a
cy
pe
A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun. Yazı İşleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Sekreteri: Ebru İlgaz Çocuk Tiyatrosu Editörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Kocaeli Temsilcisi: Erbil Göktaş Katkıda Bulunanlar: Nihat Alptekin, Ece Başokur, Yusuf Eradam, Ceren Ercan, Ragıp Ertuğrul, Özkan Eroğlu, Dikmen Gürün, Gılman Kahyaoğlu Peremeci, Atila Sâv, Robert Schild, Sevda Şener, Esen Özman, Özen Yula. Reklam ve Halkla İlişkiler Müdürü: Çiğdem Esmer Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Baskı: M a r t Matbaası T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e - p o s t a : e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0110 • Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO Yayın Türü: Yerel Süreli
Kapak Tasarımı: Genco Demirer (gDGa) EDİTÖRDEN: / S. 4
a
HABERLER: / S. 6 DOSYA: Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 15 Yaşında I Dikmen Gürün, Sevda Şener,
pe cy
Özen Yula, Gılman Kahyaoğlu Peremeci/S. 9
İZDÜŞÜM: Özeleştiriye Bir "Öz" Eleştiri I Ahmet Levendoğlu / S. 12 ŞANO: On Beş Yıl Olmuş, İçimiz (ne) şeyle Dolmuş I Orhan Alkaya / S. 14 KIRK YILDA BİR: On Beş Yılda Bir... Mustafa Demirkanlı / S. 18
SÖYLEŞİ: Tiyatro... Tiyatro... Ve On Beş Yılı I Nihat Alptekin / S. 20
SÖYLEŞİ: Yeniden Tiyatro I Üstün Akmen-Mustafa Demirkanlı / S. 24 ELEŞTİRİ: "Othello" I Sevda Şener / S. 28 ELEŞTİRİ: "Buluşma" I Üstün Akmen / S. 32 ELEŞTİRİ: "Dobrinja'da Düğün" I Yusuf Eradam / S. 35 SÖYLEŞİ: Zafer Ergin: "Televizyonda Tiyatro Yapalım" Nihat Alptekin / S. 38 ELEŞTİRİ: "Aşkın Yaşı Yok" I Robert Schild / S. 42
ELEŞTİRİ: "Dostlarla Akşam Yemeği" Ece Başokur / S. 44 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: "Sezuan'ın İyi İnsanı" I S. 46 SÖYLEŞİ: Ali Taygun: "30 Yıl Sonra Sezuan'ın İyi İnsanı" I Ceren Ercan / S. 50 ELEŞTİRİ: "Memurin Faslı" I Atilâ Sav / S. 54 ELEŞTİRİ: "Yıldızların Altında" I Ragıp Ertuğrul / S. 56 ELEŞTİRİ: Konya'da Bir Buluşma I Esen Özman / S. 60 BU AY SAHNEYE ÇIKANLAR: S. 164 ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI: Huzursuz Seyirci / S. 66 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. / 67 ANLATI: Görsel Sanatlarımıza Eleştiri-Yorumlar Özkan Eroğlu / S. 72 SÖYLEŞİ: Orient Expressions "Farklı Birşey Yapmak İstedik" Ebru İlgaz / S. 76
>Editör > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
İlk on beş yılı geride bıraktık, bir on beş yılı daha geride bıraktık diyebilmek kısmet olacak mı bana? Bana değilse bile, Tiyatro... Tiyatro'nun o günkü editörüne? Ben inanıyorum. Geride bıraktığımız on beş yılı biraz farklı bir konseptle kutlamak istiyoruz. Şubat ayı içinde "On Beşinci Yıl Balosu" nda valsler, tangolar eşliğinde bir araya gelmeyi planlıyoruz. Tiyatroyu o gece dışımıza atıp, tiyatroyu özlemeyi istiyoruz. Sonrasında, bu sayıda başlatmaya çalıştığımız "eleştiri masası"nı hayata geçirmeyi planlıyoruz. Bu sayıda başlatmaya çalıştık ama çok beceremedik, dostlarımıza on beşinci yılı anlamlı kılmak için bizi eleştirin, "lütfen eleştirin" dedik, bunu derken eleştirinin sadece olumsuzluk olmadığını, beklentileri, olması gerekenleri de içermesi gerektiğini unutmadan eleştirin dedik, ama pek olmadı. Yayın Kurulu'muzun iki üyesi biraz becermeye çalıştı, pek yapamadılar, Özen Yula bence layıkıyla ödevini yerine getirdi, ama diğer dostlar pek kıyamadı. Oysa, bize eksikliklerimizi, yanlışlarımızı söylemek dostlarımızın görevi olmalı, on beşinci yıl kutlamalarını bütün bir yıla yayarak bunu gerçekleştirmeye çalışacağız. Önümüzdeki ay Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin, hem kurumsal yanıyla hem eğitimci yanıyla hem de oyuncu olarak Tiyatro... Tiyatro'nun eksiklerini, yanlışlarını bize, sizlerin önünde aktaracak. Sonraki aylarda bu eleştiriler devam edecek. Sonrasında sizlerin görevi başlayacak, bu eleştirileri ne kadar ciddiye alıp
a
almadığımızı, ne kadarını becerebildiğimizi siz takip edeceksiniz, etmelisiniz.
cy
Bu sayıda göreceğiniz gibi yeni arkadaşlar var aramızda. Ece Başokur, ben henüz tanıyamadım, Yayın Sekreterimiz Ebru Ilgaz'ın görüşüp Tiyatro'ya kattığı gencecik bir arkadaş, henüz öğrenci, ama cesur, kararlı. Sanırım bu yayımlanan ilk yazısı ve ilk yazı olarak çok umut verici geldi bana. Ece, yazmayı dert ederse, yazmayı önemserse iyi bir kalem olacak, gereksinme duyulan kalemlerden biri olmaya aday,
pe
umarım adaylığını iyi değerlendirir. Hoşgeldin Ece. Bize, KültürSanat ekimizde önemli bir destek verecek olan Özkan Eroğlu'na da bir selam. Sanat tarihçisi ve Sanat Sanat Dergisi'nin editörü Özkan Eroğlu, lanet olsun ki dergisine ara vermek zorunda kaldı. Ama, lafını söyleyecek bir yer vardı, o da önerimizi kabul ederek bizi onurlandırdı. Biraz sert, biraz aykırı olabilir ama Özkan Eroğlu bu ülke için kalemini oynatmaya devam edecek. Hoş geldin Özkan. Zenginleşiyoruz, büyüyoruz, gelişiyoruz. Birikimlerimizle, dostlarımızla yeni bir on beş yıla hazırlanıyoruz. Tiyatro, Siyaset Meydanı'nda izlediğiniz tiyatro değil. Onun çok ötesinde, onun çok ötesinde olduğunu bilen, inanan ve artık meydanı boş bırakmayacak insanları tanıyorum, siz de tanıyacaksınız, artık onların gizlenme lüksü yok, yeni bir on beş yılı hep birlikte karşılayacağız ve biz kazanacağız, tiyatro kazanacak. Ben inanıyorum, siz de inanın .
a
cy
pe
> Haberler
Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Okurlarıyla Buluşuyor Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, bundan böyle her ay Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde okurları ile buluşma toplantıları yapıyor. Derginin daha geniş bir kitle tarafından tanınıp tartışılmasını amaçlayan toplantıların ilki, 15 Şubat Salı günü saat l8.00'de gerçekleştirilecek. Üniversite tiyatrolarının, öğrencilerin ve akademisyenlerin katılacağı ilk toplantıda, "Nasıl Bir Tiyatro Dergisi" konusu tartışılacak. Toplantıya, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Yayın Kurulu da katılacak. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi okur buluşmasının sonraki toplantılarında, amatör tiyatrolar, özel tiyatrolar, ödenekli tiyatrolar ve bölge tiyatrolarının dergi ile ilişkileri konuşulacak. Toplantılara zaman zaman farklı tiyatrolardan oyuncular da katılacak. (Bilgi için: 0212 259 2124)
Bir Yasak da Efes Tiyatrosu 'nun oyununa
cy a
Selçuk Belediye Spor Efes Tiyatrosu'nun "Babalar" isimli oyunu, "İçeriğinin izleyiciler arasında farklı görüş ve fikir ayrılıklarına yol açabileceği" iddiası ile, Selçuk İlçe Emniyet Müdürlüğü'nün önerisi ve Selçuk Kaymakamlığına Vekalet eden Tire Kaymakamı Cezmi Göçer'in karar ve onayı ile yasaklandı. Oyunun galası, Selçuk Kaymakamlığı'nın izni ile 15.12.2004 tarihinde ve 24.12.2004 tarihinde Hacı Bektaş Veli Derneği'nin düzenlediği etkinlikte, bir kez Aliağa'da sahnelenmişti. "Muhtemel olayları önlemek" gerekçesiyle 5442 Sayılı İller İdaresi Kanunu çerçevesinde alındığı belirtilen yasak kararına, oyunun yazarı ve yönetmeni Hasan Öztürk; "... yıl 2005, halen bir tiyatro oyunu yasaklanıyor. Sanat muhaliftir. Sanat eleştiri yapmazsa kendi kendinin ölüm fermanını imzalamış demektir. Sanatını, iktidarını, kalemini, fırçasını, sazını, sözünü, düzenin emrine vermiş bir sanatçının köleden hiçbir farkı yoktur " açıklamasıyla tepki gösterdi. Selçuk Belediye başkanı
H. Vefa Ülgür ise Efes Tiyatrosu'nun beş yıl içerisinde 18 oyun sahnelediğini hatırlatarak söz konusu yasaklamayı kınadığını belirtti. Ülgür, yasağın kaldırılması için her türlü mücadeleyi ilçe olarak vereceklerini söyledi.
pe
Kemal Başar Romanya'nın konuğu
Ankara Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Kemal Başar, aldığı resmi davet üzerine oyun yönetmek için Romanya'ya gitti. Başar, Romanya Devlet Tiyatroları'ndan biri olan Teatrul G.A. Petculescu'da, İsrailli yazar Nava Semel'in "The Child Behind The Eyes" adlı oyununu yönetecek. 25 Şubat'ta prömiyeri yapılacak ve Avrupa'nın çeşitli kentlerinde de sergilenecek olan oyunun orijinal müziklerinin bestecisi Kemal Günüç.
TEC'e Türkiye'den Yönetim Kurulu Üyesi ITI-UNESCO Uluslararası Tiyatro Enstitüsü TEC (Theatre Education Commitee) Tiyatro Eğitim Komitesi yönetim kuruluna ülkemiz adına dramaturg, tiyatro eleştirmeni Emre Erdem seçildi. Meksika'nın Tampico kentinde otuzuncusu düzenlenen ITI Dünya Kongresi'ne Emre Erdem ülkemizi temsilen katılmıştı.
Cem Yalın Unutulmadı Ressam, oyun yazarı, yönetmen Cem Yalın, ölümünün 6. yılında Amatör Tiyatrolar Çevresi (ATÇ) tarafından düzenlenen etkinlikle anıldı. "Sanat ve Politika" başlıklı anma etkinliklerinin ilki 23 Ocak Pazar günü Beyoğlu'nda bulunan Stüdyo Drama'da yapıldı. Cem Yalın'dan yola çıkarak, sanat ve politika ilişkilerinin konuşulduğu etkinlikler ay boyunca İstanbul'un değişik semtlerinde tekrarlandı.
> Haberler
Sahne Tasarımcılarımız Kanada'ya Gidiyor 12-19 Mart 2005 tarihleri arasında Kanada'nın Toronto şehrinde yapılacak olan WSD 2005 Sahne Tasarımları Sergisi'ne Türkiye'den beş sahne ve giysi tasarımcısı katılacak. Daha önce, dünyanın değişik ülkelerinden tasarımcılar ile 13 giysi ve sahne tasarımcımızın katıldığı dijital sergiden; ayrı bir jürinin değerlendirmesiyle "Galeri Exibit" dalında, Hakan Dündar "Kır" ve "Şvayk 2. Dünya Savaşı 'nda" oyunlarındaki sahne tasarımıyla 82 finalist arasından; Canan Göknil "Ney" ve "Dyonisos"daki, Çevren Sarayoğlu "Üç Kuruşluk Opera", Duygu Türkekul "Hürrem Sultan", Feyza Zeybek "Gayrı Resmi Hurrem" isimli oyunlardaki kostüm tasarımlarıyla 55 kişi arasından seçilerek Kanada'daki sergiye davet edildi.
cy a
Amerika Tiyatro Teknolojileri Enstitüsü (USITT) ve Kanada Tiyatro Teknolojileri Enstitüsü (CITT)'nün gerçekleştirdiği WSD Sahne Tasarımı Sergisi; tüm kostüm, ışık ve ses tasarımcılarına açık yapılıyor. Günümüz çağdaş tiyatro tasarımı çerçevesinde dijital ve galeri bölümleri bulunan sergi kapsamında konferanslar, workshoplar, sempozyum ve toplantılar da gerçekleştiriliyor. Alanında dünyanın en büyük organizasyonu olan sahne fuarında, 100 bin metrekare alanda tiyatro malzemeleri ve yapım ürünleri sergileniyor.
Amatör Tiyatro Dergisi Perdesiz
pe
Amatör tiyatro alanından haberler verecek yeni bir dergi yayın hayatına başladı: "Perdesiz". Amatör tiyatrolara ilişkin eleştirilerin, deneyimlerin, haberlerin, kurumsal çalışmaların, oyun deneyimlerinin paylaşılacağı bir alan olacağı belirtilen derginin Aralık 2004 sayısında ODTÜ Festivali'ne ilişkin yazı ve röportajlar, Yıldız Teknik Üniversitesi Mezunlar Tiyatrosu, İstanbul Teknik Üniversitesi Sahnesi, Nusaybin Eğitim Tiyatrosu ile röportajlar ve M. Ulaş Timur'un "Sevgi Paylaştıkça Çoğalır" isimli kısa oyununa yer verilmiş. Her sayıda -kayda geçmesini sağlamak ve çalışma yöntemlerini tartışmaya açmak için- bir topluluğun herhangi bir çalışmasının notlarını yayınlayacağını duyuran dergi, kısa oyun denemelerine de sayfalarını açıyor. (iletişim için Mine Çerçi: 0535 895 48 01)
TOMEB Oyun Yazma Yarışması Sonuçlandı Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği'nin (TOMEB) düzenlediği oyun yazma yarışması birincilik ödülünü "Ömür 8 gün Lakırdı 9" adlı oyunla Yıldırım Görücü kazandı. Ödüle değer bulunan Görücü'nün kanser nedeniyle hastanede tedavi gördüğü, törenli ilgili ayrıntılar planlanırken fark edildi. Genç yazarın ödülü hastane odasında düzenlenen törenle yakınlarına teslim edildi. "Türkiye Ütopyası" teması ile düzenlenen yarışmanın jürisini: Tamer Levent, Dr. Türel Ezici, Yrd. Doç. Dr. Tülin Sağlam, Tayfun Eraslan ve Tuncer Yığcı oluşturuyordu. Yarışmada ikincilik ödülünü, "Yıldızları Sayarken" adlı oyunla Zeynep Bayraktutan, üçüncülük ödülünü "D 21" adlı oyunla Emre Basalak ve Jüri Özel ödülünü "Yerin Altında" adlı oyunla Sema Göktaş kazandı. "Ömür 8 Gün Lakırdı 9' adlı tiyatro oyunuyla ödül kazanan genç yönetmen Yıldırım Görücü'nün ödülü, Bakan Erkan Mumcu ile Müsteşar Mustafa İsen tarafından, şuuru kapalı şekilde yattığı hastane odasına götürülerek yakınlarına verildi. 1963 Erzurum doğumlu Görücü, Halk Eğitim Merkezleri'nde başladığı tiyatro hayatını, bir süre Melikgazi Belediyesi Konservatuar Müdürü olarak sürdürdü. Pekçok tiyatro oyununa imza atan tiyatrocunun, yönettiği oyunlar arasında Ülker Koksal'in 'Uzaklar', Oğuz Atay'ın 'Oyunlarla Yaşayanlar', Agatha Christie'nin 'On Küçük Zenci', Turgut Özakman'ın 'Fehim Paşa Konağı' ile 'Resimli Osmanlı Tarihi', Dinçer Sümer'in 'Gül Satardı Melek Hanım' ve Erman Canatan'ın 'Batakhane Güzeli' adlı eserleri yer alıyor. Yarışmanın diğer ödülleri, 10 Ocak 2005 tarihinde Ankara'da yapılan bir törenle dağıtıldı.
a
cy
pe
a
cy
pe
Dünden Bugüne Zorlu Bir Yolculuk.. "Tiyatro kalımsız bir formdur" der eleştirmen Micheal Kirby. "Geride bıraktığı izler onun özüne yönelik saptamalardır." Tiyatronun izini sürmek kolay değil. Hele Türkiye'de hiç değil. İleriye dönük kalıcı sistemlerin özümsenmediği toplumlarda tiyatro alanında da büyük boşlukların varlığı kaçınılmaz. Söz konusu boşlukları kısmen de olsa dolduracak oluşumlardan biridir eleştiri mekanizması. Eleştiriler matematik denklemlerinin sonuçları kadar kesin değerler taşımasa da, zaman zaman eleştirmenin anlama ve algılama sürecindeki ince/kalın çizgileri yansıtsa da tiyatro sanatının evrelerini dönemler içinde eleştiri penceresinden izlemek mümkündür. O nedenle, sorumluluk, bilgi ve birikim isteyen bir iştir eleştiri yazmak. Metinler, reji notları, fotoğraflar, çizimler, söyleşiler, araştırma ve inceleme yazılan eleştirinin çok ötesinde tiyatroya yönelik gelişmeleri dünden bugünlere, yarınlara taşıyacak önemli belgelerdir. Belgelerin ve eleştirilerin yolları sıklıkla kesişir. Söz konusu kesişmeler tiyatro kitaplarının, bilimsel araştırmaların yanı sıra , daha farklı bir bağlamda tiyatro dergilerinin sayfalarında da gerçekleşir. Bir anlamda, o gün var olanla, o gün yapılanla örtüşen buluşmalardır dergi sayfalarından yükselen sesler. Bu açıdan bakıldığında, Şubat 2005'te 15. yılını dolduracak olan "Tiyatro...Tiyatro..." Dergisi'nin önemli bir misyonu vardır.
****
Ekim 1994'e kadar bir haber -tanıtım dergisi kimliği taşıyan "Tiyatro...Tiyatro..." benim Genel Yayın Yönetmenliğim döneminde yeniden yapılanma sürecine girdi. Ekim 1998'e kadar, bu beş yıl boyunca Emre Koyuncuoğlu Yayın koordinatörü olarak bana destek verdi. Yeşim Demir Görsel Danışman olarak yanımızda yer aldı. Nalân Özübek yine derginin temel direklerinden biriydi. Keza Erkut Arıburnu da... Derginin Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Demirkanlı kararlarımda beni özgür bıraktığı için gerekli yapısal değişiklikler hayata geçirilebildi. Eleştiriler, araştırma yazıları, incelemeler ve her ay farklı bir dosya konusu "Tiyatro...Tiyatro..."ya yeni bir boyut kazandırdı. Akademisyenler, eleştirmenler, sanatçılar, genç kalemler Derginin yazı kadrosunda yerlerini aldılar. Böyle bir değişim kaçınılmazdı. Tabii ki söz konusu düzeyi yakalamak için çok çalışıldı. Elbirliği ile elde edilmiş bir başarıydı bu. "Tiyatro...Tiyatro..."nun üçüncü evresine ilk adım, Kasım 1998'de, - Orhan Alkaya'nın kısa süren Yayın Yönetmenliği'nden sonra - Mustafa Demirkanlı'nın Genel Yayın Yönetmeni olmasıyla atıldı. Bu dönemde, Demirkanlı; Ahmet Cemal, Ahmet Levendoğlu, Orhan Alkaya, Ali Taygun, Üstün Akmen gibi sanatçılardan, yazarlardan her zaman olduğu gibi destek görecekti. Dergi zorunlu olarak kapanıp kısa bir süre sonra yeniden çıkmaya başlarken Kerem Kurdoğlu, Nilüfer Kuyaş, Naz Erayda, Nihal G. Koldaş, Handan Şenköken ve daha pek çok tiyatro sevdalısı el verdiler çalışmalara. Duygu Atay, Pınar Erol, Erkut Anburnu Derginin ayrılmaz parçalarıydılar. Bugün de öyleler. Yukarıda değindiğim gibi, tüm iyi niyetli uğraşlara karşın, Aralık 1998'de "Tiyatro...Tiyatro..." geçici olarak kapanmak durumunda kaldı. Mustafa Demirkanlı'nın harcadığı çabalar o yıl tükendi. Sanırım bunda çocuk tiyatrosuna duyduğu olağanüstü ilgi nedeniyle, bazı kurum ve kuruluşlar tarafından verilen maddi destek sözlerinin gerçekleşmesini beklemeden iki önemli etkinliğin altına imza atmasının payı büyüktür. "1.Uluslararası İstanbul Çocuk Tiyatrosu Festivali ve Eğitim Programı" ile " 1 . Türkiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı" Dergi'yi kapanma noktasına getirdi. Ne var ki Demirkanlı, çoğumuzun umutsuzluğuna karşın zorunlu kapanış haberini verirken "Bu yazının bir veda yazısı olmadığına inanıyor, inanmak istiyor, 87nci sayımızda buluşmak üzere hepinize iyi seyirler diliyorum" diyordu. Ve "Tiyatro...Tiyatro..." iki ay sonra yeniden yayınlanmaya başladı.
pe
cy
a
Tiyatro sanatının çeşitli zorluklarla mücadele edilerek yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Sorunlar her geçen yıl çığ gibi büyürken devlet bütçesinden kültür ve sanata ayrılan pay da giderek küçülüyor ve bu ters orantı ne yazık ki sanat dünyasında ses getirecek güçlü dayanışmalara zemin oluşturamıyor. Yanlışları düzeltmek, sorunları masaya yatırmak, çözüm yolunda adımlar atmak yerine, son örneğini geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında üzülerek izlediğimiz gibi, cepheler kuruluyor, farklı diller konuşuluyor, sanat ve sanatçı yıpranıyor, yıpratılıyor. Yıllardır tartışılan, daha doğrusu tartışılamayan sorunların orta yerinde de bir tiyatro dergisi; "Tiyatro...Tiyatro..." ısrarla ayakta kalabilme savaşı veriyor. Derginin sahibi Mustafa Demirkanlı, özellikle 1994'ten bu yana, bu mücadeleyi sürdüren kişi. Onun direnme gücünü asla yitirmeyeceğine ve "Tiyatro...Tiyatro..."nun Agop Ayvaz Bey'in tam 50 yıl çıkarttığı aylık tiyatro mecmuası "Kulis"e rakip olacağına inancım sonsuz.
değişeceği haberlerini de verir. Savaş Çekiç, Görsel Yönetmen olarak Dergiye yeni bir görünüm kazandırır. Ama, ücret uygulaması ve kısıtlı reklam girdileri artan masrafları karşılamayacak ve, en önemlisi, maalesef bugün de çözüme ulaşamamış olan dağıtım sorunları nedeniyle tiraj düşecektir. Yel değirmenlerine karşı bir mücadeledir bu sanki. Ödenekli kurumların, belirli kütüphanelerin az sayıda da olsa, Dergi alımına gitmeleri kuşkusuz bir nefes deliğidir. Ne var ki, ilerleyen yıllarda bu tür alımların keyfi yürütülmesi ortaya inişli çıkışlı bir grafik çıkartır.
Yayın hayatına aylık haber ve tanıtım dergisi olarak başlayan "Tiyatro...Tiyatro.."nun birinci sayısı Şubat 1991'de 3. hamur kağıda 32 sayfa olarak basılmış. Derginin ilk sahibi yine ömrünü tiyatroya adamış olan bir kişi; MitosBoyut'un sahibi Yılmaz Öğüt. Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ise Mustafa Demirkanlı. Ücretsiz dağıtılan Dergi'nin Danışma Kurulu'nda kimler yok ki... Orhan Alkaya, Rutkay Aziz, Tuncer Cücenoğlu, Genco Erkal, Fikret İlkiz, Yılmaz Onay, Işık Yenersu. Tabii ki izleyen yıllarda bu sanatçılar arasında değişimler olur, ama Orhan Alkaya, Rutkay Aziz, Yılmaz Onay, Yılmaz Öğüt gibi isimler Dergiye içerden desteklerini uzun yıllar sürdürürler. "Tiyatro...Tiyatro..." 4. sayısıyla birlikte daha nitelikli bir kağıda basılmaya başlar, sayfa adedi 48'e çıkar. Derginin içeriğini haberler, kısa röportajlar, tanıtım yazılan oluşturur. Henüz eleştiri yazılarına yer verilmez. Bu arada, Ankara ile İzmir tanıtım ağına girer. Dergi 22.000 adet basılır. Bu, kolay ulaşılacak bir sayı değildir, hele bir tiyatro dergisi için. "Tiyatro... Tiyatro..."nun 18. Sayısı (Ağustos-Eylül 1992) bir dönüm noktasıdır . Çünkü artık ücretli olarak çıkmaya başlar: 200 TL. Mustafa Demirkanlı "Böylesi bir uygulama derginin dağıtımının düzene konulması ve gereksiz dergi israfını önlemek için...Minicik bir fiyatın düzensizlikleri gidereceğini ve daha geniş bir kesime ulaşmamızı sağlayacağını tahmin ediyoruz" derken mizanpajın ve içeriğin
İnanıyorum ki "Tiyatro...Tiyatro..." önümüzdeki yıllarda vizyonunu daha da genişletecek ve kapılarını sınırlar ötesine de aralayarak evrensel boyutları zorlayacak, karşılıklı bilgi akışını gerçekleştirebilecektir. Günümüzde, ulusal sınırların dışına taşarak dünya tiyatrosu ile Türk tiyatrosu arasında yazın yoluyla kurulacak köprülerin yeni sorgulamalara, araştırmalara zemin hazırlaması kaçınılmazdır. Tiyatronun temel sorunlarına yönelik olarak ele alınacak, çok yönlü olarak işlenecek ve polemiklerden olabildiğince uzak dosyalar tiyatromuzda olumlu çalışmalara, gelişmelere yol açacaktır düşüncesindeyim... İsteklerin ve beklentilerin sonu gelmiyor değil mi? ...Daha güzel günlere "Tiyatro...Tiyatro..." Dikmen GÜRÜN
pe cy
"Tiyatro" dergisi büyük çabalarla yaşatılmaya çalışılan bir dergi. Bunca yıldır başta Mustafa Demirkanlı olmak üzere birçok insanın emeği var bu dergide. Bir dönem gereksiz yere dedikoduya, söylentilere fazla odaklanmış bir dergi olduğu izlenimi uyandırmıştı bende. Bu durumdan rahatsızlık duymuştum. Ama bugün dergiye baktığımda, o eski, gereksiz polemikleri aza indirgemiş, daha çok tiyatronun içsel sorunlarına yer veren bir dergi görüyor, bundan da mutluluk duyuyorum. Yeni eleştirmenler kazandırmak için de çaba harcıyor "Tiyatro" dergisi. Bu çok önemli. Ancak kazandırmaya çalıştığı eleştirmenler -vaktiyle eleştiri dersleri almış da olsalar- bazen, günümüz tiyatrosunun dili konusunda yetkin olamayabiliyorlar. Eleştiri dilini de yetkin kullanamıyorlar. Ya da bazıları, tam tersi, fazlasıyla entelektüel olma çabasıyla yazıyorlar. Elbette bunlar deneyimle daha aza indirgenecek kusurlar. Zamanla öğrenirler umarım. Dergi belki bu konuda daha yetkin eleştirmenlerin görüşlerinden yararlanabilir; o görüşler doğrultusunda yeni eleştirmenlerin yolunu açabilir.
genelde tiyatro sanatının ve bizim tiyatromuzun bugün içinde bulunduğu sorunların yalnızca yakınma, ya da saptama sınırları içinde ele alınmaması, bu çıkmazdan kurtulmak için nasıl bir yol izlenmesi konusunda hem kuramsal görüşlere yer verilmesi, hem bu doğrultuda yapılan uygulamaların olumlu ve olumsuz yanlarıyla ele alınmasıdır. Tiyatro sanatının yaşamımızdaki yerini, toplumdaki işlevini, etik ve estetik boyutlarını, gerçek işlevini yerine getirme yolunda önüne çıkan engellerin nasıl aşılabileceğini tartışan yazıları gereksiniyorum. Fakat, herşeyden önce sizi, bu güzel dergiyi yaşatma çabanız için kutluyorum.
a
Daha iyi bir "Tiyatro" için...
Ayrıca, "Tiyatro", yalnızca Türkiye'deki tiyatrolarla ilgili değil, umarım günün birinde, dünyadaki farklı tiyatrolar hakkında da, geniş bilgiler edinebileceğimiz bir dergi olma özelliğine kavuşur. Bunlar, istekler ama, asıl önemlisi, elimizdekinin kıymetini bilelim. Emeğinize sağlık. Yeni yaşınız kutlu olsun. Özen Yula / Oyun Yazarı)
Tiyatro... Tiyatro... öncelikle güzel bir dergi. Kağıdı, kapağı, mizanpajı, fotoğraflarıyla göz dolduruyor. Tiyatro sanatının böylesine özenli bir tanıtımı hak ettiğini hatırlatıyor. Haber ve eleştiri ağırlıklı içeriği dolgun. Son sayılarına bakarak derginin giderek geliştiğini de görüyorum. Benim tek isteğim,
Sevda Şener / Akademisyen
15 yaş bir insanın çocukluktan gençliğe geçişinin, toplum içinde reşit bir birey olmaya hazırlanışının yaşlı olduğu için bana göre çok önem taşır. 15 yaş bir dergi için; hele hele bir sanat, bir tiyatro dergisi için günümüz Türkiye'sinde gerçekten gurur duyulacak, övünülecek bir yaştır. Kolay değil; yolsuzluğun, bayağılığın giderek arttığı, dolayısı ile estetik duyguların, estetik bütünlerin yok olduğu; araştırma, inceleme öğrenme dürtüsünden uzaklaşılmış bir toplumda salt sanatla ilgili yazılar yazarak bir dergi oluşturmak ve ayakta kalabilmek... Üstelik kolaya kaçmadan, Türkçe'ye ve yazım kurallarına saygılı, konuları yansız ve apaçık ele alarak 15 yıla ulaşmak...
Özellikle son iki yıldır tiyatro eleştirisi yazılarındaki artış, derginin abonelerine ulaşmasındaki düzenlilik öyle sanıyorum ki benim gibi bir çok okuru da tatmin etmektedir. Yurttan ve dünyadan sanat etkinliklerinin, festivallerin, sanat yarışmalarının kapsamlı ve bir takvim biçiminde duyurulması belki bundan sonraki sayılarda bulacağımız yenilikler olabilir. ( Gılman Kahyaoğlu Peremeci / Oyuncu
> İZDÜŞÜM > Ahmet Levendoğlu > alevendoglu@tiyatrodergisi.com.tr
Özeleştiriye Bir "Öz" Eleştiri Bu sayımızda özeleştirel bir bakış çizgisi amaçlandığından, bu yazı da o doğrultuda bir içerik taşıyacak. Efendim, en dertli olduğum konudan başlamalıyım. Bu dergide ben yazar ve yayın kurulu üyesi olarak uzun yıllardır varım. Bir buçuk yıl kadar önce ise bu işlevlerime bir yenisi eklendi. Eklendi dediysem, kimse benden böyle bir işi üstlenmemi istemedi. (Bu da, kimsenin bir eksiklik görmüş olmadığını gösteriyor olmalı.) Ben, gerekli olduğunu belirterek, işi gönüllü olarak kendim üstlendim. Neyse, "iş" dediğimin, her yayın organının en önemli gereksemelerinden olan redaksiyon - düzelti işi olduğunu belirteyim. Dergimizde bu gereklilik vardı, çünkü her sayımızda yüzlerce (abartı değil, öyle) yanlış göze batıyordu. (Yani, benim gözüme batıyordu.) Benim böylesi bir işle ilgim nereden kaynaklanıyor diye soracak olursanız, söyleyeyim. Efendim, benim, naçizane, yaklaşık beş yıl boyunca, önemli ürünler vermiş olan Yaşayan Drama tiyatro kitapları dizisini başlatıp yayın yönetmenliğini/editörlüğünü yürütmüşlüğüm var. Şimdi benim gibi kusursuzluk tutkusunun (ya da illetinin) pençesinde yaşamını sürdüren birinin, kitaplarda yanlış görmeye katlanabilmesi söz konusu olamıyor. Uzatmayayım, birinci kitaptan başlayarak, düzelti işinin düzeltmenlere bırakılamayacağını gözlemlememle işi kendim üstlendim ve kısa zamanda kavradım, giderek onda ustalaştım, efendim. Bu arada yaşamımdan aylar masa başında geçip gitmeye başlamıştı. Ama, n'aparsınız, her şeyin bir bedeli var. O dizide hemen hemen yanlışsız, hatta hiç yanlışsız kitaplar yayınladım.
a
Bugüne, dergimize dönersek; belki aranızda, bir buçuk yıllık son dönemin -bu bakımdan- farkının ayırdına varmış olanlar çıkabilir. Olur da çıkarsa, buna sevinirim elbet. Ne var ki, dergimizde, gönüllü verdiğim bu hizmetin meyvesini tam alamıyorum, sevgili okur. Her sayıda bir, kimi zaman iki günümü vererek yaptığım bu işte, sonuçta bakıyoruz ki, çıkan dergide, yapıp aktardığım ve Demirkanlı dostumla üzerinden karşılıklı olarak iki üç kez geçtiğimiz düzeltmelerden birkaçı olduğu gibi (yanlış biçimiyle) duruyor!
pe cy
Bu işe cinliler mi karışıyor, yoksa son dakikada birilerinin eli yanlışlıkla bir yerlere mi değiyor, artık bilemiyorum. Bildiğim şu ki, ben bu durumdan ne denli sıkılıyorsam, eminim Demirkanlı da o ölçüde sıkılıyor. Ama şunu alttan alta sezer gibi oluyorum ki, onun sıkıntısının özü biraz değişik. Sanki, "Ahmet Bey şu işten bir caysa da bu cendereden kurtulsak, bir rahat soluk alsak." diye düşlüyor gibi görünüyor benim gözüme. Zaten bu sayıda dergi ilk kez denetimimden geçmeden çıkacak, çünkü hem bu yazıyı yazıp hem o işi yapabilmem için bu kez vaktimiz yoktu, "ikisinden biri" dedim, dostum hiç duraksamadan "Düzelti kalsın." karşılığını verdi, (İçinden "Oh, be!" deyişini telefonda bile duyumsadığımı belirtsem, yeridir.) Sonucu hep birlikte göreceğiz, bakalım. Ama ben en azından bu yazının düzeltisini yaparak kendimi güvene alacağım, yine de. Yukarıdaki (öz)eleştiriyi hafiften alaycı bir biçeme sarmalama yoluna gittim, çünkü gocunmalara, kırılmalara yol açma niyetinde hiç değilim... Şimdi, özeleştiri bağlamında öteki değinmelerimi sıralayayım:
- Derginin, yeni/genç eleştirmenlerin yetişmesine bu sayfalarda kapı açmak gibi doğru bir hedefi var, bildiğiniz gibi. Bu konuda elden gelen, gerçekten yapılıyor. Kimi sonuçlar da alınmıyor değil. Ama benim bu doğrultuda yakınmalarım ağır basıyor. Yeni katkılarda, dilimize ve yazın kurallarına epey özensiz davranıldığını görüyorum. İçerik ve değerlendirmede yeterlilik, kuşkusuz deneyim ve zaman isteyen yetiler. Gelişmenin, serpilmenin yolu, çok kalem oynatmadan geçiyor. Ama, örneğin, sırf yakın ilişki içinde olunan tiyatroya ya da sanatçıya övgüler düzme amacıyla eleştiri yazmanın, eleştiri etiğini çiğneyip geçmek demek olduğunu bilmek için çok deneyim gerekmez. (Son dönemde, büyük kentler dışındaki bölgelerin tiyatrolarının oyunlarını değerlendiren eleştirilerde, genelde bu yanlış yaklaşım görülüyor.) Bu tür yazıların kabul görmemesinde dergimiz daha kararlı davranmalı, diyorum. - Yayın Kurulu toplantılarında "Şunu da yapsak.", "Buna da el atsak." diye ortaya atılan görüşler olur. Bunlar notlara/deftere de (zaman zaman!) işlenir. Ama bir bölümü sonra toptan unutulur. Örneğin benim "tiyatromuzun 'büyük adları' ile uzun söyleşiler yapılması" yolundaki, bir iki kez yaptığım öneri bir yere varmamıştır. Bu kırattaki sayılı kişinin, bir yapıtıyla gündemde olması da gerekmez. Onlar "özel"dir. O "özellerin özel yaşamlarına da -kuşkusuz düzeyli içerikte- pencereler açılabilirse, bu, her tür okurun ilgisini çekecek bir malzeme olur. - "Ağırbaşlı" sayılabilecek bir sanat dergisinde de, eğlendiren, gülümseten bir iki köşe bulunması olumlu, sağlıklı bir şeydir. Taşlamanın, alaylı yerginin ferahlatıcı yanı da vardır. Kısa bir dönem, buna yönelik "tomruk" adlı bir sayfa ayırmıştık. Ama yürütemedik. Bunun kusuru da bizdedir. - Bunların dışında ekleyeceğim, sıralayacağım şey yok. Özeleştirinin önemine gerçekten inananlardanım. Öte yandan çıkardığımız bu derginin, ulaştığı noktada, kendi alanında, bu ülkenin dergicilik standardının üstünde bir iş gerçekleştirdiğine de inanıyorum. Demek istediğim, salt özeleştiriden yana olduğumu ortaya koymak adına birkaç eksik daha bulup sıralamak için kendimi zorlayacak filan da değilim.
pe cy a
Bir kedi sadece bir kedidir...
Medyanın mizahi yüzü: Press Bey
Selçuk Demirel, Kâğıttan Kediler'de özgürlükleri, miskinlikleri, esneklikleri, biri dingin, biri tedirgin gözleriyle kedileri çiziyor... Kediye yaraşır, hınzır, renkli, ustaca desenlerle... Demirel'in birbirinden ilginç kedi çizimlerine Nâzım Hikmet'ten Mallarme'ye, Oktay Rifat'tan Sait Faik'e, Paul Eluard'dan Bilge Karasu'ya kadar pek çok yazar ve şairin metinleri eşlik ediyor. Kedileri ve kitapları sevenler için...
Arap Kadri, Muhlis Bey gibi unutulmaz tiplemelerin yaratıcısı olan Latif Demirci'nin son karikatür kitabı Press Bey: Şu Köşe, Yaz Köşesi YKY'de... Demirci, Press Bey'le toplumu ve medyayı eleştirirken, Türk basınındaki pek çok gazetecinin uçuk-kaçık taraftarlarını da öne çıkarıyor. Usta karikatüristin tiryakisi olduğunuz tiplemeleri: Press Bey, karısı Medya, puanlı köpeği Rambo, şoförü ve koruması Sabit, gündelikçisi Güllü hep yanımda olsun diyorsanız, bu kitabı kaçırmayın...
Kâğıttan Kediler, Selçuk Demirel, 96 sayfa
Press Bey: Şu Köşe, Yaz Köşesi, Latif Demirci, 186 sayfa
Diğer Kitapları: Doğuştan Fenerli Mithat, Press Bey: Milenyum 2000, Köşeli Türklerden Press Bey, Bugün Devlet için Ne Yaptın?
>ŞANO > Orhan Alkaya > orhanalkaya@tiyatrodergisi.com.tr
On Beş Yıl Olmuş, İçimiz (ne) şeyle Dolmuş Masama, Tiyatro... Tiyatro... dergisini eleştiren bir yazıyı klavyeye almak üzere oturdum. Bizde eleştiri, umumiyetle "kötülemek" diye algılanır. Elbette bu galattan söz etmiyorum. Kriterlere dayalı olarak kritik etmektir eleştirinin esası. Beni masama bu aykırı niyetle oturtan, arkadaşların benden bu işi istemeleriydi. On beş yılımız doluyor, malûm. Herkes iyi niyet belirtir a böyle zamanlarda, bu da malûm. Bir de, şöyle bir iğneyi kendimize batırmamızda yarar varmış. Bizim arkadaşlar, cemaziyülevvelimizi en iyi bilenlerden olarak, bu iğnecilik işi için beni münasip bulmuş. E, çok söz var söylenecek. Memleket gibi bir dergiyiz önünde sonunda. Kapaktan tashihli metin girmeyi becermişliğimiz bile vardır. Son dizilişte Ahmet, Ali, Üstün, Mustafa bir de bendenizden mürekkep Yayın Kurulu ayda bir kere toplanır, iki üç saat kadar sonra da, ayda bir kere yaptığımız yemekli randevuya geç kalmakta olduğumuzu ayrımsarız. Böyle olunca, sözgelişi, bir oyunun başarısında yönetmen yardımcısının büyük payını ayırt edebilen bir eleştirmenimiz gözden kaçıverir. Ya'u memlekette bu çapta eleştirmen vardı da bugüne kadar biz mi bilemedik, diye hayıflanırız ardısıra.
a
Zaman gelir, işimizin meslek yanını sollayacak kertede "hızlı gazetecilik" yapmaya soyunuruz. Arkadaşlar alınmasın ama, işin bu tarafı bende hep gergin bir hisse yol vermiştir.
cy
"İyi ki yaptık, kirlilikleri deşifre ettik"leri duyuyorum. "Bu, mesleğin ta kendisidir"leri duyuyorum. Duyuyorum da, şu "Sezar'ı övmeye değil..." hali gına getirmedi desem yalandır. Kirlilik öyle alıp başını gitmiş ki, hayatımızdan bir "gömücüler ritüeli" çıkarmaya kalkışsak, Delfi'lik maraton olur.
pe
Öküze öykünen kurbağaların hacimlerinden çok yanılsamalı yer kapladığı bir zaman diliminde, iyi bir tiyatro dergisi çıkartmanın yolu yordamı nedir, aradık. Bulduk, bulamadık. Hem bulduk hem bulamadık. Yahut, daha doğrusu, kâh bulduk kâh bulamadık. Yayın Kurulu toplantılarında kendimizi kıyasıya eleştirmek güç iş değilmiş meğer. Hâlâ ikincisi gelmediği için, ilkinden âzâde kalamadığım bir dergiyi, hele yıldönümü nüshasında ağız tadıyla "eleştirmeye" klavyem gitmiyor doğrusu. Danışma Kurulu, Yayın Yönetmenliği, Yayın Kurulu derken, ömrümün kitabında hacimli yer tutan bu dergiyi, "bellek deposu" diyerek yerli yerine oturtmuş naçiz bendeniz, bu işi şu momentte kıvıramayacak, belli oldu. Öyleyse; Al gözüm, eski bir yazı sana seyrettirsin ahval ve şeraitimizi:
Tiyatronun D'si Hanidir, yapageldiğim işlerle arama hafifsenmesi güç bir mesafe girdi. Sanırım, tüm iklimi kuşatan depresif ruh halinden, ben de nasibimi aldım. Kaldı ki, benim durumumdaki bir adam için, aksi şaşırtıcı olurdu. Bir arkadaşımla halleşirken laf ağzımdan çıkıverdi ve ansızın aydım; Kötü şiirin iyi şiire fazlasıyla bulaştığı, bulandığı bir edebiyat iklimi... ne kriter kaldı ne kritik... Ha keza, tiyatro için de aynı sözler dönüştürülebilir. Ödenekli tiyatroları çekseniz, geriye pek küçük bir birikimden fazlası kalmaz. Tiyatro izleyicisi, gitgide arkaik bir figüre dönüşme eğiliminde, ne kriter vardı zaten, ne kritik... üstüne dramatik edebiyatımızın zayıf serüveni bitişince, bakma gitsin...
Bu ikisinin üzerine, küreselcikapitalizm histerisi ile, ulusalcılık histerisinin Kavuklu Pişekâr oyununu ekleyin... Faşizm teorisyenlerini hasetten çatlatacak söylem yumurtalarının üzerindeki "sol" etiketi akıl yitimine uğramadan okumak nasıl müşkül iştir, bunu da... E, ayıptır söylemesi, şairim, tiyatrocuyum, solcuyum. Makul çoğunluktan değilim, hatta, kimi arsız manipülatörlere bakılırsa, azgın azınlığın tam da merkezindeyim. Oldu olacak kırıldı nacak, derdi Anadolu'nun eskileri. Benimki de öyle, galiba depresyondayım. Yıllar var, şu dergiyi iki ayağının üzerine kaldırmaya çalışıyoruz. Hani bir Allah'ın kulu çıkıp, ben ağzınıza layık bir tiyatro dergisi çıkartıyorum, üstelik düzenli yayınlayacağım dese... bir de bunu kartel medyasına yaslanmadan, bağımsız bir yayın olarak gerçekleştireceğinin teminatını verse... inanın bizi kimse tutamaz, o saat ver elini Yeni Zelanda!
cy a
Koskoca (ne demekse) memleketimizde bir tane tiyatro dergisi bile yayınlanmıyor denmesin diye, âlemin Sissyphoss'u olduk çıktık. Zaman zaman, özellikle bağımsız bir yayın olmasından güç alarak, büyük etki haleleri yaratmış bir dergimiz var. Hani günlük ağızda, "böyle bir filanım olsun, yüz milyar da borcum olsun" denir ya, bizim de yüz milyarı geçti geçeli hesaplamaktan imtina ettiğimiz bir borcumuz var. Olsun, buna da razı olabiliriz, ama hiçbir zaman, bu dergiyi tiyatrocuların okuması yasaktır, demediğimizden eminiz. Tiyatro okulu talebeleri, sakın ha ülkenizin tek tiyatro dergisini okumayın, diye bir kampanya düzenlemişliğimiz de yok. Sadece kişisel izlenimlerim bile, oysa tiyatro mesleğine intisab etmiş yahut buna namzet Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük bölümünce, dergimizin satın alınmadığını göstermeye yetiyor. Yönettiğim oyunlardan edindiğim en acı izlenim ise, meslektaşlarımın çoğunluğunun, benim provaya getirdiğim taze dergiyi biribirlerinin üzerine yığılarak karıştırıp, kendileriyle ilgili bir haber olmadığını görür görmez de alakalarının kesildiği yönünde. Hani bizim arkadaşlar TDR, Plays and Players, L'Avant Scene, Theater Heute vb. dergilere abone olsalar, gene içim yanmayacak. Bizim seviyemizi aşmış çocuklar, deyip geçeceğim. Memlekette tiyatro mesleği icra ediliyorsa, onun bir dergisi de olmalıdır, deyip fi tarihinde yola çıkmıştık. Tiyatronun
pe
dergisini yapalım derken, tiyatronun delisi olup çıktık galiba...
Hakkâri'de böyle bir deli vardır. Yanlış hatırlamıyorsam Nâsır'dı ismi. Yaz kış üzerinde bir pardösü ve yalınayak koşup durur sabahtan gece yatısına dek. Ayaklarının tam burna yakın kısmına basar daima. Sanırım topuklarını korumayı öncelemiş ve bu koşuşun âdeta bir baleti andıran estetiğinin ayırdına varmıştı. Onunla konuşmak bir türlü kısmet olmadı. Yanında koşmayı denedim bir keresinde, hızını artırıp gözden yitti. Belki fazla dışarlıklı bir bakış olacak ama, bana, olağanüstühalliözeltimlitanklıtoplu, üstüne üstlük, ağacı, böceği, hayvanı yitmiş, girişi olup da çıkışı olmayan o coğrafyanın en özlü protestocusu gibi gelmişti adını Nasır diye hatırladığım yahut hatırlayamadığım o "deli". Bütün bunları, canım bir tiyatro yazısı yazmayı hiç mi hiç istemediği için yazdım sevgili okur. Ha, bir de, dün geceki rü'yamın etkisini üzerimden atamadığım için. Rü'yamda bizim arkadaşlarla beraberdik; Mustafa'yla, Ahmet'le, Erkut'la, Ali'yle, Üstün'le, Duygu'yla filan... Hepimizin üzerinde partal birer pardösü vardı. Yalınayaktık. Ha babam de babam koşturuyorduk kalabalık sokaklarda. Rutkay, Yılmaz Onay, Genco, Fikret, Dikmen, Tuncer, Enis, Nilüfer, Kerem, Nalân, Işık, Sibel filan da "bize dün bir tepeden" bakıyorlardı. "Aziz dergimiz" diyorlardı. Bir ara, karşıdan Yılmaz Öğüt'ün koştura koştura geldiğini gördüm, aynı bizim gibi giyinmişti. Tam birbirimize kavuşmaktayken, derin bir hararetle uyandım. Bir bardak su içtim. Olmaması gerektiği kadar soğuk bir bardak su. Su gibi aziz olun, dedim.
a
cy
pe
pe cy a 18. yüzyıldan günümüze uzanan tarihi atmosfer içinde Pera'da yer alan Richmond Hotels, konuklarına first class hizmet veriyor. Ultra modern odaları, toplantı salonları, video konferans odaları ve teknolojik donanımlı ofisleriyle iş adamlarının ilk tercihi... Otelin roof'unda yer alan If Restaurant, panoromik İstanbul manzarası eşliğinde herkese öğlen ya da akşam çeşitli lezzetler sunuyor. Her dönem İstanbul'un önde gelen cafe'lerinden olan
Les Bones Bistro ise nostaljik ortamıyla özellikle tea time'da İstanbullu seçkin simaların buluştuğu adres!
İstiklal Cad. No: 445 Tünel, Beyoğlu 80670 İstanbul Tel: 0 212 252 54 60 Fax: 0 212 252 97 07 info@richmondhotels.com.tr www.richraondhotels.com.tr
> KIRK YILDA BİR > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
On Beş Yılda Bir... Editörüm ya, yazımı son anda yazma şansım var tabii ki, yanıt vermek istese de Yayın Kurulumuz'un iki önemli şahsiyeti, bir ay beklemek zorundalar. Bu da ayrı bir keyif, bu keyfi yaşamak için bir yüz milyar borcum daha olabilir. Olmasa daha iyi olur ya! "Rü'yamda bizim arkadaşlarla beraberdik; Mustafa'yla, Ahmet'le, Erkut'la, Ali'yle, Ustün'le, Duygu'yla filan... Hepimizin üzerinde partal birer pardösü vardı. Yalınayaktık. Ha babam de babam koşturuyorduk kalabalık sokaklarda. Rutkay, Yılmaz Onay, Genco, Fikret, Dikmen, Tuncer, Enis, Nilüfer, Kerem, Nalân, Işık, Sibel filan da "bize dün bir tepeden" bakıyorlardı. "Aziz dergimiz" diyorlardı . Bir ara, karşıdan Yılmaz Öğüt'ün koştura koştura geldiğini gördüm, aynı bizim gibi giyinmişti. Tam birbirimize kavuşmaktayken, derin bir hararetle uyandım.
a
Bir bardak su içtim. Olmaması gerektiği kadar soğuk bir bardak su." demiş yazısının sonunda Orhan Alkaya, oysa tembellik yapmayıp, eski yazısı yerine, yenisini yazmaya niyetlenseydi, suyun ısındığını da fark ederdi. Bunca yıl sonra, artık bir Reklam ve Halkla İlişkiler Müdüremiz olduğunu ve Çiğdem Hanım'ın dergiyi elimizden alacak kadar sahiplendiğini, Nalân'dan sonra bir Yayın Sekreterimiz'in olduğunu ve Ebru'nun benim koltuğuma nasıl göz diktiğini, koltuğumu korumak için ne canbazlıklar yaptığımı, Yazı İşleri Müdürümüz Pınar'ın doğum izninde olduğunu, dönünce Ebru'yla kavgalarının hangi şiddette olacağını ve kavganın dergimizi nasıl daha da yukarılara taşıyacağını tahmin edebilir, Teknik Müdürümüz Erkut'un hâlâ burada olduğunu, Duygu Atay'ın bile bu gemiyi terk etmediği görebelirdi. Ama, Sevgili Orhan, dönemsel tembelliğinde olduğu için, yazısını yediriverdi -aylardır yazmadığı yazılarının yerine- sanıyorsa yanılıyor, yemedik, umarım okur da yememiştir.
cy
***
pe
Ahmet Bey, Sevgili Ahmet Levendoğlu, tabii anladınız, anlamaz olur musunuz, "Oh be! -hatta, bu ay yırttık.-" (Bkz. "İzdüşüm", s. 8.) dememi, nasıl sizin anlamadığınızı düşündüğümü sanırsınız? Biz artık, yarınımızı bile tahmin edebiliyoruz birbirimiz hakkında. Ama, şunu bir kabul etseniz demeyeceğim, böyle birşeyi size söylemek aklımdan bile geçemez, -aslında geçer de, cesaret edemem- ama "biz sizin kadar mükemmel değiliz" Allah da bizi böyle yaratmış. Doğrusu, evet doğrusu sizin davranışınız, ama resme bir de surdan bakar mısınız? "Ben sizin kadar mükemmel olsaydım, bu dergi bugün on beşinci yılını kutluyor olabilir miydi?" Düzeltiler ya da ecinn(l)iler girmese aramıza, hayatımız bu kadar renkli olabilir miydi? Boş verin, tarihe bir derkenar bırakırken azıcık da eğlenelim. Hatırlarım da rahmetle Memet Baydur'un yazısının başlığında şöyle bir tashih yapmıştık: "Mizah Duygusunu Sitirmeyen Seyirciye Selam Olsun" , doğrusu "Yitirmeyen"di, ne gülmüştük telefonda, ne de iyi yapmışız gülmekle, ya kavga etseydik... Boş verin, biraz boş verin; iyisiyle-kötüsüyle, güzeliyle-çirkiniyle, doğrusuyla-yanlışıyla, kavgasıyla-kucaklaşmasıyla geçen bir on beş yıl. Ömrümün üçte birine yakın, büyüme ve eğitimle geçen yirmi beş yılı bir kenara bırakırsak, yaşamımın yansı. (İşe bak, yaşım da ortaya çıkıverdi.) İlk sayılarda Tuncer Cücenoğlu Danışma Kurulu'muzdaymış, 100. sayıyı çıkarttığımız günlerde -onuncu yılımızda- davalı olmuşuz, bizi dava etmiş, Tiyatro... Tiyatro.. Dergisi'ni mahkemelere taşımış. Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nurcan Tokar'ın odasında karşılaştığımız ve tanıştığımız İ. Rahmi Dilligil, bizi gerçekten onurlandıracak şeyler söylemişti orada, sonra kendisiyle yine mahkeme kapılarında karşılaşmışız. Kemal Kocatürk, değişik ortamlarda övmüş Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ni, ne denli gerekli ve önemli olduğunu dile getirmiş, sonra "dava edeceğim." demiş. Henüz bize "tebligat gelmedi". İzmit Büyükşehir Belediye Başkanı da mahkeme kapılarına davet etti, gideceğiz. İzmit Genel Sanat Yönetmeni Ragıp Savaş, geçen sayımızdaki "Bu ne Ragıp Savaş" haberine hâlâ yanıt vermedi, yanıt vermek aklından geçer mi onu da bilmiyorum. O'nu o bilir. Geçenlerde de Tuncay Özinel'i eleştirmişim Birgün Gazetesi'ndeki köşemde, Özel Tiyatrolara Devlet Desteği ile ilgili olarak, o da dava edecekmiş. Etsin, bu mahkeme kapıları Mamak'dan öte değil ya. Hâlâ yaşıyoruz, hep birlikte, hâlâ mahkeme salonlarında, kulislerde, galalarda, söyleşi masalarında tiyatromuzun tarihini aktarmaya çalışıyoruz, çocuklarımıza... .. .çocuklarımız dedim de... Tiyatro... Tiyatro... 'nun birinci sayısını çıkarttığımızda büyük oğlum üç yaşındaymış, annesiyle ayrılmışız. Küçük oğlum şimdi dokuz yaşında, onun annesiyle de ayrılmışız. Bir Tiyatro... Tiyatro... 'yla
ayrılamamışım, o mu beni bırakmıyor, ben mi onu bırakamıyorum bilemedim. Aslında birbirimizi de sevmeyiz ya... Ha, bir de Yeni Zellanda'ya tüyecekmiş Orhan, daha iyi bir tiyatro dergisi bulsaymış, sanki bensiz gidebilecekmiş gibi... Bi'de Orhan'dan ayrılamadım şu on beş yılda, hoş, bir de Demokrat Dergisi'ne uzanan nişanlılık dönemimiz vardır ya... *** Dikmen Gürün, şu anda, bu satırları yazarken bile eski kabusumu yaşatıyor bana. Yazısı -mutlaka gelecektir, eminim iki sayfa önce okumuşsunuzdur da- hâlâ gelmedi, gelmemesi bir şey değil. Gelecek, sonra sabahın yedisinde beni uyandırıp, düzeltme yapacak, bitmeyecek matbaadayken, bu kez cebimden arayıp virgülün yerini değiştirecek. Yayın Yönetmenliği döneminde, Ahmet Bey'in tanımladığı gibi "Oh be! Bu kez yırttık." demiştim bir keresinde, o kadar da emindim ki yırttığımıza, ama arada bir kafamı pencereye çevirip akşamdan beri yağan kara gülüp, "devam, devam" demeyi de ihmal etmiyordum. Utanmasam dua bile edecektim. Yüzümde gülücükler açıyor, yüreğim pır pır ediyordu, ta ki kapının o bet sesli zili çalana kadar. Kapıyı açtık, "Kardan Kadın Dikmen" karşımda durup duruyordu: "Şekerim, şu benim yazımda..." Ben o gün bile ölemedim. Daha da ölmem. Ama, Dikmen Gürün'ün yazısında söylediği gibi Agop Ayvaz'ın rekorunu madden kıramam, daha otuz beş yıl var, seksen beş yılına kadar yaşamak... Şaka di'mi? Yani sevgili okur, ben Dikmen Gürün'e, Ahmet Levendoğlu'na direnmiş bir adamın, varsa dahası buyursun gelsin... Orhan'ı, Üstün'ü, Ali'yi saymıyorum bile, ama bir şartım var tek tek gelsinler.
cy
a
Bilen bilir, bilmeyenlere de buradan aktarayım, ben tiyatro ile hiç ilgisi olmayan, hatta sevmeyen bir eski askerdim. Jandarma subaylığından atıldım 1982 yılında. Sonra, şakayla karışık kendimi bu güzel insanların içinde buldum. Şikayetlerim, onların ne kadar bu ülkenin ötesinde olduğunu anlatmıştır sanırım, eğer bu canım ülkem, bu insanların standartlarının yarısında olsaydı, burada olmazdı, ama yine de bizim ülkemiz, yine de bizim tiyatromuz, bizim insanımız, yani hepimiziz.
pe
Panellerde, mahkeme kapılarında, siyaset meydanlarında, kurultaylarda, galalarda, gazete sayfalarında, yalanlarımızla, doğrularımızla, sevgilerimizle bir on beş yıl geçirdik. Umarım çocuklarımız, herhangi birimizin bir çocuğu, alır, taşır da, bu derginin, Tiyatro... Tiyatro...'nun 150. Yılında daha keyifli bir yazı yazar, torunumuzun torunu. Ne güzel olur değil mi?
Tiyatro... Tiyatro...
pe cy
a
Ve On Beş Yılı
> Nihat Alptekin > nihatalptekin@tiyatxodergisi.com.tr
Yayın Yönetmenimiz Mustafa Demirkanlı ile, derginin 15 yılını konuşmak üzere randevulaştık. Her ne kadar eleştiriye açık, rahat bir çalışma arkadaşı olduğunu bilsem de, yine de heyecanlanmadığımı söylesem yalan olur. Demirkanlı 'nın söyleşi için tek bir şartı vardı; "Çanak soru olmayacak, aklına gelen herşeyi sorabilirsin, sormalısın." dedi, bunu ne kadar becerebildim bilmiyorum, ama 15 yılın önemli bir kısmını konuşabildiğimizi sanıyorum. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 15 yaşına bastı. Ergenlik çağında yani. Bu yaşa geleceğini düşünüyor muydunuz? Hayır. Bu yaşa geleceğini düşünmediğimiz gibi beş sayıyı aşacağını bile düşünmemiştik. Böyle bir dergiyi yayınlamaya nasıl karar verdiniz? Cin'i fazla kaçırmıştık ondan oldu herhalde! Sevgili Yılmaz Öğüt'le yayıncılık yapıyorduk, ara sıra yayınevine Rutkay Aziz de gelir, sohbet ederdik. Yine o akşamlardan birinde Rutkay "bu tiyatro camiasının bir dergisi bile yok" dedi. Çıkartalım dedim ve çıkardık. Tasarlanan bir şey değildi. Bir ay içinde ilk sayıyı çıkardık. O sıralarda Amerika yine bir
yerlerde (Körfez Savaşı) birilerinin toprağını işgal etmişti. Rahmetli Mengü Ertel çok güzel, savaş karşıtı bir kapak yaptı. Bir kaç sayı tiyatrolarda ücretsiz dağıldı. Üçüncü hamur kağıda basılı, siyah beyaz bir dergi olarak yayımlanıyordu. Tamamen tanıtıma yönelik bir dergiydi. Sonra bütün işlerinizi bıraktınız ve dergiye ağırlık verdiniz... Hayır, ilk zamanlar Yılmaz Bey çok ilgileniyor ve çok yoruluyordu. Bir gün ben artık dergiyle ilgilenemeyeceğim dedi. Mitos-Boyut yayınevini ikiye böldük; ben Boyut Yayınevi'ni ve dergiyi alıp ayrı bir ofise geçtim. Sonra bir baktım ki kucağımda kalıvermiş. Şimdi de 15 yaşma bastı. Evet tam bir ergen çocuk gibi hırçın ve isyankar... Yoo, pek hırçın sayılmaz, aslında dergi hep kimliksizdi. Gerçi bunu tercih etmedik ama böyle oldu. Keşke birkaç tiyatro dergisi daha olsa da her biri tiyatronun farklı alanlarına yönelse. Ama maalesef olmadığı için her şey üzerimize kaldı. Tanıtım, röportaj, araştırma yazıları, tartışmalar, bazen polis muhabirliği bile bize kaldı.
Bu mesele ile ilgili vicdanınız rahat mı? Hayır vicdanım rahat değil. Örneğin, basına "Birinci Perde" operasyonu diye yansıyan Bursa olaylarında, çözülmesi, açığa çıkartılması gereken daha fazla olay vardı, yarım kaldı anlayacağın. Etik kirlenmeden öte daha ciddi meseleler vardı. Aslında tiyatro ile ilgili yaşanan bir şey değildi, toplumdaki çürüme oraya da sıçramıştı. Siz tiyatro dünyasının dışında biriydiniz. Esas işiniz yayıncılık, tiyatro ile aranız nasıldı? Pek iyi denemez. Dergiden sonra biraz daha yoğunlaştığım söylenebilir. İntrernette tiyatro portalını hazırlayan Ertuğrul Timur da tiyatronun dışından biri, galiba şansımız dışardan bakabiliyor olmamız. Peki dışardan biri olarak bu 15 yıl içinde Türkiye'deki tiyatro için neler gözlemlediniz? Türkiye'deki tiyatro, Türkiye'ye benziyor. Yargının en tepesinde de suistimal iddialarının gazetelere yansıdığı bir ülke burası, her alanda kirlenmişlik var. Toplumsal alt yapı tiyatroyu da etkilemiş. Dergide gündeme getirdiğimiz olaylar yalnızca yaşanan olumsuzluğun birkaçı. Herkes birbirinin ayağını kaydırmaya çalışıyor. En son yaşanan olay tiyatrolara devlet desteği. Nerede tiyatro yaptığını kimsenin bilmediği tiyatrolar yüksek rakamlar alırken, yıllardır sanatsal ve toplumsal duyarlılıkla tiyatro yapmaya
pe cy a
Magazin tadı bile oldu sanki. Hayır, senin dediğin anlamda magazin olmadı. Kimsenin kabul etmek istemediği tiyatronun gerçek sorunlarıydı onlar. Umutların kalmadığı duruma geldiyse tiyatromuz, bir sürü etkenin yanında "magazin" diye tanımladığınız olayların da etkisi vardır. Örneğin, Rahmi Dilligil olayı Devlet Tiyatrosu'nu 15 yıl geriye götürmüştür. Dergi bu olayı görmezlikten gelemezdi. Eğer üzerine gitmeseydik Devlet Tiyatrosu daha kötü günler yaşayacaktı.
Dilligil hakkında "eser hırsızlığı" iddiasını ileri sürmüştük, belgeler bunu gösteriyordu ve bu benim için çok önemliydi. Türkiye'nin en önemli tiyatro kurumunun başında eser hırsızlığı ile suçlanan birisinin olması herkes için çok ciddi bir sorun olmalıydı. Ama tepki gösteren çok az kişi oldu. Bu dönemde dergide bu olaya yer verdiğim için, Dilligil tiyatronun koridorlarında "bu dergiyi kapattıracağım" diye dolaşıyormuş. Ben de düşündüm ki, daha önceden verdiğim dergiyi kapatma kararımı uygularsam Rahmi Dilligil bir şey başardığını sanacaktı. Ve kapatmadım. İyi de yapmışım. Yani sağolsun Dilligil.
Ben derginin ilk çıktığı günlerden itibaren dergiyi takip eden biriyim. 10. yılda ne oldu da polemikler yaşandı? Rahmi Dilligil'in derginin 15. yılına gelmesinde önemli katkısı vardır. Dergi büyük bir ekonomik krize girmişti. 10. yıl 100. sayıda artık dergiyi kapatalım kararını vermiştim. Ama tam o sırada Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Rahmi
derneği var. Özel Tiyatroların doğru dürüst bir derneği bile yok. "O, onun adamı, bu bunun adamı" diye çirkin bir kavga var ve bu kavga, gittikçe tiyatronun prestij kaybına yol açıyor. Nasıl ki birkaç yıl önce dergide yer alan polemikler okuyucuyu kaçırdıysa, yaşanan bu olaylar da seyirciyi tiyatrodan kaçırıyor. Herkes kendine ciddi sorular sormalı. Önce bu sorulara kendi cevap vermeli. Sonra, bir araya gelip bir rota çizmeliler, proje üretmeliler.
cy
a
çalışanlar komik destekler aldı. Şu anda ne ödenekli ne de özel tiyatro yapan tiyatrocuların çoğunun mesleklerini sevmediklerini düşünüyorum. Niteliği tartışılır! Eğitim okul bitince bitiyor. Mezun olan oyuncunun birinci amacı; ödenekli bir tiyatroya hem de merkezlere geçmek, ikinci amaçları ise televizyon. Bütün bunlara baktığımda tiyatronun onlar için bir amaç değil araç olduğunu düşünüyorum. Televizyona geçip rahat bir hayat yaşamak. İyimser bir azınlık da var tabii...
pe
Tiyatronun bu kadar gerilemesinin dış etkileri de yok mu? Kültür emperyalizmi gibi söylemlerle meseleyi açıklamamı istiyorsan, böyle bir kolaycılığa girmeyeceğim, boşuna uğraşma. O, çok daha detaylı çözümlemeleri gerektirir ve ülkenin genel yazgısından ayrı ele alınamaz. Biz, bugüne, bugünün koşullarından bakmak durumundayız, en azından Tiyatro Dergisi'nde. Şimdilerde umutlandığım bir gelişme var; Devlet Tiyatroları'nda tadil yasa tasarısı üzerinde çalışılıyor ve artık kişiler üzerinden değil sistem üzerinden sorunlar tespit edilip çözüm aranıyor. Bu meseleyi önümüzdeki aydan itibaren geniş bir biçimde tartışmaya başlamamız gerek.
Özel tiyatroları nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye toplumu, son 25 yıldır ekonomik ve kültürel krizleri yaşıyor ve tiyatro da bu krizlerden nasibini aldı tabii ki. Ancak, olaya sadece ekonomik yönden bakarsak bir yere gidemeyiz. Televizyon ve sinemanın da etkisi vardır. Ki bu dünyanın her yerinde böyledir ama tiyatro oralarda hâlâ ayakta ve gelişiyor. Bizde birkaç tiyatronun dışında arayış içinde olan tiyatro yok. Röprizlerle devam ediyor çoğu. Tiyatrocular seyirciyi ciddiye almıyor bence. Magazin programlan çok seyrediliyor o zaman magazin programlarında yer alan insanları oynatırsak -tırnak içinde söylüyorum"müşteri buluruz" diyorlar ama bulamıyorlar. Çünkü, şunu gözden kaçırıyorlar; izleyici o insanları magazin programında seviyor, tiyatroda değil. Tiyatrocuların birbirleriyle ilişkilerini nasıl gözlemlediniz? İlişki yok ki gözlemleyeyim. Bu ülkede kapıcıların bile
Peki bu alanın dergisi olarak sorumluluklarınızı yerine getiriyor musunuz? Meslek batarsa dergi de batar. Üç kuruşluk devlet desteği için kamuoyunun önünde birbirine saldırırlarsa seyirci tabii kaçar. Bu noktada bizim yapacağımız bir şey yok. Kendi mesleklerinde gelişime önem vermiyorlar. Festivaldeki oyunları da izlemiyorlar. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ni de beğenmiyorlar. Ortada bir dergi var ama tartışma alanı yaratmıyorlar. Son iki yıldır yeni eleştirmenler kazandırmaya çalışıyoruz. Artık eleştirilere cevap geliyor. İşte bu tartışmalar olumlu noktalara götürecek. 'Er Meydanı' diye bir dizi başlattık. Bu dizide eleştirmenlerimiz yönetmenleri çok fazla sıkıştırmaktan çekiniyorlar. "Zaten tiyatrolar zor durumda, bir de biz olumsuz yaklaşmayalım" diyorlar ki; bu bence yanlış. Eksikleri tespit etmek lazım. Bölge tiyatrolarında rekabet yok. Çünkü dış göz yok. Son yıllarda 'Bir Oyun İki Eleştirmen' diye bir bölüm de yayımlıyoruz. Bir oyundan farklı tatlar almış iki eleştirmenin, iki farklı değerlendirmeleri oluyor bu bölümde. Yani, eleştiri son tahlilde "sübjektif bir yaklaşımdır, yaratıcılar ve icracılar yayımlanan eleştiriye bakıp, katılırlar veya katılmazlar. Yoksa, kimse kimseyi sevip sevmediği için yazmıyor veya öyle olmamalı. Bir de 'Beyaz Cama Taşanlar' bölümü var. Gençler eleştiriyorlar bu bölümü. Popüler olmuş insanlarla neden röportaj yapılıyor diye. Biz televizyon yıldızları ile röportaj yapmıyoruz. Tiyatro kökenli televizyon oyuncuları ile söyleşiyoruz. Evet, "bu insanlar neden tiyatro yapmıyor da dizide oynuyor" diyorlar. Canım 20 yıl önce de seslendirme yapıyorlardı, "niye piyasa filmlerini seslendiriyorsun?" denmiyordu. Çünkü, o işte para
büyük değildi. Şimdi televizyonda çok para kazanılıyor. Bence bu biraz da kıskançlık. Sonuçta bu bir seçimdir. Oyuncu olarak seçimini televizyondan yana kullanmıştır. Yalnız tiyatro yapıyor diye ille de olumlanması da yanlış. Tiyatro yapıyor ama nasıl? Bu dizi röportajlarda iki alanı karşılaştırmayı ve icracıların duygu ve düşüncelerini aktarmaya çalışıyoruz, bunu amaçlıyoruz.
Okuyucu profilinizi nasıl tanınılıyorsunuz? Tiyatrocularla izleyicilerin okuyucu olarak sayısı hemen hemen aynı. Maalesef genç tiyatroculara dergiyi beğendiremiyoruz. Elbette çok eksiklerimiz var. Ama bu kadro ile ilgili. Genelde destek yazıları ile oluşturuyoruz dergiyi. Ama biz ne yapsak ta gençler bizi yine okumayacaklar, Çünkü hiçbir şey okumuyorlar.
Çocuk tiyatrosunu derginiz her zaman önemsedi. Bundan sonra neler yapacaksınız? Çocuk tiyatrosu konusuna hiç girmeyelim bence. Çünkü çok uzun konuşulacak bir konu. 1998'de çocuk tiyatrosu festivali projemizde sloganımız; "Türkiye'de Çocuk Tiyatrosu Yok" idi. Gerçekten de yok. Herkes el yordamı ile yapıyor. Çünkü eğitim yok. Doğru mu yanlış mı? Bence çok yanlış yapılıyor. Birinin on beş-yirmi yıldır çocuk tiyatrosu yapıyor olması, doğru yaptığı anlamına gelmez. Çocuk tiyatrosu bir uzmanlık alanıdır. Çocuk tiyatrosuna önce ödenekli tiyatrolar el atmalı. Eksiklikleri saptayıp imkanlarını kullanarak bu alanda daha çok çalışma yapmalılar. Bence Devlet Tiyatrosu, bütçesinin çeyreğini çocuk tiyatrosunun eğitimine ve prodüksiyonuna kullanmalı. Yirmi oyun eksik yapsın, seyirci sayısı azalsın. Bir de, çocuk oyunlarında yaş grubu belirtme meselesi var. Bu konuda da pek duyarlı davranılmıyor. Bir çocuk tiyatrosu dergisi çıkartma projemiz var. Ekonomik durumumuz iyi olursa onu da yapacağız.
Nasıl bu kanıya varıyorsunuz? Çok basit. Yalnızca tiyatro eserleri yayınlayan birkaç yayınevi var, satışlarına bakalım. Durum çok açık. O yayınlar hâlâ raflarda duruyor. Keşke gençler kendilerini ifade etse de biz de yayımlasak. Herkese sayfalarımız açık.
Şubat ayı itibari ile bir internet sitesi açmayı düşünüyorsunuz. Evet 1 Şubat itibari ile yayına geçeceğiz. İki bölümden biri herkese açık, kolay izlenebilir bir bölüm olacak. Tiyatro ile ilgili bütün alanların olduğu, genç eleştirmenlerin yazılarının olacağı bir bölüm. İkinci bölümde ise Tiyatro... Tiyatro... Dergisi olacak. En önemlisi derginin bütün sayılarını bu siteye yükleyip arşivi okurlara açacağız.
cy
a
Derginin dağıtımı her zaman sorun oldu, bu konuyu nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz? Yıllardır Devlet Tiyatroları'nın, bölge sahnelerinin gişelerinde okuyucuya ulaşmaya çalışıyoruz. Bayilere dergi verebilmemiz için reklam gelirlerimizin artması gerekiyor. Çünkü, dağıtım şirketlerine ödeme yapmak zorundayız. Umarım 2005 Ekim ayında dağıtım konusu daha iyi bir duruma gelecek.
On beş yılda eksik kaldığını düşündüğünüz bir şeyler var mı? Elbette var ve zamanla bunları tamamlamaya çalışacağız. 150. sayımızda mizanpajı değiştirdik. Sanat Yönetmenimiz Genco Demirer ve Fotoğraf Editörümüz Gülay Ayyıldız Yiğitcan ile kolay okunur, estetiği yüksek bir dergi yaratmaya çalışıyoruz. Sağolsunlar dostlukla ve büyük özveri ile dergiyi paylaşıyorlar.
pe
Dergi ile ilgili olarak tiyatroculardan beklentiniz ne? Açıkçası tiyatroculardan bir beklentim yok. Onların dergi olarak bizden bir beklentileri olmalı. Dergiyi bir platform olarak kullanmalarını isterim.
Bundan sonraki projeleriniz neler? Gerçekleştirmeyi düşündüğümüz bir "Anadolu Tiyatrolar Buluşması" projemiz var. Anadolu'daki tiyatroları İstanbul seyircisi ile buluşturmak istiyoruz. Çocuk tiyatrosu festivalini yeniden başlatmak veya devam ettirmek de vazgeçemediğimiz bir proje. Üzerinde çalıştığımız bir de televizyonda tiyatro programı projemiz var, çalışmaları hızla devam ediyor, tabii önümüzdeki sezon hayata geçirmeyi planladığımız "Tiyatro Tiyatrosu" da bir başka projemiz .
pe cy a
Yeniden Tiyatro
> Mustafa Demirkanlı-Üstün Akmen
> mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Çalkantılarla geçen iki buçuk yılın ardından, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği'ne atanan Mazlum Kiper'le, Şehir Tiyatroları'nın içinde bulunduğu durumu ve gelecekle ilgili projeleri üzerine konuştuk. Mustafa Demirkanlı: Göreve geldikten hemen sonra gerçekleştirdiğiniz Genel Kurul'daki yoğun katılımı ve coşkuyu nasıl yorumluyorsunuz? Mazlum Kiper: Benim açımdan çok sevindirici oldu. Olmaması da düşünülemez zaten. Bütün arkadaşların katılımı muhteşem bir şey. Beklentiler, tabii sorumluluklar yüklüyor. Sadece alkışlanmak, hoşlanılmak değil "hadi bakalım sen bu işi yap o zaman" demekti. M. D.: Bu coşku, gidenlere mi, size mi? M. K.: İkisi de. Ben de dahil hepimiz bunalmıştık. Neden derseniz çok basit; bir diyalogsuzluk vardı. İnsanlar bir şeyler konuşmak ve yapmak istiyorlar, karşı taraf "tamam tamam biz yaparız" diyor. Yani siz yapmayabilirsiniz benim istediğimi ama beni dinlersiniz. Konuşamamak, insanlarda bir bezginlik
yaratmıştı. Başar Sabuncu gibi bir rejisör emekli oldu. Ama ben gelince koşa koşa buraya geldi; "İki buçuk yıldır bu kapıya gelmemiştim şimdi geldim." dedi. Üstün Akmen: Sizin 24 yıl kadar bir yurtdışı deneyiminiz var. Tiyatro eğitimi aldınız, profesyonel anlamda oyunlar sahnelediniz... M. K.: Evet. Oyunlar sahneledim. Filmler yaptım. Berlin Ensemble'da bir yıl çalışmışlığım var. Ü.A.: Ödenekli tiyatroları birer müze tiyatrosu olarak tanımlıyoruz aslında. Hiç kimsenin oynamaya cesaret edemediği oyunları, sanatsal açıdan değerli oyunları sahneye koyan tiyatrolar olarak görüyoruz. Böyle bir düşünceniz var mı? M. K.: Tabii ki. Benim düşüncem şu: 1970Tİ yılların ikinci yarısında okulu yeni bitirmiştim, kuzeyde bütün ödenekli tiyatroları gezdim. Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka ve Almanya'nın kuzeyi. Ve onların genel sanat yönetmenlerine sizin bana yönelttiğiniz soruyu sordum. "Ödenekli Tiyatronun repertuvarı sizce nasıl olmalı, niçin?" Sonuçta şöyle bir şey çıktı ki bence doğru: varolan tiyatro klasiklerini yeni kuşaklara sunmak. Yerli ve yabancı klasiklerin hepsi çok önemli. Bunları sırasıyla sahnelemeye çalışacağız. Tabii bu yalnızca bana bağlı değil. Ben şunu da getirmek istiyorum, şunları oynayacağız değil, burada bir yığın çok değerli yönetmen arkadaşımız var. Onların da birtakım önerilerde bulunmalarını isteyeceğim. Genç rejisör arkadaşlarımıza daha çok bizim önerilerimiz olacak. Ama deneyimli arkadaşlarımızın da bugüne kadar yapamadıklarını yaptırmaya çalışacağım.
Ü. A.: Yorum farklılığı dediniz. Özellikle Tiyatro Festivali'nde yabancı bir grup geliyor Shakespeare oynuyor, bambaşka oynuyor. Şunu söyleyeceğim; ödenekli tiyatrolara idare fazla yüklenmek istemiyor doğrudur, sponsor bulmak da çok zor. Ama yine de -galiba bu Lüküs Hayat'tan sonra başladı- her yöneticide hangi oyunun ne gişe yaptığı tedirginliği var. Şimdi buna da itirazım yok da arada iki oyun da oynanabilir gibi geliyor. Hiç bilinmeyen bir yazar, yepyeni bir oyun... Geçen sezon bir Mısırlı yazar izledik "Trendeki Derviş". İlk defa Mısırlı bir yazar gördük. Sizin programınızda böyle şeyler var mı? M. K.: Kesinlikle var. Aslında ölmüş gitmiş bizde hiç oynanmamış bir Horvat var. Thomas Bernard var. Bunları düşünüyorum. İzleyiciye onları tanıması için bir fırsat vermeliyiz. Gişe endişesi elbette var. Bize soruyorlar "Bu kadar para veriyoruz nerede bu seyirciler?" diye. O zaman gelsin "Lüküs Hayat", "Kiralık Konak", "Yaprak Dökümü". Ama tiyatro sanatı açısından bunları o kadar önemsemiyorum ben. Tiyatro kültürü açısından demiyorum, sanatı açısından. Bunları da sunacağız. Ben arkadaşlarıma şunu söyleyeceğim: "Ne isterseniz sahneleyin, ama çağdaş bir anlayışla. Kendinizi sanatsal anlamda zorlayın." Benim için artık oyunlar önemli değil. Yorumlar önemli. Tiyatro sanatına nasıl bakıyorsun, neyi niçin anlatmak istiyorsun? Bu önemli. Müdahale etmek gibi bir düşüncem hiç yok. Bunu niye böyle yaptın değil. Ama daha genel anlamda, şunu söyledim, "daha minimalist olmalıyız". Oyun hem taşınabilir olmalı hem de dekor oyuncunun önüne geçmemeli.
pe
cy a
M. D.: Rejisör için geçerli olan oyucu için de geçerli. Fakat ödenekli kurumların yapısı ve kadrosu belli. Demin gezdiğinizi söylediğiniz yurtdışındaki ödenekli tiyatrolarda bu benzeşme var mı? M. K.: Var. Bizim kadar büyük olmasa da hepsinde var. Ama şu da var, belediyeler geldiğimiz dönemde artık masrafların hepsini karşılamak istemiyorlar. Bütçenin yüzde yetmiş beşini veriyor ve gerisine karışmıyor. Birdenbire elinizden dörtte biri gidiyor. Bunu bir yerden bulmak zorundasınız. Burada sponsorlar devreye giriyor. Bu konuda da bürokratik birtakım engeller var. Bizde de var. Bunları nasıl aşarız bilmiyorum. Ama ödenekli tiyatroların yapısı hemen hemen her yerde aynıdır. Gidip izliyorum, bizde ne oynanıyorsa orada da aynısı oynanıyor. Tarihimize dönüp bakıyorum, dünya tiyatro klasiklerinin yüzde seksenini oynamışız. Oynanmayan yüzde yirmisini de oynamalıyız. Zaten bir miras var, bunu devam
ettireceğiz. Tiyatro kültürü zaten bu. Tiyatro sanatı farklı bir şey. Kültür olmayan bir şeyin sanatı da olmaz. Daha önce izlediğiniz bir oyunu bugün ben karşınıza getirirsem benim yorumumdaki sanatsal sıçramayı fark edebilirsiniz. Hamlet'i oynuyoruz. Otuz sekiz yıl evvel ben oynamıştım. Ondan sonra hiç oynanmamış. Neden bilmiyorum ama oynanmamış.
Ü. A.: Peki sizin bu önemli düşüncelerinizle Repertuvar Kurulu uyum sağlayabilecek mi? M. K.: Onu ben de bilmiyorum. Çünkü daha toplanmadık. Ben geçiş döneminde getirildiğim için bütün toplantılar kaldı. Orada birikmiş oyunlar var, benim kafamda oyunlar var. Zaten devraldığımız repertuvardan hiçbir oyunu kaldırmadım. Nurullah Tuncer'in önerdiği ve hazırlığı yapılmış bütün oyunları oynamaya devam ediyorum. Bu insanlar emek vermişler devam edeceğiz. Bu arada ben de kendi repertuvarımı oluşturuyorum. Yeni sezonda bunları
gerekiyor. Bizde çocuk tiyatrosu genç oyuncuların deneyim kazanması için ya da cezalandırmak için kullanılır. Tiyatronun boş saatlerini dolduran bir etkinlik gibi algılanır. Meseleye uzun vadeli bakılması gerektiğini düşünüyorum. Şehir Tiyatroları'nda bu konuda gerçekten uzmanlaşmak isteyen insanları belli sürelerle yurtdışına gönderip orada belirli sürelerle eğitim almalarını sağlayarak, çocuk tiyatrosu kadrosu kurmak gibi bir perspektiften bakmak mümkün mü? Eski TÜYAP kitap fuarının olduğu yerde birtakım sahneler yapılacaktı ve bir sahne çocuk tiyatrosuna ayrılacaktı, ne oldu? M. K.: Bu dediğiniz olacak.
a
sahnelemeye çalışacağız. Bu uzun bir uğraş. Ben rejisörlerin kafasındakileri de istiyorum.
cy
M. D.: Sezon ortasında değişen teknik direktörler gibi bu yıl sizden kimse şampiyonluk beklemiyor, ama bu süreyi iyi değerlendirip, önümüzdeki yılın takımını kurmak gibi bir göreviniz ve şansınız var. M. K.: Evet bu doğru.
pe
Ü. A.: Benim çok taktire şayan bulduğumu bir davranış biçimi var Kiper'in: Genelde yapıldığı gibi "enkaz devraldık" edebiyatından işe başlamaması. M. K.: Enkaz değil. Çünkü ben sordum kendime; "Ferhat ile Şirin"i düşünebilir miydim? Düşünebilirdim. "Dördüncü Murat'ı, "Cesaret Ana"yı düşünebilir miydim? Evet. O zaman ne diye sahnelemiyeyim ki? Dediğim gibi dünya tiyatro literatürünün yüzde seksenini oynamışsak ben o yüzde yirmi arasından ayıklama yapacağım. Unutulmuş, atlanmış şeyleri ortaya çıkaracağım. Yeni yazılmış bir yığın oyun var. Bunları Avrupa'ya götüreceğiz. Oradan yönetmenler gelip burada oyun sahneleyecek. Ü. A.: Belki bu sene artık olmaz ama gelecek sene Türk oyun yazarlarına belli bir yüzde düşündünüz mü? M. K.: Tabii düşünürüz. Zaten çok Türk yazar var şu anda repertuvarda. Ağırlık Türk yazarlarında. Ü. A.: Genç Türk yazarı diyelim o zaman. M. K.: Onlar da var. Bana önerilenler var. Gelenler var. O zaten bizim görevimiz. Muhsin Bey'den devraldığımız bir mirastır.
M. D.: Şimdi sizlerin bir görevi daha var fakat hiç kimse bununla ilgilenmiyor. Ben her yönetim değişikliğinde oturup sohbet ettiğimde mutlaka gündeme getiririm. Herkes "Tabii!" dedi ama kimse de kılını bile kıpırdatmadı bugüne kadar: Çocuk tiyatrosu. Çocuk tiyatrosu bizim ülkemizde çok kötü durumda. Varolanların içerisinde en elle tutulabilir olanını Şehir Tiyatroları gerçekleştiriyor. Ama yeterli değil. Çocuk tiyatrosunda uzmanlaşmak
M. D.: Ama ayrı bir birim. Eğitmenleriyle, pedagoglarıyla... M. K.: Çok haklısınız. Bu olacak. En azından benim Avrupa'da çocuk tiyatrosundan hatırı sayılır bir arkadaş grubum var. Göreve gelince tebriklerle birlikte, "ne yapıyoruz" gibi şeyler de geldi, özellikle İsveç'ten. Hatta Stockholm Şehir Tiyatrosu'nun çok güzel bir çocuk tiyatrosu birimi vardı. Çok ciddi şeyler izledim orada. Burada da bunu özendireceğiz. Çocuk oyunu yazmak, onları kazanmak, dediğiniz gibi sürekli bir sahne açmak... Bunlar kafamda var. Önemsiyorum. Ben iki yıl pedagoji okudum. Boşuna mı okudum? Çocuk tiyatrosu için bilimsel bir çalışma lazım. O yüzden zor. Çocukların olduğu yaşa saygı göstererek oyunlar yapmak lazım. Öyle oyunlar çevirtmek, sahnelemek lazım. Bir de o kadar çok sanat yönetmeni değişiyor ki. Bundan önceki arkadaşlarımız da birtakım birimler kurmak istediler. Bir şey yapmak isteyen istediğini yapamadan gitti. Dolayısıyla süreklilik taşıyan bir yapıya bir türlü geçemiyoruz. Ben bu konuda çok ciddiyim. Kalırsam bunu gerçekleştireceğim. Ü. A.: Erken bir soru ama Tiyatro Araştırma Laboratuvarı'nı tekrar düşünüyor musunuz? M. K.: Ciddi bir şekilde düşünüyoruz. Bunun başına ciddi birini getirmek ve ne yapacağınızı bilmek lazım. Önce oturup tartışmak lazım. Bunları saptadıktan sonra yapmayı düşünüyoruz.
a
cy
pe
Doğru bir seçenek
pe cy
a
Othello
> Sevda Şener
Oyun Atölyesi'nin sunduğu "Othello" bana, çoktandır yanıt aranmasını istediğim bir dizi soruyu sorma fırsatı yarattı. Tiyatro sanatının yaşamımızdaki yeri nedir? Nasıl bir tiyatro anlayışını sürdürüyoruz? Tiyatromuz günümüz genç seyircisinin bu sanattan beklentisine ne ölçüde yanıt verebiliyor? Gününü doldurmuş gibi görünen yerleşik tiyatro anlayışına karşı geliştirilen yeni seçenekler nelerdir? Bu uygulamalardan hangileri için başarılı oldu diyebiliyoruz? Başarının nedenlerini açıklayabiliyor muyuz? İşte, Kemal Aydoğan yönetiminde genç bir kadronun sunduğu "Othello" bu sorulardan çoğuna yanıt aramış ve büyük ölçüde bulmuş gibi göründü bana. William Shakespeare'nin "Othello"su çetin bir oyundur. Cinayete varan aşın kıskançlığın gerekçeleri insana zorlama gelir. Seyrettiğim birkaç sahne ve film uygulamasında, İago'nun kötücüllüğü şeytani bir boyut katılarak abartılmış, "Othello" karakterine fazla yüklenilmiş, kara derili oluşu, başarılı kumandan kimliğinin altında yatan ilkellliği, bu alt yapının göstergesiymiş gibi duran güçlü fiziği vurgulanmış, ürkütücü karakter portreleri yaratılmıştı. Genellikle,
a
pe cy
"Othello"nun, Desdemona'yı öldürdükten ve hatasını anladıktan sonra yaşadığı büyük acıyı -pathos'u- yaratacak olan durumun trajik boyutu yeterince ortaya çıkmıyormuş, "Othello"nun, "akıllıca sevmeyen ama pek çok seven"biri olarak anılmasını istediğini söylediği son tiradı, okunduğunda yaratttığı, acınası olduğu kadar düşündürücü etkiyi yaratamıyormuş gibi gelmişti bana. Oyun Atölyesi'nden seyrettiğim "Othello" uygulamasında ise yönetmen konuya ve kişilere günümüz gerçeklerine uygun düşen öyle bir yorumla yaklaşmış ki, bu sorulan sormak aklıma bile gelmedi.
Oyun Atölyesi'nden seyrettiğim "Othello"da bu yoruma uygun bir dramaturgi çalışması yapıldığını gördüm. Venedik'de geçen, gelişecek olaylara ön hazırlık niteliği taşıyan, özellikle de "Othello"nun idealize edildiği, yürekli asker kimliğinin, dürüst kişiliğinin, büyüleyici öyküler anlatmadaki ustalığının öne çakarıldığı birinci perde tümüyle budanmış, yerine olayı ve kişileri kısaca tanıtan, seyirciyi fırsatçıların aldatmacalı dünyasına hazırlayan, kıvrak, kıvırcık bir öndeyiş yerleştirilmiş. Bu öndeyişi Kemal Aydoğan'ın, Shakespeare'in dizelerinden alıntılar yaparak yazdığını
Günümüzün alışkanlıklarına seslenen bu genç işi çalışma, yaşı ileri olanların gönlünü çelmeyi, duygularına seslenmeyi de başarıyor. Sahne tasarımında oyuncuları seyirciyle yüzyüze getiren bir düzenleme yapılmış. Yarım daire biçiminde dizilmiş iskemlelerde seyirciye karşı oturan oyuncular oyunun akışını bozmadan oyuna girip çıkıyorlar.
öğrendim. Beşinci perdenin, oyunun ahlaki mesajını öne çıkaran son sahnesinin büyük bir bölümü de budanmış, seyircinin dikkati, "Othello"nun şaşkınlıkla, acıyla yoğrulu dramında yoğunlaştırılmış. Bu iki önemli budama, olayların asal gelişim çizgisini bozmadığı gibi, toplumun tuzaklı yapısını, tuzak kurmaya ve tuzağa düşmeye yatkın insan gerçeğini öne çıkararak güncel bir soruna parmak basmış oluyor. Bu yorum ve uygulama bana, klasikleşmiş, iyilik ve kötülük kavramlarının tartışılmasından, ahlaki amacın gerçekleşmesi için iyilerin ödüllendirilmesi, kötülerin cezalandırılması kuralının gündeme getirilmesinden çok daha ilgi çekici geldi.
a
Kemal Aydoğan'ın yorumuna göre Iago, günümüz toplum koşullarının yarattığı, çevremizde benzerlerine çok rastladığımız bir fırsatçıdan başkası değildir. Onun için başarı sağlamanın en güvenilir yöntemi rakibini tuzağa düşürmek olmuştur. Aklını fırsatları değerlendirmede kullanırken ahlaki kaygılara yenik düşmez. Iago, Shakespeare'in bütün oyunlarında seyircinin dikkatini çektiği, hileli, tuzaklı toplum yapısının özel bir ürünüdür. Ona ahlaksız bile değil, sadece ahlak dışı -amoral- denilebilir. "Othello" ise, günümüzün, tutkularına yenik düştüğü için kurnaz fırsatçının tuzağına düşmeye hazır insanına benziyor. Böyle bir yorum Shakespeare'in oyununa ters düşmediği gibi, günümüzün gerçeklerine de tam oturuyor. Karşımızda, varlıklarına, davranışlarına kolayca inandığımız insanlar, bu insanların oluşturduğu ilişkiler ağını görüyoruz. Genellikle yakınılan tutarsızlık sorunu çözümlenmiş, ünlü 'Arabın İntikamı' yeni ve güncel bir gerçeklik kazanmıştır.
pe
cy
"Othello", müzik, sahne ışık tasarımları açısından da başarılı. Tolga Çebi'nin oyunun başına, sonuna, ortalama serpiştirdiği müzik parçalarının hem oyunun gelişim çizgisine çok uygun, hem de kendi başına, kimi zaman bastan cıkarıcı, kimi zaman
başvurma kolaylığına sapılmamış olmasını ayrıca beğendim. Böyle bir uygulamanın oyunculardan beceri yanında mükemmel bir iç disiplin ve sağlıklı yapı beklediği ortadadır. Oyuncuların bu beklentiyi karşılayan bir eğitim aldıkları görülüyor. Hem Shakespeare karakterlerine özgü karmaşık insan gerçeğini içten yaşamak, hem o gerçeği gözlem altında tutan bir oyunculuk tutturmak kolay değil. Iago rolünde Barış Yıldız fırsat düşkünü kurnazı, "Othello" rolünde Emre Karayel tutkusuna yenik kumandanı hem trajik hem komik boyutlarıyla canlandırıyorlar. Cassio'da Öner Alkan, Emilia'da Esra Uygur, Bianca'da Neslihan Kolaylı, Lodovico'da Alpay Kemal Atalan çok başarılı kompozisyonlar yapmışlar.Trajik olandan komik olana, komik olandan trajik olana şaşırtıcı geçişler yapılıyor. Desdemona'da Işık Yönt'ün yeni yetme fettanlığı "Othello"nun kıskançlığını haklı çıkaracak kadar sahici. Tıpkı çocuksu masumiyetinin öldürülmesindeki vahşeti daha vurucu kıldığı gibi. "Othello" ile Desdemona'nın sevişme sahnesi ile "Othello"nun Desdemona'yı öldürme sahnesi arasında kurulan paralellik hem "Othello"nun örtük kösnüllüğünün, hem de Desdemona'nın masum kurban kimliğinin daha iyi anlaşılmasını sağlamış. Hepsini kutluyorum.
pe cy
a
büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Günümüzün alışkanlıklarına seslenen, bu genç işi çalışma, yaşı ileri olanların gönlünü çelmeyi, duygularına seslenmeyi de başarıyor. Sahne tasarımında oyuncuları seyirciyle yüzyüze getiren bir düzenleme yapılmış. Yarım daire biçiminde dizilmiş iskemlelerde seyirciye karşı oturan oyuncular oyunun akışını bozmadan oyuna girip çıkıyorlar. Bu düzenleme, Shakespeare'in o çok güzel dizelerinin açık seçik anlaşılmasını da sağlamış. Ortadaki sallanan koltuğun birkaç işlevi birden yerine getirdiğini görüyoruz. Dekor belki kalın çizgili bir görsel anlatıma hizmet ediyor, ama tiyatroda kalın çizgilerin, sahne sanatının doğası gereği, örtük anlatımlardan daha işlevsel olduğunu biliriz. Işıklama sahne tasarımına doğru hizmet veriyor. Kostüm tasarımında, çizgili pantolonlar, muare ceketlerle, kimliklerin göstergesi olarak kullanılmış aksesuarlarla yaratılan modern hava çok alımlı. Sahne tasarımından sorumlu olduğu belirtilen Gamze Kuş ve Bengi Günay'ı, ışık tasarımından sorumlu İrfan Varlı'yı kutluyorum. Gelelim "Othello"nun sahneye uygulanmasında gözetilmiş olan yönteme: Yönetmen seyircinin bu çok etkileyici tragedyayı seyrederken oyun duygusunu yitirmesini istememiş. Sahnede bir oyun oynandığını vurgulayan bir düzenleme yapmış. Bu uygulama, Bertolt Brecht'in, epik tiyatro anlayışı içinde yadırgatma yöntemiyle sağlanmasını istediği göstermeci üsluptan biraz farklı bir oyunculuk anlayışını yansıtıyor. Burada söz konusu olan, zaman zaman gerçeklere uzaktan bakıp toplumsal sorunun bilincine varılmasını sağlamak değil, oyuna dönüştürülmüş hayatın içindeki gerçek insanı tanımaktır. Bu nedenle, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları karakterler karşı konulmaz gerçeklerini oyun dünyasına dayatıyorlar. Oyun ile gerçek arasındaki bu salınım tiyatro sanatının özüne uygun bir hoşlanma duygusu yaratıyor seyircide. Sahnede, seyircinin dikkatini hep uyanık tutan abartılı bir hareketlilik gözetilmiş. Bu hızlı devinim içinde, dramdan komedyaya, farstan tragedyaya her türe özgü anlatım hünerinden ardarda, içiçe yararlanıldığı görülüyor. Ortaoyunu, Commedia Del Arte biçemlerine gönderme yapan tavırlara
Şimdi başta sorduğum soruya geliyorum: Oyun Atölyesi'nin genç ve dinamik kadrosunun Kemal Aydoğan yönetiminde sunduğu "Othello", yerleşik tiyatro anlayışına karşı doğru bir seçenek oluşturabilmiş midir? Bence, evet. Başarının nedeni, yönetmenin, tragedyanın özüyle çelişmeden günümüzün gerçeklerine uygun bir yorum yapmış olmasıdır. Bu yoruma uygun düşen sahne uygulamasında güldürücü olanla düşündürücü olan, şaşırtıcı olanla eğlendirici olan doğru dengelenmiş, ne sahne tasarımında, ne oyunculukta gözboyayıcı olana rağbet edilmemiş, dramın ana malzemesi olan insan gerçeğinden ödün verilmemiştir. Bu uygulamanın günümüz seyircisinin, özellikle de gençlerin tiyatrodan beklentisine yanıt vereceğini düşünüyorum. Böyle iyi eğitilmiş, gördüğü eğitimin hakkını verebilen bir kadroya bünyesinde yer veren Oyun Atölyesi'ni kutluyorum.
Bildiklerimizi anlamak üzerine bir oyun:
pe cy
a
Buluşma
> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Özdemir Abiciğim, sana bu satırları Arifin yerinden, yani Çiçek Bar'dan yazıyorum. Akşam, Dostlar Tiyatrosu'nda "Buluşma"yı seyrettim. Bir saat yirmi beş dakika sürüyor. Oyun biter bitmez buraya geldim. Dostlar Tiyatrosu, Terry Johnson'un bir oyunu. Hatırlarsan bir Terry Johnson oyununu da birlikte izlemiştik. Ahmet Levendoğlu'nun çevirisinden "Histeri"yi... Oyun Atölyesi'nde... Işıl Kasapoğlu yönetmişti de, Haluk Bilginer, Zuhal Olcay oyunu oyunculuk gösterisiyle süslemişlerdi. Erick Garcin ile Selim Naşit Özcan da vardı. Duygu Sağıroğlu sahne, Sevim Çavdar giysi tasarımlarını yapmıştı. Cafer Yiğiter'in ışığını da pek beğenmiştik. Bunların senin engin zekân içinde yitip gitmediğini biliyorum da, iyi oyunlara emeği geçenleri her vesileyle anmak isteğimi tatmin için yineliyorum. Terry Johnson, bu kere Albert Einstein ile Marilyn Monroe'yu bir otel odasında buluşturmuş. Marilyn Monroe... Asla unutulmayacak bir kadın. Onu anlatan ya da anımsatan kelimeler: Seksapel Kraliçesi, Aptal Sarışın veya Sarışın Bombaydı. Bu tamlamalardan herhangi biri söylendiğinde, vallahi hâlâ o geliyor be akla Özdemir Abi.
Marilyn, örneğin benim sadece adıyla geçmiyor zihnimden. Bir de görüntüler yansıyor hayal dünyama. Gerçek bir efsanenin bir anısı bu yansıyan. Siyah asfaltın üzerinde bembeyaz derin dekolteli elbise giymiş sarışın bir kadının etekleri, mazgaldan çıkan beyaz buhara eşlik edercesine ayyuka çıkmaktadır. Sarışın Bomba, narin elleriyle biraz masum, bir hayli şehvetli ve de mutlu bir yüz ifadesiyle tutmaya çalışır uçuşan eteklerini. Hafif öne doğru eğilmiş... Oyun oynarmışcasına... Hiç sözünü sakınmayan bir kadınmış Monroe. Boy boy pozları ve olay yaratan açıklamaları her derginin kapağında, her gazetenin dedikodu köşelerinde yer alırmış. Ve günün birinde evlenmiş, balayına Tokyo'ya gitmiş. Balayında yaptığı bir açıklama, iç çamaşırı sektöründe kısa süreli de olsa paniğe yol açmış. Marilyn, gazetecilere: "Size bir sır vereyim mi? Şu anda içimde iç çamaşırı yok," demiş. Sakın: "Hatırlamadım", falan deme Özdemir Abi. Hatırlayıp da: "Ne kadındı be," dersen, bu gerçeğe yengem bile kızmayacaktır, emin ol!
Çok uzattın diyeceksin belki, ama n'olur kızma, iyi bir gece geçirdim, bırak da seninle paylaşayım. Şimdiii... Vakit, 1953 yılında bir gece yansıdır. New York'taki bir otelin odasındayız. Amerikan kültür sanat hayatında büyük bir baskının olduğu McCarty dönemi... Yazarlar, sanatçılar, bilim adamları komünizm suçlamasıyla korkutuluyor. Terry Johnson, 20. Yüzyıl'ın en büyük ikonası Marilyn Monroe ile Einstein'ın bir otel odasında karşılaşma kurgusu üzerinden anlatmış. Oyunda Marilyn hep aptal sarışın, seks bombası olarak anılmaktan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. "Ben de insanım" diyor. Zaten bunun için de, ünlü bilim adamının
cy a
Kore'ye Amerikan askerlerine moral vermek amaçlı bir gezi yapmayı hiç düşünmeden kabul etmiş. Hem de balayında olmasına karşın. Ve bu gezisinde de herkesi şaşırtmış. Yüzlerce askeri görünce, "Hayatımda bu kadar erkeği bir arada görmedim" diye sevinmiş ve de kıyamet kopmuş. Zar zor çıkartmışlar askeri birlikten Marilyn'i. Tabii o yapacağını yapmış. Arkasında bir pantolon ve bir de gömlek bırakmış. Ayaklarında postallarla, meydan okur bir tavırla demiş ki: "Ben böyle de güzelim!" Ve kendine güvenini bir kez daha ortaya koymuş. Ama bir çok kişi bu davranışlarından dolayı ona "Aptal Sarışın" lakabını yapıştırmış. Gerçi o kendinden emin tavrından hiçbir şey kaybetmemiş ve bu kere de: "Freud beni tanısaydı, cinsiyet hakkındaki kuramlarını değiştirirdi," demiş.
rüyalarının, hayallerinin en güzel yerlerinin hâlâ sahibi. Sakın: "Benim sahibim olmadı," deme Özdemir Abi. Playboy'a bile kapak olan gerçek afeti-i devran Marilyn'in, aslında çok da iyi bir oyuncu olduğunu ilk kez senden duymuştum. "16 yıllık sinema hayatı boyunca 28 film çekmiş, 'Otobüs Durağı' filmi ile dramatik rollerin, 'Bazıları Sıcak Sever' ile de güldürü rollerinin üstesinden gelebileceğini fazlasıyla ispatlamış bir oyuncudur o," demiştin. Ama yine de, filmlerinden bahsedilirken oyunculuğundan çok fiziği konuşulmuş nedense. Bana sorarsan, haksız da sayılmaz fiziğinden bahseden eleştirmenler. "Niagara Niagara" filminde, yalnızca daha fazla erkeğin ilgisini çekmek amacıyla kameralar önünde çırılçıplak banyo yapmış. Daha n'apsın? Daldım gittim işte... Johnson, işte bizim Marilyn'in ile Einstein'i buluşturmuş. "İnsanoğlu, evren denilen bir bütünün parçasıdır. Uzay ve zamanla sınırlandırılmış bir parçanın. Kişiliğini, düşüncelerini, duygularını, geri kalandan ayrıymış gibi algılar. Orada söz konusu olan, bilincini etkileyen bir çeşit optik yanılsamadır," diyen Einstein ile Marilyn Monroe... "Kel alâka" deme. Kuralların kesin ve somut olduğu başı sonu belli olan bir dünyadır ya klasik fiziğin dünyası. Tam bu çıkmazda "matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında da kesin olmaz" fikri ile fiziğe başka bir boyut kazandırır ya Einstein! işte bu olguları iyi yakalamış Terry Johnson. Büyük bilginin bir cümleyle özetlediği olgudan, dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir olayın kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusuna varmış.
pe
Başından bir çok evlilik geçmiş otuz altı yaşında ölen Seksapel Kraliçesi'nin. Ama hiçbir zaman gerçek mutluluğu yakalayamamış. Zaten evliliklerinin kısa oluşu bunun en büyük kanıtı değil mi? Ama o, ben dahil tüm erkeklerin
cy a
odasına gelip kendisinin aslında öyle biri olmadığını ispatlamaya çalışmakta. Gerçek yaşamında da entelektüelliğini kanıtlamak için tiyatro dersleri alıp, futbolcu kocası Joe di Maggio'yu terk edip, Amerikan'ın o dönem ünlü radikal yazarı Arthur Miller ile evlenmemiş mi?
pe
Halit Yazıcı günün, gecenin ve gün doğuşunun bin bir ayrıntılı rengini müthiş yakalamış. Barış Dinçel'in dekoru fevkalade. Sadık Kızılağaç'ın giysileri, gene çok zevkli. Filiz Ofluoğlu'nun çevirisi güzel Türkçe örneklerinden.
Genco Erkal, oyunu sahneye koyarken gene temayı iyi incelemiş. Temayı incelerken bütün duyularını, belleğini, kişisel ve toplumsal deneylerini işbaşına çağırmış. Geçenlerde telefonla konuşurken söylemiştin ya, ne kadar haklıymışsın, vallahi gene geniş bir gözlem birikiminden yararlanmış. Diğer yandan, sürekli olarak yaşamdan yeni somut izlenimler devşirmeye uğraşmış. Senatör McCarthy'de Ali Uyandıran, kendisine ne sunulmuşsa almış, değerlendirmiş, çerden çöpten arındırmış. Erdem Akakçe beysbol oyuncusunda, her zaman olduğu gibi gene can üflemediği, kendine mal etmediği tek sözcük bırakmamış. Yaratıcı yorumunu yönetmenin istediğiyle bir güzel birleştirmiş. Genco Erkal, Einstein'ı artistik benliğinin süzgecinden geçirdikten sonra, tutmuş bu manevi hazineyi en arkadaki seyirci koltuğuna kadar ulaştırmış. Marilyn Monroe'yu Dolunay Soysert oynuyor Özdemir Abi. İşte şimdi seni kızdıracağım. Kızdıracağım, çünkü söylemeden duramayacağım. Yahu, ben bu işten biraz anlar oldum galiba, ha ne dersin Özdemir Abi? Bu Dolunay Soysert'i önce "Cumhuriyet" filminde Latife Hanım olarak, sonra televizyon dizilerinde izledim birkaç kez. "Omuz Omuza"da Firdevs
Alparslan, "Sultan Makann"nda Gülsüm, "Baskül Ailesi"nde komşunun kızı olarak dikkatimi çekmişti. "Aysel, senin kartın Turkcell"li reklam filminden de anımsıyorum. Şaylan'a demiştim ki: "Bu kızda iş var. Keşke tiyatro yapsa." Tanrıdan iyi ki başka bir şey istememişim Özdemir Abi. Meğer tiyatro kökenliymiş Dolunay Soysert. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları oyuncusuymuş. Nasıl olmuşsa olmuş, sahnede hiç izlememişim. Altın sarısı saçlarıyla, her daim şehvetini hapsetmiş gözleriyle, ama istediğinde masumiyetini bembeyaz bir güvercin gibi özgürlüğe kavuşturan ve büyüsünü hiçbir zaman kaybetmeyen ve de hiçbir zaman unutulmayacak Marilyn'i Dolunay Soysert bir çizdi, e vallahi görmen lâzım. Soysert'i izlerken, bir gün seninle birlikteyken gözlerini kısıp bana bakarak söylediklerini düşündüm. Oyuncunun yaratıcı hali üzerine konuşuyorduk. "Oyuncunun yaratıcı hali, beklenen bir uyarıcıya tepkisi, beklenmeyen bir uyarıcıya olan tepkisi gibi kendiliğinden ve doğru olduğu zamanki halidir," demiştin. Dolunay Soysert'in yaratıcı çalışması, izleyebildiğim kadarıyla tam bir tepki özgürlüğünü kapsıyordu. Özdemir Abi, Çiçek Bar'da rakımı badem eşliğinde yuvarlamaktayım. Saatte geç oldu, ama mektubumu bitirince, kalkıp bar kısmına geçeceğim. Bir sürü tiyatrocu var barda. Özellikle Soysert ile ilgili düşüncelerimi onlara da aktaracağım. Derken, yanıma senin pek haz etmediğin "tek dişi kalmışgillerden" olan o eleştirmen gelecek. "Ne diyorsun, ne diyorsun sen," diye her zamanki gibi soracak. "Anlayanlar anlamayanlara anlatsın," diyeceğim. Hesabımı ödeyeceğim, evime gideceğim. Şu güne kadar vermediğimiz hesap kalmadı be Özdemir Abi. Öperim, yengeme de selam ederim.
Dobrinja'da Düğün
pe
cy a
Savaşın İnsafı
> Prof. Dr. Yusuf Eradam yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr
"Kanser gibi müstehcen." der Wilfred Owen savaş için. Kendisini de "Ben şair değilim, askerim ve savaşın insafına kaldım." diye niteledikten sonra "Şiir, işte bu insafta yatar," diye de ekler. Şiir, doğruları, gerçekleri anlatmalıdır. Şairin bütün yapabileceği uyarmaktır, der. Sanatçı, adam öldüremez. Sanatçı uygun adım marş yürüyemez. Adorno da, Einstein da dahil birçok düşünür ya da sanatçı savaş illetine dikkat çekmiştir. Wilfred Owen ise bir savaş şairidir ve Birinci Dünya Savaşı sırasında ateşkese bir hafta kala meydan muharebesinde ölüvermiştir. " 'Vatan için ölmek tatlı ve yüce bir şeydir' (Dulce et decorum est, pro patria mori) atasözü koca bir yalandır." diye bitirdiği şiiri bütün dünya şiiri seçkilerinde yer alır. Kimlik kartınızı hep taşıyın! Dobrinja'da Düğün (DD), savaşın belleğine yağ sürmeyen bir oyun. Savaş semantikli bir tarihin değişmesini amaçlayan, bu sorumluluğun barış zamanında da korunması gerekliliğini de bilen bir oyun. Savaşın yer yüzünden silinmesi için, böylesine ütopik bir dünya için savaş illetini unutturmak olur
asıl yanlış. Taksim Sıraselviler'deki Tiyatro Pera işte böylesi bir bilinç ve sorumlulukla, ben tam da vasat bağlarından yakınırken karşıma çıkıverdi. Sağlam metninden, ışığına, müziğinden kostümüne ve karakterlerin çok net ve özenli çizilmişliği ile yekpare bir oyun. Başta Levent Öktem, Nihat İleri ve Cüneyt Uzunlar olmak üzere oyunculuğu ile de göz dolduran DD, bu yılın hep alkış alacak oyunlarından. Provalar sırasında Eren Uluergüven'in bir kaza sonucu ölmesi ile tiyatro salonuna genç yönetmen yardımcısının adı verilmiş ve sanatçılar Eren'e layık bir oyun çıkarmışlar. Uzun zamandır sahnelerimizde gördüğüm en iyi oyun Dobrinja'da Düğün. Walter Benjamin'in Tarih Felsefesi Üzerine Tezler'inden bir alıntı Çevirmenler ortak sitesinde tartışılıyor bugünlerde. Bu alıntıda Benjamin, şimdiki zamanda insan, geçmişin her görüntüsünü, imgesini bugünkü derdi gibi benimsemez ve tanımazsa, ilelebet yitirir bu geçmişi, diyor. Belleğin taze tutulması gerekliliği ile ilgili bir söz bu. Amerika'nın başka ülkelerde kan döktüğü her savaştan sonra Er Ryan benzeri destanlar ve ahlak kumkuması eserler piyasaya sürmesi işte bu belleği kendi ideolojisi doğrultusunda şekillendirmek, değiştirmek istemesindendir. Bizim Madımak yangınını, ya da diğer kıyımları unutmamız da bu yüzdendir.
Furuğ Ferruhzad da demişti, olanlar hep söze dökülmeden önce olur, diye. Benjamin'in sözü de, olup bitenin sürpriz değilmiş gibiliğinin, savaşa ya da kıyımlara kayıtsızlığı getireceğini vurgularken, geçmişin bugünü etkilemesine izin vermeyişimizin nedeninin rezilliğimizden utanışımız olduğunu da ima etmektedir; aksi taktirde insan kendi kimlik kartını taşıyamaz. Savaş belleği hastalıklı bir şekilde, Amerika'nın paranoyak zeminli küresel iktidarı yolunda ustalıkla kullanılmaktadır. Vanilyalı İdeoloji adlı kitabımda da bunun altını çiziyorum. Savaşa karşıymış gibi görünen eserlerinde bile Amerika, alttan alta savaşın kaçınılmaz olduğunu söyler ve de tarih hep savaşların tarihi olmuştur. Atlas dergisinin özel Savaş Kitabı'nda Gürsel Göncü'nün de dediği gibi, "Tanrım onları affetme; ne yaptıklarını biliyorlar." DD işte bu yüzden önemli bir oyun. Unutturmamak adına harcanan her çabayı ayakta alkışladım. Savaşın, felaketlerin hep başkasının başına gelen TV görüntüleri olmadığını artık anlamamız gerekiyor. Oyuna uzun diyenler de çıkabilir ama ben ilgimi hiç yitirmeden cin gibi izledim. Yer yer, çok bağırıyorlar gibi geldiyse de (malum oyun bir sahnede ve -mış gibiliğini yutuyormuş gibi yaparak izliyoruz ya) oyun kişilerinin, savaşın ve katliamların ortasında yaşadıklarını düşününce dellenmeleri, zıvanalarından çıkmaları çok doğal geliyor. Oyun kişileri barışı ümit ederlerken (umut edilmez!) birbirlerine düşerler; öte yandan, umarsızca insan olduklarını anımsamak üzere aşka ihanet edişleri sadece ve sadece hayatta kalmak temel içgüdüsü ile ilgilidir, bunun da doğal bir insan hali olduğunun da altı çizilmektedir. Iraklı direnişçilerin hayatta kalmaya çalıştıkları bugünlerde Destiny's Child grubunun dönüş albümünün lokomotif parçasının "Survivor" adını taşıması, parçanın klibinin yarı çöl, yarı deniz ortamında çekilmiş olması albüm satışlarında Irak'taki Amerikalı askerlerin de hesaba katıldığını göstermektedir.
cy a
Çayır Köpekleri filmi ile sevdiğim John Duigan'ın Bulutların Üzerinde (Head Över the Clouds, 2004) filminden bir replik ("Ülkelere inanmam") Dobrinja'da Düğün'ün de ana fikrini beslemektedir. Tito zamanında çok kültürlü birlikteliğin tadını çıkaran Yugoslavya bir daha sosyalizm gelmesin diye parçalanmıştır ve etnik farklılıklar, kimlikler ötekileştirme taktiği ile düşman kimliklere dönüştürülmüştür.
"Ölme öldür, çaresi mümkündür") ve insanın geleceğinin bu tür ya.. .ya da; ne.. .ne de zeminli önermelere bağlı oluşu insanın patetik durumunu, hatta duruşunu gösterir ki oyunda bu insanlığın bu durumu ironilerle de beslenerek ustalıkla iletilmiş.
pe
Oyun, daha önce Yağmurdan Önce, Tarafsız Bölge benzeri filmlerin de işlediği insanın komşusunu, kardeşini öldürdüğü Balkan cadı kazanının körüklenmesinin saçmalığını güçlü bir siyasi zemin üzerinde inceliyor. İlahi adalet (varmış gibi!) yerini bulsun diye insanlar birbirlerinin suçlarını, hatalarını besliyorlar. Senija, Duigan'ın filmindeki Gilda'yı anıştırıyor, savaş zamanında kırıştırmaya meraklı kadın tipi ile. Melisa, güçlü bir kadın gibi görünmekte uzun süre direnemiyor. Her karakterin bir omzu düşük. Birbirlerine koltuk değnekleri olmak zorundalar, ama işlenen, öğretilen kin yüzünden birbirlerini öldürebilirler de. Her yanda bombalar patlarken ve insan olduklarını anımsamaya gereksinim duyan bu karakterler vatana ihanet etmeyelim derken, şarkı söyleyip aşka tutunmaya çalışırlar, bu sırada da gene aşka ihanet etmeleri savaşın olmazsa olmaz ilkelerindendir.
Kimlik kartınızı hep taşıyın! Bu bir savaş zamanı posteridir, uyarısıdır. Sağlığınızda insan olarak bir değeriniz olmayabilir, ama savaşta bu kimlik kartları söyler kimi öldüreceğinizi. Kurşunun boşa gidip gitmediğini. Yazgıya inanmak ya da ona hepten teslim olmaktan başka çıkar yolu olmayan insanlara ya öl, ya da öldür demek (faşistlerin dediği gibi,
Gülüm gülüm geçinen eski Yugoslavlar, kökenlerinin farklı oluşunun yapaylığı, yani hangisinin saf Boşnak ya da Hırvat ya da Sırp olduğunun bilinemeyeceği, yurdumuz için de önemli bir göndermedir. En az yetmiş yedi farklı kanın karışımından oluşma güzel yurdumuzun da parçalanması başta Amerika ve İngiltere olmak üzere Batı'nın ve onlardan medet umanların salyalarını akıtan bir idealdir. Amerikan Büyükelçiliği'nde tarihi belge diye Sevr Antlaşması'nın haritasının yer alışı da bu yüzdendir. Edelman, bu yüzden Türkiye'yi bir an önce terk etmelidir.
Savaşın ne rezil olduğunu, insanın kendisinden utanmaması için savaştan ve ötekine düşmanlık sürecinden sonra gelen faşizmin farkına varabilmek için DD gibi oyunların yazılıp oynanması ya da Alan Parker'ın Duvar'ı (Pink Floyd) gibi filmlerin hep yapılması gerektir. Çocuklar izlemelidir bu yapıtları; çocukken izlemeli ki savaşı pazarlayan yapıtlara kulak asmasınlar, çocuklar izlemeli ki bu uğurda çabalar çoğalsın, "yeryüzü aşkın yüzü olana kadar." Yoksa hepimiz tek kollu Asım gibi, olmayan kolumuzu uzatıp, olmayan aşkı tutuverecekmişiz gibi yaşarız, çünkü çorak ülkenin çolak yüreklerine ev sahipliği eder savaş zamanları.
cy
Oyundaki karakterlerin hepsi savaşın insafından nasiplerini alırlar, hayatta kalmak savaşın insafındadır çünkü. "Savaşın soğuk yüzü" gibi klişelere sarılmıyor DD. Temel sorunsalı, bellek. Tıpkı John Woo'nun Windtalkers'da söylediği gibi, "Bellek enerjidir, yok olmaz." Kazankaya, bunun bilincinde ve yok olması gerekenin ne olduğunu bilerek yazmış. DD'nin karakterlerinin hepsi, Acısu kızılderilileri gibi. Savaşa maruz kalmış kurbanlar bunlar ve onların insan olduklarını anlamalarının iki yolu vardır: aşkı kahramanca hayatlarından eksik etmemek ya da birbirlerine nefretlerini kusmak. Savaşın insafı yoktur aslında. Molası olabilir. O aralarda sigara, içki içilir, sevgili mektupları okunur, öyküler anlatılır, anılar tazelenir, bir fırsat bulunursa da sevişilir. Bombalar yeniden patlayana, savaş makinesi yeniden ölüm kusana kadar.
çok kalan şarkılarını kullanarak vasatlık riskini aşmıştır, tabii biraz da siyasi anıştırmaları sayesinde ve de çoğu herkesin ezbere bildiği şarkı sözlerinin oyun metni ile iç içe geçebilmesi daha iyi sağlandığı için gişe yapacaktır. Popüler kültürün belleği ile küresel iktidar yolundaki savaş semantikli siyasetin belleği et ile kemik gibidir. İlki ötekinin gerçek tarihini, o iktidar yolunda dökülen kanları, bozulan yuvalan, bozulan aşkları, yaratılan yalnızlıkları, mutsuzlukları unutmamızı ya da bu sonuçların sebep olduğunu sanmamızı ve yalnızlığın insanlığın mutlak yazgısı olduğunu sanmamıza yol açar, bahaneler ve teselliler üretir. Hastalıklı bellek kullanıldıkça tazelenir. Çuvallarla para yatırılan yapımların da bu belleği kullanırken, Walter Benjamin'e kulak asmalarını beklerim ama bir yandan da bilirim ki bu müsrif bir beklentidir.
a
Kardeşçe yaşamayı yıllarca başarabilmiş insanların yaşam temel izleğinin önce tahammül, sonra düşmanlığa nasıl dönüşebildiğini iletmekte de çok başarılı bir oyun DD. Bu anlamda da Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda sahnelenen Kadınlar da Savaşı Yitirdi (Curzio Malaparte) adlı oyunun ıskaladığı gündelik hayat içindeki şiddetin alt metinde okunabilmesini de sağlıyor oyun; daha sonra hayatta kalmak adına, ya da aşkı elinde tutmak adına ne hallere girebiliyoruz, ne dönüşümlere teşneyiz, bunları da yakalamış Nesrin Kazankaya. Bir akademisyen ciddiyeti ile yapmış araştırmalarını, oyunun kitapçığını edinmelisiniz. Bir kaynak kitap çünkü. Kitapçığın "Milliyetçilik Batağında Yiten Direncin Kronolojisi" başlıklı bölümünde Yugoslavya'nın parçalanışının tarihçesi bir ibret ve utanç dizisi gibi gözler önüne seriliyor.
pe
Çünkü, asit yağmurlarında kiraz ağaçlarım çiçek açmayıp meyve vermeyince, az önce aynı tabaktan yemek yediğim komşum da kocaman bir zippo gibi üstüme geliyorsa, insan ya yad ellere gider ya da kimlik kartını yitirir. Heyhat! "Kin ve intikam yürümüş bu vadiye." Bu savaş kafalı emperyal siyasetler, insanı diri diri yandırırlar.
Bellek, canlı bir organizmadır. Ne verirseniz onu yer. Beslemezseniz bu hayvanı, ölür. Ne yazarsanız, onu okursunuz. Bu yüzden de bir aynadır aynı zamanda. İnsanoğlu bu anlamda, aynadaki yüzüne baktığında, yazdıklarını okuduğunda, canavarlığını okur, vahşetini okur. İnsanım diyenin başı bu yüzden yerden kalkmaz. Yıldızların Altında müzikali TV ve müzik endüstrisinin starlaştırdığı yüzlerle altmışlı ve yetmişli yılların akılda en
Savaş denen müstehcen hayvanı yüceltip beslediğimiz sürece insanlık hepten yok olmak tehdidinden kurtulamayacak. Hamakat imparatorluğunda şiir okuyup yazmayı sürdürüşüm bundandır©
Televizyonda
pe
cy
a
Tiyatro Yapalım
> Nihat Alptekin > nihatalptekin@tiyatrodergisi.com.tr
"Beyazcama Taşanlar" bölümümüzün bu sayıdaki konuğu Devlet Tiyatrosu'nda uzun yıllar seyirci ile buluşmuş ve son yıllarda televizyonun toplumsal anlamda en çok tartışılan dizilerinden birinde oynayan ve dizinin yarattığı infialden dolayı yakında diziden ayrılacak olan Zafer Ergin. Bu sayıya kadar, bu bölüme konuk olan genç oyuncuların eleştirdiği kuşağın temsilcilerinden biri olarak Zafer Ergin'le televizyon oyunculuğunu ve oyunculuk serüvenini konuştuk. Siz çok uzun yıllar Devlet Tiyatroları'nda oyunculuk yaptınız, ödüller aldınız. Sonra birdenbire bir dizi ile bütün evlere girdiniz. Oyunculukta kaçıncı yılınızı kutluyorsunuz? 1961 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı'ndan mezun oldum. 22 yıl Ankara Devlet Tiyatrosu'nda, 21 yıl da İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda çalıştım. Uzun bir süre oldu anlayacağınız ve ömrüm yettiğince sahnede olacağım. İki yıl da İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü yaptım. Tiyatro bir yaşam biçimi. Hele bugün daha çok fedakarlık yapmak zorundayız. Özel bir tiyatroda yeni bir proje üzerinde çalışıyorum.
a
cy
pe
Televizyonla ilişkiniz ne zaman başladı? TRT'nin televizyon yayınına başlaması ile Ankara Devlet Tiyatrosu'nun oyuncuları olarak dublaj yaparak televizyonla ilişkimiz başladı. O zamanın zor teknik koşullarında dizilerde seslendirme yapıyorduk. Ve halk tarafından çok seviliyordu. Çünkü, bir oyuna hazırlanır gibi hazırlanıyorduk, provalar yapıyorduk. Avrupa'da tutmayan bazı diziler ülkemizde dublaj sayesinde çok seviliyordu. Ankara'da televizyon tiyatroları projesi vardı onlarda yer aldım. Sanırım bu günlerde TRT'nin yine böyle bir projesi varmış. Ki olmalı çünkü dünyanın her yerinde vardır. İstanbul'a geldiğimde sayın Nezihe Araz'ın yazdığı "Hanımlar Sizin İçin" adlı programda dramalarda oynadım. O tarz programlar çok faydalıydı. Toplumsal bir değişime neden oldular, her anlamda bilinçlenme sağladılar. Keşke, bu gün de böyle programlar yapılsa. Toplumsal konular televizyon programlarında dramatize edilerek anlatıldığında seyirciye daha kolay ulaşabiliyorsunuz. Ama televizyonda uyuşturmaya yönelik programlar yaparsanız her türlü toplumsal travmaya hazır olmalısınız. Televizyonun toplum üzerindeki dayanılmaz etkisinin ve cazibesinin farkındasınız. Televizyon bir iletişim aracı olması yanında ticari bir araçtır ve doğal olarak ticaret ön plandadır. Ama, televizyonun bir toplumunun değişimi ve gelişiminde önemli bir görevi vardır ve maalesef bu görev özellikle özel televizyonlarda ihmal ediliyor.
Bütün bunlar bir geçiş sürecinin sonucu mu? Hayır. Bir geçiş süreci bu kadar uzun sürmez. Siz topluma bir gram uyuşturucu veriyorsunuz, bunu hep tekrarlıyorsunuz ama uyanmasını da istiyorsunuz. Uyanmaz tabii ki. Ayrıca toplumu olumsuz anlamda etkileyen yalnızca televizyon dizileri değil ki; birilerinin özel bayatı bu kadar niye göz önünde? İnsanlarımız oturmuş sözde bir gerçekliği seyrediyor. Nerde insanların özel hayatına saygı? Fanatizm doğuyor. Diziler gerçek hayatı biçimlendiriyor. Sevgili dizilerimizi (!) yıllar sonra sosyologlar değerlendirecek elbette. Aydın kişinin görevi toplumu olduğu yerde bırakmak ya da kendisi olduğu yerde durarak toplumun oraya gelmesini beklemek değil; beraberce yukarıya doğru bir yolculuk yapmaktır. "Efendim toplum böyle istiyor". Hayır efendim böyle değil; bilmiyorsa öğretelim. Genç kuşak oyuncularla yaptığımız görüşmelerde ortak bir serzenişte vardı: "yıllarca bu ülkede güzel sesliler, güzel konuşanlar tiyatro yaptılar ve bunu tiyatro diye yutturdular" diyorlar. Siz ne diyorsunuz bu konuda? Tabii ki katılmıyorum buna. O zamanın tiyatrosu öyleydi. Ben her zaman yeniliğe açığım. Biz, her şeyden önce Devlet Tiyatrosu oyuncuları olarak yıllarca Anadolu'ya tiyatro götürdük. Hem de hiç durmadan. Peki bugüne bakalım; . bugün de hiç konuşamayanlar oyunculuk yapıyorlar ve bunlar bir de tiyatro eğitimi alıyorlar. Bizim dönemimizde eğitim değerli hocalarla, daha bir disiplinle yapılıyordu. Şimdi dersler boş geçiyor ve niteliksiz oyuncular da çıkıyor. Çünkü hoca yok, sözde eğitim var.
cy
a
Siz bizim toplumumuzun televizyon sürecini nasıl gözlemlediniz? Artık eskisi gibi bir kanala bağlı değiliz. Uydular sayesinde dünyayı seyrediyoruz. Ve artık kapalı bir toplum değil çözülen bir toplumuz. İfrat ve tefrit meselesini unutmamalıyız. Hiçbir şeyi ayarında yapamıyoruz, hâlâ sevinirken adam öldürüyoruz. Çok televizyon seyreden bir toplumuz; bunu toplumsal bir çıkarıma dönüştürmenin yolunu bulmalıyız. Ama, maalesef başkalarının hayatını izlemekten zevk alıyoruz. Kendimizle ilgili bir şey düşünmüyoruz çünkü, ideallerimiz yok. Hocam, Nurettin Sevin'in hiç unutmadığım bir sözü vardır: "Değerlilerin değersizlerce değerlendirilmesi".
Tarikat ve mafya ilişkileri ve söylemleri beni rahatsız etti. Ancak Show TV yönetimi bir süre daha devam etmem konusunda rica etti. Çünkü bu kadar kan ve şiddet fazla. Artık gençler böyle dizilerdeki karakterlere ve davranışlara özeniyor. Bu da beni rahatsız ediyordu ve ayrılmayı düşündüm. Aslında ben uzun süre televizyon dizilerinden uzak durdum. Ama bu işi iyi yapmayan da yapmaya başlayınca biz oynamaya başladık. Ve artık yapımcılar oyuncularla çalışmayı tercih ediyor.
pe
Kurtlar Vadisi dizisine oyuncu olarak çok büyük bir katkınız var. Bunca tartışma yaratan bir projede olmayı nasıl açıklarsınız? Ben, basında yer alan tartışmalardan dolayı geçen sezon sonunda ayrılmayı istedim. Bana verilen sözler yerine getirilmedi. Birden kendimi garip olayların içinde buldum.
Genel olarak genç oyuncuları nasıl buluyorsunuz? Son yıllarda çok okul olduğu için çok oyuncu var ama nitelikli oyuncu az. Ayrıca deneysel diye anlamsız şeyler de yapılıyor. Şimdi gençler doğal olarak bir arayış içindeler. Hiçbir şeyi beğenmezler. Umarım kayda değer işler yaparlar da kendilerinden sonraki kuşak onların bizim hakkımızda konuştuğu gibi konuşmaz.
çalıştığım bütün oyunları sevdim. Başka hiçbir oyun yazılmamış gibi düşünmüşümdür. Her zaman çalıştığım karakterleri düşünmüşümdür. Gerçi her oyuncu Hamlet yada Ophelia oynamak ister. Ama bu mümkün değil. O yüzden bir çalışmaya başlarken severek başlamak lazım. "Maymun Davası" oyununu unutamam. Ayrıca Aleksandr Gelman'ın oyunlarını çok severim. Othello oynamak istemiştim ama bir türlü kısmet olmadı. Hep daha çağdaş bir yorumla oynamak istemiştim. Bu günün seyircisini sıkmadan klasik oyunları, yazarları tanıtmak isterdim. Klasik yorumları yapmadan modern yorum derdine düşüyoruz. Bir tiyatroda bir oyunun klasik yorumunu bir başka tiyatroda modern yorumunu izleyebiliriz. Ama klasik yorumunu görmeden modern yorumu sunmak bir kitabı okumadan yorumlamak olur. Çünkü, bu günün gençleri Dostoyevsky'i deterjan ismi sanıyor. "Ne olacak ya" mantığı ile yaşıyorlar. Bu noktada televizyon tiyatrosu ile tiyatroya gidemeyen seyirciye tiyatroyu tanıtabiliriz. Elbette bu konuda Devlet Tiyatrosu'na çok iş düşüyor. Biz yıllar önce kimilerinin "seyirci anlamaz" dediği Jul Sezar oyununu klasik biçimde oynamıştık ve seyirci çok sevmişti. Demek ki doğru işler yapılınca seyirci geliyor. Bir de özel tiyatrolar meselesi var, müthiş bir varolma çabası veriyorlar. Zaman zaman ödün de veriyorlar ama ayakta durmak için de bazı fedakarlıklar yapmaları gerekiyor. Devletin sponsor firmalara vergi konusunda yardımları ile firmalar daha çok maddi destek verebilir. Daha çok salon olmalı. Ya da bugün olduğu gibi birçok özel tiyatro bir sahneyi ortaklaşa kullanmalı. Ayrıca, amatör tiyatrolar desteklenmeli.
cy
a
Sizin kuşaktan bir çok oyuncu bir süre sonra yönetmenlik de yaptı. Siz neden yapmayı düşünmediniz? Çünkü oyunculuk ve yönetmenlik farklı şeyler. Evet, bazı arkadaşlarımız yönetmenlik de yaptılar. Herhalde kendilerine güveniyordular da yaptılar. Ben oyunculuğu daha çok seviyorum. Ve bunca senedir oyuncu olmaktan da mutluyum. Ayrıca ben hep sahnede olmayı isterim. Şimdi bir yönetmen iki aylık prova sürecinden sonra oyunu bırakır ama ben oyuncu olarak hâlâ her gece sahnedeyimdir. Yıllar önce oyun yönetmemi istemişlerdi ama ben sahnede kalayım dedim.
pe
Geçmişte İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda yöneticilik yapmış bir sanatçı olarak kurumun bugünkü işleyişi hakkında neler düşünüyorsunuz? Her şeyden önce Devlet Tiyatrosu yıllarca bu ülkede tiyatronun topluma ulaştırılmasında büyük katkılar yapmıştır. Hâlâ da devam ediyor. Ama benim şöyle bir fikrim var; daha çok tiyatro okulları yapalım ve oraya da o yörede yetişmiş gençleri alalım ve onlar mezun olunca o yörelerde açtığımız tiyatrolarda çalışsınlar. Bugün daha çok batıda yetişmiş gençler tiyatro okullarına giriyorlar ve mezun olunca bölge tiyatrolarında çalışmak istemiyorlar. Hemen büyük şehirlere gelmek istiyorlar. Önce bunu değiştirmemiz lazım. İstanbul'da Devlet Tiyatrosu 'nun dört sahnesi, iki yüz sanatçısı var, büyük bir kadro şişkinliği var, bu dağılımı dengelemek lazım. Ayrıca Devlet Tiyatroları çok büyüdü. Merkezden her şeye yetişmek mümkün değil yani. Konya'daki yangına Ankara'dan su sıkmak pek mantıklı değil. Televizyonda bu kadar popüler olmuşken bunu tiyatroya aktarmayı düşünüyor musunuz? Elbette düşünüyorum. Bir özel tiyatroda yeni bir oyuna başlayacağım. Şu an projelendirme aşamasındayız. Dizi sayesinde birkaç kişiyi tiyatroya çekebilirsem dizinin bana en büyük faydası bu olacak. Ama küçük bir sorunumuz var. Sahne arıyoruz şu an. Umarım bir sahne bulabiliriz ve seçtiğim bir oyunda oynayabilirim. Ve böylece Kurtlar Vadisi'nin izleyicisi ile sahnede yaşamın başka tatlarını paylaşırız. Unutamadığınız oyunlar hangileri? Bunu hiç düşünmemiştim açıkçası. Ben hemen hemen
Son olarak genç oyuncu adaylarına ne tavsiye edersiniz? Ben bu kadar tiyatro bölümü olmasından ve her yıl onlarca oyuncu adayının mezun olmasından memnunum. Ancak acaba bu kadar okulda eğitim verebilecek eğitmen var mı? Tabii ki yok. Bu yüzden bazı genç arkadaşların oyunculuk yanında oyuncu eğitmenliği konusunda da kendilerini yetiştirmelerini isterim. Ülkemizin her yerinde oyunculuk ve eğitmenlik yapabilmeyi göze alabilmeli. Her zaman insan doğru bir işi seçme şansına sahip değil. Genç arkadaşlarımız da bu gayya kuyusuna dalacaklar, düşe kalka öğrenecekler. Doğruyu öğrenecekler ya da öğrenemeyecekler. Akıllı, güçlü ve inançlı olmak yeterli sanırım©
Tiyatro İstanbul'da
pe cy a
Niye "Aşkın Yaşı Yok"???
> Robert Schild > robertschild@tiyatrodergisi.com.tr
Bir tiyatro düşünün -sanat yönetmeni on yıllardır sahne yaşamının içinde; "iyi"yi, "kötü"den ve "gişe"yi, başarısızlıktan ayırabilir... Merkezi bir konumda bulunan güzel bir salonu, sağlam bir izleyici kitlesi var... Yılların getirmiş olduğu "repertuvar tiyatrosu" geleneği ile ülkenin en popüler oyuncularını sahnesinde sürekli olarak konuk edebilmekte. Oyunlarını ise şu üç ana grup arasında, olduğunca dengeli biçimde belirleyebiliyor: 1) Oscar Wilde'den başlamak üzere, Alexej Arbuzov üzerinden Neil Simon'a dek artık, neredeyse "klasikleşmiş" üstadların saygın güldürüleri; 2) Yasmina Reza gibi son on yıl içinde Avrupa sahnelerinde parlamış olan yazarların "moda" oyunları; 3) Barillet & Gredy, Michael Pertwee veya Ray Cooney gibi çağdaş fars yazarların karışıklıklar ve koşturmacalar içeren bulvar komedileri. Sözünü ettiğim Tiyatro İstanbul'un değerli yönetmeni Gencay Gürün, bu dengeleri bugüne dek başarılı biçimde sağlamaya çalışırken, bundan iki sezon önce Taylor Kressmann'ın "Bu Adreste Bulunamadı" oyunuyla daha ciddi konulara sapmaya
çalıştığında, ne yazık ki, umduğu ilgiyi göremedi... Bunun nedenini, tiyatrosunun izleyici profilinde mi aramak gerek, veya -daha genel anlamda- Türk tiyatro seyircisinin oyun türü/bilet fiyatı oranlamasında mı? Gerçek şudur ki, Tiyatro İstanbul bu deneyimin ardından kendini tam anlamıyla bulvar komedileri kulvarına bırakıp, geçtiğimiz ve bu sezon boyunca artık bu telden çalan oyunlara ağırlık vermeye başladı. Bırakın, yukarıda gruplamaya çalıştığım ilk iki nitelikli oyun türlerini -sahnelerimize İnci Türkay'ı kazandırmış olan A.R.Gurney'in "Sylvia"sı veya kendi çapında düzeyli bir seyirlik olan E.Thompson'un "Altın G ö l ü gibi "hoşça vakit geçirten" yapımlar da gerilerde kaldı, artık... İşte, Tiyatro İstanbul'un 2004/2005 sezonunu açtığı "Aşkın Yaşı Yok"... Özgün adı "Le Charimari" olan bu güldürü(?)'nün yazan Pierrette Bruno, özellikle Fransa'nın sevilen beyazperde sanatçısı Bourvil'in de gölgesinde altmışlı yıllarda birkaç başarılı filmde görünmüştü. Peki, ardından tiyatro oyunu yazması şart mıydı? Oyunu gala gecesinde izlerken, dimağımın arka odalarında "deja-vu" ahtapotunun kolları-bacakları dolanıyordu. Ne var ki, 5n-lk'ları o anda çözemedim; belki dalga dalga üzerime gelen sıkıntı nöbetleri nedeniyle...
Dolayısıyla - oyuncular, dekor, kostüm, ışık ve teknik konulara hiç girmeksizin, Nedret Güvenç'in yönetimini de hiç irdelemeksizin, ana soruya gelmek istiyorum: NİYE? Tiyatro İstanbul, oyun dağarcığında belirli izler bırakmış bunca nitelikli yapımın ardından, bu oyunu, bu dönemde sahnelemeye neden gerek gördü??? Sanatsal açıdan götürüsünün, (olası) özdeksel getirisinden fazla olabileceği sakıncasını hiç düşünmedi mi acaba? Sayın Gürün ve pek değerli Tiyatro İstanbul sanatçı / emekçileri; yukarıdaki irdelemelerimin, kötü niyetli veya yıkıcı eleştiriler olarak görülmemesi gerektiğini özellikle belirtmek isterim. Bu yazının asal amacı, birazcık abartarak değerlendirmiş olduğum bu oyunun, bizim bir sahnemiz için niye (yeniden) seçilmeye değer görüldüğünü açık açık sormak ve sorgulamaktır. Yanıtlarınızı içten bir merak ve ilgi ile beklerim...
pe
cy a
Efendim, Marie-Collette ile uzun yıllardır evli olan Gilbert, yirmilik oğlu Michel'e yaşıt bir kıza abayı yakmış. Tabii ki ana-oğul, hemen teşhisi koyarlar: Gilbert, orta yaş bunalımında olup, aslında "kendi gençliğinin peşinde koşuyor". Baba sevgilisindeyken, oğlan anneye taktikler verir: Artık evde oturmayacak, ev yapımı kurabiye ve leziz yemekler yerine masaya ton balıklı sandviç getirecek, en pahalı butiklerden giyinecek, yürürken kalçalarını sallayacak vb. Sahne biraz daha kalabalıklaşsın diye, Michel'in fırlama arkadaşı da bu komploya katılır, özellikle serpilip güzelleşen Marie Collette'e kur yaparak... Amaç, evden gittikçe uzaklaşan babayı tekrar kazanmaktır, elbet.
1980'lerin başında yazılıp, o dönemde Fransa'nın bulvar tiyatrosu ortamında oldukça beğenilmiş olan bu sabun köpüğü, aslında hiçbir zaman "demode" ol(a)mayacak evlilik müessesesini konu edinirken, kuramsal olarak her dem ilgi çekecektir... Öte yandan, (ruhsal) orta yaş bunalımının (fiziksel) "alt katmanları"nı oluşturan safra kesesi sorunları veya yüz gerdirme dürtülerinin gelişmesi, ABD ve AB'de olduğu gibi, bizde de gelir düzeyinin artışıyla belirli bir koşutluk göstermemiş midir? Ne var ki, bunda çağdaş tiyatro izleyicisinin suçu ne?! "Aşkın Yaşı Yok", miladını çoktan doldurmuş evli erkekler ile ev kadınları klişelerini öylesine sıkıcı ve yorucu biçimde ele alıyor ki, artık neredeyse her sahneyi, söylenecek her repliği önceden kestirebiliyorsunuz...
Son söz: Oyunun tek alkışlanacak yanı, ilk sahnede pembe pomponlu terlikleriyle örgüsünün başında oturan, oyunun sonunda ise gerçek bir "femme fatale" olmayı başaran Demet Tuncer'in dikkat çeken performansıdır .
Bir tabak sadakat bir tabak aldatma
pe cy
a
Dostlarla Akşam Yemeği
> Ece Başokur
Tiyatro Fora yeni sezonunu 21 Kasım'da, Donald Margulies'in "Dostlarla Akşam Yemeği" adlı oyunuyla açtı. Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi'nde sahnelenen oyunda, l0.yılını kutlayan Tiyatro Fora'nın kurucusu Tufan Karabulut, hem oyunun yönetmeni, hem de oyunda Tom rolüyle karşımıza çıkıyor. Dört kişilik oyuncu kadrosu Burcu Başaran, Arda Kavaklıoğlu ve Sena Taşkapılıoğlu'ndan oluşuyor. "Dostlarla Akşam Yemeği" seyircilere; bir tabak evlilik, bir tabak boşanma, bir tabak aşk, bir tabak sadakat, bir tabak aldatma, bir tabak dürüstlük, bir tabak dostluk ve bir tabak da orta yaş bunalımı servis ediyor. Özellikle ilişkilerin sorgulandığı bu oyunda, yaşadığımız ya da gelecekte karşımıza çıkabilecek olan bu sorunlar mercek altına alınıyor. Orta yaşlarında olan evli iki çift -Tom ve Beth, Gabe ve Karen- aynı zamanda çok iyi dört arkadaştırlar. Çocuklarını beraber büyütmüşler, beraber tatillere gitmişler, yemekler yemişlerdir. On iki yıldır mutlu bir şekilde süren bu dörtlü beraberlik, Tom'suz geçen bir akşam yemeğinde sarsılır. Bunun sebebi Tom'un bir sevgilisinin olması ve Beth'ten
ayrılmaya karar vermesidir. Boşanmanın sebebi olan, aldatan (belki de aldatmak zorunda kalmış olan!) adam durumundaki Tom, bu hareketiyle arkadaşlarının gözündeki değerinin sorgulanmasına yol açar. Ve bu sevimsiz boşanma haberi, aynı zamanda Gabe ve Karen'in evliliklerinin içine de bir kurt düşürür. Yazarın ustaca kurguladığı bu oyunda, karakterlerin düştüğü durum karşısında aldığı tavır; hangisinin bakış açısıyla yaklaşırsanız onun açısından doğru görünüyor. Evliliği süresince olaylardan bi haber yaşayan, her şey yolunda gidiyor zanneden, yanıldığını ancak aldatılınca fark eden Beth, evliliği boşanma noktasına gelince; kendi fikirleri, çizdiği resimleri, evde çok severek beslediği köpeği hakkında, Tom'un gerçek yaklaşımını da sert bir şekilde öğrenir. Tom ise evliliğinin içindeki yalnızlığından yakınıp, kendini evliliğinin dışına atmıştır. Belirli bir yaşa gelmesi, çocuklarının olması bir engel teşkil eder mi? Kesinlikle hayır, burada tipik Amerikan düşünce tarzı, hakim olan "yeni bir şans", her terslikte ortaya çıktığı gibi bu durumda da beliriyor. Boşanma gerçekleşir. Beth çabuk toparlanır, yeni bir hayat kurar. Karşısına yeni fırsatlar çıkar, bunlar değerlendirilir. Ne de olsa hayatta mümkün olmayan şey yoktur... Bunu, Tom zaten ailesi yerine, yeni sevgilisini tercih ederek önceden kanıtlıyor.
Bir akşam yemeğinin bitimi sonrasında yudumlanan şarap esnasında başlayan oyunda, içilen içkilerin, yenen yemeklerin hepsi gerçekti. Bunun oyuna kattığı gerçeklik ve samimiyetin yanı sıra, hoparlörden kaset kaydından yükselen evli çiftlerin çocuklarının sesleri, olabildiğince suniydi. Bunu, hoparlörlerin sahnenin dışında olmasına ve ses sistemine bağlıyorum. Kısa bir sürede, başarıyla değişen dekor, her sahne adına göz doldurucuydu. Kostümler, oyunun akışı içerisindeki zamansal ve mevsimsel değişikliği belirtmesi ve karakterlerin özelliklerini ifade etmekte yardımcı olmasından dolayı gayet başarılıydı. Özellikle sondan bir önceki sahnede, ışığın kullanımında daha dakik olunmalı, bazı gecikmeler oyunun akışını ister istemez yavaşlattı. Oyundaki müziklerde bir bütünlük yakalanamamış, parçalar teker teker çok güzel olsa da, bütünde oyun ile uyuşamamış. Tüm oyuncu kadrosu başarılı bir oyun sergiliyor. Her iki evli çift, gerekli yakmlaşmaları-uzaklaşmaları, cesur ve etkili bir şekilde sahneye koyuyor. Aşk kokusunu sahneden duyabiliyoruz. Tencere kapak bir çift modeli çizen Arda Kavaklıoğlu (Gabe) ve Burcu Başaran (Karen), aralarında çok güzel bir uyum yakalamışlar. İki oyuncunun da akıcı diyalogları ve birbirlerine olan ışıltılı bakışları gözden kaçmıyor. Tufan Karabulut, orta yaş bunalımı ve taze aşk arayışları içerisindeki Tom rolünü, kendinden emin ses tonu ve yüz ifadeleriyle başarılı bir şekilde canlandırıyor. Yüzünü seyircinin göremeyeceği şekilde oturmasından dolayı, Sena Taşkapılıoğlu'nun (Beth) yüzü genellikle görünmedi. Bundan rahatsız oldum, çünkü çoğu sahnesi masa başında geçiyor. Seyirciye doğru olan açısını kaybetmemeye özen göstermeli.
cy
a
"Evli iki çiftten biri boşanabilir, sonrasında çok iyi dört arkadaş da olabilirler, fakat Gabe ve Karen'a ne oluyor (?)" sorusunu oyunun ilk sahnelerinde içimden geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Huzurlu birlikteliklerinin, monotonluğa doğru tehlikeli bir yola sapmış olmasından korkan Gabe ve Karen'a, oyun boyunca Tom ve Beth karakterleri ayna tutuyor. Arkadaşlarının başına gelen kendi başlarına da gelebilir. Tom ve Beth'in yaşadıkları üzerine düşünürlerken, kendi ilişkileri üzerlerine de düşünüyorlar. Kendilerini ve birbirlerini oyunun akışı içerisinde yavaş yavaş derinleşen bir sorgunun içinde buluyorlar.
Bu hatırlatma tamamen doğal ve samimi bir şekilde gerçekleşiyor. Kendiniz üzerine düşünmek, kafa yormak, felsefe yapmak yorucudur, fakat Dostlarla Akşam Yemeği'ni seyrederken, kendiliğinden ve zevkli bir biçimde gerçekleşiyor tüm bunlar.
pe
Evliliğin yanında, dostluk kavramının da altı 'kalınca' çiziliyor oyunda. Cesur kararıyla arkadaşlarını da şaşırtan Tom, Gabe'in desteğinden ve dostluğundan mahrum kalmıyor. Gabe, arkadaşını anlamaya çalışıyor, fakat Karen (ne de olsa bayan), aldatma ve aldatılma konusundaki hassasiyeti yüzünden, arkadaşlık- dostluk tanımıyor. Oyunda ilginç olan konulardan biri, kadınların kadınlarla olan arkadaşlıklarıyla, erkeklerin erkeklerle olan arkadaşlıkları arasındaki ince farktı. Her iki cinsiyetin olaylara, ilişkilere, hem cinslerine olan farklı bakışları, usta bir biçimde gözler önüne seriliyor. Ve çoğu insanda olan bir yanılgı; insan çok iyi bir arkadaş olabilir, fakat bu o kişinin çok iyi bir eş olacağı anlamına gelmez.
Oyunda dört ayrı perspektif ile, ilişkileri sorgulamanıza bir de kendi perspektifinizi eklemeniz, oyuna ayrı bir lezzet katıyor. Bu oyun gözümüzden kaçan, görmek istemediğimiz, görüp de görmezden geldiğimiz sorunları bize hatırlatıyor.
Amerikalı yazarın, Amerikan kültürünün tipik çizgilerini taşıyan bu oyunu, Türk kültürüne de uyarlanabilir. Gayet ilginç olabilecek bu uyarlama sayesinde, oyunun seyirciye daha çok yaklaşabileceğini düşünmeden edemedim. Tufan Karabulut'u oyunculuğunun yanında yönetmenliği ile de kutlamak gerekir. "2000 yılında Drama Dalı'nda Pulitzer Ödülü", "Amerikan Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Yeni Oyun Ödülü", "Lucille Lortel ve Bağımsız Eleştirmenler Birliği Off-Broadway'de En İyi Çıkış Yapan Oyun Ödülü", "Guild / Hull-Warriner Oyun Yazarlığı Ödülü" alan "Dostlarla Akşam Yemeği", New York, Paris, Berlin gibi şehirlerde büyük beğeni toplamış. Aynı ilgiyi Tiyatro Fora ile İstanbul'da da hak eden oyunun koltukları mutlaka dolmalı .
Fotoğrafların
Dili
Sezuan'ınİyi İnsanı
pe
cy
Tiyatro: Bakırköy Belediye Tiyatrosu Yazan: Bertolt Brecht Çeviren: Özdemir Nutku Yöneten: Ali Taygun Müzik: Tolga Çebi Sahne Tasarımı: Ali Yenel Giysi Tasarımı: Gönül Sipahioğlu Işık Tasarımı: Murat İpek Dans Düzeni: Işıl Z. Karaalp Dramaturji: Sibel Arslan Yeşilay
a
Bertolt Brecht
Oynayanlar: Defne Şener Günay, Meral O. Çetinkaya, Gül Onat, Munis Düşenkalkar, Edip Saner, Emrah Eren, Durul Bazan, Levent Tülek, Didem G. Aydın, Gülce Uğurlu, Nazan Koçak, Güneş K. Eren, Nilgün Karababa, Ali Rıza Kubilay, Gökhan Bozkurt, Doğacan Taşpınar, Savaş Akova, Burak Dur, Şirin Ç. Taşpınar, Gülru Pekdemir, Muhsin Kurtaran, Esra Pamukçu, Nurgül Uluç, Önder Bulut, Zeyno Eracar, Alican Yücesoy, Berkay Aslanhan, Ali Kil.
'Aydınlanmış' olanların sadakası Sezuan'ın tanrıları iyi insan aramak için geldikleri kentte, onları misafir eden orospu Şen Te'nin iyi olmaya devam edebilmesi için avucuna para sıkıştırıyorlar. Kitaplı münevver, işlenen bu hayırdan memnun. Kitabî aydın eleştirel bakıyor. Paralı olan ise ısmarladıklarının gerçekleşmesi için uygun yöntem bulmuş, güvenli. 2. Tanrı: Nilgün Karababa, 3. Tanrı: Nazan Koçak, 1. Tanrı: Munis Düşenkalkar, Şen Te: Defne Şener Günay
Sucunun Boş Hayali Bir güzel olsa havalar Yedi yıl yağmur yağmasa Kuraklıktan kırılsalar Su sat diye yalvarsalar!
pe
cy
a
Doğal olan ile toplumsal olan sucunun hayatında çelişiyor. Suyu uzaklardan sırtında taşıyıp getiren Wang, yağmur yağdığı zaman müşteri bulamaz. Kullanım değeri farketmeyen suyun hava durumuna göre değişim değeri artar ya da azalır. Doğada sahipsiz olan su taşınınca metaya dönüşür. Wang'ın sattığı su mudur yoksa emeği mi? Emeğin değeri meteorolojiye bağlı olarak değişmeli mi? Emeğin değeri değişir mi? Sucu Wang emeğinin karşılığını alabilmek için doğal olanın değişmesini düşlüyor. Oysa değişmesi gereken insanlar arası ilişkiler mi? Sucu Wang: Meral Onuktav işsizler sırada beklerken kurtuluş patrona yaranmak. Emeğin değeri düştüğünde iş bulmanın tek yolu kendi değerini düşürmektir. "İşler kötüleştikçe çoğaldık, çoğaldıkça işler kötüleşti." Pilot Sun değerini yükseltmek için patronuna alçalıyor. Sınıfsal tavır Boyunu Şui Ta'dan kısa tutmaya çalışan Sun, yükselebilmek için kasketini mıncıklıyor. Patron sırtını ona dönmüş, bastonuna abanıyor. Şui Ta: Defne Şenar Günay, Sun: Edip Saner
Satılacak sigaraları içilen tütüncünün resmidir. Bu alemde tezgahtaki sigaralar kullanılmak için değil, satılmak içindir. Aile üyeleri bunlara ihtiyaç duyup içtiklerinde dükkan sahibi iflas eder. Oysa insanî olan ihtiyaçların tatmini değil mi? Ama o zaman meta ile insanlık çelişmez mi? Metanın değeri, dolayısıyla ilişkileri belirlediği bu alemde insan nasıl iyi kalır?
"Anlıyorum" Sermaye ile idare anlaştığında hak ortadan kalkar. (Ya da 'anamı öpen kör kadı')
Sınıfsal konuşlanma
pe cy a
Kolu kırıldığı için polise şikayette bulunan sucu Wang, şahit gösterdiği Şen Te'nin dükkanında Şui Ta ile kendisini vuran berberi bulunca açmazını idrak eder.
Wang 'anlamış', Berber 'anlatmış'. Şui Ta ile polis, sucunun hakkını berbere teslim ederken saygılar sunuyorlar.
Polis: Emrah Eren, Wang: Meral Onuktav, Berber: Levent Tülek, Şui Ta: Defne Şener Günay
Yadırgatma efekti
"Sermaye sahibi uygun bir fiyat bulursa asılacağı ipi bile satar." (Marx) Mülk edinme insanı edindiği mülke kullaştırır. Bu, ondaki insanlığın ölümü, ruhunun metâlaşmasıdır. Sun, intihar için kullanacağı ağacı, yağmurdan kaçan Şen Te'den koruyor. Sun: Edip Saner, Şen Te: Defne Şener Günay
Sınıfsal Tavır "Tek bir doğru vardır. Gerisi yanlıştır, küçük burjuva o tek doğruyu bilir." Sun'un annesi Bayan Yang, sol eliyle gayrisini dışlarken, sağ elinin işaret parmağıyla 'bir'i gösteriyor. İki ayağın birbirine yapışması 'mazbut' kişiliği; kaşların havaya kalkması, hiçbir itirazın kabul edilemeyeceğini anlatıyor. "Küçük burjuva sorumluluk almaz." İki el simetrik. Çaresizliği ifade ediyor. Baş, omuzlar arasına çekilmiş. Bildiği tek doğru boş çıkınca Bayan Yang, değişerek gerçekliği anlamaya gayret yerine aczini beyan ediyor. Zeyno Eracar, bu iki duruşuyla sınıfsal tavıra ders niteliğinde iki örnek veriyor.
Hamile olduğunu anlayan anaya bir çocuk veriliyor. Çocuğu olacağına sevinen Şen Te'ye bu alemde savunmasız kalmış bir çocuk gösterilir. Pilot oğlu da bunun gibi çöp tenekelerini mi karıştıracaktır?
pe cy
a
Şen Te çocuğunu, açlıktan korumak için ne yapmalı? Bu alemde vahşileşmeden anne olmak mümkün mü?
Sermaye kimdeyse kral odur! Birinci resimde mal sahibi Mi Tzü dükkanı 'sevişen bir çifte yardım olsun diye' almaya razı; Şen Te'ye üç yüz dolar veriyor. İkinci resimde, Şen Te elindeki on bin dolarlık çeki mal sahibine gösteriyor. Konumların altüst oluşu sınıfsal tavıra çifte örnek. Arka planda gebe görümcenin duruşu dikkate değer. Malsahibi: Güneş Kozal, Gebe Görümce: Şirin Taşpınar.
Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda, 30 Yıl Sonra
pe cy
a
Sezuan'ın iyi insanı
> Ceren Ercan
İyi insan aramak üzere yeryüzüne inen üç tanrı... Aynı bedende iyilik meleği bir "kötü kadın" ve kötülük simgesi bir erkek patron... Hırsa ve paraya yenilen aşk... Başkalarına iyilik ederken kendine kötülük etmek... Sömürmek mi sömürülmek mi? Peki ayakta kalabilmek için başka yol yok mu? Bertolt Brecht'in epik tiyatro modelini en iyi yansıtan oyunlarından biri olarak kabul edilen Sezuan'ın iyi İnsanı'nın Türkiye 'de talihsiz bir serüveni vardır. Oyun 1957'de Adalet Cimcoz'un çevirisiyle yayınlanır yayınlanmaz komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile yasaklanır. 1958 yılında Şehir Tiyatrosu 'nda Max Meinecke rejisiyle oynanacağı ilan edildiği halde oyun provadan kaldırılır, oynanmasından vazgeçilir. 1963 yılında yeniden Şehir Tiyatrosu repertuvarına alınan oyun Beklan Algan'ın rejisiyle sahnelenmeye başlar. Bu sahnelemeyle birlikte Sezuan'ın iyi insanı Türkiye'de bir profesyonel tiyatro tarafından oynanan ilk Brecht oyunu olur. Oyunla ilgili olarak bazı gazeteler, "mukaddesata tecavüz" başlığıyla haber yapınca ertesi gün tiyatro basılır ve hem sahneye hem de seyircilere saldırılır. Bu da yetmezmiş gibi oyun yasaklanır. Sezuan'ın İyi İnsanı Türkiye'de bir profesyonel tiyatro tarafından son olarak 1976 yılında ve Vasıf Öngören'in rejisiyle Birlik Sahnesi tarafından sahnelenir. Oyun, geçen otuz yıllık süreçte, birçok üniversite topluluğu
ve farklı başka amatör topluluklar tarafından sayısız kez sahneye konsa da bugüne dek hiçbir profesyonel tiyatronun repertuvarında yer almamıştır. "Sezuan 'ın iyi İnsanı "nın 7 Ocak 2005 'ten itibaren Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda perde açmış olması, tiyatro izleyicisi için bu açıdan müjdeli bir haber. Oyun, Brecht oyunları ve Brechtyen üslûp üzerine, özellikle yetmişli yıllarda yaptığı çalışmalarla oldukça dikkat çekmiş olan Ali Taygun tarafından yönetiliyor. Sahneye koyduğu pek çok oyunda, Brecht'in tiyatroya ve dünyaya bakışının fark edilebileceğini söyleyen Ali Taygun 'la Sezuan 'ın İyi İnsanı üzerine söyleştik. Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda Sezuan'ın İyi İnsanı'nı sahneliyorsunuz. BBT'yle olan çalışma süreciniz nasıl başladı ve gelişti? Neden Sezuan'ın İyi İnsanı tercih edildi? Bir oyun sahnelemeye yönelik konuştuk. Oyunu ben önerdim. Bu kadroya da uygun. Eldeki insan malzemesi, eldeki grup her zaman göz önünde tutulur. "Sezuan'ın İyi İnsanı" Brecht'in en iyi dört beş oyunundan biri ve uzun zamandır, 1976'dan bu yana da Türkiye'de oynanmamış. İnsanların bu oyunu görmeleri lazım. Tiyatro üslubu bakımından da Brecht'e has bir oyunculuk tarzı gerektiriyor. Ve o oyunculuk tarzına hakim olan bir kadro dramatik oyunları da çok daha hakkıyla oynayabilir. Günümüzde tartışılması gereken konulan ele aldığı için seyirciye de ilginç gelecektir. Uzun yıllar repertuvarda kalması gereken bir oyun.
Eğer oyuncu açıksa şekillenmeye, bunu istiyorsa o zaman bunu yapması zor bir şey değil. Son tahlilde hepsi oyunculuk. Ve oyunculukta bir takım sistematik değişiklikler var; onları kavradıktan sonra o sistematik bakışla yaklaşınca oyuncu, rolünü yapmakta hiç bir güçlük çekmiyor. Eski oyuncu olması veya yeni olması pek bir şey fark ettirmiyor. Bakış önemli. Sezuan'ın İyi İnsanı'nda sahnelemeyi şekillendirebilecek en temel noktalardan biri de Tanrılar. Tanrılara yaklaşımınız nasıl oldu? Daha dünyevi tanrılar olarak düşündük. Burada tanrı, bir şey anlatmak için kullanılan bir metafor.Yani oyundaki tanrıların dini anlamdaki tanrı konseptiyle, Rab kavramıyla ilişkisi yok. Bunlar atalarını tanrı olarak görme kültürüne ait olan Uzakdoğu tanrıları. Bizdeki Hızır'a daha çok benziyorlar. Onları da günümüzde iktidar sahipleri yani istediklerini yapabilecek, yaptırabilecek insanlar gibi ele aldık. Bir takım olanakları var. Bu nedenle istediklerini yapabiliyorlar. Sucu Wang ve üç tanrı sizin sahnelemenizde kadın. Neden? Ne tanrılarda ne de Wang'da cinsiyet ögesi yok. Hem Wang hem tanrılar şahıs olarak varlar, cinsellikleriyle değil. Yani ne kadın ne de erkek. Oyunda da yok zaten bu.
a
Brecht'in oyunlarında çalışma süresi biraz uzun oluyor. Özellikle masa başı çalışması.. Bir de alışmadıkları bir üslûp olduğu için o üslûba girmeleri zaman alıyor. Ama oyuncular o tarzı benimseyip hâkim olduktan sonra da çok güzel sonuçlar elde ediyorum.
Üslup birliğini sağlamak açısından bu tür bir kadroyla çalışmak nasıldı, zorlandınız mı? Başlangıçta şunu söyleyeyim ki hepsi genç. Gül de çok genç, Meral de çok genç. Gençlik bakımından onların ötekilerden farklı olduğunu düşünmüyorum. Onları ilk tanıdığım zaman Meral 18 yaşındaydı, Gül daha da küçüktü.
pe cy
Sahnelemede özellikle kadın olmalarından kaynaklanan bir fark yok. Kadın olarak değil tanrı olarak var onlar. Kadın ya da erkek fark etmez. Çalışırken tabii kendiliğinden oyuncuların kadın olmalarının getirdiği bir fark oluyor. Ama öyle olsun diye seçmedik, öyle oldu. Onlar kendi yapılarına çektiler. İyilik yapmaları, iyilik yapılmasını
Gül Onat, Meral Çetinkaya gibi yılların deneyimli oyuncuları bir yanda, diğer yandaysa kimileri hâlâ konservatuvarda eğitimlerini sürdüren genç bir kadro.
oradadır, çünkü o seyirciye bir şey anlatır.
cy a
istemeleri daha uygun bile oldu. Benim, Brecht niye böyle yapmamış, niye böyle düşünmemiş dediğim de oldu arada. Bence oyuna daha iyi hizmet ediyor onların kadın olması. Üç tanrıdan biri başörtülü. Neden? O ötekilerden biraz daha muhafazakâr bir tip.
pe
Muhafazakârlığının vurgulanması için mi başörtülü? Çok fazla bir vurgulama yok. Gazetelerde gördüğümüz söz sahibi kadın tiplemeleri onlar. Yani önemli olan bir anlamda üçünün üç gücü taşıyor olması. Üçü bir. Üçünü ayrı ayrı düşünmemek lazım. Bir prodüksiyonda üç tanrı yerine bir tanrı da olabilirdi mesela. Kendi aralarında elbette bir çekişmeleri var, ama güç olarak hepsinin niyeti aynı oyunun başında. Seyircilere iyi niyetle bir şey olmayacağını göstermeleri bakımından iyi niyet sahipleri onlar. Üç hayır sahibi değişik tip: Birisi daha resmî, biri daha sermaye, para sahibi, birisi de daha yumuşak muhafazakâr, tatlılıkla işleri halletmekten yana. Aslında birbirlerinden pek de bir farkları yok. Belki de bunu söylemek istiyoruz.
Sahnelemenizde dekora ve kostüme yaklaşımınız nasıl oldu? Çin'de geçiyor oyun sözde. Çin burada bir mecaz. Brecht oyunu Çin'e göndererek seyircinin daha objektif bakmasını sağlamak istemiş. Bizde de teorik olarak Çin'de geçiyor ama dünyanın her hangi bir teneke mahallesi de olabilir. Kostüm ve dekor son derece basit, olabilecek en minimum neyse onu yapma, en azı kullanarak bir şey anlatma yöntemini seçtik. Yararcı diyebileceğimiz şekilde, yani bir şey varsa sahnede o lâzım olduğu, bir şey anlattığı için var. Lâzım olmayan hiçbir şey yok sahnede. Kostüm daha çok toplumsal durumu anlatır. Yani önemli olan renkleri ya da üslûbu değil, baktığınız anda "o insan bu toplumda nerededir, hangi sınıftandır"ı anlatmasıdır. Yararcı dediğimizden kastımız bu. Sahne üzerindeki her şey, seyirciye bir şey anlatmak için var . Bizim sahnelememizde hiçbir şey "burada güzel durdu" diye düşünülerek kullanılmadı. O
Oyunun müzikleri Tolga Çebi'ye ait. Orijinal müzikleri neden kullanmadınız? Oyunun orijinal müzikleri Paul Dessau'ya ait. Üç ana şarkısı var Dessau'nun. Biz daha çok müzik istedik. Ki zaten o müzik bize çok yabancı, on iki ton. Bize daha yakın ve mana ifade eden bir takım müzikler seçtik. Oyunun müzikleri birbirinden çok farklı. Arabesk de var, rap de var, tam bildiğimiz klasik Brechtyen üslûp da var. Müzikte üslûp birliği yok. Zaten Brecht'de şarkılar oyundan ayrıdır, oyuna ters düşer. Şarkıyla diyalog aynı üslûpta değildir. Özellikle öyle konmuştur. Şarkılar adeta oyun hakkında fikir beyân eder. Oyunla ve sahnelemenizle ilgili son olarak siz neler söylemek istersiniz? Brecht'in "Sezuan'ın İyi İnsanı" adlı oyunu her ülkeye olduğu gibi bugünün Türkiye'sine ilişkin de önemli şeyler söylüyor. Oyunun temel meselesi iyilik yapmanın, iyi kalmanın mümkün olamadığı bu düzenin içinde insan gibi yaşamanın da, sevmenin de, aşık olmanın da mümkün olamaması. Brecht genellikle ekonomiden bahseder, ekonomik durumları ele alır diye düşünülür. Bu oyunda yalnız ekonomik durumlardan söz etmiyor. Aşkın da, analığın da, iyiliğin de mümkün olmadığını, bunları imkansızlaştıranın da insanlar arası ilişkiler olduğunu, bu ilişkilerin dönüşmesi gerektiğini vurguluyor ve seyirciye de bir problem atıyor, dikkat ederseniz cevap vermiyor. Oyunda sürekli bir takım önermeler yapılıyor. Ama o önermeler doğrultusunda hareket edildiğinde yine çıkmaza giriyor iş. O zaman neyin değişmesi lâzım diye soruyor sonunda. Benim sahnelemem, "Brecht sağ olsaydı böyle yapardı" diyebileceğim bir sahneleme olsun diye çabalıyorum. Brecht'ten daha akıllı olduğumu zannetmiyorum. Brecht'in üstüne çıkmak, onu aşmak gibi bir derdim yok. Onun ifade ettiklerini, oyununda söylediklerini kendi insanım için söylemeye gayret ediyorum .
pe a
cy
Erzurum Devlet Tiyatrosu'ndan...
pe
cy
a
Memurin Faslı
>Atilâ Sav
Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, bölgelerdeki çalışmaları değiş-tokuş ederek Ankara'ya da getiriyor; başkent izleyicisine sunuyor. Bu izleyicinin, kapsamlı bir bakışa yönelmesine katkı sağlıyor. Yerinde seyredebileceğimiz oyunları ve bölgelerdeki çalışmaların ürünlerini izlemek olanağı buluyoruz. Erzurum Devlet Tiyatrosu, geçen dönem başında bir Moliere güldürüsüyle gelmişti. Ahmet Mümtaz Taylan'ın yönettiği " Dolapları" ile tanıdığımız genç kadro bu kez bir Türk yazarının seyirliği ile çıkıyor önümüze. Yönetmen Abdullah İndir, yapılan çalışmayı şöyle sunuyor: "Ortaoyunu geleneğimizden yola çıkarak yazılan, memurların özelinde çalışanların sorunlarını anlatan Memurin Faslı adlı oyunumuzla sizlerin karşısına çıkıyoruz. Birbirinden bağımsız yedi epizottan oluşan oyun, ortaoyunu içinde varolan hicivden faydalanarak memurların yaşamlarından kesitler sunmakta ve mizahi bir dille eleştiriler yapmaktadır."
"Memurin Faslı"nın yazarı O. Coşkun Irmak sahneden gelen bir yazar. Devlet Tiyatrosu kadrosundan bir oyuncuyönetmen. Oyun yazarlığının ürünlerinden kimilerini sahne ışıklarında görerek tanımıştık. Irmak'ın ortaoyunu biçiminden yararlanarak işlediği bu oyun, önceki "İtaat Deneyi", "Eylül Penceresi", "Gece Boyunca", "Rüzgar Sayfayı Çevirdi", "Kuş", "Elli Metreden Konserve Kutusuna Atlamak" gibi oyunların çizgisini sürdürüyor. Yazarın 1993-1994 döneminde seyrettiğimiz "Miletes Güzeli" uyarlaması bende özel bir izlenim bırakmıştı. "Memurin Faslı"nda ise geleneksel seyirlik sanatının kalıtından yararlanıyor. Yazarın birikimi ve deneyimini göz önünde tutarak beklediğim yeterlilikte bir metin bulamadığımı belirtmek isterim. Epizotik yapı ve eklenmiş kurgu bağımsız bütünlerden oluşsa bile bir bütünlük gerektirir. Yazar bu bütünlüğü tematik olarak düşünmüş: memurlar. Ne var ki kimi bölümlerin bu bütünlükle ilişkisi yok. Örneğin, "Futbol Amigoları: 'Köpek İvan'ın Öyküsü"nü konu alan TV programını bu eksene oturtamıyoruz. Güncel ve eğlendirici; çok iyi oynanıyor. Ama "memurin" ile ilişkisi yok gibi. "Patlıcanın Dalkavuğu" çok eskimiş, yıpranmış ve özgün olmayan bir bölüm. Yazar neden buna başvurmuş? "Yalaka Memur tiplemesi için Coşkun Irmak daha özgün şeyler bulabilirdi. Son zamanlarda çok geçerli bir laf var: "bürokratik oligarşi", seçilmişleri parmağında çeviren "atanmışlar" yok mu? Kaldı ki, memurlar salt "ezilmiş"likleri ile ele alınmış. Aziz Nesin'in Yaşar'ında ne buyurgan tipler var.
Oyunun yönetmenliğini Abdullah İndir üstlenmiş. Tiyatro Dergisi'ndeki yazısından anlaşıldığına göre ortaoyununu seviyor. Oyun tam bir ortaoyunu gibi başladı. Giriş'i, Pişekâr ile Kavuklu geleneksel giysileriyle ve tekerlemeleriyle yaptı. Ama sonra oyun kendi akışına bırakıldı. Pişekâr ile Kavuklu da her bölümde ayrı bir tiplemeyle karşımıza çıktı. Devlet Tiyatrosu'nun çerçevesine çıkmasa da "doğaçlama" bir ortaoyunu uyarlamasında haklı görünür. Sanatçılar da sazıyla, sözüyle, şarkısı ve dansıyla bir eğlence cümbüşüne dönüştürülmesi beklenen gösteriye bütün yetenekleriyle ve hünerleriyle katkı veriyorlar. Salonu da oyuna katabiliyorlar. Alkışlar bunun belirtisiydi. Yönetmen Abdullah İndir "Ekip ruhu ile çalışarak zevkle izlenebilecek bir oyun oynamaya gayret ettik" diyor. Gerçekten oyuncular sahne disiplinini bozmadan, birbirlerini örtmeden, kendini öne çıkarmaya özel çaba sarf etmeden oynuyorlar. Takım içinde Burak Altay, M. Serhat Kılıç, Cengiz Uzun, Ahmet Burak Bacınoğlu bu türe çok yatkın, esnek, yumuşak ve sevimli oyuncular. Oyunun müziklerini sağlayan (saz takımı) orkestra, Kemal Tüfekçi'nin müzik düzenini başarıyla uyguluyor. Tufan Kaytmaz'ın dansları da dengeyi tamamlıyor.
pe cy a
Coşkun Irmak'ın metninde en eğlenceli bölümlerden biri TV programları ile ilgili olan. İkindi programlarında her türlü mahalle kavgasını, geçimsizliğini toplumsal sorunla birlikte işleyen bu programların parodisi çok iyi yapılıyor. Burak Altay'ın stüdyo yöneticisi tiplemesi olağanüstü. Futbol, özellikle tribün terörüne dönüşen fanatik taraftarların güldürüsü de hem güncel hem eğlenceli. Ama her ikisi de "Memurin"den değil. Ortaoyunu da bir başka geleneksel seyirlik türü olan
"tuluat tiyatrosu" gibi doğaçlamaya dayanır. Oyuncular da bu ilkeye yaslanıp, izleyicinin hoşuna giden bölümleri esnetmekte sakınca görmediler.
Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun "Memurin Faslı" gösterisi, başkent seyircisi için değişik bir renk oldu. Altındağ Tiyatrosu'ndaki bir haftalık konukluklarında salonu doldurdular. Bir acaba: ortaoyunu çerçeve sahne yerine İ. Ş. Atölye Sahnesi'nde "artan"ı da sunsalar nasıl olurdu? Ama sanırım Altındağ seyircisi "Memurin Faslı" için daha elverişli bir izleyici profili veriyor.
Sonunda kavuşmak da varmış...
pe
cy a
Yıldızların Altında
> Ragıp Ertuğrul > ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
Afişlerine göz ucuyla bakanların bir film mi yoksa müzikal mi olduğu konusunda kararsız kaldıkları "Yıldızların Altında", yönetmeni Mehmet Ergen'in, üstüne basa basa belirttiği üzere müzikal iddiasıyla ortaya çıkmayan bir müzikli oyun. Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda sahnelenen oyun, konusunu, yönetmeninden oyuncusuna, senaryosundan, mutlu sonuna(!) kadar Türk Sineması'nın çok geniş bir dönemini içeren Yeşilçam'dan, gazinoların saltanat sürdüğü yıllardan alıyor. Gani Müjde'nin kaleminden çıkan metin, klasik Yeşilçam repliklerinden hareketle güncele uzanan, kendi içinde renkli espriler içeren şekliyle seyirciye güzel anlar yaşatıyor. Neydi bizi o yıllarda büyüleyen? Paranın saadet getirmediği ama her şeyi olduğu gibi sevgiyi de çoğu zaman satın alabildiği, şimdi de süregeldiği gibi şöhret uğruna köyden kaçılarak İstanbul'a gelindiği, ama yönetmenin, senaristin, filmdeki esas oğlanın yatağından geçilmeden star olunmadığı, aşk uğruna ille de ve nedense hapse girmenin yaşandığı, veremden yatağa düşüldüğü, küçükhanımların çapkın bakışlarla uzaktan kesildiği, çiçek buketlerinin arasından
a
cy
pe
gizli mektupların düştüğü, sırasında aşkın bir demet yasemenle hatırlandığı bir dünya. Dört Yapraklı Yonca'lar, haftalık mecmualarda kapak olan, gazinolarda izdiham yaratan starlar, playboylar, patronlar-patroniçeler, aşçı, uşak, hizmetçiler... Bütün bu konular ve karakterler, şimdiye kadar ya TV'deki parodilerde, skeçlerde tekrarlanarak, ya da 80'li yılların ikinci yansında video film furyasında yeniden canlandırılarak film severlerin hafızalarında tazelendi. İşte Yıldızların Altında da bu zincire yeni ama farklı, farklı ama sağlam bir halka ekliyor. Oyun klişe sözlere, kişilere, olaylara dayanmasına rağmen oyunculuğuyla, koreografisiyle ve tabii ki müziğin icrasıyla deneyimli bir grubun elinden çıktığını belli ediyor.
Selçuk Borak, döneme uygun, estetik, yapay kaçmayan, dinamik ve aynı zamanda eğlendiren koreografisiyle sahnede görülmek istenen rengi veriyor. Dansçıların yüzlerinden, hem oyundan memnun oldukları hem de böyle bir kadronun içinde bulunmaktan keyif aldıkları ifadesi okunuyor. Bu keyfi tamam kılan büyük ölçüde kostümler olsa gerek. Hareketleri kısıtlamayan, kolay değişime imkan veren ve bir o kadar da özenildiği belli olan kostümler, sadece Alev Yangın'ın ve güzel yıldız Feride Çiçek'in sahne kostümlerinde değil, günlük kıyafetlerinde de kendini gösteriyor. Bu başarıyı mümkün hale getiren kuşkusuz Tuvana Büyükçınar'ın kostümleri tasarlarken sanatçılarla uzun mesailer harcamasıdır. Barış Dinçel'in elinden çıkan dekor, sahneler arasındaki geçişlere olanak vermesi açısından oldukça işlevsel. Artık Dinçel'in alışkın olduğumuz tarzının izlerini burada da görüyoruz. Tepeden sarkan mekan çerçeveleri, pırıltılı tamamlayıcı aksesuvarlar, minimalist anlayışla tasarlanmış mobilyalar... Dinçel'in dekorlarında gereksiz hiçbir objeye rastlamıyorsunuz. Bu prensipte sahnenin üzeri, bu oyunda olduğu gibi aslında ne kadar dolu olursa olsun ilgi odağınızı kaybettirmiyor.
pe
cy
a
Candan Erçetin (Feride Çiçek), oyunun hem müzik yönetmeni hem de başrol oyuncusu. Adının geçtiği bütün çalışmalarda kaliteyi ve mükemmeli yakalama arzusu herkes tarafından takdir edilen Erçetin "Yıldızların Altında" yine parıldıyor. Erçetin'in oyunculuğu konusunda tereddütü olanların bu yargılarını bir kenara atmaları gerekecek. Çünkü, sahnedeki duruşu, oyuna katılımı, ekiple uyumu son derece başarılı. Zaten Türkiye'de ender bulunan müzikal oyuncusu formatına oturabilen Candan'ımızı sakın küstürmeyelim. Diğer başrol oyuncusu Beyazıt Öztürk (Kayhan Kayar), TV showlanndan ve stand-up'larının ardından gelen bu ilk tiyatro deneyiminde sahnedeki doğaçlama sözleri, mimikleri ve rahatlığıyla bir tuluat oyuncusu olma yolunda ilerlediğinin sinyallerini veriyor. Oztürk için de, tıpkı Erçetin'e yapmamız gerektiği gibi alkışlarımız ve bakışlarımızla sahnelerde tutma arzumuzu dışa vuralım. Rasim Öztekin (Ferit Ferdi), tiyatro ile geçen yıllarının tüm kazanımını sahneye yansıtıyor. Rolünün ötesinde ekip arasında da bir idareci, bir yönlendiren misyonunu üstlendiği belli oluyor. Ve bu tüm ekibin uyum ve güven içinde çalışmasını sağlıyor. Ragıp Savaş (Mecnun Hazinyay), mağrur aşık kemancı rolünde ölçülü oyunculuğuyla, çerçevesi belli olan bir karakteri canlandırmanın monotonluğunu rolün üzerinden atmış. Gazinolardan beyazcama geçen ve yıllar yılı kendisine, temsil
ettiği geleneksel kanto sanatına itibar kazandıran Nurhan Damcıoğlu (Alev Yangın), bu oyunda da aslında kendi hayatını oynuyor. Ekip içinde gazinoların şaşaalı yıllarını yaşayan ve yaşatan tek sanatçı belki de odur. Enerjisi ve sıcaklığı sahneye çıktığı anda seyirciye de yansıyor. Kamera şaryosunu süren adamı oynuyor gibi görünen ama mimikleri ve dinamizmiyle Beyaz'dan da Candan'dan da rol çalmayı başarabilen Beyti Engin (Hüseyin), ileride nerede ve hangi rolle karşımıza çıkar merak ediyorum doğrusu.
Uzun lafın kısası, "Yıldızların Altında, Gözleri Ömre Bedel, Nasıl Geçti Habersiz, Arım Balım Peteğim" gibi bir dönemin dillerden düşmeyen şarkıları eşlik etmeniz için sizleri bekliyor .
pe cy a
Sanatın Yaşamla örtüştüğü noktada Fransız yazar Christian Giudicelli ile
pe
cy a
Konya'da Bir Buluşma...
> Esen Özman
"Sanatın yaşama değdiği, gerçeğin sanatla karışarak iç içe geçtiği nokta" Bunun benzeri ve türevi sözler aynı anda dökülüyor ağzımızdan Christian Giudicelli ile bir Konya pastanesinde. Tanıştığımızın dördüncü günü... "İlk Gençlik" prömiyerinin birkaç saat öncesi. Bir ara, can yoldaşım Şehnaz Pak'ı yitirişimden, onulmaz acımdan söz ediveriyorum. O da, "arkadaşım Claude" diye başlıyor söze... Derin dostluklarını, yakalandığı ani hastalığı kendiliğinden anlatıyor... belli ki anlatmak istiyor. "Esen, ne çok ortak yönümüz var" deyiveriyor o Konya pastanesinde... 17 Aralık C u m a akşamı, ufak bir sağlık kontrolü için İstanbul'a gitmek üzere yola çıkmadan ö n c e , Genel Müdürümüz Lemi Bilgin'in telefonu sonucunda yaşamımın rotasını değiştirecek bir "buluşmaya", bir "rastlantıya" tanıklık edeceğimin arifesinde olduğumu sezinleyemezdim elbet... Ne d e , Konya Devlet Tiyatrosu müdiresi Tomris Çetinel'in olağanüstü güzel ve düzeyli organizasyonu
sayesinde dört günlük bir düşsel ve düşünsel yolculuğa çıkacağımı... Christian Giudicelli, Maral Üner ile Tomris Çetinel'in on yıl önce Ankara Devlet Tiyatrosu'nda birlikte oynadıkları "İlk Gençlik" oyununun yazarı. Oyun Konya Devlet Tiyatrosu'nda Maral Üner rejisi ve aynı yaratıcı kadro ile yeniden sahneleniyor. "Yaşamla sanatın birbirine değdiği, giderek örtüştüğü nokta"da buluştuğum yazar Christian Giudicelli kimdir? 1942 yılında güney Fransa'nın Nîmes şehrinde doğar. Eğitimini bu kentte alır ve 60'lı yılların başında Paris'e yerleşir. Burada özellikle gazetecilik alanında şansı yaver gider. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazılarını yayımlamaya başlar. 1967'den bu yana Fransa'nın önemli radyo kanalı France Culture'ün çeşitli programlarında yapımcılık ve yöneticilik görevlerini üstlenir. 1993 yılında Renaudot edebiyat ödülü jürisine seçilir. Gallimard Yayınevi'nin seçici kurul üyesi ve edebiyat danışmanıdır. Sanatçının oyun ve romanlarında izini sürdüğü kimlikler genelde "kıyıda kalmış insanlar" marjinallerdir.
Prömiyer günü tiyatroda yaptığımız toplantıda oyunun yönetmen yardımcısı Ersin Ayhan'ın merakına karşı söylediği sözler belleğimde iz bırakmış. Ersin soruyor: "Nasıl oldu da aşağı yukarı kırklı yaşlarda yazdığınızı zannettiğim oyununuzda, yaşı geçkince iki kadını bir erkek yazar olarak bu kadar güzel ele aldınız? " Giudicelli'nin yanıtı: "Flaubert aslında Madame Bovary benim demişti. Ayrıca ben her erkeğin içinde kadın, her kadının içinde de erkek olduğuna inanırım." Giudicelli'nin roman, anlatı ya da tiyatro oyunu olsun yapıtlarının tümüne şöyle bir izlek egemen: "İki farklı insanın karşılaşması ve birbirlerine doğru yaptıkları yolculuk."
a
Yazar kendisinin dahi şaştığı denli dünya çapında başarı kazanmış, 48 kadar ülkede sahnelenmiş "İlk Gençlik" adlı oyununda farklı ortamlara ait ve hayatını sanki yarım yaşamış geçkince iki kadının rastlantısal buluşmasını kurgulamış. Ancak hiçbir "buluşma" nedensiz bir rastlantı değil yazar için. Aslında farklı ortamların hatta farklı kültürlerin insanları birbirleri ile örtüşen an'ı er ya da geç yakalarlar ona göre. Kanımca, Giudicelli eserlerindeki kişileri buluştururken öznel bağlamda da "ikinci gençliğinin" sayfasını açmış oluyor. Yazar genelde yapıtlarında karşısına çıkan genç aracılığıyla geçmişinde oluşumunu tamamlayamadığı kimliğini bütünlemenin peşine düşüyor. "İlk Gençlik"de kahramanlar arasında yaş farkı yok. Ancak onlar da "rastlantısal buluşmaları" sonucu kimliklerini çarpıştırıp, oradan bir bütüncül kişiliğe varma çabasına giriyorlar.
Giudicelli'nin oyunuyla ve tiyatro yazarlığı ile ilgili dile getirdiklerinden bazıları: "Oyunum Kanada'da büyük bir sahnede çok mesafeli bir anlayışla, Almanya'da, teatral açıdan Brechtyen, içeriksel olarak da feminist bir yaklaşımla, İtalya'da ise bir buçuk saate sığdırılabilecek kadar Akdenizli tutumla sahnelendi. Parantez kullanmam ben. Tiyatro metni yazarın elinden bir kez çıktı mı yönetmen ve oyunculara teslim edilmiştir artık. Parantezlerle onları yorumlarında engellemek istemem. Bir tiyatro yazarı oyununun her sahnelenişinde yapıtının gizli kalmış yönlerini keşfetmekten zevk duyar. Roman yazarken okur ile baş başasınızdır. Onun ne düşündüğünü bilemediğinizden biraz da açarak anlatmak ve tasvirler yapmak zorundasınızdır. Oysa sahne için yazarken fazla açıklama yapmanıza gerek yoktur. Oyunu açımlamak zaten yönetmenin işidir."
cy
Yazarın tiyatro serüveninde ise bir tür üçlemeden söz edilebilir: İki kadını ilişkilendiren "İlk Gençlik", iki eşcinseli irdeleyen "Karamela", kadın-erkek ilişkine bir kez daha bakan "Lavandou'dan Sevgiler".
pe
"İlk Gençlik" ilk kez 1987 yılında Jean-Marc Grangier'nin rejisiyle Paris'te La Bruyere Tiyatrosu'nda Annie Girardot ve Odette Joyeux'nün rollerini paylaştığı bir kadroyla sahnelenmiş. Türkiye ise Yunanistan ve Kanada ile birlikte Fransa'dan sonra metni ilk sahneleyen ülkeler arasında.
Yazarın ilk tiyatro oyunu ise 1977'de yazdığı "Gece Kraliçesi". İstanbul doğumlu, avant-garde metinlerin oyuncusu, İonesco'nun "Sandalyeler"inin ilk yorumcusu Tsilla Shelton bir burjuva evinde devrim yapmaya kalkışan hizmetçi rolünü üstlenmiş oyunda. Oyun "İktidar insanı aptallaştım." sözleri ile sonlanıyor. Mozart'ın "Sihirli Flüt" operasından esinlenen "Gece Kraliçesi" nin yazarı Giudicelli bir müzik tutkunu aynı zamanda. "İlk Gençlik" oyununda sıkça andığı Bach tutkusu galiba var olan "çok ortak noktamız''dan bir tanesi. Giudicelli'nin Fransa'da ve
dünyanın önemli tiyatrolarında oynanmış başka oyunları da var elbette. Yazarın genel olarak yazın dünyasına bakacak olursak; onun romanında tiyatrosunu, teatral anlatımında ise düz yazısının izdüşümünü yakalamak olası. "Station Balneaire-Sayfiye İstasyonu", yazara Fransa'nın en önemli edebiyat ödüllerinden biri olan Renaudot ödülünü 1986 yılında getiren romanı, aslında "Lavandou'dan Sevgiler" adlı oyununun düzyazıya yansıması. Hikayede çok yoksul iki gencin sanki zenginmişcesine bir yerlere kaçıp gidip tatil yapma arzuları anlatılır. Ancak onlar Cöte d'Azur'ü değil, Fransa'nın gri yüzlü kuzey sahilini seçerler. Çünkü sonlan da gri hatta kapkara olacaktır. Anımsıyorum da, o son gün, belki de yarım saat içinde, o Konya pastanesinde, bu olguyu da, intihar olgusunu da Christian ile konuşmuştuk. Şimdi düşünüyorum da, bunca yoğun konuyu nasıl da sığdırmayı başarmışız o kısa zaman dilimine! Anlatı-roman sayılabilecek "Parloir-Görüşme Odası" bir gazetecinin cezaevindeki arkadaşına yaptığı ziyaretlerin bir tür güncesidir.
Yazarın yapıtlarının tümünü irdelemek olası değil. Ancak ilk romanı "Le Jeune Homme â la Licorne- At vücutlu, geyik başlı, alnının ortasında tek boynuzu olan masalsı genç adam"ı 1966 yılında, son anlatısı "Apres Toi-Senden Sonra"yı ise 2004 yılında yayınladığını söyleyebiliriz. 1997 yılında kaybettiği ressam arkadaşı Claude Verdier için ancak yıllar sonra yazabilmiş. Pastanedeki sohbetimiz sırasında Christian'ın "Sanki kendimden bir parçanın yitişi gibi..." sözleri düşüyor aklıma. Belli ki "yalnızlık"ı yaşam biçimi haline getirmiş, eserlerine de ana tema olarak seçmiş konuk yazarımız. Anımsıyorum... Tiyatrodaki sohbette genç bir hanım arkadaş Ankara'da Fransız Kültür Merkezi'nde izlediği "Pamuk Tarlalarının Yalnızlığında" oyununa ve Konya Devlet Tiyatrosu'nda daha önce sahnelenmiş çağdaş Fransız oyunlarına değinerek "Yalnızlık çağımızın hastalığı mı ya da siz Fransızlar çok mu yalnızsınız? " diye soru yöneltmişti. "Bernard-Marie Koltes, Denise Chalem gibi yazarlarla doğal olarak temalarımız birbirine yaklaşır. Onlarla yaşadıklarımız hemen hemen aynı." diye yanıtlamıştı Giudicelli. Bu bağlamda, Christian Giudicelli için benim gözlemime gelince; "Aydın dışarıda kalan ise eğer, o yalnız aydın, 68 kuşağı topluma karşı tepkilerini radikal bir biçimde ortaya koyup varoluşsal arayışlarında dışlanmayı göze alabilecek denli cesurca derinleşmeyi yeğlemiş bir kuşak idiyse eğer... evet, o tipik bir altmış sekizli"
a
Giudicelli'nin oyunu "Karamela" ise "Görüşme Odası" adlı romanının teatral kurgusudur; Genç bir Kuzey Afrikalı ile entelektüel bir yazarın sokakta karşılaşması anlatılır. Kardeşlik, babalık duygularından giderek aşka varan bir buluşmadır bu.
Yazarımıza gelince; görüyorum ki, eserlerinde çoğunlukla burjuva aydın ile "yukarıda açımlamaya gayret ettiğim türden marjinal prototipi" buluşturuyor. Üstelik, daha da ileri gidiyor, hayatın kıyısındaki bu insanlarla kentsoylular arasında aşka izin verip yelken açtırıyor.
23 Aralık... Nihayet prömiyer an'ı geldi çattı. Maral ve Tomris Hanım'ın oyun öncesi heyecanlarını paylaştıktan sonra fuayede beklerken Giudicelli'yi alıyor bir merak. Türk izleyicisi metnini nasıl karşılayacak? Kaygısının neye dayalı olduğunu aşağı yukarı kestirebiliyorum. Daha oyun başlar başlamaz Paris'te ilk sahnelenişinde Annie Girardot'nun algılayıp da vurgulamak istediği türden bir alt metni ben de duyumsuyorum... Bazı eşcinsel tınılar, ayrıksı zevklere yönelimler gibi. Yazarın endişelerine katılır gibi olsam da Konya'daki sahneleniş zekice kotarıyor metni. Temelinden doğru kavranmış reji iki yetkin oyuncunun kurduğu incelikli, birbiriyle uyumlu, renkli ve tartımlı bir yorumla destekleniyor. Özellikle oyun süresince dekora
pe cy
Burada, okura bir noktayı açmam gerek. Fransız toplumuna özgü bir durum sözünü edeceğim. Bilindiği üzere Fransa yakın zamana kadar sömürgeleriyle var olan bir toplumdu. İçinde büyüttüğü sömürülmüş evlatları sonradan beslemesi kaçınılmaz oldu. Çoğunluğunu Tunus, Cezayir ve Fas gibi Kuzey Afrikalıların oluşturduğu bu sömürülmüş kesimden nice okur yazar, kimi zaman aydın dahi çıktığı gibi, kimliğini yitirmiş, yitirdikçe çaresizleşmiş, çaresizleştikçe kırılmış kişilikler artarak yayıldı Fransız toplumuna. Kazdığı kuyuya kendi düşen vahşi kapitalizmin deyim yerindeyse "piç'leri konumuna düştü bu insanlar. İşte bunlara Fransa'da "beur" adı veriliyor. Genelde, banliyöde serserice yaşamayı seçen, her fırsatta "Paris burjuvası"na rahatsızlık vermekten zevk duyan, yılların kinini ancak böyle kusan bir insan grubu tanımlamaya çalıştığım.
İkincisi; bir zorluğu, özellikle ülkemizde yaşanan bir yabancı yazarı davet etmek gibi zorluğu aşıp, tıpkı 'ilk Gençlik' oyunundaki gibi bir buluşmayı sağladığı için... dört günlük bir 'yolculuk'fırsatını sağladığı için, teşekkür ediyorum."
cy
a
egemen "saat buluşu" yönetmenin yazarı ne kadar doğru algıladığını kanıtlıyor. Bana kalırsa Giudicelli'nin yapıtlarında adeta leit-motif sayılabilecek "İlk Gençlik'ten sonra ancak ikinci gençliğe yolculukla kimliğin bütünlenmesi" düşüncesini bu sahnesel anlatım son derece doğru bir biçimde perçinliyor. Zaman ilerliyor... Zamanın içini dolduranlarsa "buluşmalarımız ve birlikte yolculuklarımız" sayesinde bizleriz...
pe
Ayrıca rejiye destek veren dekor tasarımı ile Sertel Çetiner'i, bütünlük içinde oyuncuyu rahatlatan kostüm tasarımı ile Sevgi Türkay'ı, sahnedeki devinimi ezip geçmeyen ışık tasarımı ile Mehmet Yaşayan'ı kutlamak gerek. Arkadaşım Esen Çamurdan'ı da "İlk Gençlik"i temiz Türkçesi ile dilimize kazandırdığı için selamlıyorum. Sevgili Tomris Çetinel prömiyer akşamı oyunun üçüncü perdesini gerçekleştiriyor; bu bir tür Maral Üner'e saygı ve yazar Giudicelli'yi karşılama töreni... Çetinel heyecanlı; sahneyi Maral Üner ile paylaşmaktan ötürü heyecanlı, sevdiği, rahat oyun alıp verebildiği partnerini yeniden yakalamış olabildiği için heyecanlı, on yıl sonra "İlk Gençlik" ile bir tür jübile yapıp yazarını da konuk edebildiği için heyecanlı... Gözlerinin pırıltısı seyirciyi aydınlatırken söylediği güzel sözlerle yüreklerimizi rahatlatıyor. Yeni yıl öncesi armağanlarla, plaketlerle şımartıyor hepimizi. Her ne kadar "Bu oyunun ben sadece dört günlük serüvenine katıldım beni sahneye çağırmayın." desem de, Giudicelli'ye çeviri yapmam gerektiği bahanesiyle beni de sahneye konuk ediyor. Ben de heyecanlıyım... Ama aşağı yukarı şu sözleri söylediğimi anımsıyorum... "Tomris Hanım'a iki nedenle teşekkür etmek istiyorum. Birincisi; sanatçının yaşı yoktur. Bürokratik nedenle aramızdan ayrılmak zorunda kalmış, medya ile ilişkisi olmadığı için evine sessizce çekilmiş bir sanatçıyı, Maral Üner 'i reji ve oyunculuk yapmak üzere konuk ederek hem bizlere sanatçımızı yeniden kazandırdığı hem de genç izleyiciye de onu tanıma fırsatı verdiği için.
Ertesi sabah Christian ile erkenden uçacağız... tabii önce İstanbul'a. Geride bıraktığımız dört dolu dolu geçen gündüz ve gecenin hafif sarhoşluğu içindeyiz. Keyifle yenen özel Konya yemekleri, yeni tanışmalar, üniversiteli gençlik ile sıcak karşılaşmalar, muzip esprilerle yaptığımız müze ziyaretleri, Fransız ve Türk edebiyat dünyasından yakaladığımız ortak dostları anımsayışlar, anekdotlar, gülümseyişler. Bütün bunlar Tomris Çetinel ve Maral Üner'in özveri ve yürekleri sayesinde. Bana gelince; dört günü iki dilde yaşıyorum... yani sekiz gün gibi. "İlk Gençlik"in Konya yorumu için Christian'ın program dergisine yazdığı şu cümle bile kanıtlıyor onun kentten ayrılırkenki duygularını: "...Üstün reji, Maral ile Tomris'in -mizah ve duygu arasında dengeli bir hakimiyet- sağlayarak sundukları geniş açılımlı, güzel oyunculukları, beni sarmaladı. Onlara bravo diyorum ve tüm kalbimle kucaklıyorum." Uçaktayız, beşinci günümüzde dört günlük yolculuğun sonuna yaklaşıyoruz. Sanki yıllardır tanışıyor muşuz gibi. İşte bu değil mi, Giudicelli'nin eserlerinde işlemek istediği! İki insan karşılaşır... Boşuna değildir buluşmaları... Bir yolculuk yaparlar... Yolculuğun sonu kapkara ya da pespembe olabilir... İstanbul'a indiğimizde, o, Paris'e doğru transit salonuna girerken ben kentin karmaşasında yitip gitmeye kendimi hazırlıyorum. Ayrılırken söylediği: "Nasılsa görüşeceğiz— "
Söz verdiği gibi birkaç gün sonra, kitapları kapımda. Zarif bir teşekkür mektubu iliştirmeyi de ihmal etmemiş. Merak ettiğim oyunlarından biri en üstte; "Karamela". Christian Giudicelli şöyle yazmış: "Esen'e, sanırım Konya pastanelerinde bulunmayan bir Karamela... Dostlukla... "
> Yeni Çıkan Oyunlar
SALINCAKTA İKİ KİŞİ
Tiyatro: Yalçın Menteş Tiyatrosu Yazan: Eli Saghi Yönetmen: Ahmet Gülhan Yönetmen Yardımcısı: Emre Törün Sahne Tasarımı: Gamze Şatana Giysi Tasarımı: Nurkan Törün Işık - Ses Tasarımı: İhsan İlhan Oyuncular: Yalçın Menteş, Sabriye Kara, Umut Oğuz, Ayşegül Altıntaş. Eli Saghi'nin yazdığı, Ahmet Gülhan'nın yönettiği oyun; oğlu ve geliniyle yaşayan dört kişilik bir ailenin güldürüsü. Oyun, aynı çatı altında yaşamayı ve kuşak çatışmasını komik bir şekilde anlatıyor. (0212 351 93 84)
pe
cy a
Tiyatro: Tiyatro Kedi Yazan: William Gibson Türkçeleştiren: Sevgi Sanlı Yöneten: Hakan Altıner Sahne ve Giysi Tasarımı: Figen Soysal Yapımcı: İpek Kadılar Altıner Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Can Gürzap ve Nurseli İdiz. New York... Büyük umutların, dayanılmaz hayal kırıklıklarının kenti. Cennet ile cehennemin iç içe yaşadığı böylesi bir metropolde, yaşamlarını sıfırlamak ve belki de birlikte, yeniden kurmak isteyen iki kişi. Hayatın o güne kadar onlara giydirdiği elbiseleri çıkarmak, soluk almak ve yıllar sonra ilk kez kendi istediklerini, kendi kararlarını, kendi seçtiklerini yapmak isteyen iki kişi. Kurallarla, koşullarla örülü duvarları, duyguların salıncağıyla havalanarak aşmak isteyen iki kişi... (0212 217 69 25)
MATRAK AİLEM
PITIRCIKLAR
SİNDİRELLA
Tiyatro: Masal Gerçek Tiyatrosu Yazan-Yöneten: Reha Bilgen Müzik: Ceyda Pirali Koreografı: Zehra Belevi Sahne Tasarımı: Mustafa Ateş Giysi Tasarımı: Aygül Sonay Güntav Oyuncular: Aynur Akmancı, Elif Şen, Murat Bayar, Nurhan Kovancı, Onur Özaydın, Serhat Giray, Şeyda Arslan.
Tiyatro: Tiyatro Mie Yazan: Neslihan Dörtcan Yöneten: Salim Dörtcan Müzik: Tuğrul Aray Sahne Tasarım: Ferit Özen Dans Düzeni: Sinan Temizalp Giysi Tasarımı: Aygül Kostüm Evi Işık Efekt: Garip Çağlar Oyuncular: Serpil Bilgili, Başak İleri, Yeliz Karakaya, Neylan Özgüle, Erdem Üstün, Didem Aslan, Tuğba Tamer, Göksel Bekmezci, Oğuzhan Mesut Uslu, Aslı Vuslateri, Volkan Bağatur.
Pıtırcıklar, ormanın derinliklerinde yaşayan sevimli ve neşeli yaratıklardır. Eğlenmeyi, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, oyunlar oynamayı ve en çok da kurabiye, pasta, çörek ve börek yemeyi çok severler. Süslü'sü, Toraman'ı, Fırıldak'ı, Cazgır'ı, Zıpçıktı'sı ve Pıtırcık Baba'sı ile yaşadıkları mekanda herkesten uzak mutlu bir hayat sürmektedirler. (0212 351 93 84 / 94)
Dünya çocuk edebiyatı klasiklerinden "Kül Kedisi Sindirella" masalının; Tuğrul Aray tarafından caz ve klasik müzik kalıplarında bestelenerek, müzikal formda sahnelendiği bir çocuk oyunu. (0216 383 99 20 / 21)
> Yeni Çıkan Oyunlar
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
ELVEDA SARAY-BOSNA
Tiyatro: Atölye Tiyatrosu Yazan: Nikolay Gogol Yöneten: Savaş Mutlu Giysi Tasarımı: Onur Uğurlu Sahne Tasarımı: J. Nikolay Raskov Işık Tasarımı: Dimitri Oyuncu: Erdem Topuz
Tiyatro: Atölye Tiyatrosu Yazan: Susanne Schneider Yöneten: Savaş Mutlu Sahne Tasarımı: Yalçın Birol Giysi Tasarımı: Savaş Mutlu Işık Tasarımı: Dimitri Efekt-jingle: Barış Gören Müzik: Melih Kibar Dış Ses: Müşfik Kenter Oyuncular: Müge Barutçu, Turgut Tunçalp, Yeliz Alkan, Caner Doğruyol, Sevgi Vural, Fırat Öztürk, Burçin Oktar. Radyodaki kadın, uzun süredir kuşatılmış olan SarayBosnalılara seslenmekte, onlara müzik dinletmekte, haberler aktarmakta ve en önemlisi cesaret vermekte, yaşama dirençlerini artırmaya çalışmaktadır. Sahneden Saray-Bosna şehrinin ne büyük bir felaket içinde bulunduğu seyirciye aktarılmaya çalışılır. (0212 244 67 46)
pe cy
a
Soyluların dünyasında kendine yer açmaya çalışan minnacık bir memur, sınıflara bölünmüş bir ülkenin çocuğu Poprişçin. Üstlerine gereken saygıyı göstermesine rağmen, kendi hak ettiği sınıfından gereken saygıyı göremez bir türlü. Bu yüzden durmadan bulunduğu konuma lanet eder. Herkes gibi o da kısa yoldan bir üst sınıfa geçmenin hesapları peşindedir. (0212 244 67 46)
ADAM ADAM Tiyatro: Ankara Sanat Tiyatrosu Yazan ve Yöneten: Nuri Gökaşan Müzik: Can Atilla Sahne ve Işık Tasarımı: Burcu Aydınalp Dekor Realize: M. İlhan Ateş - Kenan Ürüt Butofor: Nur Alpagut Işık: Murat Atmış Efekt: Osman Kaya Oyuncu: Nuri Gökaşan
Oyun, gecenin ileri bir saati ile tan yerinin ağarması arasında geçer. Alkol ya da psikoz, belki de her ikisi, yani ne sebeple tedavi olduğu belli olmayan bir adam, sıklıkla fısıltılar duyar. Sakin hallerinde hastane bahçesindeki düşünen adam heykeline anlattığı öyküleri vardır. (0312 417 76 76)
İKİNİN BİRİ Tiyatro: Tiyatro İstanbul Yazan: Ray Cooney Çeviren: Orhan Azizoğlu Yöneten: Haldun Dormen Oyuncular: Ali Sunal, Volkan Severcan, Argun Kınal, Sefa Zengin, Ceren Erginsoy, Gazi Şeker, Dilek Demir, Deniz Güzelmeriç, Ebru Vardal, Bilgehan Birincioğlu. Karısıyla otelde kalan hükümette görevli bir bakan yardımcısı, aynı otelde bir sekreterle aşk kaçamağı yaparken, karısı da yakın bir dostuyla ilişkiye girer. (0212 216 38 73)
> ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI > Huzursuz Seyirci > huzursuz@tiyatrodergisi.com.tr
iki Oyun, Bir de Siyaset Meydanı.,. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın "Çalıkuşu" oyununu izledim Ümraniye Sahnesi'nde. Cumartesi matine olmasına karşın, tamamen doluydu salon. İzleyicilerin çoğu öğrencilerden oluşuyordu. Türk edebiyatının bu önemli yapıtlarından birini öğrencilerine göstermek istemişti öğretmenleri anlaşılan. Romanın Türkçe derslerinde okutulduğunu biliyorum. Genç kızların düşlerini süsleyen sarışın, yeşil gözlü Kamuran karakterinin, esmer bir adam haline geldiği oyunda, otuza yakın karakter de birer oyuncuyla canlandırılıyor nedense. Temposu sıfıra yakın götürülen oyunda, değişik ve konuyu betimlemede çok önemli olan mekanlar da, mekana uygun dekor parçalarıyla geçiştirilmiş. Kısa epizotlara bölünerek konu anlatılmış. Sahne tasarımına, nedense dekor demekte Israr etmeleri de bu anlayışın nedeni olsa gerek. Devlet memurlarının kullandığı ağdalı Türkçe'yle, diğer karakterlerin kullandığı-kentliler ve köylüler olarak-Türkçe'de pek de bir fark yok. Oysa dil, kontrast olarak kullanılsaydı, sınıf farkları da belirginleşirdi. Bu arada, Doktor Bilge Zobu'nun "tür" sözcüğünü kullanması da çok sırıtıyor tabii. Ayrıca "adam siz de..." diye bir deyim hiç duymadım. "Adam, sen de" kibarlaşınca böyle mi oluyor yoksa? Fransızca konuşanların tümünün aksanları berbat. Türklerin'ki olabilir de, Fransız'ı oynayanların ki, tümden "Fransız" kalıyor. Feride'nin unuttuğu kitaplarını almak için hastaneye gittiğinde, arkadaşı hasta bakıcı, kitapları ararken, masada duran kitapların sayfalarının arasına bakması, absürd tiyatro örneği. Haa bir de Feride, belirgin bir kol hareketiyle konuğuna "oturun" hareketi yapıyor da, aynı hareketi gitmek için ayaklanan konuğuna yaptığında, "çık bakalım dışarı" anlamına geliyor ki, irkiltici...
cy
a
Ankara Sanat Tiyatrosu'nun "Benim Meskenim Dağlardır" belgeseli ya da oyunu mu desem, Orhan Duru'nun bir öyküsünde kullandığı "Tahammül mülkünü aştın, Hülagu Han mısın kafir?" dizesini anımsattı bana. Bu yüzden, belgeseli izleyeceğime ilgisiz sahnelerde, sahnede fonda duran kaya parçasının mantığını çözmeye taktım kafayı. Meğerse, hapishaneden kaçma epizodunda kullanılacakmış o kaya. O zaman niye baştan bırakıldı orada? Çok mu ağır da taşınamıyor? Oysa sahne arkasında fon perdesi var. Oradan itilebilirdi içeri. Niye bütün ilk perde boyunca orada kaldı? 2. perdeyi bilemem, çünkü Hülagu Han olmadığımdan, izleyemedim.
pe
Hep oyun yazacak değiliz ya, bir de "Siyaset Meydanı" yazalım. Ne alaka demeyin. 13 Ocak Perşembe, Türkiye'deki tüm tiyatrocuların -ben öyle sanayım- gözü kulağı, Ali Kırca'daydı. Kırk yılda bir ATV'nin aklına tiyatro gelmiş, konu olarak. Nereden gitmişse kulaklarına özel tiyatrolara devlet desteğinin adil bir biçimde yapılmadığı, biraz kurcalayalım da hareket olsun demişler. Araya bir de manken sosu koyarak, "mankenler sahneye çıksın mı, çıkmasın mı" yapay tartışmasıyla reytingi yerlerde sürünmekten kurtaracaklarını sanmışlar. O bile kurtaramadı tabii de, tiyatrocu takımı da elinden geleni ardına koymadı hani reytingi düşürmek için. Sabah 4'e kadar uyumadan izleyebilmek için göbeğim çatladı. Devlet desteğini üst dilimden alanlar pişkinlikle sırıtırken, alamayanlar da alanları suçladılar elbet. Bilen bilmeyen de, bu işin Avrupa'da nasıl yapıldığından örnekler verdi. Oysa Mustafa Demirkanlı'nın müthiş bir belagat örneği vererek tek cümleyle özetlediği gibi, şuncacık para tek bir tiyatroya bile verilse, neredeyse işe yaramaz. Bu durum algılanınca, tartışmaların ateşi düştü birden zaten. Bu arada Hadi Poyrazoğlu adlı, olmayan tiyatroyu da Selçuk Parsadan kurdu sanıyorum, parsayı kapmak için. Şu desteği dağıtan kurul da ne kurulmuş hani, Tansu Çiller'den beter saf... Devlet desteği alıp almadığını bilmeyen birsinin -anımsamıyorum kimdi- Tuncay Özinel'e sorduğu "Siz de yardım aldınız mı?" sorusuna Tuncay'ın verdiği yanıt, kulaklardan kaçtı: "Tabii ki aldım". Neden tabii? Konuşmasını sürdürünce, bu yanıta dikkat eden kimse olmadı. Mankenlerin iki kıytırık oyunda, uyduruk rollerde oynadığı zaman, potansiyel mesleklerini ellerinden alabileceklerini sanan genç tiyatrocu adaylarına da şaştım doğrusu. Bırakın oynasınlar ya, ne oynayacaklarsa... Ahmet Mümtaz Taylan'ın dediği gibi, "iyi olanlar kalacaktır" zaten. Ne var korkacak? On yıldan bu yana iyi işler yaptığını bildiğim Tiyatro Ti'nin kurucularından Hakan Pişkin'e, Ayla Algan'ın hesapsızca saldırısına ise hiç anlam veremedim. Mahir Günşiray'ın her zamanki soğukkanlı tavrıyla yaptığı konuşma, gerçek tiyatroculardan beklenen düzeydeydi. Bence gecenin en utanılacak durumu, Kenter Tiyatrosu'nun ancak yarısını dolduran, çağrılıların azlığıydı. Çağrı kriterleri neye göre yapılmıştı acaba? Reyting alacaklara göre olmasın?
Huzursuz Seyirciye Yanıt ...Adını dahi "Kuğular Yalan Söylemez" diye yanlış yazdığınız -ki belki bu da bir espridir sizce, çünkü neyi doğru yazdığınız belli değil- "Kuğular Şarkı Söylemez" "Dekor tasarımı ile bağdaşmayan ucuza alınmış mobilyalar." Siz annenizin evinde mi yaşıyorsunuz? Hiç mi hiç bekar evi görmediniz? Hele hâlâ babanın "şu eve bak, çöplük" diyeceği kadar öylesine döşenmiş bir bekar evi... Yazık... "Buzdolabının kapağının açılışından telefon sesleri"ne kadar.. .Tiyatro bilgisinden öylesine yoksunsunuz ki., sahnede seyirciye verilmek istenen verilir ancak, sahne hayat değildir, "mış" sanatıdır. Oyunla ilgisi olmayan bir dolap içi ya da dinleyişi dağıtacak gereksiz bir ses kullanılmaz. Seyirci yalnız ve yalnız verilmek istenen noktaya odaklandırılır. "Sahnede görülen silah patlamalıdır." sözü bu nedenle söylenmiştir. Bunu da mı bilmiyorsunuz? AIDS'e gelince: Kaç yılda ortaya çıktığı -sizce- garipliğine gelince... Kutlarım sizi, okulsuz doktorluk öyle her babayiğidin işi değildir. Cehaletinizi -imza vermeseniz de- bu kadar açığa vurmayın... Yazık... Babanın "iyi bok yedin" sözüne gelince... Yeter yeter yeter... Böylesi ciddi bir dergide, birçok gerçek kalemşörün yanında bir Huzursuz'a ben ne diyeyim. Babanın cümlesinden söz ediyorduk değil mi... Tiyatro Dergisi'ne saygılarımla. Ferdi Merter
a
pe cy
KültürSanat Günlüğü KONSER 1 Şubat, Salı
Larry O'Neill Babylon'un konuğu Gospel, caz ve blues türlerinde birçok çalışması bulunan Larry O'Neill, 1 Şubat Salı günü 21.30'da Babylon 'da. 40 yıllık sahne hayatı boyunca birçok ünlü müzisyenle çalışan sanatçı, müzik hayatına kilise korosunda şarkı söyleyerek başladı ve "Crazy Counts" adındaki ilk orkestrasını kurduktan sonra "Black Mario Lanza" tarafından davet edilip ünlü showman ve sanatçılarla aynı sahneyi paylaştı. O'Neill, gösterilerini sadece şarkılarla değil seyircinin de katılabileceği küçük hikayeler ve şakalarla yürütüyor. (0216 454 15 55)
SÖYLEŞİ 3 Şubat Perşembe, Saat: 14.00 1 Şubat Salı, saat: 19:00
İnci Aral
Can Okan/piyano Resitali
Taş ve Ten İnci Aral'ın yazdığı "Taş ve Ten" adlı kitap Ortaköy Simya Galeri'de okunup tartışılacak.
İtalyan Kültür Merkezi
(0212 259 77 40)
2 Şubat Çarşamba, saat: 21:30
a
MaNga Babylon
cy
Ferman Akgül (Vokal), Yağmur Sarıgül (Gitar-elektronik Altyapı), Cem Bahtiyar (Bas gitar), Özgür Can Öney (Davul), Efe Yılmaz (Turntable).
3 Şubat Perşembe, saat: 22:30
Fuat Saka Geneleksel Müzik ROLLinn
ÖYKÜ ÖDÜLÜ
3 Şubat Perşembe, saat: 19:00
Gökalp Baykal
pe
Rock Konseri
İtalyan Kültür Merkezi
3 Şubat Perşembe, saat: 21:00
Harem
Vurmalı Çalgılar / Pop Yeni Melek Gösteri Merkezi
>68
1
Rıfat Ilgaz Adına Öykü Ödülü
Çınar Yayınları, Rıfat Ilgaz adına bir öykü yarışması düzenliyor. Ödüle katılmak için, öykü dosyalarından altışar örnek ile ilişiğinde katılımcının özgeçmiş bilgileri de bulunan bir başvuru dilekçesinin 15 Mart 2005 gününe kadar Çınar Yayınları Çatalçeşme S.50/4 Cağaloğlu İstanbul adresine gönderilmesi gerekiyor, (iletişim: 0212 528 71 40)
KültürSanat Günlüğü 4 Şubat Cuma, saat: 22:30
6 ve 20 Şubat Pazar Saat: 14.00
Bulutsuzluk Özlemi
Antika ve İstanbul
Rock Konseri
Söyleşen: D e n i z Akıncılar
Shaft Club
T a n k Zafer T u n a y a K ü l t ü r M e r k e z i
4 Şubat Cuma, saat: 23:00
Hamdi Koç
Bugz in the attic
İyi Dilekler Ülkesi
Dans/elektronik Müzik
Hamdi romanı okunup
Babylon
SEMİNER
Koç'un İyi Dilekler Ülkesi Ortaköy Simya Galeri 'de tartışılacak
(0212 259 77 40)
Türsak Sinema Seminerleri 7 ve 21 Şubat Pazartesi Saat: 18.00
Felsefe-Bilim Söyleşen: İhsan Fazlıoğlu A t a t ü r k Kitaplığı
a
TURSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisue! Kültür) Vakfı. kuruluş ilkelerinden biri olan "eğitime ve araştırmaya yönelik çalışmalar gerçekleştirmek" hedefiyle 1995 yılının Ekim ayında hayata geçirdiği "Tursak Vakfı Sinema Seminerleri"nin 26. 'sun 05 Şubat 2005 - 30 Nisan 2005 tarihleri arasında yapıyor. Sinema kültürünün geliştirilmesini hedefleyen sinema seminerleri, katılanlara temel ve teknik kuramsal bilgiler veriyor ve bilinçli bir sinema izleyici yaratılmasına katkı sunuyor. Seminere katılımın herhangi bir şartı yok. Tüm amatör ve profesyonel sinema meraklılarına açık olan etkinlik, 12 hafta süreyle 17 seminer dersini kapsıyor ve Cumartesi günleri saat 11.00 - 15.30 arasında yapılıyor. Seminerlere: Sevin Okyay, Rekin Teksoy, Mehmet Açar, Burçak Evren, Uğur lçbak, Tevfik Başer, Doğan Sartgüzel, Sinan Toğrul, Alper Maral. Ziya Özlan, M. Ziya Ülkenciler, Gülsen Tuncer, Mehmet Kurtuluş, Mustafa Preşova. Muzaffer Hiçdurmaz, Leyla Özalp eğitimci olarak katılıyor.
Salı Toplantıları
cy
"Avrupa 'ya doğru süreçler, aktörler olasılıklar " Söyleşi Fuat Keyman yönetiminde Yapı Kredi Kültür Merkezi, Sermet Çifter Salonu'nda.
(tursak@tursak.org.tr veya 0212 244 52 51 - 251 67 70)
8 Şubat Salı, Saat: 19.00
Madredeus
Beste Tıknaz / Melin Molla
pe
5 Şubat Cumartesi, saat: 20:00
Klasik M ü z i k
Viyola / P i y a n o
İş Sanat Kültür Merkezi
İtalyan Kültür M e r k e z i
Teresa Salgueiro, vokal - Pedro Ayres Magalhâes & Jose Peixoto, klasik gitar - Fernando Judice, akustik bas Carlos Maria Trindade, synthesizer
8 Şubat Salı, Saat: 21.00
Dansınız Karakterinizdir 5 Şubat Cumartesi, saat: 21:00
S ö y l e ş i / T u n c a y Vural
Aşkın N u r Yengi
Kadıköy Halk Eğitim Merkezi
P o p Müzik Konseri Yeni Melek Gösteri Merkezi
Uçan Sınıf 5 Şubat Cumartesi, saat: 23:00
Baba Zula Rock Müzik Babylon
Komedi, Almanya Almanca, Yönetmen; Oyuncular: Sebastian
Türkçe altyazılı Tomy Wigand Ulrich Noethe. Koch, Piet Klocke...
Goelhe Ens. (0212 249 20 09)
KültürSanat Günlüğü Efes Pilsen Blues Night / 8 Şubat Salı: 21.30
Byther Smith İstanbul'da Chicago
Blues 'un
8
Şubat
,
Howlin
çalışan
Sah
ve
başladı.
Son
çalışmalarını eşlik
Wolf,
sanatçı,
başladı
eden
önemli
günü
ismi
21.30'da
Jimmy
Reed,
müzikle
olan
gençlik
Byther Chııck
yayınlayan müzisyenler,
The
Berry,
Blues Smith
Nightriders
Pilsen
ve
Otis
giderek (2001)
blues ile
Blues
Müzikal
doğduğu
Arizona'ya
Smitty's Byther
Efes
olacak.
ilişkisine
yıllarında
zamanlarda
Smith.
Babylon'da
ve
Rıısh
gibi
kulüplerde Throw
çeşitli
Away
önemli
(0216
Book
uzun 454
adlı kendisine
55)
9 Şubat Çarşamba, 20.00
11 ve 25 Şubat Cuma,18.00
Borusan İstanbul
Plastik Sanatlar
KadıköyHalkEğitimMerkezi
Atatürk Kitaplığı
Filarmoni Orkestrası (Şef:
Gürer
Aykal
Solist:
Hüseyin
Sermet
Söyleşen: Özkan Eroğlu
piyano)
Konser
11 Şubat Cuma, 21.00
Okay Temiz
cy a
Steven Adler
Yeni Grubuyla Bronx'da
Guns N' Roses'ın davulcusu Steven Adler yeni grubu "Adler 's Appetite " ile 9 Şubat Çarşamba günü 22.00'da Bronkx'da olacak. "Adler's Appetite". konserde, "Appetite Far Destruction " albümünde yer alan şarkıların yanı sıra Guns N' Roses'ın hit şarklarını da seslendirecek. Adler'a bu konserde, Ratt, Faster Pussycat ve Love&Hate gibi 80'li yılların Los Angeles kökenli hard rocklglam gruplarının elemanları eşlik ediyor. Davul: Steven Adler, Vokal: Jizzy Pearl. Gitar: Breni Muscat, Gitar: Keri Kelli, Bas: Robbie Krane.
10 Şubat Perşembe, 20.00
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Lütfi K ı r d a r K o n s e r S a l o n u Gürer
Aykal
Solist:
Hüseyin
Sermet
piyano)
10 Şubat Perşembe, 21.30
S M A D J presents
S.O.S
Babylon Elektro-oryantal
ritimlerini
DJ
Ritim Atölyesi
Yeni M e l e k G ö s t e r i M e r k e z i
Senegalli Talking Drum ustası "Yamar Thiam", Kübalı Percussion ustası "William Richard", Keşanlı Davulcu "Rüstem Çembeli", Alman Saksofoncu "Herbert", Zurnacı "Ahmet Özden", Neyzen "Oğuz", Neyzen "Tolga Ünaldı", İngiliz Djembe ustası "Tom", "Tugay Başar ve Keketscha Ensemble" ile Body Percussion ve "Okay Temiz Ritim
pe
(0216454 15 55)
(Şef:
ile
ile
çalmaya
(2004)
zamandır 15
Waters
isimleri
gospel
gruplarla
The
kapsamında
Muddy
Mississippi'de
karşısına
çıkıyor.
etkinliği
boyunca blues"un
Monticello,
severlerin birlikte
Nights
kariyeri
masasından
aktarıyor.
Ray Gelato İstanbul'da Britanyalı swing-cazın önemli isimlerinden Ray Gelato Giants (Ray Gelato Devleri), 11 Şubat Cuma günü 23.00'da Babylon'da olacak. Vokalist ve saksofon sanatçısı Ray Gelato 1988'de kurduğu "The Giants of Jive"la adım, Carnegie Hall ve Avrupa'da katıldığı çeşitli caz festivallerinde duyurdu. 11 senelik grubu "The Giants" ile Montreal, Umbra (6 kez). San Sebastian gibi festivallerle bir çok metropolün popüler caz kulüplerinde sahne aldı. Gelato, aynı zamanda swing' in "maestro su olarak da anılıyor. Duke Ellington, Sammy Davis Jr, Frank Sinatra gibi isimlerin yorumcuları, dinamik ve "atışmak" performanslarıyla dinleyiciye işitsel ve görsel bir ziyafet vaadediyor. Ray Gelato vokal, tenor saksofon; Alex Garnett alto ve tenor saksofon; Tom Gordon davul; Danny Marsden trompet; Andy Rogers trombon; Gunther Kuermayr piyano; Frazer Snall kontrbas. (0216 454 15 55)
cy a
pe
Görsel Sanatlarımıza Eleştiri - Yorumlar
Yayınladığım Sanatsanat dergisine ara verdiğimiz için, bundan böyle okuyucularımla Tiyatro Dergisi'nin sayfalarında buluşacağım. Bu olanağı verdikleri için Sayın Mustafa Demirkanlı ve Sayın Genco Demirer'e teşekkür ederim. Bu ilk yazımda Aralık ve Ocak aylarında gelişen olaylar hakkındaki düşüncelerimi sunmak istiyorum.
Özkan Eroğlu*
Buraya kadar her şey tamam diyelim. Bu biriktiriciler, o birikimleri hangi kriterlere göre yaptılar, biriktirdiklerinin hangisi, AB'ye üye herhangi bir ülkenin sanat ve müzecilik kriterlerine uyuyor? Ben bu sorular üzerinde düşünülmeden hareket edildiğine inananlardanım. Çünkü, eleştirel sağ duyuya, sözü edilen koleksiyonerlerin bugüne kadar değer vermediklerini ve yok saydıklarını biliyorum. Böyle, yalınayak ortaya çıkılması, kesinlikle doğru değildir. Batılının ve her sistematik toplum üyelerinin bir yaradılışı vardır: "Onlar, yüzünüze bu yanlışlarınızın pek azını söyleyeceklerdir, çünkü geçmişte kendilerinin yayınladıkları ve yaşadıklarını sizin görüp, değerlendirmenizi ve bunlardan gene sizin dersler çıkararak, neden doğruları bulamadığınızı düşünecek ve içten içe, kıs kıs güleceklerdir. Bugün müze kurmaya hevesli ve isimlerinin etrafta dolaşmasından müthiş bir Batı burjuvazisi zevki alan vatandaşlarım (iş adamı, koleksiyoner vb.), bu konuları hiç düşündü mü, düşündüyse bile, bu konulara ne kadar gerçekçi yaklaştı? Bütün bunlar birer tespittir. Gelecekte ne olacağını hep birlikte zaten göreceğiz.
İstanbul (Eczacıbaşı) Modern
a
Gene bir müze lafıdır, sanat gündemimize oturdu. Oturmanın ötesinde de kuruldu, açıldı bile. Avrupa ve Kuzey Amerika'nın, onlarca yıla yayılan müze kurma politikaları, bizde birden bire, Avrupa Birliği davası nedeniyle yanlış stratejileri de önüne katarak gündeme geldi. Yanlış stratejiden kastettiğimse şu: "bir ülkenin nasıl kendi siyasal savaşımını doğru dürüst vermeden gelişmesi, dahası rüştünü ispat etmesi mümkün değilse, bir ülke, sanatında eleştirel savaşımını vermeden müzesini kurmaya kalkarsa, çok büyük hata yapmış olur". Burada eleştirel savaştan kastettiğimse, Türkiye'nin, plastik sanatlar alanındaki sanatçılarının önce doğru, tarafsız, bilimsel kıstaslara göre belirlenmesi gerektiğidir. Türkiye'de henüz bu yapılmadı. Yapılmadı diyorum, az biraz yapılanlara da önem verilmediğinden ve bunların üstünde durulmadığından, -hatta bunu yapanları dışlamak bazı insanların işine geldiğinden, maalesef bir sonuca varılamadı.
Batı ile içli dışlı olmak, ayrıca onları çok iyi tanıdığınızı da göstermez. Onları tanımak için, "önce sistemli ve bilimsel bir duyarlılığa sahip olmanız gerekir". Sadece AB değil, dünyanın ileri ve gelişmiş bütün toplumları, Türkiye'yi iyi etüt etmiş durumdalar; önce bundan kesinlikle emin olalım. Bir de bu etüdün, onlara kazandırdıklarını ve politikalarında kendi leylilerine nasıl da kullanacakları malzemeler elde ettiklerini düşünürsek, sanat gibi çok hassas bir konuda, daha da dikkatli olmamız gerektiği sonucu, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
pe cy
Sözün özü, şu anda Türkiye'nin, plastik sanatlar alanında bir müze kurmaya yönelebileceği sanatçıları çok azdır, hatta bu azınlıkla, bugünlerde konu edilen bir müze kurmak, hayalden başka bir şey değildir. Öncelikle buraya kadar anlatmaya çalıştığım gerçekleri, Türkiyelilerin görmesi gerekiyor. Biz bu aceleciliklerimizle ve sonucunda yarattığı trajikomik olaylarımızla, zaten AB 'ye kendimizi o kadar çok gösterdik ki, plastik sanatlar konusunda yapılan bu yanlış çıkışlar da, sadece yanlışların bir devamı olarak, AB'nin Türkiye ile ilgili dosyasına olumsuz bir puan olarak eklenecektir. AB, Türkiye'nin neyi içten ve neyi göstermelik yaptığının kesinlikle farkındadır, o nedenle dikkatli olalım ve bari bundan böyle atılacak adımlarda hata yapmayalım demek, sanırım gene de en doğrusu olacaktır. Fakat bugüne kadar yaptığımız hatalar-şimdilerde kurulacak ve bize epey kan kaybettirecek gündemdeki bu aceleci ve hükümet destekli müze meselesi de dahil- AB'ye girmememiz için, kanımca yeterli nedenlerdir.
Müze kurulmadan önce, "Kim Sanatçı" tespitleri yukarıda söylediğim kıstaslara göre yapılır, daha sonra belirlenen isimlerle, dünyaya çıkartmalarda bulunulur, bu tutarlı çıkartmalarla, dünya sanat otoriteleri doğru şekilde etki altına alınır, ikna edilir ve işte o zaman, çıkartma yaptığınız isimlerle de bir müze kurulabilir. Bir başka önemli konu da şudur: "Geçmişte dünyada, arkasına iktidarları alan müzelere dikkatle bakınız, onların yıkımları çok hızlı olmuştur". Daha 19. yüzyılda yaşanmış Fransa, Almanya ve İngiltere örnekleri karşımızda dururken, AB (Avrupa Birliği) için müze düğmesine, -hem de gelip geçiciliği mutlak olan iktidarla birlikte- basmak ne derece doğrudur?
Daha baştan, bu konunun başımıza öreceği çorapları, -toplumumuzda az sayıda da olsa- aklıselimlerin görebildiğine eminim. İşte zaman, bu aklıselimlerin seslerini çıkarma zamanıdır diye düşünüyorum. Böylece bu aklıselim harekete dahil olan her kim varsa, Türkiye'nin yarınlarının doğru yapılanmasına bir tuğla koymuş olacaktır. Çünkü yine yarınlarda, yapay destekten kaçmayan, müze kurucularını doğru yanlış politikalarına katan iktidar, "yapıt", "isim" vb. konularda müze kurucularına dayatmalarda bulunur-işin suyunu çıkarırsa-, o zaman ne olacaktır? Bunlar, Türkiye gibi toplumlarda göz ardı edilmemesi gereken konulardır. Bir heyecan, bir mertebe kazanacağım diye, bu yanlışlara girmeye, özellikle Türkiye için, kimsenin hakkı yoktur. Ortalama 20 yıl sonra, AB'ye girmek isteyen bir ulusun insanı, AB ülkelerinin en iyi bildiği konulardan biri olan plastik sanatlar üzerine, asla böyle aceleci davranışlar sergilememelidir. Kanımca bu, yıllardır, bizi bizden iyi tanıyan Avrupalıları kandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Şimdi, bugünlerde kurulan ve açılışı yapılacak devlet destekli müzeyi, ülkemizde resim veya benzeri şeyleri biriktirenlerin -koleksiyonerlerin- desteklediğini öğreniyoruz.
Artistanbul 2004 Fuara katılan Mac 2000 galerisinde sergilenen Fransız isimler alt katta resim ve heykelleriyle dikkat çekti. Özellikle Orsini'nin Lirik Soyuta Bakış'ı enteresandı. Yukarı katta ise en dikkati çeken resimler fuara Meksika'dan katılan Kunst Santa Fe galerisiydi. Bu galeride özellikle Lothar Müller, gibi isimler öne çıkıyordu. Yanı sıra Terakki Vakfı sanat galerisinde son işlerini sergileyen Özdemir Altan, söz konusu son boyamalarıyla çocuksu bir estetiğin peşinden gidiyordu. O yaşta bir isim için değişim ve risk bu demek olmalıydı. Bir başka sanatçı da Güngör Taner'di. Fuara "Art Depo" ile katılmıştı. İyi resim-yapıta dönüşümlü nesne, nerede olursa olsun dikkatleri çekiyordu. Kare sanat galerisi de fuara Ömer Uluç'la katılmıştı. Sanatçının yapıtları tek tip bir sergileme kozmosu sunmasına rağmen, tüm dinamikliğiyle kendini belli etmekteydi. Alt katta dikkati genç katılımcılarıyla çeken bir başka galeri de Port Art'dı. Burada da Özlem Paker'in işleri öne çıkıyordu. Alt katta Nelli Sanatevi'nin de gene geçen sene gibi fuara Adnan Yalım ile katıldığını gözlememiz, bir galeri yönetiminin inancını ispat etmesi yönünde önemsenmelidir.
12 Şubat Cumartesi, 20.00
17
Stefano di Battista
YKKM, Sermet Çifter Salonu
İş Sanat Kültür Merkezi
12 Şubat Cumartesi, 21.00
Modern Folk Üçlüsü Yeni Melek Gösteri Merkezi Ahmet Kurtaran, Selami Karaibrahimgil ve Doğan Canku
12 Şubat Cumartesi, 21.00
MFO Ve Gece Yolcuları
Söyleşen: İclal Akkaplan,
Yöneten:
Labirentin Tarihi Yazar: Jacques Attali İnceleme / Okyanus Yayınlan Neden iki bin yıldır her yerde labirentlere rastlanıyor. İşte bütün uygarlıkların, bütün dinlerin, bütün ritüellerin en iyi saklanan sırlarından biri. Bununla birlikte, bu gizi çözecek olan kişi, hayatın en temel yolculuklarının, öncelikle de öte dünyaya yapılan yolculuğun anahtarlarından birini keşfedecek.
cy a
Bostancı Gösteri Merkezi
Bir Apokalipsi'ye Sergi..!
pe
Şu Asya'daki felaket son günlerin insanlığı yıkmaya yönelik en acı doğa olaylarından biriydi kuşkusuz. Bunun için İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. de kolları sıvamış ve Cemal Reşit Rey'de 15-28 Şubat tarihleri arasında düzenlemesini bana verdikleri bir sergi düzenliyor. Sergide başı çeken isimler olduğu gibi, isimsiz kahramanlar ve gençlere de yer vermeye gayret ettik. Abdulrahman Öztoprak, Özdemir Allan, Asım İşler, Argını Okumuşoğlu, Tanju Demirci, Giilsereın Kayalı, Nelli Gavriyeloğlu, Aydın Süleyman, Semra Göney, Sara Hatem, Karay Gelişen Tanju Yağan, Seçil Çeliktürk gibi yirmiye yakın isim yer alacak. Sergi için bir katalog da yapılmakta. Bu katalogta katılımcılara dönük bilgiler ve benim Apokalipsi=Yok olma ,Yok edilme felsefesinden hareketle kapsamlı sayılabilecek bir yazım da katalogta yer alacak.
15 Şubat Salı, 19.00
Cellistanbul İtalyan Kültür Merkezi
Klasik Müzik / Çağ Erçağ, Murat Berk, Melih Kara, Ozan Tunca
15 Şubat Salı, 21.30
RICKY FORD Babylon Ricky Ford-tenor saksofon, Barış Ertürk-tenor saksofon, Çağdaş Oruç-alto saksofon, Duru Tuna-alto saksofon, Serhan Erkol - bariton, Duygu Tipigil-vokal, Ahmet Türkmenoğlu - kontrbas, Ediz Hafizoğlu-davul
Perşembe,
18.30
Türkülerin Öyküsü
istanbul Oda Orkestrası
Caz / Stefano di Battista alto ve soprano saksofonlar, Eric Legnini piyano, Rosario Bonaccorso akustik bas, Andre Cecarrelli davul, Hans Ek şef
Şubat
!f İstanbul Bağımsız Film Festivali Başlıyor !f istanbul 4. AFM Uluslararası Bağımsız Film Festivali 17-27 Şubat 2005 tarihleri arasında gerçekleşecek. Festival programında 40 bağımsız film yer alıyor. Michael Winterbottom, Stepnen Fry gibi farklı tarzlarıyla dikkat çeken yönetmenlerin filmlerinin de yer aldığı programda, Hit filmler. Nöbetçi Sinema, Gökkuşağı Ortadoğu Şimdi, Fantastik Filmler, Yeni Bir Dünya ve Olduğumuz Gibi başlıklı bölümler yer alıyor.'f'in biletleri AFM Fitaş gişelerinde satılıyor, www.ifistanbul.com
Yaşar
Özrküt
™
KültürSanat Günlüğü ] 8 Şubat Cuma, 20.00
26 Şabat Cumartesi, 20.00
Borodin Dörtlüsü
Haendel Roma'da!
İş Sanat Kültür Merkezi
İş Sanat Kültür Merkezi
& Yuri Bashmet
Oda müziği toplıılıığu-Ruben Aharonian, Andrei Ahramenkov keman Igor Naidin viyola - Valentin Berlinsky viyolonsel
19 Şubat Cumartesi, 20.00
Vedat Sakman Sarkıları İş Sanat Kültür Merkezi piyano Uğur Akyürek, keman Çağdaş Özmen, elektrik gitar: Bülent Tekelioğlu, perküsyon Yaylı Çalgılar Topluluğu
24 Şubat Perşembe. 19.00
Özsoy Kuartet
Ronny Jordan Caz, gitaristi Ronny Jordan, 23 Şubat Çarşamba ve 24 Şubat Perşembe saat 21:30'da Garanti Caz Yeşili etkinliği kapsamında Bobylon'da iki konser verecek. Jordan, ilk albümü "The Antidote" ile gitarını çağdaş caz için kullandığından bu yana "Acid-caz'ın kralı" olarak tanımlanıyor. Caz ve rock festivalleri ve konserle dünyayı dalaşan Ronny Jordan'ın tarzı, acid caz. fuınk, soul, caz-hip-hop gibi geniş bir tabana yayıldığından farklı kitleleri ortak paydada buluşturuyor. Ronny Jordan gitar, Melvin Davis Hammond B-3, Abe Fogle davul.
pe cy a
İtalyan Kültür Merkezi
Landon Baroque & Emma Kırkby (Barok müzik)
Aslı Özsoy Korner (1.keman), Emel Akçay Özer(2.Keman), Ercan Gören(viyola), Demet Kıyıcı (viyolonsel)
(0216 454 15 55)
a
pe cy
Orient Expressions: Farklı bir şey yapmak istedik elektronik-etnik oldu
Orient Expressions 25 Şubat Cuma I 23.00 Babylon Richard Hamer (saksofon, flüt, kaval, vokal), Cem Yıldız (bağlama, cümbüş, saz, vokal), Murat Uncuoğlu (elektronik alt yapılar), Hakan Kaya (perküsyon), Şenol Cümbüşlü (perküsyon), Arslan Hazreti (kemane), vokaller: Adile Yadırgı, Dilek Yıldız, Sezgi Olgaç
cy a
Ebru İlgaz
Cem Yıldız - Can Utkan, Japonya'da uzun süre DJ'lik yapmış. Sonra Elektronik etnik denilen tarzla ilgilenmiş. Murat Uncuoğlu Tükiye'nin tanınmış DJ'lerinden. Tonmayster. İngiltere'de eğitim almış. İyi bir prodüktör. Zaten grubun saundunu o yapıyor.
Nasıl bir araya geldiniz?
Cem Yıldız - Grupta bağlama çalıyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuarı'nı bitirdim. Öğrenciyken dersler verdim, bazı yerlerde çaldım. Piyasadaki müzisyenlere eşlik ettim. İki yıldır grubun işleriyle daha çok ilgileniyorum ama başka müzisyen arkadaşların albümlerine de yardım ediyorum.
pe
Geçtiğimiz yıl çıkardıkları "Divan" isimli albümleriyle uzun süre gündemde kalan Orient Expressions, 25 Şubat Cuma günü saat 23.00'da Babylon' da. Elektronik altyapıyla, Anadolu ezgilerini yeniden yorumlayan; DJ Yakuza (Can Utkan). Murat Uncuoğlu, Cem Yıldız ve Richard Hamer, "farklı bir şeyler yapmak" fikriyle aynı platformda buluşarak Orient Expressions' ı kurmuşlar. "Elektronik etnik" adını verdikleri müzik, Türkiye'de yeni yeni deneniyor. Daha çok kendilerinin böyle bir müziğe ihtiyacı olduğunu söyleyen Richard Hamer ve Cem Yıldız ile grubun yeni çalışmalarını ve Babylon konserlerini konuştuk.
Richard Hamer - Orient Expressions çekirdek olarak dört kişi; Ben, Cem Yıldız, Murat Uncuoğlu ve DJ Yakuza (Can Utkan). Önceleri bir arkadaşımızın stüdyosunda Cem ile buluşup bazı parçaları çalışıyorduk. Bazı solist arkadaşlarımızı çağırıp şarkıları söyletiyorduk. Cem Yıldız -Richard ve Can Utkan da bu arada farklı bir çalışma yapmak için bir araya gelmiş ve kayıt yapmaya başlamıştı. "istanbul 1-26" isimli bir proje yapıp Avrupa'ya göndermişlerdi. O dönem ben geldim. Başlarken, "hepimiz oturalım bir albüm yapalım" diye bir fikir yoktu ortada. Yaptığımız kayıtları Murat Uncuoğlu'na götürdük temizlemesi için. Kayıtlar tek tek ortaya çıkmaya başlayınca, bunun bir albüm-proje olabileceği gelmiş akıllarına. Maddi destek de bulunca grup olduk. Daha ciddi çalışmaya başladık. "Divan" ortaya çıktı. Albüm çıkınca anladık ki, sürekli kayıt yapmıştık ve albümün saundunun ne olacağını bile bilmiyorduk. Sadece söz-folk müzik olsun, iyi sesler olsun demiştik. Dili bile özellikle seçmemiştik. Albümdeki solistler ilişkide olduğumuz arkadaşlarımızdı. Sonuçta içinde türküler olan, ama tam anlamıyla 'geleneksel' Anadolu müziğinin olmadığı bir albüm çıktı ortaya. Richard'ın İngilizce söylediği şeyler de vardı. Yani, ne yaptığımızın farkına albüm bittiğinde vardık ve bundan sonra ne yapalım diye konuşmaya başladık.
Richard Hamer - Ben Amerikalıyım, 18 senedir İstanbul'da yaşıyorum. Nefesli çalgılarla uğraşıyorum. Saksafon, flüt... Stüdyo içinde piyano çalıyorum. Beş yıl Bulutsuzluk Özlemi ile çalıştım. Aslında tarih ve antropoloji eğitimi aldım ama çocukluğumdan beri hayatımda müzik vardı. Bu konuda eğitim aldım ve projelere katıldım.
Böylesine farklı insanlar nasıl bir araya geldi? Elektronik müzik yapan bir DJ, bağlama, saksafon, sonra Anadolu halk müziğinden parçaların olduğu bir albüm! Nasıl uzlaştınız? Richard Hamer - Tamamen karakter meselesi. Karakter olarak birbirine yakın insanlar. Cem Yıldız - Grup elemanlarının hepsinin ortak fikri "değişik bir şey yapmak"tı. Bunun ne olduğunu bilmiyorduk. Her şey bir araya gelince ortaya çıktı. Her birimiz farklı enstrümanlar çalsaydık yine bir araya gelirdik diye düşünüyorum ben. Bizi bağlayan en büyük unsur değişik bir çalışma istememizdi. İlk kaydı yaptığımızda hoşumuza gitmeyebilirdi ama beğendik. Başlarda "takılıyorduk". Sonra grup olduk. Yaptığınız müziğin bir adı var mı?
Bu özetlediğin şeyler ne kadar sürede oldu?
Richard Hamer - Bir kategori olsa! Can, dünya müzik piyasası içerisinde "elektronik etnik müzik" yaptığımızı söylüyor. Çalışmalar tam olarak 'özünde olduğu gibi' değil. Değiştiriyoruz. Akordlar, elektronik altyapı kullanıyoruz. O yüzden elektronik etnik diyebiliriz.
Richard Hamer - Bir buçuk iki sene kadar. Biriktirdiklerimiz vardı. Sonra stüdyoda altı ay geçirdik.
Cem Yıldız - Orhan Gencabay 'ın dediği gibi "Bir takım deneysel çalışmalar" galiba.
Çekirdek kadronun altyapısından bahseder misiniz?
Nasıl tepkiler aldınız? Cem Yıldız - Şimdiye kadar hiç olumsuz tepki almadım ben. Richard Hamer - Ya da bize söylemediler. Cem Yıldız - Belki halk müziği dinleyenler, türküleri bozduğumuzu düşünmüşlerdir. Ama müzikal anlamda genellikle olumlu tepkiler aldık. Richard Hamer - Özellikle üniversitelerde verdiğimiz konserlerde gördük ki gençler bizi sevdi. Cem Yıldız -Albüm çıktığında "elektronik türküler" diye tanıtımları oldu. Bu farklı bir deneme. Gençler daha çok beğendiler.
Cem Yıldız - Özellikle canlı performanslarda elektroniği biraz alıp canlı sesleri ön plana çıkaracağız. İranlı bir kemençeci aldık aramıza. Artık iki tane perküsyon kullanıyoruz. Akustik bağlamanın yanında elektronik bağlama da olacak. Daha değişik sesler arıyoruz. İki sene içerisinde başladığımız noktadan daha ileri bir yere geldik. Sürekli kayıt yapıyoruz, yeni şeyler arıyoruz. Farklı bir dil kullanabiliriz. İlk albümde hep kadın vokaller vardı, iyi bir erkek vokal de olsun istiyoruz. Richard Hamer - Albümde orijinal yani bize ait ve anonim şarkılar var. Tabii ki anonimleri de seviyoruz ama orijinalleri artırmayı düşünüyoruz. Babylon'daki konserde kimler olacak?
Anadolu müziğini saksafonla, elektronik müziği de katarak yorumladınız. Böyle bir yorum ihtiyaç mıydı?
Cem Yıldız - Tüm kadro olacak. Solistlerimiz Adile Yadırgı, Dilek Yıldız ve aramıza yeni katılan müzisyenlerle sahnede olacağız.
Richard Hamer- En azından bizim için ihtiyaçtı. İnsanlar sadece dinlemeyi seviyor. Müzik yapalım ve böyle bir ihtiyacı karşılayalım diye düşünmedik. Aslında teknoloji bize büyük bir imkan sundu.
Yakın tarihte başka konser var mı?
Cem Yıldız - Dünya açısından bakarsak yeni bir proje değil. Başka yerlerde halk müzikleri bu şekilde de yorumlanıyor. Türkiye için yeni proje. Dünya için şöyle bir yeniliği var: Anadolu müziğinin bu tarzla yorumlandığı ilk derli toplu proje oldu bu. Eleştirdiğiniz, tamamlamayı düşündüğünüz tarafları nedir Orient Expressions'ın?
Cem Yıldız - İlginç bir şey var. Albüm Avrupa'da çok beğenildi. Oralarda da satıldı. Japonya'da beş yüz albüm sattılar. Bu rakamlar bizim için komik ama oralarda önemliymiş! İkinci albümün çalışmalarına başladınız mı? Cem Yıldız - Evet. Şu anda sekiz tane şarkımız hazır. Çok sayıda şarkı yapmayı ve bunların arasından seçerek albüme koymayı düşünüyoruz. Müzikal ağırlığı daha fazla olacak. Sanırım yaz gelmeden bitecek.
pe cy
a
Richard Hamer - Daha akustik şeyler yapacağız. Tabi ki elektronik altyapı kullanmaya devam edeceğiz. Grupta farklı sanatçılar da yer alacak.
Richard Hamer - Babylon konserinden sonra Ankara'ya gideceğiz. Nisan ayında Londra'ya, Temmuz'da İspanya'ya davet edildik.
pe cy a
pe a
cy
a
cy
pe
a
cy
pe
cy a
pe
a
cy
pe
a
cy
pe