cy a
pe
tiyatro A Y L I K
T
İ
Y
A
T
R
O
D
E
R
G
İ
S
İ
Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun. Yazı İşleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Koordinatörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Ankara Koordinatörü: Yalçın Günaydın Kocaeli Temsilcisi: Erbil Göktaş Yazı Kurulu: Figen Adıgüzel, Nihat Alptekin, Erbil Göktaş. Katkıda Bulunanlar: Nedim Buğral, Zehra İpşiroğlu, Hülya Karakaş. Kemal Kocatürk, Nihal Kuyumcu, Robert Schild. Görsel Yönetmenler: Genco Demirer (gDGa)/Gülay Ayyıldız Yiğitcan Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan Kapak Tasarımı: Genco Demirer Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Baskı: M a r t Matbaası Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Muradiye Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İstanbul Telefon: (0212) 259 21 24 Fax: (0212) 327 86 29 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0110 Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO
pe cy a
BİLDİRİ: İzmit Şehir Tiyatrosu Sahipsiz Değildir / S. 4 EDİTÖRDEN: /S. 5 HABERLER: / S. 6
ANISINA: Koş Prensim, Koş Figen Adıgüzel IS.8 SÖYLEŞİ: Ayşegül Yüksel'e Sorduk: Arda ve Hamlet Figen Adıgüzel /S. 14 BİR OYUN, İKİ ELEŞTİRİ: "Ashura"
"Ötekiler" İçin Bir Taziye: Ashura Robert Schild / S. 18
Bu Oyunu Değerlendirmeliyim, Ama Nasıl? "Ashura" Üstün Akmen / S. 20
TANITIM: İstanbul-Mekân-Tiyatro Festivali IS.22 DOSYA: Muhsin Hocam Seni Çok Özledik
"Aman Ses Etmeyin, Kimse Duymasın" Ali Taygun /S. 25 Ertuğrul Muhsin'e Mektup-1 Orhan Alkaya / S. 26
Göreve Atarlar, Görevden Atarlar... İstediğimiz Tiyatro Bu mu? A. Levendoğlu / S. 28 Muhsin Ertuğrul Doğmasaydı Tunç Yalman /S. 30 GÖRÜŞ: Elsiz, Belsiz, Dilsiziz Amma Adam Gibi Dolaşırız Ortalıkta Kemal Kocatürk / S. 32 GÖRÜŞ: Şehir Tiyatroları Atanmış Yöneticilerin Tapulu Malı Değildir / S. 34 GÖRÜŞ: Kocatürk'e İŞTİSAN'ın Yanıtı /S. 37 GÖRÜŞ: "Ortalık Yerde Adam Gibi Dolaşan" Kemal Kocatürk'e Cevaptır I S. 38 İZLENİM: İçinden Tranvay Geçen Oyun Nihal Kuyumcu / S. 40 KIRK YILDA BİR: Kafası Kopartılacaklar Ortalıkta "Adam(!)" Gibi Dolaşıyor Mustafa Demirkanlı / S. 41 SÖYLEŞİ: Or'da Neler Oluyor? Duygu Atay / S.42 GÖRÜŞ: İzmit Şehir Tiyatrosu'nda Kara Bulutlar Dolaşıyor İzmit Ş. Tiyatrosu Sanatçıları /S. 46 İZLENİM: Bir Çocuk Oyununun Ardından Nedim Buğral / S. 47 GÖRÜŞ: Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Üzerine Zehra İpşiroğlu / S. 48
3<
İzmit Şehir Tiyatrosu Sahipsiz Değildir Son yıllarda, gücünü halkından değil merkezi iktidardan aldığını düşünen kimi yerel yöneticilerin, kültür ve sanat alanlarında, artarak yaygınlaşan olumsuz uygulamalarını kaygıyla izliyoruz.
a
İzmit Şehir Tiyatrosu'nun son günlerde karşılaştığı, tiyatronun doğasına aykırı, bir sanat kurumunu yok etmeye kast etmiş tutum ve davranış karşısında, hem ilgili yerel yöneticileri uyarmak hem kamuoyunu bilgilendirmek zorunlu hale gelmiştir.
pe cy
İzmit Şehir Tiyatrosu, sahne çalışanlarının, sanatçı ve uygulatıcıların yasal ödeneklerini alamadığı; 2003-2004 sezonundan kalma prodüksiyon borçlarının haksız tasarrufla ödenmediği; Müdür ve İdari Amir gibi, önemli konumlardaki çalışanların keyfi uygulamalarla görevine son verildiği; tiyatroya ait makam otomobilinin dahi geri alındığı bir "boğma operasyonu" ile karşı karşıyadır.
Belli ki; Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten'i istifa etmeye zorlayan, bunu sağlamak amacıyla baskı uygulayan yerel yöneticiler, bir sanat kurumunun ancak özerklikle, çalışanlar ve yöneticiler arasındaki sevgi/saygı bağıyla, ekibin oluşturduğu sanatsal anlaşma düzeyiyle yoluna devam edebileceğini, büyüyebileceğini ve kamusal görevlerini gerçekleştirebileceğini bilmiyor. Yaşamlarında sanatı düşünmeye ve yaratıcı çalışmalarla ilgilenmeye vakit bulamayan kişiler, kendilerini yetkili bir konumda gördüklerinde, her istediklerini yapabileceklerini sanıyorlar. Yanılıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti'nin âdeta tırnakla kazınarak, büyük emeklerle oluşturulmuş kültürel ve sanatsal birikimini, kimse hafife almaya kalkışmamalıdır. Bir sanat kurumunda, sanatçıların iradesini hiçe saymaya kalkışan her girişim, başarısız kalmaya mahkûmdur. Bunu, tiyatrosuna sahip çıkacağından kuşku duymadığımız İzmit halkı da, elbette yerel yöneticilerine anlatacaktır. Ne kısa zamanda ciddi başarılara imza atmış İzmit Şehir Tiyatrosu ne Türk tiyatrosu sahipsiz değildir. Başta İzmit olmak üzere ülkemizdeki tüm yerel ve merkezi yöneticileri, başarısız kalmaya mahkûm olumsuz uygulamalardan kaçınmaya davet ediyor, kültür ve sanat alanlarında atacakları her olumlu adımda desteğimizi sakınmayacağımızı duyuruyoruz Q ÇAĞDAŞ SİNEMA OYUNCULARI DERNEĞİ (ÇASOD) DEVLET TİYATROLARI SANATÇILARI DERNEĞİ (DETİS) İSTANBUL ŞEHİR TİYATROSU SANATÇILARI DERNEĞİ (İŞTİSAN) KÜLTÜR SANAT EMEKÇİLERİ SENDİKASI (KÜLTÜR SANAT SEN) ÖZEL TİYATROCULAR DERNEĞİ (Ö.T.D.) ÖZERK SANAT KONSEYİ (97 SANAT KURULUŞU ADINA) SAHNE TASARIMCILARI DERNEĞİ TİYATRO OYUNCULARI MESLEK BİRLİĞİ (TOMEB) DEVLET TİYATROLARI OPERA VE BALESİ ÇALIŞANLARI VAKFI (TOBAV) TİYATRO OYUNCULARI DERNEĞİ (TODER) TÜRKİYE ELEŞTİRMENLER BİRLİĞİ (TEB) TÜRKİYE YAZARLAR SENDİKASI (TYS)) ULUSLARARASI P.E.N. TÜRKİYE MERKEZİ ASSITEJ ULUSLARARASI ÇOCUK VE GENÇLİK TİYATROLARI BİRLİĞİ TÜRKİYE MERKEZİ
> Editör > Mustafa Demirkanlı
> mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
Bazen, "sözün bittiği" anlar olur ya, işte o anlardan birini yaşıyoruz. Sezon kapandı, tiyatro devam ediyor, Anadolu'nun dört bir yanında Devlet Tiyatroları seyirci ile kucaklaşıyor. İstanbul'da, Haliç'de Eski Galata Köprüsü'nde adını bile ilk kez duyduğumuz Türki Cumhuriyetler'in ağırlıkta olduğu bir Festival gerçekleştiriliyor, o ülkeleri hep merak etmişimdir, S.S.C.B. döneminden hangi kültürel miras kaldı oralara? Veya biz öyle mi vehmediyoruz? Aslında, onlar, o gün de kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlarmış, bugün de mi yoksa? Hep merak ederim... Fakat, öyle kötü bir organizasyon ki, basın toplantısı "Nato Zirvesi"nin başlangıcına ayarlanıyor, sonra fark edilip, Festival'in ortasına alınıyor, etkinlik başlamış, devam ediyor, basın toplantısı... Türkiye değil, tüm dünya biliyor kapanacak yolları, o cumartesi günü İstanbul'da adım atmanın olanaksız olacağını, sadece bizim İstanbul Şehir Tiyatrosu yöneticileri bilmiyor, son gün akıllarına geliyor veya birileri hatırlatıyor. İ.B.B.Ş.T.'nın Genel Sanat Yönetmen Yandımcısı Kemal Kocatürk yanlış yapıyor. Dergi sayfalarında göreceksiniz, doğru söylemediği için yanlış yapıyor, bulunduğu makama yakışmayacak biçimde gazeteciler için, arkadaşları için hakaretamiz açıklamalar yaptığı için yanlış yapıyor. Hiç güzel olmuyor, İstanbul Şehir Tiyatroları adına güzel olmuyor.
pe cy a
Benzer "adam"lar seçimden bu yana İzmit Belediye Başkanı'nın makam odasını ikinci adresleri olarak bellemiş durumdaydılar, şimdi muradlarına eriyorlar, ersinler. Çok değil, bir yıl sonra onlar da Kocatürk gibi kendinin ne kadar önemli bir sanatçı olduğunu haykırır durur. Bilmezler ki, hiçbir önemli insan "ben buyum" dememiştir, bilmezler ki "Sanatçı talep eden değil, talep edilendir." (L.B.), bilmezler ki kişisel tarihlerine Genel Sanat Yönetmeni, Yardımcısı, Yönetim Kurulu Üyesi yazılmayacak. Ne mi yazılacak? Hadi gelin onu da tarihe bırakalım. Biz bugüne bakalım. Oysa, gencecik bir oyuncu, mesleğinin baharında bir "Hamlet", eğitimli bir aktör; Arda Kanpolat gidiverdi aramızdan, ebediyete... nasıl olduğunu anlayamadık... ardından ağlayamadık bile... şu gereksiz, gerçekten saçma, acı veren olaylar nedeniyle... Hiç mi ders alınmaz tarihten, hiç mi bakılmaz düne? Daha taptaze duruyor karşımızda I. Rahmi Dilligil olayı. Devlet Tiyatroları toparlanabilmek için ne bedeller ödedi, Dilligil ödeyeceği bedelin hesabını yapıyor Ankara'nın bir semtindeki, bir odasında. (Dilligil'in de içinde bulunduğu dava karar aşamasına geldi, yakında sonuçlanacak.) Daha dün yaşandı tüm bunlar, siyasilerle kol kola girip, "En büyük benimi", "Patron benim!" demenin hiçbir yarar sağlamadığı... daha dün yaşandı acılar, kaybedilenler tiyatro adına... daha dün yaşandı kulislerin öne çıktığı yerde, sahnelerin kapandığı. Hiç mi ders alınmaz daha dün yaşanan tarihten? Oysa, tiyatro adına yapılacak o kadar çok şey var ki, belki de her zamankinden çok daha yoğun, çok daha önemli, çok daha hayati. Zemin adım adım altımızdan kayıyor, farkında bile değiliz uçurum kenarına geldiğimizin. Düşerken oturulan koltukla birlikte "kendinizin" de itileceğinin bile farkında değilsiniz. Düştüğünüz yerde Genel Sanat Yönetmenliği, Yardımcılığı, Genel Müdürlük, Yönetim Kurulu Üyeliği, Repertuvar Kurulu Üyeliği, Edebi Kurul Üyeliği yok... inanın hiçbiri yok... inanın ve farkına varın, yuvarlanmaya az kaldı, hem de çok az.
Yalanı, kim ne zamana kadar sürdürmüş, yalanla tarihi kim kandırmış, kandırabilmiş, içinizden biri biliyorsa, bana bir anlatabilir mi? Ve gerçekten merak ediyorum, söylenen bir yalanınız yazılı ve de basılı olarak karşınıza geldiğinde ne hissediyorsunuz? O akşam nasıl uyuyorsunuz? En yakınınıza ne diyorsunuz? Karınız, çocuğunuz, sevgiliniz, en yakın arkadaşınız sormuyorsa bile, kendi başınıza kaldığınızda, kendi kendinize; "Hay Allah, ben ne yapıyorum?" diye de sormadan uyuyabiliyor musunuz? Gerçekten merak ediyorum©
5
> Haberler Tuncer Cücenoğlu, Tiyatro... Tiyatro... 'ya açtığı Davayı Kaybetti
Devlet Tiyatroları Edebi Kurul Üyesi olan ve aynı zamanda oyun yazarlığı da yapan Tuncer Cücenoğlu, Dergimiz'de yayımlanan "Ben Size Şimdi Ne Diyeyim" başlıklı yazıdan dolayı Yayın Yönetmenimiz Mustafa Demirkanlı aleyhine açtığı davayı kaybetti.
Dava konusu yazı, Cücenoğlu'nun oyun yazarı ve gazeteci olan genç bir kıza "Sevgilim olursan, senin oyunlarını Devlet Tiyatrolarında oynatırım." iddiasına yer veriyordu. Bu iddia nedeniyle dava açan Cücenoğlu, açtığı davayı kaybetti. I. Rahmi Dilligil'le birlikte ve onun avukatıyla açılan üç davadan biri olan bu dava Yayın Yönetmenimiz lehine sonuçlanmış oldu.
İstanbul Şehir Tiyatrolarında Yönetim Kurulu ve Repertuvar Kurulu Yenilendi
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda görev süreleri dolan Yönetim Kurulu ve Repertuvar Kurulu üyeliklerine yeniden atama yapıldı. Şehir Tiyatroları'na Abdullah Kaplan müdür olarak atanırken; Nurullah Tuncer'in Genel Sanat Yönetmenliği'nde, Genel Sanat Yönetmen Yardımcılığı görevine Mustafa Arslan, Kemal Kocatürk, A. Nejat Birecik ve S. Bora Seçkin getirildi. Şehir Tiyatroları'nın Yönetim Kurulu'nda ise şu isimler görev yapacak: Nurullah Tuncer, Abdullah Kaplan, A. Nejat Birecik, S. Bora Seçkin, Nilgün Kasapbaşoğlu, Volkan Sağırosmanoğlu ve Hülya Karakaş. Şehir Tiyatroları'nın Repertuvar Kurulu üyeliklerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanı Prof. Dr. İskender Pala ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer ile birlikte Ahmet Kot, Savaş Aykılıç, Kenan Işık, Turgay Nar, Bensu Orhunöz yürütecek.
ASSITEJ Türkiye Merkezi İstanbul Buluşması
ASSİTEJ Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu, ülkemizde daha nitelikli, daha gelişmiş "Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu" için; bilgi paylaşmak, fikir üretmek, işbirliği yapmak düşüncesiyle 19 Haziran'da İstanbul, Atatürk Fen Lisesi Tiyatro Salonu'nda Buluşma-Tanışma toplantısı gerçekleştirmiştir.
pe cy a
ASSİTEJ Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu ve çeşitli illerden gelen üyelerin de katılımı ile gerçekleştirilen toplantıda bilgi paylaşımlarının yanısıra tüm çocuk ve gençlik tiyatrosu ilgililerinin ortak paydası olarak; nitelikli çocuk tiyatrosu için "Ulusal Birlik" sonucuna varıldı ve ilk adım atılarak kuruluş çalışmaları için önümüzdeki günlerde toplantı kararı alındı. Ayrıca çocuk ve gençlik tiyatromuzun gelişimi için yurtiçinden ve yurtdışından liderlerin katılımıyla çeşitli atölye çalışmaları düzenlenerek bilgi alışverişi yapılması, çocuk ve gençlik oyunlarının ödüllendirme kapsamına alınması için girişimde bulunulması kararlaştırıldı.
9. Bursa Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali Başvuruları Başladı
Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu alanında önemli bir ulusal ve uluslararası buluşma olan Uluslararası Bursa Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali'nin dokuzuncusu yine Bursa Büyükşehir Belediyesi, Bursa Kültür, Sanat ve Turizm Vakfı ve ASSİTEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) Türkiye Merkezi'nin işbirliği ile 2-8 Ekim 2004 tarihleri arasında Bursa'da düzenlenecek. Hedefi "Çocuk ve Gençlik Tiyatroları alanında, iletişim ve paylaşım temelli, uluslararası kültürel ve sanatsal bir arena oluşturmak" olarak belirlenen Festival'de oyun gösterimlerinin yanısıra seminerler, tartışmalar ve benzeri etkinlikler yer alacaktır. Bu yıl Festival'de 5 yabancı ve 3 yerli grup gösterimlerinin yer alması planlanıyor. Festival'e katılmayı düşünen yerli topluluklar ASSİTEJ Türkiye Merkezi'ne başvurabilirler. (www.assitejtr.org/assitej@assitejtr.org)
"Elbise Sevdası" Bursa'nın Köylerinde
Mustafa Kemal Paşa Belediyesi Tiyatrosu Andersen'in "Kral Çıplak" isimli masalından Özgürtürk Çalık'ın uyarladığı ve yönettiği "Elbise Sevdası'nda (8 yaş üstü); Caner Arkan, (Kavuklu), Nedim Buğral (Pişekar-Terzi) ve Deniz Urus (Kavuklu Arkası) rol alıyor. "Kavuklu'nun işsiz kalması, Pişekar'ın kralsız kalan ülkeye Kavuklu'yu kral yapması ile başlayan oyunda, Pişekar da kralın veziri olur. Olur ama saraya Kavuklu Arkası'nın torpille alınması ve yaptığı yanlışlar sonucu vezirin (Pişekar'ın) kovulması ile işler iyice karışır..."
"Elbise Sevdası" temmuz-ağustos ve eylül aylarında Bursa, Mustafa Kemal Paşa'nın çevre belde ve köylerinde sahnelenecek.
"Doğ Güneşim Doğ"
Aziz Nesın'in aynı adlı öyküsünden Ali Berktay'ın oyunlaştırdığı, koreografisini ve rejisini Ayşe Emel Mesci'nin gerçekleştirdiği "Doğ Güneşim Doğ" adlı müzikli çocuk oyunu Hadi Çaman Tiyatrosu'nda gösterime başladı. Şişli Belediyesi'nin katkılarıyla hazırlanan oyunun kostümleri Hale Eren'e, ışık tasarımı Yüksel Aymaz'a, müzikleri Ali Naki Gündoğdu ve Güney Yabar'a ait. "Aydınlanma, Kurtuluş Savaşı temalarının metaforlarla bezeli bir fonda sunulduğu oyun Kayaköy adlı, kara dağlarla çevrili bir köyde gelişiyor. Güneşi tutsak eden dev bir kayanın insanları karanlığa mahkûm
> Haberler ettiği köydeki herkes, başta da çocuklar mutsuz, umutsuzdurlar. Çocuklar cılız, ekinler cılızdır. Hastalık kol geziyordur. Çaresizdirler. Bir gün kayanın öte yanına geçen, karanlığı aşan çocuklar yemyeşil ağaçları ve güneşi keşfederler. Hava pırıl pırıldır ve bir o kadar da aydınlık. Kayayla büyük bir savaşıma girişirler, çünkü kaya o taptaze aydınlığa engeldir. Bu sıralarda Kayaköy'ün ahalisi de köylerine gelen sömürgen bir kara dervişin kendisini 40 gün 40 gece besledikleri takdirde kayayı kaldıracağı palavrasına inanmakta ve talihsiz bir umut içinde bekleşmektedirler. Aydınlık günler yakındır... Kara dervişin foyasının çıkması ve çocukların mücadeleyi kazanıp güneşi yeniden doğurtması an meselesidir..."
Sanat İki Ülkeyi Birbirine Yaklaştırdı
Meksiko'nun Tampico kentinde 30'uncusu düzenlenen Uluslararası Tiyatro Enstitüsü-UNESCO'nun Dünya Kongresi sonunda Türkiye ile Yunanistan arasında Genel Kurul kararıyla "Uluslararası Çok Kültürlü Tiyatro Buluşması"nın anlaşması Türkiye adına Emre Erdem, Yunanistan adına İTİ Helenik Merkezi Başkanı Christina Babou-Pagoureli tarafından imzalandı. İTİ Tiyatro Eğitimi ve Uygulama Komitesi ile ortaklaşa gerçekleştirilecek olan etkinliklerin ilki İstanbul'da 2006 senesinde start alıyor. Uluslararası tiyatro bilimcilerinin katılacağı programda masterclass'lar, uluslararası tiyatro öğrencileri buluşması, workshop ve sempozyumlara yer verilecek. 2007 senesinde ise Atina'da devam edecek olan Türk-Yunan ortaklığı her sene Atina, İstanbul arasında sürdürülecek.
Bilgi Üniversitesi'nde Sahne Gençlerindi
Bilgi Üniversitesi'nin Türkiye genelinde düzenlediği Liselerarası Tiyatro Yarışması'nın finali İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirildi. 35 ilden 131 okulun başvurduğu yarışmada Ray Cooney'nin "Kaç Baba Kaç" adlı oyunuyla Konak 50. Yıl Lisesi, Türkiye çapında en iyi prodüksiyon ödülü kazandı. Yarışmada İstanbul, İzmir ve Ankara'da yapılan ön elemelerin ardından dereceye giren oyunlar 12-13 Haziran tarihlerinde, Devlet Tiyatrosu Başrejisörü Erhan Gökgücü başkanlığında Bahtiyar Engin, Hülya Savaş, Serhat Nalbantoğlu, Volkan Severcan, Sefa Zengin, İbrahim Raci Öksüz ve Rüçhan Gürel'den oluşan jüri tarafından tekrar değerlendirildi.
pe cy a
"Kaç Baba Kaç"la Türkiye çapında En iyi Prodüksiyon ödülü kazanan Konak 50. Yıl Lisesi aynı zamanda yarışmanın İzmir ayağının da birincisi. Ankara ayağının En Başarılı Prodüksiyon ödülünü "Joko'nun Doğumgünü"yle Zonguldak Atatürk Anadolu Lisesi aldı. En İyi Prodüksiyon'un İstanbul ayağını ve En İyi Reji ödülünü "Bir Garip Orhan Veli"yle Özel Acarlar Lisesi aldı. Yarışmadaki performanslarıyla jürinin beğenisini toplayan Karakeçili İmam Hatip Lisesi Jüri Özendirme ödülünü, Özel Bilfen Lisesi ise Jüri Özel Başarı ödülünü kazandı. Başarılı Oyunculara Burs Yarışmada "Bir Garip Orhan Veli"deki rolüyle Özel Acarlar Lisesi öğrencisi Efe Can Erdal En İyi Erkek Oyuncu, Özel Işık Lisesi'nden Ezgi Zerey "Arzu Tramvayı" adlı oyunundaki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Özel Bilfen Lisesi'nden Begüm İntepe "Midas'ın Kördüğümü"ndeki, Konak 50. Yıl Lisesi'nden Simge Gerey "Kaç Baba Kaç"taki rolleriyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldı. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü "Müfettiş"le Ankara Atatürk Anadolu Lisesi'nden Anıl Güven Yüksel ve "Midas'ın Kördüğümü"yle Özel Büfen Lisesi'nden Cihangir Duman paylaştı. Yarışmada ayrıca VKV Koç Özel Lisesi, Eskişehir Kılıçoğlu Lisesi, İzmir Karşıyaka Anadolu Lisesi, Özel Eyüboğlu Lisesi de çeşitli ödüller aldı. Bursa Nuri Erbak Lisesi'nden C. Gizem Tuncer Umut Veren Kadın Oyuncu, İzmir Konak 50. Yıl Lisesi'nden Cihan Erdoğan Umut Veren Erkek Oyuncu ödüllerini kazandı. En İyi Kadın ve Erkek Oyuncu ödüllerine sahip olan öğrenciler, ÖSS sonucunda İstanbul Bilgi Üniversitesi'ne kayıt hakkı kazanmaları halinde, öğrenimleri boyunca yüzde 100 karşılıksız burs alacak. Ayrıca, dereceye giren öğrencilerin okullarına fotoğraf makinesi hediye edildi.
Çıplak Ayaklar Kumpanyası
Çıplak Ayaklar Kumpanyası "XI Annual International Contemporary Dance Conference and Performance Festivali"nde dans etmeye Polonya/Bytom'a gidiyor. 11 yıldır düzenlenen Uluslararası Festival ilk kez Türkiye'den bir dans topluluğunu konuk edecek. Çıplak Ayaklar Kumpanyası kurulduğu çok kısa sürede "dans/hareket/tiyatro" üçgeninden beslenerek her geçen gün kendini yeniliyor.
14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'ne hazırladıkları iki farklı eser "Mirror/Ayna" - "L'invitation/Davet" ve kendi bağımsız gösterileri "Kelimeler" ile gösterilerini sürdüren topluluk, 1 Temmuz 2004 gecesi Polonya'nın Bytom şehrinde bu yıl 11'incisi düzenlenen Festival'de dünyanın ünlü dans gruplarıyla aynı programda yer alacak.
Kadıköy'de Çocuk Tiyatrosu Festivali
"ÇOGED ve Kadıköy Belediyesi işbirliği ile Dalin'in sponsorluğunda düzenlenen "3. Çocuk Tiyatroları Festivali" 28 Haziran-9 Temmuz tarihleri arasında yapıldı. Selamiçeşme Özgürlük Parkı'nda gerçekleşen ve her akşam farklı bir tiyatro oyununun sergilendiği; oyunların öncesinde oynanan küçük skeçler ve birlikte söylenen çocuk şarkıları ile renk kazanan Festival ücretsiz olarak izlendi. "3. Çocuk Tiyatroları Festivali"ne katılan topluluklar ve sergiledikleri oyunlar şunlardı: Semaver Kumpanya "Pırtlatan Bal", Ankara Masal Tiyatrosu "Benim Güzel Papuçlarım", Mavi Sahne "Havuç Burun Turpi", Masal Gerçek Tiyatrosu "Oynamak istiyorum", Sarıyer Sanat Tiyatrosu "Aslan Kral Kurnaz Tilki", Mavi Sahne "Kurbağa Prens", Tiyatro Akkaş "Kaplumbağa ile Tavşan", Tiyatro Alkış "Bir Kümes Müzikali".
pe cy a
> Arda Kanpolat / "Hamlet'in provasında
> Figen Adıgüzel
> fadiguzel@tiyatrodergisi.com.tr
Arda Kanpolat'ı Yitirdik, Nasıl Olduğunu Anlayamadan
Koş Prensim,
Koş
Ankara Devlet Tiyatrosu, dünyaca ünlü yönetmen ve bir Shakespeare yorumcusu olarak da tanınan Robert Sturua'nın rejisiyle, Shakespeare'nin ünlü oyunu "Hamlet'i çalışıyor. Oldukça kısa süren prova döneminin ardından oyun, 8 Mayıs'ta Akün Sahnesi'nde prömiyer yapacak. Sturua'nın Hamlet seçmelerinde genç Hamlet, Arda Kanpolat oldu. Arda Kanpolat Bilkent Üniversitesi MSSF Tiyatro Bölümü mezunu, İngiltere'de Central School ofSpeech and Drama okulunda yüksek lisans programına devam etmektedir. Arda Kanpolat İngiltere'de on değişik oyunda rol almış; başarılı ve yetenekli bir oyuncudur. "Hamlet" oyununun prova aşamasından Ankara prömiyerine ve İstanbul Tiyatro Festivali'ne gidene kadar tüm basın kuruluşları tarafından aynı sözler yazıldı. İstanbul Festivali ve Festival'e gittikten sonraki izlenimleri, görüşleri; Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Sturua'nın Hamlet'i dışında, en azından bir tane "Hamlet" izlemiş, usta eleştirmenlerimize bırakıyorum... Arda ilk defa gazetelere bu haberlerle geçti. Sonraki haberler ailesinin, arkadaşlarının, hocalarının, Arda'yı seven herkesin hatta Arda'nın canını sıktı. Arda'nın da canını sıktı diyorum çünkü onun hep bir yerlerden bakıp tüm bunları gördüğünü hissediyorum. Arda'yla ilgili Arda'yı seven, Arda için bir şeyler yazmak isteyen herkesten yazı aldım. Yaklaşık beş gündür Arda için gelen yazıları okuyorum. İlk günden itibaren masamın üstünde Arda'nın fotoğraflı özgeçmişi duruyor. Ben Arda'yı şahsen tanımıyorum. İlk kez
"Hamlet'in basın toplantısında gördüm, son derece mütevazı bir beyefendiyle karşılaştım. 25 yaşında Hamlet'i oynayacak bir genç oyuncunun bu kadar mütevazı olması beni oldukça şaşırttı. İkinci karşılaşmam "Hamlet" prömiyerinde oldu, bu sefer Hamlet'ti... Sonra ben Arda için gelen yazılarla baş haşaydım. Sadece arkadaşları tarafından değil herkes tarafından seviliyordu. Her yazıyı okumadan önce onun fotoğrafına kaydı gözüm, sanki bana bakıp gülümsüyordu... Arda da o yazıları okumak istiyordu. Hepsini okuduk birlikte. Yazılar artık okumak isteyen herkesle olmak için yola çıktı. Ben de yakın çevresiyle konuştum, konuşmakla da kalmayıp; kendi kalemleriyle kendilerinin ifade etmelerini istedim. Arda'nın yakın çevresine ulaşmamda elinden geleni yapan Arda Kanpolat'ın arkadaşı, aynı zamanda "Hamlet" oyununda rejisör yardımcısı olan Akif Yeşilkaya'ya binlerce teşekkür ediyorum. Akif olmasaydı Arda'nın dostlarının anlattıklarını sizlere aktaramazdım. "Bilkent MSSF'yi kurmadan önce Devlet Konservatuvarı'nda, gelirini Bale Sanat Dalı'nın ihtiyaçlarında kullanmak üzere bir kurs yapmam istenmişti. Babası da Arda'yı kursa getirmişti. Ben Arda'yı ilk orada gördüm. Arda'nın babası son derece değerli, entelektüel ve sanata saygısı olan bir insandır. Daha sonra Arda, Bilkent MSSF'ye girdi. Bilkent MSSF'de başından sonuna kadar benim öğrencim oldu. Diplomasını aldıktan sonra babası Arda'yı yüksek lisans yapması için Londra'ya gönderdi. Arda'nın babası beyin cerrahı, annesi göz doktorudur. Bütün bunları yapan bir ailenin evladının böyle durup dururken intihar etmesi gibi büyük bir yalana, saygısızca ifadeye doğrusu tahammül edemiyorum. Ne yazık ki bir kazaya kurban olmuştur. Bunun için ben de çok üzgünüm. İntihar etmesi için hiçbir sebep yok, niye intihar etsin? Arda İstanbul'dayken kendisine bir film teklif edilmiş hatta Londra'daki hocasına da telefon edip sormuş "Ne dersiniz?" diye. Hocası da "Bir tecrübe olur senin için, dene." demiş ve filmde çalışmayı kabul etmiş. Arda son derece kabiliyetli, efendi, beyefendi, genç bir aktördü, pırıl pırıl bir çocuktu. Bir kazaya kurban gitmiştir, bunu başka şekilde yorumlamak utanılması gereken vicdansızca bir şeydir." (Prof. Cüneyt Gökçer, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Tiyatro Bölüm Başkanı)
cy a
"Sevgili Arda'yı, on yedi yaşında genç bir oyuncu adayı ve öğrencim olarak tanıdıktan yıllar sonra bir meslektaşım olarak sahnede izlemek gurur verici idi. Arda, öğrencilik yıllarından başlayan çalışma azmi, yeteneği, çalışkanlığı, alçakgönüllü ve asil kişiliğiyle hep dikkat çekmiş, bu başarısını yurtdışında aldığı eğitim ve yaptığı çalışmalarla sürdürmüştür. Hamlet rolünün seçmeleri için Türkiye'ye davet edilen Arda, dünyadaki her oyuncunun hayalindeki bu rolde, yalın, sade ve özenli yorumuyla hepimizin sevgisini kazanmayı başardı. Devlet Tiyatrosu ailesi ve Türk Tiyatrosu çok genç, çok yetenekli bir oyuncusunu kaybetmiş olmanın büyük üzüntüsü içindedir. Çok kısa süren tiyatro yaşamına rağmen isminin Hamlet oynayanlar arasında daima yer alacak olması, biz bu mesleğin insanları için belki de küçük bir teselli kaynağıdır. Gerçeği yansıtmadığını düşündüğüm söylentilere inanmak çok zor. Aslında ne söylenebilir ki bu kadar vakitsiz gelen bir ölümün ardından.... Belki de sözün
t ü k e n d i ğ i y e r d e y i z ! . . " (K. Lemi Bilgin, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü)
ARDA KANPOLAT
pe
Eğitimi: Central School of Speech and Drama - Yüksek Lisans Eğitimi (tez aşamasında) The London Academy of Music and Dramatic Art - Lisans sonrası bir yıllık kurs Royal Academy of Dramatic - Sekiz haftalık yaz kursu The London Acamedy of Music and Dramatic Art - Dört haftalık yaz kursu Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümü - Lisans Eğitimi Central School of Speech and Drama Prodüksiyonları Halka Açık Prodüksiyon [As You Like It (Shakespeare), r o l : Orlando, yön.: James Wallace]
Uluslararası / Workshop Prodüksiyonları
Prodüksiyon Oedipus (Sophocles) The White Devil (John Webster) III. Richard (Shakespeare)
Roller Oedipus/Chorus Flamieo Richard
Yönetmen Sarah Esdaile Scott Handy Rob Clare/Chris Pickles
Roller Ölüm Astrov Yargıç Chris Jerry Jimmy Amadeo Tsotne Doc Brutus Scandal Tomazo De Piracque Vlass Demetrius/Snug Albany Lorca/DaIi
Yönetmen Zurab Sikharulidze Filiz Alpgezmen Akif Yeşilkaya Zurab Sikharulidze Filiz Alpgezmen Zurab Sikharulidze Nakashidze Akif Yeşilkaya John Bashford Pamela Barnard Aaron Mullen John Link Jenny Lipman Brady Thomas David Rolfe
Önceki Deneyimler Oyun Windsor'un Şen Kadınları Vanya Dayı Kural ve Kuraldışı Bütün Oğullarım İhanet Öfke Milyonerler Şehri Napoli Uyarca Jullius Caesar-LAMDA Love For Love (Congreve)-LAMDA The Changeling (Middleton)-LAMDA Summer Folk (Gorky)-LAMDA Bir Yaz Gecesi Rüyası-LAMDA Kral Lear-RADA They Don't Shoot Poets (Edinburgh 2003)
9<
"Arda, Bilkent Üniversitesi MSSF mezunlarındandır. Bugüne kadar mezun olmuş birçok yeni yetenekli aktör adayı gibi fevkalade iyi bir eğitim görmüş, çok iyi bir ailenin çocuğudur. Eşimin de son derece övündüğü bir talebesiydi. Ben Arda'yı Bilkent'te öğrenciyken okul oyunlarında izlemiştim, birçok değişik karakteri başarılı bir şekilde canlandırdığını gözlemledim. Olağanüstü çalışkan, sabırlı, efendi, terbiyeli, bilgili, bilgisini de durmadan artırmak isteyen bir gençti. Onun için de zaten master yapmak için Londra'ya gitmek istedi. Gitti de nitekim, orada da gayet güzel başarılar elde etti. Orada beğenilmesi, hepsi bizim iftihar ettiğimiz şeylerdi. Bizi rencide eden şey Arda'nın intihar ettiği söylentileridir. Bu büyük bir yalandır. Fevkalade mutlu bir ailede yetişmiş, çok güzel bir eğitim almış, eğitim sürecinde de başarılar elde etmiş, arkadaşları ve hocaları tarafından çok sevilmiş ve beğenilmiş bir insanın böyle iftiralarla kirletilmesi inanılır gibi değil. Bir aile evladını kaybediyor, arkasından intihar etti diye ikinci bir darbe vuruluyor. Bunu yapanlar muhakkak ki Allah korkusu olmayan insanlardır. Böyle dengesizliği ve problemi olan çocukların rahatsızlıkları okulun birinci ayında ortaya çıkar. Arda'nın arkadaşlarıyla, hocalarıyla bir tek uyumsuzluğu, disiplinsizliği yoktur. Bir kişi yok ki hakkında kötü bir şey söylesin. Bir insanın hayatında, gençliğinde sürtüşmeler, ters düştüğü insanlar olmaz mı? Yüzde yüz olur. Bu çocuk, öyle bir çocuk da değil, ben küsüm dargınım diyen bir kişi yok. Söylediklerine göre otelin yukarıya çıkan tırabzanları son derece alçakmış ve bir baş dönmesi ile ilgili olabilir diye düşünülüyor. Hemen otelin içindeki merdiven köşelerini dönerken olmuş, nitekim ellerini uzatarak tutunmaya çalışmış ama eli kaymış ve düşmüş. Neden intihar etsin? Bu alçakça iftira herhalde cezasız kalmayacaktır. Bir de basın toplantısında durgun durmasıyla nasıl böyle bir yoruma giriyorlar? Belki daha mesafeli duruyor olabilir insanlara. Daha yeni girdiği bir iş, nasıl olmasını bekliyorlar?" (Ayten Gökçer, Devlet Sanatçısı)
"Bembeyaz bırakmıştık yıllığımızı; Nasıl olsa bir gün geriye baktığımızda, kahvelerimizi yudumlarken tazeleriz diye anılarımızı. Beraber yol aldık hayat denilen bu yolculukta... Şövalyeler gibi... Hayallerimiz ve düşüncelerimiz aynı yolu gösteriyordu bize: Sevgi, mutluluk, özgürlük, saygı ve dürüstlük... Ne yazık ki çağımızın unutulan duyguları. O benim kardeşim, dostum, Arda'm ve en önemlisi sahnedeki rol arkadaşımdı. Belki de daha fazla söze gerek yok... Sayfamız hep beyaz kalacak asil dostum benim. Her zaman sevgiyle anacağız seni. Bob Dylan'ın da dediği gibi: "One more cup of coffee before the road/One more cup of c o f f e e b e f o r e I go/To t h e valley b e l o w " . . . " (A. Mert Yavuzcan, Bilkent Üniversitesi'nden sınıf arkadaşı)
pe cy a
"Zordu... Mezuniyet yıllığını hazırlarken beş yıllık birlikteliğin özetini 1-2 tümcede aktarmak... Hele Arda'yı Arda'ya anlatmak... Şöyle yazmışım... 'Seni tanıyorum... İddialı bir söz değil mi? Ama TA-NI-YO-RUM.' İlginçtir; korkunç olayı haber aldığımda ilk olarak yıllıkta birbirimize yazdıklarımız aklıma geldi: "Emrah'ın hayata bakış açısında kendimle ilgili ilginç gözlemlerim vardır. Emrah'ın hayata duyduğum bağlılıkta özel bir yeri vardır. Devam edelim Emrah..." Edemedik Arda... Bilenler bilir; Bilkent Üniversitesi'nin Tiyatro Bölümü'nün üst sahnesinin arka duvarı çatlaktır. İtiraf ediyorum duvarı çatlatan üç çatlak Mert, ben ve Arda'ydı. "Çatlak duvarın anısına" mezun olmuştuk. Bu sırrı saklıyorduk. Ama... Isparta'da turnedeyken, sevgililerimizden ayrı olmanın sıkıntısıyla bir barda sadece bir an birbirimize bakıp aynı anda ağlamaya başlamamız hâlâ çok taze... Türk Tiyatrosu büyük bir aktörünü, Türk sanatı gerçek bir sanatçısını kaybetti... Bense CANIM'ı... Yıllık yazmaktan zormuş. İnsanın eli titriyor, yüreği acıyor, isyanı kuduruyor, içi yanıyor... Zormuş..." (Emrah Eren, Bilkent Üniversitesi'nden sınıf arkadaşı)
"Seni bekleyen gelecek için heyecanlanıyorum' diye yazmışım yıllar önce Arda için. Hamlet için denenmek üzere İngiltere'den onu ilk çağırdığımızda beni heyecanlandıran o geleceğin en önemli basamağına adım attığını düşünmüştüm. Birlikte çalıştığımız üçüncü oyun
>10
pe cy
a
olan "Hamlet" provaları boyunca çalışma disiplini, ince ruhu, dürüstlüğü, titizliği ve içtenliğiyle onu yeni tanıyan herkesin sevgisini kazandı. Dünyaca ünlü usta yönetmen Robert Sturua'yla üretken, verimli ve sevgi dolu bir ilişki kurdu. Oynadığı rolle ilgili düşüncelerini dile getirişi ve bunlar üzerine saatlerce süren konuşmalar onun daha iyiye ulaşmak için gösterdiği çabanın ürünüydü. Asiller sessiz dururmuş, Arda'nın sessizliği "sorunlu" değil, "sorumlu" bir insan olmasından ve kendini yaptığı işe adamasından kaynaklanırdı hep. Gözlerinden ışık, umut ve yaşama sevinci saçan, yüzünden o güzel tebessümü eksik olmayan Arda, hızla kirlenen dünyada yapmak istedikleri ve yaşama sunduklarıyla temiz, durgun akan bir nehir gibiydi. Mesleki yetkinlerinin büyüklüğüne rağmen alçak gönüllülükleri ve sanatsever kişilikleriyle öne çıkan bir anne ve babanın yetiştirdiği Arda'dan, yedi yıl boyunca herhangi bir insan ya da olay hakkında tek bir kelime ama tek bir kelime dahi kötü bir söz duymadım. Bunu nasıl başarabildiğini de hiç anlayamadım. Tiyatroyu nasıl ciddiye aldıysa yaşamı da aynı ciddiyetle yaşayan, yaşamı avuçlarında sımsıkı tutan Arda'yla ilgili söylentilere gelince, insan kendinden şüphe eder ama Arda'dan etmez. Anlatılanları dikkatlice dinlediğinizde ve doğru yerlere sorular sorduğunuzda çok açık görünüyor ki bu bir kaza. Son derece tutarsız bilgiler ışığında başka bir şey empoze edilmeye çalışılıyor. Acaba neden? Arda, uzakta da olsak yakınlardayız, bir gün yine karşılaşacağız, ondan sonra da hiç ayrılmayacağız. İyi u y u p r e n s i m , d ü n y a seni u n u t m a y a c a k . . . " (M. Akif Yeşilkaya, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Öğretim Görevlisi ve arkadaşı)
"Oğlumu o 24 yaşındayken tanıdım ve ancak 3 aya sığdırabildik tanışıklığımızı. O günlerde bunun yaşamdan ödünç alınmış bir 3 ay olduğunu bilemezdim. Çünkü ödünç alınan hiçbir şey bu denli yakışıklı olamazdı diye düşünmüştüm herhalde. Çalışkanlığı yakışıklıydı, duyarlılığı yakışıklıydı, inceliği, görgüsü, sevgisi, saygısı; Arda'nın hırsı bile yakışıklıydı. Onunla ilgili olarak prova ve oyun sürecinde söyleyebileceğim tek şey pırıl pırıl ve umut dolu geldiğiydi. Başarmak için gelmişti. Ve neredeyse 24 saat çalışıyordu. Yorulmuştu fakat keyifli bir yorgunluk vardı gözlerinde. Gözlerinde ne yalan söyleyeyim olup bitenlere anlam veremeyen hep bir şaşkınlık ifadesi vardı. Benim, Arda'yı kaybettikten sonra arkasından çıkan asılsız sözleri işittiğimde gözlerimdeki ifadeye benzer bir ifadeydi belki de. Erken bir ayrılığın arkasından ne söylenebilir ki?.. Arda'nın daha bizimle kalması gerekiyordu. Ona hep "çok iyi oynayacaksın bu rolü" diyordum. Öyle de oldu. Ana-oğul'u oynuyorduk. Onunla bir annenin oğluyla gururlandığı gibi gururlanıyordum. Bazen yalnızken hep şunu düşünüyorum. Arda ölümü ile provasını yapmadığı bir "Hamlet" finali bıraktı bize: Yaşamın tiyatroyu alaya aldığı bir final." (Tülay Günal, Ankara Devlet Tiyatrosu Sanatçısı)
"Ben, birinci sınıftan mezun olana kadar Arda'nın hocasıydım. Arda'yla ayrıca da çalıştık. Arda çok savaştı, çok çaba gösterdi. Sonucu da gördük, Arda'nın mezuniyet notları çok iyiydi. Biz artık Arda'yı aktör olarak kabul edebilirdik. Ama yine de o İngiltere'ye gitti. Orada yüksek lisans yaparken en az ayda bir kez telefonla arardı beni, "Burada bunları yapıyoruz, şöyle farklı çalışmalar yaptık." diye anlatırdı. Arda çok güçlü bir çocuktu, güçlü olmasaydı bu kadar genç yaşta bu kadar başarılı olamazdı, bunu kabul edelim. Arda okula ilk geldiğinde ben yoktum daha sonradan girdim derslere ve ilk günden son güne kadar Arda ile birlikteydik. I. sınıfta Arda hiç gözükmüyordu ama sonra çok savaştı kendi kendisiyle ve bu savaşı o kazandı. Arda III. sınıftayken "Windsor'un Şen Kadınları"nı koymuştum, bu Arda'nın ilk sahneye çıkmasıydı. "Windsor'un Şen Kadınları''nda "Ölüm"ü oynadı Arda. Sözsüz bir roldü, o oynadı, yaşadı. Bu çok önemli. O zaman ben de baktım 11 <
ve gördüm ki evet bu çocuk aktör olacak. Daha sonra çok çalıştı. "Öfke" oyununu koydum reji öğrencileri için, Arda ve Mert birlikte oynadılar. Arda her oyunda biraz daha büyüyordu. IV. sınıfta Arthur Miller'in "Bütün Oğullarım"da başrol oynadı. Hatırlıyorum hiçbir zaman derste veya çalışmalarda bir şey sormaz, her şey bittikten sonra sorardı. Ben, Robert Sturua'nın Arda'yı Hamlet olarak seçmesine hiç şaşırmadım. Arda o zaman Londra'daydı, hiç beklemiyordu böyle bir şeyi, çok şaşırdı. Hamlet'te Arda, yönetmenin tarzının içinde, bu tarzın gerektirdiği her şeyi yaptı. Arda hiçbir zaman bunu yaptım ne güzel demedi. O böyle gelişiyordu. Yaptıklarıyla değil; yapamadıklarıyla uğraşıyordu. Arda benim için, karım için çok özel bir çocuktu. Çok güzel bir aktör ve insanı kaybettik. Hele o dedikodular, böyle bir şey olamaz. Arda çok güçlü bir insandı, güçlü bir insan böyle şey yapmaz, olmaz, bunu söylemek günah. Hepimiz yüce yargıca gideceğiz, orada sınayacaklar bizi, orada da mı yalan söyleyeceğiz. Böyle genç, parlak bir insana bunları söylemek günahtır. Hiçbir iş insanın hayatından daha değerli değildir. Bir insanın hayatı en değerli şeyidir, ona karşı biraz dürüst olmak, dürüst kelimeler kullanmak gerekir. Bir gün önce telefonda konuştuk, "Döner dönmez geleceğim, konuşalım." dedi, hiç böyle bir şey yoktu. Tekrar söylüyorum Arda çok güçlü bir çocuktu, güçlü olmasaydı böyle bir başarı gösteremezdi. Kaç t a n e var b ö y l e çocuk?" (Zurab Sıkharulidze, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Öğretim Görevlisi)
cy a
"Ne okul serüvenini ne İngiltere'deki yaşamını ve ne de özel yaşamını biliyorum Arda'nın. Ancak onu oyuncu yönüyle, bir karakteri, hem de Hamlet'i yaratmaya çalışırkenki süreciyle tanıyorum. Olgunlukla, çok çalışarak, aklını ve yüreğini koyarak, tam da bir "oyuncu" gibi yaşadığı kısa ama yoğun bir dönemine tanık oldum. Prova sürecinde zaman zaman oyunculuk üzerine yaptığımız sohbetlerde onun hakiki bir oyunculuk yolculuğuna çıkmış olduğunu, öğrendikleriyle, edinmekte olduğu deneyimini kavuşturmaya çalışmasındaki titizliğini, alçakgönüllü ancak kendi fikrini kararlılıkla ifade etmekten çekinmeyen biri olduğunu gördüm. Oyuncu olmak, uzun ve zorlu bir yolculuğu seçmektir ve Arda bu yolun henüz başında olmasına rağmen, sahnede varlığını kabul ettiren, işin esnaflığına kaçmayan, özenli bir oyunculuk sergileyerek hepimizin sevgisini ve hayranlığını kazanan biri olmayı başardı. En güzel yerinden başlamıştı yolculuğuna, hemen her oyuncunun hayalindeki bir rolle, çok iyi bir ekiple ve "oyuncusuna aşığına davranır gibi sevgiyle ve özenle" davranan bir yönetmenle, Robert Sturua ile. Bu güzel yolculuk kötü bir şaka gibi, layık olmadığı bir biçimde ve gerçekliği tartışılır ithamlarla daha başındayken bitiverdi. Ardında onu yakından tanıyan insanları acı ve söylentilere duydukları öfkeyle baş başa bırakarak. İnsan bir işe kendisini adadığı zaman, kendisini bir işe katıp, düşüncesiyle, duygusuyla, alın teriyle o işi ayağa diktiği zaman unutulmaz oluyormuş hakikaten. O bize veda etmeden önce kalplerimizdeki unutulmaz yerini çoktan almıştı." (Yasemin Erbulun, "Hamlet" oyunu Rejisör Asistanı)
"Arda'yla geçen dört seneye dönüyorum ve fotoğraflar canlanıyor gözümün önünde.... Arda'nın gülen yüzü, sahnede duruşu, piyano çalışı, araba kullanışı, müzik dinleyişi, kahve içişi, zeka ürünü esprileri, güzel yüzü, tertemiz kokusu, uzun uzun sıcacık sarılışları, saygılı, ölçülü, kibar, beyefendi tavırları geliyor aklıma." (Hülya Aydın, Bilkent Üniversitesi'nden
sınıf arkadaşı)
pe
"Merhaba Arkadaşım ...Bugün gördüm; afişimizi indirmişler, içim buruldu. Her geçtiğimde bakar, gurur duyardım. Eminim en büyük ve en haklı gururu da sen duydun, duymalıydın da... Şu birkaç ay pek çok şey gurur verdi bana. Bilmeni isterim bunlardan biri de seni tanımış o l m a m d ı . Ö z l e d i m seni be Arda..." (Durukan Ordu, Ankara Devlet Tiyatrosu Sanatçısı)
"Bugüne kadar en çok huzur ve güvenle çalıştığım sevgili rol arkadaşım, sen hayatımdan hiç çıkmadın, nazik ve kibar tavırların, çevrene karşı duyarlılığın ve en yorgun, en zor zamanlarda bile kaybetmediğin espri anlayışınla seni hep anımsayacak, gülümseyecek
ve saklayacağım..." (Keiko Belir Yarar, Ankara Devlet Tiyatrosu Sanatçısı)
"... İnadına; onun oyunculuğu, okuldaki gelişimi, Londra'daki başarılı eğitim süreci, dünyanın en iyi Shakespeare yorumcularından birinin, sahneye koyacağı "Hamlet" için onu seçmesi, ne acıdır ki benim doğum sonrası rehavetiyle 'seneye seyrederim nasıl olsa' diyerek seyredememiş, alkışlayamamış olmama, Arda'yı kaçırmış olmamdan bahsetmek i s t e m i y o r u m . . . " (Sükun Işyıtan, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Öğretim Görevlisi)
a
"Güzel fiziği ve aydınlık saçan yüzü olan, son derece terbiyeli ve nazik, yetenekli olmasının yanısıra gayretli ve özveriyle çalışan, mesleğine sonsuz bir aşkla bağlanmış olan bir öğrencimizdi Arda. Türk Tiyatrosu parlak geleceği olan genç bir aktörü kaybetti. "Danimarka Prensi" ailesini, dostlarını, meslektaşlarını ve bizi, hep sevindirdiği hocalarını ilk kez üzdü. Pırıl pırıl bir delikanlının aramızdan ayrılışı çok acı vericidir. Elveda Arda!"
pe cy
(Shota Sıkharulidze, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Öğretim Görevlisi)
"...Bir oyunda rolüne uygun kareli bir gömleği ikimiz de çok aramıştık. Arda evden eski gömleklerini ben de oğlumun birkaç gömleğini getirmiştim. Yönetmenimiz Akif'ti. Sonuçta onun gömleğine, oğlumun yün yeleğine karar vermiştik. Çok yakıştı hem rolüne hem ona. Oyun bitiminde yeleği tertemiz paketlemiş olarak bana verdiği anı, teşekkürünü U n u t a m a m . . . " (Sevgi Türkay, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Öğretim Görevlisi)
"İnsanoğlunun hayal ettiği mükemmelliğe ruhen ve bedenen en çok yaklaşanlardan biri olan Arda Kanpolat'ın zamansız ölümü beni derinden sarstı ve evlat acısını bilen bir baba olarak bir kez daha düşünmeye itti. Neden acaba? Güzel bir ailede yetiştiği belli olan, Robert Sturua gibi ünlü bir rejisörün oyununda Hamlet'i başarıyla canlandıracak kadar yetenekli, temiz kalpli, Türkiye'nin övüneceği genç bir sanatçının canını niye aldı yüce Tanrı? Kişisel yanıtım şudur; Benim asla ulaşamayacağım ama oğlumun kavuştuğunu umduğum cennet daha da aydınlansın ve insanlığa ışık tutmasını sürdürsün diye." (Guram
Apkhazava, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü/Çevirmen)
"Genç, yetenekli, nazik, saygılı, ince ruhlu bir insandı Arda. Devlet Tiyatroları ailesine "Hamlet" projesiyle katıldı. Birlikte çalıştığımız bu kısa dönemden onunla ilgili olarak aklımda kalan en belirgin şey, ne kadar "iyi bir insan" olduğudur. En son onunla prömiyer gecesi Akün Sahnesi'nin kulisinde konuşmuştum. Gelecek hayatında başarılar dilemiştim. Arda hayatının rolünü oynadı ve tıpkı bir Hamlet gibi, bir yıldız gibi kaydı gitti. Bunun sadece bir rüya olduğuna inanmak istiyorum. 'Ölmek, uyumak. Uyumak, rüya görmek.' İyi u y k u l a r ve t a t l ı r ü y a l a r A r d a . " (Servet Aybar, Devlet Tiyatroları Dramaturgu)
pe cy a
> Arda Kanpolat / "Hamlet" oyununda
> Figen Adıgüzel > fadiguzel@tiyatrodergisi.com.tr
Arda ve Hamlet 50 yıl sonra Ankara Devlet Tiyatroları'nda Robert Sturua'nın sahnelemesiyle izleyebildiğimiz "Hamlet", Arda Kanpolat'la buluştu. "Hamlet''i ve Arda'lı "Hamlet" i Ayşegül Yüksel'e sordum.
Shakespeare tiyatrosunda "Hamlet''in yeri üzerine bize neler söyleyebilirsiniz? "Hamlet" oyununun yalnızca Shakespeare tiyatrosunda değil tüm dünya tiyatrosunda ayrıcalıklı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü Shakespeare, bu oyunu yazarken öyle sanıyorum ki kendi dönemini, 16. yüzyıl İngiltere'sinin, feodal dönemden erken modern döneme dönüşümü içindeki sancılarını dile getirirken bir anlamda kendisinin o toplumda da ne hissettiğini ortaya koymuş; dolayısıyla bana hep biraz otobiyografik duyarlığı yansıtan bir karakter olarak gelir Hamlet. Ve oyun da, bu tür geçiş dönemlerinde, dünyanın neresinde olursa olsun, hep toplumsal geçiş dönemlerinde, çağsal geçiş dönemlerinde yaşanan çelişkileri, bunalımları ikilemleri dile getiren bir oyundur. Bu bakımdan çok büyük bir yere koyduğumu söylemeyi borç biliyorum.
Shakespeare'in en önemli eseri sizce de "Hamlet" mi? Bence pek çok açıdan öyledir. Çünkü bu oyunda, ana-baba-oğul ilişkisi, yozlaşmış bir toplumun tekrar sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, aydın olmuş bir kafanın nasıl yoz bir dünyayla baş edebileceği, -ki bu güncelliği hiç bitmeyen bir konudur- savaş tehdidi altındaki bir ülkenin nasıl güven içinde var olabileceği ve en önemlisi de politik dünya sahnesinden hiçbir zaman inmemiş olan ihanet, cinayet, aldatma, köşeye sıkıştırma gibi politikada öne geçme oyunları söz konusudur. Ayrıca dikkat ederseniz "Hamlet" oyununda tıpkı çağdaş politikada olduğu gibi hep dolaylı yollardan entrikalar kurulmuştur. (Roma İmparatorluğunda Neron'un yaptığı gibi doğru olanın yapıldığı duygusu uyandırılarak bütün ihanetler tezgahlanır.) Bu bakımdan Shakespeare'in "Hamlet" oyunu politikada da sanırım bir ders niteliği taşır. Bu nedenlerle hem psikolojik hem toplumsal hem de politik açılardan bütün dünya insanlarına söyleyecek çok şeyi olan bir oyundur. Dünyada birçok farklı "Hamlet" yorumları sergileniyor. "Hamlet''in birçok yorumu olabilir mi? Oyunun bütününü bir kurgu olarak düşünmeyip de Hamlet'i gerçek hayatta var olmuş bir kişi gibi, psikolojik, toplumsal veya politik bir vaka inceliyormuş gibi ele alırsak; çok farklı yorumlar
olabilir. Pek çok yönetmen de farklı birer "Hamlet" yapımı oluşturmak adına Hamlet'i oyun metninden çıkarıp, canlı bir kişiymiş gibi yorumlamayı tercih eder. Yalnız psikoloji alanında bile farklı görüşler vardır. Jung'cu görüşe göre Hamlet başkadır. Freud'cu görüşe göre başkadır. Yani birçok Hamlet olabilir. Eşcinsel de olur; bağımsızlıklarına ulaşamamış, hep çocuk kalmış biri olarak da değerlendirilir; Fallus kompleksine yenilmiş, altında ezilmiş bir kişi olarak da canlandırılabilir. O nedenle sinemadaki ve sahnedeki yorumlarına bakacak olursak otuz-kırk farklı Hamlet'ten bahsetmek söz konusudur. Ama yönetmen oyunu bir kurgu olarak ele alıp dizgesini ona göre kurarsa ve de Hamlet'i de bir kurgu kahraman olarak -ki zaten öylediroyunun içine yerleştirirse mutlaka ve mutlaka bunu aydın kişi, prens kişi, oğul kişi kimliklerinin dinamiği içinde çalışmak zorundadır. Bunun da sinirli Hamlet veya duygusal Hamlet veya içine kapanık Hamlet gibi 3-4 yorumu olabilir. Ama kırk tane de yorumu olamaz bana sorarsanız. Sturua'nın "Hamlet" yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Genel olarak tamamlanmış bir yorum gibi göremiyorum. Bana biraz aceleye gelmiş gibi görünüyor. Çünkü öğrenebildiğim kadarıyla 45 günlük bir prova dönemi olmuş. "Hamlet" gibi yeni bir konsepte oturtulmuş bir oyunda, yönetmenin oyuncularına kendi dizgelerini çok iyi sindirtmiş olması gerekiyor. Çünkü oyuncuların laflarının vurguları, ezberlerinin dozu, hangi sözün hangi mimikle buluşacağı, hangi sahnede kimin kiminle karşılaşacağı gibi pek çok ayrıntıda yeni bir oryantasyona, yeni bir alışmaya ihtiyaçları var. Dümdüz bir "Hamlet" yorumu belki 45 günde çıkardı. Oyuncular daha önce rolünü ezberlemiş olurdu, rejisör de onları sahneye yerleştirirdi, burada bağır, burada yavaş konuş diyerek idare edebilirdi belki. Ama yepyeni bir konsepte; bir oyuncu ekibinin, rejisörün ne dediğini sindirerek hazırlanması için çok kısa bir süre 45 gün. Bu nedenle de ben izlediğim zaman birbirine bağlayamadığım bir dolu göstergeler zinciri görüyorum. Mesela niye bu çağdaş bir "Hamlet" anlayışı yansıtıyor? ikincisi, rollerin her biri nasıl yorumlanmış? Horatio kişiliği neden " o " Horatio kişiliği olmuş, çözemiyorum. Ya da oyun içindeki oyun sahnesi neden komedi olarak sahnelenmiş? Kralın kendi işlediği bir suçun pişmanlığının ortaya çıkması gereken bir sahne niye komedi olarak yorumlanıyor? Oyunun sonundaki kılıç sahneleri geri giderken konuşma sahneleri öne geliyor, bunun vurgusu nedir, anlamış değilim. Çünkü son sahnede o yoz dediğimiz toplumda, bütün o yozluğa neden olan insanlar takır takır ölür. Bence sahne önünde ölmeleri çok önemlidir. Birtakım sembolik anlamlar taşıyan malzeme kullanılmış, merdivenler kullanılmış görsel olarak ama nasıl bir işlevsellik kazandırılmış, o merdiven tipi malzemeye niye o renk pırıl pırıl metal olmuş, bütün bunları anlayabilmiş değilim. O yüzden de o gösterge zincirleri benim kafamda uçuşur durumda.
pe
cy a
Türkiye'de kaç tane "Hamlet" izlediniz? İzlediğiniz "Hamlet'ler ve Arda'nın Hamlet'i hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Bana çok fazla "Hamlet" izlemek nasip olmadı. Bir 1951 yılında Engin Cezzar'ın, Muhsin Ertuğrul'un İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahneye koyduğu Hamlet'i, bir de yanılmıyorsam 70'li yıllarda Kenterler Tiyatrosu'nda Müşfik Kenter'in oynadığı Hamlet'i izlemiştim. İzmit Şehir Tiyatrosu'nun Tardu'lu Hamlet'ine ne yazık ki ulaşamadım. Ama ulaşabildiğim bütün "Hamlet" filmlerini izledim. Engin Cezzar da çok gençti Hamlet'i oynadığında; çok farklı bir Hamlet'ti. Danimarkalı olduğu için saçları sarıya boyanmış ve çok enerjik bir Hamlet'ti. Engin Cezzar biliyorsunuz yurtdışında eğitim görmüş bir sanatçımız. Engin Cezzar belirli bir ekole göre ilginç bir Hamlet'ti. Kişiliği sinirli, biraz saldırgan, epeyce sinik bir Hamlet olmuştu. Ve çok oynamış, çok tutmuştu. Müşfik Kenter'in Hamlet'i çok büyük bir prodüksiyon değil, oyunculukla; yani bir rejisörün dizgesinin içine yerleştirilmiş özel konseptli bir Hamlet yorumu değil; olduğu gibi Hamlet oyunculuğuna dayandırılmış bir versiyonuydu ve Müşfik Kenter, benim düşündüğüm 20-22 yaşındaki Hamlet'ten daha olgunca bir Hamlet'ti. Bana daha çok Hamlet'in duyarlılıklarını, onun aydın kişi duyarlılığını dile getiren bir Hamlet gibi izlenim bırakmıştı. Arda'nın Hamlet'ini ben şöyle çok sevdim: Arda'nın fiziksel özellikleri zaten hep genç kalacakmış duygusunu veren bir tipi olduğu için, o anneye karşı olan duyarlılığı, babaya karşı olan genç insan duyarlılığını, oyuncu kişiliğini çok iyi sindirmiş; onun yanında, bunda tabii rejisörün de
15
büyük önemi var, Hamlet'in aydın kimliğini ve okumaya gerçekten çok değer veren ve okuyarak, öğrenerek, bilerek yaşamda bir şeyler yapmanın önemini kavramış bir Hamlet olması bana çok etkili geldi. O nedenle de Arda'yı hep düşündüğüm gibi bir Hamlet olarak gördüm. Ayrıca aynı sözü Sevda Şener hocamız da söyledi "Çok düşündüğüm gibi bir Hamlet" dedi. Yani bana sinemadaki Laurence Olivier'nin, Mel Gibson'ın Hamlet'i çok uzak gelir veya Branagh'ın Hamlet'i de çok sevimli -çok iyi oynamış olmalarına rağmen- ama benim içime sığmayan bir Hamlet gibi gelir. Arda'nın Hamlet'i bana en yakın Hamlet geldi. Arda'nın bu yorumu çok akılcı bir şekilde çalıştığını düşünüyorum. Duygularına kapılarak, kendini oyun içinde kaybederek değil, çok düzenli, yönetmenin konseptine çok uygun bir biçimde, içine sindirdiğini düşünüyorum. Bu nedenle de en çok da o yanıyla takdir ediyorum. Yani bir oyuncunun bir rolü tek başına alıp götürmesi başka bir şeydir, yönetmenin konsepti içinde zengin, çok boyutlu bir biçimde götürmesi başka bir iştir. Arda'nın bunu başardığını düşünüyorum, o yüzden çok etkilendim. Böyle bir konseptin içinde Hamlet'i oynayan aktörün reji altında ezilme ihtimali var mıdır? Hayır ben böyle düşünmüyorum. Çünkü bana göre "Hamlet" oyunu, tiyatro sahnesi için yazılmış bir oyundur. Hamlet de, kalabalık karakter topluluğu içindeki baş kişidir. Yani Hamlet alır oyunu götürür, diğerleri ona uyarlar ya da uymazlar gibi bir şey söz konusu olamaz. Rejisörün konsepti, yorumu bana sorarsanız esastır. Bir oyundan bahsediyoruz; gerçek bir insandan ve de gerçek bir olaydan bahsetmiyoruz. O nedenle de Hamlet kimliğinin öne çıkmaması veya başkaları tarafından ezilmiş olması konsepte göre söz konusu değildir. Bence her konsept içinde oyuncu, kendisine düşen görevi yapar. Bu son "Hamlet" oyunu için öyle bir eleştiri varsa çok yanlış; çünkü epeyce kırpılmış, farklı sahnelere dönüştürülmüş bir "Hamlet" var ortada. Herkes kafasındaki "Hamlet''e göre izlediği oyunu yorumlayıp Hamlet'i de onun içinde yargılarsa hayal kurmuş olur diye düşünüyorum. Ortada somut bir yapım var. Arda Kanpolat da o yapımın konsepti içinde rolünü canlandırmıştır.
pe cy a
"Hamlet" oyununda Hamlet oyun kişisini oynayan Arda'nın diğer oyun kişilerini oynayan oyuncularla ilişkilerini değerlendirir misiniz? Rejisör zaten bu ilişkileri ön plana getirecek bir sahneleme dizgesi kurduğu için bunu görmek çok rahat oldu benim için. Arda'nın t ü m bu ilişkileri çok doğru kurduğunu düşünüyorum. Anne - oğul ilişkisinde mesela anneye müthiş bir küskünlükle yaklaşmak var. Müthiş bir düş kırıklığı içinde yaklaşmak var. Çünkü Arda genç bir Hamlet, ancak genç bir insanın duyarlılığında bu olur. Yani 40 yaşındaki bir Hamlet artık annesinin kiminle evlenmesi, kiminle evlenmemesi gerektiği ile çok fazla ilgilenmeyebilir. Ama genç bir insan üniversite öğrencisi olarak düşündüğümüz bir insan -yani rejisörün de tam o nedenle Arda'yı seçtiği bir Hamlet- bu küskünlüğü yaşar. Ve bu küskünlüğün çok güzel geçtiğini düşünüyorum seyirciye. Anne - oğul ilişkisinde annenin de çok başarılı olduğunu ayrıca belirtmek isterim. Bu bağlamda, mezarlık sahnesinden sonrasının çok iyi çalışıldığını düşünmüyorum. Ama o sahneye kadar olan Ophelia - Hamlet ilişkisinin çok iyi gittiğini düşünüyorum. Arda'nın çok acı sözler söylemekle birlikte Ophelia'ya karşı çok da acımasız bir Hamlet olmadığını düşünüyorum. Bu da yine genç insan kimliğiyle ilgili. Çünkü bir tartışma vardır. Hamlet aslında Ophelia'yi hiç sevmez gibi, halbuki gerçek olan şudur; annesine karşı hissettiklerini annesine karşı söyleyemediği için Ophelia'ya yansıtır -kadınların onda uyandırdığı düş kırıklığını-. Gerçekten de sever Ophelia'yi. O mezarlık sahnesinde "Ben Ophelia'yi bilmem kaç bin erkek kardeşin sevgisinin toplamından daha çok severim" dediği zaman Hamlet içtenliklidir. Çünkü Ophelia onun korktuğu gibi yoz bir kişi olmadan bütün saflığıyla ölmüştür. Ve dolayısıyla Hamlet'in, bütün kadınlar böyle, bu kadın da böyle olacak diye kendini uzak t u t t u ğ u Ophelia uzak durması gereken konuma varmadan t ü m saflığıyla ölmüştür. Hamlet ile Horatio arasında geçen dostluk ilişkisine gelince metinde kesilmeler yapıldığı için ve sahneler de yer yer değiştiği için her iki oyun kişisine de bu dostluğu ön plana getirme şansı verilmedi diye düşünüyorum. Bunda da oyuncuların sorumluluğu yok. Polonius - Hamlet ilişkisinin çok güzel ortaya çıktığını düşünüyorum. Arda'nın yorumunda Polonius'un hem ne tür bir insan olduğunu bilip -ki o Danimarka'nın saplandığı o yoz bataklığın unsurlarından biridir- hem de kendisinden yaşlı ve sarayda önemli bir insan olduğu için saygı ölçüsünü de bozmadan çok sert biçimde aşağılamadan ince bir alayla Polonius'u değerlendirdiğini düşünüyorum. Çok beğendiğim yorumlarından bir parçası Arda'nın. Hamlet'in oyuncularla çok yakın bir ilişkisi var. Çünkü Hamlet düşünce adamı ve bir sanat adamı, dolayısıyla "oyuncularla" olan ilişkisi -ki tam delilik taklidini en hızlı biçimde yaptığı dönemde girer oyuncular- orada çok şık, çok içtenlikli, çok renkli sanatçılar gibi konuşan, sanatçılarla iç içe olabilen bir Hamlet kişiliği gösterdiğini düşünüyorum Arda'nın.
Amcası kralla olan ilişkisi ise bana göre çok güzel ön plana getirilmiş rejisör tarafından da. Burada hem amca hem Hamlet görünüşteki uyumlu ilişkilerini sürdürürken bir yandan da jestleriyle, mimikleriyle, hareketleriyle nasıl birbirlerini çok ince bir biçimde kolladıklarını ve ikisinin de eşit güçte iki karakter olarak nasıl birbirlerine tutsak düşmediklerini, yenilmediklerini gösteren çok dengede tutulmuş iki yorum olarak gördüğümü söylemek isterim. Leartes yani Ophelia'nın abisi ile Hamlet ilişkisi de oyunda çok temel ilişkilerden biridir. Hatta Fortinbras - Hamlet ilişkisi vardır ki o oyundan çoğunlukla çıkarıldığı için zaten yüz yüze gelmez iki oyun kişisidir ama öyle bir ilişki kalmamıştır. Oyunda Leartes karakteriyle rejisörün konsepti içinde çok fazla oynadığı için o ilişkinin doğru bir ilişki olarak ortaya çıktığını zannetmiyorum. Yani ne Arda'nın orada özel bir ilişki dizgisi oluşturma olanağı vardı ne de Leartes'i oynayan oyuncunun. Çünkü Leartes'i oynayan oyuncu çoğunlukla bağıran, hiddetlenen ve Arda'nın sakin tepkiler verdiği bir insan olarak ortaya çıktı. Doğrusu çok sağlam bir ilişki ortaya çıktığını düşünmüyorum. Ben kendi adıma en başarılı yorum olarak ilişkisel bağlamda Kraliçe - Hamlet, Kral - Hamlet ve Polonius - Hamlet olduğunu düşünüyorum. Hamlet'i oynamak bir aktörün gidebileceği son nokta mıdır? Hamlet rolünü oynamak bir aktör için her şeyden önce bir ayrıcalıktır. Çok az insana nasip >16
olmuş bir ayrıcalık. Yani şöyle bir Türk Hamlet'lerini gözümüzün önünden geçirelim. Kadınlar da oynamıştır, erkekler de: Muhsin Ertuğrul, Cüneyt Gökçer, Talat Artemel, Avni Dilligil, Kerim Afşar, Engin Cezzar, Müşfik Kenter. Nur Sabuncu, Ayla Algan. Bunlar çok büyük isimler. Tardu Flordun genç bir Hamlet olarak ortaya çıktı. Bu ayrıcalığı kimi aktörlerimiz Hamlet'i oyun içinde bir motor olarak kullanıp çok önemli bir biçimde tiyatro tarihine geçmişlerdir diye düşünüyorum. Arda'nın Hamlet'ini I. sınıf rejisör-oyuncu işbirliğinin bir ürünü olarak düşünüyorum. Ve bu bağlamda da Arda'nın çok profesyonelce, çok başarılı, çok duyarlı bir iş yaptığını düşünüyorum. Şimdi bana hep Hamlet'ten gelen, oyunculuk çizgisinde gelen temel vurgu şudur: incinilebilir bir yaradılışla çetin ceviz bir karakterin buluşması. Bir başka yanı da bir kişilik ile duygusal bir kişiliğin buluşması. Çaresiz, baş edemeyeceği zorluklarla karşı karşıya olduğunu bilen ama aynı zamanda aklıyla bu zorluğa bir çözüm getirebilecek bir karakterin özelliğini buluşturan bir kişilik Hamlet. Yani tezatları buluşturabilen bir kişiliktir. Arda'nın oyunculuğunda bu tezatları ben görebildiğimi düşünüyorum. Bu nedenle oyunun ilk bölümünü hiç soluk almadan, tam dikkat kesilerek ve keyif alarak izledim. Yani katılmadığım bir dolu yer olabilir. Yönetmenin konseptinde izlediğimi çok iyi biliyorum. Benim de tabii ki "Hamlet" metninden ve Hamlet oyunculuğundan gelmiş geçmiş okuduklarımdan, izlediklerimden oluşmuş beklentilerim var. Ama sahne olayı ve Hamlet yorumu beni bu beklentilerimin dışına da bir miktar çıkarmıştır ama büyük oranda da beklentilerime cevap vermiştir. Bu galiba her seyircinin kendisine sorması gereken bir sorudur.
cy
a
Arda'nın aldığı eğitimlerin, gittiği okulların onun oyunculuğa sağlam adımlar atmasında etkili olduğunu düşünüyor musunuz? Tabii ki. Ben, Arda'nın özgeçmişine baktığım zaman çok etkilendim. Dört yıl Bilkent Üniversitesi'nde eğitim görüyor ki bunun çok yoğun bir eğitim olduğunu biliyoruz. Ve Bilkent Tiyatro Bölümü'nden mezun olan genç sanatçıların da gerek televizyon piyasasında gerek sinemada gerekse tiyatroda yer yer öne çıktıklarını gözlemliyorum. Ve Arda özelinde konuşacak olursak zaten Bilkent'teki eğitimini tamamladıktan sonra hiç durmamış, yaz kurslarına gitmiş İngiltere'de, yine Yüksek Lisans için İngiltere'de çalışmalarına devam etmiştir. Şöyle bir bakacak olursak Bilkent'te oynadığı on oyun var. Bunları amatör sayalım. İngiltere'de eğitim gördüğü kurumlarda yabancı dille oynadığı bir on oyun daha var. Sonra bakıyoruz oynadığı rollere; %70 oranında çoğunlukla amatör olmakla birlikte başrol olduğunu görüyoruz. Tamam Bilkent Üniversitesi'nde hocaları Arda'yı seviyorlardı, beğeniyorlardı başrole çıkardılar. İngiltere'de o kadar oyuncu varken niye hocaları Arda'yı başrollere çıkarmaya uygun görsünler? Arda gördüğü eğitimin de, seçtiği mesleğin de peşini bırakmamış bir öğrenci ve sanatçı olarak ortaya çıkıyor. O nedenle Arda bu konuda bir tartışma konusu değil. Aldığı eğitimin hakkını tüm verimle değerlendirebilmiş genç bir sanatçı. Gönül isterdi ki İngiltere'deki Yüksek Lisansını tamamlasın, gönül isterdi ki Hamlet sürsün, Arda'lı bir Hamlet sürsün, gönül isterdi ki daha uzun yıllar boyunca Arda'yı başka rollerde de izleyebilelim. Ne yazık ki gerçekleşmedi. Çok üzgünüm.
pe
Ayşegül Hocam çok teşekkür ediyorum .
17
> Robert Schild
a
> rosch@superonline.com
5. Sokak Tiyatrosu'nun Yeni Oyunu İlk Kez Tiyatro Festivali'nde
pe cy
"Ötekiler" İçin Bir Taziye:
Ashura
Mustafa Avkıran'ın anne tarafı Yunanistan'dan, babası ise Arabistan kökenli. Övül Avkıran'a gelince, onun baba tarafı Yunanistan'a, anne tarafı Makedonya'ya dayanıyor. Siz ise, Türkiye'nin herhangi bir kalabalık meydanında şöyle bir etrafınıza baktığınızda, gelip geçenler arasında Arap esmerlerini, Orta Asya çekik gözlülerini, Balkan sarışınlarını görürsünüz kolaylıkla. Kısmetiniz yaver giderse, ataları Sudan'lı bir siyahiye bile rastlamanız mümkün. Bir zamanlar üç kıtaya yayılmış dev bir imparatorluğun, hemen tümü dindaş ve bugün aynı dili konuşan torunları... "Aşura", Arap dilinde "10" demektir. Aşure günü ise, hicri taviminin ilk ayı olan Muharrem'in 10. günü olup, Musevi takvimindeki ilk ay olan Tişri'nin 10. günü "Yom Kippur" gibi, özel bir anlam taşır. Nasıl ki o gün Museviler için bir kefaret günüyse, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edildiği Hicri 10 Muharrem, özellikle Şiiler için bir taziyet günüdür. Gene İslam yorumuna göre, İbrahim Peygamber'in Nemrut'un ateşinden kurtulduğu ve Nuh Peygamber'in gemisinin Cudi Dağı'na konduğu gündür, Aşura günü. Diğer bir rivayete göre ise Nuh ve ailesi, gemide bulunan tüm gıda artıklarını katıp pişirdikleri bir tatlı ile, tufandan kurtulmuş olmalarını kutlamışlardı...
Mustafa Avkıran'ın kurguladığı ve koreografiyi de üstlenmiş Övül Avkıran ile birlikte yönettiği, 5. Sokak Tiyatrosu'nun Festival'de ilkgösterimi yapılan "Ashura", Anadolu topraklarının bir "aşure"sidir: İlkçağ paganizminin üzerine kurulmuş üç semavi dinin, Osmanlı'nın getirdiği çeşit çeşit ırkların ve onu aşkın dilin konuşulduğu toprağın öyküsü. (Nedense) ibranice (?), Pontus dili, Rumca, Lazca, Ermenice, Süryanice, Kıptice, Zazaca, Sefaradça, Kürtçe, Arapça ve Türkçe dillerinin. "Ashura, benim hikâyemdir..." diyor Mustafa Avkıran, "...içine katarak oluşturduğum bu yapı, karıştıkça zenginleşen ve içindeki her malzemenin gerçek tadını hissedebileceğim bir yoldur; yeni bir yol, yeniden çıkılan bir yol." Düşünce asla yeni değildir; bkz. sayısız "Mozaik Nostaljisi" Yayınlarına veya Yelda'nın "İstanbul'da, Diyarbakır'da Azalırken" başlıklı incelemesine (Belge Yayınları, 1996) veya gene 5. Sokak'ın "Neos Cosmos" oyununa. Ne var ki, konsept ilginç: Avkıran, bu yeni yapımını bir yandan anneannesine adarken, "ötekiler
için yapılan bir taziye" olarak da adlandırıyor, bize bu "aşure"yi sunarken. Kimdir bu ötekiler veya, kimdi onlar? İlkçağlardan beri önce emperyalizmin, ardından katı milliyetçiliğin ortadan kaldırmaya çalıştığı "yabancı"lar daha çok monokültürlü Avrupa dillerinde, Latince "extraneus" sözcüğünden türetilmiş "etranger" veya "stranger"lar. Bu son sözcük, aynı zamanda "acaip/garip" anlamını taşıdığından, değişik yöntemlerle ortadan kaldırılmalıydı, onlar! İşte, "Ashura" oyununun program notlarında "Tarih boyunca insan, 'homojen' bir toplum yaratmak uğruna 'öteki'leri sürdü, yok etti" açıklaması yer alıyor. Birlikte yaşamayı, 'öteki' ile barışmayı, karışmayı başaramadı insanoğlu. Ama hep özledi, bütün dinlerin, dillerin, kültürlerin bir araya gelmesini, birbirini anladığı bir dünyayı özledi." Sahnenin en dibinde bir kapı açılıyor. Kapı aralığından parlayan ışık, gelişigüzel dizilmiş beyaz şişelere uzun gölgeler attırıyor. Dokuz kişi, ellerinde birer iskemle, ağır ağır geliyorlar bize doğru. Kararsız, sanki bir şey arıyorlarmış gibi. Bazıları, müzik aletleri de taşıyor: Cümbüş, viyolonsel, klarnet, iki davul. Oturuyorlar. Kısa bir süre sonra, sağdaki kadın doğruluyor. Elleriyle göğsüne vurmaya başlıyor; rap, rap, rap, rap. Derken, Sema'nın berrak sesi: Tanrı'nın İbrahim Peygamber'i sınaması ile ilgili bir İbrani ezgisini söylüyor. Ardından, kâh Harun Ateş'in olağanüstü kontrtenorundan, kâh İhsan Kılavuz ve gene Sema'nın seslerinden, dört özgün beste ve on dokuz halk ezgisi - Arapça ve Türkçe yanısıra, yitirilmekte olan çeşitli Anadolu dillerinde... Nelerden söz ediyor bu şarkılar? Dini konulardan, doğadan, aşktan, kederden ve gurbetten; askerin etini yiyen kargalardan; izmir'den kovulanlardan; yabancı, ıssız yollarda çınlıyan kervanlardan; tepeleri saran dumanlardan... Hemen her ezgide değişik bir konum alıyor, sahnedeki sanatçılar; davulların ritmi, viyolonselin hüznü, klarnetin haykırışı, duvara yansıyan şarkı sözlerinin, yankılanan seslerin altını çiziyor, devinen Övül Avkıran'ın bedenini sarıp sarmalıyor. Arada bir, duvara bazı tablolar da yansıtılıyor: 1927 ile artık ana dili sorulmayan 1970 nüfus sayımları arasında, konuşulan Anadolu dillerinin sayısal dökümü. Yüzde dokuz dolaylarında kaldığı beyan edilen Kürtçe yanısıra, "binde" oranlarından "onbinde"lere ulaşan Abazaca, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkesçe, Çingenece, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Lazca, Pomakça, Rumca, Sefaradça, Tatarca ve -burada bir yanlışlık olsa gerek- ibranice: Bu dil, Anadolu'da ne zaman ana dil olmuştu ki?
a
Derken, Mustafa koşmaya başlıyor-gittikçe hızlanan biçimde, sahnedeki sanatçıların etrafında! Kimden kaçıyor acaba veya neyi yakalamaya çalışıyor? Sonra yere çömeliyor. Övül, yerdeki şişelerden birkaçını alıyor, arkasına geçip, onları teker teker Mustafa'nın üstüne boşaltıyor, en sonuncusunu da kendi başından aşağıya doğru. Sahnede serpiştirilmiş dolu şişeler, bir zamanların kültür mirasını oluşturan diller mi yoksa? Boşalıyor, akıyor, gidiyor mu bu varlık? "Aman tükettim, takatim / Mecalim bitti/Yetiş imdadıma, imdat/İmdadıma ya Şah-ı merdan! /Cansız duvarları yürüten sensin /Yetiş imdadıma, imdat/İmdadıma ya Şah-ı merdan!" (son ezgi).
pe cy
İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Zürcher Theater-Spektakel, Rotterdamse Schouwburg ve Utrecht Stadtschouwburg'un bir ortak yapımı olan "Ashura", son olarak izlediğim "Dumrul ile Azrail"den sonra, 5. Sokak Tiyatrosu'nun diğer sarsıcı, güçlü bir yapıtı... Ali Cem Köroğlu'nun sahne tasarımı, yalın olduğu kadar etkileyici; Yüksel Aymaz ise ışığı bazı sahnelerde biraz daha cömertçe kullanabilirdi. Sema ile İhsan Kılavuz'un oluşturduğu sağlam müzik temelinin üstündeki icracılar Murat Bekin, Umut Can Yiğit, Cem Çetinkaya ve Kıvanç Fındıklı göz dolduruyor; Harun Ateş'in ilk kez tanık olduğum kışkırtıcı sesini ise, umarım yakında yeniden duyarız! Tiyatro, asla sadece sözel olmamalıdır. Bize bu yıl, değişik dans tiyatroları yanısıra bu çarpıcı müzik/devinim yapıtını sunan İKSV, anlamlı bir iletiye kanat açmıştır. Buğday, pirinç, nohut, fasulye, şeker ve su ile pişirilip üzerine fındık, badem, ceviz, kuru üzüm ve kayısı ile nar taneleri katılarak gülsuyu, karanfil ve zencefil ile çok katmanlı bir lezzete kavuşturulan aşureler ise, sofralardan hiç eksik olmasın©
19<
> Üstün Akmen
pe
cy
a
> uakmen@superonline.com
Bu Oyunu D e ğ e r l e n d i r m e l i y i m , Ama Nasıl?
"Ashura"
O ıpıl pırıl; düşündürücü, sakalı, zarif sesi yok mu Sema'nın, ne söylerse söylesin, hangi dilden seslenirse seslensin, vallaha insana derdini, gamını, kasavetini unutturuyor. "Sema'nın sesi de nereden çıktı", demeyin şimdi. Yazıya böyle giriş yapılmaz, elbette biliyorum, ama olsun, Sema'nın sesi hatırına bu kere de böyle olsun!.. Ne diyecektim? Haaa... Efendim, 5. Sokak Tiyatrosu'nun, Mustafa Avkıran'ın konsept ve kurgusu ile İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile ortak yapım olarak kotardığı, 14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğim "Ashura"sını değerlendirmek üzere oturdum masaya. Başladım: "Baba tarafı Arabistan'dan, ana tarafı Yunanistan'dan gelen Mustafa Avkıran, 'Ashura'da kendi öyküsünü de içine katarak bir yapı oluşturmuştu..." diye yazmaya, ama durdum. Ben, Mustafa Avkıran denilince her zaman dururum zaten. Avkıran ne yaptıysa, ne ettiyse mutlaka görmek isterim. Oynadığı dizi filmlere bile bakarım. Her zaman da söylerim: Farklı bileşenleri bir araya toplayabilen ve farklı bileşenler arasında eşgüdüm sağlamayı başaran bir yönetmendir. Şaşırtmayı çok sever. Eşgüdüm çalışmasını teatral üretimin "klavyesi" olarak kullanmaya da bayılır. Mustafa Avkıran, "Ashura"da da, "Neos Cosmos, 3+3+963"de olduğu gibi, baba tarafı Yunanistan'dan, ana tarafı Makedonya'dan gelmiş eşi Övül Avkıran'ın koreografisiyle kolları sıvamış. Kolları sıvamış ve kazanı karıştırdıkça zenginleşeceğine inandığı ve kazanın içindeki her malzemenin gerçek tadını bize ayrı ayrı ve hep birlikte duyumsatabileceği yollar aramış. Sözlü tarih ile gerçek bilgisinin müzik-tiyatro tanımı içinde sorgulanmasını istemiş. Buğday, pirinç, su, şeker, fasulye, nohut, badem, ceviz, fındık, üzüm, kayısı.
gülsuyu, karanfil ve zencefille yapılan, adı neredeyse insanlık tarihi kadar eski "Ashura"nın öyküsünden yola çıkarak, sürgünlerin göç yollarını anlatmaya çabalamış. Aradan geçen seksen yıllık zaman dilimi içinde, her iki tarafta yer alan göçmenlerin, belki giderek yeni vatanlarına alıştıklarının, ancak özlemlerinin hiç tükenmediğinin; çocukların, torunların kuşaklar boyu eski yurtlarının öyküleriyle büyüdüğünün altını çizmiş. Sema ve İhsan Kılavuz, tam on iki dilden yirmi dört sürgün ve göç şarkısı düzenleyip, Harun Ateş, Murat Bekin, Umut Can Yiğit, Cem Çetinkaya, Kıvanç Fındıklı ile birlikte başarıyla seslendirmişler. Şimdi... Ben bir eleştirmenim, ama eninde sonunda insanım. Ayıptır söylemesi, ama doğrudur; sistematik bilgi birikimim, dünya görüşüm, düşüncelerim, olgunluğum, sağduyum, sorumluluğum falan var benim. Sevdiğim sanatçı da olabilir, sevmediğim de... Beğendiğim de, beğenmediğim de... Tercihlerim de olabilir, neden olmasın? Gel gelelim, tüm bunları denetimim altına alabilir ve kendimce doğru olanı kimseden korkmadan, ürkmeden, elim titremeden, çekinmeden yazabilirim. Tuh Allah!.. Bu kere yazamıyorum! "Ashura"yı yazamıyorum, çünkü anlamadım! Sandalye üstünde rahatsız olma halinin barınamamak olduğunu kavradım da, ödüllü kostüm-dekor tasarımcısı Ali Cem Köroğlu'nun dekorunun detayını anlayamadım! Seyircinin düş gücü, siyah fon önünde siyah kostümlerle iyiden iyiye uykuya dalıp gidiyordu, tanık oldum. Tekdüzeliği kar beyazı oyalı mendillerin dahi kurtaramadığına da... Sahnenin özdeksel parçalarına, yeri geldiğinde nasıl olup da sözcüklerin yeri aldırılamamıştı, şaştım kaldım! Gene çok ödüllü ışık tasarımcımız, gerçekten "medar-ı iftiharımız" Yüksel Aymaz'ın, oyuncuların sahneye ilk girişlerinde ters yönden gelen ışığın seyircinin gözünün dibine girmesini engellemek için "spot bar"\ neden yüksek tutmadığını da anlamadım! Övül Avkıran'ın, kaygıları, içte oluşan fırtınaları iyi yakalamış olmasına sözüm yok da, olamazcasına ağır koreografiyi neden yeğlediğini anlayamadım! Dahası var!.. Mustafa Avkıran'ın anlatırken, gerçek olanla gerçek olmayan arasındaki katı ayırımları neden kaldırmadığını da anlamadım! Dilin işlevini en alt düzeye indirgemiş, sözü müziğe bırakmış, tamam da, böylesine devinimsizliği anlayamadım! Tek devinim "selam"da mı olmalıydı? Anlayamadım! Doğru ve yanlış arasındaki ayırımı, kavramsallığı yorumsuz bırakmasınıysa hiç anlayamadım!
pe cy a
Anlamayınca, anlayamayınca da gördüğünüz gibi bu yazıyı yazamadım.
21
> "Kısa Uyku''/Şam Devlet Tiyatrosu
Tarihi Galata Köprüsü'nde
cy
a
İstanbul-Mekân-Tiyatro Festivali
pe
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Tarihi Galata Köprüsü üzerinde 1 Temmuz - 3 Ağustos tarihleri arasında Uluslararası I. İstanbul Mekân Tiyatro Festivali'ni düzenleyecek. Festival'e 15 ülkeden tiyatro toplulukları katılacak. Festival'e katılacak topluluklar: Tataristan, Başkırdistan, Türkmenistan, Tuva Cumhuriyeti, Altay Cumhuriyeti, Kırım-Tatar, Özbekistan, Almanya, Makedonya, Bosna, Suriye, Sırbistan-Karadağ, Mısır, Kıbrıs ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. FESTİVAL OYUNLARI
"Jiren Şişen ile Kara Saçlı Güzel" Yazan: Naki Isanbet, Yöneten: Ferit Bikçantaev 14. yüzyılda yaşadığı bilinen söz ustası ünlü sufist Jiren ile onun gibi sivri dilli şiirsel duygular yüklü eşi Karasaçlı Güzel'in hikayesi. (Tataristan-G. Kamal Tatar Devlet Tiyatrosu, 1 Temmuz 2004)
"Derviş ve Ölüm" Yazan: Meşa Selimoviç, Yöneten: Vladimir Milçin Asker Nurudin savaş alanında sevdiğini, Derviş Nurudin tekkede kardeşini. Kadı Nurudin mahkemede dostlarını kaybediyor. En sonunda da kendini... "Her insan sonunda kaybeder" sözleri Meşa Selimoviç'in yarattığı Derviş karakterinin trajik tecrübesini anlatıyor. (Makedonya -Üsküp Arnavut Tiyatrosu, 3 Temmuz 2004) "Antigone" Yazan: Sophokles, Uyarlayan ve Yöneten: Nikita Milivojevich "Ben nefret için değil aşk için yaratıldım." diyen Antigone, Kral Kreon'a karşı çıkıyor. İnandığı adalete göre ölü kardeşini gömmesi gereken Antigone, törelerin gereğini yaptığı için Kreon tarafından ölüme mahkum edilir. (Makedonya - Manastır Halklar Tiyatrosu, 5 Temmuz 2004) "Kısasa Kısas" Yazan: W.Shakespeare, Uyarlayan ve Yöneten: Alex Kurt Viyana'da hüküm süren ahlâksızlık karşısında Dük Vincentio, günahsız bir kızı ölümle cezalandıran eski bir yasayı yeniden gündeme getiriyor. Yasallık, siyasi ahlâk ve töresellik arasındaki ilişkiyi tema alan Shakespeare'in bu komedyası ahlâkın mutlaklaştırılması
halinde kendi karşıtına; ahlâka ayrılığa dönüşebileceğini anlatıyor. Oyunda ahlâka aykırı olanla insana aykırı olan değerler tarihsel karakterlerden yola çıkılarak karşı karşıya getiriliyor. Ve insanın toplumsal yaşamda ahlâkını nereye kadar koruyabileceği sorgulanıyor. (Bosna-Saraybosna Halklar Tiyatrosu, 7 Temmuz 2004) "Nerkes" Yazan: İlşat Yamaglov, Yöneten: İldar Gilyazev Başkurt dramının en güzel örneklerinden biri olan Nerkes, bölge halkının geçmişine ışık tutan bir öyküyü işliyor. Baskıyla diğer boylara korku salan Sintemir Bey'in oğlu Temirhan'la komşu boyun yetim kızı Nerkes'in aşkının acıyla biten öyküsü. (Başkırdistan-M.Gafuri Akademik Devlet Tiyatrosu, 9 Temmuz 2004) "Fırtına" Yazan: W.Shakespeare, Yöneten: Aleksandar Popovski Krallıklarından sürgün edilen baba kızın öyküsü. Baba sürgündeyken intikam planları yapıyor. Öç alma günü geldiğinde ise iç çatışma yaşamaya başlıyor. (Makedonya Üsküp Türk Tiyatrosu, 11 Temmuz 2004) "Anneler" Yazan ve Yöneten: Franz Wittenbrink Almanya'nın önemli topluluklarından Düsseldorfer Schauspielhaus, modern bir oyun olan "Anneler" - Müzikli Bir Akşam adlı komedisiyle festivalde yer alıyor. (Almanya-Dussetdorfer Schauspielhaus, 15 Temmuz 2004) "Ata Yurdun Yankıları" Yazan: Eduard Mizhit, Yöneten: Alexei Kara Ool-Orjak Binlerce yılın sırlarını saklayan dağların kuyularından şamanlar dışarı çıkıyor. Büyük ateşlerini yakıp geçmiş zamanları uyandırıyor. Ata yurdun yankıları canlanarak yaşamın yeni ufuklarına ve geleceğe uzanıyor. (Tuva Cumhuriyeti-Victor Cock-Oool Tuvan Devlet Müzik Dram Tiyatrosu, 17 Temmuz 2004) "Kısa Uyku" Yazan ve Yöneten: Züheyr El Omar Şam'ın eski sokaklarından birinde iki gencin arasında geçen aşk hikayesi. Başlık parasının fazla olması aileleri birbirine düşürüyor. Anadolu topraklarında da yaşanan pek çok aşk hikayesine yakın bir öykü Suriyeli dansçılar tarafından kendi kültürlerine özgü biçimde ve pandomimle anlatılıyor. (Suriye-Şam Devlet Tiyatrosu, 18 Temmuz 2004)
cy a
"Baylığım" Uyarlayan ve Yöneten: Anna Balina "Kaylık-Jayna adlı nine ile torunu Ay-Tana'nın diyaloglarında bir çocuğun yaşlılığına kadar yaşamında geçirdiği evreler, Altay felsefesi, etiği ve ritüellerine göre anlatılıyor." (Altay Cumhuriyeti - Devlet Ulusal Dram Tiyatrosu, 19 Temmuz 2004)
pe
"Altın Post" Yazan: Borislav Pekiç, Yöneten: Nebojsa Bradiç 1566 yılının ekim ayının 5'ini 6'sına bağlayan gece saldırıya uğrayan Macar kalesinin olduğu yerde, Osmanlılar'ın Viyana'yı kuşattığı sırada savaş atanından uzaklarda, bir başka savaş daha başlamıştır. Ancak bu Sultan Süleyman'ın dünyevi kalıntısı için yapılan, kılıçsız sürdürülen bir savaştır. Yunan doktor ve makyöz, göçmen işçilerin hayatı üzerine konuşurlar. Teması ölüm yaşam ve sanat olan bu tartışmanın sonlarına doğru, tüm tarihin akışına dinamik veren bir anlam çıkmaktadır. (Sırbistan-Karadağ/Belgrad Dram Tiyatrosu, 21 Temmuz 2004) "Doğu Kültürü Ama" Yazan ve Yöneten: Muhammad Mustafa Ahmad-Diaa Bastavrus Şafik Bugünlerde kendimizden kaçmak ve bize ait olanı bırakmak istiyoruz. Nereye gideceğimizi
pe cy a
bilmiyoruz. Bu oyun değişen geleneksel kimliği, kaybolan yaşam tarzlarını ve dışarıdan gelen bizim örf ve adetlerimize uymayan ama bizi etkileyen kültürleri anlatıyor. Eski adetlerimiz için bir şey yapmalı mıyız? Kimin için? Ve kime? Doğu kültürünün kimliği değişti. Biz nerdeyiz? Bu oryantal nereye gidiyor? Bu oryantal bitiyor mu? Bütün bu sorular içimizde kayboluyor. Ve nereye gideceğini bilmiyoruz. Sonunda hislerimiz ve içimizdeki her şey ölüyor. Sadece bedenimiz yaşıyor ölene kadar. (Mısır Devlet Tiyatrosu, 23 Temmuz 2004) "Aelğu" Yazan ve Yöneten: Valijon Umarov Yeryüzünde hayatın başlangıcını anlatan oyunda ünlü şair ve filozof Ahkmad Yassaviry'nin şiirleri eşliğinde doğum ve ölüm karşıtlığı işleniyor. (Özbekistan Akademik Devlet Dram Tiyatrosu, 25 Temmuz 2004) "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım" Yazan: Haldun Taner, Yöneten: Yaşar Ersoy 31 Mart 1909 ve 12 Mart 1970 darbelerine kadar oynanan siyasi oyunların fonu önünde çeşitli dönemlerin kurbanı küçük bir adamın acı komedyası. Oyun, düzenin yanlışlarını, kendi çıkarı için kullanan uyanık Efruz ve koşullandırılmış olduğu değerlere körü körüne bağlı kalıp boyun eğen Vicdani'nin ortak sorumluluğunu ortaya koyuyor. (Kıbrıs-Satirigo Theatre, 27 Temmuz 2004)
"Joko'nun Doğum Günü" Yazan: Roland Topor, Yöneten: İbrahim Altınok Acımasız ve çarpıcı bir kara mizah örneği olan "Joko'nun Doğum Günü", halkın sırtına o t u r u p işlerini keyifle sürdürenlerle, bunlara s e s çıkarmayan ya da çıkarma y ü r e k l i l i ğ i n i gösteremeyen ezik insanların öyküsünü anlatıyor. (Kuzey Kıbrıs-Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, 28 Temmuz 2004) "Arzu Gız" Yazan: Yusuf Bolat, Yöneten: Bilyal Bilyalov-Rinat Bektaşev Arzu ve Asan büyük bir aşkla birbirilerini sevmektedirler. Fakat Arzu'yu kötü niyetli kişilerin kaçırıp hareme satmasıyla olaylar başlar, hamile de kalan Arzu ne sevgilisine ne de vatanına duyduğu özlemi yenemez. Vatanına geçme çabasının önünde tek bir engel vardır; Mishor. (Kırım Tatar Akademik Devlet Tiyatrosu, 30 Temmuz 2004) "Elektra" Yazan: Euripides, Uyarlayan ve Yöneten:Egon Savin Annesi ve onun aşığının babası Agamemnon'u öldürmesi sonucu öcünü alma çabasındaki Elektra'nın hikayesi. Euripides'ten günümüze uyarlanan çağdaş bir yorum. (SırbistanKaradağ/Karadağ Halklar Tiyatrosu, 7 Ağustos 2004) "Kladbiş Caddesinde Don Juan'ın 7 7 . Karısı" Yazan: Boris Çındıkov, Yöneten: Viaçeslav Orinov Çuvaşistan ekibi. Don Juan öyküsünü modernize edip yeni bir yorumla sunuyor. (Çuvaşistan Cumhuriyeti Gençlik Tiyatrosu, 3 Ağustos 2004)
> 24
Festival biletleri beş buçuk milyondan satışa sunuluyor©
Darülbedayi'nin kurucuları.
> Ali Taygun
"Aman Ses Etmeyin, Kimse Duymasın'' Hoca müthiş bir pazarlığa tutuşmuş hükümetle. "Benim sanatçımın kimseden az kalır yeri yoktur. Milletvekilleri, paşalar, hatta bakanlar ne alıyorsa sanatçım da onu almalı!" demiş, dediğini de kabul ettirmiş. Bin beşer yüz lira maaş bağlanmış sanatçılara. O zaman çok büyük para.
cy a
Aybaşı gelmiş, bordro çıkmış. Tiyatroda büyük neşe!.. Derken bir de bakmışlar, hocanın maaşı altı yüz lira. "Aman, nasıl olur?" demişler. "Böyle," demiş muhasebe. "Hoca Genel Müdür kadrosunda, yani memur. Genel Müdür maaşı da bu kadar." Hoca yeniyetme mezundan az ücret alıyor.
"Aman ses etmeyin," demiş Hoca, "kimse duymasın. Böylesi daha iyi." Kendi ağzından işittim. Me'alen aktarıyorum. Ancak pek keyifliydi bunu anlatırken. Onun için, aldığı paranın, karşısında t i r t i r titreyen oyuncu adayından düşük olmasının hiç önemi y o k t u . Hatta meslektaşlarının yüksek ücret almaları da değildi keyfinin nedeni. Sanatçıya en yüksek devlet görevlisi düzeyinde muamele edilmesiydi!
pe
Önce de yazdım. Bilinir zaten. 'Yalanı meslek edinmiştir, yargıç emin olamaz," diye mahkemede şahitliği kabul edilmez bir mesleğin üyelerini otuz-kırk yıl içinde t o p l u m u n en saygın konumuna yükseltmiştir Muhsin Ertuğrul. Hayatının sonunda geçinebilmek için muazzam kütüphanesini satmak zorunda kalan bu büyük insan hiçbir zaman ikbâl düşkünü olmadı. Şimdi yerinde otopark olan Tepebaşı Tiyatrosu'nun arka kısmında ufacık bir odası vardı. Yazıhanesi, tahta döner sandalyesi, konuklar için maroken divanından ibaret eşyasını alacak bir odacık.
Çünkü o bir tiyatroda mekânın kısıtlı olduğunu bilir, makam odalarına israf edilmesine karşı çıkardı. Onun tiyatro anlayışı, prova odalarını masalar ve memurlarla doldurup çalışması olan oyuncuları şehrin öte tarafına göndermeyi kabul etmezdi. Sanatçı kulislerini iptal ederek kendine banyolar, tuvaletler yaptırmayı kabul etmezdi. Ben tanıdığım zaman seksen altı yaşında olan Muhsin Ertuğrul odasına en yakın soyunma odasına yürüyüverir, orada yapardı çişini! Muhsin Ertuğrul konuşurken gözlerini gözlerinize diker, tatlı bir gülümsemeyle sizi öyle bir dinlerdi ki kendinizi Şems karşısında Mevlâna zannederdiniz. Gözlerini pencereden uzak boşluklara çevirip "Bitir de git, be adam." edasıyla bakmazdı. Siz konuşurken önündeki kağıtlara bir şeyler çiziktirmezdi. Kendi düşüncesini en veciz biçimde ifade eder, sizi konuştururdu. Zamanını armağan etmesini bilirdi. Ben onun kimseye hakaret ettiğini ne duydum ne başkasından işittim. Üç gün önce girdiği tiyatronun sanatçılarına şaklabanca temennalar ederken terfi eder etmez hotzota başlayan makam buldumcuklarmı ise çevresinde hiç tutmazdı. Uzatmayalım... Muhsin Ertuğrul işinin ehliydi. Yani tiyatro sanatını tek başına yoktan var edemeyeceğini bilirdi. Ansambl olmadan tiyatro yapılamayacağını bilirdi. Onun için de ne yapar eder, tiyatroya kendisi kadar olmasa da, onun gibi bağlı olmak isteyen insanlara meslek aşkını aşılardı.
Ve en önemlisi, kimseye zorla bir şey yaptırmadı hayatında. Kimseyi t e h d i t etmedi. En büyük, en korkunç cezası sanatçıya görev vermemekti. Onun tiyatrosunda herkes görev almak için yarışırdı çünkü. Muhsin Ertuğrul yanına kimsenin yaklaşamadığı bilgi dağarının sayesinde tanıdığım en mütevazı insan o l d u . Cehaletini eski filmlerdeki gaddar köy muhtarı tavırlarıyla örtmeye çalışanların kibrinden eser y o k t u onda. Muhsin Ertuğrul insan cismine bürünmüş şevkti. Nur içinde yatsın.
> Orhan Alkaya > orhanalkaya@tiyatrodergisi.com.tr
Ertuğrul
Muhsin'e
pe cy a
Mektup 1
Aziz Hocam; İstanbul Şehir Tiyatrosu'na intisab ettiğimde, henüz on sekiz yaşındaydım ve siz henüz gitmiştiniz. Sene 1976 idi. Gitmiş miydiniz, gönderilmiş miydiniz, doğrusunu söylemek gerekirse, bunu, o sıra pek ayırt etmemiştim, ayırt etme donanımına sahip olmadığım için herhalde, pek de umursamamıştım.
Bu, Darülbedayi-i Osmanî'den İstanbul Şehir Tiyatrosu'na, oradan İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'na, oradan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'na; hatta, ürkütücü biçimde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Şehir Tiyatroları Müdürlüğü'ne doğru evrilen doksan yıllık kurumumuzdan, son gidişinizdi. Zamanlarımız denk düşmedi, sizden el alma imkânım hiç olmadı, aşerat hanesine bile ulaşamayacak karşılaşmalarımızda yalnızca, incecik bir sesin hoşnut tınısını kulağım silmiyor, bir de hoşgörüyle karılmış bir yalnızlığın gülümsemesini, aklım... Sonra sonra düşündüm Aziz Hocam, "Benden sonra tufan olmasın" çağrınızla ömrümüzü âdeta biçimlendirişinizi, defalarca düşündüm. Kuran ve koruyan, kollayan kişiliğinizdeki ödün vermezliğin, bu hafızası yuvarlaklaşmış topluma nasıl direndiğini, gidişinizden çok sonra bile kişiliğinizle sizden arka almayı sürdürdüğümüzü, biliyor musunuz? Fransız İhtilali'nin ve onun en gözü kara, en disiplin düşkünü çocukları olan Jacobenlerin, Grek mitologyasından kopyaladıkları Baba Uranus hikâyesi, sizin için tam da tersinden işlemişti Hocam. Uranus bir anolojiyle "devrim"e karşılık gelmişti ve ilkin Saint Just mü kullanmıştı emin değilim ama, "Devrim kendi çocuklarını yiyor" denilmişti. Oysa sizin örneğinizde, sene 1976, nasıl unutabilirim, İstanbul Şehir Tiyatrosu bir devrim sancısı içerisindeydi. Tiyatronun doğasına, ruhuna uygun şeyler, artık geri dönülemez bir süreçte peşisıra gerçekleştirilmekteydi. Ensemble'lara yani kumpanyalara ayrılan dinamik bir bünye, sizin evlatlarınız tarafından hayata geçiriliyordu. Fransız İhtilali ile sembolleşen Cromwell sonrası modern çağın devrimci konsepti, devrimin kendi evlatlarını yemesinin bilinen realitesiydi. Oysa burada yaşanan, belki ufukta beliren post-modern çağın bir öncülü olarak, sizin evlatlarınız tarafından yenilişinizdi. Evlatlarınız sizi İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndan, bir daha geri gelmemek üzere gönderdiğinde, ben de o tiyatroya henüz intisab etmiştim Aziz Hocam ve gerek benim hâlâ değişmeyen naturam, gerek konjonktür gereği, evlatlarınızla bir ve birlik oldum.
İyi ettim, hâlâ evlatlarınızın, sizin İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndan bir daha geri dönmemek üzere ayrılışınıza yol açan girişimini olumluyorum. Nedir, burada bitmiyor. Altı yüz elli yedi sayılı yasaya dayanarak, bir merkezden, bir kişi ve onun ekibi tarafından yönetilen ve gitgide büyüyüp devasalaşmakta bir gövdenin, tiyatro sanatının gelişimine ayak uydurabileceğine, o gün inanmıyordum, bugün de inanmıyorum. Sizin gibi, etrafında evet deyici (yalaka: sahi nedir bu kavramın etimolojisi; biri gövdesini yalak yapıyor ve birilerinin suyunu hizmet unsuru olarak başka birilerine mi sunuyor?) barındırmayan; akla hizmeti, bir akıl kontrolörü olarak gördüğünüz ve inandığınız Tanrı'nın yeryüzü nimeti sayan; bilgiyi her şeyin ötesinde yücelten; kırk kişide yanıldığını düşünse de kırk birinciye gene kucak açan bir gönül ve akıl adamını, evlatlarıyla ters düşüren saikler neydi? Nereden bileyim Aziz Hocam. Bildiğim, 1985 senesinde, ilk kez "babasız" kaldığımda yaşadıklarımdan ibarettir. Yerinden Yönetim çok büyük bir heyecandı Aziz Hocam, oralarda olmayışınız büyük bir eksiklikti. Siz kırgındınız, biz yarımdık. İnanın, bu ademî merkeziyetçi devrim, en çok size yakışırdı. Uzun hikâye... Evladın babasını tüketerek gerçekleştirdiği bu harika devrim, yalnızca iki yıl sürdü, sürebildi. Akabinde, bu devrimin ara iktidar dayanağını oluşturan İstanbullu Ahmet Isvan (İstanbul Belediye Başkanı), yerini gene aynı devletçi sol partinin bir başka insanına, Karadenizli Aytekin Kotil'ine devretti. Hoş adamdı, yiğit adamdı Kotil, nûr içinde yatsın. Dömi merkeziyetçi bir sistemle yeniden biçimlendirildi Yerinden Yönetim. Hayati Asılyazıcı da Genel Sanat Yönetmeni oldu.
a
Hayati Asılyazıcı harika bir adamdı. Kötülük nedir bilmez bir yapısı vardı. Kaldı ki, beni henüz yirmi bir yaşımı sürerken İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçı kadrosuna alan da oydu. Hep çok sevdim, iyilikle anılmayı fazlasıyla hak eden o adamı. Ama nedir. Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği, sizin yeni boşalttığınız bir ağırlıktı. Düşünüyorum da, keşke tanıdığım en iyi insanlardan biri olan Hayati Asılyazıcı'nın yerinde, gücü tartışılmaz bir yönetmen olsaydı. Tarih de böyle bir şey değil ki, değil mi Aziz Hocam? Yakın dostunuz Nâzım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı'ndan bir dize düştü şimdi aklıma: "O tarih dediğin şeyin karşısında kafamla eğilirim".
pe cy
Yerinden Yönetim'in kurucu ekibini, yani evlatlarınızı Aziz Hocam, öylesine uzak yetiştirmişsiniz ki Baba figüründen, Başar'ın (Sabuncu) "Çark" piyesindeki delikanlıya benzer bir infial içersindeydiler o günlerde ve aralarından yönetmeliğin zorunlu saydığı bir Genel Sanat Yönetmeni'ni dahi çıkartamamışlardı. Naiv bir anarşizm, dünyanın en lezzetli siyaset felsefesidir; hiçbir işe yaramasa da...
Söz uzayıp gidecektir Aziz Hocam, bugünlere gelmemiz zaman alır. Sizden el alma imkânı bulamadığımı söylemiştim, doğru değil aslında. El verdiğiniz bir evladınız, dostum Çetin İpekkaya, ilk rejisörlük deneyimimin hemen öncesinde, sizden aldığı ilk öğüdü aktarmıştı. Akşam yemeğindeydik, kalabalıktık, gürültü çoktu. Ama aldığı eli devretme kararını vermişti evladınız, siz çünkü hayırlı evlatlar yetiştirmiştiniz. Bu atölyelerde, demişsiniz Çetin'e, gemici düğümü atmasını bilmeyen rejisörü maskaraya çevirirler. Nasıl işime yaradı bu dolayımlı öğüdünüz Aziz Hocam, anlatamam. Şimdilerde, maskaralar gemici düğümü atmaya çalışırken, sizi ve yapıtınızı koruyup kollamaya, bilisizlerden sakınmaya çalışıyoruz. Yeryüzünü terk edişinizi izleyen zamanlarda, harcına aklınızı ve dikliğinizi kattığınız İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda olup bitenleri yazmayı, olur a zât-i âlinize duyurmaya gayreti sürdüreceğim. "Milletler hiçbir devirde aktör sıkıntısı duymadı. Fakat her millet, her zaman tiyatro adamlarına hasret çekti. Tiyatro adamları yetiştirmekse, aktör yetiştirmek kadar kolay olmuyor," diye yazmışsınız Carl Ebert'e, 70. yaşgününü kutlama mektubunuzda. Haklısınız Aziz Hocam. Kolay olmuyor. Ama öyle bir diklik aşısı bahsetmişsiniz ki nâçiz bizlere, bu geçmişine, geleneğine küskün coğrafyada, yapıtınız hâlâ yaşıyor. Evet Aziz Hocam, sıkıldık biraz. Seviye mi? Kaybedecek irtifa kalmadı desem, yeterli olur mu? Ama halledeceğiz Aziz Hocam. Bizi emekli etmemeyi başardınız. Değersizliğin domurduğu böyle bir günde, sizi yanımızda hissetmek nasıl bir saadet, anlatılmaz Aziz Hocam Ertuğrul Muhsin. Varolmanız ne büyük lütûfmuş meğer. Sizden sonra tufan olacaksa eğer, biliniz ki, verdiğiniz o bâtınî el, yeni bir evren oluşturmak için en değerli sermayemizdir.
> Ahmet Levendoğlu > alevendglu@tiyatrodergisi.com.tr
Göreve Atarlar,
pe cy a
Görevden Atarlar... İstediğimiz Tiyatro Bu mu? Başta Devlet Tiyatroları ile İ.B.B. Şehir Tiyatroları olmak üzere ülkemizdeki ödenekli "resmi" tiyatroların açmazlarının çoğunlukça hep öne sürüldüğü gibi "yapısal" olmaktan çok "kimliksel" olduğunu savunageldim yıllar yılıdır. Bu görüşün içeriğini özetin özetine indirgersek, şudur: Devlet de, belediyeler de bir kamu hizmeti olarak sanatı vatandaşa götürmekle elbet yükümlüdürler, ama bunun, "kendilerine ait", tek bir tiyatro aracılığıyla yapılması doğru bir yol değildir.
İnanılması zor olacak ama, yukarıdaki iki tümceyle bu yazıya başlamıştım ki, Yayın Yönetmenimiz arayarak İzmit Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten'in istifasının istendiği bilgisini iletti. Raslantının böylesine ya da böylesine talihsiz bir raslantıya ne denir! Nerdeyse birebir eşzamanlılıkla, tam da yukarıdaki "doğru yol değildir" yargısının "canlı kanıtını" oluşturan bir olgu çıkıverdi karşımıza. Tek şunu diyeyim: İnanın ki burda bir "kurgu" yok. Ama bu durumda, yazının rotasını biraz değiştirerek önce İzmit'e yönelmeli. Hemen söylemeliyim ki Erten'in istifasının istenmesi -ki bu gerçekte görevden almaktan farklı bir şey değildir- tartışma götürmeyecek denli yanlış, çirkin, giderek rezil bir durumdur. Ama ne yazık ki şaşılacak bir şey de değildir, karşı konularak düzeltilecek bir şey de. Çünkü "sistem" odur ki -basitçe söylemek gerekirse- devleti/belediyeleri yönetenler "kendi tiyatrolarını" yöneten sanat insanlarını diledikleri gibi göreve atarlar ve görevden atarlar. Yücel Erten donanım ve birikiminde bir tiyatro insanını işte böylesine kolayca görevinden alınmasına doğal ki üzülürüm, bunu kınarım, buna öfke duyarım. Ancak işin şu boyutu da var: Erten, devlete (ya da belediyeye) "ait", onun adını ve kimliğini taşıyan bir tiyatronun varlığının doğruluğunu sorgulayan birkaç kişiyi (bunların en "sabıkalısı" da ben olmalıyım) "yıkım heveslileri" diye kötülemek yerine ya da Devlet Tiyatroları'nın sorunlarını giderme yolunda atama mekanizmalarını iyileştirmek/demokratikleştirmek gibi kısır tedavileri benimsemek yerine, siyasal ve bürokratik "aidiyete" dayalı bu "sistemin" temel sorununun tam da bu noktada yattığını, bunun yapısal değil kimliksel olduğunu kabul ederek geniş ufuklu bir bakışa ve duruşa erişmiş olsaydı, sistemin mağduru (ya da yemi) olmayabilirdi. Yaman bir tersinleme (ironi)! Üstelik Erten'in başına ilk kez de gelmiyor bu. Ben her şeye karşın Yücel'e geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum ve ona, kendine özgü kıldığı deyiş biçemiyle burdan sesleniyorum: Hay bin belediye!
Erten'in yukarıda değindiğim görüşlerini belgeleyeyim: ["(...) Ancak bu eleştiriler, bazılarının heveslendiği gibi, bir yıkım kararı alınmasını gerektirecek nitelikte değildir." ... "(Oyuncu:) Peki şimdi Genel Müdürlükten başlayalım. İnsanlar nasıl Genel Müdür olacak? (Yönetmen:) Son uzlaşma metnine göre şöyle: Bir kurulun belirleyeceği 3 aday arasından. Kültür Bakanı kimi beğenirse, onun adına üçlü kararnameyi hazırlıyor; şimdiye kadar olduğu gibi, Başbakan'ın ve Cumhurbaşkanı'nın imzalaması ile Genel Müdür atanıyor. Yeni bir şey icat etmiyoruz, üniversitede filan örnekleri var! Yalnız bu atama süreli olarak yapılıyor." (Kitaptaki "yönetmen" Erten'in kendisidir; benim notum.) Yücel Erten, Devletin Tiyatrosu Olmaz! (Mı?), s. 46, s. 112.] Şimdi, yazmayı tasarlamış olduğum konu alanına döneyim: Baştaki giriş bölümünden yola çıkarak varmak istediğim nokta, son sayılarımızda kaçınılmaz olarak yoğunlukla ele alınmış olan İ.B.B. Şehir Tiyatroları ile yönetimsel sorunları idi. Şehir Tiyatroları'nda yaklaşık iki yıldır olup biteni, uğraş alanındaki gelişmelere ilgi gösteren her tiyatrocu gibi ben de izliyorum. Ayrıca dergimizin içinden biri olarak da sanırım (o kurum dışından) tiyatroculardan daha yakından görebiliyorum gelişmeleri. Şu var ki ben ödenekli tiyatrolarımızın yönetimi/işleyişi/kadrolaşması üzerine görüşlerimi yazılarıma taşımaktan uzak duruyorum, bu "kaçınılmaz" olmadıkça. Bunun birincil nedeni de şu: Bu tiyatrolardaki sorunsalın özünün yapıda değil kimlikte yattığını savunup durduğuma göre yönetim/işleyiş/kadrolaşma türünden yapısal mekanizmalar üzerinde durmanın yerinde olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca, bu mekanizmaların çarklarında oldum olası üretilen binbir türlü kurum içi tezgahı, ayak oyununu, itişme kakışmayı, üzerinde kalem oynatmaya değer görmüyorum.
a
Ne ki artık "kaçınılmaz" noktaya gelinmiş bulunduğunu görmekle, söz konusu kurumun yaklaşık iki yıldır görevde olan yönetimine ilişkin görüşümü ortaya koymak durumundayım. "Kaçınılmaz" çünkü hem artık "marifetlerin" bardağı çoktan taşırmış olduğu açıkça gözlemleniyor hem de bu yönetim, dergimize de saldırgan bir davranışa kalkışmış bulunuyor.
cy
Üzülerek dile getiriyorum ki bu yönetime baktığımızda gördüğümüz: kişisel yükselme hırsının tutkunu, sanatçılarının ezici çoğunluğunu karşısına almış, dağınık ve plan-program özürlü (ilan ettiği repertuvarın ancak beşte birini gerçekleştirebilen), kural tanımaz, doğrulara değil (hadi "yalan" demeyelim) uydurma sözlere/gerekçelere yaslanan ve kaçak oynayan, giderek despotluğa ve zorbalığa eğilim gösteren, bu gidişin er geç kendi kötü sonunu getirecek ama bu yolda da kurumunu fena halde yaralamış olacak bir gidiş olduğunu görmeyecek denli gözü kara bir yönetim. İç karartıcı bir olgu...
pe
Ne var ki, bu olgu da "işin aslı, sorunun özü" ile doğrudan ilintili. Yani bizi yine o "kimlik" ve "aidiyet" konumlarına getiriyor: Devletin ya da belediyenin, "kendi tiyatrosu"nun sanat yönetmenini görevden alması nasıl bir üst yöneticisinin iki dudağı arasından çıkan iki sözle olabiliyorsa (Yücel Erten örneği), birilerinin göreve getirilmesi de aynı biçimde gerçekleşir; yeter ki o birileri belediye katından birine/birilerine yakın durmasını bilsin (İ.B.B.Ş.T. bugünkü yönetimi örneği). Doksan yıllık Şehir Tiyatroları geçmişiyle yaklaşık elli beş yıllık Devlet Tiyatroları geçmişi bu getirme-yollama, atama-atma oyunlarıyla doludur. İşte her iki örnekten çıkarılacak asıl ders budur. Peki biz tiyatrocular bir gün bu dersin içeriğini kavrayabilecek miyiz, yoksa bu sakat sistemi, bir ömür boyu yaşadığımız yetmiyormuşcasına, çocuklarımıza, torunlarımıza mı devredeceğiz?
Yayın Kurulu'nda "Muhsin Ertuğrul olsaydı buna (İ.B.B.Ş.T.'nun bugünkü durumuna) ne derdi?" içerikli bir soru ortaya atıldı ve bu izleğin yazılarda işleneceği saptandı. (Bu izlek bağlamında Muhsin Bey derginin kapağına yerleşiyor bu sayıda.) Muhsin Bey, İstanbul Belediyesi'nin tiyatrosunun varlığını desteklemiştir ama belediyenin yöneticilerinin sanat işlerine bir biçimde çomak sokmalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Bakın ne demiş: "Şehremaneti (Belediye) (...) Darülbedayi'nin başına daima gölge eden, gayrı mütecanis (uyumsuz) bir hey'et dikmeseydi (...) on senede bizim tiyatromuz çok ilerlemiş bulunurdu. (...) onlarla temsil grubu arasındaki anlaşamamazlıkdır ki bu memleketi temaşa terakkisinden alıkoymuştur. Bu neticeyi ben daha başlangıcında söyliyerek isyan etmiştim (...) yaptıkları fahiş hatalar içindir ki Darülbedayi senelerdir çarpışır durur. Bundan sanatkârlar olduğu kadar halk da zarar görmektedir." (Ertuğrul Muhsin, Vakit, 31 Temmuz 1924). Yaşadıklarımızdan kendi kendimize dersler çıkarmayı hâlâ başaramıyorsak, Muhsin Bey'in seksen yıl önceki sözlerine başvurmayı deneyebiliriz.
> Tunç Yalman > 'Tunç, iki gözüm," isimli kitabın önsözü
Muhsin Ertuğrul Doğmasaydı 1892 Yılında Muhsin Ertuğrul doğmasaydı: 1909-1910 Yıllarında Burhanettin Tepsi ve Reşat Rıdvan'ın topluluklarında sahneye çıkmayacak, zamanla Türk tiyatrosunun yetiştirdiği en büyük oyuncu durumuna yükselemeyecekti. 1911'de, henüz 19 yaşındayken, ne yapıp yapıp Paris'e gitmeyecek, Avrupa tiyatrosu ile ilişki kurmayacak, ertesi yıl İstanbulda Hamlet'i oynayan ilk Türk oyuncu olmayacaktı. 1914'de (ikinci ve daha uzun bir Paris yolculuğu dönüşü) Reşat Rıdvan'ın gayretleri ile kurulan ve başına Genel Sanat Yönetmeni olarak dünyaca ünlü rejisör Antoine getirilen, Türkiye'nin ilk ödenekli sanat tiyatrosu (ve ilk konservatuarı) Darülbedai'nin sanat kadrosuna katılmayacaktı. 1916-1924 Yılları arasında istanbul'la Almanya, Avusturya, İsveç arasında mekik dokumayacak, tiyatro ve sinema bilgi ve görgüsünü geliştirmeyecek, bu arada peşpeşe beş Türk filmi yönetmeyecek, bunların birinde ilk kez iki Türk kızına (Bedia Mavahhit ve Neyyire Neyir) rol vermemiş olacaktı.
pe cy
a
Muhsin Ertuğrul doğmasaydı: 1925-27 Yıllarını Rusya'da geçirmeyecek, Stanislavski ve Meyerhold'un birbirinden çok değişik çalışmalarını izlemeyecek, Almanya'dan sonra Rusya'da da iki filmin rejisörlüğünü yapmayacaktı. 1927'de bir mucize oluyor. Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ Muhsin Ertuğrul'u Darülbedai'nin başına geçmeye zorluyor. Böylece, 12 yıl önceki kuruluşundan o yana sadece hafif güldürüler ve sudan melodramlar sunan bu kuruluş ansızın Shakespeare, Schiller, Strindberg, Ibsen, Pirandello oynayan, bir yandan da yerli yazarlar üreten çağdaş bir tiyatro topluluğu durumuna yükseliyor. Ayrıca, Muhsin Hoca Muhlis Sebahattin'e, Ekrem ve Cemal Reşik Rey kardeşlere yazdırdığı operetleri sunarak seyirci sayısını alabildiğine arttırıyor. 1925-47 Yılları Darülbedai'nin İstanbul Şehir Tiyatroları adını alarak Türk seyircisine (hem İstanbul'da, hem yurt içi turnelerinde) tiyatronun özünü tanıttığı, sevdirdiği (ayrıca tiyatroda fındık fıstık yenilmemesi gerektiğini öğrettiği) yıllar. 1947'de Muhsin Ertuğrul Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar'a Açık Hava Tiyatrosu'nu yaptırıyor, orada KRAL ÖDİPUS'u sahneye koyuyor. Şehir Tiyatroları'ndan ayrılarak, geleceğin Devlet Tiyatrosu'nun öncüsü sayılan Ankara Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi'nin başına geçiyor. İki yıl sonra da yeni kurulan Devlet Tiyatrosu ve Operası'nın Genel Yönetmeni oluyor. Ankaralıları tiyatrosever kılıyor. Muhsin Ertuğrul doğmasaydı: 1951'de Ankara'dan ayrılıp İstanbul'a dönmeyecek ve 1951-54 yıllarında İstanbul'un tiyatro yaşamını Küçük Sahne'de sunduğu zengin repertuar ve yepyeni oyuncu kuşağıyla alabildiğine zenginleştiremeyecekti, (Bu oyuncuların çoğu sonradan kendi özel tiyatrolarını kurdular.) 1955-57 Yıllarında yeniden Ankara'ya dönen Ertuğrul Ankara'nın sahne sayısını arttırdı, yurt düzeyine yayılacak olan bölge tiyatrolarının tohumunu attı. 1958- Karanlık bir yıl. Devrin adı bile unutulan Milli Eğitim Bakanı Muhsin Ertuğrul'un görevine son verdi. Muammer Karaca'nın tiyatrosunda, Ankara'dan ayrılan Yıldız ve Müşfik Kenter'in katılmasıyla kurulan özel topluluğun başına geçti Muhsin Hoca. 1959- Parlak bir yıl. Belediye Başkanı Kemal Aygün Muhsin Ertuğrul'u yeniden Şehir Tiyatrolarının başına getirdi. 1959-66- İstanbul Şehir Tiyatroları'nın "altın yılları" diye anılan dönemi. Semt tiyatroları, yeni binalar, Rumelihisarı'nda her yaz Shakespeare temsilleri, sağlam eğitim görmüş çok sayıda genç sanatçının oyuncu, yönetmen, dekoratör olarak tiyatroya katıldığı yıllar. Ne var ki 1966'da Belediye Meclisi kararı ile Muhsin Ertuğrul'un görevine son verildi. Bundan sonra Muhsin Hoca oniki yıl daha yaşadı, o sürede bir deneme tiyatrosunun kurulmasına önderlik etti. 1969'da 60. Sanat Yılı görkemli bir törenle kutlandı. Eserine tüm ayrıntılarıyla ışık tutan "60. Sanat Yılında Muhsin Ertuğrul'a Saygı" başlıklı önemli bir kitap yayınlandı. 70'li yıllarda yeniden Şehir Tiyatrolarının yönetimini üstlendi. İstanbul'a yeni tiyatrolar kazandırdı. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü'nün Türkiye Merkezi Başkanı'ydı, tiyatro dersleri verdi, anılarını yazdı. İnanılmaz yaratıcı gücünün, direnişinin, sabrının, dünya görüşünün yanı sıra, tanıdığım en olgun, en İNSAN insandı. Bana öyle geliyor ki, Muhsin Ertuğrul doğmasaydı ülkemiz bugün tiyatro alanında doğulu komşularımız gibi çorak olurdu. Atatürk'süz bir Türkiye düşünemediğim gibi, Muhsin Ertuğrul'suz bir Türkiye de düşünemiyorum. Atatürk'ün eseri yaşıyor ve yaşayacak. Muhsin Ertuğrul'un eseri yaşıyor ve yaşayacak. Öyle olmasaydı 100. doğum yılları böylesine coşkuyla, sevgiyle kutlanır mıydı?
Editörün Notu: Yukarıdaki yazı, Tunç Yalman'ın Kültür Bakanlığı ya da Devlet Tiyatroları tarafından yayımlandığı sanılan "Tunç, İki Gözüm"isimli kitabının önsözüdür. Neden buraya alma gereksinimi duydum? İki nedenden dolayı. Birincisi, bize kısa Muhsin Ertuğrul biyografisi sunduğu için. İkincisi ise, bu kadar önemli olan, önemli olduğu vurgulanan kişinin, hem de kuşe kağıda basılmış bir kitabın hiç düzeltilmeden "yayımlanmış halini" tarihe bırakmak için. Kitap Şubat 2000'da yayımlanmış, o tarihteki Kültür Bakanı kimdi hatırlamıyorum, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü kimdi, onu da hatırlamıyorum, ama künyede adı "Yayın için düzenleyen: Sündüz Hasar" olarak geçen arkadaşımın sanırım açıklaması gerekenler olmalı. Benim tanıdığım Sündüz böylesine özensiz olamaz. Kültür Bakanlığı kadrolarının ne olduğunu biliyoruz. Konuşmaya değmez. (Mustafa Demirkanlı) .
>ŞANO
> Orhan Alkaya
> orhanalkaya@tiyatrodergisi.com.tr
Sen Derviş Olamazsın Kemal Kocatürk, tarihlerinin bilinmeyen bir sayfasını aralıyor. Nurullah Tuncer ve arkadaşları. Şehir Tiyatrolarında yönetime atandıkları günün ilk toplantısında (belli ki, bu toplantı. Yönetim Kurulu toplantısı değil) birbirlerine şöyle demişler: "Elsiz, belsiz, dilsiziz amma adam gibi dolaşırız ortalıkta". Ne demeli, hafif müzik şarkıcılarının arkasında semazenlerin döndüğü bir ost-post-modern yahut post-kitsch zaman dilimine hiç aykırı düşmüyor bu söylem. Günün modası şu: Her şeyi yağmalayalım, yağmaladıklarımızı biribirinin içerisine katalım, bir bulamaç yapalım. Ne aslının aynı ne aslından gayrı. Kim alırsa! Nurullah kardeşim de, göreve atandığı ilk günlerde, "Biz ümmî bir toplumuz," deyivermişti. Ne demek istediğini sorduk o günlerde, araya tetikçi bir gazeteci de karıştı. Nihai cevabımız, gene Tiyatro... Tiyatro...'da yayımlandı. (Ekim 2002, sayı 123, Sf. 52) İslam terminolojisine, tasavvûfi terimlere bir düşkünlük var bu arkadaşlarda, belli oluyor da, o felsefeye ve terminolojiye ne kertede hakimler, bu pek belli olmuyor... Yok yok, belli oluyor aslında! 17 Haziran tarihli Yeni Şafak gazetesine demeç veren Nurullah kardeşim, benzer bir terminolojik atak yapmış, "Bize muhalefet edenler haricilerdir," deyivermiş. Oldu olacak Hazreti Ali'yi de bunlar öldürmüştü, desin ve şahikasına çıkalım söylem salatasının.
cy
a
Kim bu hariciler? Buhârî'nin Hazreti Muhammed'e atıfla aktardığı, İslam'dan hurûc edecekler, dindışı kalacaklar, görüldükleri her yerde öldürülmeleri gerekenler mi? Yoksa, Nurullah'a ve arkadaşlarına (galiba dört kişiler) muhalefet edenler, İstanbul Belediyesi'nin Kültür İşleri Daire Başkanı, değerli meslektaşım İskender Pala'ya göre (Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, S. 205), "fikirlerinde büyük bir sapıklık mevcûd olanlar" mı? Belki Nurullah kardeşim, tarikat kapısında bekleyen bir aday Bektaşi'ye benzetiyordu, yönetimlerine muhalefet edenleri, belki bunları ne biliyordu, ne düşünmüştü, kimbilir?
pe
Belli bir bilgi sahasına, bir disipline ait terimleri bilir bilmez ortaya yuvarladığınızda, ma'zallah, anlamından uzaklaştırıldıkça batınî öfkesi artan sözlerin girdabında yolunuzu yitirirsiniz. Kendinizi öyle bir yerde bulursunuz ki, ne aslının aynı ne aslından gayrı olmanın ne menem bir şey olduğunu anlayıverirsiniz. Gecikmenin telafi kabul etmezliğini de anlarsınız. Hayat ansızın karşınıza çıkar ve reddettiğiniz bir dille konuşmaya başlar. Vay! İşin inanç sistemi boyutuna ise, hiç girmiyorum. Orası hem el yakar, hem benim de haddim değildir. Ne olsa, kendimi bildim bileli "bilinemez"in ötesine geçmişliğim yok.
Ya Kemal Kocatürk ne diyor öyle? Neyin nesidir "elsiz, belsiz, dilsiz" olmak. Vurana elsiz, sövene dilsiz bir Yunus'dan mı varıyor bu kerameti kendinden menkûl söze. Hadi öyle diyelim, şu "belsiz" de kimin fesi? Hani, "gönülsüz" dese anlayacağım bir nebze de, "belsiz"in çağrışımı hayli tuhaf. Mürşit şunları duyar: "Nefsinle mücadele et, herkese iyilikte bulun, bâtıla uyma, kudretin varsa affet, devletin varsa mütevazı ol, kimseden mürüvvet ve insaf bekleme, eline, beline, diline sahip ol".
Yani, sonunda ne diyor Bektaşî: Eline sahip ol, çalma, öldürme. Beline sahip ol, şehvetini dizginle, kimsenin haremine göz dikme. Diline sahip ol, kötü söz söyleme, sövüp sayma. Peki ne diyor bu arkadaş: "Elsiz, belsiz, dilsiziz". Mürşide nasihat edilen hasletlere uzaklığın nihilist reaksiyonu mu yoksa söylediği? Hiç istemesem de, Yayın Kurulu üyesi olarak okumak zorunda kaldığım yazısı, açıkçası, böyle bir izlenimi yalanlamaktan çok uzak. Yakında, bu ost-post-modern yahut post-kitsch bulamaçtan bir de "Tasavvuf Argosu" ürerse hâşâ, işte o zaman dönüp bakılması gereken bir yazı. "Amma" diye devam ediyor, "adam gibi dolaşırız ortalıkta". Söz konusu yazıda olası yegâne göndermeyi teşkil eden Yunus Emre'nin şiirinin nakarat mısraı ise şöyle: "Sen derviş olamazsın"©
>31
>
Nurullah
Tuncer/Kemal
Kocatürk (Ortadaki ikili)
> Kemal Kocatürk > İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı
Elsiz, Belsiz, Dilsiziz Amma
pe cy a
Adam Gibi Dolaşırız Ortalıkta
Şehir Tiyatroları yönetimine atandığımız ilk günün ilk toplantısında çalışma arkadaşlarımızla birbirimize yukarıdaki sözleri söyledik ve bu sözleri kendimize şiar edinmeye karar verdik. Her ne söylenirse susacak ve işimize bakacaktık. Amacımız "bağcı dövmek değil, üzüm yemekti". Kaldı ki öyle de o l d u . Hakkımızda yazılmadık, söylenmedik söz komadı "bir kısım kişiler." Tüm bunları burada bir kez daha geçecek değilim; çünkü tam 4 klasör ediyor söylenmiş sözler toplamı. Varın gelin neyle boğuştuğumuzu ve şiarımızın ne denli doğru olduğunu siz düşünün. Tüm bunların hepsine cevap vermeye kalksaydık, iş yapamaz duruma düşerdik ki onların da istedikleri buydu. Ama biz, "elsiz, belsiz, dilsiziz" dedik diye, söyleyecek sözümüz yok sandılar. Yok efendiler, o kadar da değil, artık bıçak kemiğe dayandı.
Son "Tiyatro... Tiyatro... Dergisi"nde ve Radikal Gazetesi'nde Sevin Okyay imzasıyla çıkan yazıların tamamen maksatlı ve yıpratmaya yönelik yazılar olduğunu anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. "Şehir Tiyatrolarında Deprem" manşeti; eskiden olduğu gibi bir "gıdıklama" eylemi değil, bir "çökertme" eyleminin başlangıcı niteliğini taşımakla birlikte, haddini aşan cümleler ve artık "belden aşağı" seviyededir. Bu seviye karşısında suskunluğumu bozma isteğim yönetimde bulunan arkadaşlarıma verdiğim söze karşın artık kaçınılmaz bir hal almış ve seviyenizden konuşmayı kendime zül bir ödev saymaktayım. Koparılan tüm bu yaygaranın ana nedeni aslında son derece basittir. Birtakım eleştirmen, yazar, editör, dergici, sanatçı, saatçi vs.'nin, kısacası, Şehir Tiyatroları'ndan mamalananların mamaları kesilmiştir. Bu bezirgan tayfanın son mama hortumu da kesilince "Şehir Tiyatroları'ndaki Deprem'in perde arkasını ve de şiddetini gözler önüne sermeye yetmiştir.
Öncelikle üzerime isnat edilmeye çalışılan suçları bir gözden geçirelim. Meğer "ben neymişim be ağbi." Sanatçı olmayanın zorla sanatçı yapılmaya çalışıldığı bir ülkede, 1982 yılından bu yana Türkiye'nin çeşitli tiyatrolarında 30'u aşkın oyunda önemli roller üstlenmiş ve birçok ödülle ödüllendirilmiş, sözlükteki anlamının ötesinde "sanatçı" niteliğini, aldığı sanat ve tiyatro eğitimi ile de desteklemiş, yurtiçinde ve yurtdışında 10'un üzerinde reji uygulaması yapmış ve bunlarla da önemli ödüller almış bir adem kişiyim. Şehir Tiyatroları'nda Genel Sanat Yönetmen Yardımcılığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği'ne atandığımda da ben buydum ve hâlâ bu kişiyim. Şimdi, buradan ötesi önemlidir; ben maaşımı Yönetim Kurulu Üyesi olduğum için mi alıyorum, yoksa buradaki asal görevim olan "sanatçılık" dolayısıyla mı" Çünkü bizim tiyatromuzda Yönetim Kurulu Üyeleri'ne ayrıca bir ücret ödenmez, bu yönetmelikle sabittir. Yani diğer bir değişle, ben maaşımı Yönetim Kurulu Üyeliği'mden dolayı hakketmiyorum. Türkiye'nin usta rejisörlerinden bir hocamız Şehir Tiyatroları'nda bir oyun koyacak oldu ve konsepti gereği oyuncu olarak beni uygun gördü; buradan ilk yaygara k o p t u . O, Yönetim Kurulu Üyesi'dir, bu oyunda oynamamalı dendi. Neden? Yönetim Kurulu'nda bulunmak, benim "sanatçılık" haklarımı elimden mi alıyor? Hayır. O zaman nedir bu patırtı? Bu rolü oynayacak başka kimse yok m u , denildi. Rejisör de buna gerekli cevabı verdi. Ama sonrasında bununla da kalınmadı. Bizim yönetimde bulunmamızı içlerine sindiremeyen bazı "akil" kişiler, yönetmeni telefonla arayarak, bu piyesi sahnelememesi, bu yönetime "kan" vermemesi için tehditler yağdırmaya başladılar. Aslında bu da yönetmeliğimizin 33/c ve 35/b maddelerinde tanımlanan suçlara girer. Bu suçu işleyenler ne yazık ki bunu bir kereliğine işlemediler. Kendilerine verilen görevleri reddettikleri gibi (bu da 34/b maddesine göre suçtur).
pe
cy
a
dışarıdan gelen tüm sanatçılar üzerinde aynı suçu defalarca işlediler. Ve nitekim, birinde başarılı oldular. "Hırçın Kız" oyununda konuk olarak gelen bir rejisörün oyunu bırakmasına sebep oldular. İlan edilmiş, biletleri satışa çıkarılmış bir oyun vardı kucağımızda, görev bana verildi ve 28 gün gibi kısa bir sürede, oyuncu arkadaşlarımın da yoğun çabalarıyla oyunu seyirci önüne çıkardık. "Bir kısım kişiler" oyun çıkma aşamasında yine boş durmadı ve yine aynı soruyla ortaya çıkıverdiler: "Tiyatromuzda bu rolleri oynayacak başka oyuncu yok mu?" Vardır elbet. Yoktur diyen olmadı. Bu kurum 90 yaşında bir kurumdur. Ve burası bir kamu kurumudur. Yasalar ve yönetmeliklerle yönetilir. Yönetmelik, bu kuruma dışarıdan konuk sanatçı alma hakkı tanıyorsa alırsın. "Şehir Tiyatroları'nda kanunsuz işler yapılıyor" gibi basında gereksiz spekülasyonlarını sürdürdüler. Ama oyunun başarısı suratlarında kırbaç gibi sakladı. Bir sezon boyunca biletleri satışa çıktığında 2 saat içinde tükenen %107 gibi doluluk oranıyla son yılların en fazla gişe yapan oyunu haline geldi. Yine "bir kısım kişiler" bu başarıyı gölgelemek için de sağda solda boy göstermeye başladı. Meltem Cumbul gibi, M. Ali Alabora gibi yüreği sanat aşkıyla çarpan, yetenekli ve sanat disiplinine sahip genç arkadaşlarımı sadece popüler olmalarından dolayı eleştiri bombardımanına tuttular. Efendiler, Şehir Tiyatroları'nda yer aldıkları için onlara sövüp, saymak değil; teşekkür etmeniz gerekir. Çünkü onlar sayesinde hayatlarında hiç tiyatroya gitmemiş insanlar tiyatroya geldiler ve artık tiyatromuzun sürekli izleyicileri arasında yer aldılar. Belki de sizi bu kadar hiddetlendiren, tiyatronun yaygınlaşması ve yeniden seyircisiyle buluşmasıdır. Unutmayınız, bundan 3 yıl öncesine kadar, tiyatrolarımız tam 18 kez seyircisizlik yüzünden perde kapatmıştı. İki sezonu da dolu salonlarla kapatmak sizlere bu denli ağır gelmesin. Aksine sevinin. Ama "bir kısım kişiler" için bu ne mümkün. Rejisör ya da oyuncu olarak dışarıdan gelen ve içerideki sanatçı arkadaşlarımıza telefonlar ederek, onları yıldırma eylemlerine devam ettiler. Sanki bu tiyatro onların da tiyatrosu değilmiş gibi, sanki onlar da bu tiyatrodan maaş almıyorlarmış gibi, tiyatronun başarısız olması için ellerinden geleni yapan bu anlayışı anlayan varsa bana da anlatsın. Bunu yapanlar, bir yıl sonra dışarıda kaldıklarını fark ederek, çalışmak istediklerini beyan etmeye başladılar ve onlara da görevler verildi. Sanki tüm bu serüven böyle yaşanmamış gibi yaptıklarını unutarak, "bir yıl bizi neden görmezden geldiniz, neden bizlere görev vermediniz?" demezler mi? Efendiler, sizlere görev verilmedi değil, verildi, reddettiniz. Ve siz değil miydiniz, "Size kan vermeyeceğiz, vereni de engelleyeceğiz." diyenler. Ki, asıl engelleme "Yedi Kocalı Hürmüz" oyununda yaşandı. Önce, o alışıldık, bildik soru yine gündeme geldi, bu kez Oya Başar için. Yıllarını tiyatroya vermiş, yine Şehir Tiyatroları'nın içinden yetişmiş, bu ülkenin değerli sanatçılarından biridir Oya Başar. Ama o soru sorulmazsa olmaz; "Bu rolü oynayacak başka oyuncu yok mu?" Yine, "vardır elbet" dedik. "O zaman niye Oya Başar?" denildi. Elbette o, Oya Başar olduğu için. Efendiler, bu tiyatro kimsenin babasının malı değil. Burası kamuya ait bir alandır. Yani halkın vergileriyle ayakta duran bir tiyatrodur. Halkımıza, beş buçuk milyona Oya Başar'ı, Meltem Cumbul'u, M. Ali Alabora'yı seyrettirmek de bir ödevdir. Halk bundan şikayetçi değil, sizler neden bu kadar şikayetçisiniz? Yoksa siz, halkınızı mı sevmiyorsunuz? Öyle ya, "Bir insanı sevmekle başlar her şey." İlkin kendinizi sevin, sanki hiçsevmemişsiniz gibi, sonra belki başkalarını da sevebilirsiniz, kim bilir?" Sevgisizlik öyle bir boyutta ki, bunu tarifleyebilmek için, bu "akil" kişiler kendi tiyatrolarını mahkemeye verdiler ve "Yedi Kocalı Hürmüz" oyununun durdurulmasını istediler. Gerekçe ise, "Yönetim Kurulu Üyeleri oyun yönetemezler." Evet bu ibare yönetmeliğimizde mevcuttur. Bu mevcut olan hal karşısında bugüne değin hangi yönetim döneminde, Yönetim Kurulu Üyeleri oyun yönetmemişlerdir? Böyle bir uygulama var mıdır? Hayır, yoktur. Tiyatroyu mahkemeye veren IŞTlSAN"ın başkanı, Macit Koper de dahil olmak üzere bugüne değin Yönetim Kurulu'nda bulunan birçok sanatçı oyun yönetmiştir. Önce onları mahkemeye vermeniz gerekmez miydi? Ya da sayın Macit Koper, önce neden kendisini mahkeme etmedi diye sormazlar mı? Tabii bu etik bir kavramdır, bunu kendilerinden istememiz son derece yanlış olur. Bugüne değin yönetmeliğin bu maddesi çalıştırılmamış da bize gelince çalıştırıldığında, acaba bunun altında da bir "çapanoğlu" yok mudur diye sormazlar mı ülkemin değerli eleştirmen, yazar, editör, dergici, bankamatikçi, sanatçı ve saatçilerine? Yoksa asıl amaç sanatı engellemek mi? Tarihte sanatı, sanatçıyı engellemeye çalışan iktidar sahipleri olmuştur ama sanatçının sanatı engellemesine ise ilk defa tanık oluyoruz. Efendiler, sanat yapmamı engelleyecek her kim olursa olsun onun karşısında sonuna kadar savaşmaya varım. Yönetim Kurulu Üyesi olmam sanat yapmamı engelliyorsa, o zaman Yönetim Kurulu Üye'liği yapmam. Asıl mesele, benim Yönetim Kurulu Üyesi olmam ise, artık Yönetim Kurulu Üyesi değil, her zaman olduğu gibi sanatçıyım. Aynı soruyu şimdi sizlere soruyorum, ya siz nesiniz? Aynı tiyatronun içinde seksene yakın sanatçı arkadaşının, her şeyden önce emeğine saygı duymak, insan olmanın birinci gereği değil midir? Sanatçının sanat yapma hakkını elinden almaya çalışan sizleri tarihe havale ediyorum.
Bir iddia da "yedi oyun yöneterek baş rejisör olmak istiyor." Efendiler, sanatçının başı-sonu olmaz. Varsa da benim öyle heveslerim yoktur ama birilerinin var ki böyle iddiaları ortaya atıyorlar. Ben, boş salonlara sanat yapmak ya da tek gösterimlik okuma tiyatrolarına yaslanarak, "ses getiren işler" yapmadım, bu doğrudur. Bu tür yollarla sanatçı olmaya çalışanlardan değilim en azından. Efendiler, zorla sanatçı olunmaz. Olsaydı Hitler olurdu. Birilerini zorla sanatçı yapmaya çalışmayın, bu kendinize ve tiyatromuzda yıllardır çalışıp, didinip oyunculuk ve rejisörlük yapanlara hakarettir. Gelelim bir başka iddiaya; "Yönetim Kurulu'ndan izin almadan, yurtdışında oyun yönetmeye gitti." Yönetim Kurulu'ndan benim adıma istekte bulunan Bitola Halklar Tiyatrosu'nun yazısı ve alınan karar, Yönetim Kurulu kararları arasındadır. Benim bildiğim kadarıyla burada bir kanunsuzluk yoktur. Rejisörlüğü, "ticari" bir iş olarak gören ve göstermeye çalışan, bazı dergici, eleştirmen, editör, yazar, bankamatikçi, sanatçı ve saatçi arkadaşlara ben ne diyebilirim ki? Yurtdışında rejisörlük yapmamı "ticari" olarak algılayan bu zihniyete karşı "pes doğrusu" demekten başka bir söz bulamıyorum. Efendiler, bu ülkeden yurtdışında reji yapan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu tür teklifler alıp, bunu gerçekleştirip başarılı olan insanlarımızı övüp, kollayacağımız yerde, sövüp, "tacir, gözünü hırs bürümüş" diye nitelendiriyoruz. Sanatta, yaratmanın olmazsa olmaz koşullarından bir tanesinin "hırs" olduğunu da hatırlamadan yapıyoruz üstelik bunu. Yoksa siz, Türk sanatçılarının, sanatının dünyada temsil edilmesini ve de Türk sanatının, sanatçısının evrenselleşme isteğine karşı mısınız? Bu tür insanların önlerini açmak yerine, önlerinde tıkaç olarak durursanız, yine tarih affetmez sizi. Onların üzerine ok, yay, demir, kan, al ya da ak kayalarla geleceğinize, onları sevin, üstün tutun, kollayın ve yaptıklarına, ürettiklerine sahip çıkıp, sağır ve kör kalmayın. "Elsiz, belsiz, dilsiziz amma adam gibi dolaşırız ortalıkta"©
33 <
> Yorumsuz
> Tiyatro... Tiyatro.
cy a
Şehir Tiyatroları
Atanmış Yöneticilerin
pe
Tapulu Malı Değildir
Çok kötü, gelişenler gerçekten çok kötü. İnsanın içi acıyor. Bir tarafta doksan yıllık bir kurum; Darülbedayi yani İstanbul Şehir Tiyatroları, diğer yanda bu kurumu yönetme iddiasında olanlar. İnanın ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Sussak, önce mesleğimize, sonra Darülbedayi'ye karşı doğru davranmamış olacağız. Yazdığımız zaman ise, nereden bakarsanız bakın sonuçta bir kurum yara üstüne yara alıyor.
Yukarıdaki yazı bize "yanıt hakkı" diye geldi. Yazıyı okuduğumuzda, yazanın neye yanıt verdiğini anlayamadık. Bir önceki sayıda yazılanlara yönelik olması gerekir, diye düşündük ama yazılanlar yanıtlanmamış. Kendi kendine konuşan bir yazı. Birilerine bir şeyler söylüyor ama onlar kim belli değil. "Şunları dediler" dediklerini kim, ne zaman söylemiş belli değil. Kim sanata karşı, kimler tiyatroya karşı. Şehir Tiyatroları'na karşı olanlar kim, belli değil. Aslında bir yanıt da değil bu yazı. "Bu bir yanıt değil," deyip yayımlamasak, sansürcü olacağız. Aslında "Yanıt hakkımı kullanıyorum." demesine de gerek yok Kocatürk'ün, "Kendimin ve yönetimimizin görüşlerini aktaran bir yazı gönderiyorum" dese, bizim için yeterli. Tabii ki görüşlerini aktaracaklar, başka tiyatro dergisi mi var ki orada açıklasınlar. Bu dergi her zaman herkesin görüşlerine açık olmuştur ve olacaktır; işi de, görevi de budur. Yazıya dönersek; Kocatürk üslûbunu iyiden iyiye bozmuş. Olabilir, bu kendini bağlar deyip geçeceğiz ama diyemiyoruz. Çünkü Kocatürk Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı sıfatıyla yazıyor. Doksan yıllık bir Kurum'u böylesine bir üslûpla temsil etmeyi kendine yakıştırmış ama biz yakıştıramıyoruz. Olmaz, ayıp. Gelelim bizi ilgilendirdiğini düşündüğümüz bölümlere: "Şehir Tiyatroları'ndan mamalananların mamaları kesilmiştir." Bu cümle bize mi söyleniyor, diye düşündük. Şehir Tiyatroları'nın, yayınlandığı halde ödemediği ve Kocatürk tarafından
ucuz bir "posta koyma" tavrı içinde "İlanı kim verdiyse parasını ondan alın," cümlesiyle ödenmeyeceği bildirilen ilan parası mı kast ediliyor acaba, dedik. Öncelikle, bu dergi Türkiye'nin en uzun ömürlü bağımsız tiyatro dergisidir. Bu dergiye ilan vermek "mama vermek" değildir, bunu düşünenleri tanımak isteriz. Bu dergi, on dört yıldır Türk Tiyatrosu'nun bellek birikimini oluşturmaktadır. Hiçbir şey yapmasa, bunu yapmaktadır. Elli yıl sonra bir tiyatro araştırmacısı bugünlere bakmak istese, ilk eline alacağı Tiyatro... Tiyatro... arşividir. "Yalan"larla kimi kandıracağını düşünüyor Kemal Kocatürk? Önce ilan meselesine gelelim, Tiyatro... Tiyatro... yayın politikası ile reklam ilişkisini birbirine karıştırmamış ender yayın organlarından biridir. Eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil'in şu anda Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde devam eden "yolsuzluk" iddialarını ortaya çıkartırken Devlet Tiyatroları ilanları kesmemişti ve ilan vermeye devam ediyordu, sözgelimi. "Acaba ilanları keserler mi?" diye düşünmemiştik o dönemde. İzleyen dönemde ilan vermeyi kesti bir süre Devlet Tiyatroları. Ama ilanlar kesildiği için biz herhangi bir iddiada bulunmadık, iddiada bulunduğumuz için ilanlar kesildi. Sonra zamanın Kültür Bakanı büyük yazarları araya sokarak dergiye destek olmak istediğini iletti, kibarca reddettik. Yayın politikamıza kimseyi karıştırmadık. Ocak 2004 sayısında Şehir Tiyatroları'nın ilanı yayımlandı ve sonrasında Şehir Tiyatroları yönetimi bu ilanın parasını ödemedi, ödemiyor. Hem Kocatürk hem de Tuncer tüm görüşmelerimizde "ödemiyoruz, al alabilirsen" tavrını sergilediler. Kendimizi tacize uğramış gibi hissediyoruz. Bir kurumu yönetirken, devletin gücünü kanunsuz bir şekilde kullanıp "al alabilirsen" küstahlığıyla sergilenen tavır karşısında yüreğimiz sıkışıyor, içimiz acıyor. Deli Dumrul'un "köprübaşı" mı burası? Meseleleri Ucuzlatmaya, Yalan Söylemeye Gerek Yok Kocatürk ve Tuncer gerekçeler ileri sürmek yerine iddialara belgelerle yanıt verseler ya! Doksan yıllık bir Kurum'un yöneticilerine yakışan ha bire yalan söylemek midir?
pe cy a
Kocatürk, yukarıdaki yazısında, "Yönetim Kurulu'ndan benim adıma istekte bulunan, Bitola Halklar Tiyatrosu'nun yazısı ve alınan karar, Yönetim Kurulu kararları arasındadır. Benim bildiğim kadarıyla burada bir kanunsuzluk yoktur," derken "bildiğim kadarıyla" diyerek, "bilmiyormuşum"un önünü açık bırakmaya çalışıyor. Nurullah Tuncer ise 17 Haziran 2004 tarihli Yeni Şafak Gazetesi'nde Hale Kaplan Öz ile yaptığı söyleşide; "Kemal Kocatürk izinsiz olarak değil Yönetim Kurulu kararı ve izni ile yurtdışına çıkmıştır," derken açıkça yalan söylüyor. Hemen birkaç paragraf aşağıda ise; "Bu tiyatroda herkes en az Kemal Kocatürk kadar suçludur." diyerek, Kocatürk'ün "de" suçlu olduğunu kabulleniyor Tuncer. "En az" diyerek de, suçu hafifletmeye çalışıyor. Hayır Nurullah Tuncer, "en az" değil, "en fazla" suçludur Kocatürk, çünkü yasaları uygulamak için oradadır, uygulamamak için değil. Doğruları söylemiyorsunuz. Neden?
1. Bitola Halklar Tiyatrosu'nun davet yazısı Kemal Kocatürk'ün oyun yönetmeye gittiği tarihten yaklaşık bir yıl önce Yönetim Kurulu'na gelmiş ve sonrasında bildiğimiz kadarıyla herhangi bir işlem yapılmamıştır. 2. Nurullah Tuncer, önce Yönetim Kurulu'nun Kemal Kocatürk'e verdiğini iddia ettiği ilgili kararı göstermeli, sonra Yönetim Kurulu'nun kararı varken Kocatürk'ün mazeretsiz olarak dört Yönetim Kurulu toplantısına katılmadığı için Yönetim Kurulu kararı ile Yönetim Kurulu Üyeliği'nin nasıl düşürülebildiğini açıklamalı; ki bu kararda kendisinin de imzası olduğu gibi muhalefet şerhi de yok. 3. Herhalde kendi yönetmeliklerinden haberdardırlar. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Yönetmeliği Madde 17: "Yurtdışına geçici görev, burs, davet ve görgü ve bilgilerini artırmak için gidecek olanları ve yurtdışında kalış sürelerini Genel Sanat Yönetmeni'nin önerisi ile Yönetim Kurulu saptar. Başkanlık onayına sunar." Bu izin kararı varsa -yok ya!Başkanlık onayına sunuldu mu? Şimdi, "Kocatürk"ün izni var", "Benim Yönetim Kurulu Üyeliğim düşürülmedi, ben istifa ettim." gibi gerçekliği olmayan şeyleri kamuoyuna basın aracılığı ile aktarmak yerine; a)Yönetim Kurulu'nun görevlendirme kararını, b) Başkanlık'a sunuş yazısını, c) Kemal Kocatürk'ün Yönetim Kurulu üyeliğinin düşürülmediğinin, kendisinin istifa ettiğinin belgelerini açıklayın. 24 Mayıs tarihli Yönetim Kurulu tutanakları ile birlikte (yani Kocatürk'ün Yönetim Kurulu Üyeliği'nin düşürüldüğü Yönetim Kurulu toplantısı) yapacağınız açıklamayı bekliyoruz. Doksan yıllık bir kurumu yönetme iddiasında olanlar, gerçek dışı beyanlarla değil, belgelerle konuşur ve kendi saygınlıklarından çok o kurumun saygınlığını düşünürler. Evet, iddia ediyoruz gerek Kocatürk gerekse Nurullah Tuncer, gerçekleri açıklamıyorlar, kamuoyuna yalan söylüyorlar. 35 <
Vasıf Öngören'i Anma Toplantısına Katılanlara Soruşturma Açıldı mı. Açılmadı mı? Nurullah Tuncer, Yeni Şafak'a röportaj vermiş (17 Haziran 2004). Burada, "Eleştirileri cevaplayan Tuncer, Macit Koper, Mehmet Atak, Aslı Öngören, Tomris İncer ve Oktay Sözbir'in Vasıf Öngören'i anma gecesinde sahne almaları için de herhangi bir soruşturma açılmadığını, sadece neden haber vermeden gittiklerinin sorulduğunu söylüyor." deniyor. Aşağıdaki belgeye bakarak, soruşturma açılıp açılmadığı anlaşılmıyor mu sizce? Genel Sanat Yönetmeni soracağı bir soru için neden Şehir Tiyatroları Müdürü'nü aracı olarak kullanır ve resmi yazı yazdırır ki? Anlaşılan Tuncer, hırsla ve hızla soruşturma açıyor, sonra açtığı soruşturmanın kendi yönetmeliklerinde karşılığı olmadığını öğreniyor ve vazgeçiyor. Peki, böylesi bir durumda doksan yıllık bir kurumu yöneten yönetici "Soruşturma değil, sordum sadece" mi demeli? O makamın saygınlığı böyle mi korunur? Şehir Tiyatroları'nı Yönetmek Bu Kadar Kolay mı ya da Böyle Zor mu? İstanbul Şehir Tiyatroları'na yeni Yönetim Kurulu Üye'leri atandı. Atanan üyelerden ikisi, Bora Seçkin ve Nejat Birecik. Her ikisi de konservatuvar mezunu, her ikisi de mezun olduklarından beri profesyonel tiyatro ortamında pek de yer almış sayılmaz. Bora Seçkin 10 yılı aşkın süre İTÜ'de öğrencilerle çalışımış. Nejat Birecik ise 10 yılı aşkın süre çeşitli televizyon dizilerinde irili, ufaklı rollerde oynamış. Her ikisi de Şehir Tiyatroları kadrosuna girmeleri bir yılı pek geçmiyor. Şehir Tiyatrosu'nu yeterince tanımayan, sanatçı arkadaşlarının çoğunluğunu bile tanıdıkları şüpheli olan bu iki oyuncunun, doksan yıllık bir sanat kurumunun Yönetim Kurulu'na atanmasını sağlayan vasıfları nelerdir? Yoksa, Kemal Kocatürk'ün okul arkadaşları ve yakın arkadaşları olmaları mı? Soruyu başka bir biçimde sorarsak; doksan yıllık Şehir Tiyatroları'nda Yönetim Kurulu üyeliği yapacak kimse kalmadı mı? Nurullah Tuncer'in "Göreve geldiğimizde % 97 bize karşıydı," diye belirttiği durum bu kadar vahim bir hal mi aldı? Görülüyor ki, İstanbul Şehir Tiyatroları çok tehlikeli bir viraja girdi. Artık Sorumluluk Belediye'de Şehir Tiyatroları'nda yaşananlar, sorumluların sorumluluklarını aşmış, içinden çıkamadıkları bir durum almıştır. İddialarımıza göre; - Kemal Kocatürk izinsiz yurtdışına çıkarak suç işlemiştir. - Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer de bu suçu örtbas etmeye çalışarak ayrı bir suç işlemiştir.
pe cy
a
Bu duruma ya açıklık getirilecek ya da yeni bir içtihat oluşturulacaktır. Bundan böyle kimse ne yurtdışına çıkarken izin ister ne de kurum dışında çalışmak için... Dahası, yalan söylemek bile izne tabi olmaz. Herhangi bir konuda soruşturma açtığınız zaman, bu yasa tanımazlıklar örnek gösterilir ki, gelişecek sürecin devamını kimse kolay kolay öngöremez. Doksan yıllık kurum sürekli kan kaybediyor. Ya bizi belgelerle yalanlayın ya da gereğini yapın ki yasaları, yönetmelikleri uygulamakla görevli olanların, kendilerini yasa/yönetmelik dışında, hatta üstünde göremeyecekleri bilinsin. En önce kamu vicdanında, sonra sanatçılar nezdinde. Yoksa, adalet duygusunun sarsıldığı, yönetenlere güvenin kalmadığı bir ortamda çalışanlardan başarı ve güven beklemek boş bir hayal olur. Şehir Tiyatroları'na yazık etmeyin. Bu tiyatro atanmış yöneticilerin tapulu malı değildir. İstanbul Şehir Tiyatroları, sanatçıların tiyatrosudur, hepimizin tiyatrosudur.
> İŞTİSAN > İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği
Kocatürk'e İŞTİSAN'ın Yanıtı Gerçi tasavvufta "eline, beline, diline hakim-mukayyet olmak" diye bir üçlü düstur vardır ama, bu elsiz, belsiz ve dilsiz olmakla nasıl karşılanır bilemiyoruz. Herhalde Kocatürk yine de çalmadık, çırpmadık, kimsenin namusuna el sürmedik ve kimseye kem söz söylemedik demek istiyor. Dilinden şikayetimizi söylemiştik, el ve bel konusunun durup dururken neden gündeme geldiğini anlamadık. Yine de, görevimiz olsun, araştırırız.
cy a
Kocatürk kendisine zül saymakla birlikte, bıçak kemiğe dayandığında konuşmaya başlamış. Kopartılan tüm yaygaranın nedeni birtakım eleştirmen, yazar, editör, sanatçı, saatçi vs'nin kısacası Şehir Tiyatroları'ndan mamalananların mamalarının kesilmesiymiş. Kocatürk tasavvuftan böyle Roman ağzına sıçradığına göre, mamalanmanın "rüşvetalmak" anlamına geldiğini herhalde takıldığı kopillerden birinden öğrenmiştir. Suçlama oldukça ağır ve Kocatürk'e yakışıyor, ama kimmiş o Şehir Tiyatrosu'ndan rüşvet alan eleştirmen, yazar, editör, dergici, sanatçı, saatçi vs.? Şehir Tiyatrosu'nda bunlara rüşvet veren kimmiş de Kocatürk yetişip duruma el koymuş? Bundan bahis yok. Sunturlu bir yalanla sahne açıp seyirci almaya çalışıyor ama arkasını getiremiyor. Üslubuna bakılırsa buna edebi de engel değil üstelik. Ne peki? Olsa olsa, ben çamurumu atayım da, hiç değilse pisliği kalsın mantığıdır. Değilse, hodri meydan, arkası gelsin. Biz kuzularımıza dönelim.
pe
1- "Yedi Kocalı Hürmüz"e açılan dava, Şehir Tiyatrosu Yönetmeliği'ndeki 19/B maddesiyle ilgilidir. Yönetim kurulu üyelerinin oyun sahneleyemeyeceği üstünedir. Defalarca bu maddeye karşı olduğumuzu söyledik. Yani Kocatürk "Ben sanatçı değil miyim, ben neden oyun yönetmeyeyim?" derken haklıdır. Söz konusu madde yönetmeliğimizdeki bir saçmalıktan, rahmetli bir eski Yönetim Kurulu üyesinin oyun sahnelemesini engellemek için konduğu efsane edilen ve hep yok sayılan bir yanlışlıktan başka birşey değildir. Ancak, Kocatürk'ün engellenemeyen hırsı, kendisinin ve çevresinin yetkilerini kullanarak durumu suistimale vardırması davacıları harekete geçirmiştir. Herhangi bir başka yönetimde Kocatürk, bu yetenekleriyle yılda üç oyuna imza atacak bir ikbale kavuşamayacağını herhalde tahmin edebilir. Kimin için söylüyorsa, şu mamalanmak sözüyle tam da kendisi ayna-suret ilişkisi içinde görünüyor. Bile isteye olmadı ama bu tiyatrodaki ayna felsefelerine de uydu galiba.
2- Kocatürk yalan söylüyor. Bugün hâlâ yönetimle sorunu olan yönetmenlerden hiçbirine, bir yıl içinde görev verilmemiş, kendileri rejisörlük görevi reddetmemiş ve kendilerine bir projeleri olup olmadığı sorulmamıştır. Neden? Meğer "Bu yönetime kan vermeyeceğiz" diye bir laf üremiş de, zaten birileri görev almak istemiyormuş da... Peki, o zaman neden bu yönetmenler ve figüranlık dönemini yıllar önce aşmış bir sürü oyuncu, bir sürü oyunda figüranlığa yollanmak istendi, yollandı, yollanıyor? Alicenap yönetimin sopa gösterme yollarından, gençleri sindirme planlarından biri mi bu?
3- Kocatürk, "Bitola Halklar Tiyatrosu'nun yazısı ve alınan izin kararı Yönetim Kurulu kararları arasındadır." diyor. Yani yurtdışında oyun sahnelemesi izinsiz ve kanunsuz değilmiş. Önce şunu söyleyelim, kimsenin yurtdışında oyun sahnelemesine karşı değiliz. Hatta bunun bir gereklilik ve onur kaynağı olduğu kanaatindeyiz. Hâlâ sorun şu; Kocatürk'ün bu işi yaparken, yani izinli iken, bu izninin neden Yönetim Kurulu'nda geçerli olmadığını, kendisinin neden dört Yönetim Kurulu toplantısına gelmediği için üyelikten düşürüldüğünü merak ediyoruz. Bu arada Genel Sanat Yönetmeni'nin bir başka yerde "İlgililere cevap veririz." yollu çıkışını da şiddetle kınıyoruz. Biz ilgiliyiz. Daha ilgili ve yetkili olanları da artık farz oldu, ilgilenmeye davet ediyoruz. Kimse Kocatürk'ün ve başkalarının yurtdışında oyun yönetmesini bizim kadar isteyemez, ama aynı zamanda hiçkimse karşımızda "biz yaptık oldu" mantığıyla iktidar gösterisi yapamaz. Kocatürk kimden izinli, açıklanması gereken bu, yoksa ne büyük bir sanatçı olduğunun kendi ağzından tarifi değil. 4- Kocatürk, adam gibi ortalıkta gezdiğini söylediği yazıda Sevin Okyay ve Macit Koper'e isim vererek, Hürriyet Gazetesi'ne verdiği bir röportajda da hem bu kişilere hem de başkalarına ok, yay, demir, kan, al ya da ak kayalar gibi göndermelerle saldırmaya yelteniyor. Taş yerinde ağırdır Kocatürk. Herkes hâlâ, üstünden dökülen delikanlı bir eda, tasavvufla argoyu harmanlayan olsa olsa post-arabesk bir tavır değil, yanıt bekliyor. Yoksa ortalıkta dolaşmak adam olmaya yetmez, adam GİBİ'de kalır.
37 <
>... hayatın aynası...
> Hülya Karakaş
pe cy a
> İstanbul Şehir Tiyatroları Yönetim Kurulu Üyesi
"Ortalık Yerde Adam Gibi Dolaşan" Kemal Kocatürk'e Cevaptır
"Elsiz, belsiz, dilsiz" ha Sayın Kemal Kocatür? Sahi siz bu niteliklere sahip misiniz? Sanmam. Benim gördüğüm eliniz dursa diliniz durmuyor, beliniz dursa eliniz durmuyor. Bu tiyatroda hangi taşı kaldırsak altından siz çıkıyorsunuz. Sizi kapıdan kovuyorlar, bacadan giriyorsunuz. Adeta sıradan bir oyuncu olmamak için and içmişsiniz. Bastırılmış duygularınız ne yazık ki yönetici olmakla iyileşmiyor Kemal Kocatürk. Hepimiz insan (!) olduğumuz için hayat çizgimizde zaman zaman yaşadık bu çıkmazları. Biraz durun siz, gerçekten; frene basın, buna ihtiyacınız var. Hâlâ bağırıp çağırarak ağzınızdan salyalar akıtarak ona buna saldırmanızda pek fayda göremiyorum. Maaşınızı elbette ki Yönetim Kurulu üyesi olarak değil, "sanatçı" ünvanınız karşılığında alıyorsunuz. Bu da nereden çıktı? Siz bu erki kendi lehinizde çok sarsıcı bir şekilde kullanmasaydınız eğer, kimse bu kurumda ne oyun yönetmenize, ne de oynamanıza karşı çıkardı. Kaldı ki siz bütün karşı çıkanları görmezden geldiniz, düdüğünüzü öttürdünüz. Görüyorum ki çok yorgunsunuz, kaleminiz de artık titremeye başlamış, biraz durun, durun biraz. (Şarkı sözü gibi mi oldu dersiniz?) Başkalarını bilmem ama ben başarılı olmuş insanları severim, kaybedenleri sevdiğim kadar. Başarılı olmak için çıktığı yolda gücünü insanları ezmek için kullanmasın yeter ki. Siz kimi kandırıyorsunuz? Bunu fazlasıyla yaptınız. Öyle ki; Zuhal Ergen sizi terslediği için teşvik ikramiyesini kestirdiniz, yönettiğiniz oyunlarda yevmiye karşılığı çalışan genç sanatçılara hakaret ettiniz, bu tiyatroda sizden daha fazla olmayı hak eden kimi oyuncuların kovulmasının altına imza attınız, "Yedi Kocalı Hürmüz" adlı oyunun yönetmeniydiniz, provanızın en yoğun döneminde, sizinle hiçbir organik bağı olmayan bir başka oyunun yurtdışı turnesine katıldınız ("Bir Adam Yaratmak"-Almanya) ve oyunu asistanlarınıza (!) teslim ettiniz. Suç dosyanız bayağı kabarık değil mi? Benim bilmediklerime belki yeni eklemeler olabilir.
Sahi sizin bu yurtdışı ve turne merakınız nereden geliyor? Ben de bunu merak ediyorum. Turne merakınızı özel tiyatrolarda gidermenizi tavsiye ediyorum. Çünkü onlar ayakta kalabilmek için bütün ülkeyi karış karış dolaşıyorlar. Yorulursanız belki durursunuz. Yurtdışına gitmek için de dilerseniz sizi yönetmeliğin nimetlerinden faydalandırabiliriz, uzun süre orada kalıp, aramıza bilgi-görgü (!) artırarak dönmüş olursunuz. Sizin yurtdışında başarılı (!) bir yönetmen olmanıza neden karşı olalım? Ve hangi yurtdışı allasen? Sizin, birlikte çıktığımız ilk Makedonya turnesinde ("Bir Ata Krallığım") ilişkiler kurmak adına ne varyasyonlar yaptığınızın kimse farkında değil miydi sanıyorsunuz? Sahi siz Makedonya dışında başka bir ülkede oyun mu sahnelediniz? Ben bilmiyorum da. Elbette önünüz açık, AB'ye girmek için sizin oyunlarınıza (!) bu ülkenin ihtiyacı var. Bu kadar kötü yalan söylemeyi size kim öğrettiyse hata etmiş. Bakın şarklı zekanıza (!) bunu hiç yakıştıramadım. Sallamanın da bir yolu yöntemi vardır. Şakir Gürzumar'ı bu tiyatronun "muhalifleri" değil bizzat sizin yöneticilik anlayışınız kaçırdı. Yönetmen, taleplerinin yerine getirilmediği, oyuncunun provada bulunmadığı gerekçesiyle bıraktı "Hırçın Kız" provalarını, ispat mı istiyorsunuz. Şakir Gürzumar'la sizi karşılaştırayım isterseniz. Bunu yaparım bilirsiniz. Yönetmeliğin 33/c ve 35/b maddelerinin ihlal edildiğini ve suç işlendiğini söylüyorsunuz. 34/b maddesi gereğince kimi asacaksınız? Siz kimi korkutuyorsunuz, bu mesnetsiz sallamalarınızın bir sonu yok mudur, aba altından sopa mı gösteriyorsunuz? Madem bu tiyatronun yasalar ve yönetmelikle idare edildiğini biliyordunuz, neden yöneticiliğiniz döneminde bizzat kendiniz yasayı çiğnediniz? Yönetmeliğin 19. maddesi b bendinde rejisörlerle ilgili maddeyi ihlal ettiniz. Hem de üç kez. Evet; sizden önceleri de bu madde ihlal edilmiş ama sabun bu denli köpürtülmemiş.
cy
a
Bu maddeyi, tiyatro çalışanlarını yok sayarcasına ihlal ettiğinizden hakkınızda açılan mahkeme kararı için bir suçlu arıyorsunuz, yazınızdan anladığım kadarıyla. O suçlunun da Macit Koper olduğunu ilan etmişsiniz. O davayı açan insanlar bellidir bunu çok iyi biliyorsunuz. Kaldı ki Macit Koper bu yönetmelik maddesini "antidemokratik" bulduğunu söyleyerek davanın açılmasına karşı çıkmıştır. İŞTİSAN üyeleri maddenin işletilmesine karar verdiklerinden dernek de diğer meslektaşlarına katılmıştır. Tiyatronun neredeyse üçte ikisi sizin bu maddeyi ihlal ettiğinize, iktidar erkinizi kendi lehinizde kullandığınıza karar vermiştir. Demek ki hukuk da böyle düşünmüş olmalı ki oyunla ilgili "yürütmeyi durdurma" kararını vermiştir. YAŞASIN ADALET! Kaldı ki bu maddenin demokratik olmadığı konusunda herkes hemfikir, ben de. Sizin kadar bizim de yaratma şansımızı ortadan kaldırdığı için. Söylediğiniz gibi, "sanatçı sanatçıyı engellemeye" çalışmamıştır. Bundan böyle bu kurumda iktidar olanaklarından arsızca faydalanmaya çalışan yöneticilere dur demiştir sanatçılar. Üstelik ilk kez kişisel değil, toplumsal bir nedenle hukukun kapısını çalarak. Eğer iktidar diye bir şey varsa, o gücü "antidemokratik" maddenin kaldırılması için çabalamayan yöneticiler utanmalı, bu kurumun sanatçıları değil.
pe
Kişisel bir sorun daha var Sayın Kocatürk. Yoksa size ünlü Türk büyüğü mü demem lazım? Sizin bir sanatçı üslubunuz yok mudur? Hani sanatınıza, sanatçılığınıza söz ettirmiyorsunuz da! Aynı sezon içinde birbirinden üslup olarak çok farklı üç oyunu sahneleme cesareti göstermenizin karşılığında soruyorum: Bu tiyatronun sizden başka bir yönetmeni yok mudur? Bu kadar mı acizdir bu yüz yıllık kurum? Bakın herkes kargalarla birlikte gülüyor. Daha fazla eğlendirmeyin bizi, ciddi işlerimiz var.
Kim karşı bilmem, bilmek de istemem, ama ben M. Ali Alabora'nın, Meltem Cumbul'un bu tiyatroda oynamalarını çok da makul buluyorum. Bu durum karşısında icazete de ihtiyaç yoktur. Sadece bu arkadaşlar üzerinden prim yapılmaya çalışılmasını anlayamıyorum. Eğer "Hırçın Kız" adlı oyun için söylüyorsanız bu "%107" doluluk oranını, TV kahramanları olan Tülin-Caner ikilisini çıkarsaydınız, işte söylediğiniz o seyirci patlamasını cidden başarmış olurdunuz. Ve şundan emin olun ki, o seyirci bir daha da tiyatroya adım atmazdı. Tiyatro tarihi bu gerçeğin kanıtlarıyla doludur. Allah aşkına söyler misiniz, bu doluluk oranı, seyirci patlaması da neyin nesidir, kimin fesidir? Biz mi kör olduk? Her gelen yönetici bu patlamanın arkasında kayboluyor. Kim doğru söylüyor? Seyirci patladı, belki biz duymadık. Lütfen kanıtlarıyla bize sununuz. Benim ve İstanbul halkının seyirci sayısında gördüğü tek müthiş artış Gencay Gürün döneminde olmuştur. Sizin vizyondan yoksun çabalarınızı Gencay Gürün layıkıyla başarmıştır. (Kurum dışından oyuncu transferleri, popüler tiyatro anlayışı, vs...) Bir de Kenan Işık döneminin ilk yılları seyirci anlamında parlak geçmiştir, o kadar. Siz Yönetim Kurulu'ndan izin aldınız mı almadınız mı gerçekten bilmiyorum, bilenlere sormalı. İlgilenmiyorum da. Asıl ilgilendiğim sizin Yönetim Kurulu toplantılarına birkaç kez üst üste girmediğiniz. Ne adına? Yurtdışında tanınan, önemli (!) bir yönetmen olduğunuz, vaktiniz kalmadığı için mi? Bu kadar masum nedenlerle mi hakkınızda yönetmeliğin 13. maddesi işletildi ve Yönetim Kurulu Üyeliğinize son verildi?
Elimizdeki taşlar, oklar, yaylar ve de bilumum kayalar sizin durup şöyle bir nefes almanız, dinlenmeniz konusunda yeterli olmamıştır. Bunu anladık. Şimdi de köprüye konuşlandınız. Bakın İstanbul bütün görkemiyle geceleri ışıldıyor köprünün üstünde. Şöyle bir yukarı bakın, yıldızları sayın, sanatçı kişiliğinizle (!) etkileyin bu doğal güzelliği. İyi gelir bedeninize ve ruhunuza. Bir de size tavsiyem odur ki; olur olmaz her yerde sesinizi duymak zorunda bırakmayın bizleri. Yakamızdan düşün artık. Üslupsuzluğunuz burada da karşımıza çıkıyor. Hem Nâzım Hikmet şiirleri okuyup hem de tiyatroda perde anonsları yapan dünyada kaç tane aktör vardır Sayın K. Kocatürk? Hani "dünyalı (!)" olduğunuzu yazmışsınız da sormadan edemedim © 39 <
> Cuncunabazlar
a
> Nihal Kuyumcu
pe cy
İçinden Tramvay Geçen Oyun
Büyük şehirlerde trafikten arındırılmış yaya bölgeleri insanların soluklandığı, keyfince dolaştığı bölgelerdir ve farklı bir havası olur her zaman... Araç trafiğinin olmaması önemli ölçüde insanları rahatlatır. Hele İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız bu rahatlığın anlamını çok iyi anlarsınız. Bu bölgelerin havasını değiştiren önemli şeylerden bazıları da bu alanlarda yer alan sanatsal etkinlikler, mini konserler ya da gösterilerdir. Canınız sıkkın ya da öylesine amaçsızca yürürken birden bir gösterinin kenarında veya bir performansın içinde buluverirsiniz kendinizi ya da bir melodinin peşine düşer gidersiniz. O melodi sizi öyle güzel yerlere götürür ki sıkıntınızdan eser kalmaz. Bu etkinliklerin bir başka güzel tarafı ise istediğiniz kadar orada kalmanız ya da geçip gitme özgürlüğüne sahip olmanız. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan atmosferi ve muhteşem dekoruyla Beyoğlu'nun belki de en büyük eksiği bu tip etkinliklerin yok denecek kadar az olması. 1 Temmuz akşamı Galatasaray Meydanı'ndan geçerken böyle nadir olan etkinliklerden birine rastladık; "Curcunabazlar"ın gösterisine...
"Curcunabazlar" Anatole Sokak Oyuncuları'nın bir yan kuruluşu. Varlıklarını sürdürmek, yeni projeler üretmek ve Sokak Oyuncuları grubuna destek olmak amacıyla kurulmuş olan grup, sanatsal kaygıyı her zaman ön planda tutarak çalışmalarını başarıyla sürdürüyor. Grup, kostümü, dekoru, oyunculuğu, gösterinin tarzıyla, hatta içinden geçen tramvayıyla o meydana, o ortama çok yakışmıştı. Belli bir metne sahip olmakla birlikte spontan gelişmelere de yer vererek seyirciyi aktif olarak oyuna dahil etti. Gösteri, çeşitli jonglör gösterileri, tek tekerlekli bisiklet, lobutlar, uçan toplar ve tahta bacaklarla bulunduğu çevrede büyük bir seyirci kitlesi oluşturdu. Bazen bir kelebeğin kanadında seyirciyi kırlara götürdü bazen yine aynı kelebek için gözyaşı döktürdü, dansa davet etti ve birlikte hatıra fotoğrafı çektirdi. Gösteri süresi yaklaşık bir saatti ve baştan sona izleyen, oradan ayrılmayanlar çoğunluktaydı. Arkada kalanlar ise güzel melodileri dinleyerek orada olmanın tadını çıkardılar. Şehir, sokaklar ancak böylesi etkinliklerle yaşıyor, insanlar kaynaşıyorlar, keyifli ortamlar oluşuyor. Önerimiz Beyoğlu Belediyesi'nin İstiklal Caddesi gibi bir vitrini çok iyi değerlendirip böylesi etkinlikleri artırarak insanların vakit buldukça keyifle gideceği ortamları yaratması. Belli aralıklarla yerleştirilen platformlarda yer alacak çeşitli sanatsal etkinlikler İstiklal Caddesi'ni, ona yeni bir kimlik kazandırırken, yaz akşamlarının vazgeçilmez yeri haline getirebilir.
> KIRK YILDA BİR > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanlı@tiyatrodergisi.com.tr
Kafası Kopartılacaklar Ortalıkla "Adam(!)"ım Diye Dolaşıyor CHP'nin 12. Olağanüstü Kurultayı yapıldı geçenlerde, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, salona arka kapıdan girmiş. Hatırlarım, bir zamanlar sis perdesinin ardından, bir pop-star gibi girmişti Genel Kurul salonuna, iş buraya -arka kapıya- vardıysa. Deniz Baykal değil, CHP batıyor demektir, Deniz Baykal değil, CHP kaybediyor demektir. Genel Başkan, Kurultay'ın yapılacağı salona arka kapıdan mı girermiş, olur mu böyle şey? Atatürk, yapar mıydı böyle bir şey? Kötü, yine iyiyi kovdu. Geçen sayı Devlet Tiyatroları'ndaki yasa tadil çalışmalarına daha yakından bakmak istediğimi söylemiştim, ama dediğim gibi kötü iyiyi kovdu, bir sonraki sayıya kaldı. Ancak, dostum Erhan Gökgücü'ne verdiğim bir sözü yerine getirmek istiyorum. "Ya Kafası Kopartılacak ya da Heykeli Dikilecek" yazımda Lemi Bilgin'in göreve her iki gelişinde de I. Rahmi Dilligil'in atadığı kadrolara dokunmadığından bahsetmiştim. Gökgücü, alınmış. "Ben Dilligil'in kadrosu değilim, mahkeme kararı ile göreve döndüm." dedi. Doğrudur, tıpkı Firuzan Tercan gibi... Ancak ben bir anlayışı aktarmak istemiştim, yoksa Tamer Levent de, Mustafa Nuri Güler de ve daha birçok isim de tabii ki Dilligil'in kadrosu değil, zaten Dilligil'in herhangi bir kadrosu da y o k t u , sadece göreve getirdiği ve biat beklediği insanlar vardı. Bunu aktarıp sevgili arkadaşıma verdiğim sözü yerine getirdikten sonra tekrar "kötü"ye döneyim. İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda geçenlerde Yönetim Kurulu üyelikleri için seçim yapıldı. Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer oy kullanmak için arka kapıdan girmiş, yuhalanmış, oyunu kullanmış ve çıkmış. Eğer iş buraya -arka kapıya- vardıysa, Nurullah Tuncer değil, İ.B.B.Ş.T. batıyor demektir, Nurullah Tuncer değil, I.B.B.Ş.T. kaybediyor demektir. Genel Sanat Yönetmeni, Yönetim Kurulu seçimlerinin yapıldığı salona arka kapıdan mı girermiş, olur mu böyle şey? Muhsin Ertuğrul, yapar mıydı böyle bir şey?
pe cy
a
İstanbul Şehir Tiyatroları ile ilgili fazla bir şey yazmak istemiyorum artık, zaten Kemal Kocatürk yazdığı yazılar, yaptığı röportajlarla kendini/lerini yeterince ifade ediyor. Ancak, mesleğinde bu denli başarılı olmuş bir sahne tasarımcısı Nurullah Tuncer'in düştüğü durumu görememiş olmasını hayretle karşılıyorum. Önemli olabilecek bir Festival yapılıyor şu sıralar Eski Galata Köprüsü'nde. Açılışa, Belediye Başkanı bile gelmiyor. Seyirci de gelmiyor. (Bu yazı yazılana kadar.) Basına bakıyorum, doğru dürüst haber yok, bunun yerine Kocatürk'ün ihtirasları ve yalanları yer alıyor sayfa sayfa, Hürriyet'te bile. Tuncer, bu olanların farkında değil mi? Yoksa, "gittiğiyere kadar gider" diyerek doksan yıllık bir kuruma karşı hiçbir sorumluluk duymadan koltuğunda bir gün daha fazla oturmanın tatlı rüyasını mı görüyor? Koca Kurum'da kimseyi bulamadığı için mi mezun olduktan sonra tiyatroyla pek ilgilenmemiş ve daha Kurum'a gireli bir yılı pek geçmemiş iki insanı (Nejat Birecik, Bora Seçkin) Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak atıyor? Galiba artık Tuncer de ne yaptığının farkında değil. Belki de kendisine karşı olanların oranı % 99.9'a çıktı da, kimseyi bulamadı? Bize % 97 demişti... Hiç tanımam, Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin basın toplantısında biri yanıma gelip, "Genel Sanat Yönetmenimiz hakkında yazdıklarını şiddetle kınıyorum." demişti, sonra öğrendim, Bora Seçkin'miş adı. Niye kınadığını yeni anladım. Nejat Birecik'i, şu ana kadar hiç görmedim, suretini bile bilmem, dizilerin dışında... belki birgün tanışırız. İzmit Şehir Tiyatrosu'nda da başka bir " d e p r e m " yaşanıyor. Yücel Erten'den görevi bırakmasını istemiş Belediye Başkanı, yardımcısı kanalıyla. Olabilir, çalışmak istemeyebilirler, ancak burada yapılması gereken, yakışan gerekçelerin açıklanması. Bu da yapılmıyor. "Canım böyle istedi, yaptım tavrı." Yani, bildiğimiz tavır. Yapmayın yahu, Türkiye'nin sayılı rejisörlerinden ikisi; Işıl Kasapoğlu tiyatroyu kurmuş, bir diğeri; Yücel Erten yönetiyor. Böylesi iki önemli tiyatro insanıyla yaşamış olmanın ardından nasıl biriyle boşluğu doldurmayı düşünüyor Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, İzmit Tiyatrosu için? Yoksa, yerel seçimlerden bu yana kulis faaliyetleri yapan, kapısından ayrılmayan, mesleki başarısı tarafımızdan bilinmeyen bir oyuncu ile mi yola devam etmeyi düşünüyor? Bakırköy Belediyesi'nden kalkıp İzmitlere giden, gidip "Yapmayın böyle şeyler, ayıptır." demek için gittim dediğini iddia eden biri mi yoksa adayları? Eğer böyleyse, İstanbul Şehir Tiyatroları'nın düştüğü duruma bir baksın karar vermeden önce Başkan. Ama asıl düşüncesi tiyatroyu atıl bir hale getirip, işlevsizleştirip kapatma yolunda adımlar atmaksa, doğru yolda, kendince. Eğer yolu buysa, asıl düşüncesi buysa, -ki bu olduğu anlaşılıyor- buna gücünün yeteceğini zannetmiyorum, seçilmiş olmak her k ö t ü l ü ğ ü yapma gücü vermez kimseye, buna izin de verilmez. Ancak burada iki önemli d u r u m var: Birincisi, "tiyatrocu" yaftası ile ortalıkta dolaşıp da minik ikbal hesaplarıyla siyasilerin kapılarına dayanan, yeri geldiğinde de "özerklik" diye feryat eden muhterislerin önce kendilerine verdikleri zararı, sonra kurum tiyatrolarına verdikleri zararı, sonra da t ü m tiyatro ortamına verdikleri zararı görememeleri karşısında onlara söyleyecek pek bir lafım yok artık, ama yakın arkadaşlarına bir çift lafım olacak. Siyasilerin kapısına giden, el pençe duran, minik ikballeri için düştükleri d u r u m u ve düşürdükleri değerleri göremiyen bu arkadaşlarına, en azından suratlarına karşı; "Ayıp ettin be! Ayıp ettin." demiyorlarsa, diyemiyorlarsa onlara da yazıklar olsun. İkinci önemli durum, İzmit Belediyesi'nin kapısını aşındırmadan önce İzmit Şehir Tiyatrosu Yönetmeliği'ne bir göz atın, değil mi ki o Kurum'u yönetmeye adaysınız, olabilirsiniz de, ancak hem yasal gereklik olarak hem de etik değerler açısından başvuracağınız yer İzmit Şehir Tiyatrosu Yönetim Kurulu'dur. Siyasilerin önünde diz çökmek yerine, kapın proje dosyalarınızı (varsa), alnınız dimdik olarak gidin, meslek onurunuzla birlikte; o zaman seçilseniz de seçilmeseniz de gece yatağınızda huzur içinde uyuyabilirsiniz, çocuklarınıza da onurlu bir miras bırakmış olarak. Eğer doğruysa, İzmit Belediye Başkanı'nın kapısını aşındıran İzmitli tiyatrocular: Mehmet Çevik, Tardu Flordun ve Yaşar Özveri imiş, Bakırköylü tiyatrocu ise Ragıp Savaş. Umarım dördü de doğru değildir. Yapmayın arkadaşlar, yapmayın bu meslek sizin, sahip çıkın, kimsenin el uzatmasına izin vermeyin, uzanan o ellere maşa da olmayın, sonra o el sizi de yakar.
>41
> Duygu Atay > duyguatay@tiyatrodergisi.com.tr
Yücel Erten
pe cy a
> İzmit Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni
İzmit Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten'e Sorduk:
Or'da Neler Oluyor?
Yedi yılda çok yol almış İzmit Şehir Tiyatrosu'nda yerel seçimlerden sonra sıkıntılar yaşanmaya başlandı. Kurulduğundan bu yana iki önemli rejisör: Işıl Kasapoğlu ve Yücel Erten'le yol alan bu genç ama dinamek, başarılı tiyatroda neler oluyordu? Birinci ağızdan, şimdiki Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten'e sorduk. Erten de tüm süreci bizimle paylaştı. 2002 yılından bu yana İzmit Şehir Tiyatrosu'nun Genel Sanat Yönetmenliği'ni yürütüyorsunuz. Göreve başladığınızda ilk işinizin kurumsallaşma çalışmaları olduğu biliniyor. Bu konuda aldığınız yolu anlatır mısınız? İlk işimiz, Yönetim Kurulu öncülüğünde tüm çalışanların katkı ve görüşlerini alarak yönetmelik ve sözleşmeleri yeniden düzenlemek oldu. İzmit'e özgü olumlu referansları koruyarak, diğer ödenekli kurumlarla eşlik sağladık. Burada ana hedefimiz, tiyatronun kurum olarak kendini yönetebilmesi ve işleyişin sağlıklı bir yapıya oturtulması oldu. Sözgelimi Sanat Teknik Direktörlüğü ile Sahne Direktörlüğü'ne, Sanat İletişim Direktörlüğü'nü de ekleyerek; tiyatro işleyişine uygun bir sacayağı oluşturduk. Yanısıra yönetim organlarının verimli çalışması için fizikî koşulları sağlamak bir başka önceliğimizdi. Yönetmeliğimiz defalarca elden geçti, gerekli düzeltmeler yapılarak sonunda Sayıştay tarafından onaylandı. Bugün bu yönetmelik, diğer Şehir Tiyatroları için örnek gösterilen bir referans haline geldi. Peki yönetmelikler kalıcılık bakımından yeterli mi? Aslında değildir. Alanın Türkiye genelinde bir yasa ile güvenceye alınması, hepimizin özlemidir. Çünkü Belediye Meclisi'nden geçmiş bir yönetmeliğin, öyle olmasını ummayalım
ama günün birinde müdahaleci tutumlara açık hale getirilebileceği kuşkusu hep vardır. Ama bu soru öteden beri bütün ödenekli tiyatroların, hepimizin önünde duruyor zaten. Yıllardır savunduğunuz "Birim Tiyatro" fikrini, İzmit Şehir Tiyatrosu'nda hayata geçirmeye çalıştığınız söylenebilir mi? izmit Şehir Tiyatrosu'nda, Birim Tiyatro modeli oluşmuş ve 2 yıl yaşamıştır. Bütçesi belli, kadrosu belli, yönetmeliği belli. Yönetim Kurulu var. işte biz bu örnekte, iki yıl boyu yiğitçe tartıştık, ilkeler koymaya, demokrat olmaya, eşitlikçi olmaya, özenli olmaya, kendimize doğru bir strateji çizmeye çalıştık. Repertuvarımızı hiçbir etki altında olmaksızın yaptık; istediğimiz oyunları, istediğimiz sıra ile oynadık. Sanatsal ve mali takvim yaptık, uyguladık. Sezon başında bütün oyunlarımızın yönetmenlerini, rol dağıtımlarını, provaları, dekor-kostüm üretim programlarını ve prömiyer tarihlerini açıkladık. Bütün bir sezonun oyun düzenini ilan ettik, panoya astık. Herkes hangi tarihte provası ya da oyunu var, bildi. Yurtiçinde ve yurtdışında tiyatrolar ile istediğimiz biçimde ilişki kurduk, turne yaptık. Makedonya'ya, İstanbul'a, İzmir'e, Eskişehir'e, Antalya'ya, Datça'ya oyunlarımızı taşıdık. Dayanışma duygumuz, üretimimiz, repertuvar anlayışımız, sanatsal çizgimiz gıpta edilen bir durumdaydı. İzmit Şehir Tiyatrosu ardıllarına bir model oluşturacak düzeye gelmişti. Ama 28 Mart seçimlerini izleyen günler süratle her şeyi hırpaladı, kırdı geçirdi. Özetle neler oldu? Seçimle birlikte görevden kaçmayı alışkanlık haline getirmiş, zamanını tiyatrodan çok, başka yerlerde geçirmiş bir oyuncunun "Ben buraya sanat yönetmeni olacağım" diye iştahı kabarmış. Yanına bir-iki kişi bulup AKP'ye yanaşmış. 21 Sanatçının 18'inin kendisini bu göreve uygun görmediklerini açıkça belirtmelerine rağmen anlamsız bir dayatma havasına girildi. Ciddi bir kırılma yaşandı, ekibin ağzının tadı kaçtı. Sonra AKP yetkilileri böyle bir düşünceleri olmadığını belirttiler. Seçimden hemen sonra Belediye Başkanı ile bir prensipler görüşmesi yapmak istedim. Tam bir ay sonra gerçekleşti. O görüşmede kendisine, parti ayrımı gözetmeksizin tiyatro yönetimine ait prensiplerimizi açıklıkla anlattım. Söylediklerimin saygı ile karşılandığı ve seçim sürecinde biriken sorunların çözülebileceği izlenimini almıştım. Ama yanılmışım.
a
Düşünün şimdi, temmuz ayını bulduk; kurumun sözleşmeli çalışanlarının sözleşmeleri hazırlanıp gönderilmiş olduğu halde, bugüne kadar imzalanmış değil. Aba altından değnek gösterir gibi bir tutum ama saçma! Çünkü Sayın Başkan'ın bunları imzalamamak gibi bir tercihi, hakkı yoktur ki!
cy
Öte yandan kurumdaki sözleşmeli personelin 3 ikramiyesi ödenmiş değil. Temmuz ayında bu 4 olacak. Bu özlük haklarının ihlali değil de nedir? Siyasette sorun çözmek için iktidar olunur. "Paramız yok" deyip insanları göz göre göre kredi batağına iteklemek, iktidar olmasa gerek. Ayrıca tiyatro, ilk kez kaynak hiç aktarılmadığı için esnafa borçlu duruma gelmiştir. Bizim nice emeklerle kent nezdinde yükselttiğimiz prestiji üçotuz para için kırmaya kimin, ne hakkı var?
pe
Derken Tiyatro Müdürüm ve İdare Amirim hiçbir danışma gereği duyulmaksızın nezaketsizce görevden alındı. Öteden beri Genel Sanat Yönetmenliği'ne tahsis edilmiş bir araç kurumun hizmetinden çekildi. Tiyatroyu küçülteceğiz lafları edilmeye başlandı. 21 sanatçısı olan bir tiyatronun nesini küçülteceklerse? Sonuç olarak bir sürü ufuksuz ve dolambaçlı hareket.
İzmitliler belki de "Azizname"yi, bir başka tiyatroda sahnelenirse ve turneye gelirse izleyebilecek.
Buna bir tür kuşatma diyebilir miyiz? Öyledir. Bu kuşatma karşısında uzun süre sessiz kalamazdım. Sezonun bitmesini bekledim ve 28 Haziran'da Başkan'a bir yazıyla sorunların çözülmesi için ricada bulundum. Cevap bir başka Sanat Yönetmeni ile devam etmek istedikleri şeklinde geldi. Görülüyor ki, yerel yönetimlerle ortaklaşa çalışma biçimi ve yönetim değişiklikleri, tiyatronun gelişimini doğrudan etkiliyor. Olumlu olarak da etkiliyor, olumsuz olarak da. Çünkü ne yazık ki, tiyatroya öz erkini tanıyan bir yasal düzenleme yok. Aslında siyaset cephesinin tek görevi, tiyatroya kendi kendini yönetme olanağını sağlayan bir yasal dayanak oluşturmak olmalıydı. Öyle olmayınca, yerel yönetime hakim olan siyasal anlayış, tabii özellikle de Belediye Başkanı ile yakın çevresinin tutumu belirleyici oluyor. Onların nitelik ve düzeylerine göre farklı sonuçlar doğuyor. Örnekleyeyim: İzmit'e Sayın Sefa Sirmen başkanken beni davet etti. Tiyatroyu yönetmek için gerekli ilkeleri ve koşulları anlatınca yanıtı şu olmuştu: "Yücel Bey, biz sizin liyakatinize inanıyoruz. Onun için tiyatronun eti sizin, kemiği benimdir. Nasıl uygun görüyorsanız, öyle yöneteceksiniz". Şimdi bu. Sayın Sirmen'in yalnızca sanat alanına ilişkin ufka sahip olduğunu göstermiyor; aynı zamanda tam desteğini belirliyordu. Buradaki karşılıklı güven, tiyatronun kendi kendisini yönetebilmesini sağladı. Sonuç, ender rastlanır bir başarıdır. Bir tiyatronun bir sezon içinde seyircisini %70 oranında artırdığı nerede görülmüş? İzmit'te görüldü işte. Ve tam bir kenetlenme sağlandı. Daha sonraki başkan Sayın Hikmet Erenkaya'nın büyük bir tiyatro aşkı ve ufku olduğunu söyleyemem. Şart da değildir zaten. Zaman zaman tiyatronun yönetimine karışma eğilimleri gösterdi ama; bunun uygun olmadığı hissettirilince, geri çekilme nezaketini ve becerisini gösterdi. Lojistik anlamda çok iyi destek aldığımız da söylenemez. Ama buna rağmen yine de işimizi yürütecek ve başarı grafiğimizi yükseltecek alanı bulduk. İzmit gibi bir kentte 518 kişilik salonda, geçen sezon doluluk oranımız %80'e yakındır.
pe cy
a
Şimdiki başkan sayın İbrahim Karaosmanoğlu'nun ise bu ufuktan pek uzak olduğu anlaşılıyor. Kendisinin eski sanat yönetmeni Işıl Kasapoğlu'ndan, "Ben Işıl Hanım'ı görmedim, tanımam" şeklinde söz etmesi, buradaki ilgi ve bilgi darlığını gösterir sanırım. Bir Büyükşehir Belediye Başkanı, o kentte tiyatroyu kurmuş ve 5 yıl süre ile yönetmiş olan Işıl Kasapoğlu'nu duymamış, görmemişse, bayan sanıyorsa; buna rağmen "Ben iktidarım, herkesi değiştirir, bütün akortları bozarım" şeklinde bir tutum sergiliyorsa; kendisine bu yeni görevinde başarılar dilemekten başka bir çaremiz kalmıyor. Bir Belediye Başkanı böyle yaklaşınca, tiyatroyu kitler, felç eder. Orada artık ortaklıktan da, uyumlu çalışmadan da, başarıdan da pek söz edilemez. Görüldüğü gibi, bireysel niteliklere çok bağlı. Ve bu gerçeğin karşısına dengeleyici faktör olarak konulan yönetmelikler de, ne yazık ki bir çırpıda değiştiriliveriyor. Oysa yasal dayanak daha sağlam olsa ve süreli sözleşme esası kabul edilmiş olsa, kolay kolay kimse kimseyi itip kakamaz.
İtilip kakıldığınızı mı düşünüyorsunuz? Hayır. Ona izin vermem. Biraz arkamdan vurulduğum duygusu var, o kadar. Ben kılıç çekmedim. Bağcı dövmeyelim, üzüm yiyelim diye baktım. Tepeden tırnağa planlanmış, takvimlenmiş bir sezonu bitirir, ilan edilmiş işleri tamamlar, sonra kendi isteğimle ayrılırım diye düşündüm. İzmit Şehir Tiyatrosu'na ve çalışanlarına uygar, yumuşak bir geçiş sağlayabilirim diye umdum. Değerli dostum Fazıl Say'ın Genel Sanat Yönetmenliği altında 1. Uluslararası İzmit Müzik Festivali'ni tasarlamış, programlamıştık. Fazıl Say'dan İdil Biret'e, Mercan Dede'den Roland Batik'e, Sertap Erener'den Zuhal Olcay'a uzanan bir yelpaze. Bu tür takvimlenmiş işleri tamamlayarak ayrılmak, daha sorumlu bir davranış olur diye düşündüm. Bu gerekçelerle ve sanatçı arkadaşlarımın ricalarını göz önüne alarak davrandım. Olayların ve gelişmelerin bir cepheleşme şeklinde tırmanmaması için sakin durmaya, zorlukları göğüslemeye gayret ettim. Ulusal basından pek çok soru geldiği halde, bir uzlaşma ihtimalini yok etmemek için, hep frenledim. Nezaketle ve açık davrandım. Usulüne uygun bir görev teslimine hiçbir itirazım olmayacağını da söyledim. Ancak durum nezaketten uzak bir kuşatmaya doğru ilerleyince; koşullarımı yazılı olarak hatırlattım. Yerine getirilmemesi halinde, üzülerek de olsa makul bir süre içinde ayrılmak zorunda kalacağımı belirttim. Ama 24 saat sonra aldığım karşılık gösteriyor ki; sayın yöneticiler bir yandan kadayıfın altını kızartmışlar, yeni Sanat Yönetmeni'ni belirlemişler bile. İyi ki akıl edip de bu kuşatma durumuna bir tepki göstermişim. Düşünün Belediye Başkanı benimle görüşmek gereğini bile duymuyor, bir bürokratı aracılığı ile birkaç saat içinde işi bitirmiş olmak istiyor. Ama kazın ayağı öyle değil işte. Şimdi ne olacak? Yönetmeliğimizi incelememişler. Yönetmeliğimize göre, Genel Sanat Yönetmenliği için başvurular Yönetim Kurulu'muzda değerlendirilir. Yönetim Kurulu'nun uygun göreceği
>44
3 aday Başkan'a önerilir. Başkan da bunların arasından uygun gördüğünü atar. Çok emek verip hazırladığımız ve Sayıştay onayından geçirdiğimiz yönetmeliğimiz böyle emrediyor. Görebildiğim kadarıyla bu hiç hoşlarına gitmedi. Başkan'ın yetkisini sınırlıyormuş. Tabii sınırlayacak. Biz boşuna mı yıllardır tiyatronun öz erkinden söz ediyoruz? "İlkokulda ben de roller oynadım" diyen her Sayın Başkan, aklına eseni bir tiyatronun başına getiremez ki! İster hükümetler, isterse yerel yönetimler düzeyinde olsun, siyasal erkin tiyatro ile ilişkisi; işin ulusal ve uluslararası düzeyde verimli ve kalıcı olması için gereken rasyoneli oluşturmaktan ibaret kalmalıdır. Bunlar belli bir rasyonele kavuşunca, şu beylik "yakın temas" da gerekmez. Niye gereksin ki zaten? Herkes kendi işini yapsın. Ben hiç futbolcuların işine karışıyor muyum? Yönetim Kurulu'nun adayları değerlendirip Belediye Başkanı'na 3 aday önermesi, yerel yönetim tiyatroları için yeni bir referans oluşturuyor diyebilir miyiz? Oluşturuyor. Tiyatronun bağımsızlığını, öz erkini ve esenliğini gözettiğimiz için, yönetmeliğimize koyarak Türkiye'deki bütün Şehir Tiyatroları'na bu referansı vermişiz. Bu arada buradan bir anons da yapmış olayım. İzmit Şehir Tiyatrosu'na Genel Sanat Yönetmeni olmak isteyenler, bir zahmet özgeçmişleri ve projeleri ile birlikte 21 Temmuz'a kadar Yönetim Kurulu'muza başvursunlar lütfen. Yeni yönetim anlayışıyla tiyatronun sorunları üzerine ortak bir tutum geliştirebilmek mümkün olacak mı? Benim ortak tutum geliştirme girişimim, olumsuz yanıt aldı. Şimdi görevi üstlenecek olan kişi, bu zihniyetten nasıl yanıtlar alır, bilemem.
a
Siyasetteki değişikliklerin tiyatronun doğal yaşayışını etkilememesi adına ülke çapında genel bir çalışma yapılabilir mi? Bir tiyatronun ve her tiyatronun, kendini yönetir hale gelmesi; icazet, vesayet ve velayetten kurtarılmış olması esastır. Bunun için her tiyatronun üst kademelere bağımlı kalmaksızın kadrosunu ve bütçesini kullanabilir olması, sanatsal tercihlerini herhangi bir baskı altında kalmadan hayata geçirebilir olması gereklidir. Tiyatronun süreli olarak emanet edileceği Genel Sanat Yönetmeni'nin projelerini sağlıklı yürütmesi ve sonuç alabilmesi için, ideal sürenin de 4 sezon olduğunu düşünürüm. Tiyatro çevresi de bu konuda bir mutabakata varmıştır zaten.
pe cy
Tabii bunun kalıcı olarak sağlanabilmesi için bir çerçeve yasa gereklidir. Biliyorsunuz yönetmelikler, siyasal atmosfer basıncının karşısında dayanıklı olmuyor; çabuk değişebiliyor. Benim ömrüm, tiyatroyu gündelik siyasetin etkisinden uzak tutmaya çalışmakla geçti diyebilirim. Ama bu alanda pek bir yol alamadığımız da görülüyor. Umarım İzmit örneği gelecek için bir ilerleme sağlasın. Çünkü bu kez konu, "O kurumu benim anlayışıma yakın birisi yönetsin" niyetinden çıkıyor; "Memleketin hayatı bundan sonra başka türlü olacak" şeklinde ilerliyor. Seçilmiş olmayı, padişah olmakla karıştırdıklarını düşünüyorum.
Yerel yönetimlerin, bir sanat alanı olan tiyatroya karşı sorumlulukları olduğu açık. Ama tiyatronun da yerel yönetime karşı sorumlulukları olmamalı mı? Yerel yönetime değil, kamuya karşı bir sorumluluk vardır. Bakın İzmit Şehir Tiyatrosu'nun bir broşüründe ne demişim: "Biliyorsunuz; sanat, insana yapılan yatırımdır. Bu yatırım, maddi bir kazanç biçiminde değil; insanımızın ve toplumumuzun düşünce ve ruh zenginliği biçiminde geri döner. Bizim görevimiz de bu süreci tetiklemektir. Bu anlamda burası bizim özgür yaratma alanımızdır ama aynı zamanda sizin tiyatronuzdur! Çünkü sizin vergilerinizden oluşan ödeneklerle sanat üretiyoruz. Demek oluyor ki bu tiyatronun üzerinde hakkınız var. Bu hakkınıza dayanarak; gelin, görün, izleyin, yaşayın, alkışlayın, övgülerinizi dile getirin ya da eleştirin! Ama lütfen tiyatronuzdan kopmayın!" O sorumluluğu ben böyle anlıyorum.
45
> Sanatçıların destek ziyaretinden
> İzmit Şehir Tiyatrosu Sanatçıları
a
İzmit Şehir Tiyatrosunda K a r a B u l u t l a r Dolaşıyor
pe cy
Değerli Meslektaşlar, Her türlü olumsuzluğa rağmen ayakta tutmaya çalıştığımız İzmit Şehir Tiyatrosu'nda kara bulutlar dolaşıyor. Daha kuruluş aşamasında binamız satıldı ve salonsuz kaldık. Sonra tüm ülkeyi sarsan o korkunç depremi yaşadık. "Artık o kentte tiyatro yapılamaz, gelin kapılarımız size açık" dediler, gitmedik. İzmit yeniden inşa edilirken biz de tiyatroyu yeniden doğurup Işıl Kasapoğlu liderliğinde yürümeye devam ettik. İki yıl önce bayrağı Yücel Erten devraldı. Yöneticilik deneyimi, sanatsal birikimi, tiyatroya olan sevdası, yeniden uyanmaya çalışan ruhumuzla buluşunca, ortaya dayanışma ve emeğe dayalı, dinamik bir üretim anlayışı çıktı. Tam her şeyi yoluna koyduğumuzu, istediğimiz tiyatroya kavuştuğumuzu düşünürken, 28 Mart yerel seçimlerinden sonra göreve gelen yerel yönetim bizi yolumuzdan alıkoyuyor.
Sanatçı Hizmet Sözleşmelerimiz hala imzalanmadı. 2004 yılı içinde almamız gereken dört ikramiyemiz henüz ödenmedi. Kurum İzmit esnafına borçlu. Geçtiğimiz sezonun prodüksiyon harcamaları bile ödenmedi. 1.5 ay sonra yeni sezona başlıyoruz. Esnaf tiyatroyu icraya vermeye başladı. Tiyatroya karşı başlatılan karalama kampanyasını yürütenler, Belediyenin odalarında toplantı yaptılar. Sıra, Genel Sanat Yönetmenimiz Yücel Erten'i görevden alınmasına geldi. Oysa bizler bütün yetkili makamlara Yücel Erten'le çalışmak istediğimizi söyledik. Hatta bir basın toplantısıyla bunu İzmit halkına ve kamuoyuna duyurduk. Sanat, değişen siyasi iktidarlar elinde yaratıcılıktan, üreticilikten, hayatı güzelleştirmekten uzaklaştırılıyor. Bizler, tepemizde dolaşan bu karanlık bulutlara inat, bu körpe, bu sadece yedi yıllık tiyatronun kurtarılması için gerekli savaşı vermekte kararlıyız. Yanımızda olmanız, sözümüze söz, sesimize ses katmanız bize güç verecektir.
Gelinen bu noktadan sonra yolumuza tekrar Yücel Erten'le devam edebilir miyiz bilmiyoruz. Ancak siyasetin sanattan ve sanatçıdan uzak tutulması adına, birlikte örnek bir mücadele verebiliriz. Genel Sanat Yönetmenliği için ideal sürenin dört sezon olmasından yola çıkarsak, değişen siyasi kadroların bu süreci etkilememesi adına ülke çapında bir çalışma yapılabilir mi? Örneğini 50 yılını çoktan devirmiş tiyatrolarda defalarca gördüğümüz, şimdi de İzmit Şehir Tiyatrosu'nun yaşadığı bu 'geleneksel' kabusa bir son verilebilir mi? Tiyatromuzun karşı karşıya kaldığı, failini bilemediğimiz, bu küçük hesapları, sırtımızdan vuran bu girişimi durdurabilir miyiz? Yoksa gene aynı sorunla mı karşı karşıyayız: Siyasetin desteğini arkasına alan bir meslektaşımız İzmit Şehir Tiyatrosu'nun kendisine verilmesi için, sanatçı ahlakına uymayan, yakışıksız ve Türk Tiyatrosunun geleceğine zarar veren bir ihtiras içinde mi? Tiyatro dünyamızın yeni bir "Mefisto"su mu var? Desteğinize, gücünüze, aklınıza ve gönlünüze ihtiyacımız var. Türkiye'nin belki de ödenekli tiyatrolarının içinde bu en özerk tiyatrosunun, göz göre göre parçalanmasına, yok edilmesine izin vermeyin.! .
> Mustafa Kemalpaşa Belediyesi Bölge Tiyatrosu,
> Nedim Buğral Denizli Festivali'nde
cy a
Bir Çocuk Oyununun Ardından
pe
Tarih 22 Mayıs, saat 15:00. Denizli'den kırk kilometre uzakta Pınarlar köyündeyiz. Yer, bir okul bahçesi. Çocuklar okul bahçesinde saatler öncesinden bizi beklemeye başlamış bile. Saat 15:30, okul bahçesinin her yerine güneş düşüyor. Oyunu düz alanda güneş altında oynayabiliriz ya da ağaçların altında sıkıntılı zeminde. Ağaçların altında oynamak çocuklar için en iyisi. Epey uğraştıktan sonra çocukları bizi görebilecek şekilde oturtmayı başarıyoruz. Oyun "İki Bavul Dolusu". İki palyaçonun sirke giderken treni kaçırması sonucu istasyonda prova yapmaya karar vermeleri ile başlıyor. İki bavul, oyun oynanırken kukla evine dönüşüyor. İki palyaçonun prova boyunca paylaşamadıkları ve paylaşabildikleri üzerine devam ediyor. Ta ki bekledikleri diğer tren gelene kadar... Saat 18:00, oyunumuz bitmiş, çocuklar ile sohbet ediyoruz. Bir saatin nasıl geçtiği anlaşılmamış. Çoğu ilk defa tiyatro izlemiş. En çok belde başkanı memnun, çocuklar rahat durmaz, konuşur diye epey ürkmüş. Saat18:30, oyunun yorgunluğu, çocukların unutamayacağımız ilgisi ve oyun sonrası sohbette yaşadıklarımızdan dolayı memnunuz. Yalnız dönüş yolunda yanımızda bir keşke var. Keşke oyun öncesi, anı ve sonrası görüntülenseydi. Festival'e katılan ekiplere ve gözlemcilere, orada yaşananları izletip üzerine konuşabilseydik... Tarih 25 Mayıs, saat 14:00. Denizli il sınırında bir yerdeyiz, yer Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Yurdu. Oyun bir saat sonra. Bir önceki oyunda belde başkanının yaşadığı "çocuklar izler mi?" tereddütünü şimdi biz yaşıyoruz. İzleyici grup çok özel. Oyun esnasında kuklamız ya da bavulumuza ulaşmaları, kukla evinin arkasına geçmeleri mümkün. Burada çocukların istediği ve beklediği ilgi oldukça yoğun, bizim dengeleyebilmemiz de bir o kadar zor. Saat,15:00, oyunumuz başlıyor ve korktuklarımız gerçekleşmiyor. Yanımızda keşke dediğimiz bir şey yok ama kocaman bir acaba sorusu. Acaba ahkâm mı kestik burada? Paylaşmayı anlatmaya çalıştığımız bu çocuklardan kuklamıza sarılmış olana uzaktan bakıp acımak dışında ne yapabildik!
26 Mayıs. Festival'de ilk defa salonda oynuyoruz. Saat 10:55, oyunun başlamasına beş dakika ve salonda dört yüze yakın çocuk var. Sayıları bizim oyun için çok fazla. Daha küçük -samimisalonlarda daha az sayıda izleyiciye oynanmalı oyunumuz. Neyse ki oyunun sonlarına doğru arka taraflarda görememe sorunundan kaynaklanan küçük bir kopma dışında bir sıkıntımız olmadı. Oyun sonrası fuayede dört beş günde arkadaş olduğumuz oyuncu, yönetmen ve gözlemci arkadaşlarla oyun hakkında konuşuyoruz. Oyunun müzikleri, eylemi, oyunculuklar ve dekoru-sahneyi kullanış anlayışımız üzerine eleştiriler-görüşler ve beğeniler alıyoruz. "İki Bavul Dolusu"nu fikirler, heyecanlar, oyunumuzun oynanacağı yeni şehirler ve dost kardeş ekipler ile dolduruyoruz. Festival'den dönüşte iyi ki çocuk oyunumuz ile başvurmuşuz Festival'e diyoruz. Umarım seneye çocuk tiyatrosu üzerine çeşitli seminerler, workshoplar ve oyunlar ile bu alanda uzmanlaşmış kurumlar ve ekipler çalışmalarda bulunur. Denizli veya başka festivallerde sahne alan; her ne kadar ismi amatör de olsa profesyonelleşen veya bu eğilimde olan kişi ve ekipler çocuk tiyatrosu yapacak. İşte bu yüzden, bu ve bunun gibi festivallerde çocuk tiyatrosuna önemli bir yer ayrılmalıdır. Tabii bunun festivalin yapıldığı kente katkısı da başka bir yazı konusu©
> "Othello''/Cheek By Jowl
> Zehra İpşiroğlu
a
Uluslararası İstanbul
pe cy
Tiyatro Festivali Üzerine
Neue Züricher Zeitung'da 2002 Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali üzerine çıkan bir yazıda Festival'in en çarpıcı projeleri olarak Emre Koyuncuoğlu'nun Sarah Kane'den uyarladığı "Kıvranış" ve Naz Erayda'nın doğaçlama çalışmalarından yola çıkarak geliştirdiği sokak tiyatrosu gösterisi "Yine Ne Oldu?" gündeme geliyordu. Yazıda büyük bir coşkuyla Türk Tiyatrosu'ndaki yeni atılımdan söz ediliyordu. Aynı aylarda Almanya'nın ünlü tiyatro dergisi 'Theater Heute' de Türk Tiyatrosu'ndaki yeni gelişmelere büyük bir yer vermişti. Aynı şekilde önce Festival'in ilginç bir projesi olarak gündeme gelen, sonra da yurtdışı turneleriyle dikkatleri üzerine çeken Şahika Tekand'ın "Ödipus Nerede?" oyunu ya da Mustafa Avkıran'ın sahnelediği "Dumrul ve Azrail" dış basında büyük bir yankı uyandırmıştı. Çarpıcı bir sahne tasarımından yola çıkarak yapımsökümle parçalanan, sonradan yeniden kurgulanan "Ödipus Nerede?" oyunu gerçekten de son yılların belki de en çarpıcı oyunlarından biriydi. "Dumrul ve Azrail" ise Zürih Festivali'nde ve Berlin'de çok ilgi görmüştü.
Aslında yurtdışında yankı uyandıran bütün bu gelişmeler çok yeni değildi. Son on, on beş yıl içinde Stüdyo Oyuncuları, Bilsak, Kumpanya başta olmak üzere giderek gelişen ve dal budak salan, irili ufaklı çeşitli tiyatro gruplarının içinden sağlam bir düşünsel temelden yoksun olanlar sabun köpüğü gibi sönerken, diğerleri kendini giderek geliştirmeyi başarmış, önce kendilerini Festival'e kabul ettirerek daha geniş bir çevreye seslerini duyurabilmişler, zamanla da "öteki" olmaktan çıkıp tiyatromuzdaki son gelişmelerin öncüsü konumuna gelmişlerdi. Artık yeni bir arayışı dile getiren yeni bir kuşaktan rahatlıkla söz edilebilirdi tiyatromuzda. Kuşkusuz doksanlı yılların başlarında başlayan bu gelişmenin doğma, emekleme ve yeşerme sürecinde Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin rolü çok ama çok büyük. Festival Dikmen Gürün'ün yönetiminde giderek yeşererek tüm güçlüklere, engellere ve
olanaksızlıklara karşın dış dünyaya kapılarını, pencerelerini açmış, içeriye pırıl pırıl bir havanın girmesini sağlamıştı. Bu açıdan medya kirlenmesiyle tiyatroların güçlerini giderek yitirdikleri durağan ve kısır bir ortamın yarattığı boğucu havanın tiyatromuzda oluşturduğu krizi aşma çabalarının kök salabilmesi, dahası yeşererek filizlenebilmesi Festival olmadan düşünülemez bile. Evet, inanılır gibi değildi ama gerçekten bir mucize gerçekleşmiş, izleyicimiz ilk kez günümüz tiyatrosuna damgasını vuran önemli topluluklarla karşılaşma olanağını bulmuştu. İzleyicimiz ilk kez Robert Wilson'la, Pina Bausch'la buluşuyor, Berliner Ensemble'den Royal Shakespeare Theatre'ye, Piccolo Tiyatrosu'ndan The Wooster Group'a değin çeşitli tiyatro gruplarını tanıma olanağını buluyordu. Festival'in tiyatromuzun gelişmesine katkısının birkaç yönde geliştiğini söyleyebiliriz. En önemlisi gücünü görsel sanatlardan alan ve tiyatronun oyunculuktan ışığa, sahne tasarımından müziğe değin tüm öğelerine ağırlık veren bütüncül bir tiyatro anlayışının yerleşmesine yol açması. Benzetmeci tiyatro anlayışıyla koşullanmış olan izleyicimiz için bu çok büyük bir yenilikti. İzlediği oyunlarda kendini kaptırabileceği bir yanılsama dünyasının yerine, görsel sanatlar, mimari, müzik, medyanın iç içe girdiği büyüleyici bir imge dünyasıyla karşılaşıyordu. Böylece yıllar yılı aynı klişelerin içinde dolanan kimi tutucu tiyatro çevrelerin söylemlerine karşın (bizim izleyicimiz klasik Çehov yorumunu bilmiyor ki, modern yorumları anlayabilsin), oyun metnini kimi kez tersyüz eden serbest sahne yorumlamalarının, uyarlamaların dahası göndermelerin en çarpıcı örneklerini tanımaya başlamıştı. Bu da yerleşik görme ve algılama biçimlerini tersyüz eden yeni bir alımlama boyutunun yavaş yavaş yerleşmesine yol açıyordu. Tiyatro artık yalnızca estetik bir haz, bir büyü, bir yaşantı olarak alımlanmıyor, aynı zamanda üzerinde düşünülüp tartışılıyordu. Böylece sahne yorumu, dramaturgi, klasik oyunların yeniden okunması, alımlama, performans doğaçlama, sınırlaraşırılık, disiplinlerarası ve kültürlerarası etkileşim gibi kavramlar da önem kazanarak tiyatro yaşamımıza girmişti.
pe cy
a
Örneğin izleyicimiz ilk kez klasik bir oyunun, sözgelimi Shakespeare'in "Macbeth"inin ya da Goethe'nin "Faust''unun farklı sahne yorumlarını izleme, böylece çeşitli yorumları birbirleriyle karşılaştırma olanağını buluyordu. Münih Özgür Tiyatrosu'nun 1992 Festivali'nde sunduğu "Macbeth"de şiddet izleği tekerlekli demir bir konstrüksiyon çerçevesinde ses, dans ve müziğin iç içe girdiği bir gösteri olarak sunulmuştu, bir yıl sonraki Festival'de bu kez aynı oyun Theater an der Ruhr'un yorumuyla oyunun müzikalitesini çıkaran bir kurguyla çok daha farklı bir biçimde sunulmuştu. Ya da farklı Faust yorumları ya da uyarlamaları gene ilginç bir tartışma ortamına yol açmıştı. Polonyalı yönetmen
49
Wisniewski'nin sahnelediği "Faust" ve İspanyolların "F@ust Sürüm 3.0" yorumlarının ortak yanı yapısöküm ve yeniden kurgulamayla müzik, dans, hareket, ışık kısaca tiyatroya özgü olan tüm görsel ve işitsel öğelerin kaynaştığı bütüncül bir tiyatro anlayışından hareket etmeleriydi. "Faust Sürüm"de Faust'un arayışı bugüne taşındığından tiyatroda sınırlaraşırılık tüm sahnenin dev bir bilgisayar ekranına dönüşmesiyle yepyeni bir boyut kazanmıştı.
pe
cy a
Bu yazının dar çerçevesi içinde yalnızca anımsatmakla yetindiğim bu örneklere sayısız başka örnekler de ekleyebiliriz. Şu bir gerçek ki son yıllarda Festival'de izlediğimiz nice oyun yalnız belleğimizde unutulmaz izler bırakmakla kalmadı, aynı zamanda tiyatro yaşamımıza hem yeni bir kuşağın yetişmesi hem de oyun yönetmenlerimize katkısı açısından yepyeni bir renk ve canlılık getirdi. Festival aracılığıyla görme olanağını bulduğumuz tüm bu oyunlar sayesinde günümüz tiyatrosunun belki de en belirgin özelliğinin yaratıcılığa hiçbir sınır tanımayan çok seslilik olduğu anlayışı artık iyice yerleşti. Bugün yazarda odaklaşan tiyatrodan yönetmenin tiyatrosuna, oyuncunun yaratıcılığına dayanan tiyatrodan sahne tasarımını eksen alan tiyatroya değin birbirinden farklı tiyatro anlayışları ve biçemlerinin aynı anda gündeme geldiğini görüyoruz. Doksanlı yılların başında çok kısa bir süre Festival'in yöneticiliğini ben üstlenmiştim. O dönemde yurtdışından hangi oyunları getireceğimiz tartışmalarında, hep "bizim izleyicimiz anlamaz k i " türünden tutucu bir söylemle boğuştuğumuzu anımsıyor, kendi dönemimi emekleme aşaması olarak görüyorum. Dikmen Gürün'ün Festival yöneticiliğini üstlenmesinden sonraki baş döndürücü ve hızlı gelişim her tür anlamsız ve kısır tartışmaları çoktan geride bıraktı. Bugün Festival yöneticiliğinin düşünsel ve kültürel birikiminin yanısıra gösterdiği olağanüstü duyarlılık, girişimcilik ve beceri sayesinde Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kültür yaşamımızı doğrudan etkileyen önemli bir etkinlik olarak yurtiçinde ve dışında kendini çoktan kabul ettirmiş bulunuyor. Ne var ki tüm bu gelişmelerde tiyatronun günümüzdeki işlevini ve konumunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Tiyatro artık geniş kitlelere seslenen misyonunu yitirmiş bulunuyor. Küreselleşen bir dünyada göz boyayıcı Hollywood filmleri, TV dizileri milyonlarca insana ulaşırken, tiyatro, duyarlığını yitirmemiş çok küçük bir azınlığa sesleniyor. Kısaca popüler değil. Bu da tiyatro ölüyor mu tartışmalarını sık sık gündeme getirdiği gibi, tiyatroyu destekleyen kuruluşların ilgilerinin giderek azalmasına yol açıyor. Kültür yaşamımızda bu derecede önemli bir yeri olan Tiyatro Festivali'nin iki yılda bire indirilmesi, bu gelişmenin doğal bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Ne var ki bu sürecin de gelip geçici olduğunu düşünüyorum. Bu yıl Festival'e Türkiye'nin dört bir yanından kırkın üstünde yer yer pırıltılı yerli projelerin sunulması, tiyatroya olan ilginin sürüp gittiğini gösteriyor. Önemli olan medya kirlenmesi ve arabesk kültürünün etkisiyle iyice yozlaşmış bir ortamda, bu pırıltıların yoğunlaşmasını ve çevreyi aydınlatmasını sağlayabilmek. Bu bağlamda tiyatroya yapılacak her yatırımın, geleceğe yapılan çok önemli bir yatırım olduğunu düşünüyorum .
"Vertigo /0.4/Tuğçe Ulugün Tuna projesi(solda) "'Home Sweet Home//Emre Koyuncuoğlu projesi (Aşağıda)
a
cy
pe
a
pe cy