun rejisörü Ali Taygun ile Tiyatro Eğitmeni ve Rejisör Metin Balay tartıştılar.
Metin Balay birçok insanın kafasını kurcalayan soruları art arda yöneltti, Ali Taygun kendi görüşlerini açıkladı. Biz, önce teybin kayıt tuşuna bastık, sonra bant çözümü yapmakla yetindik, sonuçta ortaya doyurucu bir tartışma çıktığını sanıyoruz. Metin Balay: Sizin yorumladığınız Shakespeare, bugüne kadar alışılmış oyunlardan hayli farklı. En önemli fark, Mezopotamya ağırlıklı olması. Shakespeare'in bu oyununda, yazıldığı dönemin mülkiyet ilişkileri ve buna bağlı olarak hem seyircisinin, hem kendisinin içinde yer aldığı sosyo-ekonomik ilişkiler var. Yani, önce Shakespeare'in anlattığı dönemin mülkiyet ilişkileri, sonra günümüz seyircisinin sosyo-ekonomik ilişkileri... Bu ilk ikisinin, yani Shakespeare'in yaşadığı dönemin ilişkilerinin çakıştığını varsayabiliriz. Çünkü, en azından biz, Macbeth'in öyküsünü Shakespeare'in ağzından dinliyoruz. Dolayısıyla, bu ikisini, yani Shakespeare'in oyununda dile getirilen ilişkilerle, buna bağlı olarak ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapının, günümüz Mezopotamya'sının mülkiyet ilişkileri ve sosyo ekonomik yapısıyla bire bir örtüştüğünü düşünüyor musunuz? Bu iki yapı arasında gördüğümüz tamamen örtüşmüyorsa farklılıklar neler? Bunlar bu yorumu yapmaya engelleyici nitelikte değiller mi, esas sormak istediğim bu. Söyleşi fotoğrafları: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
Ali Taygun: Dediğiniz çok doğru. Önce kısa bir açıklama yapayım: Aristo tanımıyla tragedya tek bir zamanda, tek bir mekânda geçen tek bir olayı anlatır. Bu tarif Rönesans'ta aşıldı. Önceleri olay daha geniş bir zamana yayıldı, değişik mekânlarda cereyan etti. Elizabeth devri tiyatrosunda birden çok olay anlatıldı. 'Aristo Birlikleri'nin aşılması burada bitmedi. Bugün ben, sahne üzerinde tarihin farklı anlarını aynı anda gösterme diye bir sorun
olduğunu düşünüyorum. Bunu geliştireyim: Tragedyanın, klasik oyunların sahnelenmesinde istesek de, istemesek de üç vakti bir arada yaşarız. Bunlardan birincisi tragedyanın ele aldığı olayın tarihte gerçekleştiği vakit. "Macbeth" için bu XI. Yüzyıl. Mekân İskoçya. Toplumsal üretim tarzı, ilkel feodal. Toplumun örgütlenme biçimi, basit aşiret düzeni, 'klan' düzeni. İkinci vakit, oyunun yazıldığı vakit. Yine "Macbeth" için bu, 1605 gibi. Mekân Londra. Toplumsal üretim tarzı, bu kere gelişmiş feodal. Merkantil kapitalizm bunu zorluyor. Toplum meşrutî krallık düzeninde. Üçüncü vakit, oyunun sahnelendiği vakit. Yani 2003. Yer: İstanbul. Kapitalist üretim tarzına geçiliyor. Cumhuriyet var. Demokrasi kuruluyor. Bu vakıaları tespit ettikten sonra ne yapmak istediğime geçelim. Bunu şimdiye kadar biraz dolaylı anlattım, çok sade ifade etmeye çalıştım. Pek başarılı olamadım. Müsaade ederseniz, şimdi, biraz daha teorik olayım. Bugün bizim içinde yaşadığımız ülkenin de, çevremizdeki Yakın Doğu toplumlarının da bence temel meselesi egemen feodal zihniyetten demokrat zihniyete geçiş meselesidir. "Macbeth" sahnelemesinde örnek olarak ele aldığımız Mezopotamya toplumları, feodal üretim tarzının, aşiret düzeninin hâlâ egemen olduğu toplumlar. Bizim gibi, hatta Rusya gibi toplumlarda üretim tarzı çok daha gelişmiş, ancak feodal zihniyet insanlar arası ilişkilerde başat konumdan düşmemiş. İnsanların gelişmiş teknoloji kullanmaları onların değerler sistemini hemen etkilemiyor; yıllarca, kuşaklarca eski değerler, eski toplumsal kurumlar varlıklarını, hatta egemenliklerini koruyorlar. İsim değiştiriyorlar ama duruyorlar. Biz böyle bir toplumda yaşıyoruz. Bu zihniyetle hesaplaşmadan ilerleyemeyiz. Hesaplaşmanın şartı ise, kendinde olanı daha iyi tanımak. Tanımak, ayırt etmek, adını koymak. 'Teşhis' olmadan 'aşmak' mümkün değil ki! Bunun yöntemi olarak şunları düşünüyorum: Anlamanın yolu, bin yıllık bir sürede neyin değiştiği ile neyin değişmediğini bir arada görmek. Zamanımızın bir sorunu da, değişimi adeta 'kendiliğinden' bir süreç sanmamız. Günümüzde teknoloji hızla ilerliyor ya, toplumsal olan da böyle oluyor. Hani her yıl 'yeni' model arabalar çıktığı gibi, yeni değerler de doğuyor sanki. Oysa, bu reklam dünyasının yarattığı bir yanılsama.İnsanlar arası ilişkileri belirleyen temel değer sistemleri değişime çok direşken. Bunları değiştirmek yüzyıllar alıyor. Belki de fena bir şey değil bu! "Macbeth" olayına 1605 merceğinden bakarken görüleni, ikinci ve her iki görünüşü içine alan bir 2003 merceğinden izlersek, değişen ve değişmeyeni kavrarız düşüncesiyle yorumlamaya gittik. Oyunun mihveri üç yüzeyde de ortak olan aşiret (klan) zihniyeti.
cy a
Tabii ki, günümüz Mezopotamya'sının sosyo-ekonomik yapısıyla, bundan bin yıl öncesinin İskoçya'sının sosyo-ekonomik yapısının tam olarak örtüştüğünü söyleyemeyiz. Ancak, şu iddia üzerine bina ettim bu çalışmayı: Bugünün Mezopotamya'sındaki sosyo-ekonomik yapı, Macbeth'in yaşadığı dönemin sosyo-ekonomik yapısına çok benziyor. Elbette, bugün orada da petrol var ama petrol zengini Mezopotamya ile aç bi-ilaç İskoçya'yı karşılaştırmak yanlış olur. Ancak, aşiret yapısını (çünkü petrol yeni bir şey, yüzyıl önce yoktu) o zaman yüz sene öncesinin Mezopotamya'sıyla karşılaştırdığınız zaman, İskoçya'nın klan yapısının, bizdeki aşiret yapısıyla çok büyük benzerlikleri olduğunu görüyoruz.
pe
M. B.: Burada işaret ettiğiniz benzerlik klan yapısı üzerine. Peki mülkiyet biçimi açısından? Oyunda Shakespeare'den bize gelen çok net bir feodal mülkiyet biçimi var. Yüz yıl öncesinin Mezopotamya'sında, bin yıl önce İskoçya'da görülen formuyla özel mülkiyeti geliştirme yolunda bulunan, yani kapitalizme geçme yolundaki uğraşın, yüz yıl önceki Mezopotamya'da bulunduğunu mu düşünüyorsunuz?
A. T.: Hayır. Bin yıl öncesinin İskoçya'sında çok ilkel bir mülkiyet biçimi var. Zaten geniş
topraklar yok, toprak ağalığı da pek söz konusu değil. Bir aşiret düzeni var ve bu düzenin ortak mülkiyeti bulunmakta. Bunun dönüşüm noktasıdır Macbeth, çıkış noktası burasıdır. Esasa dönersek, 1050 yıllarının İskoçya'sı ile petrolsüz Mezopotamya'nın mülkiyet düzeni birbirine çok benziyor. Mezopotamya'da da ilkel mülkiyet ilişkileri var, yani kapitalist mülkiyet ilişkisine geçilmemiş. Buna ilkel-feodal diyoruz. Ama Shakespeare döneminin özelliği, kapitalist ilişkiler başlamış, Shakespeare'den yirmi-otuz yıl sonra, kapitalist sınıf diyebileceğimiz burjuvazi, kralı deviriyor, iktidara geliyor. M. B.: Ben de onu soracaktım. Shakespeare'in bize anlattığı dünya, daha doğrusu "Macbeth", kapitalizmin ilkel birikim dönemine denk gelmekte. Bizim izlediğimiz, Shakespeare'in anlattığı Macbeth dönemi üstüne bir hikâye yazmıyorsunuz. Onun anlattığı dönemi izliyoruz. Dolayısıyla, bizim için esas olan, yani örtüştüğünü varsaydığımız nokta tam burası. Shakespeare, bize öyle bir dünyadan hikâyeler anlatıyor ki, bu dünya kapitalizmin ilkel birikiminin gerçekleştiği dönem. Keşifler, icatlar yapılıyor, dünyanın önü açılıyor, idealler gerçekleşiyor. Bir yandan da, bunları gerçekleştiren son derece kanlı bir arka yüz... Yani köleleştirme, sömürgeleştirme, Amerika'nın keşfi, Afrika'nın keşfi falan. Tam böyle bir dönemde, Shakespeare kendi dönemini anlatmak için tarihe bakıyor. Aynı şeyi siz de tarihe bakarak yapıyorsunuz. Siz de günümüze ışık tutmak için iki ayrı mercekten bakıyorsunuz. A. T.: İşin enteresan tarafı, Shakespeare kendi gününü somut olarak da birleştiriyor. Macbeth'i cadıların sarhoş ettiği sahnede (biz bunu başka türlü yaptık, esasında vardır), hayaletler çıkar. Dokuz hayalet, birbiri ardından... Bunlar Macbeth'in öldürdüğü Banquo'nun ahfadıdır. Salonda, oyunu en ön sıradan izleyen Kral I. James, bu soyun onuncu neslidir. 9. hayalet çıkarken elinde bir ayna vardır. Ben, bunun niye olduğunu uzun zaman anlamadım. Sonra günün birinde fark ettim: Aynayı son hayalet I. James'e tutuyor ve seyirci aynadan kralını, yani Banquo'nun onuncu nesil torununu görüyor. Ve böylece, olayla o günkü sahnelenme arasında bağ kuruyor Shakespeare. (Ayrıca I. James'in de hoşnutluğunu kazanıyor.) M. B.: Sizin oyunda çok net gördüğüm iki bağ daha var. Kapıcının tiradı. Çünkü kapıcı öyle şeyler söylüyor ki, kendi gününden cehenneme gitmesi muhtemel olan bütün insanlara Fransız terziden, üçkâğıtçı, hortumcu çiftçiye kadar bir sürü insanı çağırıyor.
pe cy a
A. T.: Ayrıca orada bir yıl önce vukuu bulmuş meşhur barut suikastı var. Açıklayalım: Şimdi "Macbeth" Shakespeare tarafından, I. James'in talebi üzerine sahneleniyor. Danimarka kralı misafir gelecek. Aslında, kral tiyatroyu pek sevmiyor ama misafire bir jest yapmak istiyor. Bize bir oyun yap, misafir kral eğlensin diyor. Shakespeare de, içinde Banquo'nun olduğu, çalışılmış fakat oynanmamış bu oyunu yapıyor. Oyunun sahnelenmesinden bir yıl önce, Hollanda kökenli ve protestan suikastçılar parlamentonun toplanacağı yerin altındaki bir odaya barut yığmış. Niyetleri, parlamentonun açılışında I. James'in geldiği sırada barutu patlatacaklar, herkes ölecek. Milletvekilleri ve kral ölünce, onlar da cumhuriyeti ilan edecekler. Bu olay, bir şekilde ihbar ediliyor ve adamlar yakalanıyor. Oyunun içinde kapıcı çok önemli bir karakter. Birçok önemli fonksiyonunun dışında konuşmasında bu konuya da atıf yapıyor. Sözü geçen 'çiftçi', 'terzi', vb. bu suikastı düzenleyenlerin kod adları. Nasıl bugün kapıcı 'El Kaide' dese, seyirci ne kastettiğini anlarsa, oyunda da 'çiftçi' denilince kimi kastettiğini ve bu olaya gönderme yaptığını anlıyor. Macbeth'in Duncan'a yaptığı suikast ile, bunların I. James'e yaptığı suikast arasında da yine bir bağ kuruyor Shakespeare ve o günün seyircisi tabii bundan ayrı bir lezzet alıyor. Bu, tabii bizim için geçerli değil, çünkü olayları bilmiyoruz.
>26
M. B.: Burada örtüşmeyen bir nokta görmediniz mi? Örtüşenleri anladık ama sizce örtüşmeyen nokta yok mu?
a
A. T.: Birinci örtüşmeyen nokta kültür, yani ayrı iki kültür. Şimdi, fukaralık bakımından birbirlerine çok benziyorlar. "Braveheart" filmini hatırlayalım. "Macbeth" olayından iki yüz yıl sonra geçen bu filmde, İngilizler bir İskoç köyünü basıyor. Taştan duvarlar, üstüne çalı çırpı örtülmüş tavan, basit kulübeler... Kulübelerde hayvanlarıyla yatıp kalkan insanlar. Doğu Anadolu'da mezralarda gördüğümüz evlere benzer yerlerde yaşayan insanlar. Bu bakımdan birbirleriyle örtüşüyorlar. Dil olarak, din olarak, kültür olarak tabii ki çok farklılıklar var. Bu bana ikinci bir çeviriyi yapma zorunluluğunu getirdi. Çünkü, bu kültürün, yani bizim seyirciye gösterdiğimiz dünyanın dili, bizdeki Shakespeare çevirilerinin diliyle uyuşmuyor. Ben, dili bizim oyunun kostümleriyle uyuşturmaya çalıştım. Ama asla bir uyarlamaya gitmedim. Aynı manaya gelecek başka kelimeler bulmaya çalıştım. Büyük bir hassasiyetle Shakespeare'in eseriyle hiçbir kelimenin farkı olmamasına gayret ettim. Her kelimenin birkaç karşılığından birini seçerek, bizim kültürümüze uygun olmasına gayret ettim.
pe cy
M. B.: Sizin çeviriniz oldukça başarılı. "Hak batıldır, batıl hak". Bu çeviri bence çok başarılı ve Shakespeare'in baktığı noktayı temsil ediyor. Yani, öyle bir dünya ki bu, öyle altüst olmuş ki, bu altüst oluşun temelinde olağanüstü ve Shakespeare'in yaşadığı dünyadan kapitalizme dönüş noktası var. Böyle bir dönüşümü Mezopotamya yaşadı mı? Yani, yüz yıl önceki Mezopotamya tam bu noktada mıydı? A. T.: Hayır. Onun için yüz yıl önceki Mezopotamya'dan bugüne atıf yapmaya çalıştım. Üç altüst oluş dönemi var. Bir: Macbeth dönemindeki altüst oluş. Şöyle: Macbeth dönemine kadar İskoçya'daki aşiret reisleri aralarında toplanıp içlerinden birini ömür boyu kral seçiyorlar. Bu eşitler arasında bir reis oluyor. Fazla bir iktidarı yok. Bir koordinatör gibi. Yani her aşiret kafasına göre davranamıyor. Böyle bir kral olan Duncan oyunun başında Macbeth'in asilere karşı başarısını övdükten sonra, herkes Macbeth'i kendinden sonraki kral olarak önermesini bekliyor ama Duncan bunu yapmıyor; benim oğlum kral olacak diyor. O dönemde kabul edilir gibi değil. İşte Macbeth'i çıldırtan, Duncan'a karşı tavır almasına neden olan bu. Macbeth, yaşı itibariyle de, başarısıyla da kendini krallığa layık görüyor. Duncan, onun yerine kendi tıfıl oğlunu kral olarak gösterince ortalık karışıyor. Bu arada İngiltere'de neler oluyor? Feodalden kapitalizme geçiş yaşanıyor. Yirmi, otuz sene sonra gerçekleşecek bir devrim bu. Bunun hazırlığı hissediliyor.
Günümüz Mezopotamya'sında yine aşiret düzeninden, bir merkezi devlet düzenine geçiş yaşanmakta. İngilizler birtakım krallar getirmiş başlarına. Halk bunlara Suriye'de, Irak'ta, İran'da karşı çıkmış. Ama bunların yerine kanlı bir rejim gelmiş, demokrasi olmamış. Bu noktada, ben Macbeth olayıyla, Saddam olayı arasında çok büyük paralellikler gördüm. Sahnelemeden önceki düşüncelerimde (ki o zaman savaş başlamamıştı) İngilizleri modern çöl kamuflajı giymiş askerler olarak düşündüm. Macbeth olayında, dağ insanları olan İskoçlar ve karşılarında ovaya yerleşmiş, gelişmiş İngilizler var. Dağlı İskoçlar belli zamanlarda inip İngiliz çiftliklerini yağmalıyor ve tekrar dağa kaçıyorlar. İngilizler de bunlardan gına getirmiş, bir şekilde bunlara hakim olmak istiyor. Ama onları yakalamak çok zor, gerilla savaşı gibi (yine "Braveheart" filmini hatırlayalım). Ova insanları sonunda akrabalık bağı kurarak bunlara egemen olmaya çalışıyor. Duncan da ingilizlere akrabalık bağıyla bağlı. Oğlu Malcolm, Macbeth'in iktidara gelip onu devirmesinden sonra, İngilizlere sığınıyor ve İngilizlerle beraber dönüyor. Savaşı kazanan İngiliz ordusudur, Macbeth'e karşı ayaklanmış İskoçlar değil. Oyunun sonu için şöyle bir şey düşünmüştüm: Malcolm, İngiliz kampına gittiği zaman, birden kamuflajlı askerleri görecek, yani Irak savaşındaki askerleri... Ve en sonunda da, Malcolm krallığını ilan ederken ortada oturacak, iki yanında da dev gibi iki Amerikalı asker, "M 15" silahlarıyla... Dayısı da, elini omzuna koymuş. Bu bana çok fazla kör parmağım gözüne olacakmış gibi geldiği için vazgeçtim.
27 <
M. B.: Bunlar sizin gördüğünüz uygunluklar. Çeviri olayına değindik, yeniden çeviri yaptınız yani. A. T.: Yapmak zorundaydım, çünkü Shakespeare'de bir vezin olayı var. Şimdiye kadar yapılan çeviriler vezinsizdi. Kimi yerde aruz, kimi yerde heceye düştük ama mutlaka hece sayısı itibariyle düzgün bir vezin tutturduk. Yani oyun, nazımdır ve öyle olması gerekir, çünkü o oyunun yürümesine yol açıyor. M. B.: Yani oynanma gücünü vezinden alan bir metin. Bir şey daha soracağım: Bu örtüşme içinde, kadının konumu da örtüşüyor mu sizce? Çünkü, Shakespeare'de, Lady Macbeth'in çok asal bir fonksiyonu var. Bu sizin, yani Mezopotamya'daki İslamiyet'in etkisi altındaki kadının konumuyla, Lady Macbeth'in konumunu da örtüştürebiliyor muyuz? Lady Macbeth'i yorumlamakta zorlandınız mı, ne tür sorunlar yaşadınız? A. T.: Lady Macbeth'in bir büyük sorunu var oyunda. Olayları harekete geçiren, itici güç olan kadın, oyunun yarısında birden bire yok oluyor. Sadece bir tiradı var ki, orada da hiçbir şey yapmıyor. Okuyor, çıkıp gidiyor. Sahnelemede bir temel sorunumuz da bu problemi çözmek oldu. Neden bu kadın birden kayboluyor, burada da işte bu benzerlikten hareket ederek şöyle bir hikâye uydurduk. Lady Macbeth, malûm yaşça Macbeth'ten büyük. Bir ihtimal onun ağabeysiyle evliymiş, (bunu biz uyduruyoruz). Ağabey ölmüş, hatta ondan belki çocuğu da olmuş. (Bir yerde ben emzirdim diyor. Emzirdiği kim? Çünkü Macbeth çocuğu yok diye bunları yapıyor. O çocuk da, sonradan ölmüş olabilir.) Ağabeyi ölünce, bunu Macbeth'le evlendirirler ve Macbeth bir yerde onun kocası, bir yerde çocuğu olur. Onun başarısı kendi başarısı olacak. Gerek o zamanın İskoçya'sında, gerek günümüz Mezopotamya'sında kadının öne çıkması pek mümkün olmadığından, hani, Kösem Sultan gibi bir tip düşündük.
a
İşte bu yüzden, Macbeth'i biz savaş kazanmış komutan olarak boylu poslu düşünmemiz gerektiğinden, Levent Üzümcü gibi birini değil, nispeten daha ufak tefek olan Murat Garipağaoğlu'nu seçtik. Onun çocuksu halini ve küçüklüğünü esas aldık. Önce kavgacı ama saf bir insan olarak başlıyor, sonra pişe pişe, şeytanlaşa şeytanlaşa, o korkunç Macbeth oluyor. En sonunda da (o meşhur tiradından sonra) "rindane" bir havaya girip, yavaş yavaş ölümüyle yüzleşiyor.
pe cy
işte bu güzergâh üzerinden yürüyen Macbeth, birinci perdenin sonunda Lady Macbeth'i aşıyor. Artık sana ihtiyacım kalmadı, ben oldum diyor ve kadını adeta kovuyor. Karısını aldatıyor, bile bile yalan söylüyor ona. Bu şekilde, Lady Macbeth de, ölümüne giden çizgiye oturuyor ve kayboluyor ortadan. Çünkü, kocasının artık ona ihtiyacı kalmamıştır. Genelde kadının fonksiyonu da, sanırım ortaya çıktı. Bizim versiyonumuzda Macbeth, karısı ona fazla diklendiğinde onu iter kakar, yere atıp, tepesine çıkıp, boğazını sıkar. Bizde olan bir şey bu. Zamanın İskoçya'sında da, kadına böyle tavır alınabiliyor. Kadın, hiçbir zaman öne geçemeyen ikincil bir yaratık.
M. B.: İslam yapısı içinde, olsa da olmasa da kadına kişilerin tavrı açısından bir fark olmadığını söylüyorsunuz. Şimdi ben son sorumu sorayım: Bütün bunları gerçekleştirirken (aslında bunu bir rejisöre sormak çok zor) ne tür zorluklarla karşılaştınız, sahne üzerindeki bütün unsurlar sizin yapmak istediklerinize sindirilip, yansıtılabilindi mi? Burada iki
>28
a
noktayı açmak istiyorum, dekora baktığımızda bu kurduğunuz mekân anlayışında, Mezopotamya'da ilk beklenti biraz ya çok yanılsama yaratacak bir dekor ya da bu yanılsamayı seyircinin düş gücünde yaratabilmesi için boş bir mekân. Halbuki, biz tam tersini görüyoruz, sahnede devasa bir dekor var. Bu açıdan, sanki kurduğunuz dünya ile dekor arasında bir sorun varmış gibi gözüküyor. İkincisi de, tipik bir örnek vereceğim, cadılar. Cadılara baktığımızda bunlar hiç Mezopotamya'ya ait değillermiş gibi gözüküyor. Yani, kurduğunuz dünya ile hiçbir ilgileri yok, bambaşka bir dünyadan geliyor gibiler. Hatta, çok fazla günümüz konservatuvar dünyasından geliyorlarmış gibi. Bütün bunlar, sizin kurmaya çalıştığınız dünyaya ters değil mi? Çünkü, bir oyunu hiç kimse yönetmeninden daha iyi eleştiremez. Neyi ne kadar yapabildiğini, yapamadığını en iyi o bilir. Dolayısıyla, işte size bir fırsat. Neyi ne kadar yapabildiniz?
pe
cy
A. T.: Shakespeare oyunları çok sahneli. Dekorla fazla oynarsanız, sık sık aksesuvar getirip götürürseniz, bu arada da ışığı durmadan söndürür, seyirciyi karanlıkta bırakırsanız bir süre sonra sıkıntı başlar. Kimi eleştirmenler, kimi yönetmenlere aşağılayıcı bir tavırla 'trafik rejisörü' diyorlar ama bence trafik rejisörü olmak çok önemli. Oyunun akıcı olmasını sağlamak çok önemli. Ve Shakespeare oyunlarının mutlaka akıcı olması gerekiyor. Bunu sağlamak için, oyunu boş bir alanda oynatabilirdik, bunu da düşündük. Ancak mekânı ve üretim düzeyini vurgulayan bu dekoru seçtik. Tomris Kuzu'nun dekoru oyunun akışına çok yardımcı oldu. Özellikle mezra havasını dekoruna yansıttı. M. B.: Ben oyunu Haldun Taner Sahnesi'nde izledim. O salonun sahne-seyirci ilişkisi bakımından ön alanı belki boşaltmak gerekirdi.
A. T.: Zaten boşalttık.
M. B.: Bilemiyorum ama dekorun demirini ve üstündeki boyasını gördüğünüz zaman zaten etkisi gidiyor.
A. T.: Bu bir seçim. Nasıl: "Ben İrlanda'ya gidiyorum," lâfını (ki, seyirciyi rahatsız eden bir lâf) çıkartmadıksa, dekorun demirine de dokunmadık. Oyun, Shakespeare'in yazdığı "Macbeth"tir, biz görünüşünü değiştirdik ama esasına dokunmadık. Bunun bir çeşit işareti olarak var o İrlanda meselesi de, dekorun arkasındaki demirler de... Biz bunu Mezopotamya'da geçirtiyoruz ama aslı orada geçmiyor. Uyarlama değil. Eserin aslının işareti olarak bıraktık bunları. Seyirci bunu idrak eder diye düşündük ama herhalde biraz yanlış yaptık çünkü çok infial geldi. Çelişki çok rahatsız ediyor kimilerini. İkincisi, oyunun kostümleri tam istediğimiz gibi olmadı. O sırada tiyatronun atölyesinde çok fazla sayıda kostüm yapılıyordu. Kostümle fazla oynama olanağımız olmadı, onun için idare ettik demek zorundayım. Örneğin, bir eleştiri geldi, kaftan konusunda. Öyle görünmüş, aslında cübbe olması lazımdı. Kılıçlar istediğimiz kılıçlar değildi, eğrildi büküldü. Ama asıl üstünde durulması gereken oyunculuk sorunu. Shakespeare gibi duran ama aynı zamanda Mezopotamya gestusunu taşıyan bir sahneleme istedik, uyarlama değil. Bunun için de dil açısından şöyle bir seçim yaptık: Dil, tını olarak, müzik olarak Mezopotamya'yı, yani bizim Doğu Anadolu'muzu taşıyacak ama harflerin yanlış telaffuzunu ya da yöresel telaffuzunu taşımayacak. Yani, Doğu'lu fonetiğiyle konuşmayacaklar. İstanbul Türkçe'siyle konuşacaklar ama dilin müziği Doğu'lu olacak. Bu tabii, başlı başına bir sorun, yani oyuncunun Doğu'lu ağzını bilmesi, sonra da o ağzın müziğini tutarak hatasız söylemesi lazım.
29 <
M. B.: Aynı şekilde, bunun gestusa, genel tavra, duruşa, oturuşa, yani genel hareket ritmine yansıması da... A. T.: Genelde oyuncular hareketi yapabildiler. Sorun dilde çıktı. Bence bu konservatuvarların hatası. Konservatuvarlarda standart bir Türkçe öğretiliyor ve bunun dışında fazla bir eğitim, ağız eğitimi yok. Onun için konservatuvar mezunu arkadaşlarımız değil Doğu ağzını, bildiğimiz Doğu taklidini bile yapamıyorlar. Bazıları yapmamayı ısrarla tercih ediyor. Türkçe böyle konuşulur diye. Ve ben, bunu çok uzun tartışmaların sonunda da değiştiremedim. Aslı Öngören ve Ergün Işıldar benim istediğimi yapabildiler. Bunun dışındakiler yapmadılar, yapamadılar. Oyun açıldıktan kısa bir süre sonra, Murat Garipağaoğlu da başardı. Fakat büyük bir kısmı bu müziği yakalamakta çok zorluk çekti. M. B.: Tam bu noktada, gestus açısından da kafanızda hiç soru oluştu mu? Bunlar acaba gerçekten bu yörenin ritmi ve gestusu mu, yoksa bu yöre adına üretilmiş ritim ve gestuslar mı? Bu konuda kafanızda sorunlar oluştu mu? A. T.: Bunun için yöreyi çok iyi tanımak lazım. Bizde nedir? Hep dizilerde filan görürsünüz, ağız, yapma bir ağızdır, Karadenizli gibi konuşurlar ama bir Karadenizli onun Karadenizli olmadığını anlar. Gestusun oluşmasında ağız önemli bir rol oynar. Yani, sözdeki tavır, bedendeki tavrı iteler, şekillendirir. Onun için şöyle bir yöntem uyguladım: Aksanla, her tavrıyla ağzı olduğu gibi kullanmak, gestus bedene oturunca bunu çıkarmak... Bunu bazı arkadaşlar yapabildi, bazı arkadaşlar yapamadı. Ama şöyle bir durum da var. Mezopotamya deyince, karışık bir dünya akla geliyor. Arap'ı var, Süryani'si var, Keldani, Yahudi, Türkmen, her tür milleti var. Onun için, ağızların da birbirine uymaması bence büyük bir mahzur değil. Ama o melodiyi taşıyabilseydik çok iyi olurdu. M. B.: Mülkiyet ilişkilerinin yarattığı, belli bir sosyo-ekonomik yapı, belli bir kültürel yapı ve bu yapının yarattığı çok kolay ayırt edilebilir bir ritim, bir akış vardır. Yani, sizin kurmaya çalıştığınız İskoçya ile Mezopotamya arasındaki analoji tam bu noktada. Bunun taşınabilmesi için, en temel anlatım aracınız oyuncu. Bu temel ritmin anlatımında bir aksaklık görüyor musunuz?
cy a
A. T.: Burada bir şeyi ilk defa yapmanın getirdiği problemler var. Bunun yapılabilirliğinin tartışıldığı bir ortamda yapıyorsunuz provaları. Belli dirençler var. Yani konservatuvarda edinilmiş, böyle konuşulur, bunun dışında konuşulursa bozuktur düşünceleri öylesine kök salmış ki, bunu kırmak çok vakit alıyor, bedende de aynı. Kimi zaman çömelmelerle, oturmalarla bunu bedende önlemeye çalıştık. Aksesuvar kullanımıyla da, "mırra" dağıtımıyla da bazı davranışları yerleştirdik ama bu tür birkaç iş yapılmadan, bunun tam anlamıyla oturacağına inanmıyorum, çok daha ileri gidebilirdik.
pe
Bu oyunu Mardin'de oynatmak isterdim. Halk orada nasıl tepki gösterecek? Bizden mi diye bakacak yoksa yabancı mı diyecek? Bunu bir gün görmek isterdim. Bu oyun bu doğrultuda atılmış bir adımdır. Tabii ki daha iyisi olabilir, daha yerelleştirebilirdik. Cadılarda ön çalışmada çok verimli gittik. Bir kere cadılar kim? Klasik bir "Macbeth" anlayışında bunlar iblisler, ifritler, cin tayfası. Bunlar ileriyi görebiliyorlar. Biz gerçekçi bir yaklaşım düşündük. Bunlar faraza çingeneler, göçebeler, nomadlar. Dağda yaşıyorlar. Bayramlarda çalıp oynuyorlar, buna karşılık para da alıyorlar ama halk bunları kendi içlerine almıyor, işleri bitince tekrar dağa çıkıyorlar. Herkesten bağımsız, tek başlarına yaşayan insanlar. Anadolu'da var böyle şeyler. Acaba cadılar böyle birileri mi diye düşündük. Macbeth'in bastırdığı isyan sırasında da hem bir tarafa, hem öbür tarafa gidiyorlar, ilişkileri oluyor askerlerle, halkla. Ve böylece, birtakım bilgiler ediniyorlar, sonra bu bilgileri değerlendiriyorlar. Macbeth'e bu bilgileri vermeleri de karşılıksız değil. İkinci gelişlerinde de Macbeth'e uyuşturucu içiriyorlar, adam hayal alemine girip hayaletleri görüyor.
Tavırlar üzerinde çok çalıştık fakat istediğimiz o cadıların dünyasını tam olarak yakaladığımızı söyleyemem. Bizim başımızdaki en büyük sorun, başka "Macbeth" gösterileriydi. Konservatuvarlarda bu sahneleri belirli bir biçimde yapmış olmaktan gelen bir alışkanlıktı. Sıradan seyirci yorumdan hiç gocunmadı, ilgiyle izledi oyunu. Salon hep doluydu.
>30
'Eğitimli' oyuncu ve seyirciler ise alıştıklarını görmemekten rahatsız oldular. Çıplak bir "Macbeth" veya Japon bir "Macbeth" yapsaydık ilgi duyacaktı bu kitle, Anadolu köylüsü olan "Macbeth"i hazmedemedi. Tarihe karışmış bir üslup, çabamızı hep zorladı. En iyi yakaladığına inandığımız oyuncu bile, bir baktık Devlet Tiyatroları'nda klasik "Macbeht" oynuyor gibi laf söylüyor. Böyle yetiştirilmiş, başka türlü oynanabileceği anlayışını kabul etmek zor geliyor ona. Royal Shakespeare'in "Kral Lear"i buraya gelip oynadığı zaman, bütün oyuncular yöre ağzıyla konuşuyordu. Beni hiç rahatsız etmedi ama bizde bunu yapmak için hâlâ çok mücadele etmek lazım. Tek bir Türkçe vardır, Hacettepe'de öğretilen Türkçe. Herkes sahnede bunu konuşmalıdır. TRT spikerlerinin Türkçe'si gibi. Bu anlayışla ben çelişiyorum. Tek, hiçbir şey olmadığı gibi, Türkçe'nin de teki yoktur. Çeşitli şekiller olabilir ama bu anlayış varlığını tabii ki sürdürüyor©
> Genco Demirer > genco@dg.com.tr
söyleşi Reji Masası Sakinleri...
cy a
Osman Şengezer
pe
Dekor Alkış Alacak!
Orkestra Lütfen Bir "ES"...
Sahne Tasarımı deyince ilk akla gelen isimlerden Osman Şengezer'e, bir cuma sabahı Gülay'la buluşup gittik. Osman Bey bizi nefis çörekleri, pastacıkları ve taze portakal suyu ile karşıladı. Ben iyot diyetindeydim, yiyemedim. Diyet elbet bitecek Osman Bey, geleceğim, yiyeceğim, söz. Bu sezon "Osman Şengezer" adı nerelerde geçti? Eskişehir Şehir Tiyatrosu'na Haldun Dormen'le beraber "****** 2001" oyununu yaptım. Dekoru da, kostümü de orada realize edildi, çok keyifliydi. Ankara'da "Şen Dul" opereti var. Çok büyük ilgi gördü. Dekor bol bol alkış alıyor, hatta orkestra bile dekor alkışlanınca bir "es" verip sonra devam ediyor. Bu sırada Tiyatro Ayna'ya "Merhaba Hayat'ı yaptım. O biterken de İstanbul Devlet Operası'na "II Trevatoria"nın dekor ve kostümünü yaptım. Bu benim üçüncü "II Trevatoria'mdı. İlkini 1962'de Ankara'da yaptım, sonra Aydın Gül ile yaptım ve şimdi de yeni bir yorum ile yeni soluk ile tekrar tasarladım.
Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
Dekor-Kostüm'ü anlatmak için koca bir kitap yazdınız ama yine de sorayım; nedir sizce bunlar? Opera, bale ve tiyatroyu bir düşünerek cevaplayacağım bu sorunu. Bir kere ben oyunun temasını, yazarın dönemlerini, diğer eserlerini, kompozitörü, tarihsel dönemi etüd ederim. Burada oyunun mesajından çok daha hassas bir nokta var: "Ben dekor ve kostümümle seyirciye ne iletmek istiyorum?" Dekor ve kostüm, yorumu birleştiren, seyirciye mesajı ileten en önemli unsurdur. Postacı yani... 31 <
Evet, çünkü perde açılmaya başladığı anda, seyirci başlar dekoru algılamaya, şartlanmaya... Dekora bakar, ışığa bakar, kostüme bakar, oyunla ilk iletişimini kurar, bu ilk şimşekler çok önemlidir. Çünkü daha oyuncu repliğini başlamadan, tenor ya da soprano "do" demeden siz başlamışsınızdır iletişim kurmaya, yorumu aktarmaya. Sonra oyuncu buna katılır, müzik, ışık, oyunun grafiği, gerilimi buna katılır, dekor ve kostümle grafik gelişir, oyun devam eder ve seyirciyle de biter. Bunların hepsi sondaki alkıştan pay alır, ya beraber alkış alır ya beraber yuhalanır. Bu yorumu nasıl verdiğin de önemli değil mi, minimal bir şeyle mi yoksa sıkışık yoğun bir dekorla mı? Tabii, bu bir yorum işi, tasarımcının ve rejinin kararı doğrultusunda aydınlanan bir yorum. Minimalist akımdan da dekor ve kostüm tasarımı çok etkilenmiştir şüphesiz, 1940'lardan beri minimal akım dekor da vardır. Boş sahne... En zor dekordur. En zor yolu seçmişsinizdir çünkü, seyirciye ulaştıracağınız mesajı ilgili elemanları kullanmadan yapmanız gerekmektedir. Yorumların çatışması zordur. Ama birçok oyun bunu gerektirir, son zamanlarda, "Merhaba Hayat" adlı oyunda, çok ünlü bir doktorun hayatı ve anıları, bir oyuncu tarafından anlatılıyor, bu oyuncu ile doktorun anılarının çatışma noktası, bu sebeple birbiriyle kesişen iki tane farklı eğimlerde ve boyutlarda daire yaptım; dekor bu kadar sadeydi ama diğer taraftan "Uyuyan Güzel" balesi gibi bütün sütunlar, maviler, rokokolar, rokokoların dansa etkisi gibi yoğun bir dekor da var. Dedim ya bu yorum işi. Ben de hep düşünürüm insanlar operada sıkılmasın diye mi dekorları bu kadar görkemlidir? Sıkılmak başka bir şey, onlarla ilgilenmesi bile operaya ilgi duyması ve gelmesi demektir. Bu güzel bir şeydir; çünkü bazıları "uyur". Bazısı müzikle arar, bazıları dekorla, kostümle arar, demek ki bir yerden yakalamışız, bir iletişim kurmuşuz diye düşünmek daha doğru. Bunlar hep reji masasında kararlaştırılan yorumun ürünleri olur. Hep görkemli bir sunu ile sahneye çıkmaz piyesler, Yaşar Kemal'in "Bebek" adlı eserini bir bale haline getirdik, o meşhur tarla, çatlayan topraklar, güneş ve tarlada çalışan insanlar... Ben bomboş bozkır rengi bir sema fonu ve bakırdan parıl parıl parlayan bir güneş kullandım ama kırk sütunlu dekor da var. inandığınız mesajı nasıl ileteceğiniz size kalmış.
pe cy a
Pekiii... Her tasarımınızda uğur getirdiğine inandığınız, vazgeçemediğiniz bir küçük "olmazsa olmaz"ınız var mı? Yok. Zaten, nasıl oldu bilmiyorum ama ben kendine özgü bir üslûbu olan bir tasarımcıyım; benim uğurum çok etüd etmem, çok çalışmamdır. Kendimi etüd ederim, çünkü uzun yıllardır dekor yaptığım için birçok oyunu iki, üç kere tasarlama şansım oldu, burada kendi gelişimimi de görebiliyorum. Şimdi teknik ve teknoloji çok ilerledi. Dünyanın öbür ucunda yepyeni bir malzeme çıkıyor, en kötü ihtimalle 20 gün sonra duyuyorsun, yeni bir ışık sistemini, yeni bir projeksiyonun çıktığını duyorsun ve bunlar tasarımını çok etkiyor. Biraz önce boş sahne en zoru dediniz ya! "Boş sahnede oynayalım, ucuz olsun..." düşüncesine ne diyorsunuz? Ucuz mu? Nedir bir kere boş sahne, bir kere duvarlar, sofitalar ve kapılar mı görüyor yoksa simsiyah bir fonu mu? bu siyah fon nedir? Kadife mi, Amerikan bezi mi, muşamba mı? Yer ne, etraf ne, ışığı ne?.. Yani boş sahne diye bir şey yoktur. Minimal sahne, sade sahne vardır ama boş sahne yoktur. Yani bir siyah fon at, önüne de bir sandalye koy anlayışı oyunu mesajını iletmesi konsunda çok zorlar.
>32
Herkes dekor-kostüm tasarlar mı? Bunlar başka hesaplar, bilmiyorum ama eğer tiyatro aşkı ile yapılıyorsa, tiyatroya saygısı varsa neden tasarlanmasın? Eğitimsiz, genel kültürsüz, iletişimsiz, yapılacak iş değildir Bu iletişim olmazsa ancak "müze dekoratörü" olabilirsin.
cy a
Müze dekoratörü! Hâlâ imparator rejisör var mı? Var. Avrupa'da yok ama Türkiye'de hâlâ tek tük var. Ama çok iyi tasarımcılarımız var. Çok iyi realızatörlerimiz oluşuyor. Artık sahnede giyilen şeylerin özel tekniklerle dikildiğini tum realızatörler fark etmiş durumda. Artık "ben senin tasarımına bir de bunu ekledim abı!" diye gelen realizatörler azaldı. Bunlar sevinç verici gelişmeler. Ben çok uzun yıllardır bu ışın içindeyim ve geliştiğini görmek beni çok heyecanlandırıyor. Ancak, kendini tasarımcı sanan realızatörler de var. Başkasının stilini kopyalamak ya da tasarımını sahiplenmek olamaz, bu realizasyondur. Realizatörlük de ciddi bir iştir ama o tasarımcılık değildir Ben dekoru, ışığı, kostümü yaparım devri kalkıyor yani. Tiyatro bir kolektif sanat, bir mozaikimparatorluk ya da krallık tanımaz. Biz bu tavra karşı Sahne Tasarımcıları Derneği'ni kurduk. Bugüne kadar kaç prodüksiyonda görev aldınız? 450'nin üzerinde..
pe
Yeni serginizde neler var? Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi rutin olarak salonlarında sergiler düzenliyor Bu sergi, Üniversite'nin 11 salonunda, 11 farklı sanat dalı ile ilgili bir sergi. Nazan Erkmen bir gün bana "bu kadar fazla işiniz var, bu kadar çok tasarımınız var, bizim Fakülte'de sahne tasarımı bölümü yok ama sizin tüm işleriniz resim-heykel öğrencilerini kapsamakta gelin eskizleriniz ile bir sergi açın," dedi. Sonra bu gelişti, Prof. Hüsamettin Koçan da bu projeye destek oldu. Nedir Dekor-Kostüm Sergisi? Nazan Erkmen ile bu konuda çok tartıştık, çok konuştuk; dedik ki çok yönlü bir sergi açalım, eğitici yönü de olsun, mutfağı nasıldır, sahne gerisi nasıldır da olsun Bunun üzerine salonun bir bölümünde 1960'lardan bu yana kırka yakın bitmiş dekorlar var sonra içeriye, mutfağa geçilen bir salon daha yaptık; burada çizilmiş renkli, renksiz eskizler kostum-dekor eskizleri, üzerlerinde malzeme, kumaş örnekleri ile dekor maketleri, sahne planları, kostümler bulunuyor.
Yani sergide var da var... Evet, görülmeli
> Nihat Alptekin
pe cy
a
> nihatalptekin@tiyatrodergisi.com.tr
Kadife Çiçekleri Nasıl Yeşerir?
Oyuncular Tiyatro Topluluğu, yaklaşık on üç yıldır çorak bir kültür ortamında, birkaç tiyatro grubu gibi, tiyatro yapmaya çalışıyor, sanatı filizlendiriyor. Tıpkı bu sezon oynadıkları "Kadife Çiçekleri" oyununda yok olmaya yüz tutmuş bir ailenin umutlarını zekâsıyla yeşerten küçük Tillie gibi. Daha çok "deneysel" çalışmalarıyla tanıdığımız Oyuncular Tiyatro Grubu, Selma Köksal ve Gülsüm Soydan öncülüğünde bu sezon kendi salonlarında hem de her şeylerini ortaya koyarak, deyim yerindeyse tırnaklarıyla kazarak oluşturdukları salonlarında çalışmalarına devam ediyorlar. Paul Zindel'in "Kadife Çiçekleri" oyununu genç yönetmen Metin Arslan, Nüvit Özdoğru'nun çevirisiyle sahneye koymuş. Metindeki insan ruhunun duyarlılığı, kırılganlığı ve sıkıştığında bir silah olarak kullandığı saldırganlığı, yönetmenin incelikle örülmüş sahnelemesi ve oyuncuların bedensel, duygusal aktarımlarıyla en gerçek haliyle sahnede can buluyor. "Kadife Çiçekleri" metni Çehov'un metinleri gibi insan ruhunun çiğ halini, Tenesse Williams metinleri gibi erkekler dünyasında sıkıştırılmış kadın ruhunun çığlığını seslendiriyor. Öykünün odağında iki kızı ile manav dükkânından bozma bir evde yaşayan taşralı dul anne Beatrice var. Kadife çiçeklerini yeşerten Tillie zekidir, ağırbaşlıdır ve fen bilimleri
ile ilgilenmektedir. Mae ise "sara hastası", derslerle pek ilgilenmeyen, huysuz bir kızdır. Beatrice hastalara bakarak para kazanır ve oyunda hiç görmediğimiz ve adlarını sık sık duyduğumuz erkeklerden nefret eder. "Kadife Çiçekleri" metnini kimi tiyatrocular eski diye niteler. Doğrusu ben metni okurken de, oyunu seyrederken de neyin eski olduğunu pek anlamadım. Metinde "dramatik olan" apaçık; çağının gerektirdiği tepkileri veremeyen, tutunamayan ve kendi batışına iki kızını da ortak eden bir kadın... Yazar, okul sahnesinde, fen bilgisi dersinde yapılan yarışmada deney için yapılmış vahşet ile teknoloji yardımı ile bir anlamda umudu yeşertme çabasını özellikle karşı karşıya getirmiş. Beatrice'nin iki kızının karşıtlığı gibi. Bu deney yarışmasında, kadife çiçekleri deneyi başarılı oluyor, vahşet sınıfta kalıyor. Ama gerçek hayatta annesine özenen Mae mi, zeki, duygusal, kendini bilime adamış Tillie mi ayakta kalacak, tartışılır. Metnin kurgusal yapısı ve ilişki ağı mükemmel olmasa da "tutunamayan insanlar" örneklemesi olarak her zaman tiyatro yazınındaki naif yerini koruyacak. Çünkü, Beatrice'nin çaresizliği dünyanın bir yerlerinde, herhangi bir kadının sigarasında, kadehinde ve küfürlerinde gerçekten yaşayacak. Umut ediyorum ki Beatrice'nin bu durumunda, yanında Tillie'ler ve Mae'ler olmaz. Oyuncular Tiyatro Grubu'nun kendi salonları küçük bir alanda ve seyirciden yüksekte olan sahnesi yok, ön sıralar için düz ayak. Oyuncularla ön sıradakiler neredeyse iç içe. "Kadife Çiçekleri" oyununun duygusal yanı da böyle bir sahne düzeni için uygun, çünkü seyirci de ister istemez ailenin fertlerinden biri oluyor. Oyunun genç yönetmeni Metin Arslan, salonun bu yapısını işlevselleştirerek, özellikle oyuncuların karakterlerinde gerçekçi kılmış. Ailenin yaşadığı gerilim, Mae'nin geçirdiği kriz anları, Tillie'nin kadife çiçekleri, sahnenin fiziksel konumundan dolayı daha fazla dramatik etki yapıyor.
a
Gülsüm Soydan dışında, diğer oyuncuların ilk profesyonel oyunu. Gülsüm Soydan, Beatrice'de hayata küsmüş, çocuklarına sözde sahip çıkan, öfkeli anne rolünde bu yılın en iyi performanslarından biri ile sahnede. Onun bilinçli oyunculuğu genç arkadaşlarına da destek veriyor. Yasemin Balık Tillie'de ailedeki yalnızlığını ve romantikliğini, duygu aktarımının vücudunda yansımasını yeterince yakalamış. Perihan Kurtoğlu, Mae'de huysuz, hasta, kıskanç ruh halini yansıtmada başarılı. Yasemin Balık ve Perihan Kurtoğlu'nun duyarlı oyunculukları, oynadıkları iki karakterin karşıtlığını yakalıyor. Aslı Eraltan ve Yasemin Yalçınkaya da üstlerine düşeni yapıyorlar.
cy
Kamil Fırat'ın ışık tasarımı atmosfer yaratmada hayli başarılı, ailenin kasvetini ve çaresizliğini ışık tasarımında da görüyoruz. Berna Sarıtaş'ın sahne ve giysi tasarımı da işlevsel. Süleyman Alnıtemiz'in müzikleri ışık tasarımı gibi atmosfer yaratmada işlevsel.
pe
"Kadife Çiçekleri" oyunu genç bir yönetmenin, genç oyuncularla kotardığı bu yılın söz edilir çalışmalarından. Eksikleri yok mu? Elbette var. Eminim ki onlar da bunun farkındalar ve yeni oyunlarında bunları giderecekler. Çünkü onlar on üç yıldır bu duyarlılıkları ile ayakta duruyorlar
> Erbil Göktaş
cy a
> uakmen@superonline.com
Ray Cooney'den İki Komedi:
"Komik Para" ve "Hangisi Karısı"
pe
İki ayrı özel tiyatro grubu, Ray Cooney'in iki ayrı oyununu sahneye çıkardı. Bunlar; Sadri Alışık Tiyatrosu'nda (Küçük Sahne) Çetin Akcan'ın yönettiği "Komik Para" ile Tiyatrokare'de (Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi) Okan Bayülgen'in yönettiği "Hangisi Karısı"... Her iki oyun, bir rastlantı sonrasında normal yaşamının akışı değişen erkek kahramanların çeşitli dolantı ve yanlış anlamalar sonucu düştüğü " k o m i k " durumları yansıtıyor. "Tiyatrokare"nin el ilanlarında rol dağılımı yok. (Tiyatrocularımız nedense buna "distribüsyon" diyorlar; bir de son zamanlarda "şıtrihlemek" modası var. Hem niye " c u t t i n g " değil, peki ya "budamak" ne güne duruyor?) Bir çok yabancı adla anlaşılmazlığa düşmemek için, oyunlara bakmam olanaklıyken, oyun kişilerinden konumlarıyla söz edeceğim. "Komik Para" "Komik Para"da kahramanımız (Kerem Alışık) doğum gününde işinden evine dönerken içinde evrakları bulunan çantasıyla, içi para dolu bir başka çantanın karışmasını fırsat bilip karısıyla birlikte ilk uçakla bir başka ülkeye kaçmak ister. Doğum günü için hazırlık yapmış olan karısı (Mine Çayıroğlu) durumdan haberdar olmadığı için buna bir anlam veremez. Derken çağırdığı taksici (Veysel Diker), yaş gününe davetli arkadaşı (Ali Sunal) ve onun karısı (Didem Uzel) gelirler. Kahramanımız arkadaşlarına ve gelen Komiser'e (Çetin Akçan) yalan yanlış bilgiler verdiği için her şey birbirine karışır. Bu karışıklık içinde Komiser'i çantadaki paranın bir bölümünü vererek susturan kahramanımız başka bir karakoldan kendi çantasıyla çıkıp gelen ikinci Komiser'e (Emre Törün) diğer yalanlarıyla da çelişmeyecek yeni yalanlar uydururken işler arap saçına döner. Baştan beri telefonla rahatsız eden ve finale doğru çıkıp gelen mafya elemanı da (Hüseyin Elmalıpınar) durumun iyice karışmasına yol açar. Paranın insanı bir anda değiştirmesini, çoğu değerlerinden vazgeçirmesini, en yakın dostlarından, hatta eşinden bile uzaklaşmasını yansılayan oyunun yönetmeni Çetin Akcan. Oyunu dilimize Haldun Dormen çevirmiş. Nilgün Gürkan'ın gerçekçi bir anlayışla tasarladığı dekor, sağlam olarak da kurulmuş. Yani diğer oyunda olduğu gibi boyalı dekor panoları yok ve kapılar açılıp kapanınca duvarlar dalgalanmıyor! Çolpan İlhan'ın kostümleri kişilerin toplumsal konumlarına uygun; Komiserinki, bir zamanların ünlü dizisi Komiser Kolombo'yu çağrıştırmasına karşın oyuncu, diğer oyundaki Komiser gibi, gırtlaktan konuşma kolaycılığına düşmüyor. Mine Çayıroğlu iyi bir oyun çıkarıyor. Sarhoş olduğu sahnede bile doğallığını koruyup inandırıcılığı sağlayabiliyor. Kerem Alışık'ın
oyunculuk malzemesi iyi, sahnede de iyi duruyor; ancak bedenini ve yüzünü daha iyi kullanabilmesi için rol ve mimik çalışmalarına zaman ayırması gerekiyor. Oyunun merkezinde olduğundan ve oyun onun üzerine kurulduğundan zorlanmamak için bunları yapması gerekiyor. Mizansenleri yüzüne ve bedenine yaymadığı için ellerini çokça kullanıyor. Ali Sunal şimdilik "Sunal" soyadının sempatisiyle durumu kurtarıyor. Onun da rol, mimik, ses ve nefes çalışmaları yapması gerekiyor. Didem Uzel'in de öyle. (Televizyondaki oyunculuk çalışmalarında bile ünlü bir öğretici kursiyerlere -onlar star(!) diyor- "derin nefes alın" diyordu ama nereden nefes alacaklarını söylemiyordu. Pek çok oyuncu da içinde olmak üzere ağzından yanlış bir biçimde nefes alanlara doğrusunu söylemek istiyorum: Burnunuzdan nefes alın; bu nefesi ciğerlerinizde hissedin; ve nefesinizi ağzınızdan çeşitli biçimlerde verin. "Diyafram oyunculuğunun" en basit ama çok önemli bu kuralını ölünceye kadar, bir yaşam boyu yapınız.) Çetin Akcan, Emre Törün ve Veysel Diker rollerini oynuyorlar. Hüseyin Elmalıpınar'ın ise kötü adam tipolojisine uyduğunu söylemeliyim.
cy
a
"Hangisi Karısı" "Hangisi Karısı"nı ise Orhan Azizoğlu çevirip Okan Bayülgen yönetmiş. Dekor Mertkal Kanıbelli'ye, kostümler Canan Göknil'e ait. Oyun, iki kadınla evli olan taksi şoförünün (Volkan Severcan) o güne kadar kadınlarını "idare ediyorken" bir trafik kazası geçirmesi sonucunda her iki evde de kaydı olmasından dolayı durumunun açığa çıkmasını ele alır. Yine taksi şoförünün yakınlarını ve gelen komiserleri yalan yanlış bilgilendirmesi sonucunda düştüğü komiklikleri gösterir. Diğer oyunda olan yanlış bilgilendirmeler, sıkışınca arka arkaya uydurulan yalanlar, kişilerin farklı tanıtılmasından doğan gülünçlükler, çıplaklık, cinsellik, eşcinsellik göndermeleri bu oyunda da bolca kullanılıyor. Sonuçta taksi şoförü karılarından durumu saklamak isterken komik durumlara düşmesinin yanı sıra, kendisini anlatamayıp inandırıcılığını da yitirmiş bir adam olarak kalakalıyor. Kanımca oyunun çarpıcı bir finale de gereksinmesi vardı; çünkü bir fıkra hafifliğinde ve mantığında bitiyor. Bayülgen burada ve çarpıcı sahnelerde oyuncularına doğaçlama çalışmaları yaptırıp oyunu etkileyici kılabilirdi. Böylelikle takım ruhu da kurulur, bütün oyuncuların eşdeğerde oyun çıkarabilmelerinin yolu açılabilirdi. Volkan Severcan abartılı oynuyor ve bir tarz tutturamıyor. Oyunun kendisi zaten abartıya dayalı ve inandırıcılığı zorlayan bir yapısı var. Kerem Atabeyoğlu ve Ruhsar Gültekin oynamaktan çok rol yapıyorlar. Sanem Çelik benim izlediğim oyunda o kadar doğaldı ki, diğerlerinin abartıya dayalı oyunlarının yanında, "biraz daha oynayamaz mıydı?" sorusunu sordum kendime. Ayrıca üstünün çıkarıldığı sahnede de rahatsız olmuş gibi bir hali vardı. (Son zamanlarda tiyatroda çıplaklık çok tepki alıyor. Oyun ve rol gerektiriyorsa tiyatroda her şey gösterilebilir. Ayrıca t ü m sanatlar farklı biçimlerde insan bedenini -özellikle sinema- kullanmaktadırlar.) Ercan Demirel'in Komiser'i Komiser Kolombo'yu çağrıştırıyordu.Ümit Yesin de ortalama bir komiser çıkarıyor. Hakan Akın'ın doğal olmayan giysileri ve tiplemesine koşut olarak "Yumuşak"da doğal bir oyunculuk çıkardığını anacak bunun yeterli olmadığını belirtelim; çeşitleme ve renklendirmeler yapılması gerekiyor. Filiz Küçük'ün ise daha çok çalışması gerekiyor. Yukarıda diğer oyuncular için söylediklerimi buradakiler için de yinelemek istiyorum. Oyunculuk özellikle tiyatroda sürekli çalışma ve özveri gerektiriyor. Ne kadar çok ve dikkatli çalışılırsa başarının o kadar artacağını belirtmek istiyorum.
pe
Bayülgen, oyuna ve oyunculara ne kadar zaman ayırdı bilemiyorum ama çok fazla zaman ayırmadığını düşünüyorum. Televizyonun ve sinemanın bu ilginç kişiliğinden insan daha farklı ve daha iyi çalışmalar bekliyor. Zaten sanıyorum salonlar büyük oranda "Bayülgen" soyadıyla doluyor. Her ne kadar Tiyatrokare'nin devlet yardımından yararlanamadığını, mali sorunlar yüzünden istediklerini yapamadıklarını ve bir oyun için gerekli provaları ve çalışmaları gerçekleştiremediklerini düşünsek de, bunların profesyonel bir tiyatro için mazaret olmadığını da belirtelim. Örneğin oyunda en çok göze batan boyalı panolar kullanılmayıp salt siyah f o n u n önünde sahne eşyalarıyla oynanamaz mıydı? Bence daha inandırıcı olurdu. Kısacası tiyatroda yol çok, önemli olan en doğrusunu bulabilmek... Özellikle böylesine büyük oranda "güldürmeye" yönelik oyunlarda daha dikkatli olunması gerekiyor. Çünkü ustalarının çoğunun dediği gibi; "Gülmece ciddi iştir!..." Hafife almaya gelmez!..
37 <
cy a
> A. Deniz Bozer
"Karanlıkta Komedi":
Yalancının Mumu...
pe
İngiliz oyun yazarı Peter Shaffer'ın (1926 -) bu sezon Ankara Devlet Tiyatrosu sahnelerinde iki oyunu birden sahneleniyor; biri "Karanlıkta Komedi" (Black Comedy, 1965), diğeri "Gorgon'un Armağanı" (The Gift of the Gorgon, 1992). Shaffer'ın aşağı yukarı otuz yıl arayla yazdığı bu iki oyunun aynı sezonda oynanması izleyiciye yazarın farklı biçim uygulamaları hakkında fikir vermesi açısından yerinde bir seçim.
Oyunları incelendiğinde Shaffer'ın yazar olarak biçim ve içerik bakımından tek bir tiyatro akımının etkisi altında kalmadığı açıkça görülür. İlk önemli oyunu "Beş Parmak Çalışması" (Five Finger Exercise, 1958) naturalist tarzda, şiirsel bir dille yazılmış, kısmen biyografik öğeler içeren bir aile dramıdır. "Güneşin Saltanatlı Avlanışı"nda (The Royal Hunt of the Sun, 1964) İspanyol işgalcilerin Peru'yu istilası sonrasında İspanyol fatih Pizarro ve İnca Kralı Atahualpa'nın kişiliklerinde farklı inanç sistemlerinin çatışması ele alınır. "Küheylan"da (Equus, 1973), psikiyatrist ve hastasının çatışma ekseninde tutku sorgulanır; "normal"in ne olduğu tartışılır ve bir psikiyatristin hastasının yaşamının temelini oluşturan tutkularını onu normal kılmak adına yok etmeye hakkı olup olmadığı irdelenir. "Amadeus" (Amadeus, 1979) ise dahî ancak yarı çılgın Mozart ve saray kompozitörü Salieri çatışmasında gerçek sanatçı ve biçimsel sanatçı arasındaki çelişkiyi ortaya koyar. Bu üç oyun hem içerik hem de biçim bakımından benzerlikler gösterir. Düşünsel açıdan zengin bir içeriğe sahip olan bu üç oyunun İnanç/Tanrıtanımazlık, sıradışı tutku/toplumsal normlar ve deha/sıradanlık gibi çiftli karşıtlıklar çerçevesinde her iki tarafın görüşlerinin eşit olarak temsil edildiği tartışma ağırlıklı eserler olduğu görülür. Teknik açıdan ise her üç oyunda da Shaffer'ın Brecht'in epik tiyatro geleneği ve Artaud'nun ayinsel tiyatro kavramlarından etkilendiği açıktır. Bu bağlamda anılan üç oyunda anlatıcı, koro, maske, dans, ayinsel etki yaratan görkemli kostümler, çarpıcı ses ve ışık efektleri gibi tiyatro öğelerinin bir ya da birkaçına birden rastlanır. Bunların yanısıra yazarın bilinçaltını ortaya koyan düşler, geri dönüşler ve tekrarlardan yararlandığı görülür. "Shrivings Savaşı" (The Battle of Shrivings, 1970) adlı oyunda ise Amerika'da Vietnam savaşını protesto eden öğrencilerle polis arasında Ohio'daki Kent State Üniversitesi'nde çıkan çatışmaların bazı öğrencilerin öldürülmesiyle sonuçlanması işlenir. Bu oyun Shaffer'ın diğer oyunları kadar başarılı bulunmaz. Günümüzden üç bin yıl önce Kudüs'te geçen "Yonadab" (Yonadab, 1985) adlı oyunun konusu ise İncil'den (Eski Ahit) alınmıştır; kıskançlık ve insanın yarı Tanrı olma arzusu ana izleklerdir. "Gorgon'un Armağanı"nda (The Gift of the Gorgon, 1992) klasik, gerçekçi ve epik tiyatro unsurları eklektik bir şekilde birlikte kullanılarak öç almanın doğru olup olmadığı, tiyatro sahnesinde vahşetin ne ölçüde temsil edilebilir olduğu tartışmaya açılır ve topluma mal olmuş sanatçının gerçek yüzü ve bu yüzünü gizlemek için kullandığı sosyal maske(ler)in geçerliliği ele alınır.
Bu ciddi oyunların yanısıra Shaffer komedi tarzında da yazmıştır: Tek perdelik "Özel Kulak" (The Private Ear, 1962), "Umumi Göz" (The Public Eye, 1962), "Karanlıkta Komedi" (Black Comedy, 1965) ile üç perdelik "Sevinç ve Sevgi" (Lettice and Lovage, 1987) gibi. "Özel Kulak"ta akşam yemeğine davet ettiği kız ile kendi erkek arkadaşının konuşmalarına kulak misafiri olan genç bir adamın yaşadığı düş kırıklığı işlenir; "Umumi Göz"de karısının bir başkasıyla ilişki yaşadığından şüphelenen bir kocanın özel dedektif tutması sonucu gelişen olaylar sahnelenir; "Sevinç ve Sevgi"de geniş hayal gücünü kullanarak sıkıcı tarihi gerçekleri renklendirmeye çalışan bir turist rehberinin kendi gibi kadın olan arkadaşıyla bir iş kurup tarihi canlandırmayı amaçlamaları çerçevesinde modern yaşamın tekdüzeliği sorgulanır. Dolayısıyla, biçim ve içeriğinin farklılığıyla "Karanlıkta Komedi"nin Shaffer'ın oyun yazarlığı kariyerindeki yeri daha iyi anlaşılabilir. Oyun bir kaba güldürüdür (fars). Genç heykeltraş Brindsley, nişanlısı Carol'un babası Albay Melkett'i etkilemek amacıyla kendi eski püskü eşyalarını kaldırıp yerlerine yolculuğa çıkmış olan komşusu, antika koleksiyoncusu Harold'un bazı değerli antika eşyalarını koyar ve Melkett ile ünlü sanat eleştirmeni Bamberger'i aynı akşam evine davet eder. Zevkli ve antika eşyalarla döşenmiş evi gören Bamberger'in övgü dolu sözlerini duyacak olan müstakbel kayınpederinin onun başarılı ve zengin bir sanatçı olduğunu varsayarak kızını gönül rahatlığıyla kendisine vereceğini düşünür. Ancak işler hiç de planladığı gibi gitmez. Brindsley ve Carol konuklarını beklerken önce sigorta atar, elektrikler gider. Ardından üst kat komşusu Miss Furnival karanlıktan korkup Brindsley'in dairesine gelir; meyva suyu zannederek ilk kez içtiği içkinin ölçüsünü kaçırınca sarhoş olur. Derken Brindsley'in geçmişte kaldığını iddia ettiği ancak pek de o izlenimi vermeyen eski sevgilisi Clea çıkagelir. Ve komşu Harold da beklenmedik bir biçimde seyahatten erken dönüp gelince işler çığrından çıkar. Brindsley, Harold'a farkettirmeden ondan gizli ödünç aldığı eşyaları yerlerine koyma derdine düşer. Bu nedenle ne zaman biri kibrit çakmaya ya da mum yakmaya kalksa telaşla söndürür. Elektrik tamircisi Franz geldiğinde onu Bamberger zannederler ve tabii Bamberger geldiğinde de onun elektrik tamircisi olduğunu sanırlar. Olaylar iyice içinden çıkılmaz bir hale geldiğinde elektrikler gelir ve Brindsley'in oyunu ortaya çıkar. Kimliklerin karışması, tekrarlar ve rastlantılardan doğan karmaşa ile zekice kurgulanmış, hızlı tempolu bir oyun "Karanlıkta Komedi". Olaylar gerçeklik ve olabilirlik izlenimi bozulmadan gelişiyor.
a
ilginç olan, oyunda aydınlığın ve karanlığın birbirleri yerine kullanılmış olması, karanlığın ışıkta oynanması. Yani elektrikler gittiğinde sahnedeki parlak ışık altında oyuncular karanlıktaymışcasına el yordamıyla yönlerini bulmaya çalışırlar, eşyalara toslar, birbirlerine çarparlar, birkaç şey kırarlar, düşer canlarını acıtırlar, vs. Ayrıca, karanlık ve aydınlığın metaforik boyutu da oyunda işlevsellik kazanıyor. Brindsley'in oyunundan habersiz olan oyun kişilerinin kelimenin her iki anlamıyla karanlıkta kalmış olmaları ve ışıkların gelmesi, gerçeğin ortaya çıkmasıyla "aydınlanmaları", oynanan oyunun farkına varmaları bunun örneği.
cy
Anlaşılacağı üzere bu oyunda ışık tasarımı çok önemli. Burhanettin Yazar'ın iyi bir iş çıkarmış olmasının yanısıra ışık kumandada Zekayi Göksu dikkatli ve titiz çalışması ile ışık tasarımını oyun boyunca hiç aksatmadan büyük bir başarıyla uyguluyor. Sahnede mumun yakılması, kibritin söndürülmesi gibi hareketler oyunun hızlı temposu içinde hiç şaşmadan aynı saniye sahne ışığında karşılığını buluyor. Yönetmen İlhan Kantarcı bu hızlı tempolu farsın gereği hassas zamanlamanın altından, oyuncuların da katkılarıyla, başarıyla kalkıyor. Diğer yandan Harold karakterini açıkça "gay" olarak yorumlaması ne kadar anlamlı, tartışılır. Metinde satır aralarında Harold'un bu yönü ima ediliyor ama sahnede bu durumu abartmanın seyirciden fazladan birkaç kahkaha kopartmanın ötesinde oyuna bir katkısı yok.
pe
Giysi tasarımında (Çevren Sarayoğlu) aksayan yönler olduğunu düşünüyorum. Harold'a pantalonunun üstüne pembe gömlek giydirip, içine fuşya fular taktırarak basmakalıp göstergelerle onun eşcinsel yönünü bağıra bağıra ortaya koymak reji gereği olabilir. Ancak, Carol'un elbisesi ve Clea'nın giysisi ne birbirleriyle ne de diğer oyun kişilerinin kıyafetleriyle uyum sağlıyor. Carol'un elbisesi hem Brindsley'in giysisine göre çok abiye hem de diğer giysilere kıyasla sanki daha eski bir zaman dilimine ait gibi duruyor ve giysiden çok kostüm havasında. Clea'nın kıyafeti ise, her ne kadar bu sezon yeniden moda olduysa da, 1970'lerin pop-art tarzını çağrıştırıyor ve diğer oyun kişilerinin kıyafetlerinden dönem olarak ayrılarak fazlasıyla sırıtıyor. Melkett'in ceketi büyük arazi sahibi zengin İngiliz soylularının haftasonu av partilerine katılırken giydiklerini akla getiriyor. Dolayısıyla, her ne kadar Brindsley'den daha varlıklı da olsa kendi mesleği ve konumuyla pek örtüşmüyor. Üstelik akşam kıyafeti olarak hiç uygun değil.
"Karanlıkta Komedi" oyunculuk açısından zorlayıcı bir oyun. Sahne ışık altındayken karanlıktaymışcasına el yordamıyla hareket etmek ve görmüyor gibi oynamak, aynı ışık altında mum yandığında ya da kibrit çaktığında birden görüyor olmak arasındaki geçişleri şaşırmadan yapabilmek için zihinsel yoğunlaşma şart. Ayrıca, oyuncuların "karanlıkta" düşmesi, merdivenden yuvarlanması, sağa sola çarpıp canlarını acıtmaları bedensel olarak da zahmetli. Titiz zamanlama da işin cabası. Tüm oyuncular rollerinin gereğini başarıyla yerine getiriyorlar. Brindsley rolünde Sabri Özmener'in işi biraz daha ağır. Onun rolü daha yüksek enerji gerektiriyor. Hem sürekli eşya taşıyor hem de telaşı en yoğun o yaşıyor. Yine de başarılı. Hele merdivenlerden düşüşü görülmeye değer. Milyonlarca dolar alan dünya sinemasının ünlülerinin böyle sahneleri hemen her zaman dublörlerine oynattıkları akla geldiğinde performansını daha çok takdir ediyorsunuz. Ancak, iki noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Özmener, rolünün hareketliliğine kendini kaptırıp çoğunlukla diğer oyunculardan çok daha yüksek sesle, hatta ön sıralardaki izleyicileri rahatsız edecek ölçüde bağırarak konuşuyor. Ayrıca, yine diğer oyunculardan farklı olarak "karanlıkta" normal bakışlarla değil, körlerin sabit bakışlarıyla oynuyor. Bu da dikkati çekiyor ve diğer oyuncuların doğal bakışlarının yanında yadırganıyor. "Karanlıkta Komedi" daha önceleri sahnelenmiş olduğundan (1988'de Bursa Devlet Tiyatrosu'nda, 2000'de istanbul Devlet Tiyatrosu'nda Lawrence Till rejisiyle vs.) yabancısı olduğumuz bir oyun değil. 17 Şubat 2004'de Ankara Küçük Tiyatro'da prömiyeri yapılan bu yeni yapım da başarılı bir çalışma. "Karanlıkta Komedi" eğlenceli bir seyir ve kahkaha dolu bir akşam vadediyor 39 <
cy a
Türk Tiyatro Tarihinde Gecikmiş Bir ilk Daha Gerçekleşiyor
1. Sahne Işık Buluşması
TOBAV'ın (Tiyatro Opera Bale Çalışanları Vakfı) organizasyonuyla, 11 Nisan 2004'de İstanbul'da 1. Sahne Işık Buluşması gerçekleştiriliyor.
pe
Tiyatro yazar, yönetmen, oyuncular, ışık, dekor ve kostüm tasarımcıları ile ışık uzmanlarının katılımlarıyla, 13.00-16.00 saatleri arasında, Lütfi Kırdar Rumeli Exhibition Center'da sergilenen Pro Ses Işık Fuarı'nda, ışık sistemleriyle ilgili ürün tanıtımları, demonstrasyonlar, kalite ve servis hizmetleriyle ilgili genel bilgi aktarımı yapılacaktır. 1. Sahne Işık Buluşması'na, saat 17.00' den itibaren Ortaköy Afife Jale Sahnesi'nde, Sahne Işıklandırması konularında panellerle ve seminerlerle devam edilecektir. "I.Sahne Işık Buluşması"nın Hedefleri: Işığın yeri ve önemi • İlgili tüm kişi, kurum, şirket ve akademisyenlerin bir araya getirilmesi. • Işığın sahne sanatları içindeki yeri ve öneminin vurgulanması. Eğitim Sistemi • Işık teknisyeni, ışık dekoratörü, ışık operatörlerinin görevleri ve genel standartlarının belirlenmesi. • İlgili üniversitelerde ışık fakültelerinin açılması ve sahne sanatları alanında eğitim veren -oyunculuk, dekor, kostüm gibi- bölümlerde ışık derslerinin verilmesi için gerekli girişimlerin yapılması. • Işık yazım, çizim tekniklerinin standartlaşmasının sağlanması. • Işıklandırmada bilgisayarın öneminin vurgulanması; Bilgisayar yazılımlarının eğitiminin verilmesi ve kullanımının yaygınlaştırılması. • Internet üzerinde, forum sitesi oluşturularak, bilgi paylaşımının sağlanması. • Yapılacak uygulamalı eğitimler ile teknisyen ve operatörlerin eğitimine katkıda bulunmak. Işık Uzmanlarının Kadrolaşması ve Örgütlenmesi • Işık uzmanlarının dernekleşmesi yönünde girişimde bulunmak. • Işık uzmanlarının kadrolaşabilmesi için gerekli prosedürlerin standardının belirlenmesi. 1. Sahne Işık Buluşması, Sahne Işıklandırması alanında hissedilen bilgi eksikliğinin tamamlanması, Sahne ışıklandırmasının öneminin vurgulanması ve akademikleşmede atılacak çok önemli bir adım olması nedeniyle, büyük bir önem ve anlam taşımaktadır©
> Mustafa Kara
söyleşi
pe cy
a
Ahmet Mümtaz Tayları
DETİS Başkanı Ahmet Mümtaz Taylan'la
Kamu Yönetimi Temel Kanunu Üzerine Kamu Yönetimi Temel Kanunu'nu nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes biliyor ki yerel yönetimler, mevcut merkeziyetçi yönetim anlayışı nedeniyle sorunlarını çözemez hale gelmiştir. Davul onların boynunda, tokmak merkezin elinde. Bu ülke bu denli merkeziyetçi bir yerel yönetim anlayışını hak etmiyor. Değişmelidir. Bir yurttaş olarak ben de mevcut yerel yönetim anlayışının değişmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak şu sıra mecliste yol alan yasa taslağının bu gereksinimi karşılayıp karşılamadığı ayrı bir tartışma konusu. Diğer yandan sonuçları ne olursa olsun söz konusu yasanın ödenekli sanat kurumları için hayırlı olmayacağı da kesindir. DETİS olarak "ödenekli sanat kurumları bu yasanın uygulama alanı dışında tutulmalıdır" diyoruz. Mevcut sistemi eleştirmek, yapılan değişikliği onaylamamızı gerektirir mi? Yeni yasa "kamu hizmeti" anlayışını ortadan kaldırmıyor mu? Elbette gerektirmez. Türkiye'de hemen her alanda sosyal devlet anlayışının tasfiye edildiği bir süreç yaşanıyor. Bu tasfiye dayatıldı ve şimdi hızla uygulanıyor. Sağlıkta, eğitimde de durum böyle değil mi? Şimdi sıra yerel yönetimlere geldi. Arabesk liberalizmden, liberalizme geçiş süreci bu. Türkiye uzun yıllardır ilk kez tek parti iktidarıyla karşı karşıya ve başta meclisteki muhalefet olmak üzere, toplumsal muhalafet gelişmeleri seyretmekten başka bir şey yapamıyor. Bu konuşmamız yayınlanana dek belki de yerel yönetim yasası mecliste kabul edilmiş olacak.
Fotoğraflar: Mustafa Demirkanlı
Kültür ve sanata dönersek; neden ödenekli sanat kurumlarının yasa kapsamı dışında tutulması gerektiğini düşünüyorsunuz?
41 <
Mecliste görüşülen yasa, ödenekli sanat kurumlarının il özel idarelerine ya da belediyelere devriyle ilgili belirgin bir ifade içermiyor. Ancak taslakta aksi yönde bir ibare de yok. Bir anlamda kapı aralanıyor. Yani kısa ya da uzun vadede ödenekli sanat kurumlarını yük sayan bir iktidara bu kurumları tasfiye etme olanağı yaratılıyor. Peki devretmek tasfiye etme anlamına mı geliyor? Evet çünkü; örneğin Devlet Tiyatroları il özel idarelerin veya yerel yönetimlerin sorumluluğuna devredilmiş olsa, devralan yapılarda uygulamayı sağlıklı biçimde yürütmek şöyle dursun, fikir yürütecek kadrolar bile yok. İşte İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin müdahale alanında bulunan İstanbul Şehir Tiyatroları'nda yıllardır süregelen sancılar ortada. Belediye, tiyatronun içişlerine, yönetimine ne zaman müdahale etse sıkıntı yaratıyor. İstanbul'da bile hal böyleyken, bir de DT'nin yerleşik olduğu 12 Bölge Tiyatrosu'nun içine düşeceği durumu düşünmek gerekiyor. Örnekten hareketle bu türden bir devrin olası sonuçları ortada. Devlet Tiyatrosu'nun kuruluşuna ilişkin yasa, siyasi müdahaleleri engelleyebiliyor mu? 1949'da kurulduğu zaman Devlet Tiyatroları'nın adına devlet ibaresi koymak kurumu kalıcı kılma, kurumsal kimlik kazandırma çabasının sonucudur. Yoksa, hükümetin tiyatrosu olsun diye Devlet Tiyatrosu denmedi. Bunu kavrayan siyasi var, kavrayamayan siyasi var. Kavrayamayanların bugünkü temsilcileri devir ya da özelleştirme üstünden tasfiye düşü görüyorlar. Anlayamayana Devlet Tiyatroları'nın esasen halkın tiyatrosu olduğunu hatırlatmak durumundayız. 1949'dan kalma yasanın bir büyük fazileti vardır, DT'nin "tüzel kişiliği haiz" bir kurum olduğunu belirtir. Yani dışarıdan gelecek müdahalelere karşı göreceli bir korunma sağlar. Kavrayışı olmayanlara engel olmaya yetiyor mu? Hayır, kimi zaman yetemiyor. İşte bu nedenle korumayı daha da geliştirmek, olgunlaştırmak gerekiyor. Bunun yolu da kurumun "özerk" bir yapıya kavuşturulmasıdır. "özerklik" özelleştirme değildir. Özerklik ancak yasa güvencesi ile kalıcı kılınabilir. Mevcut yasamız 1949 koşullarında oldukça ilerici bir yasayken, değişen koşullar karşısında bugün yetersiz ve işlevsiz kalmıştır. Bu yasanın değişmesi lazım. Devlet Tiyatroları'nın ilacı, Kamu Yönetimi Yasa Taslağı olamaz. Bizim, mevcut yasamızın özerklik hedefiyle tadil edilmesi ya da tümden değiştirilmesi gerekiyor.
cy
a
Peki neden böyle olmalı? Kültür-sanatın diğer kamu ya da belediye hizmetlerinden farkı ne? Asfalt, kanalizasyon, doğalgaz, çevre düzenlemesi gibi belediye hizmetleri ile benzeri kalemlerin kamu hizmeti bağlamındaki karşılıklarıyla ödenekli sanat kurumlarının varlık nedenleri arasında amaç açısından bir benzerlik var: Toplumun yaşam standartına katkıda bulunmak. Ancak benzerlik bundan ibaret. İşleyiş farklı, yöntemler farklı, nitelik farklı. Örneğin sanatın tabiatını oluşturan temel taşlarından biri muhalif olmasıdır. Devlet Tiyatroları bir kesim tarafından başında "devlet" ibaresi yer aldığı için hiçbir zaman yeterince "muhalif" olamadığı gerekçesiyle eleştirildi. Biz yıllardır Kültür Bakanlığı ile ilişkimizi daha uygar bir düzeye taşımak üzere "özerkliği" gündeme getirirken, şimdi daha sığ bir düzleme sürüklenebileceğimiz kaygısını taşıyoruz.
pe
Yasada ödenekli kültür-sanat kurumları için öngörülen tam olarak nedir? Sanırım, ucu açık bir durum var. Evet ucu açık! Sizin sorduğunuz anlamda bir öngörü olmadığı gibi bakın başka neler yok; 1. Özerklik önermesi ile örtüşme yok! 2. Kültür, sanat hizmetlerinin yeri ve konumu açıkça belirtilmiyor. Merkezi idare tarafından yürütülecek görev ve hizmetler arasında anılmıyor! 3. Yasanın madde ve gerekçeleri sadece ekonomik kavramlarla tanımlanıyor. Bu kapsamın kamusal yarar denen mefhumu tam anlamıyla karşılamadığı çok açık!
Bu noktalara, aralarında DETİS'in de bulunduğu TOMEB, Kültür-Sen, TOBAV gibi meslek örgütleri tarafından basın açıklamalarıyla dikkat çekildi. Özetle; yasa Devlet Tiyatroları şu kadar zaman içinde şuraya devredilir demiyor ama Milli Savunma ya da MİT gibi yasadan muaf tutulur da demiyor. Az önce de söylediğim gibi aralık kapı bıraktığı izlenimi veriyor. Bu izlenimin kaynağı bizim paranoyamız değil elbette. Biz yakın geçmişte sanat kurumlarının özelleştirilmesinin hayırlı olacağını ima eden sözde sosyal demokrat bakanlar bile gördüğümüz için tehlikeye dikkat çekme sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Hükümetin, bu konuda net bir açıklaması olmadı galiba... Alanla ilgili meslek örgütlerinin açıklamalarından sonra, hükümet de "Bu yasa sanat kurumları ile ilgili değil." yollu bir açıklama yaptı. İyi de nereden anlayacağız ilgili olmadığını? Kamu Yönetimi Temel Kanunu'nun geçici 5. Maddesinde; "Bu Kanun'un yürürlüğe girmesi ile birlikte kamu yönetiminde yeni bir sistem de başlayacağından, önceki düzenlemeler çerçevesinde oluşmuş bulunan kamu kurum ve kuruluşlarının yapısında da değişiklikler zorunlu hale gelmektedir. Bu nedenle, bu kurum ve kuruluşların kuruluş mevzuatlarında bu Kanun'da belirtilen ilkeler doğrultusunda değişiklikler yapılması için bir süre verilmektedir." denilmektedir. Burada bahse konu kurum ve kuruluşlar da bünyesinde taşra teşkilatı barındıran kurum ve kuruluşlardır. Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü; "Örneğin Diyarbakır DT, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nün taşra teşkilatıdır. Kültür Bakanlığı'nın taşra teşkilatı değil ki, yerel yönetimlere devredilsin diyor ve ekliyor; "Kültür Bakanlığı da bu görüşü taşıyor". Ancak, "Bakanlığın da bu görüşü taşıması" ilke kültüründen çok ilişki kültürünün hakim olduğu bir ortamda kaygılarımızı ortadan kaldırmaya yetmiyor kuşkusuz. Yasanın sonuçları açısından neler olabileceğini öngörüyorsunuz? Kaygılarınız nedir? Hükümet, "Bizim ödenekli sanat kurumlarını yerel yönetimlere ya da il özel idarelerine devretmek gibi bir önceliğimiz yok" dese de; yarın, öbür gün yasadaki boşlukları ya da satır aralarını kullanabilecek erkin, isterse bu kurumları eritebileceği, kapatabileceği kaygısını taşıyoruz. Bu olasılığın kamu yararı, reform ya da sosyal devlet mefhumu ile bağdaşmadığını düşünüyoruz.
cy
a
DETİS olarak DT'ye nasıl yaklaşıyorsunuz? Devlet Tiyatrosu'nun Türkiye için önemi ve anlamı nedir? Devlet Tiyatroları 50 yılı aşkın süredir Türk Tiyatrosu'na hizmet veriyor. Kuruluşundaki mütevazı fiziki koşullar göz önüne alınarak hazırlanmış yasası bugün ulaştığı hacim ve hizmet yükünü taşıyamıyor. O gün tek bir sahne için oluşturulmuş yönetim anlayışı ve işleyişin, bugün 12 şehirde 30 küsur sahneyle ulaştığı hacim dikkate alınarak yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Tiyatro işletmesinin idari işleyişi, sanatsal başarısını da belirleyen önemli bir faktördür. DETİS'in kuruluş amacı da, varlık nedeni de bu değişim, dönüşümün gündeme getirilmesini, gündemde tutulmasını sağlamaktır. DT'yi ne Kamu Reformu'na, ne özelleştirme çığırtkanlıklarına kurban verebiliriz. Her koşulda bunun karşısında duracağız. Halkın da tiyatrosuna sahip çıkacağından kuşkumuz yok. Başında devlet ibaresi de yer alsa, Devlet Tiyatrosu öncelikle halkın tiyatrosudur.
pe
Peki, sözünü ettiğiniz özerklik nasıl sağlanacak? Devlet Tiyatroları kurulduğunda Ankara'daki Küçük Tiyatro binasından ve 20 küsur oyuncudan ibaretti. 5441 sayılı yasa o koşullar için hazırlanmış bir yasadır. Doğaldır ki yıllar içinde eskimiş, yıpranmıştır. Yasanın bugünkü mevcut yapıya uyarlanmasını hedefliyoruz. Kültür Bakanlığı ile DT'nin ilişkisinin daha uygar bir noktaya taşınması gerektiğine inanıyoruz. 1949'da Küçük Tiyatro ne kadar özgür ve ne kadar kendi seçimlerini yapabilir durumdaysa, 12 Bölge Tiyatrosu'nun 30 küsur sahnesiyle, kendi içinde birimleşerek, kendi kendini idare eder hale gelsin, 1949 yılındaki Küçük Tiyatro kadar özgürlüğe sahip olsun istiyoruz. Sanatsal tercihlerinde özgürlük, idari işleyişte özgürlük, bütçesini kullanmada özgürlük!.. Özerkleşmeden anladığımız budur. Bu alanda örgütlü diğer kurumlarla ortak bir eylem programınız var mı? DETİS, temel olarak DT'nin özerkleşmesi, yeniden yapılanması amacını taşıyan her örgütle yan yana durur, birlikte hareket edebilir. DETİS'in amacı açıktır. DT'nin yeniden yapılanmasını sağlamak. DT'nin özerkleşmesini sağlayacak yasa çıktığı gün kendini fesh de edebilir. Ancak o güne dek her eylemde, her tartışmada, her platformda DT'nin özerkleşmesini savunacaktır. Bu fikirleriniz doğrultusunda Kültür Bakanı ve yetkililerle görüştünüz mü? DETİS'in Sayın Erkan Mumcu hariç, geçmiş bütün Kültür Bakanları'yla görüşmeleri olmuştur. Sayın Mumcu'dan randevu taleblerimize olumlu yanıt alamadık. Sayın Mumcu, DETİS için, öncelikle Turizm Bakanı'dır. Erkan Bey, turizme sarfettiği enerji ve angajmanı kültüre göstermiyor. Telif yasası istisna olmak kaydıyla, bazı toplantılara, kimi davetlere Kültür Bakanı olarak icabet etmesiyle yetinmemiz olası değil. DETİS henüz sayın Mumcu ile görüşmeyi başaramamıştır. Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği ile görüşmek. Kültür Bakanı'nın lütfedeceği bir şey olmamalıdır. Doğal ki bu iletişimsizliği örgütümüz adına değil, Devlet Tiyatroları adına duyduğumuz sorumluluk açısından önemsediğimizi de belirtmek durumundayım.
Erkan Mumcu'dan beklentiniz nedir? "Devlet Tiyatroları Kurultayı" iyi bir başlangıç olurdu. DETİS'le görüşmekten çok Devlet Tiyatroları'nın yeniden yapılanmasına ilişkin somut adımlar atılmasını sağladığında Sayın Mumcu'nun Kültür Bakanı da olduğunu içselleştirmek kolaylaşacaktır diye düşünüyorum 43 <
a
> Filiz Elmas
pe cy
"Dünyanın Ortasında Bîr Yer"
Özen Yula'nın "Dünyanın Ortasında Bir Yer" adlı oyunu Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda mart ayında ilk gösterimini yaptı. Ateş Çiftliği'nin sahibi Emre Bey sevdalandığı kadın Ahten'le evlenmek için erkek kardeşini öldürür. Kocasından bir erkek çocuk doğuran Ahten ise çiftliğe gelen marangoz ustası Can'a sevdalanır. Can'ı Emre Bey de sever ve onunla dostluk kurar. Fakat Can'ın, karısıyla olan duygusal ilişkisini öğrenirse ne yapar? Yanıtı oyuna bırakalım. Yula, Ahten-Emre Bey ve Can'ın öykülerini çiftlikte çalışan ırgat kadınların (Rana, Sena, Melek) sevda ve yaşam öyküleriyle bütünleştirip anlatıyor. Metinde olaylar dizisi bir efsane-söylence formunda aktarılıyor. Dolayısıyla oyunun dili şiirsel ve her efsanede olduğu gibi söz diziminde bazı tekrarlar içeriyor. Yazar tarihsel süreçte sözlü kültürün oluşumunu insanların yaşam karşısında gücü ve evrimi boyutunda ele alıyor.
Bu nedenle de oyunu incelerken mitolojik kaynaklara dikkat etmek gerekiyor. Dinler tarihinde kullanılan pek çok ortak unsur oyun içinde Yula'nın kalemiyle evrimleşiyor. Örneğin ışık ve karanlık mitoslardaki gibi iyilik ve kötülüğün simgesi olarak kullanılmış. Ölümlerden sonra inen karanlık, sabahlardan birinde Rana'nın yoluna çıkan er kişi ya da Can'ın gözlerindeki ışık ve aydınlıkla simgelenen sevda gibi. Karanlığa geçiş ise uğursuzluğun, kötülüğün habercisi. Bu motiflerin kullanım biçiminde dikkat çeken yenilik ise, her söylencenin bir ışık anında yazılması, okunması ve oynanmasıdır. Örnekleyelim: "Emre Bey karanlığın içinde belirir ve konuşma süresince üzerine bir ışık düşer". Irgatlar korosu: "tıpkı güneşin batışını hüzünle seyreden, yok oluşu yaşayan bir kabilenin son bireyleri olmalılar". Sahnelemede ışık tasarımı bu farklılığı vurgulasaydı ne iyi olurdu diye düşündüm. Benzer biçimde yazar su ile aydınlık ve yaşamı simgelemiş. Bu nedenle Melek, "...içinde yıkandığımız ırmaklar geçmişim gibi aydınlık..." diyor. Yaşlı Kadın'ın söylencesinde suya herkes kendi acılarını anlatıyor ve Emre Bey cinayete karar verdiğinde gönlündeki iki deli ırmak kaynağına çekiliveriyor. Böylesi bir oyunda masal havasını yaratmak ve tabii seyirciyi bu masala inandırmak gerekiyor. Sahnede yönetmen, oyuncu, müzik, ışık, kostüm, dekor bunu başarırsa gerisi
kolay, hemen bu düşü görmeye başlıyoruz, fakat saydığımız unsurlardan biri eksik olursa bu iş zor, çünkü düşe hiç dalamıyoruz ve ne söylense bize boş geliyor. Öncelikle rejiye değinmek istiyorum. Rejisör metni anlamış ve sahnede doğru ifade etmiş. Oyunun temel isterlerini erk karşısında bireyin var olma çabası olarak ortaya koymak ve bu tema etrafında kadın motifini incelemek kolaycı olandan uzak ve daha toplumsal bir söylem diye düşünüyorum. Hal böyle iken geriye düşünceyi görselliğe aktarmak kalıyor ki, işte bu noktada birkaç eleştirim olacak. Sahnelemede bütünde görsel bir doygunluk yaşanmıyor. Bu nedenle de yaşlı kadınların söylencesinde çavlanın güzelliği. Emre Bey ile Ahten'in gerdek gecesi ve bunun katlanması olan Can'la Ahten'in birlikteliğindeki imgelem bütünlüğü oyunun sayılı anları olarak akılda kalıyor. Kostüm ve müzikler oyunun övgüyü hak eden kusursuz parçalarıydı. Can Atilla metni destekleyen ve rejiye yol açan bir müzik düzenlemesi yapmış. Müzikte oyunun istediği her şey var: aşk, erk, dostluk, korku, hüzün. Funda Karasaç kostümde seçtiği renk bileşimiyle doğanın kısırlığını, yalnızlığını, üretkenliğini, seçtiği formlarla da kültürlerin bileşimini ifade ediyor. Dekor ise Hakan Dündar imzasını taşıyor. Tasarımı güçlü, uygulaması zayıf dekor için söylenecek şey, keşke sahne olanakları düşünülerek üzerinde daha çok çalışılabilseydi. Çünkü bir döngü formunda ve çok amaçlı kullanım olanağı veren tüller kağıt üzerinde iyi bir düşünce, fakat sahnenin tamamında küçük kalıyor, ayrıca seçilen kumaşlar nedeniyle de zayıf etki yaratıyor. Fakat koreografi konusunda benzer saptamalar yapmak oldukça zor. Danslar Anadolu halk oyunlarının uyarlaması olan ve daha çok televizyon programlarında arkada, parantez içinde modernize edilmiş biçimde, hoplayan dansçılardan alıntılar taşıyor. Anadolu halk danslarına hiçbir itirazım yok ama tiyatroda ve bir masal içinde olmak istiyorsak metnin canı, kanı olan, onunla devinen bir tasarıma ihtiyaç duyuyoruz. Bu bir halk dansları gösterisi değil, bir reji çabası olmalı ve biz sahnede çizilen karakterin söyleyemediği sözleri görebilmeliyiz. Böylece metnin olmadığı yerleri de dinlemeli ve anlamaya çalışmalıyız. Tıpkı sözün ve bedenin iç içe geçtiği bir dans tiyatrosu gibi...
cy
a
Rejideki pırıltılara karşın oyunculukta genelde başarısız bir çizgi olduğunu söylemeliyim. Kadınlar korosu bütünde eklektik, tek tek karakterlerin çizilmesinde yani Sena, Rana, Melek ve Yaşlı Kadın'da ise yetersizdi. Bu nedenle kadınlar arasındaki ilişki ve farklılık da sahnede görülmüyordu. Bu cümleyi ne yazık ki Ahten için de yinelemem gerekiyor. Üstelik bu karakter için metnin açılımları daha da zengin. Ahten adının da çağrıştırdığı gibi güzelliğinin bedelini acı ile ödemiş, sevgi, ölüm, yalnızlıklar görmüş ve kendi söylencesini kurabilmiş güçlü bir kadın. İyi değerlendirilirse oyuncu için keyifli bir yolculuk şansı olabilir diye düşündüm. Böylece geriye bir tek erkeklerin sahnesi kalıyor. Emre Bey (Yurdaer Okur) ve Usta (Uğur Çınar) arasındaki ilişki sadece birkaç anda ve dostluk, kıskançlık, sevgi boyutunda vurgulanabiliyor. Ahten'in anlattığı gibi bir acı olur, sabrederiz, ötesinde bir ince sızı kalır ve o sızıyı ömrümüzce saklarız. Emre Bey gibi bekleriz, gün gelir sevdanın gücünün, ağının gücüne baskın çıkmasını, gün gelir sevilmeyi bekleriz. Ve Usta'nın söylediği gibi yaşam bitirir bütün üzüntüleri ya da öyle üzüntüler getirir ki unutturur eskilerini. Özen Yula, "Dünyanın Ortasında Bir Yer"de sabretmek, beklemek, yaşamak için söylenceler kuruyor.
pe
Mezopotamya'ya selam gönderen böyle bir oyunun Diyarbakır Devlet Tiyatrosu repertuvarı için doğru ve yerinde bir seçim olduğunu da söylemeliyim
a
> Haluk Yüce
pe
cy
> hayaliyuce@yahoo.com
Karagöz Nedir, Ne Değildir?
Bu Arada Karagözcüler de Kendilerini Yenilemeye Çalışıyor...
Doğal olarak, her Karagöz sanatçısı yaptığı çalışmalarda kendine özgü nedenlerle biçimsel veya öze ilişkin arayışlara girer. Yapılan bu çalışma ve arayışların daha çok biçimsellik noktasında odaklandığını görüyoruz. 'Cumhuriyet Dönemi'yle birlikte Karagöz uygulamalarında hem öz, hem de biçimsel arayışlar yoğunlaşmış. Halkın eğitiminin Karagöz aracılığı ile yapılabileceği düşüncesi, Karagöz sanatçılarını veya onları yönlendirenleri keskin bir didaktizme götürürken; CHP'nin (İktidar partisi olarak) yayınlarında gördüğümüz Karagöz metinlerinde köy öğretmeni, politikacı, muhtar tiplemeleriyle konu günlük sorunlara yaklaştırılmaya çalışılmış. Hacivat Tango Bile Yapar! Bütün bu uygulamaların bir sonucu olarak, tango yapan Hacivat figürlerinin yanısıra yine aynı dönem figürlerinin tasarımı da oldukça farklılaşmış ve karikatür tarzı çizimlerle, usta karikatüristlerin biçemlerine öykünülmüş. Bunların olması da çok doğal. Uygulamasını izleme şansımız yok; bu nedenle çalışmaları ancak kağıt üstünde gördüklerimizle ve benim uygulama sırasında birebir yaşadığım sorunlarımla açıklamak ve değerlendirmek mümkün. Bu çalışmaların, öncelikle işini bilen usta kişilerin çabaları olduğu varsayımından hareketle değerlendirdiğimi belirtmek isterim. Çünkü 'usta olmayan', yaptığı sanata -yetenek, estetik ve bilinç açısından- hakim denemeyecek kişilerin çalışmaları, buluşları ne kadar
güçlü olursa olsun olumlu sonuç almaya olanak tanımıyor. Yukarıda sözünü ettiğim denemelerin, -ortaya konan malzemelere baktığımda- aslında 'usta' kişi elinden çıkmış ürünler olduğunu algılıyorum. Ne yazık ki bu çalışmalardan, Karagöz adına günümüze yeni şeyler taşımadığını gözlüyorum. Üstelik birçok kişi sanki bu çalışmalar hiç yapılmamış ve ilk kez kendileri düşünüyormuş gibi benzer öneriler getiriyorlar. Bu öneriler içinde en yaygını ve ilk akla geleni tabii ki günümüzden tipler konulması ve giysilerin değiştirilmesi oluyor. Öneriler, öneren kişinin kültürel altyapısına, popüler kültüre ne kadar yakın durduğuna bağlı olarak değişiyor. Örneğin İbrahim Tatlıses, Tarkan gibi popüler karakterlerin çalışmalarımız içinde yer alması beklentileri, fazlasıyla karşılaştığımız öneriler arasında. Bütün bunlar TV desteği ile popüler kültüre teslim olmuş kuşağa bu sanatı izletebilmenin bir yöntemi olarak görülüyor. Belki de, güncel kültüre sığınarak Karagöz'ü izlenir kılmak düşüncesi bir yol olarak değerlendirilebilir. Ben Karagöz'ün izlenebilirliğini sağlamak için bu kolaycılığa, ucuz yöntemlere ve sonuç olarak sığlaştırmalara hiç mi hiç gerek olmadığını düşünüyorum. Çünkü bunlar yöntemi geliştirmeye yönelik deneysel çalışmalar değil; aksine kör cahillik içinde sanatı (mesleği!) sırtından bıçaklamak gibi bir şey! (Üstüne ustalıkla Tatlıses figürü işlenmiş Kütahya çini tabağının ne kadar "kitch" olabileceğini bir düşünün lütfen!) Her sanatçı birikimi ve kültürel altyapısı çerçevesinde kendi arayışlarını yapar. Karagöz'e elbette yeni tipler girebilir, tabii ki günümüzün giysileriyle yeni karakterler sahnede boy gösterebilir. Bunlar zaten yapılmıştır ve hâlâ yapılmaktadır. Önemli olan bunların ne kadar kalıcı olduğu ve sonuçta bu sanatın sürekliliğine ne kadar hizmet ettiğiyle ilgilidir. Şöyle bir durup düşünelim. Karagöz ismi hâlâ güçlü bir şekilde var ve herkes ondan yararlanma, dahası ona sırtını yaslama çabasında değil mi? 700 yıldır onun adını dilimizden düşürmüyor, yerine yepyeni bir karakter yapıp ortaya çıkartamıyor, en önemlisi de onun gücünde bir sahne figürünü sürekli kılamıyoruz. Bunu kabul edelim. Bunun sorumlusu elbette Karagöz olamaz. Arayışlara Birkaç Örnek
cy
a
Konu ve biçim açısından arayışlara yakın tarihli birkaç örnek verebiliriz, izninizle öncelikle ustam Hayali Torun Çelebi'nin 1980'li yıllarda yaptığı bir çalışmayı örnekleyeyim. Sağlık Bakanlığı'nın o yıllarda talebiyle 'doğum kontrolü' konulu birçok farklı senaryoyu ustam yazmış, figürlerini hazırlamış ve oynatılarak film çekimleri gerçekleştirilmişti. Doğal olarak burada günümüzden giysilerle doktor, hemşire ve hasta tipleri yer almıştı. Hemen arkasından akla gelen ikinci örnek TRT'nin siyah-beyaz dönemlerinde Tekin Özertem tarafından gerçekleştirilen Karagöz'ün TV Uygulamaları. Bu Tekin Özertem örneklerinde Karagöz'ün uzay maceralarına tanık oluyorduk; daha da ilginci, oynatım ve seslendirmede farklılık bulunmasıydı. Figürlerin oynatımı bir Karagöz'cü tarafından yapılırken, karakterlerin seslendirmesi değişik aktör ve aktristler tarafından gerçekleştiriliyordu. Dublaj yapılıyordu demek yanlış olmaz sanırım.
pe
Yanlış hatırlamıyorsam 1985 yılında Almanya'da Duygu Atay'ın bir Karagöz çalışması ile karşılaşmıştım. Bu örnekte ise oyun sinemadaki gibi önce sahnelere, sonra planlara bölünmüştü. Her plan değişimi aynı zamanda kamera gözüyle 'yakın plan', 'uzak plan' ve 'bel plan' gibi bir mantıkla oluşturulmuştu ve o planın gereğine göre büyük veya küçük boyutlu figürler yapılmıştı. Örneğin Hacivat'ın kocaman başını perdede görebiliyordunuz. Üstelik ipli kukla tekniğinden yararlanılarak figürün ağzı da hareket ediyordu. Bir diğer örnek 2000'li yıllardan. Kültür Bakanlığı'nın Devlet Tiyatroları ile işbirliği yaparak gerçekleştirdiği Karagöz kurslarında yetişmiş Altan Alkım 'Karagöz Taş Devri' adı ile oynadığı gösteride, çizgi film karakterlerini Karagöz perdesine taşımıştı. Bunun benzerine ve Karagöz perdesinde renkli ışıkların yanıp söndürüldüğü örneklere çok rastlanıyor. Ben bu noktada bütün bu çalışmalardan sonra "Karagöz adına neler oluyor ve geriye ne kalıyor" diye soruyorum. Belki de kimi sanat eserlerinde olduğu gibi; bazı denemelerin değerleri günümüzden çok sonra anlaşılacak. Olumlu Bir örnek Tiyatrotem'den Karagöz'ün adına yapışıp kalmadan iki yeni karakter yaratıp gölge oyununu ve karakterlerini perde dışına iki boyutlu figürlerle taşıyan Şehsuvar Aktaş ve Ayşe Selen'nin çalışmaları gerçekten takdiri hak ediyor. Bu çalışma hem Karagöz gibi bir gölge oyunu çalışması ve onun boyutlanmış ve zenginleşmiş hali, hem de özgün bir çalışma. Bu çalışmada figürleri perdede izliyor, daha sonra perdeden dışarı çıkan figürleri üç boyutlu alan içinde, iki boyutlu ama sanki üç boyutluymuş gibi izliyoruz. Bu çalışmanın çağdaş ve kalıcı bir deneme olduğunu düşünüyorum. Bütün bunlar birer düşünsel "muhavere" belki ama söylediklerimin doğru ve "tartışmaya değer" olduğunu sanıyorum. Karagöz'e gerçek anlamda sahip çıkmak yalnızca perde arkasına geçip figürlere hareket vermek değil çünkü. Gerçek hareketin arkasında "hayat" var ve hayatı oluşturan düşünsel yapıyı, duyguyu ve mantık dizgesini doğru aramak gerekiyor. Sanata yol aldıran "temanın" da sağlıklı bir arayış olduğu ise hepimizin bildiği bir gerçek elbette 47
> Figen Adıgüzel
cy a
> fadiguzel@tiyatrodergisi.com.tr
Lefkoşa Belediyesi Şehir Tiyatroları, Ankara'daydı
pe
''Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!" Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatroları, Dario Fo'nun "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" oyunuyla Ankara seyircisiyle buluştu. Şehir Tiyatroları oyuncuları, oyun kitapçığında: "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" toplumsal, ekonomik ve politik sorunlara korkusuzca değinen oyun, yanılgımızı, eksikliklerimizi, çelişkilerimizi düzeyli ve çarpıcı ironik güldürü konusu yapar. Oyundaki eleştiriler, taşlamalar sadece iktidara değil, muhalefete, sendikalara, vatandaşa; kısaca tüm topluma yöneliktir. "Ödenmeyecek Ödemiyoruz", sonucu gülünç olacak kadar acı olan bir meydan savaşıdır. Bu savaşı, beslenme ve yaşama hakkı için çocuklarımız ve yarınımız için, barış için vermeliyiz ve kazanmayı bilmeliyiz." diyorlar. Şehir Tiyatroları'nın Sanat Yönetmeni ve "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" oyununun yönetmeni olan Yaşar Ersoy'la konuştuk. Sayın Aksoy, Dario Fo'nun "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" oyununu sahneye koymanızın nedenleri nelerdir? Biz Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatrosu olarak Halk Tiyatrosu'nu kendimize çok yakın buluyoruz. Halk Tiyatrosu insanı hem eğlendiriyor hem sorgulamaya sokuyor. Halk Tiyatrosu'nun temel meselesi bu. Bir araştırma yaptığımızda İtalyan Halk Tiyatrosu Commedia d l l ' a r t e ile Geleneksel Türk Tiyatrosu'nda bir benzerlik gördük. O nedenle Dario Fo Halk Tiyatrosu'nu sevdik. Dario Fo'nun da Halk Tiyatrosu'nda bir ışığı var. Bu bizim birinci buluşma nedenimizdi. İkincisi ise Kıbrıs Türk Halkı yıllarca demokrasi savaşı verdi, özgürlük savaşı verdi. 74'ten sonra tam refaha ereceğiz derken bir başka sorun ile karşılaştı; kendi demokratik iradesine müdahaleler oldu. Kıbrıs Türk Halkı hâlâ özgürlük savaşına, demokrasi mücadelesine devam ediyor. "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" oyununda insanların temel olan yaşamak ve beslenmek hakları ellerinden alınıyor ve bunun üzerine; sadece iktidara değil, muhalefete, sendikalara da eleştirilerini getiriyorlar. Bu konsepte Kıbrıs Türk halkıyla da bütünleşeceğine inandığımız için Dario Fo'nun "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" oyunuyla buluştuk. Oyunun arasında Kıbrıs halkının yaşadıklarıyla ilgili sözler sıkıştırmışsınız. Amacımız şu anda yaşadığımız sorunlarla hesaplaşmayı, yüzleşmeyi sağlamak.
Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatroları bu sezonda neler yapıyor? Bu sene Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" ve "Yavaş Gel Savaş" isimli kabera oyunumuz var. Çocuk oyunu olarak "Ormanların Barış Ateşi"ni sahneliyoruz. Biz Belediye Tiyatrosu olarak hem kendimizi hem seyircimizi yetiştiriyoruz. Bu konuda sivil toplum örgütleriyle çalışmalar yapmaktayız. Eğitim Bakanlığı ile yaptığımız çalışmalar çerçevesinde, belirli günlerde okullara gidiyoruz ve lise öğrencilerine tiyatro kültürünün verilmesi konusunda eğitim veriyoruz. Yanısıra Gençlik Tiyatrosu, Çocuk Tiyatrosu bünyesinde büyüklerin oynadığı-çocuk tiyatrosu ve çocukların yaptığı yaratıcı drama çalışmalarımız var. Eğitim Bakanlığı ile bu sene ilk kez başlattığımız, okullarda tiyatro dersi konulması konusunda bir anlaşmaya vardık. Yine bizim 90'lı yıllarda başlattığımız Okullar Arası Tiyatro Festivali'miz devam ediyor. Bu festival kapsamında bütün adada on okulu seçip onları merkeze taşıyoruz. On gün boyunca öğrencileri seyircilerle buluşturuyoruz. Burada hem seyirci kazanıyoruz hem de onların arasındaki yetenekli gençleri düzenlediğimiz kurslarla daha iyi duruma getirip Türkiye'deki tiyatro okullarına gönderiyoruz. Önümüzdeki yıllarda artık Kıbrıs'ın da bir tiyatro okulu olacak Yakın Doğu Üniversitesi'nde Sahne Sanatları Fakültesi açmayı amaçlıyoruz. Devlet Tiyatrosu ile bir protokol imzaladınız. Bu konudan biraz bahseder misiniz? Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin, Baş Rejisör Erhan Gökgücü, Genel Müdür Yardımcısı Tamer Levent ile yaptığımız karşılıklı saygı, sevgi ve eşitliğe dayalı protokol oldu. Bunun altını çizerek söylüyorum, çünkü geçmişte yapılan protokoller tek taraflı işliyordu. Sadece burada; bu protokol kapsamında, Kıbrıs'a birtakım etkinlikler taşınıyordu. Oysa bu protokol, Kıbrıs'ın kendi çalışmalarını Ankara'daki, İstanbul'daki ve Anadolu'daki tiyatro izleyicisine doğru anlamda taşımak ve tanıştırmak noktasında etkili oldu.
pe
cy
a
Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın Sanat Yönetmeni olarak nasıl bir tiyatro arzuluyorsunuz? Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatroları olarak üç projemiz var. Birincisi yıllardan beri uğraştığımız özerk tiyatro kurumunu gerçekleştirmek. Bunun için hazırladığımız yasa var fakat henüz hayata geçiremedik. İkincisi Başkent Tiyatrosu projesiydi. 1999'da 1. etap inşaat tamamladıktan sonra siyasetçilerin kültür ve sanata gösterdikleri duyarsızlıktan dolayı yarım kaldı. Bu projede 2500 kişilik Açık Amfi Tiyatro, 400 kişilik her türlü donanıma sahip bir salon, 250 kişilik Arena Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, Tiyatro Müzesi ve Sergi Salonu vardı. Ama maalesef devam edemedik. Fakat mart ortasında bir toplantı yaptık. Aldığımız kararlar neticesinde bu proje için 2004 yılı bütçesi içerisinde önemli bir miktar para ayrılacak ve nisan ayında 2. etap inşaat çalışmalarına başlanacak Üçüncüsü de Kıbrıs'ta bir Tiyatro Festivali gerçekleştirmek, bunu başardık. Bildiğiniz gibi geçen yıl birincisini gerçekleştirdik. İstanbul Devlet Tiyatroları'ndan "Benerci Kendini Niçin Öldürdü", Yine İstanbul'dan. Oyun Atölyesi'nden Zuhal Olcay Siyah-Beyaz Geceleri yaptı. Genco Erkal "Yaşasın Savaş"la geldi. İtalya'dan ve İspanya'dan bir ekip geldi. Kukla Tiyatrosu vardı. Çok başarılı, bir aya yayılan bir festival geçirdik. Bu yıl Devlet Tiyatrosu ile yaptığımız protokolde bunu da içeren maddeler var. 24 Mayıs - 14 Haziran tarihleri arasında II. Kıbrıs Uluslararası Tiyatro Festivali'ni gerçekleştireceğiz. Belediye Tiyatrosu olarak bu sene önemli bir amaca daha hizmet ettiğimize inanıyoruz. Bu sezondan itibaren genç arkadaşlarımıza tiyatromuzun yönetimini devrettik. Biz onların yanında sadece Danışma Kurulu olarak duruyoruz. Bunu da yine usta çırak ilişkisi ile yürütüyoruz. Lefkoşe Belediyesi Şehir Tiyatroları olarak Türkiye'deki tiyatro okullarından kontenjan talep ettik. Gençlerimizi tiyatro okullarına gönderdik. Okuldan tiyatroya yani sokaktan tiyatroya değil 4 yıllık akademik süreç sanatçıya bir yöntem, bir anlayış kazandırır. Tüm oyuncularımız konservatuvar mezunudur. Sayın Aksoy, söyleşi için teşekkür eder, Kıbrıslı tiyatroseverlere Tiyatro... Tiyatro...'nun sevgilerini iletmenizi rica eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz
D.T.C.F. Tiyatro Bölümü Öğretim Üyeleri
> Figen Adıgüzel
pe cy
a
> fadiguzel@tiyatrodergisi.com.tr
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde
Oyunculuk Eğitimi ve Öğrenci Oyunları 1 Mart 1958'de Enstitü faaliyete geçer. Başkan Prof. Dr. Bedrettin Tuncel, yardımcısı Pof. Dr. İrfan Şahinbaş'tır. Derslere ünlü Amerikalı tiyatro adamı Kenneth MacGowan'ın yönettiği oyun yazarlığı kursu ile başlanır. MacGowan'ın ders asistanlığını Cornell Üniversitesi Tiyatro Bölümü mezunu olan Refik Erduran üstlenmiştir. Metin And, Haldun Taner, Turgut Özakman, Orhan Asena, Aziz Nesin, Çetin Altan, Cahit Atay, Suat Taşer, Sevgi Batur (Sanlı), Nazım Kurşunlu, Muvaffak İhsan Garan, Sabahattin Engin, Ziya Demirel, Handan Uran kurslara katılırlar. Sevda Şener, Enstitü'nün tek asistanıdır. Daha sonra Özdemir Nutku asistan olarak katılır. Açılışı izleyen yıllarda ders verenler arasında, Washinton Seattle Üniversitesi Dram Bölümü profesörü Grant Redford, Nihat Özön, Refik Ahmet Sevengil, Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner ve Cüneyt Gökçer'i görüyoruz. Anılan verimli çalışmalara rağmen 1960-1961 ders yılında Fakülte profesörler kararı ile kapatılır. Gerekçe Enstitü bünyesinde ders verilemeyeceğidir. Tiyatro Kürsüsü'nün açılması için 1964 yılını beklemek gerekecektir. Ankara Üniversitesi Senatosu'nun 23 Haziran 1964 tarihli kararı ile Tiyatro Kürsüsü açılır. Kürsü Başkanı Prof. Dr. Melahat Özgü'dür. Öğretim yılı dört yılı kapsayacak biçimde düzenlenmiştir.
Fotoğraflar: D.T.C.F Arşivi
Tiyatro Kürsüsü önce Kuram Kürsüsü olarak açılmış fakat Kürsü'de kuramsal çalışmaların yanısıra sahne uygulamaları da yapılmaya başlanmış. Her yıl, 27 Mart Tiyatro Günü'nün bir oyunla kutlanması gelenek haline gelmiş. Bu yıl da 27 Mart'ta dört oyun izleyicilerle buluşuyor. Levent Suner'in IV. sınıf öğrencileriyle çalıştığı "İki Efendinin Uşağı", III. sınıf öğrencileriyle çalıştığı "Sevgili Doktor", Prof. Dr. Nurhan Karadağ'ın tüm bölümlerdeki
öğrencilerle çalıştığı "Rumuz Goncagül" ve "Memleketimden İnsan Manzaraları". D.T.C.F. Tiyatro Bölümü'ndeki oyunculuk eğitimini, Tiyatro Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nurhan Karadağ ve Başkan Yardımcısı Selda Öndül ile konuştum. A.Ü.D.T.C.F. Tiyatro Bölümü'nün ilk öğrenci oyunu, 1964-1965 döneminde Özdemir Nutku'nun sahneye koyduğu "Savaş Oyunu" olmuş. Tiyatro Bölümü'nüzün bu ilk öğrenci oyunundan bahseder misiniz? Nurhan Karadağ: "Savaş Oyunu"nu Özdemir Nutku Hocamız yönetmişti. Festivale katıldı ve Jüri Özel Ödülü'ne layık görüldü. O dönemde "Savaş Oyunu"nun yanısıra "Pabucçu Ahmet'in Garip Maceraları" da çalışıldı. Onu da Özdemir Nutku Hoca'mız yönetmişti. Festivale gittiğinde o da bir mansiyonla geri döndü. Biliyorsunuz aynı oyun bu sezon da Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından hazırlandı, Ahmet Mümtaz Taylan yönetti. Çok keyifli, kendine has renkleri olan, biraz orta oyunu özellikleri taşıyan bir oyundu. Zaten yurtdışında katıldığımız festivallerde de oldukça çarpıcı bir örnek oldu. Tekrar "Savaş Oyunu"na dönersek "Savaş Oyunu"nda ben de oynadım, üstelik zor bir rolü, deliyi oynuyordum. Başrol gibi bir şey aslında ama Uluslararası Festival o yaşlarda benim için oldukça ürkütücü oldu. Festivalde bir gün önce Yugoslavlar oynuyordu, bizim oyunumuza çok benzeyen bir yapısı vardı. Üç katlı, dört katlı balkonlara, localara oynadık. Klasik tiyatrolarda oynadık. Bir üniversite kentinde oynadık, genç seyirci ağırlıklıydı. Yugoslavların oyununu beğenmediler, kağıttan uçaklar attılar, sümkürdüler, kendimi birdenbire arenada hissettim; kaplanlarla boğuşacağım, ter dökeceğim. Oyuna girdiğimizde sahneden seyir yerine hiç bakmamıştım. Sahneden seyir yerine bakıldığında, kapkaranlık bir duvar, hiçbir şey görünmüyor. Ama çok güzeli ben her şeye değdiğine inanıyorum. Hem üniversitemize bir ödülle döndük hem Özdemir Hoca'nın emekleri sonuca ulaştı hem de genç bir üniversite tiyatrosu uluslararası platformda önemli bir adım attı. Konu itibariyle de savaştan çıkan Avrupa seyircisi için çok etkili oldu.
pe
cy
a
D.T.C.F. Tiyatro Bölümü Oyunculuk Ana Sanat Dalı'nda verilen eğitimin diğer tiyatro okullarına göre daha farklı olduğu, kuram ağırlıklı bir eğitimin verildiği konuşuluyor. Daha faklı bir oyunculuk eğitimi mi veriyorsunuz? N. K.: Bu bizim de üzerinde çok durduğumuz, çok sancısını çektiğimiz bir konu. D.T.C.F. Tiyatro Kürsüsü, önce Kuram Kürsüsü olarak açıldı zaten. 1964'te Tiyatro Kürsüsü açıldığında, kuramsal ağırlıklı bir eğitim, öğretim söz konusu oldu. Türk ve Dünya Tiyatrosu ağırlıklı, yorum, dramaturgi, sahne tekniği... Bir yandan da; bu eğitim sürerken ben çok yakından biliyorum çünkü ilk öğrencisiydim, kuramsal ağırlıklı eğitiminin de uygulamadan uzak olamayacağını sürekli savundum. Uygulama olmadan kuramsal eğitim de çok işe yaramıyor. Yani ayağa yere basmayan, savrulabiliyor. Onun için bizlerin daha önceden tiyatro pratiğine giriyor olmamız, hem hocalarımızı hem bizleri daha gerçekçi kıldı. Ben, Ankara Devlet Konservatuvarı'nın sınavına girmedim, D.T.C.F. Tiyatro Bölümü'ne girdim. Aldığım eğitimden, hocalarımdan çok memnundum. İnsanı, toplumu, sanatı, tartışmayı, düşünmeyi öğrendim. Gerçekten bizden mezun olan hemen herkes tiyatro için aynı şeyleri söyleyecektir. Bugün de tartıştığımız en önemli konulardan biri; ister tiyatro, opera, bale olsun ister müzik ister edebiyat, ne olursa olsun, sanatçının, dünyayı tanımayan, toplumu çok tanımayan, insanı tanımayan, kendini tanımayan, yarını amaçlamayan, yarınına, toplumuna bir yararı olmayan bir kimse olması olası değil. Toplumuna bir şey demeyen adam sanatçı olamaz ki. Eğer sanatçı kimliğine sahipsek ister oyuncu olalım ister kuramcı olalım, mutlaka bu geniş açıya sahip olmamız gerekiyor. Mesela, sahnede oyuncu ya da pratik sanatçıysak kuramsal yanını bilmeden bu işi beceremeyiz. Türkiye'nin geleneğinde de bu kuramsal yapı çok zor bir dağ. İki tane akademik kurum vardı, 60'lardan sonra bu rakam 15'e yaklaştı. Ama Türkiye'deki oyuncuların çoğu, nasıl olsa ben mezun oldum, aktörüm diyor ve gazete okuma gereğini bile duymuyor. Böyle bir şey var mı? Ne aydın
için, ne sanatçı için, ne de olağan bir vatandaş, bir dünya vatandaşı için bu olmaz. Aldıklarımı aldım, ben sahneye çıkar oynarım diyor. Belki oynarsın ama ne oynuyorsun, kime oynuyorsun, nerede, ne zaman oynuyorsun'un yanıtlarını veremiyorsan seni de bir gün biri kullanır, öbür gün başka biri kullanır, yanlış bir iş yapıyor olabilirsin. Yani ne dediğini bilmeden oynamanın çok bir yararı yok. İşte bugün bizim oyunculuk eğitimimize baktığınızda yaygın olan gerçekçi tiyatro eğitimini zaten temel yaptık, üzerine de çağdaş oyunculuk gereklerini, verilerini koymak istiyoruz. Benim özlemim bugünün çağdaş oyuncusu şarkı söyleyebilmeli, enstrüman çalabilmeli, dans edebilmeli, bedenini kullanabilmeli, düşünebilmeli, tartışabilmen, topluma söyleyeceği sözleri olabilmeli. Bütün bunları gerektiren bir ders programı hazırlıyoruz. Biz öncelikle kendi ulusumuzun, kendi toplumumuzun sanatını üretmeliyiz ki dünyada yerimiz olsun. Uluslararası platforma, kendi ulusunu, kendi toplumunu bilmeden hiç kimse açılamaz. Böyle bir şans yok. Hiçbir ülkenin böyle bir şansı yok diye düşünüyorum. D.T.C.F. Tiyatro Bölümü Oyunculuk Dalı'na oyuncu aday adaylarını alırken nasıl bir elemeden geçiriyorsunuz? N. K.: Biz Seçici Kurul olarak hep daha iyisini seçmeye çalışıyoruz. Birinci kuralımız bu. Her dönem en objektif sınavı yapmaya çalışıyoruz. Çok açık söylüyorum torpil falan yoktur bizde, çünkü sekiz jüri üyemiz de açık oy verir. Benim 20 verdiğime, diğerinin 80 vermesi kavgaya neden olur. Neden 80 verdin diye hesap sorarım ya da benim 80 verdiğime diyelim öbürü 20 vermişse, olmaz. Ben neyi göremedim de sen gördün diye kavga ederiz aramızda. Her yıl kendimizi yenilemeye çalışırız. Hata yapmamaya çalışırız. Sınavda yanılma payını en aza indirmeye çalışırız. Bazı durumlarda yanılabiliyoruz diye bir psikiyatr, bir kulak-burun-boğazcı ya da diş uzmanı çağıralım, yani çocuğun diksiyonunda arıza varsa acaba çene yapısından mı kaynaklanıyor yoksa düzelebilir bir arıza mı, bilelim istedik. Uyguladık tabii bunları ama uygularken de neler çektik. Neyse bir sene uyguladık ama çok etkili olmadı.
pe cy
a
Türkiye'deki tiyatro okullarında verilen eğitimi nasıl değerlendiriyorsunuz? D.T.C.F.'nin ayırt edici yönleri var mı? Tiyatro okullarından mezun olan adaylar yeterince donanımlılar mı? N. K.: Türkiye'de çok net bir planınız olamıyor. Bunu ekonomide, siyasette yaşadığımız gibi bu tiyatroda da yaşıyoruz. Tiyatro eğitimimiz de böyle olmak zorunda. Şöyle olması gerekiyor deseniz de inandıramıyorsunuz. Türkiye pratiği içinde ben kendi bölümüm için evet, Türkiye koşulları, Türkiye ortalamasının üzerinde oyuncu mezun ediyorum. Sadece oyuncu değil, kuramcı ve yazar mezun edebiliyorum. Şunu da söyleyeyim, Türkiye'deki oyuncu potansiyeli çok yüksek. Anadolu'nun kazanından çıkan yemek böyle demek ki Türkiye'de her şey zor, her an zor. O zorluklar bana göre çok daha üretken, çok daha yetenekli insanlar yetiştiriyor. Biz millet olarak az enerjiyle çok şey üretebiliyoruz. Bu oyunculuğa da yansıyor. Türkiye'deki tiyatro okullarının açılmasından, sayısının daha da artmasından yanayım. Birçok arkadaşım açılmasın diyor. Yani bu bir sanat eğitimi, yetenek eğitimi ise, açılsın. Kendisini de geliştirip eğitebilir, kapabilir, yürüyebilir.
Bu yıl D.T.C.F. Tiyatro Bölümü Oyunculuk Dalı öğrencileri hangi oyunları hazırlıyorlar? N. K.: Bu yıl dört oyun hazırlıyoruz. Levent Suner, IV sınıflarla "İki Efendinin Uşağı", III. sınıflarla "Sevgili Doktor"u hazırlıyor. Ortak yapım dersini, sadece oyunculuktan değil; yazarlık bölümü, kuram bölümü hatta Arapça, Farsça, İngilizce, Tarih gibi bütün bölümler seçmeli ders olarak alabilirler. Ben onlarla birlikte "Rumuz Gonca Gül"ü çalışıyorum. Bir de geçen yıl oynadığımız, kadrosunu değiştirdiğim "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı çalışıyorum. 27 Mart'ta dört büyük oyun sahneliyoruz. Bunun yanısıra yüksek lisans,
pe cy
a
doktora öğrencilerinin oyun çalışmaları var. Benim reji uygulamaları dersimde öğrencilerimin çıkardığı on kadar kısa oyun var. Öğrenci projesi olarak çıkıyor. Öğrenciler, projelerinde özgür çalışabiliyorlar mı, çalışmalarını nasıl seçiyorlar? Selda Öndül: Bizim Oyunculuk Bölümü'müzde III. ve IV. sınıfların ayrı ayrı oyun dersleri var. Bunlar baştan sona bir oyun çalışıyorlar. Bu oyunların çalışılmasının öğrenci sayısı, öğrencinin kız-erkek ayrımı, dağılımı gibi bazı şartları var. Dolayısıyla hem III. sınıflara hem IV. sınıflara oyun çalıştırmaya çabalıyoruz. Bizim bir geleneğimiz, her sene 27 Mart'a en azından bir oyun yetiştirmek. Bölümü'müzde öğrencilerimizin yaptıkları çalışmaları şöyle alalım; bir tanesi Oyunculuk Ana Sanat Dalı'nın sene sonu oyunu, yani dört yılın sonunda tahlil etme oyunu, mezuniyet oyunu. Bunda sadece oyuncular var. Bir Oyunculuk Bölümü hocası ya da ek ders ücretli bir hocamız bir oyun sahneler. Diğerine ise her üç ana dalın da yer aldığı dramaturgisinden, oyun yazarlığından, dekorundan kostümünden, oyunculuğundan, araştırmasından hatta diğer bölümlerin de seçmeli ders olarak alabildiği bir ders olduğu için onlar da katılabilirler. Bu bütün sınıflara açık, dolayısıyla her sınıftan, her daldan öğrenci yan yana gelmiş oluyor. Burada sadece oyuncu olanlar katılabilir diye bir ayrım yok. Dolayısıyla o dersin adı Ortak Yapım. Bunun dışında öğrenci projelerimiz var. Öğrencilerimizin Reji Uygulamaları dersi var. Bu dersi zaten IV. sınıf öğrencileri sahneliyorlar. Onlar istedikleri öğrencilerle anlaşıp oyunculuktan, yazarlıktan, kuramdan seçebilirler. Bunun dışında yüksek lisans derslerimiz var. Tiyatro Yönetmenliği Yüksek Lisans ve Doktora programlarımız var. Onların aynı şekilde projeleri var. Onların da projeleri gerek hocalarınki gerekse öğrencilerinki tabii ayrı ayrı biçimlerde değerlendiriliyor. Hocalarımızınki değerlendirilirken öneriler biçimde oluyor. Öğrencilerinki halka açılsın mı açılmasın mı diye değerlendiriyor. Bunun dışında Akademik Kurul izliyor ve o Akademik Kurul'un düşüncesi doğrultusunda seyirciye açılıyor veya açılmıyor. Biz öğrencilerimizi en az 15 kez seyirciyle karşılaştırmayı hedefliyoruz. Matine suare oynamayı öğretiyoruz.
D.T.C.F. Tiyatro Bölümü'nde Özdemir Nutku, 1969-1970 döneminde Gyula Hay'ın "At" oyununu IV. sınıf öğrencileriyle sahnelemiş. O zaman bir okul oyunu olmasına rağmen çok ses getirmiş. Üstelik o zaman Tiyatro Bölümü sadece Kuram Ana Sanat Dalı olarak vardı; Oyunculuk Bölümü de yoktu. O günden bugüne mutlaka çok güzel oyunlar çalışılmış ama bu oyun kadar ses getirememiş. Siz bunun nedenini neye bağlıyorsunuz? Bu dönem böyle bir oyununuz var mı? S. Ö.: Türkiye'nin ekonomik şartları ile, Türkiye'nin demokrasi konsepti ile, Türkiye'nin insan haklan ile, ifade özgürlüğü ile geçirdiği dönem içinde ele almak gerekiyor tiyatroyu. Tiyatro tek başına var olamaz. Bireysel bir sanat değil. Tiyatro toplum sanatı, tiyatro halk sanatı, tiyatro ifade özgürlüğüne doğrudan demokratik fikirle, eleştirel, analitik düşünmeyle çok bağlantılı bir sanat. Tiyatro Türkiye'de çok genç bir sanat, böyle bir tarafı var. Çağ, çabuk tüketilecek şeyler istiyor. Aradığımız şeyi internet'ten aramaya çabalıyoruz oysa eskiden öyle değildi. Festivaller düzenlenmezse, bölgelerde daha fazla amatör topluluklar olmazsa, olmaz. Tiyatroyu ihtiyaç olarak hissetmediğimiz sürece tiyatro bir yere gelemez. Bölümün yaptığı araştırmalarla, seçtiği oyunlarla belli bir çizgisi olduğunu görüyoruz zaten. Ses getirmek eskisi gibi değil. Reklam yapmamız gerekli, medyanın bizi göstermesi gerekli. Biz her gün çağırıyoruz medyayı, belli sanat programlarında yer alıyoruz. Dolayısıyla ses getirmek için farklı organizmaların, farklı mekanizmaların çalışması lazım. O farklı mekanizmaların bir bölümde işlemesi çok zor. Sayın Karadağ ve Öndül, Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz 53 <
> Üstün Akmen
pe cy
a
> uakmen@superonline.com
Güzel Seslerin Sırtladığı Bir Köy Dramı:
"Jenufa"
UNESCO, 2004 yılını "Leos Janacek Yılı" ilan etti ya, İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin bir önceki başarılı Müdürü ve Genel Sanat Yönetmeni Prof. Mesut İktu, akıl etmiş, bu bestecinin tanınmış yapıtları arasında sayılan "Jenufa" başlıklı opera klasiğini 2003-2004 repertuvarına katmış. 2004 yılının, "Jenufa"nın ilk sahnelenişin 100. yılı olması, İktu'nun seçimini elbette daha da bir değerli kılmış. Şimdiki çalışkan Müdür ve Genel Sanat Yönetmeni Suat Arıkan da, yapıtı sezona yetiştirmiş. İkisinin de emeklerine dirlik.
Fotoğraflar:
Müjdat Çoban
Oyun, XIX. Yüzyıl sonlarında Moravya'da bir köyde geçmekte. Yaşlı kadın Burya Starenka'nın (Alto Aylin Ateş) torunu Steva (Tenor Ari Edirne), gene Burya'nın kilise hademesi olan dul gelini Kostelniçka (Soprano Jaklin Çarkçı) tarafından büyütülmüş güzeller güzeli Jenufa'yı (Soprano Sema Tüzün) baştan çıkarıp gebe bırakmıştır. Steva hırsız, uğursuz, huysuz, huzursuz bir gençtir. Diğer taraftan, gene Burya Starenka'nın üvey torunu Laka Klemen (Tenor Hüseyin Likos) de kızı sevmekte ancak aşkını gizlemektedir. Laka, iyi yürekli, dengeli bir gençtir. Jenufa, çocuğu olacağını anlayınca Steva'yı evlenmeye zorlar ama sonuç alamaz. Hatta, sarhoş delikanlı, kızın yüzüne bıçakla bir de çizik atar. Neyse! Çocuk doğar, büyümeye başlar. Steva ise, yargıcın kızı Karolka'nın (Soprano Peyman Dorkan) peşindedir. Laka gerçeği bilir, gene de Jenufa ile evlenme isteğini sürdürür. Bu arada, Kostelniçka, üvey kızının iyiliği için çocuğu ortadan kaldırır. Oysa, tam da Jenufa ile Laka'nın evlenecekleri gün, çocuğun cesedi derede bulunur. Kostelniçka olanları açıklar ve tutuklanır. Karolka da, yasadışı çocuğun babası Steva'yı terk eder. Jenufa ile Laka arasında ezik ama acıdan doğup gelişen güçlü bir aşk filizlenecektir. Almanca'ya Franz Kafka'nın arkadaşı Max Brod tarafından çevrildiği bilinen bu köy dramı, nedense Serdar Yalçın'ın belki de zorunlu olarak prosodi hataları ve anlam-kavram karmaşasıyla dolu Türkçe'siyle oynanmakta. Mussorgski'nin derin etkilerinin, Moravya halk temalarının iyiden iyiye sezildiği müzik, kulaklarda iz bırakacak nitelikte. Melodinin ritim eşliğinin birden değişmesi ya da sondan başa tekrarı çok ilginç. Pek güzel.
"Jenufa"yı sahneye Aytaç Manizade koymuş. Sahneye koyarken "Jenufa"yı "töre" olgusuyla örtüştürmüş. Daha doğrusu kendisi öyle söylüyor (Cumhuriyet-16 Mart 2004). "... trajik bir gerçek, kök salmış acımasız değer yargılarının insan yaşamına getirdiği dip noktalar," falan diyor. İnanmıyorum. "Mekân tüm folklorik öğeleriyle Çekoslovakya'nın bir köyü olsa da aslında özellikle 'töre' boyutuyla mekansız, zamansız bir yapıt, evrensel bir acı. Bu nedenle çok da köy köy ele almadım yapıtı," diyor. Sanmıyorum. Aytaç Manizade, uvertür, giriş, arya, resitatif, düet, terzet, kuartet, kentet, dans, koro, final gibi kendine özgü öğeleri yanısıra, operanın da önünde sonunda bir oyun olduğunu unutmuş. Yani teatral hiçbir malzemeye yer vermemiş ya da yanlış yorum getirmiş. Örneğin, Jenufa saksısına bir su veriyor, Laka sırtından un çuvalını attıktan sonra bir değnek yontuyor vallahi görülmeye değer. Yani insana: "Yahu, Sema kardeşim, sen hiç mi çiçek sulamadın, e be Likos biraderim, çocukken hiç mi çakınla değnek yontmadın" diye sorarlar. Ve Kostelniçka karakteri. O ne öyle! Kostelniçka kötü bir üvey anne mi? Hayır. Çocuğu hainliğinden, kıskançlığından değil, evlatlığının mutluluğunu engellememesi için dereye atıyor. O halde? Gerek var mı Jaklin Çarkçı'yı kabarmış hindi gibi sahneye sürmeye? Ne ilgisi var, Jaklin Çarkçı'nın üvey anne olacağım diye "Yılanların Öcü" filmindeki Aliye Rona tipini çizmesine? Ari Edirne de, ne kibar bir Steva öyle! Şaştım kaldım.
cy a
Gelelim Simon Caban'ın dekoruna. Birinci perdede, sahne gerisinde gerili sinema perdesi azmanının işlevini biri bana mutlaka anlatmalı. Hayır, yanlış yorumlamayın, samimiyetle söylüyorum, o perdenin işlevini biri bana anlatmalı ki, ben de öğrenebileyim. Yere ahşap döşemenin, köylülerin dansı sırasında tüm dekoru zangır zangır titretmesinden başka neye yaradığını da öğrenmeye hakkım var. Hele hele, Jenufa ile Steva'nın yalnız kaldıkları tabloda, un deposunun kapısından çıkan tahta perdenin ne mene bir şey olduğunu öğrensem gerçekten rahatlayacağım. Deredeki kamışlar arasından onca ahalinin hiç ıslanmadan nasıl yürüyerek geçtiklerini de bütün ciddiyetimle merak ediyorum. Birinci sahnede, sahneyi öylesine dar tutup, onca koristi itiş kakış, üst üste yerleştirmesini de, ne yalan söyleyeyim anlayabilmiş değilim. Dıştan görülen evin, ikinci perdede içine geçtiğimizde, yani saray avlusu büyüklüğündeki mütevazı(!) köy odasını gördüğümüzde, pencerenin neden solda değil de sağda yer aldığı konusu da meraklarım arasında. Pencerenin panjuru açıldığında geri plandaki tahta perdenin de (ille de tahta perde) çekilmesi ve derenin sembolik olarak derinlemesine ortaya çıkmasına eyvallah da, Jenufa panjurları kapattığında simgesel öğenin sürmesine ne demeli! Ya finaldeki o tel çubuklara tutturulmuş çiçekler? Aman Tanrım! Yerli dekoratörlerimiz bitti de, Çekoslovaklara mı kaldık? Bu kurumun, onlarca sahneyi başarıyla giydirmiş "büyücü" lâkaplı Baş Dekoratörü, bu dekor taslağını görmemiş mi? Görmüşse nasıl onaylamış? Bu sorular, vallahi hep meraktan. Ayşegül Alev'in kostümleri, kızmasın ama, bir İstanbul Devlet Opera ve Balesi yapımına yakışmamış. Örnek isterse, Barena (Funda Güllü) ve arkadaşlarının dans sahnesindeki kostümlerini birincil örnek olarak gösteririm. Rihtarka'nın şapkasına hiç yorum getirmeden dikkat çekerim. Metin Koçtürk'ün ilk sahnedeki ışıkları kötü üstü. Oyuncuların tümünün gölgeleri yere düşmekte. Önden ve alttan gelen ışık, oyuncunun gölgesini kendisinden büyük gösteriyor. Sahne gerisinden verdiği sarı spotun önünden sürekli birileri geçtiğinden olsa gerek, ışık da sürekli dalgalanıyor. Koçtürk, "etki dağılımı"nı elbette en az benim kadar biliyordur, eminim. İkinci perdedeki tasarımına sözüm yok.
pe
Hüseyin Likos müthiş iyi, Aylin Ateş çok başarılı, Jaklin Çarkçı mükemmel, Sema Tüzün harika. Diğer bütün seslere de diyecek yok doğrusu, hepsi ayrı ayrı kutlanılmalı Yalnız, Pastuçina'da Pınar Yıldırım'ın biraz daha çalışması gerektiğini vurgulayacağım. Koro da başarılı. "Jenufa", sadece sesler için de olsa izlenir.
SÖZÜN ÖZÜ: Öğrendiğinizi silmeyi öğrenin - Benjamin Disraeli
55 <
a pe cy > Sevda Şener
Zorlu Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu
"Müziğin Kalbi"
"Müziğin Kalbi", tiyatronun eğitici, uygarlaştırıcı işlevi dikkate alınarak özenle hazırlanmış bir çocuk oyunu, ilkokul öncesi çocuklara yönelik olduğu halde her yaştan seyircinin beğenisini okşayan yanları var. Oyunun tanıtım broşüründe yer alan bir cümle oyunun amacını da, yöntemini de açıklamış: "Müzik sevgisinden insan sevgisine notalar aracılığı ile bir köprü kurmaya çalışıyoruz". Yalnızca bu açıklama bile sanatın işlevini doğru saptamış sanatçıların karşısında olduğumuzu anlamaya yetiyor. "Müziğin Kalbi", Zorlu Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu ürünü. Oyunu Haluk Yüce yönetiyor. Yönetmenin kukla tiyatrosunun yeni bir tekniğini ustaca uyguladığını görüyoruz. Bu yılki Ankara Müzik Festivali'ne katılacak olan "Laterna Magica" Dans Tiyatrosu topluluğunun gösterisinde de bu tekniğin kullanıldığını göreceğimizi sanıyorum. Haluk Yüce'nin "kara tiyatro" örneği olarak tanıttığı, karartılmış ortamda sunulan ışık oyunları ve bu oyunların eşlik ettiği, tasarımını gene Haluk Yüce'nin yaptığı kuklaların oyunu yalnız çocukları değil, onların annne babalarını da etkileyecek kadar büyüleyici.
Fotoğraflar: Semin Yolaçan
Oyunun metnini Emine Kaygun yazmış. Birbirinden ayrı düşmüş sevgililerin özlemi teması, iki müzik aletinin aşkı olarak ele alınmış. Çalgıların, notaların tanıtımı bu sevi öyküsü çevresinde kurgulanıyor. Müziklerini Nedim Yıldız'ın yaptığı oyunda müzik çocuklara yaşama sevinci verirken, oyunun sevimli öyküsü onları ince duygularla tanıştırıyor. Benim seyrettiğim gösterimde çocukların büyük bir istekle oyuna katıldıklarını, şarkılara eşlik
ettiklerini gördüm. Bu katılımın, kimi başka çocuk oyunlarında gözlemlediğim zorlama katılımdan, yapay sevinç gösterisinden farklı olduğunu, çocukların sahneyi içtenlikle gülerek, eğlenerek, duygulanarak izlediklerini gözlemledim. Başarıyı sağlayan, hem kuklalara can veren, hem sahnede oyuncu olarak yer alan genç sanatçıların işlerini severek, heyecanla yapmalarıdır. Özellikle Haluk Yüce çocuklarla iletişim kurmada, onları oyuna ısındırmada çok başarılı. Bu arada, soğuk bir günde seyrettiğim temsilde, yönetmenin sözü seyircileri oyuna ısındırma konusuna getirdiğinde, çocuklardan birinin ısınma sözcüğünün kulağından tutup, hiç üşümediğini, çünkü annesinin ona iki çorabı üst üste giydirdiğini söyleyişini hiç unutmayacağım.
pe cy a
Çocuk tiyatrosu yapmak hem duyarlılık isteyen, hem sanatçıya sorumluluk yükleyen bir iştir. Bilgiyle, incelikle, ustalıkla yapılmak ister. Ülkemizde bu doğrultudaki çalışmalarda, pek çok alanda özlemini çektiğimiz bir başarı çizgisinin tutturulduğunu görmek insanda iyimserlik uyandırıyor, işinin ehli Haluk Yüce'yi, sevgili öğrencim Emine Kaygun'u ve arkadaşlarını candan kutluyorum. O
57 <
> Pınar Erol
pe cy
a
> pinarerol@tiyatrodergisi.com.tr
• Sevtap Abalı
Cimnastik ile Görsel Sanatların Buluşması:
CimCim Harikalar Cimcim Harikalar... Onlarla bugünlerde tanışacaksınız. Yayla Sanat Merkezi'ndeki gösterilerine küçük, büyük herkesi bekliyorlar. Projenin yaratıcılarından Vira Kozmetik'ten uzun yıllardır tanıdığımız Sevtap Abalı ile bu sefer, sırf bu proje için kurdukları Sisus'un çatısı altında söyleştik. Sorularımızı yanıtlamak için söyleşide hazır bulunan bir başka isim de projenin diğer ucundan tutan antrenör Dilaver Abdiloğlu idi.
Fotoğraflar: Ahmet Tanju Söyleşi fotoğrafları: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
Cimcim Harikalar Proje'si ne amaçla ve nasıl ortaya çıktı? Sevtap Abalı: Projenin ana amacı Türkiye'de spor yapan ve sanatı seven bir toplum yaratmak için altyapı hazırlamak. Cimnastik bir altyapı sporu. Çocukların 10 yaşına kadar yapabilecekleri cimnastik, yüzme ve atletizm gibi sporlar var. Fiziksel mekân ve yapabilme özgürlüğü açısından en uygun olanı cimnastik. O yüzden de cimnastiğin sanat yanına bakarak böyle bir görsel şölen hazırlamaya karar verdik. Bu görsel şölende en önemli nokta daha önce cimnastik yapmış çocuklarla çalışmaktı. Bir çocuğun gerçekten estetik, görsel, hoş bir şeyler yapabilmesi, yarışma düzeyine gelebilmesi en az 5 yıl alıyor. O yüzden antrenörlerimizin yönlendirmeleriyle Bağlarbaşı Spor Salonu'nda, genellikle cimnastiği bırakmış, yarışmacı olmayan çocuklar arasından seçim yapıldı. Diğer türlüsü hazıra konmak gibi, emeğe saygısızlık olurdu. Çalışmalara başlandı. Başlarda proje biraz filin neresini tuttuğunuz meselesi gibiydi. Herkes sadece tuttuğu yeri biliyordu. İnanmayacaksınız belki
ama sadece Dilaver hoca ve ben sahnede ne olacağını biliyorduk ve çocuklar bile çizgi filmleri falan sadece ilk kez gösteri günü gördüler. Her konunun gerçekten uzmanıyla çalışmaya özen gösterdik. Kostümleri, Şehir Tiyatroları'ndan Feyza Zeybek hazırladı, alt tarafı sporcu mayosu denmedi yani. Müzikleri Deniz Bayrak yaptı. 10 ayrı çizgi film, 7 kişilik bir ekip tarafından hazırlandı. Bence işin en önemli kısmı çocukların yönlendirilmesi ve koreografi kısmıydı. Böyle bir gösteride hem cimnastiği hem sahne sanatlarını bilen hem de çocuk psikolojisinden anlayan eğitmenlere ihtiyaç vardı. O yüzden Dilaver Hoca ve Ukrayna'dan Katherina çocukların antrenörleri oldular. Gösteriyi izleyen aileler şimdiden arayıp çocuklarının cimnastik yapmaları için nereye yönlenebileceklerini sormaya başladılar bile. Tabii ki konumuz sadece cimnastik değil, sanat çalışması konusunda ciddi bir boşluk var. 10 yaş öncesi çocuklar sahnede ne izleyecekler? İnanır mısınız bu yaş çocuklarının kilo problemi var şimdi. Hareketsizler. Diğer bir problem çocukların sürekli bilgisayar başında olmaları. Küçük yaştakiler sürekli televizyonda çizgi film seyrediyor. O çizgi filmlerin çocuklar üzerindeki etkisini ahkâm kesmektense uzmanlara bırakmak gerekir ama biz sonuçlarını saldırganlık, iletişim problemi olarak gözlemleyebiliyoruz. Dolayısıyla buna da çözüm olarak bakıldı. Diyoruz ki bakın sizin yaş grubunuzdaki çocuklar bu tür uğraşlarla da ilgileniyorlar, cimnastik yapıyorlar, müzik ve sanatla da ilgililer. Dilaver Abdiloğlu: Ben projeye dahil olduğumda epey yol alınmıştı zaten, altyapı hazırdı. Çocukların seçimini yaptık. Cimnastik salonuna çocuğunu getiren veli ilk önce çocuğuna spor yaptırmayı amaçlamalı. İlla çocuğum cimnastikçi olacak diye bir yönlendirme yok. Amaç çocuğun spor yapması, bu ilerde sağlıklı bir birey olmasına çok yardımcı. Çocukları nereden buldunuz? D. A.: Çocuklar zaten cimnastik yapmış çocuklardı. Cimnastiği bırakan çocukları toplumdan soyutlayacak değiliz. Ben projeye Sevtap Hanım çocukları topladıktan sonra dahil oldum. 12 çocukla da sayıyı netledik.
pe
cy
a
S.A: Katılımcı çocukların hemen hepsi devlet okulu öğrencisi. Çocuklar sabah okula gidiyorlar, öğleden sonra çalışmalara katılıyorlar. Yıllardır bu tempoda çalışıp başarılı oluyorlar. Yeter ki doğru ve güzel şeylere yönlendirilsin. Çocuklar ne kadar farklı kişilik yapılarından gelirlerse gelsinler, disiplin alarak, hayatlarını planlayarak yaşamayı çok küçük yaşta öğreniyorlar. Sporunu yapacak, enerjisini boşaltacak, öte yanda bir şeye ulaşabilmek için emek vermek zorundalar. Bir şeye emek vermek için çok çalışsa bile başarısız olabilirler. Yarışmalarda öyle oluyor mesala ama vazgeçmeyecek, kaldığı yerden devam edecek. Çocuklar bu mesajı alıyorlar cimnastikte.
Biz bunun örnek bir proje olmasını istedik. Bunun altında proje olmasın, yapılanlar bizimkinden daha iyi olsun diye şöyle şeyler yaptık: Mesela tüm çocuklar sigortalandı. Herhangi bir kaza riskine karşı özel sigortaları yapıldı. Antrenmanlara başladıktan çok kısa bir süre sonra genel sağlık taramaları yapıldı. Her antrenmanda bir doktor hazır bulunuyordu, ayrıca antrenörlerimiz herhangi acil bir durumda ilk müdahaleye gerekli bilgi ve deneyime sahip. D. A.: Çocuklara çok özen gösteriyoruz. Sürekli doktor kontrolünde çalışıyorlar. Çocuklar evlerinin kapısından alınır, kapısına bırakılır. Özellikle eğitimlerine dikkat edilir. Başarısız öğrencilerin mutlaka derslerini düzeltmeleri önceliklidir. Çalışmaları ailelerle sorun yaşamadan yürütmeye çalışıyoruz. S.A: Sahne çok ışıltılı bir dünya, alkışlar insanın hayata bakış açısını değiştirebilecek kadar güçlü, dolayısıyla biz o noktada çocukların önünü kesmek zorundayız. Önce okul. Bu hoş bir deneyim. 12 tane çocuk 4 ay boyunca çok hoş vakit geçirdi ve şu anda cimnastiğe çok sıcak bakıyor. Bu bile kârdır. Gösteride de izleyeceksiniz, jenerikte çocukları tanıtırken herbirinin ne olmak istediğini de yazdık. Çünkü hayatınızda mutlaka hedefler olmalı, bu illa ki cimnastikçi olmak olmayabilir. Peki bu çocuklarda motivasyon kaybına neden olmadı mı? S.A: Hiç olmadı. D. A.: Ben 15 yıldır yaptığım antrenörlük deneyimimle konuşuyorum. Genelde sporcu çocukların dersleri iyidir. Çünkü hiç boş vakte alışık değiller, sürekli dolular ve hiç tembellik yok. Asla tembelliğe alışamıyorlar. Televizyon izleyecek zamanları yok. Herkes dizi izliyor mesela, onlar bunları bilmiyorlar. Niye çocuklara taktınız. Niye onlarla bir proje düşündünüz? S.A: Öncelikle 3 tane çocuğum var. Onlara farklı gözle baktığımı fark ettim. Ayrıca bu ülke bizim ve çocuklar da ülkenin geleceği. Terk etmek istemediğim bir ülkede yaşamak istiyorum, bu da bu çocukların iyi yetişmesiyle ilgili. Birileri yapmak zorundaydı.
pe
cy
a
Projenin sponsoru niye yok? S.A: Sponsorlar ile çalışmanın ciddi bedelleri var. Bir; bu projenin çocukların ve bu ülkenin projesi olmasını istedik. Mesela bu grubun tümü Türk çocukları, bunun milliyetçilikle ilgisi yok ama artık ülkemizle gurur duymamız gerektiğini düşünüyorum. Özellikle yabancılarla uzun yıllar çalışan biri olarak birtakım konulardaki aşağılık kompleksinden nefret eder hale geldim. Çünkü bunu hak etmiyoruz. Bu çocuklar ilerde yurtdışındaki gerek cimnastik gerek tiyatro festivallerinde Türk çocuklarını, Türkiye'yi temsil edecek diye düşündük. Böyle bir gösterinin başka yerde daha önce yapıldığını düşünmüyorum, sadece çocuklarla yapılan Don Kişot çılgınlığı isteyen bir şey. Ama biz onu seçtik ve gerçekten iyi de yaptık. Orada daha kolayı varken niye daha zorunu seçesin ki? Açıkçası böyle bir projeye sponsor bulmak çok da zor olmazdı. Özellikle çocuk projelerine birçok firma sıcak bakıyor ama o zaman ne olurdu? Gösteri onların şemsiyeleri altında, onların yönlendirmeleri doğrultusunda olurdu, çocuklar da o markanın çocukları olurdu... Birçok ajans arayıp bu çocukları reklamlara çıkarmak istiyor ama biz hayır diyoruz. Çünkü, bu çocukları hiçbir şeye çerez yapmak istemiyoruz.
cy a
Tanıtımı nasıl gerçekleştirdiniz peki? S.A: Kimi gazetelere ilan verdik. "Cem Ceminay Show" ve "Başka Yerde Yok"a çıktık. Ancak bir projenin tutması için muhakkak popüler birtakım magazin programlarında yer almalı yoksa bilet satamazsınız diye bir inanış var. Çok çılgınca bir şey söyleyeyim mi? Ben Türkiye'de bir şeylerin gerçekten doğrusu oymuş gibi gösterilip ama vicdanınızın doğru olmadığını söylediği şeylerin artık yıkılması gerektiğine inanıyorum. Yapın bu projeyi, tutacaksa halk tutsun. O tür programlarda birilerinin yanında garnitür olarak değil, sadece "Cimcim Harika" oldukları için programlara çıksınlar. Bizim salonumuz bütün kameralara açık, gelip çekim yapabilirler. Biz bu çocukları program program gezdirmeyeceğiz, meraklısı gelip izlesin. Mühim olan projenin kendisi değil, sonuçları. Türkiye'de sanatı, müziği, sporu seven bir toplum imajı önemli. Bizi asıl sonuçları ilgilendiriyor. Siz bu projede Vira Kozmetik olarak değil, Sisus olarak varsınız... S.A.: Vira kozmetik'in 13 yıldır oturmuş bir imajı var. Biz o imajı buraya taşımak istemedik. Şirketleri birbirine karıştırmak istemedik. Vira'nın kaynakları kullanıldı bu proje için ancak yetmedi, bankadan kredi almak durumunda kaldık. Tüm maddi, manevi imkânlarımızı zorladık. Türkiye'de bir şeyi ilk kez yapacaksanız çok iyi yapmak zorundasınız. Hele bir de örnek alınacaksa daha iyisini yapmak zorundasınız.
pe
Sisus bu yüzden mi kuruldu peki? S.A: Evet, Türkiye'de sanatsal ve sportif faaliyetleri yaygınlaştırmak amacıyla kuruldu. Tek amacı bu, başka hiçbir şeye de bulaşmayacak. Benim en büyük hayallarimden biri Türkiye'de uluslararası bir cimnastik festivali düzenlemek. Belki Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı'yla yapılacak işbirliğiyle gerçekleşir. Portekiz'de 4 yılda bir yapılan bir festival var. 52 ülkeden katılımcı geliyor. Böyle bir organizasyonun turizm açısından ülkeye katkısını düşünün. İstanbul'la mukayese edin. Portekiz bunu yaptıktan sonra İstanbul'da niye yapılmasın? Ülke turizm politikası olarak bu tür şeylere yönelinmeli.
Çocuklar kendilerini nasıl tanımlıyorlar? Sanatçı mı, sporcu mu? S.A: Kendilerine sormak gerekir. Onlar çok kişilikli çocuklar. Belki içlerinden ilerde sizin karşınıza oturacak, kendisiyle röportaj yapılacak çok sıkı tiyatro sanatçıları çıkacak. Vücutlarını çok iyi kullanıyorlar, kendilerine çok hakimler. D. A.: Aslında sahneye alışık değiller ama seyirciye alışıklar. Yarışmalarda sorumluluk aldılar. Seyirci karşısına çıkan bu çocuk sorumluluk duygusuyla oyununu bile büyütüyor, daha iyi oynuyor. Gösteride hata yapan çocuk daha çok alkış alıyor. Seyirci o desteği veriyor. Yapılan şeyin ne kadar zor olduğunu anlıyor çünkü. Gösteri 13 bölümden oluşuyor dediniz. Her bir bölüm bir hikaye mi anlatıyor? S.A: Gösteri 13 ayrı bölümden oluşturuldu. Her bir bölümde özgün müzik ve ayrı kostüm kullanıldı. Burada birtakım sınırları zorlamak istedik. 30 saniyede bir oyuncunun kostüm değiştirebilmesi gibi. Kaldı ki çocukların kostümü üstlerine yapışan türdendi, buna rağmen bunu başarabildiler. Sporcu eğitimi ve disiplini almış çocuklar çünkü. Her bir detaya çok özen gösterildi. İyi olmak istiyorsanız, çok çalışmak, özen göstermek zorundasınız. Gösteride yer alan çizgi filmler küçük yaş gruplarındaki çocukların cimnastiğe sempati duymalarını sağlamak için kullanıldı. Hikayeye gelince: Bir anne, baba ve çocuktan oluşan oluşan bir goril ailesi. Bir binadan
61 <
içeri giriyorlar. Bu hikaye o binanın içinde geçenleri anlatıyor. Ailenin cimnastikle tanışmasını izliyorsunuz. Cimnastiğin değişik öğelerine komiklik katılıyor. Zaten gösteriye başlarken de sakın evde denemeye kalkmayın diye bir espriyle uyarıyoruz. Onlar en az 5 yıldır cimnastik yapıyorlar. Bizim dilimizde tüy bitti, yuvalarda spor olmalı diye. Çocuklar enerji yumağı, onların fiziksel aktiviteye ihtiyacı var diye. Ama umarım yaratıcı dramada başımıza gelen şeyler burada da başımıza gelmez. Çünkü orada yarım yamalak bilgi sahibi olan insanlar yuvalarda eğitime başladılar ama onların getirdiği pedegojik sorunlar ne kadar sorgulanıyor ayrı konu. Bu beni cimnastik konusunda da korkutuyor. Dilaver Bey, siz nasıl tanımlıyorsunuz projeyi, hedefle buluşabildiniz mi? D. A.: Ben projeye başlarken ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Tam ortasında girdim çünkü. Şu anda amacını tam olarak öğrenmiş durumdayım. Esas amacı gerçekten spora hizmet etmek, Türk toplumuna cimnastik alışkanlığını kazandırmak. Proje "çocuklar spor yapın", "aileler çocuklarınızı spor salonlarına götürün" diyor. O mutsuz çocuk salona giriyor. Tüm aktiviteleri görüyor ve mutlaka içlerinden birini severek çok mutlu çıkıyor. Sadece spor değil ama değil mi? Sanatla yoğrulmuş bir spor... S.A: Biz kupkuru cimnastik hareketleri göstermektense, bunları sahne sanatlarına taşımak ve görsel bir gösteriye dönüştürmek istedik. Sadece spor yapıyor olmaları yetmiyor. Müziğiyle, dekoruyla, dansıyla birlikte çocuğa bir hoşluk sunabiliyorsunuz. Çocuk sırf aktiviteleri seyrederken o doyuma ulaşmıyor. Gösteri İstanbul'dan başka yerlerde de izleyiciyle buluşacak mı? Evrensel bir beden dili olduğu için yurtdışı gösterilerine uygun gibi görünüyor. S.A: Bunu kesinlikle istiyoruz. Ben maksimum düzeyde tiyatro ve cimnastik festivallerinde bu çocukların Türkiye'yi temsilen olmalarını hedefliyorum. Türkiye ile ilgili çok farklı imajlar var biliyorsunuz. Bu çocuklar Türkiye'nin geleceği.
cy
a
Başka projeler de var mı? S.A: Bundan sonraki aşamada doğrudan gençlere yönelik birtakım projeler gerekiyor. Diiaver hocanın öyle bir gençlik projesi var örneğin. "Cimcim Harikalar" bir sene devam etsin istiyoruz, çünkü bu projeyi Türkiye'nin değişik illerine de götürmek istiyoruz. Oralara sanat ve spor tohumları atarak dolaşacağız. Eğer talep gelmiyorsa siz talebi alttan sıkıştırıp oluşturmak zorundasınız, bu da bir taktik. Türkiye'de uyuşturucu, iletişimsizlik problemleri olduğu hep konuşuluyor biliyorsunuz. Bunlar konuşuluyor, konuşuluyor... Uzmanlar, psikologlar çıkıp anlatıyor da anlatıyor. Çok hoş ama sonuç? Sonuç için çocukların fiziksel, sanatsal ve sporla ilgili -özgüveni artıracak- şeyler yapmak zorundasınız. Kişisel problemleri çözmenin yolu bu: Sanat ve spor! Başka yolu yok. Bunun için devletin bir politikası olması lazım, bu işle iligili insanların kafa yorup çözüme yaklaşması lazım. Bizim gücümüz buna yetti, bunu yaptık. Zamanı gelmişti.
pe
Ellerinizi sağlık. Umarım beklediğiniz başarıya ulaşırsınız ©
a
cy
pe
>64
a
pe cy
a
pe cy
>66
a
pe cy
a
pe cy
a
cy
pe