a
pe cy
A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun. Yazı işleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Sekreteri: Ebru Ilgaz Çocuk Tiyatrosu Editörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Kocaeli Temsilcisi: Erbil Göktaş Katkıda Bulunanlar: Sadık Aslankara, Deniz Bozer, Yusuf Eradam, Ragıp Ertuğrul, Zeynep Erkekli, Özkan Eroğlu, Beki Haleva, Sündüz Haşar, Gülşen Karakadıoğlu, Sevgi Sanlı, Robert Schild, Ahmet Mümtaz Taylan. Reklam ve Halkla ilişkiler Müdürü: Ç i ğ d e m Esmer Sanat Yönetmeni: Genco D e m i r e r (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Y i ğ i t c a n (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. L e v e n t A r a l Teknik M ü d ü r : Erkut A r ı b u r n u Baskı: M a r t Matbaası T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e-posta: e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Banka Hesap No: T. iş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0110 • Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO Yayın Türü: Yerel Süreli
Kapak Tasarımı: Genco Demirer (gDGa)
cy a
EDİTÖRDEN: / S. 5 HABERLER: / S. 6
ELEŞTİRİ: "Haybeden Gerçeküstü Aşk" / Üstün Akmen / S, 8 ANISINA: Arthur Miller / Sevgi Sanlı / S. 12 ELEŞTİRİ: "Çayhane" / Beki Haleva / S. 14
ANLATI: Çehov, Biz, "Müthiş Bir Tren" Yolculuğu... / Zeynep Erkekli / S. 17 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: "Masal Gülleri" / S. 20
pe
SÖYLEŞİ: Raşit Çelikezer: "Absürd Bir Yazarım..." Ebru Ilgaz / S. 24
ELEŞTİRİ: "Döne Döne" / Robert Schild / S. 28 ELEŞTİRİ: "Benim Meskenim Dağlardır" / Erbil Göktaş / S. 30 ELEŞTİRİ: "Çin Kahvesi" / Ragıp Ertuğrul / S. 34 ER MEYDANI: Ferdi Merter: "Ben Yaptım Oldu" / Ragıp Ertuğrul-Duygu Atay / S. 3 ELEŞTİRİ: "Carmela" ve "Kadınlar" / Yusuf Eradam / S. 40 ELEŞTİRİ: "Nemrut" / Gülşen Karakadıoğlu / S. 46
ELEŞTİRİ: "Fırtına" / Deniz Bozer / S. 48 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: "Zengin Mutfağı" / S. 51 KENTLER VE TİYATROLARI: "Aydın'ın Tiyatrosu" / Sadık Aslankara / S. 54 SÖYLEŞİ: "Yeşil Gece" / Figen Adıgüzel / S. 58 YANIT: "Tunç İki Gözüm" Nerede? / Sündüz Haşar / S. 60 ELEŞTİRİ: "Carmen" / Üstün Akmen / S. 62 BU AY SAHNEYE ÇIKANLAR: S. / 65 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. / 67 ANLATI: Görsel Sanatlarımıza Elestiri-Yorumlar / Özkan Eroğlu / S. 72 SÖYLEŞİ: Üstün Akmen: "Ben Hep Acele Ettim" / S. 76
pe cy a
> Editör > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
On beşinci yılın ilk esintileri bizi oldukça yordu, ama bu tatlı, huzurlu bir yorgunluk oldu hepimiz için. Üzerinde aylardır çalıştığımız portalımız artık yayında, daha çok işi var ama en azından günlük haber akışını girebiliyoruz. Dergi arşivini de yavaş yavaş yüklemeye başladık, dört sayı şu anda yayında, geriye yüz kırk yedi sayı kaldı, sanırım altı ay içinde tamamı abonelerimizin kullanımında olur. Bildiğiniz gibi, portalın dergi bölümüne sadece dergi aboneleri şifre ile girebiliyor, mevcut abonelerimizin şifreleri kendilerine gönderildi, abone olacak okurların şifreleri de abone oldukları anda verilecek. On beşinci yılımızda yeni bin beş yüz abone hedefliyoruz, yeni bir on beş yılı birlikte yaşamak, Türk Tiyatrosu'nun arşivini birlikte oluşturabilmek için. Hem abonelerimizden hem de abone olmayan okurlarımızdan destek ve kampanyaya katılmalarını bekliyoruz. İki sayı önce "Benim Derneğim Senin Derneğini Döver" yazımda; "Bu yılın destek listesine bakarsanız, 'Hadi Poyrazoğlu Tiyatrosuna' rastlarsınız, bu isim gerçek mi, yoksa biri kendini güvene almak için böyle bir yola mı başvurmuş, pek bilemedim." demiştim. Azıcık ayıp etmişim, önce yapmam gerekeni dergi yayımlandıktan sonra yaptım ve internette bir araştırma yaptığımda Hadi Poyrazoğlu ile karşılaşıverdim. 1911 doğumlu, dokuz yaşında kukla ile tanışan, 17 Ocak 2000 yılında vefat eden ve vefatına kadar da Kukla Tiyatrosu'ndan kopmayan bu sanatçıya haksızlık etmişim, özür dilerim. Ben bu bilgilere ulaştıktan sonra torunu Hadi Poyraz bir faks mesajı ile bizi uyardı, kendisine
pe cy a
de ayrıca teşekkür ederim. Önümüzdeki sayı Hadi Poyrazoğlu'nu daha geniş olarak sizlere sunacağız.
Mustafa Kemal Kültür Merkezi'nin tiyatro mimarisine ne kadar aykırı ve kullanışlı olmayan bir yapı olmasından dem vurup üstelik bu projede Metin Deniz'in adını görmüş
olmanın şaşkınlığını ifade etmiştim. Metin Deniz bir kahve içimine davet edip, kendilerinin projeye hangi aşamada katıldıklarını, olan biteni kısaca özetledi. Tahmin ettiğim gibi, inşaatın kabasının bittiği -yani artık yapılabilecek pek birşeyin kalmadığı- aşamada Metin Deniz'e başvurulup, "hadi bakalım" denmiş. Metin Ağabey, "Mustafa, o zaman sen de
kabul etmeseydin, diyebilirsin." dedi ve ekledi; "Belki minicik bir katkımız olur, belki bir iki şeyi düzeltme şansımız olur diye işe giriştik, ama o aşamada bile yapılmasını onerdiklerimizden çok azı gerçekleşti, son halini görmedim bile." dedi ve neler önerdiklerini, nelerin neden yapılmadığını uzun uzun anlattı. Hiç şaşırmadım, burası Türkiye, burası herşeyi bilen yöneticiler cenneti, burası hesapsız yaşanan, hesapların sorulamadığı bir iklim, yani aklı olanın aklını yitirmeden yaşamaya çabaladığı bir ortam. Sizin, benim, çocuklarımızın paralarıyla, ortalığı paralayan insanlara "allahınızdan bulun" demekten başka elimizden ne geliyor ki? Acaba bu sorumsuz insanlara karşı yapılabilecek şeyler var da biz mi bilmiyoruz, yorgun muyuz, bıktık mı? Neyse, iyi şeyler de var tabii ki, "Fotoğrafların Dili" sayfalarında göreceğiniz gibi, çocuk tiyatrosu için ne güzel projeler üretiliyor, bunların sayısı artar mı? İşte onu bilmiyorum©
> Haberler
Tiyatro... Tiyatro... Dergisi günlük haber ve yorum portalı; www.tiyatrodergisi.com.tr yayına başladı. Gazete mantığıyla hazırlanan siteyle, tiyatroyla ilgilenenleri tiyatro dünyasında olup bitenlerden haberdar etmek amaçlanıyor. Site kullanıcıları, oyun eleştirileri, köşe yazıları, yeni oyunlar, tüm Türkiye'den oyun takvimi, festivaller, dünyadan ve Türkiye'den tiyatro linkleri, inceleme-araştırma yazıları, tiyatro yayınları, tiyatro ödülleri gibi bölümlerin bulunduğu sitede, tiyatro eğitimi ile ilgili akademik bilgilere; profesyonel, amatör, üniversite, lise ve çocuk tiyatrolarının iletişim bilgilerine rahatça ulaşabilecekler. Ahmet Mümtaz Taylan, Raşit Çelikezer, Yiğit Sertdemir, Ragıp Ertuğrul, Çiğdem Esmer, Özkan Eroğlu, Genco Demirer, Yelda Dönmez, Üstün Akmen, Robert Schild ve Esra Tuncer portal için düzenli olarak yazacak isimler. Dergimize abone olan okurlarımız, alacakları kullanıcı adı ve şifre ile portalın dergi bölümünden de yararlanabilecekler. İlk etapta son üç sayıyı yüklediğimiz bölüme, zamanla on beş yıllık arşivimiz de yüklenecek. Böylece büyük bir tiyatro arşivi abonelerimizin hizmetine sunulacak. Gerçek isimlerle katılınmasını istediğimiz forum bölümümüzün ilk konusu ise "Devlet Tiyatrosu Tadil Yasa Taslağı". Tiyatro Dergisi günlük haber ve yorum portalı, tüm kullanıcıların görüş ve önerilerine, katılımına açıktır.
"Babalar" Oyununa Yasak Yargıda Selçuk Kaymakamlığı tarafından Selçuk İlçe sınırlarında sahnelenmesi yasaklanan "Babalar" adlı oyunun yeniden sahnelenmesi için yargıya başvuruldu. Selçuk Belediye Spor Kulübü Derneği tarafından Selçuk Kaymakamlığı aleyhine açılan davada, oyunun gösteriminin yasaklanmasına dair işlemin iptali istendi.
cy
a
Yasaklamanın somut bir nedene dayandırılmadım belirtilen dava dilekçesinde, "Davalı idare önceden oynanmasına izin verdiği oyunu, toplumda herhangi bir sorun yaratmadığı ve olumsuz bir sonuç doğurmadığı halde sonradan hiçbir somut ve geçerli bir neden bulunmaksızın yasaklamakla kendi kendisiyle çelişmiş ve artık eskimiş olan polis devleti anlayışının mahsulü olan bir tutum sergilemiştir. Avrupa Birliğine girmenin eşiğindeki Türkiye'deki düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandıran bir anlayışı kabul etmek mümkün değildir." denildi.
Oyun Yazarı Arthur Miller Öldü
pe
ABD'li oyun yazarı Arthur Miller 11 Şubat 2005 günü öldü. Çağdaş Amerikan tiyatrosunun önde gelen yazarı, elli yılı aşkın süredir hem Broadway hem de dünya tiyatrolarında en çok sahnelenen oyunların yaratıcısı ve Pulitzer ödüllü sahibiydi. 89 yaşında hayata veda eden yazar, yapıtlarında çağının önemli siyasi, toplumsal ve ahlaki sorunlarını işledi. İngiltere Kraliyet Ulusal Tiyatrosu tarafından 1998 yılında yapılan, 800 oyuncu, eleştirmen, oyun yazarı ve yönetmenin katıldığı ankette, 20'nci yüzyılın en büyük oyun yazarı seçilen Miller'ın senaryoları ve gezi yazıları da bulunuyor.
Haldun Taner 90 Yaşında
Edebiyatımızın ve tiyatromuzun ustası Haldun Taner, doğumunun 90. yıldönümünde çeşitli etkinliklerle anılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Uluslararası PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Pİ Prodüksüyon işbirliğiyle 14-16 Mart 2005 tarihleri arasında düzenlenecek etkinliklerin ilki, 14 Mart akşamı saat 20.00'da Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda gerçekleştirilecek. Vecdi Sayar'ın yönetmenliğinde düzenlenecek anma gecesinin müzik tasarımı Selim Atakan'a ait. Metin Akpınar, Zeki Alaysa, Zeliha Berksoy, Savaş Dinçel, Genco Erkal, Ahmet Gülhan, Rasim Öztekin, Suna Pekuysal, Ali Poyrazoğlu, Gülriz Sururi, Bilge Şen ve Ferhan Şensoy geceye katılacak isimler. Etkinliklerin ikinci gününde "Haldun Taner'in Edebiyatçı Kimliği", 3. gününde ise "Haldun Taner'in Tiyatrosu" başlıklı paneller düzenlenecek. (Bilgi için: 0533 567 21 53)
Kocaeli Bölge Tiyatrosu'ndan Yeni Oyun: "Hüznün Dalgın Kuşları" Kocaeli Bölge Tiyatrosu, yeni sezonda "Hüznün Dalgın Kuşları" isimli oyunu sahneliyor. Ruşen Hakkı'nın eserinden Burhan Akçin'in oyunlaştırdığı oyun, aşkları, kinleri, hüzünleri, sevgileri, nefretleri, mutlulukları anlatıyor. Ruşen Hakkı, "Hüznün Dalgın Kuşları, gerçekle düşün, acıyla sevincin, doğayla insanın buluşup, bütün engellere karşın, adı umut olan denize doğru çığıl çığıl akan bir ırmaktır" sözleriyle anlatıyor oyunu. 4 Mart Cuma günü Sabancı Kültür Merkezi'nde prömiyer yapacak oyun, Kocaeli Bölge Tiyatrosu Salonu'nda izlenebilir. (Belediye İşhanı B Blok K:5 İzmit Telefon: 0262 324 10 90)
a
cy
pe
Sonsuz bir şımarıklık hali mi bu?
pe
cy
a
Haybeden...
> Üstün Akmen ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Ne tür bir tiyatro yapıyor Yılmaz Erdoğan? Bulamıyorum, bilmiyorum, ama yapılana "Pop Tiyatro" diyebilirim. Kötü mü yapıyor? Bu soruyu da: "Popçu olmakla iyi etmiyor, ama yaptığı işi pekâlâ iyi yapıyor," diye yanıtlayabilirim. "Pop Tiyatro" diye bir tiyatro türü var mı? Yok! Popülizme düşman mıyım? "Entelektüel iffef'imi de dikkate alarak, popülizmle hiç de dost olmadığımı söylemeliyim, hatta zaman zaman "nefret" dahi ettiğimi ekleyebilirim. Pekiii... Karda kışta kalkıp neden Yılmaz Erdoğan'ın yaptığı bir işi seyre gidiyorum derseniz... Yılmaz Erdoğan, önemsenmesi gereken bir alternatif de ondan mı? Popülerliğe öyle pek de fazla yaslanmadığından mı? Çok yalın, hilesiz, hurdasız oluşundan mı? Yazdıklarına yansıtmasa da, belirgin bir politik duruşu bulunduğundan mı? Kürt-Türk sorununa olabildiğince barışçı yaklaşımından mı? Düşünürüm. Belki, hepsinden dolayı. Ya da sadece, Yılmaz
Erdoğan'ın "kullandığı" popüler kültürün, onun içine doğduğu kültür oluşunu bildiğimden. O kültürün, onun doğal ortamı olduğunu sezişimden. Saflığından, temizliğinden, kendi gibi kendi olanı anlatmasından... Necati Akpınar'ın Uygarlığı Beşiktaş Kültür Merkezi'nin başarılı yapımcısı Necati Akpınar, eleştirmenleri sevmez değildir de, pek önemsemez. Öyle ya! Kapalı gişe oynayan oyunları eleştirmen görse: "yazsam mı, yazmasam mı" ikilemiyle kendisini hasta etse; eleştirmese ya da: "Haydi eleştireyim," dese, n'oluuur, demese ne yazar. Haklı mıdır? Kendini haklı gördüğü için olsa gerek, galalara köşe yazarlarını, magazin basınını, mankenleri falan çağırır. Örneğin "Haybeden Gerçeküstü Aşk"ın geçen yılın son ayının 24'ünde yapılan galasına hiç "eleştirmen" davet etmez. Ayol, çağırsan zaten kaç kişilik yer tutarız ki! Şunun şurasında, hapırsak köpürsek handiyse bir avuca sığmaktayız. Neyse, vardır bir bildiği Akpınar'ın, çağırmaz. Ama: "İlle de göreceğim," diyene de ses etmez, davetiyesini gişeye bırakır, iyi yerden yer ayırtır, elemanlarına elinden geldiğince ağırlatır.
İş Aceleye mi Gelmiş, Böylesi mi Yeğlenmiş: Açık konuşmak gerekirse, Yılmaz Erdoğan, bu oyunda iletiden kaçmış, daha çok insanın gülmesini hedeflemiş. Hedefe ulaşmak içinse, doğal olarak erkeklerin düz mantıklı, sadece ve sadece yüzeye bakan varlıklar olduğundan; kadının inceleyip, ince eleyip karmaşık düşüncelere vardığından ya da ne bileyim her ikisinin duygusal platforma çıktıklarında sorun yarattıklarından söz etmemeyi yeğlemiş. Bunları yapamayacak yazar mıdır Yılmaz Erdoğan? Asla! O' halde? İşi aceleye mi getirmiştir? Nereden bileyim! Bilemem. Bu nedenle mi, "Yahu (=ya:'hu)" ünlemini internetteki "www.yahoo.com" arama motoruna benzetir ya da Çehov'un "Üç Kızkardeş"indeki karakterlerden "Mâşa"yı "maşallah"a çağrıştırarak kahkaha toplar, orasını da bilemem. Ama hiç kuşkusuz, Türkçe ile oynamasını gene becermiştir. Mecazi anlamdaki Türkçeyi "becermeyi" ise, örneğin "zaman"a "zeman" diyerek yapar.
pe cy
a
Ezeli İlişkiler Sorunları "Haybeden Gerçeküstü Aşk", Yılmaz Erdoğan'ın yazıp yönettiği iki kişilik bir oyun. Erdoğan, daha önce yazdığı "Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar"ı, yeni malzemeler de katarak oyunlaştırmış. Oyunda, kadın ve erkekler arasındaki ezeli ilişki sorunları, doğal olarak mizahi yönüyle ele alınmış. Adam (Yılmaz Erdoğan), "Gloria Jeans'den pantolon alan" türden sevimli cingözün biridir. Bocaladığında samimi, işler yolunda giderken cakasından yanına varılmazgillerden yani. Kadın (Demet Akbağ) ise, âşıkken bile uyanık kalma yeteneğinde olabilen, bir anlamda hemcinslerinin sahnedeki yetenekli temsilcisidir. Gönül defterinden çok "erkek" geçmiştir, ama ilişkileri ne yazık ki hiçbir zaman yerli yerine oturmamıştır. Sıradan, modern, son kuşaktan bir kadındır işte... Erkekle kadın, bir arkadaşlarının arkadaşının düzenlediği partide, partinin kuytu bir köşesinde rastlaşırlar, tanışırlar, ıkına sıkıla konuşmaya başlarlar. Şimdilerde saçma sapan, gevezelik düzeyinde söyleşmeye, uzun uzadıya gevezelik ederek
zaman öldürmeye "geyik muhabbeti" diyorlar ya, işte öylesine bir "muhabbete" başlarlar. Sonra sabahlara kadar süren telefon konuşmaları... Fingirdemeler, sinemaya gitmeler, giderek yerini sevişmelere bırakır. Aynı evi paylaşma dönemi başlar, pek çok insanoğluna/insankızına zor gelen "seni seviyorum" deme süreci de aşılır ve "Benimle sonuna kadar var mısın aşkım?", "Varım aşkım." "Benimle evlenir misin?" "Evlenirim aşkım." "Biraz daha brokoli?" "Yiyelim aşkım," dönemi başlar. Ve evlilik yaşamının: "Ne demek istiyorsun sen?", "Benimle konuşurken sesini yükseltme!", "Bana bağırma!", "Ben bağırmıyorum!", "Bağırıyorsun"lu gerçeküstü bölümüne gelinir, derken "mukadder" son gelir çatar.
İzi Aramak İçin Türü Saptamak Gerek Elimde değil, yukarıdaki soruya yeniden döneceğim: "Yılmaz Erdoğan ne tür tiyatro yapıyor?" Çünkü, Yılmaz Erdoğan'ın yaptığı, aklımı kurcalıyor. Bilinen bir gerçektir ki, komedi komik olanın yansıtıldığı ve komik olanın oyunun yapısını oluşturduğu bir oyun türüdür. Egemen ve "reaksiyoner" sınıfların elinde sadece güldürü aracı; ezilen ve "ilerici" sınıfların
söz edilebilir ki! "Kızlarım sen anla," diyerek, onun "O" karakter kim olması gerekiyorsa, sadece o olduğunu anlattığının altını çizeceğim. Yılmaz Erdoğan ise, "Adam"ın her tarafını komikleştirip niteliğini asla ucuzlatmıyor. Yılmaz Erdoğan, karakterin hakkı neyse, onunla birebir ilişki kurmayı gene başarıyor.
a
elinde ise eleştiri, taşlama ve yergi olarak kullanılmıştır. Ülkede oyun yazarı pertavsızla aranırken, Yılmaz Erdoğan'ı kırmak, küstürmek değil elbette ki amacım. Üzüntüm, yeni ile eski, içerik ve form, amaç ile araç, davranış ile çevre, insanın gerçek doğasıyla kendi hakkındaki yargısı arasında varolan bağdaşmazlığı yansıtması bakımından yere göğe koyamadığım "Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü"den sonra "Haybeden Gerçeküstü Aşk"ın bende pek iz bırakmamış olması.
pe cy
Yandan Yaratım Deniz Erdoğan'ın müziğine kötü diyemem, gel gelelim sevgili Tolga Çevik ile Yaşar Kartoğlu ikilisinin dekoru kötü üstü. Ucuz olsun diye de bu kadar estetikten uzaklaşılmaz ki be birader! İlhan Demir'ın ışığı, kötü dekorun şurasını ya da burasını iyiden iyiye yok etmekte. Oysa, ışık (her oyunda olduğunca) bu oyunda (da) öylesine önemli ki! Kim olsaydı, kim ışığı tasarlasaydı, oyunun kaderi başka olurdu? Kim olsaydı, kim olsaydı, kim olsaydı... Örneğin Enver Başar olsaydı. Aynen "Kır"da yaptığı gibi, ışıklama çizelgesini dramatik çatışmanın ve çabaların sahnede belirtilmesini sağlamak amacıyla kullansaydı... Işık tasarımını yaparken, tabloların değişimi ve karakterlerin davranış tarzlarının vurgulanması aşamasında, yönetmene doğrudan yardımcı olsaydı.... Önce sıcak ve yumuşak, sonrasında keskin ışıklarla sahnede hareket kavramı yaratsaydı... Fena mı olurdu? Hiç fena olmazdı. Yılmaz Erdoğan'ın da canı (benden dolayı) sıkılmazdı. Diğer taraftan, Canan Göknil'in kostümleri, Hıncal Uluç'un dediği gibi şirin. Ama "Kadm"ın balayı dönüşü giydiği "pointille" şifon elbiseye takıldım. Tam bir "robe de soir". "Kadın", kokteylden ya da akşam yemeğinden mi geliyor; yoksa uçaktan, trenden, otomobilden inmiş, balayı yolculuğundan mı dönüyor!
Çok mu Şey Bekliyoruz Erdoğan'dan "Haybeden Gerçeküstü Aşk", komedi türünün yurdumuzdaki virtüöz oyuncularından ikisinin canlandırdığı bir prototip olmaktan öte gidemiyor diyeceğim, gene bana kızacaklar olacak. Ama "Doğrucu Davut" olarak da Yılmaz Erdoğan'ın yarattığı karakterlerin, köşeleri pek belli olmasa da, nereden bakarsanız bakınız, gene amacı çok net tipler olduğunu söylemeden duramayacağım. Yılmaz Erdoğan, iyi bir gözlemci olduğundan, karakterlerde neredeyse herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğini, çizilen tabloların neredeyse her ilişkide rahatlıkla görülebilecek ilişkiler yumağını oluşturduğunu, sözlerime ekleyeceğim. Oyunu izlerken, "Adam"ın yerine kendimizi koyar ve sahnedeki "Kadın"ı dikkate alarak, sosyal statüsünde ve entelektüellik seviyesi yerli yerinde bir kadını, aşkımız/karımız/yakınımız olarak düşünür; sıradandan biraz daha yüksek seviyedeki evlilik ya da aşk adı altında süren ilişkilerde, bireylerin seviyesi ne kadar artarsa, o oranda da karmaşa yoğunluğuna tanık olunacağı iletisini rahatlıkla çıkarabiliriz. Yeter mi? Yazarım Yılmaz Erdoğan ise: "Hayır!"
Oyuncular Oynanışa kısaca değinmem gerekirse: Demet Akbağ'in, canlandırdığı "Kadın" karakterinin üzerine, geçmişteki diğer can verişlerinde olduğunca asla çıkmadığını övünerek söylerim. Kendini, bu kere de rolün üstünde tutmamış Demet Akbağ. "Helal 01sun"dan başka ne
Sözün özüne gelirsek, "Haybeden Gerçeküstü Aşk", komediyi gerçeklerin aktanmındaki farklılığın insanlarla paylaşımı olduğuna inananları sadece gülümsetecek; boş vakit geçirmek isteyenleri Hakkı Devrim'in dediğince "hırlamayı, horlamayı, katılmayı hatırlatan kahkaha böğürtülerine " gark edecek bir oyun. "Yahu, Yılmaz Erdoğan ile Demet Akbağ yan yana aynı sahnede, daha ne istiyorsun," diyenlerdenseniz, ağzımı açmak ne haddime!
cy a
pe
Boyuyla posuyla, cesaretiyle, dürüstlüğüyle, onuruyla, yapıtlarıyla büyük bir adamdı, heybetli bir adam. Bir efsanenin elini sıkmak ayrıcalığını yaşadım. Yirmi yıl kadar önce yakın dostu Harold Pinter ile yurdumuza gelmişlerdi. Cezaevlerindeki yazarlarımızla görüşecek, durumlarının insan haklarıyla ne derece bağdaştığını araştıracaklardı. Bu araştırma resmi makamların hoşuna gitmedi. Gerek Arthur Miller gerek Harold Pinter dobra dobra konuşan, eleştirilerini hangi koşullarda hangi ülkede olursa olsun esirgemeyen adamlardı. İstanbul Gazeteciler Derneği'nde yaptıkları açık oturumda çevirmenliklerini ben üstlendim. Görüşlerinin basında, medya sözü henüz revaçta değildi- fazla yankılandığı söylenemez. 11 Şubat 2005 Perşembe akşamı Broadway'deki bütün ışıklar söndürüldü. Dostunu sevgiyle, saygıyla anan Harold Pinter B.B.C.'deki konuşmasında şunları söyledi: "Yazdıklarında dürüstlükten hiç şaşmayan bir adam. Tam anlamıyla bağımsız bir adam. Birleşik Devletler'de ondan pek hoşlanmazlardı. Çünkü çok açık sözlüydü. Oradaki yaşamı kıyasıya eleştirir, bazı temelsiz savları alaşağı ederdi. Hem yazar, hem insan olarak. Bunun için bulunmaz bir adam... Eminim, ölüm saatine kadar yazmayı sürdürmüştür. Çünkü elinde kalemle doğdu."
pe cy
a
Arthur Miller 1915'te New York'ta doğdu. Babası okuyup yazması kıt ama ailesini aç açık bırakmayan bir kumaş imalatçısıydı. Arthur, Michigan Üniversitesi'nin Drama Bölümü'nde okudu. Bir okul yarışmasında kazandığı ilk ödülü Tenessee Williams ile paylaştı. Oynanan ilk oyunu "The Man Who Had Ali The Luck!" (Kısmeti Bol Adam-1944) sadece beş kez oynanabildiği için, bu ad yazarın durumuna uymuyordu. İkinci oyununda işi kadere bırakmadı. Biyografisini yazan Martin Gottfried, Miller'in "All My Sons", (Bütün Oğullarım ya da Hepsi Oğlumdu) yıllarca soluk almadan çalıştığını, metnin altı kez yeniden yazıldığını, yüzlerce kez yeniden gözden geçirildiğini açıklıyor. 1947'de New York Drama Eleştirmenleri Ödülü'nü kazandı. Savaştan dönen bir oğul babasının devlete arızalı uçak parçaları sattığını öğrenir. Hem kardeşi hem en yakın arkadaşları bu yüzden ölmüşlerdir. Bu şoktan yola çıkılarak geliştirilen tragedya gerek Amerika'da, gerek Avrupa'da, gerek Türkiye'de en çok sahnelenen yapıtlardan biri oldu. İstanbul ve Ankara Devlet ve Şehir Tiyatrolarında, özel tiyatrolarda defalarca sergilenen oyunun ülkemizdeki son durağı şimdilik Trabzon Devlet Tiyatrosu. Hem bu ödülü, hem de Pulitzer ödülünü kazanan "Death of a Salesman" (Satıcının Ölümü) yazarın başyapıtı sayılmıştır bir çoklarınca. Yaşlanan, güçten düşen, yaşamaktan bezen bir sıradan adamın, bir gezgin satıcının canına kıyması can evimizden vurur bizi. Klasik tragedyanın yumruğu tepemize indirilmiştir. İşte yazarlık bu, işte büyüklük bu. "Satıcının Ölümü" 1951 'de Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sergilendi. (Çeviri: Orhan Burian) 1962'de İstanbul Şehir Tiyatrolar'ında başrolü de üstlenen Avni Dilligil'in rejisiyle oynandı. Aynı yapıtı 1969'da Ankara Meydan Sahnesi benimsiyor. 1979'da Bursa Devlet Tiyatrosu seyircisiyle buluşturuyor. Yöneten Yalın Tolga. 1989'da Asuman Korad Ankara Devlet Tiyatroları Büyük Sahne'de Refik Eren'in dekorları, Nur Uzmen'in kostümleri, Nuri Özakyol'un ışıklarıyla Satıcı'ya yeniden can veriyor. En iyi rejilerinden birinde Willie Loman rolündeki Ergun Uçucu'yu iyi bir kadro destekliyor.
O kadar çok tiyatroda o kadar çok yetenek Arthur Miller'in oyunlarına emek verdi ki hangi birini savmalı? Yerim dar, zamanım kısıtlı. Bende en derin iz bırakan gösterimlerden biri Ankara Devlet Tiyatrosu'nun İstanbul turnesinde oynadığı Cadı Kazanı"dır. "The Crucible" bir yandan Todd Bolender'in reji ve koreografisinde "La Mançalı Don Kişot" müzikalini prova ediyorduk A.K.M. Sahnesi'nde, bir yandan "Cadı Kazanı" temsilleri büyük "Cadı Kazanı" Amerika'da Mc Carthy döneminde çıkılan cadı avını 1692'de Salem'de yaşanan toplu histeriasına taşıyan bir oyun. Akıllı uslu bir çiftçi, John Proctor kendi sadık ama sağlıksız eşi Elizabeth'in
sağlık sorunları uzayınca yanlarında çalışan Abigail ile baştan çıkar. Kız bir papazın yeğenidir ama şeytana pabucunu ters giydirir. Evin hanımı tarafından kapının önüne konunca öç alacaktır. Elizabeth'i büyücülükle suçlar. Proctor suçsuz karısını savunur. Ama mahkemede Abigail ile ilişkisini itiraf edecek kadar doğru sözlüdür. Canını kurtarmak için bir belge imzalamaya zorlanır. Önce imzalar belgeyi. Ama bu adının sonsuza dek lekelenmesi demektir. Belgeyi parçalayıp idam cezasını kabul eder. Cüneyt Gökçer'in başarıyla sahneye koyduğu oyunda Nuri Altınok John Proctor, Gülgün Kutlu Abigail, Ayten Gökçer Elizabeth, Semiha Berksoy Afrika kökenli Tituba rolünde unutulmaz portreler çiziyorlardı. Refik Eren'in cadı kazanını kaynatmak için yarattığı dekor ve efektler sarsıcı, ürkütücüydü. Bir akşam Todd Bolender, Cüneyt Gökçer ve Erenler ile Boğaz'da balık yemeğe gittik. Ayten Gökçer temsilde olmalı. Dönüşte Taksim yakınlarda bir yerde alevlerin göğe yükseldiğini gördük. Eyvah, yine ahşap köşklerden biri yerle bir olacak diye içimiz cızladı. Biraz daha yaklaşınca A.K.M.'nin cayır cayır yandığını gördük. Korkudan, şaşkınlıktan, kaygıdan çılgına dönmüştük. Yangın başlayınca seyirciler önce alevleri başarılı bir sahne trükü sanmışlar. Cüneyt Gökçer'in nasıl bir hayalet gibi bembeyaz kesildiğini unutamam. Değil tiyatroya, karşı tarafta kaldığımız Park Otel'e bile girmemize izin verilmiyordu. Yangınla değilse bile hırsla yok edilen güzelim eski otele.
pe cy a
John Proctor Salem'deki cadı avcılarına nasıl meydan okuduysa Arthur Miller da McCarthycilere öyle meydan okudu. Amerikan karşıtı eylemlerle suçlanan arkadaşlarının hiç birine ihanet etmedi, bir tanesine bile.
"Cadı Kazam"nı birlikte oynanan iki oyun izledi. (1955) "A View From the Bridge" (Köprüden Görünüş) "A Memory of Two Mondays" (İki Pazartesinin Anısı) "Köprüden Görünüş" Amerika'daki İtalyan kökenli göçmenler arasında geçen bir tutku ve kıskançlık dramıdır. Sayısız tiyatrodan başka müzikle beslenerek Roma ve Ankara operalarında oynandı. Dokuz yıllık bir aradan sonra 1964'te yazdığı yarı-özyaşamsal "After the Fall" (Düşüşten Sonra) kısa bir süre sonra afişlerden düştü. Yazarı Bay Marilyn Monroe diye çağıranlar haksızlık etmişlerdi. Beş yıllık evlilikleri kolay geçmese gerek. Ama böyle kırılgan bir kadına, hele ölümünden sonra daha esirgeyici, daha sevecen davranamaz mıydı Miller? 1968'te yazdığı "The Price" (Çeviren: Nüvit Özdoğru) en iyi gösterimlerinden birine Kent Oyuncuları'nda kavuştu. Aynı topluluk fazla ilgi görmeyen "Yasak Elması'na el uzatmaktan çekinmedi.! "Creation of the World and other Business". Yıldız Kenter'in yönettiği oyunda Şükran Güngör Tanrı, Müşfik Kenter Şeytan'dı. Macit Flordun ile Bilge Şen yani Adem ile Havva iyilikle kötülüğü kantara vuruyorlardı.
Son oyunları arasında en çok ilgimi çeken "The Last Yankee" (Son Yankee). Bu dört kişilik oyunda baş kişi Yeni Dünya'ya göçen atalarının vakar, sessizlik, sözünün eri olmak, kalleşliğe isyan etmek, yere sağlam basmak gibi özelliklerini yitirmemiş adam gibi bir adamdır. Arthur Miller gibi. İstanbul Devlet Tiyatrosu Aziz Nesin Sahnesi'nde Arsen Gürzap, Bursa Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda Ayşe Emel Mesçi ustanın Orkestra'sını birer usta şef gibi coşturdular. Dolu dolu yaşanmış 89 yıl. "Onun yapıtları kötülüğe karşı savaşmak üstüne çok şey öğretti bize." dedi Rward Albee. Vaclav Havel birçoğunun düşüncesini dile getirdi. Yirminci yüzyılın en büyük oyun yazarı.
a cy pe
> Beki Haleva
2.Dünya savaşı biteli 60 yıl oldu, ne var ki dünyamız her daim savaşlara sahne olmayı sürdürüyor. Tarih boyunca güçlü olan hep egemen olmaya çalıştı ve neredeyse saplantıya dönüşen bu tutku ne yazık ki günümüzde de geçerliliğinden pek bir şey kaybetmedi. Bu yüzden olsa gerek, AKM sahnesinin arka planını boydan boya kaplayan savaş görüntülerinin içinden bir tabur askerin çıkıp karşımıza dikildiğini görmek, pek de alışılmamış bir durum gibi gelmedi bize. Televizyonlarda naklen savaş izlemiş bir nesiliz ne de olsa! 2. Dünya savaşında geçen gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenmiş bir oyunu sahneliyor bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu geniş bir oyuncu ve tam kapasiteli bir izleyici kadrosuyla, önceden ayarlamadıysanız bilet bulmanız çok kolay değil anlayacağınız. Vern Sneider'in yazdığı Ağustos Mehtabı Çayhanesi başlıklı roman John Patric tarafından oyunlaştırılmış
Demokrasiye taşıyacak beyinleri hazırlaması açısından, Amerikalı yetkililerce en öncelikli iş olarak belirlenmiş okulun inşasını gerçekleştirebilecek midir? Yoksa demokrasinin gereği olarak, halkın isteği doğrultusunda, Uzakdoğu kültürünün olmazsa olmazlarından, geleneğin simgesi, konukseverliğin, dayanışmanın, eşitliğin, estetikle yoğrulduğu, ruhları dinlendiren, bir huzur ortamı olarak çayhanenin inşası mı ön plana geçecektir? Kültür farklılıklarının doğurduğu tezat yaklaşımlarla algılanan bir dünya görüşü ve bunun sonucunda geliştirilen bir yaşam tarzı komik durumlara yol açacaktır kuşkusuz. Mutluluğu ay ışığında yudumlanacak bir çayda bulabilen Doğu'nun insanı, doğallığın, duyguların egemen olduğu yaşam tarzıyla öylesine farklıdır ki şekilci, kuralcı Batı insanından. "Amerika'da muzır Okinawa'da huzur" derken Sakini ne de güzel özetliyor bu durumu, ırkına özgü bilge yaklaşımıyla. "Ben" ile "öteki" çatışması oyun boyunca hiç eksilmeyen bir tempoyla süre giderken, "öteki"ne kendini kabul ettirme ve onu kendine benzetme uğraşı komik öğelerle harmanlanmış bir eleştirel bakış açısıyla ele alınmakta. Geyşası ve bornozdan kimonosuyla Amerikalı yüzbaşı, kimliğiyle hiç bağdaşmayan bir görüntü sergilerken Tobiki Köyü'nün yerlileri Amerikan country şarkısını ustalıkla söyleyebiliyorlar. Anlayacağınız evdeki hesap çarşıya uymuyor, Amerikalılar'ın tek yönlü öngördükleri "ben" dayatması iki kültür arasında bir alışverişe dönüşüyor isteseler de istemeseler de.
pe
cy a
ve ilk kez 1953 de New York'ta sahneye ve daha sonra da beyaz perdeye taşınmış. 1955-56' da da ülkemizde izleyiciyle buluşmuş. Yapıtın en önemli özelliklerinden biri yaşanmışlıkların kaleme alınmış olması. Her iki yazar da asker kökenli. Sneider savaşta görev almış ve Okinavva'da yönetimini üstlendiği köyü romanına konu etmiş. Patric'e gelince, o da savaşta çarpışmış ve savaşın son yıllarını aynı coğrafyada yaşamış bir asker. İç içe yaşadıkları bu insanları öylesine doğal, öylesine gerçekçi bir şekilde yansıtabilmelerinin nedeni bu olsa gerek. Oyunun merkez kişisi Sakini bir yandan Amerikalılara tercümanlık yaparken öbür yandan anlatıcı olarak biz izleyicilere olup biteni aktarıyor. Ondan öğreniyoruz Okinavva'nın, stratejik konumundan olsa gerek, tarih boyunca hep istilaya uğramış bir ada olduğunu, Çinliler, misyoner İngilizler, Japonlar derken sıranın Amerikalılara geldiğini ve yoksul yaşamlarının hiç de kolay olmadığını. Gerçekten de 1945 Nisanı'nda bu ada Amerikalı, Japon ve Okinawalı on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Pasifik'teki en kanlı çarpışmalara sahne olmuş. İşte bu noktada başlıyor oyun, artık savaş bitmiştir, ağır kayıplarla ele geçirdikleri adaya demokrasiyi getirmek Amerikalılar'ın boyun borcu olacaktır elbette! Oyunun temel izleği bu demokrasi dayatması etrafında gelişmekte. Albay Purdy'nin, kendi alanı dışında pek fazla bir bilgiye sahip olmayan, benmerkezci, her şeyi yalnız elindeki veriler çerçevesinde değerlendirebilen tipik Amerikalı mantığı, yerli halka demokrasiyi öğretmekle görevlendirdiği Yüzbaşı Fizby'yi ne kadar yönlendirebilecektir? Yüzbaşı Fizby, yönetmekle görevlendirildiği Okinawa'nm bu küçük köyünde eline sıkıştırılmış talimatnamenin ne kadarını uygulayabilecektir?
Bol ödüllü bir mesleki geçmişi olan Şakir Gürzümar bu oyunda da büyük bir başarı sergiliyor. Yönetmen
kadar Ayşe Sarıalp aksamayan çevirisinde oyunun başlığına bu şiirselliği taşımayı tercih etmediyse de sahne tasarımında hak ettiği yeri bulmuş yazarın vurgulamak istediği Uzakdoğu kültürüne özgü şiirsellik. Savaşı yansıtan barkovizyon görüntüler ile Önder Arık'ın ışık tasarımları oyunun içeriğini görsel bir boyuta da taşımayı başarmışlar. Asker cipinden, canlı keçisine kadar gerçekçi bir atmosfer yaratılmış. Çok işlevli demir konstrüksiyonlarla izleyiciyi hiç rahatsız etmeden rahatlıkla askeri karargâhtan çayhaneye geçilebiliyor. Gülhan Kırçova'nın aynı gerçekçilikteki kostüm tasarımı da bu atmosferi desteklemekte tıpkı kimi zaman Japon, kimi zaman Amerikan müziğinin yer aldığı ses düzeni gibi. Nil Berkan'm dans düzenlemesi de oyunun sonlarına doğru beklenmedik bir coşku ve ritm katıyor.
pe cy a
hiç aksamayan, uzun olmasına karşın oyun boyunca aynı ilgi ve beğeniyle izlenen bir süper yapım yaratmış. Son derece uyumlu, rolleriyle bütünleşen oyuncular, özellikle de neredeyse iki dilli denebilecek bu oyunda, farklı bir dili (konuşulan dil gerçekte Japonca mıydı bilemiyorum ama en azından dili bilmeyenleri inandıracak nitelikteydi) anadil rahatlığıyla kullanmaları göz ardı edilmeyecek bir katkı sağlıyor bu başarıya. Anlatıcı/tercüman rolüyle Bülent Emin Yarar gerek doğallığı, gerek beden dili, gerek seyirciyi avucunun içine alan karizmatik kişiliğiyle ustalıkla kalkıyor ağır yükünün altından ve unutulmayacak bir performans sergiliyor. Hakkı Ergök Yüzbaşı Fizby, Ali Düşenkalkar Albay Purdy ve Attila Şendil Yüzbaşı Mc Lean rollerinde çok başarılılar, tıpkı gerçek Japon kimliğiyle geyşaların zarafetini kendinde barındıran Ayumi Takano ve her biri takım ruhuyla oynayan geniş oyuncu kadrosu gibi.
Yönetmen oyuncu seçiminde gösterdiği başarıyı sahne ve kostüm tasarımcılarının seçiminde de göstermiş. Gerçekten de Ali Cem Köroğlu'nun sahne tasarımı görsel bir şölen niteliğinde. İzleyici daha oyun başlamadan Uzakdoğu'nun minimalist tasarım yaklaşımıyla bağdaşan boş bir sahnede, fona yansıyan şiirsel bir ağustos mehtabında buluyor kendini. Her ne
Sonuçta her bir ayrıntısı özenle işlenmiş kaçırılmaması gereken bir yapım çıkmış ortaya. Geçmiş bir olayı anlatsa da güncelliğini hiç kaybetmemiş bu yapıtı günümüzde sahnelemek, bugün yaşanan savaşlar doğrultusunda değerlendirildiğinde çok isabetli bir seçim olarak çıkıyor ortaya. Bu duyarlılıkları için ilgilileri ve böylesi güzel bir çalışmayla biz izleyicileri ödüllendirdikleri için İ.D.T. sanatçılarını kutlamak gerekir .
pe cy
a
Çehov, Biz, "Müthiş Bir Tren" Yolculuğu, Kış ve Geçen Zaman
Zeynep Erkekli
Çok Yaşa Komedi'yi iki hafta oynayıp Ankara'ya turneye çıkmanın mutluluğu içindeydim. Pazar matine'den sonra saat 19:00'da kar yağışı başlayacak denildiği için koşarak arabaya vardım. Bir saatte eve ulaşıp hızla hazırlandım. Saat 22'de Bostancı istasyonundaydım. 22:30. Ankara Ekspresi. Yataklı. Tren yaklaşınca, aceleyle, beni uğurlayan yakınlarıma sarıldım. Birinci vagonun kapısındaki görevliye kabin numaramı söyleyince, eşyalarımı elimden alıp "Restoranda bekleniyorsunuz" dedi. Daha trene adımımı atmamıştım. Ne güzel bir karşılamaydı bu böyle. Trenin aydınlığında istasyondaki insanlarımı göremeden el salladım. Eşyalarımı kabine bıraktıktan sonra sevinçle restorana gittim. Sanki uzun zamandır görüşmemişiz gibi Semih Ağabey (Sergen) ve Zafer'le ( ) birbirimize sarıldık. Şarap. Mutlu yüzler. Anlatılan komik anılar. Restoranda kaldığımız süre içinde ben hep dinledim, gülümsedim, dışarıyı seyrettim. Uykumuz iyice gelince kompartımanlarımıza döndük.
- Nereye gidiyorsun, sana yerinden kalkma demedim mi? - Tren geldi. Ben trene bineceğim. Annem beni merak eder. Ben trene bineceğim. - Bu tren yolcu almayacak. Bu istasyonda duracak; bizim işimiz bitince o da yolcusuz gidecek. Çocuğu bekleme salonuna götürüp aynı yere oturttu. Küçük kızın kalbi artık kapkara olmuştu. Tren ne zaman gelecekti? Ne zaman gelecekti? Yerinde duramayacak kadar sıkıldığı bir anda küçük kızı bekleme salonunun kapısından çağırdı genç adam. Kız çantasını bırakıp hemen genç adamın yanına gitti. - Gel bakalım. Sen de şurada ağabeylerin arkasında duracaksın. Hiç kımıldama olur mu? Seni de çekeceğiz. Küçük kızın kalbi kocaman oldu. Denildiği gibi, trene bakmadan, önündeki şapkalı ağabeylerin, kürklü ablaların daha da uzağına bakarak durdu. Ne kadar uzun bir süre geçmişti, bilmiyordu. Yanakları kıpkırmızı, avuçları ter içindeydi. Genç adam yavaşça küçük kızın elini tuttu. Onu tekrar bekleme salonuna götürdü. Küçük kıza teşekkür etti: "Artık sen de oyuncu oldun" dedi. Küçük kız bütün heyecanını içinde tutarak: "Bu filmin adı ne ağabey". - Dediklerimi hiç unutma. Bu filmin yönetmeni: "Metin Erksan". Filmin adı: "Müthiş Bir Tren". Öykünün yazarı: "Sait Faik Abasıyanık". İki hafta sonra perşembe günü haberlerden sonra gösterilecek. Küçük kız sonunda onu eve götürecek trene bindi. Ona söylenenleri yol boyunca ezberledi. Hiç, ama hiç unutmadı. Eve gittiğinde annesi küçük kızına sarıldı, ağladı. Küçük kız annesine her şeyi anlatırken, annesi bir yandan hala ağlıyor bir yandan da kızı çok sevdiği için patates kızartıyordu. Televizyona çıkacağını söyleyince, yavaşça dönüp baktı kızına bir süre annesi. İki hafta sonra, perşembe günü bütün aile "Müthiş Bir Tren" filmini izlemek için televizyonun karşısında hazırlanmıştı. Film başladı. Küçük kız çok heyecanlıydı. İstasyon sahnesinde her şey aynıydı.
pe
cy
a
Üstümü değiştirmek için hazırlandığım sırada, perdenin açık olduğunu fark ettim. Kapatmak istedim. O sıra tren yavaşladı. Bir istasyona girdik. Perondakilere bakıyordum. Belki onlar da bana. Sonra birden camdaki siluetimi fark ettim. Kendime şaşarak bakakalmışken, siluetimin yanında, saçları iki yandan toplanmış, beyaz yakalı formasıyla on yaşlarında bir kız çocuğunun dikkatle bana, pencereye doğru baktığını gördüm. Yavaşça yaklaştı ve camı tıklatıp bir şeyler söylemeye başladı. Dediklerini zorlukla anlıyordum camın ardından: - İdealtepe'ye bir bilet istiyorum. Camın ardındaki gişe memuru - Tren uzun süre gelmeyecek küçük hanım - Ne kadar süre? - Üç, beş tren kadar. - Sonra, gelecek ama değil mi? - Evet, gelecek. - O zaman bekleyeyim. Küçük kız bekleme salonunun ortasındaki, daire şeklindeki oturma yerine doğru ilerledi. Oturduğunda ayakları yere değmiyordu. Kimse yoktu istasyonda. "Herkes biliyor muydu ki trenin gelmeyeceğini" diye düşündü. Oturup beklemekten başka çaresi yoktu. Uzun bir süre sonra, bekleme salonuna hızla bir adam girdi. Küçük kızın ağabeyinin yaşlarındaydı. - Neyi bekliyorsun burada? - Treni... - Ama tren gelmeyecek bilmiyor musun? - Ama sonra gelecekmiş. - Peki öyleyse yerinden hiç kalkma olur mu? Çünkü biraz sonra çekim var burada. Küçük kız şaşkın, denileni yaptı. Sanki yapışmıştı oturduğu yere. Bir süre sonra, peronda şapkalı adamlar, kürk yakalı kadınlar gördü. Birbirleriyle aralıklı durmuş, trenin geliş yönüne doğru bakıyorlardı. Küçük kız olan bitenden çok etkilenmiş, merakla izlemekteydi dışarıdakileri. O anda trenin sesini duydu. Çantasını alıp yerinden kalktı. Tren istasyona hızla girdi ve durdu. Küçük kız trene doğru koşmaya başladı. Az önce bekleme salonuna giren genç adam, küçük kızı yakaladı:
a
bugünlere gelen kokusunu, sanırım hiç unutmayacağım. Kondüktör Ankara'ya doğru yaklaştığımızı söyleyince hızla kompartımanlarımıza yöneldik. Zafer, kapısı açık, oturuyordu. Uykulu, şaşkın gözleri, bir gece önce bir solukta okuduğunu söylediği kitabın sözcüklerine takılıydı sanki. Tren yavaşça Ankara garına girdi. Hemen hazırlandım. Zafer, önce inmiş peronda bizi bekliyordu, "kitabın sayfalarında kalan bakışlarıyla". Ben, dün gece beni yanına çağıran "çocukluğum" ve "İrina'yla" beraber Zafer'in yanına yaklaştım. Bir süre sonra Semih Ağabey'de "dayısıyla" geldi yanımıza. Biz "kalabalık" üç oyuncu, kış sabahının mahmurluğunda Ankara garından şehre doğru sessizce yürüyorduk. Akşamüstü, yorgunluğuma karşın bilmediğim, ama yetmişlerdeki yarıyıl tatillerimden tanıdık gelen sokaklarda dolanarak Akün Sahnesi'ne vardım. Hemen sahneyi görmek istedim. Orta alanda dolandım, yani sahnede. Sonra, bakışlarım seyirci tarafında, karşımdaki koltuklarda kaldı bir süre. "Açık Aile"nin bin dokuz yüz doksan dörtteki Ankara turnesi geldi aklıma. Oyunculuğuyla beni derinden etkilemiş olan Maral Üner'le yan yana oturmuş film seyrediyoruz, Akün Sineması'nın balkonunda. O zamanlar koltuklar ne renkti hatırlamıyorum. Sırtımı dönünce perdede Antony Hopkins'le Emma Thompson bir İngiliz bahçesinde geziniyorlar. Filmin adını bir türlü anımsayamıyorum. Peki, ben ne yapıyorum filmin ortasında, böyle, sahnede? Maral Abla filmde beni de mi izliyor onlarla beraber, balkondaki o koltukta yoksa? Tekrar dönüyorum seyirci tarafına. Koltuklar nar çiçeği renginde. Yepyeni. Işık odası, ses odası... Gülümseyerek dışarı çıktığımda, soğuk beni aynı yakıcılığıyla karşıladı. Kendimi Kuğulu Park'ta buldum. Uzun ağaçların karlı dalları arasındaki kış güneşi ve rengarenk gökyüzüyle kaldım uzunca bir süre. Sonra, iki kuğunun bana doğru yaklaştığını fark ettim. İkisi de siyah renkteydi ve ben bu güne kadar hiç siyah renkte kuğu görmemiştim. Birdenbire kanatlarını açtılar. Ortaya çıkan, gizlenmiş, çarpıcı bir beyazlıktı. Beyaz, bembeyaz. Bu şaşkınlıkla, düşünekaldım. Otele bu kez bilmediğim sokaklardan dönmeye karar verdim. Odamda yalnızım. Isıtıcıyla yaptığım çayın buğusunda ve pencereden görünen Anıtkabir'in aydınlığında okumakta olduğum, Peter Brook'un "Açık Kapı" kitabını elime aldım. Karşıma çıkan ilk tümce: "Sıradan olanı özgün hale getirmek için gereken nedir?" Ne tuhaf.
pe cy
Kürklü ablalar, şapkalı ağabeyler; ama istasyon sanki o istasyon değildi. Bir de, kendisi, ortalıkta görünmüyordu hiç. Küçük kızın içi çekildi birden. Kimseye anlatamayacağı kadar yandı yüreği. Filmde küçük kız yoktu. Yok-tu. Anne, baba, ağabeyler hiçbir şey söylemediler küçük kıza. Hayat-hiç-bir-şeyolmamış-gibi-devam-etti. Camda kendi görüntümün arkasında bana bakanları gördüm göz yaşlarımın arasından. Uyumak istiyordum. Uyumak. Hemen uyumak. Işıkları söndürdüm. Uzandım yatağıma. Kendimi uykuya bırakmıştım. Küçük bir hareketle önce öne sonra arkaya doğru sarsıldı tren. - Olga kim vuruyor yere? Hoşuma giden bu sarsıntıyla göz kapaklarım daha da ağırlaşmaya başladı. - Doktor. İvan Romaniç sarhoş. - Ne berbat bir gece. Nerdeyim ben? Salonda, kuş sesi gibi, titrek, kararsız bir ses yankılanmakta. Bu ses? Benim sesim. İrina'nın sesi. Nerdeyim ben? Ne çabuk geçti zaman, ne çabuk? Göz yaşlarım yanaklarımı ıslatıyor. Hissediyorum uykumda. - Duydun mu? Tugayı başka yere gönderiyorlarmış. - Söylenti sadece. - Yalnız kalacağız o zaman... Olga... - Evet? - Bir tanem, Baron'u hem sayıyorum hem de değer veriyorum ona. İyi bir adam. Onunla evlenirim. İstiyorum bunu. Ama Moskova'ya gidelim. Yalvarırım sana gidelim. Dünyada Moskova'dan daha güzel bir yer yok. Gidelim -Olga- gidelim. Bin dokuz yüz seksen yedi, mayıs sonu. Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda konservatuvar mezuniyet oyunumuz: "Üç Kız Kardeş". Funda (Eskioğlu) ve ben. Olga ve İrina (Zeynep Erkekli). Seslerimiz, Hitay Daycan'ın stüdyosunda kayda alınmakta. Uzun boylu, zarif bir insan. Bir ay sonra profesyonelliğe adım atacak iki genç oyuncuya özenle yaklaşıyor. Bu görüntü hiç gitmemiş aklımdan. Hadi artık ağlama. Yine Çehov'la berabersin. Çehov'u düşündüğünde uçsuz bucaksız bir çayırda sırt üstü uzanmış gibi hissetmiyor muydun kendini. Hadi gözlerini kapa. Uyumalısın, uyumalısm. Gözlerimi açtığımda uçsuz bucaksız bir beyazlıkta ilerliyorduk. Bazen tepeler, bazen de alabildiğine uzayan beyazlıkta yalnız bir ağaç. Rüzgarı dinler gibi... Tuhaf bir sevinç kapladı içimi bir kış çocuğu olarak. Hemen hazırlanıp restorana doğru ilerlemeye başladım. Kahvaltıda Semih Sergen'le, çocukluklarımızla ilgili bazı anılarımızı paylaştık. Bunların içinde Semih ağabeyin çocuk gözlerinin karşısında, dayısının, kırpıntı gazete kağıtlarının ateşinde pişirdiği kahvenin,
İçimi ısıtan bir şeyler var. Evet, yarın her şey iyi olacak, ama her şey. Ben inanıyorum, inanıyorum inanıyorum©
Fotoğrafların
Dili
Masal Lebriz
pe
cy a
Ayşe
Gülleri
Tiyatro: Cancana Yöneten: Ayşe Lebriz Tasarım: Zepür Hanımyan Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Müzik: Alper Maral Proje Asistanı: Kadir Kahya Oynayanlar: Ayşe Lebriz ve kuklalar.
"Masal Gülleri"ne Dışardan Bir Bakış Sanırım yaklaşık bir buçuk yıl kadar önceydi, Ayşe Lebriz'in okullara yönelik yapmış olduğu bir çocuk oyununun olduğunu öğrenmem ve izlemek için davet edilmem. Nasıl korktum bilemezsiniz. Ayşe Lebriz'i yakından tanımaz, sadece sahnedeki başarılı oyunculuğunu bilir, gerçekleştirdiği çalışmalarda da çok titiz olduğunu duyardım.
pe
cy a
Hassas olduğum bir konu: Çocuk tiyatrosu, üstelik okullarda gerçekleştiriliyor! Ayşe Lebriz'le konuştuğumuzdan bu yana bir buçuk yıl geçmiş, ancak bir ay öncesinde fırsat bulup, izleme şansım oldu, korkumun dışında denk de gelmedi. Nihayet izleyebildim, ama öncesinde oyun broşürüne göz attım. Kapsamlı, kapsamlı olduğu kadar titiz hazırlanmış bir broşürdü. Müzik: Alper Maral, Tasarım: Zepür Hanımyan, Işık: Yüksel Aymaz yazıyordu broşürün ilk sayfasında. Korkum daha da artmıştı. Okul salonu, üstelik bir devlet okulu salonu; "Işık: Yüksel Aymaz..." Korkum artmıştı da, merakım niye artmamıştı, bilmiyorum. Oyun saatinde gidip, oyunu izlemek yerine, erken saatlerde ekiple buluşup maceranın bütününe tanık olmak istedim, Ayşe Lebriz de bu isteğimi kabul etti. Buluşma noktasında Şişli Belediyesi'nin aracı ile yola koyulduk. İlköğretim okullarında gerçekleştirilen bu etkinlikleri Şişli Belediyesi organize etmiş, çocuklardan niçin, neden, niye bu kadar ücret gibi soruların sorulmadığı, ortada paranın dönenmediği, yerel yönetimlerin gerçekten yapması gereken bir hizmet vardı ortada ve bence kutlanması, desteklenmesi gereken bir girişim olduğunu düşünüyorum. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün alkışlanası girişiminin diğer belediyelere de örnek olmasını dilemekten başka da birşey gelmiyor elden. Her okulda iki kez sahneliyorlarmış oyunlarını, ilk oyunun başlamasına yaklaşık iki saat kala ekip çalışmaya başladı. Paketler, sandıklar açıldıkça korkum yerini meraka bırakmaya başlamıştı. Sahnenin ortasında ağır ağır yeni bir sahne oluşuyordu, yeni
pe cy
Salon denen oda, yaklaşık 90 çocuğu alabilecek büyüklükteydi. Ancak ekip 40 çocuktan daha fazlasının izlemesini uygun bulmamış, öğretmenlerin meraklı bakışları arasında salonun yarısı boş olarak oyun başlamıştı. Öncelikle, oyunun yaş grubu belirlenmiş, sıkılacak ve sıkıldığı için gürültü yapma olasılığı olan daha büyük yaş gurupları kabul edilmemişti. İki seans birleştirilip, bir seansta oyun sahnelenemez miydi? Tabii sahnelenirdi, ama o kalabalık içinde çocukların doğru dürüst izleme şansı olamaz, gürültü, patırtı arasında sadece oyun sahnelen miş gibi yapılır, sonuçta ne yazık ki, okullarda, hatta salonlarda gerçekleştirilen birçok çocuk oyununun akıbetine uğrardı. Ekip bu olasılığı da düşünmüş. Kararlı oldukları için de salonun yarısı boş olarak sahnelendi oyun.
a
oluşan sahneye spotlar takıldıkça, Yüksel Aymaz'ın oyuna katkısını da anlamaya başlamıştım. Sahne hemen hemen kurulmuştu ki, Ayşe Lebriz'in bir kenara çekilip, makyaj yaptığını gördüm. Kostüm giyildi, çok kişinin ne gerek var ya, altı üstü bir çocuk oyunu... diyeceği hazırlık süreci tamamlandı. Belki de yaşamlarında ilk kez bir oyun izleyecek çocukların karşısına çıkmak için ses, ışık son kez kontrol edildi, yani tiyatronun tüm gerekleri en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, tasarlanmış ve uygulanmış olarak beklenmeye başlandı.
Öğleden önceki ve sonraki iki oyunu da izledim. İkincisini izlememin nedeni öğretmenlerin tepkilerine tanık olmak içindi. Birinci oyunda, üç kat olarak tasarlanmış (denizin altı, kara ve gökyüzü) sahnenin denizaltı bölümüne, yani sahnenin en altına indiği zaman oyuncu, arka sıralardaki çocuklar göremediği için sandalyelerin üstüne çıktılar ve kıyamet koptu... Düzen düşkünü öğretmenler ayağa fırlayıp çocukları oturtmaya çalışırken çıkardıkları gürültüyü ve kaosu izleme şansları olsa, sanırım utanır, çocuklara bir daha gürültü yaptıkları için bağırıp, çağırmazlardı, ama kendilerinin farkında değillerdi ve oyunu bir anlamda sabote etmişlerdi bile çocukların kızgın, kırgın bakışları arasında. Öğleden sonraki oyunda ise daha
pe cy a
sakin bir öğretmen vardı, çocuklar yine aynı sahnede sandalyelerin üzerine çıktıklarında, hiç sesini çıkartmadı. Salonda ne gürültü vardı ne de mutsuz çocuk. Minicik çocuklar, olabildiğince sessiz bir biçimde sandalyelere çıktılar, izlediler ve indiler. Öncelikle öğretmenlere öğretilmesi gereken ne kadar çok şey var, şu çocuk tiyatrosu ile ilgili... Bırakın çocuğu, bırakın kendi haline, sadece tepkisini izleyin. O hiç kimseden çekinmeden, korkmadan, yalana sapmadan tepkisini verecektir. Onun verdiği tepki, sahnedeki oyunun başarısını belirleyecektir. Çocuk eğer oyuna dahil olabildiyse, sesini bile çıkartmadan izler, eğer sahnedeki oyun onun dışındaysa zaten tutamazsınız. Bağırıp, çağırmasa bile, ilgisinin dağılmasından bunu anlamanız mümkün, yeter ki siz müdahale etmeyin. İkinci seanstan sonra, ekip toparlanmaya başladı. O sırada teneffüs zili çaldı, biraz önce oyunu izleyen çocuklar akın akın Ayşe Ablaları'nın yanına geldiler. Hepsi dokunmak, konuşmak istiyorlardı. Ayşe Lebriz'in çocuklarla girdiği diyalogda, çocukların oyunu ne kadar ciddi ve dikkatli izlediklerini anlama şansımız oldu. Ancak, eğer yanılmıyorsam gelen çocuklar öğleden sonra izleyenlerdi. Öğleden önce izleyenler pek gelmedi, gelmemeleri de o kadar doğaldı ki, öğretmenlerinden azar işitmekten, oyunun keyfine varamamışlar, eğleneyim derken, bir eziyetin içinde bulmuşlardı kendilerini. Oysa, oyun aynı oyundu, yaş gurubu aynı yaş gurubuydu, okul aynı okuldu. Yıllardır söyleyegeldiğim ama derdimi anlatamadığım konu yine karşıma çıkmış, öğretmenin önemi ile bir kere daha yüz yüze gelmiştim. Bu güne kadar izlediğim, özellikle okullardaki, -ama genelde tüm çocuk tiyatrolarının içinde, en dikkatimi çeken, beğendiğim, beğenmenin ötesinde yaş gurubu doğru tespit edilip yazılan, sahnelemenin tüm gerekleri yerine getirilen, çocuğa "İşte tiyatro bu!" dedirten bir çalışmaydı "Masal Gülleri". Ellerinize, yüreğinize, emeğinize sağlık "Masal Gülleri" ekibi. Bir kucak dolusu gül hepinize. Mustafa
Demirkanlı
pe cy
a
"Absürd Bir Yazarım ama..."
> Ebru Ilgaz > ebruilgaz@tiyatrodergisi.com.tr
Son dönem Türk tiyatrosunun başarılı oyun yazarlarından birisi ile, Raşit Çelikezer'le söyleştik bu ay. "Yağmurum Olsana", "Yanlış Adamlar", "Mutlu Beraberlik", "Bir Kuşluk Vakti", "Hiçbir Şey" ve "Otopark Cinayetleri" isimli oyunları MitosBoyut'tan yayımlanan yazarın bu yıl iki oyunu birden sahneleniyor: "Hiçbir Şey" (Ankara Ekin Tiyatrosu) ve "Otopark Cinayetleri" (İstanbul Devlet Tiyatrosu). Görmek istediği yeni absürd tiyatroya göre oyunlar yazdığını anlatan yazar, metinlerinde soru sorarak ilerliyor, rejiye ve oyuncuya geniş olanaklar sunan mekanlar tasarlıyor. Yeni dünyaya tepkili ifadelerle yüklü, kentteki huzursuz ruhlardan bir tanesi. Televizyon ve sinema için de işler üreten 9 Eylül Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü mezunu Çelikezer, oyun yazarak deşarj oyduğunu söylüyor. Oyununuz sahneye çıktığı anda işiniz bitiyor mu? Metnin seyirci karşısına çıkarılma aşamalarına da hakim olmaya, etki etmeye çalıştığınızı biliyoruz. Aslında bitmiyor. Sahnelenmeye başlayınca eleştirilerle boğuşuyorsunuz. Oyun oturana kadar oyuncularla haşır neşir oluyorsunuz. Sevmiyorsunuz yapılan işi. Neticede artık oyunculara kalmış bir oyun, teknik olarak işimiz bitiyor.
Fakat sizdeki etkileri devam ediyor. Genç bir yazarım. "Otopark Cinayetleri"nde prova ve sahneleme aşamasında oyuncuların ve yönetmenin yanında oldum. İlk oyunum sahnelendiğinde de böyleydi. Bunun nedeni oyunun ilk kez sahneleniyor oluşu yani dünya prömiyeri yapıyor oluşuydu. Bu oyun ikinci, üçüncü kez yapıldığında bu denli üzerine düşmeyebilirim. Yazmak istediğim, anlatmak istediğim neyse bunu ilk oyunda ekibe anlatmak isterim. Bence bu, bir oyun yazarının görevi diye düşünüyorum. Bunu geçmişte yapan yazar ağabeylerimiz vardı. Son dönemde bu alışkanlık kaybedilmeye başlandı, tabii yeni oyun çıkması çok azaldı.
cy a
"Otopark Cinayetleri"nin rejisinde pek etkiniz olmamış gibi. Kazım Akşar'ın oyuna eklediği sahneler ve karakterler var! "Otopark Cinayetleri" benim açımdan macerası zor geçen bir oyun oldu. Sahnelenme aşamasında yönetmenin oyunu, dramatik yönünden alarak ilerlediğini gördüm. Benim yazdığım oyun, absürd başlayıp dramatik biten bir oyundu. Kazım Akşar, absürd metni çok benimsemedi. Yani absürd metni pek işlemedi, varolanla yetindi. Metinde varolanla ve oyuncuların performansı ile yetindi. Oyunun dramatik yönüne ağırlık verdi. Açıkçası oyunun ikinci perdesini daha çok seviyordu. Bazı kişiler ekledi. Ben oyunu sekiz kişilik yazdım, şu anda on iki kişi oynuyor. Yardımcı karakterleri eklerken ben oradaydım. Bunun yansına katıldım yansına katılmadım. Muhsin Ertuğrul yıllar önce şöyle bir şey söylemişti; "Bir oyun ilk kez sahneleniyorsa yönetmenin işi çok zordur. Çünkü bir oyun önce yazarın yazdığı yorumla oynanmalıdır. Daha sonra yönetmen buna kendi yorumlarını katar." Fakat Kazım Akşar bunu göremedi. Öncelikle benim yazdığımı sahneye koyması gerekiyordu. Dramatik açıdan oyuna eğilmesi, kendi açımdan benim yazdığım oyuna zarar verdi. Bunu seyirci ne kadar anlar bilmiyorum. Ancak metni okuyanlar anlar. Şu ana kadar yapılan eleştirilere ve izleyici yorumlarına bakıldığında görüyoruz ki; ya çok seviyorlar ya da nefret ediyorlar. Bu bir oyun için aslında güzel bir şey. Ben aslında amacıma ulaşmış oluyorum.
Akşar'ın, bazı karakterlerin ifadesini de değiştirdiğini görüyoruz. Örneğin bilim adamı, metinde daha güçlü ve sevimsiz ama oyunda didaktik ve duygusal yönleri ağır basan bir kişi! Evet. Hemen hemen hepsinde bu durumla karşılaştım. Bilim adamından insanların özdeşleşmesini değil, nefret etmesini istedim. Çünkü eleştirdiğim bu kartel sistemindeki danışmanlardır bilim adamı adı altında yazdığım karakterler. Dolayısıyla oyunda bu adamları tasvip ediyor duruma düştük. Bu adam üç senedir doğru düzgün uyumayan bir adam, sistemin yanlışlığını çok sonra anlayıp işinden kaçıyor. Yeterince ketum, duygusuz ve sert bir adam. Aşkı da kırk beş yaşında tanımış. Aşka karşı da tutumu aynı olacaktı. Kadın öldürüldükten sonra bir çıldırma noktasına gelecek, varoluşunu sorgulayacak bunu birinci ve ikinci adamın karşısında yapacaktı. Bu oyuncularla ilgili bir durum değil. Kazım Akşar'ın isteğiyle böyle oldu. Benim en büyük itirazlarımdan birisi de yapılan bu dekora bir çatı izlenimi verilmemesiydi. Oyun çatıda geçiyor, ama hiçbir izleyiciyi buna inandıramazlar. Bir helikopter iniyor ama oyunda helikopter başka bir alana iniyor ve patron oradan başka bir grupla geliyor. Buna da çok itiraz ettim. Sonradan gelen body guard'lar oyunda yok. Adam aşağıda sistemi eleştirirken yukarıdakiler elinde silahla hiçbir şey yapmadan duramazlardı. Ama yönetmen böyle bir dünya yaratacağım dedi ve yarattı. Ben tek tip kostüm giyen bir teşkilat düşünmedim ki. Şu an takım elbiseyle gezen bir sürü teşkilat var. Bu oyunu groteskleştirdi. Ben grotesk bir yapı kurmadım. Ben gerçek bir yapı kurdum. Oyunu bilerek gidenler de hayal kırıklığına uğradı. Benim için oyunun başarısı yüzde ellidir.
pe
Oyundan nefret eden eleştirmen de oldu, çok seven eleştirmen de oldu. Artık bu noktadan sonra karakter devreye giriyor. Anlattığım dünya ilgisini çekiyorsa sevebiliyor. İlk on bir oyunun ardından seyirciye bir anket uygulandı. Yüzde yetmiş oyunu sevdiklerini gördük. Ama ben sahnelenişinden yüzde yüz memnun değilim. Kazım Akşar'ın beni çok iyi anladığını düşünmüyorum. Şu an uygun görmediğim anlara müdahale ettim. Bu yaratım sürecinde çok normal. Eleştirmenlerin, oyunu okuduktan sonra yazmalarını tercih ederdim. Bir çoğu bunu yapmadı.
İsimler niçin yok? Belirleyici olmak istemedim. Bu oyun çok evrensel bir oyun. Herhangi bir ülkede oynandığında insanlar kendi sistemlerinden bir şeyler mutlaka göreceklerdir. Bu oyunum bir üçleme. İlk ayağı "Hiçbir Şey", ikinci ayağı "Otopark Cinayetleri", yakında üçüncü ayağı yayımlanacak "Kazan Dairesi". Yeni dünya adını verdiğim bir üçleme. Oyunda isim olsaydı çok başımız ağrırdı gibi geliyor bana. Evrensel bir oyun olduğu için de isim yok. Oyunlarınızda genel bir eleştiri havası hakim. Sistem ve toplumsal yapıya ilişkin eleştiriler, insan ilişkilerinden yola çıkarak yaptığınız sorgulamalar! Oyun yazmak ya da sanat uğraşı olarak baktığınız zaman, sanatçı varolduğu dünyaya karşı bir etki yaratmak, eleştiri
tiyatronun bütün gereklerini de yerine getirmiyorum. Çünkü o 1960'larda kaldı diye düşünüyorum. Ben yeni absürd tiyatroyu, ya da görmek istediğim yeni absürd tiyatroya göre yazıyorum. Bütün oyunlarım absürddür. Bir de soru sorarak ilerlemeyi sevdiğim bir yapım var. Karakterime, kendi karakteri ölçüsünde soru sordururum. Türkiye'de soru sorarak yaşandığını görmedim. Soru sormuyoruz. Devlete sormuyoruz, işyerimizdekilere sormuyoruz. Oyunda soru sorarak gitmek bana bir ilerleme sağlıyor.
pe
cy a
getirmek için, görmek istediğini anlatmak için yazar. Ya da bir uyarı mekanizmasını, deneylerini, gözlemlerini çalıştırır. Açıkçası ben son üç oyunumda bu yeni dünya üçlemesinde böyle bir yol izliyorum. Daha önceki oyunlarımda da eleştiri vardı hep. Ama bu boyutta değildi. Bu üç oyunun kendine has özelliği. Açıkçası şu an yaşadığım dünya beni rahatsız ediyor. Bu rahatsızlığa karşı tepki göstermeliyim. Bir oyun yazan buna tepkisiz kalamaz. Ama yalnızca kayıtsız kalmamak için yazmış değilim. Bu da duygularımdan bir tanesi. Kendi kuşağıma karşı da bir rahatsızlığım var. "Hiçbir Şey" de de bunu veriyorum. Bu oyunu yönetmemin de en büyük sebebi budur. Kendi kuşağımı eleştiren en sevdiğim oyunumdur. "Otopark Cinayetleri" ise 2. Dünya Savaşı' ndan sonra yaşanmış ya da yaşanacak olası bir sistem eleştirisidir. Belki de çok rahat deşarj olduğum bir alan oyun yazarlığı. Eleştirmek için oyun yazmıyorum ama bu mekanizma da çalışıyor her zaman. Bundan sonraki oyunlarımda da bu tutum sürecek. Ama, mesela ilk iki oyunum kendi içinde bir komedi. "Yağmurum Olsana" ve "Yanlış Adamlar". İnsan ilişkilerini eleştiren ya da bu ilişkilerden yola çıkarak dünyayı eleştiren absürd, basit oyunlardı. Bundan sonraki oyunlarım nasıl olur bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim doymadım. Ne kadar zaman sonra doyarım onu da bilmiyorum. Dünyaya baktığınız zaman hiç doyacakmışım gibi de görünmüyor. Özellikle bir dönem oyunu yazıyorsam zaten o döneme ilişkin detaylı araştırmalar yapıyorum. Yanıma bir felsefeci alırım. "Otopark"ta Nietzsche'yi aldım. O'nu kendi adıma kullandım. Sanırım onun da anlatmak istediği dertlere parmak bastım. "Bu dünya kudrete yönelik bir iradedir. Bunun dışında bir şey değildir..." diyor Nietzsche. Dünya maalesef kudrete yönelik bir irade. Kurulalı beri böyle. Ama kudret nereye kadar, bunu göstermeye çalıştım. Evet biraz ileri gittim. Umarım otuz yıl sonra ben ya da çocuklarım şu yarattığımız dünyayla uğraşmak zorunda kalmayız.
Absürd bir yazar mısınız? Ben kendimi öyle tanımlıyorum. Dramatik oyunlarda belli bir sıra vardır. Giriş, gelişme, sonuç vardır. Absürd oyunlarda bu yoktur. Belki sinemacılığımdan kaynaklanan tarafım olduğu için de olabilir; başı, sonu belli olan oyunları sevmiyorum. Tabii ki çok iyi dramatik oyunlar var. Ama böyle bir dramatik ağı çok benimseterek, altını çizerek hissettirmek istemiyorum seyirciye. Ben oyunu her an değişebilecek bir mekanizmaya, homojen bir yapıya büründürmek istiyorum. Seyirci, oyunun var ettiği dünyadan uzaklaşsın istiyorum. Bir durum vardır ve o durumun gerekleri ortaya çıkar. Kendimi absürd tanımlıyorum ama absürd
Oyunlarınızda mekanın oldukça belirleyici olduğunu görüyoruz. Metnin karakterine uygun alanlar yaratıyorsunuz. Bunlar nasıl ortaya çıkıyor? Evet mekan belirleyici. Zaten yazarken nerede geçtiği ortaya çıkıyor. "Hiçbir Şey"i yazarken bir ofiste geçeceğini başından beri biliyordum. "Otopark Cinayetleri" için, belki son dönemde otoparklarla ilgili çok anım oldu! Türkiye'de otoparklarda belli katlara giriyorsunuz başka bir seviye, kompartımanlaşma var. Orayı işletenden sorumlularına kadar çok farklı bir yapı gözlemliyorum orada. Soğuk bir atmosfer, ürkütücü. Oyunda da soğukluk var. Bir koşma-kovalamaca istiyordum. Tiyatro sahnesinde de bunu yapmanız çok zor. Otopark bu anlamda da elverişliydi. Katlar yükseldikçe de anlatmak istediğim dünyanın katları çıkıyordu, çatıya ulaştığınız zaman da bir sonuca ulaşıyordunuz. Evet hikayelerde belirleyici oluyorum ama bu çok normal. "Mutlu Beraberlik"te mekanı biraz yaymıştım. Birden çok mekan vardı ve değişen bir mekandı. Ama benim yazdığım her metin inanıyorum ki rejiye de, oyuncuya da çok olanaklar sağlayan bir metin. Atmosferin belirleyici olacağını da düşünüyorum. Bazı eleştirmenler, sinemacı yönümden gelen bir atmosfer tasarımımın güçlü olduğunu söylüyor. Doğrudur. Ben açıkcası bazen bir sinema gibi düşünüyorum. Dünyada tiyatro anlayışı çok değişti. Artık insanlar sinemasal öğeler de kullanıyorlar. Bu oyunda arkada yükselen bir resim benim daha çok hoşuma giderdi. Fakat böyle bir dekor yapılınca gerek duymadılar. Yaşıtınız oyun yazarları hakkında ne düşünüyorsunuz? Birbirimizin işlerini takip ediyor, zaman zaman bir araya geliyoruz. Turgay Nar, Cuma Boynukara, Özen Yula, Behiç Ak, Civan Canova, Berkun Oya, Metin Balay... Hepimizin türü birbirinden o kadar farklı ki. Metinlerimizi birbirimize verdiğimizde çok güzel eleştiriler alıyor, birbirimizi çok güzel tamamlıyoruz. Bu aralar Türkiye'de neden bu kadar çok oyun yazarı yok denildiği için rahatsız olduk. Baktık ki kırk tane yazar var. Bizim tespit ettiğimiz rakam bu. Hepsine ulaşmaya çalıştık. Düşünüyoruz ki, bu kadar az özel ve
ödenekli tiyatro olan bir ülkede bu sayı çok yerinde. Yazar yok diyorlar ama ne yazık ki uygulayıcılar ve yönetmenler kendileri bir metin yaratmayı daha uygun buluyorlar. Yeni yazar yetiştirmek tiyatro sahiplerinin ve yönetmenlerinin görevidir. Özellikle ödenekli tiyatrolar bir sahnelerini bu yazarların oyunları için deneme sahnesi olarak kullanıp onları teşvik edebilirler. Türkiye'de bir oyun yazarı yalnız oyun yazarak para kazanamaz. Ya da bir oyuncu yalnız oynayarak, bir yönetmen yöneterek. Mutlaka ek bir işiniz olmalı. Bu yüzden oyun yazarlığını -en azından- çekici gösterebilirler.
pe
cy
a
Özellikle ödenekli tiyatrolarda, dönüp dolaşıp aynı oyunların sahneye getirildiği bir tiyatro ortamında, genç yazarların başarısı, yeni yeni oyun yazmaya başlayanları
da yüreklendiriyor. Onlara söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? Hiç yılmadan yazmalılar. "Ben oyun yazarı olacağım" diye ortaya çıkmak yanlış. Mutlaka yazmalılar. 5-6 yıl önce yazdıklarıma bakıyorum, bugün çok daha farklı bir yerdeyim. İnsan mutlaka kendini geliştiriyor. Gözlemleri, okuma dağarcığı, yaşam tecrübesi artıyor. Tek kural hiç yılmadan yazmak. "Zaman yok" demesinler, zaman yaratsınlar. Benim de yok ama yaratabiliyorum. Varsın oynanmasın yenisini yazsınlar. İyi olan her şey mutlaka karşılığını bulacaktır. İlk oyunum oynandığında beşinci oyunumu yazmıştım. Şimdi Yeni Dünya oyunlarımın üçüncü ayağı bitmek üzere. Her kim yapmayı göze almazsa ben ileride kendi tiyatromu kurup sahneleyebilirim©
Baştan çıkarma rondu
pe
cy
a
Döne Döne
> Robert Schild robertschild@tiyatrodergisi.com.tr
"Döne Döne " Özgün başlığındaki aliterasyonları ("Der reizende Reigen nach dem Reigen des reizenden Herrn Arthur Schnitzler") veya ironi kokan Türkçe başlığı ile "Baştan Çıkarıcı Bay Arthur Schnitzler 'in 'Rond'u Üzerine Baştan Çıkarma Rondu" Kuruluşundan bu yana sahnelediği tüm oyunlarda değişik ve kimi çarpıcı iletiler sunmayı ilke edinmiş Tiyatro Oyunevi, bu kez de dört-dörtlük bir yapım ile karşımızda: Geçtiğimiz yüzyıl başlarının saygın Avusturya/Yahudi "intelligencia" temsilcisi Arthur Schnitzler'in "Reigen" (Çember) oyununun parodisiyle, aynı yüzyılın sonu Avusturya yazınının "enfant terrible"i Werner Schwab'ın "Döne Döne" olarak andlandırdıkları oyunu, İstanbul Tiyatro Festivali'ndeki ilk gösteriminden sonra, bu sezonda da bir müddet boyunca izlenebilecek... Schnitzler'in 1900 yılında yazdığı oyun, döneminin Avusturyasında geçen, çeşitli halk kesimleri arasındaki
bir cinsel tutku ve (belki de?) aşk döngüsüdür: On ayrı sahnede tasarlanmış olan "Reigen", bir fahişenin bir asker ile tanışıp cinsel ilişkiye girmesiyle başlar; ardından asker bir hizmetçi ile birlikte olur; üçüncü sahnede hizmetçi, genç bir öğrenci ile; diğerinde öğrenci evli bir kadın ile ... ve onuncu sahne, ilkinin başladığı fahişe ile sona erer- "çember" kapanmıştır! Döneminde yasaklamaya kadar gitmiş açık/eleştirel sahne/iletiler taşıyan oyunun vurguladığı olgular, 2 x 5 başkişinin, gerek ailesel, gerekse toplumsal açıdan alışılagelmiş törelere aldırış etmemeleri, salt cinsel tutkularının dürtüleriyle tüm erdemlerinden kolayca vazgeçebilmeleri ve aile/toplum kurallarının yasakladığı "tabu"ları hiçe saymalarıydı... Aşk, cinselliğin çok gerilerinde kalıyor - ve cinsel doyuma ulaşabilmek uğruna yalanlar söyleniyor, düzmecelere girişiliyor ve herkes, yüzüne ayrı bir maske takabiliyor kolaylıkla.
Bu son olgunun görselleştirilmesi, erkek cinsel organlarının birer vida gibi yerlerinden çıkarılarak, kadınların cinsel organlarına gene aynı biçimde yerleştirilmeleri biçiminde olup, kanımca dahiane bir sahne uygulamasıdır! İşte bu yoldan, cinsel birleşmenin "mekanik"leşmesi gösterilip, dahası, buradaki devinimin bir motor pistonu hareketiyle aynı düzleme indirgenişi simgeleniyor... Schwab'm 2 x 5 başkişisine yönetmen Mahir Günşiray'ın yaşattığı 1 0 x 2 orgazm ise, olağanüstü ironik birer seyirliktir... Göze batan diğer çeşitli ironiler, oyundaki 2 x 5 kişinin hemen tümünün, davranış ve devinimleri ile yabancılaştırma etmeninin en doruk noktalarını zorlamaları ve kullandıkları dil ile bu abartıların altını çizmeleridir. Sadece bir örnek vermek gerekirse, oyunun hemen başında fahişenin, karşılaştığı erkeğe "Hey, fiyakalı yarış arabası, bu günün akşamı kendi şahsımda yalnız kaportanla yapmak istemez misin bir şeyler? " biçiminde yönelmesini gösterebiliriz 1994'de 36 yaşında yitirdiğimiz yazarın, "Schwabca" olarak bilinen dil denemelerinden bir inci olarak... Günşiray'ın yorumuna ayrı bir özellik getiren, izleyiciler salona girerken sahne gerisinde dizilmiş oyuncuların soldan sağa doğru rol almaları ve bireysel gösterileri tamamlandığında, gene sıranın en sağına geçmeleridir - diğer bir deyişle, "Aşk Rondu "nun "konveyöründe" yeniden yerlerini almaları... Oyunda rol alan yedi sanatçıdan üçü (Günşiray, Hakan Milli, Nalan Kuruçim), dörder kez sahneye çıkıyor, diğerleri ise (Ayça Damgacı, Sinan Çalışkanoğlu, Aynur Tokluoğlu ve Banu Fotocan) ikişer kez rol almakta - benim kesin favorim ise, nefis Berber Kız / Kiracı canlandırmasıyla, Günşiray'ın tüm yapımlarının "kilometre taşı" Ayça Damgacı'dır.
cy
a
Geçtiğimiz tiyatro sezonunda Kenter Tiyatrosu, çağdaş İngiliz yazar David Hare'in "Blue Room" olarak adlandırdığı "Reigen" uyarlamasını, "Aşk Çemberi" adı altında sahnelemişti. Hare, oyunun ana iletilerine dokunmaksızın, olayları çağdaşlaştırmaya çalışıyor ve askeri taksi şöförü, hizmetçiyi au-pair kızı, evli kadının eşini politikacı, ve "tatlı kız"\ manken yapıyor - ancak, o kadar! Bu bağlamda, "Aşk Çemberi"ni dergimizde eleştirirken, "... sizce Arthur Schnitzler'in iletileri artık biraz çağdışı kalmamış mıdır? " diye sormuş ve bu pek de hafif kalan uyarlamanın bize vermeye çalıştıklarını, "... bugünün düzmece dolu dünyası için biraz geç kalmışa benzer" olarak tanımlamıştım.
görülen birleşmenin ise bir çeşit "mekanik gereksinim"'den başka bir şey olmadığı, bütün çıplaklığı ile ortaya dökülüyor!
pe
Schwab'm, başlığı bile ironi dolu olan "Baştan Çıkarıcı Bay Arthur Schnitzler'in 'Rond'u Üzerine Baştan Çıkarma Rondu" uyarlaması ise (bir değil,) birkaç adım ileriye gitmekte... Kısaca toparlayacak olursak, a) Schnitzler'deki kişilerin toplum içindeki rolleri sabit ve tartışılmaz konumdayken, Schwab 'da toplumsal ilişkilerinden tamamen sıyrılmışlardır. Keza, b) Schnitzler'de kullandıkları dil, bulundukları toplum kesimine özgüdür; Schwab'da ise artık "anonim" bir ortam oluşturmuş medya ve reklam dili veya bir çeşit "küreselleşmiş argo " kullanılıyor. En önemlisi ise, c) Schnitzler'de (o güne dek, sahnede bir öpücük ile simgelenen) aşk sorgulanır ve - oyunu yasaklamaya getirmiş - şehvet sergilenirken, Schwab'da bizzat cinsel ilişki sorgulanıyor; çoğu kez "olağan bir sonuç" olarak
Gerek konusu, gerekse yorumu açısından, oldukça "cılız" biçimde gelişen 2004/2005 tiyatro sezonunun en iyileri arasında gördüğüm "Döne Döne"yi muhakkak izlemelisiniz!©
AST için bir şarkı ve
pe cy
a
Benim Meskenim Dağlardır
> Erbil Göktaş erbilgoktas@tiyatrodergisi.com.tr
Ankara Sanat Tiyatrosu'nun (AST) bir seyirci olarak benim yaşamımda çok önemli bir yeri vardır. 1980'lerin ilk yarısında seyirci olarak bağlandım ve o zamandan bu yana yakalayabildiğim bütün oyunlarına gitmeye çalıştım. Onların her zaman sadık bir seyircisi oldum; AST da beni hiçbir zaman aldatmadı. En umutsuz zamanlarımda direncimi tazeledi. Her zaman coşkuyla, heyecanla izledim onları. Birincisi anlaşılabilir, kavranabilirdiler. Dünyayı sanatsal estetik bağlamında anlamamıza büyük katkıları oldu. İkincisi, atmosfer yaratmada ve bu atmosferin içinde kişileri konumlandırmada başarılıydılar. Bazen oyunculukta özellikle yeni yetişen gençlerin ustalarının yanlarında toyluklarına tanık olsak da, zamanla piştiklerini gördük. Kolay mı, 42 yıl!... AST da, artık bir kurumdur ve bu kurumun sürdürülmesi gerekir. Zaman zaman sitemde bulunmamız, onu bir kurum olarak kabul etmemizden ve ona olan
burçlarındaki görünümü ve "Güzel Günler Göreceğiz" yazısı... Arayıcı'nın "Rumuz Goncagül'ünde umutlarla birlikte ışıkların da bir sigaranın değmesiyle patlayan balonlar gibi sönmesi; Yaşar Kemal'in "Yer Demir Gök Bakır"da Taşbaş'ın taşlaşması ve naylonlaşması; bir tek Dorfman'ın "Kayıplar"ınm finalini anımsamıyorum çünkü Şubat ayında, zorlu bir Erzurum dönüşünde iki yaşındaki kızım Deniz'le girmemize izin verilmemişti. Gişedeki devrimci bıyıklı görevliyle yarım saat tartıştıktan sonra, loca satın almak koşuluyla Uğur Mumcu'nun locasından hem Deniz'i uyutup hem de oyunu izlemeye çalışmıştım. Gişedeki görevlinin korktuğu gibi, patlayan bir sürü silahtan Deniz korkmamış, aksine uykuya dalmıştı. Bir de, Fast'in yazdığı "Sacco İle Vanzetti"nin İzmir turnesinde, eşim de, ben de öğrenci olduğumuzdan ve parasız dönemimize denk geldiğinden oyuna girebilmenin yollarını aramış, gişedeki organizasyon sorumlusu Ali Rıza Özbilgiç'i ikna edemediğimiz için cebimizdeki son yol paralarını vermiş, üstelik paramız ancak tek bilete yettiğinden onun homurdanmaları eşliğinde bir de oyuna geç girmiştik. Tabii 35 km. ötedeki evimize de nasıl gittiğimizi anımsamıyorum. Mevsim yaz olduğundan otostopla ve yürüyerek gitmiş olmalıyız. Bu benim için bir travma değil yaşama biçimiydi. Sevdiğim ve inandığım şeyler için hem gecelerimi hem de gündüzlerimi karşılık bile beklemeden az mı harcamıştım? Ben AST'ı da bu misyonda görüyorum. Bu bağlamda ondan da çok şey öğrenmişimdir. Karanlığa karşı ıslık çalmaktan, Dr. Stockman'ın camlarını takan işçilerden biri olmaya kadar... Umarım şahlara "şah" çekeceğimiz günler de gelir!..
pe
cy a
gereksinmemizden kaynaklanmaktadır. Çünkü AST'a her zamankinden daha çok gereksinmemiz var. (Onun temel direklerinin İstanbul'da ve televizyonda -ya da sinemada- olmalarını da pek yadırgamıyorum. Kaldı ki, oralarda da ortalamanın altına düştüklerini ben görmedim.) Üçüncüsü, AST'ın bendeki en önemli etkisi, özellikle Rutkay Aziz'in yaptığı rejilerin finalleridir. Büyük, vurucu ve çarpıcı bir imge oyunun sonunda gelir, sizi de vurur ve çarpılmış bir biçimde koltuğunuza çakılır kalırsınız. Ama bu aynı zamanda umudun da simgesidir. Her şeyin bittiği noktada umut birden belirir ve yaşamanın büyük bir eylem olduğunu yalnızca beyninizde değil, yüreğinizde duyumsarsınız. Kan dolaşımınız büyük bir coşkuyla akmaya başlar. İbsen'in "Bir Halk Düşmanı"nda her şeyin tükendiği noktada işçilerin gelip Dr. Stockman'ın kırılan camlarını takmaları; Erenus'un "Güneyli Bayan"ında Helman'ın ıslık çalmayı öğrenip karanlığa meydan okuması; Öngören'in "Zengin Mutfağı"nda çalışanlarla sermaye arasındaki satranç oyunu, safların belirlenmesi ve sermayeye "şah" denilmesi; Erem'in "Bir Ceza Avukatı Anıları"nda düzenin tüm kurumlarının ameliyat masasına yatırılması, herkesin simge giysilerini ve araçlarını ameliyat masasına bırakması; Gorki'nin "Yaz Misafirleri"nde hizmetçilerin yemek masasında efendilerden geriye kalanları, tarihin çöplüğü ile örtüştürülen ateşe atmaları; Mitchelle'in "Pazar Keyfi"nde küçük çocukları öldürülen karı-kocaya devrimcilerin el uzatması; Dorman'ın "Kardeş Sofrası"nda yenilenlere uzatılan bir kırmızı gül; Mumcu'nun "Sakıncalı Piyadesi"nde, öldürüldükten sonra bütün gün yağan yağmurun altında tıpkı cenazesindeki gibi yağmurun altında yürüyen on binlerce insanı simgeleyen "şemsiyeliler sahnesi"; Nazım'ın "Memleketimden İnsan Manzaraları"nda Kadın'ın çocuğuyla birlikte "büyük insanlık"ı da doğururken, Nazım'ın beyaz çizgilerle Rumelihisarı'nın
Benim Meskenim Dağlardır Ali Berktay'ın yazıp Rutkay Aziz'in yönettiği "Benim Meskenim Dağlardır", siyasal bir cinayete kurban
Sabahattin Ali gibi, hem toplumsal hem de kişisel pek çok acılar yaşayan bir insanın ilişkisinin oyundaki gibi, "canım, gülüm" biçiminde verilmesi beni en çok rahatsız eden nokta oldu. Yoksa, oyunu bu biçimiyle de kabullenip aradaki boşlukları herhalde kendim doldurup rahatlıkla izledim. (Bu bağlamda Rutkay Aziz'in rejisini başarılı bulduğumu belirtmeliyim.) Berktay, bir de sonunda Ali'nin kızı Filiz Ali'yi kullanınca, oyunun malzemesinin yığıldığı izlenimini edindim. Aziz, oyunun çerçevesini kurmak için başına da bir Filiz Ali sahnesi eklemiş; bu sahne oyunun Mitos-Boyut Yayınları'nca 2003'de basılan kitabında yok. Ama final, yine çarpıcı ve etkileyiciydi, zaten ben AST'ın oyunlarını salt finalleri için bile gidip izlerim. Kaldı ki, yukarıda belirttiğim tercih Berktay'ın ve oyun, S. Ali'yle ilgili bir arka planınız varsa akıp gidiyor. Ben de, Berktay'ın tercihine saygı duyup oyunu öyle değerlendirmeye çalışıyorum. Çünkü, bu durumuyla bile "siyasal cinayet" gibi çok önemli bir konuyu, "toplumcu-gerçekçi öykünün öncüsü", romancı, ozan, düşün adamı, gazeteci ve dergici olan çok önemli bir insanı sahneye taşıma cesaretini gösteriyor. Zaten kendisi de, oyunu için, "serbest oyunlaştırma" deyimini kullanmış.
cy
a
giden aydınlarımızdan Sabahattin Ali'nin yaşamının ana hatlarına ve yapıtlarının bazılarına yarı belgesel bir tarzda bakan bir oyun. İki bölümlük ve yaklaşık iki saatlik bir oyunda yazar ancak bu kadarını verebildiğinden, oyunun broşüründe, oyunda ele alınan konu başlıklarını derinleştirmesi için, izleyiciye bir ''Sabahattin Ali Kaynakçası" da verilmiş.
pe
Berktay, yukarıda belirttiğim biçimde, hem Sabahattin Ali, hem yapıtları bağlamında tamamen belgesel bir oyun yazsaydı, bence daha toparlayıcı, günümüz izleyicisi ve Sabahattin Ali'yi tanımayanlar için daha anlaşılır ve daha çarpıcı bir oyun ortaya çıkarabilirdi. Ancak Berktay, oyunda kurmacaya daha büyük bir yer ayırmış. Ömer ve Cengiz adındaki iki gazetecinin Sabahattin Ali'nin öldürülmesini araştırırlarken karşılaştıkları olayları ve Ömer'in S. Ali'yle özdeşleşmesini işleyip temel kurguyu bu yönde gerçekleştirince S. Ali'nin yaşamındaki pek çok olay klişe kalmış. Bu bağlamda düşündüğümde benim eksikliğini duyumsadığım şeyler şunlardır: Öncelikle yazar, cinayeti araştıran gazeteciler kurgusu yerine, Sabahattin Ali'nin yaşamına ve psikolojisine biraz daha girmeye çalışsaydı, onun kaçışının ve cinayete kurban gitmesinin ardındaki nedenleri daha iyi açımlayabilirdi. Çünkü Sabahattin Ali, kendine özgü bir kişiliktir ve yalnız bir insandır. Nazım'ın dediği gibi, yazarlığında toplumcu-gerçekçi olmasının yanında, savaşımında "bireysel" davrandığı için, "faşist bir provokasyona kolayca gelmiştir." İkincisi, karısıyla olan ilişkisi... Belleğim beni yanıltmıyorsa, karısı Aliye 'nin sinir hastalığına benzer bir hastalığı vardır. Aliye'nin sürekli huzursuzluğu Sabahattin Ali'de de büyük bir "acı" oluşturmuş, kimi zaman bu durumdan yakınmıştır. Oysa oyunda, sorunsuz, çatışmasız, masallardaki gibi bir ilişki var.
AST, yine misyonuna uygun bir biçimde bu "zor" oyunu sahnelemiş ve turneye de çıkarıyor. Ben de oyunu turne gösterimlerinden birinde izledim. Birincisi, oyunun turnede kendi sahnesinde tasarlandığı kadar iyi olamayacağını biliyorum. Bir oyun, en iyi durumda bile değerinden bir şeyler kaybeder. Dekor sahneye uymayabilir, ışıklar sorun yaratır, oyuncular bir gün önceden gelseler bile yorgun olur... Sorunlar çoğaltılabilir. Buna karşın, ben, Rutkay Aziz'in sahnelemesini, Cahit Berkay'ın müziğini, Şeyda Demiröz Şinik'in kostüm, dekor ve masklarını
bir elektriklenme yarattı. Bu şarkı, yalnızca S. Ali'yi Sinop Cezaevi'nde yaşadıklarından dolayı teselli eden bir şarkı değil, koca bir halkı da teselli eden, ne olursa olsun başını dik tutmasını öğütleyen ölümsüz bir ezgidir bana göre. Ben oyunu kimi zaman hüzünle kimi zaman da coşkuyla izledim. Herkese öneriyorum. Yalnız izlemeden önce Sabahattin Ali üzerine yazılmış onlarca kitaptan en az birine ve onun kendi öykülerine, romanlarına, şiirlerine, hatta tek tiyatro oyununa bakmak, alınan tadı daha da artıracaktır.
pe
cy a
beğendim. Aziz'in hemen bütün rejilerinde gördüğümüz, yalın, işlevsel bakış açısı bu oyunu da başarıya götüren en önemli etken. Birincisi sahne arası geçişleri çok iyi. Bunda Berkay'ın gerilim ağırlıklı müziklerinin etkisi kadar, Murat Atmış'ın da ışığının payı olduğunu düşünüyorum. Ancak turne dedim ya, ışık cihazları, kablolar, bavullar sahne önünden başka yere konulamaz mıydı? Kocaeli Sabancı Kültür Sitesi'nden söz ediyorum. Burası bütün turne topluluklarının geldiği yer, yöneticiler şu teknik sorunları çözmeli artık!.. Osman Kaya'nın efektlerinde bir sorun yok. Yönetmen yardımcılığını ise Füsun Oruç Akay yapmış. Rutkay Aziz'in oynadığı Sabahattin Ali'nin yaşamını bire bir aktaran sahneler etkileyici. Taşrada Bir Akşam'daki ve Firar'daki yalnızlığı, Konya Küllükbaşı'ndaki Çamaşırcı Kadın'la at başı giden acısını çok inandırıcı oynuyor. Aziz kendi tarzı içerisinde iyi bir Sabahattin Ali portresi çıkarıyor. Erol Demiröz de iyi. Özellikle meyhane sahnesinde rolünü çok iyi çözümlemiş ve iyi oynuyor. Hakan Salınmış da bir çok rolün hakkını çok iyi veriyor. Özellikle firar sahnesinde çok başarılı. Bu sahne bir tek taşla ve ışıkla oynanıyor ama çok iyi tasarlanmış ve etkileyici. Nesimi Kaygusuz da buradaki mahkum rolünde iyi. Muhbir'de de iyiydi ancak Ömer gibi, oyunu götüren ve olanaklı bir rolde bazen aksamalar yaşıyor. Özellikle "Sayıklama-Kabus" sahnesini bir kez daha düşünmesini, öyle bir durumda nasıl tepki vereceğinin ve nasıl doğal olabileceğinin çıkarsamalarını yapıp biraz daha çalışmasını öneririm. Ayrıca Ömer, Sabahattin Ali'yle de özdeşleşen, onun izini sürerken ne olduğu da belli olmayan bir oyun kişisi. Bu açıdan da düşünüp ayrıntı çalışırsa bu dönemin anılacak oyuncular listesinde de yeri olabilir. Elbette Kaygusuz'un yanı sıra diğer genç oyuncular da ustalarının yanında göreceli bir toyluk içindeler; ancak dediğim biçimde pişebilirler. Ebru Saçar'ı Yeni Dünya ve Sayıklama'da iyi buldum, Çamaşırcı Kadın'da ise çok beğendim. Zaten bu sahne de çok etkileyici ve Saçar, Kadın'ın trajedisini çok iyi yansıtıyor. Bu sahnede bir sürgün olarak Sabahattin Ali'nin acısı da bana çok iyi geçti. Dediğim gibi Rutkay Aziz, çok yalın malzemelerle çok iyi ortamlar yaratmada iyice ustalaşmış bir ad. Yine Kadın'ın avcunu açtığında kumların dökülmesi, çocuğunun toprak olması imgesi çok etkileyici. At arabasında getirilen gelin-güvey de çok iyi düşünülmüş ve oyunun bütünlüğü içerisinde çok iyi duran bir sahne. Nihat'da Cengiz Sezgin de göz dolduran bir oyunculuk sergiledi. Diğer rollerde Hayrullah Karagöz, Hasan Ballıktaş, Aylin Saraç, Eray Cezayirlioğlu, Ayşegül Ünlü bütünün uyumuna katkıda bulunan oyunculuk sergilediler. Bir bütün olarak oyunda karamsarlık gözüküyor. Sanki hiç umut yok gibi... Rutkay Aziz, iki final kullanmış. Bunların ilki dağ silueti önünde Kuyucaklı Yusuf romanındaki Yusuf'un Muazzez'in ölüsünü kucaklaması ve dağlara doğru yürümesi... İkincisi ise Sabahattin Ali'nin gerçekte olduğu gibi mezarının yerinin bilinmemesi... Bu yüzden Filiz Ali, babasının paltosunu ve şapkasını getirip sahnenin ortasına bırakır. Ve S. Ali'nin sözlerinden "Benim Meskenim Dağlardır" şarkısı söylenirken oyun sona erer. Birinci perdenin sonunda, Firar Sahnesi'nden sonra "Aldırma Gönül" şarkısı da nostaljik bir hava estirdi ve salonda belirgin
Bu şehir kimden beslenir?
pe
cy a
Çin Kahvesi
> Ragıp Ertuğrul ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
Can Doğan'ın Türkçe'ye kazandırdığı ve aynı zamanda yönettiği Ira Lewis'in "Çin Kahvesi" isimli oyunu sezonun ortalarına geldiğimiz şu günlerde tiyatroseverlerin yüzünü güldürecek bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. İki sanatçının bir saati biraz aşkın bir zaman dilimi içine sığdırdıkları konuşmalarına tanık olduğumuz Çin Kahvesi'nde, sanatçının yaşama, hayatını devam ettirme ve daha önemlisi toplum içinde varolma mücadelesini izliyoruz. Çok para kazanan bir yazar olma idealiyle kırkına merdiven dayamış Martin (Can Başak) yazarlığını sürdürme uğruna küçük işlerde çalışan, parasızlık yüzünden ilişkilerini de sürdüremeyen, Amerikan söylemiyle bir kaybedendir. Kaybetmek?.. Yeterince para kazanamamak, geleceği garanti altına alamamak, aşklarını sürdürememek, toplum içinde özenilen kişi, ideal evlat, ideal eş, ideal anne veya baba, ideal çalışan olamamak. Martin, bahsettiğim nedenlerden dolayı bir kaybeden olarak, acı çekmesinin yanında gururunu da elden bırakmamakta ve tek başına benliğini, konumunu bulma savaşı vermektedir. Jake
sonucudur çınlama. Duyarlılığın üst derecelere çıkması, kayıtsızlığa verilen mücadele, farkında olmanın dayanılmaz ağırlığı... Dostlar mı acımasızdır yoksa gerçekler mi? İnsanın doğasında vardır bir karşıt düşünce doğurduğunda dostlara da gerçeklere de sırtını dönmek. Aslında dostların varolma nedenini oluşturan bu durum koskoca bir ironi yaratır hayatta. Kendi hayatına yön veremeyişler engel değildir en yakınındaki, karşısında dursan da yanındaki insanı eleştirmeye. Eleştiri güzeldir. Eleştirel bakış mutlak gereklidir. Eleştireni yersiz eleştirmek, salt eleştirinin sivri oklarından sakınmak için pervasızlığı kalkan yapmak ahlaklı ve dürüst bir davranış olmasa gerek. Çin Kahvesi eleştiren ve eleştirilen rollerinin birbirine geçişli olarak izlenmesini sağlıyor. Yönetmenin, oyunu çevirme aşamasında kafasında oyuncularıyla birlikte canlandırdığını düşünüyorum. Can Başak ve Aziz Sarvan'ın kişilikleri ile oyun kişilerinin karakterleri arasında karşılıklı bir beslenme gerçekleşmiş. Bu beslenme de etiyle kanıyla, gözyaşıyla ve kalp kırıklıklarıyla bir Martin ve bir Jake'i canlı kılıyor bizim iki metre uzağımızda yirmi metrekarelik bir sahnede. Cengiz Cengizev oyunun dekorunu, Profilo Kültür Merkezi'ndeki oda tiyatrosunun ölçülerine uygun ve mizansenleri aksatmayacak şekilde tasarlamış. Seyirci, salona girdiği andan itibaren kendini Jake'in evinin içinde, sıcak bir ortamda buluyor. Martin'in gelmesiyle de üçüncü göz olarak daha geriye çekiliyor.
pe
cy
a
(Aziz Sarvan) ise fotoğraf sanatçısıdır ve özellikle tiyatro sanatçılarını görüntülemektedir. Oyun, Martin'in Jake'e verdiği borcu istemek üzere geldiği bir akşamda ikili arasında geçen konuşmalar üzerine gelişiyor. Çin Kahvesi, Martin'in kimi zaman uğradığı Çin Mahallesi'ndeki kahvehaneyi ifade etmektedir. Martin, orada bir kahve parasına kariyerden, deneyimden, edinimlerden uzak bir eşitlik satın almış olduğunu varsaymaktadır. Kahvesini yudumlarken çevresinde gözlemlediği ve iletişime geçtiği insanlar, toplumdaki rollerinden soyutlanmış, salt insan olarak bulunurlar kahvehanede. Çin kahvesi, zengin-yoksul tüm müşterilerine aynı mesafede durmasıyla bireyler arasındaki ikiyüzlülüğe hizmet etmemiş olmaktadır bir bakıma. Martin'in dostu olarak gördüğü Jake'i oraya götürmek istemesi de bundandır; dostluğun sınanması, sıfatların ortadan kalkması, samimiyetin geri kazanılması için. Jake'in maddiyata dayalı olmaya başlayan dünyasına bir karşı duruş, bir direniş olarak Çin Kahvesi'ne gitmek belki de. Jake'in "...İçinden gelenler para etmiyorsa yazmayacaksın." demesi zaten bakış açısını da dolaysız olarak yansıtır. Evhamlı ve hastalık hastası bir ruh haline bürünen Martin'in karşısında soğukkanlı ve vurdumduymaz tavrıyla duran Jake tam bir tezatlık oluşturur. Martin'in bu tavrını yüzüne vurması ve bir tokat gibi çarpması Jake'i neden sarsmıştır? Bunu sözlerden önce yazdıklarıyla belli etmiş olması mıdır durumu daha güçleştiren? Martin'in yeni kitabını kendilerinden esinlenerek yazması, gerçekleri kurgulayarak bir eser yaratmış olması, Jake'in kabul etmeyeceği bir olaydır. Martin'in romanını okuması ve yorum yapması için vermesi, Jake'in arkadaşına karşı yargılarının değişmesine neden olmuştur. O'na göre bu roman çalınan hayatlardan doğmuştur. Martin'e göre ise gerçeğin sahibi olmaz. İzleyici bu iki görüş arasında oyun boyunca gidip gelecektir. Taraf olmak diğerini yok mu saymaktır? Yoksa her iki görüşün de kabul edilebilirliği var mıdır? Martin tarafından tanımsız, cansız ve biçimsiz olarak nitelenen şehir kimden beslenir? Hangi ilişkiler, yüzler, ikiyüzlülükler, kişilikler, kişiliksizlikler, roller ve modeller toplumu oluşturacaktır? Çin Kahvesi ile tını uyumunu sağlamasından mıdır yoksa kimi zaman ortaya çıkan toplumsal problemlerin ağırlığının hissedilmesi ve yükünün altında kalınmasından mıdır bilmem Martin'in kafasının ve kimi zaman da kafalarımızın "çm"laması. Bu çınlamadır insanı sorgulamaya iten ya da bu sorgulamanın tartışmasız
Lime lime edilmiş hayatlar göreceksiniz bu oyunda, her tarafı sökülmüş iki insan. Sizi biraz zorlayacak. Alışkın olduğumuz, kanıksadığımız, artık tiksinmeye başladığımız, kimilerimize gözetlemeyi kazanılmış hak olarak belleten, üzerinde söz sahibi olduğumuz hayatlardan epeyce farklı bir hayat yaşıyor Ira Lewis'in karakterleri. Aşklarına yön veremez, altınlarını ellerinden alamaz, hakaret edemez, mesaj yollayamaz haldeyiz. Zaten yazımın başında da bahsettiğim gibi Amerika'nın da gurur duymayacağı tipler bunlar; her ne kadar Türkiye biçimsiz ağızlardan kaybedenleriyle, yitmişleriyle gurur duymaya devam etse de! Önemli olan nasıl algılandığımız, nasıl algıladığımız değil mi nasılsa?©
Ferdi Merter:
cy
a
BenYaptımoldu
pe
> Ragıp Ertuğrul - Duygu Atay - Ferdi Merter
Er Meydanı, bu ay Çığır Sahne 'de kuruldu. Ankara Devlet Tiyatrosu 'nun deneyimli oyuncu ve yönetmenlerinden Ferdi Merter, arkadaşlarımız Duygu Atay ve Ragıp Ertuğrul'la "Kuğular Şarkı Söylemez" oyununun dekorunda biraraya geldi. Sayın Merter'in deyimiyle hepimiz birer kuğuyuz. Biz de şarkı söylemedik, ama oyunun anlattıkları, anlatamadıkları ve yansımaları üzerine söyleştik. Ragıp Ertuğrul: Oyununuz özünde AIDS olgusuna, çağın hastalığına dikkat çekiyor. Bunun eşcinsellikle bağlantılı olmadığı ve hayatın herhangi bir anında herhangi bir kişinin başına gelebileceği ana mesajı üst görünümde gibi geliyor bana. Ferdi Merter: Alt görünümde, insanların dışladıkları kişilere, olaylara bakış açılarını çok daha dikkatli seçmeleri, çok daha irdelemeleri gerektiği vurgulanıyor. AIDS bir sembol, homoseksüel bir sembol. Dışlanana daha iyi yaklaşalım, daha iyi anlayalım.
R.E.: Peki şimdi bu mesaj bağlantısında, Sel'in başından çok kötü bir olay geçmiş cinsel taciz, ensest...
Kendimize yapılmış bir yanlışı mümkün olduğu kadar beynimizden atma isteğimiz yok mudur?
F.M.: Ensest, dayı dediği bir kişi. Gerçekte dayı değil. Annesinin erkek arkadaşlarından birisi de olabilir.
D. A.: Oyundaki sevişme sahnesi çok abartıldı. Gazetelerde çıkan resimler falan.
R.E.: Bu kötü deneyim sanki mesajın netliğini bozuyor gibi. Bunun da başından bir eşcinsel deneyim geçmiş sonuçta. Hetoreseksüel değil. Ama böyle bir şey yaşamış.
F.M.: Bu oyun geçmişte Devlet Tiyatrosu'nda da aynı şekilde oynandı, Bakırköy Belediye Tiyatrolar'ında da aynı şekilde oynandı. Bugünkü medya orada "Tarkan'ın baldızı" diye lanse edilen Berna Hanım'ın oynaması bu boyuta getirdi.
F.M: Deneyim değil. Tazyik daha doğru olur. Deneyim kişinin kendi isteği sonucu yaşanır. Yaşı itibariyle, annesinin dayı diye tanıştırdığı biri olduğu için karşı koyamıyor. Duygu Atay: Bununla bağlantılı bir şey sormak istiyorum. Ensest değil tecavüz dedik. Bana göre bu başlı başına bir oyun konusu. Burada AIDS ana konu değil de yan konuymuş gibi kalıyor. İlişkinin üzerinden 12 yıl geçmiş. Çocuk normal yaşantısını sürdürmüş, pek yara almamış gibi görünüyor. F.M.: Pek etkisi yokmuş gibi değil. Bazı cümleler var. Okulda ne zaman ne olacağını merak etti, toplu halde duşa girerken tedirgindi. Yani bütün yaşamı, her an kendisine o anı duyan, bilen biri kendisine bir şey yapacakmış gibi bir tedirginlik içerisinde yaşıyor. D. A.: O zaman izleyiciye geçmedi. Ben görmedim.
F. M.: Hayır biz vermedik. Kendileri çekti. R. E.: (Fotoğrafı göstererek) Basın dosyasındaki fotoğraf bu. F. M.: Tamam oyunun afiş fotoğrafı. Bakın burada üç tane çıplak var. Nedir çıplaklık? Üç tane doğdukları an kadar saf. Biri dişi, biri erkek, biri homoseksüel. Biz bu fotoğrafı gördüğümüz an, fotoğrafa bakış açımızla yargılıyoruz. Bunların derinliklerine girmeden. Bu üçlünün derdi nedir, olayı nedir? Ben bu oyunu yazarken bir tek cümleden yola çıktım. Bir homoseksüel, "Bana iş vermiyorlar, beni iğneyle öldürün." diye bağırıyordu. Kimse neden bağırdığını anlamaya yanaşmadı. Fotoğrafta, üç tane toplumun giydirdiği kişi gerçekler irdelenmeden buraya bakılarak yargılanıyor. D. A.: Basın bunu zaten abartacaktı. Bu belliydi. F. M.: Bugünkü noktaya getirilen basın maalesef abartıyor. Aynı oyun, aynı fotoğraflarla Devlet Tiyatrosu'nda, Bakırköy'de oynandı. Buradaki prömiyerde Berna'yı çekmek için neredeyse sahneye çıkacaklardı. Çıldırdım ve fotoğrafçıları dışarı çıkardım.
a
F. M.: Bunun cümleleri var. Ama benim genel yazım olayımda sergilemek vardır, empoze etmek değil. Bunu sergiliyor. Alan alacak, almayan alamayacak olarak bakarım. Dediğimiz gibi tecavüz ana konuysa, homoseksüellik neden olmasın? Yaşamın içerisinde bunlar parça parça yok mu?
R.E.: Peki ama sizin basına verdiğiniz fotoğraflar oyundan bir sahne değil, çıplak fotoğraflar.
cy
R.E.: Konuda, bana da çok yara almış gibi gelmedi. AIDS olduğunu öğrendikten sonra ortaya çıkıyor.
pe
F.M.: Kopuşunun nedeni AIDS olduğunu öğrenmesidir. Tecavüz doğum gününde meydana geldiği için, bir tek doğum günlerinde hatırlıyor. Ama unutmak istemiş, atmak istemiş.
R.E.: Zaten o pozu yakalamak için buradalar. F. M.: Ben de üzülüyorum. Zamanında tiyatroya gelen gazeteci, magazinci bile olsa tiyatro etiğini bilen kişilerdi.
Bu kadarını hiç görmedim. Bu koşullar içerisinde Tiyatro... Tiyatro... Dergisi çok iyi ayakta duruyor. D. A.: İnsanlar gazetede resimleri gördüklerinde kafalarında oyun hakkında farklı bir şey uyandı. Ama oyun o kadar da açık değil.
R. E.: Ama çocuğun kaderiydi AIDS olması. Ailesinin yaşantısından dolayı. Olayı yaşarken korunması mümkün değildi.
a
F. M.: Ne olursa olsun ben Devlet Tiyatrosu kökenliyim. Sahnede belirli bir estetiğin içerisinde, belirli bir noktaya kadar buna izin verdim.
F. M.: Üç gün daha yaşayacak. Ama pesimizme girdiyse, sürekli bunu tekrarlıyorsa, yaşama tutkusu yoksa elimizden ne gelir? Kusura bakmayın acımasızım. Anarşistim mücadele istiyorum.
pe cy
R.E.: Ben şeyi merak ediyorum. Ser ve Bül arasında bir ahlâki farklılıktan söz edebiliriz. İnsanlar bu farklılığa rağmen çok sıkı bağlantı kurabilir mi acaba? Basın bülteninde böyle deniliyor. Bu iki kişi arasında ahlâki farklılık mı var yoksa sadece cinsel tercih farklılığı mı var? Oyunda ahlâki değer farklılıklarını ortaya çıkaracak bir diyaloga rastlamadım ben.
F. M.: Bence kader değildi. Rastlantıların getirdiği bir olay. Öleceğini bilmesine rağmen kendini köşelere sıkıştırmayıp mücadele edebilirdi.
F.M.: Ahlâki farklılık şu, Bül doğal görüyor yaşantısını, Ser de doğal görmeye çalışıyor. Bir cümle var dikkat ederseniz: "Seni bir çok kişiye karşı savunmadım mı?" Bir şey savunmak değer yargılarında değişikliğin sonucudur. Arkadaşları Bül'ü yargıladıkları için Ser buna karşı çıkıp onu savunmuş. Oyun çok yoğun. Kelime kelime izleyicinin alması çok zor. Onun için gayet doğal kaçırdığınız kelimeler olabilir. Onu da benim kalemime verin. Ben bunu yazarken çok kitap, dergi ve kişi birlikteliği kurdum. O yoğunluk, bu yorgunluğu getirmiş. Ben dahi izlerken kaçırdığım cümleler oluyor. D. A.: Toplum bu konularda bilgisiz. Yaygın da olabilir ama olaya başka türlü bakılıyor. Böyle bir ortamda, oyuna bakıyoruz AIDS'li çocuk intihar ediyor. Yani bu durumdan ancak intiharla çıkılabilir gibi müthiş karamsar bir yargıya götürüyor.
F. M.: Hiç kendimizi kandırmayalım, bu boyuta gelmiş bir AIDS'in hiç kurtuluşu yok. Vurgulamak istediğimiz AIDS olmadan önce önlem alabilmek. Size intiharı veriyorum polisiye olarak ama öldüğünden emin misiniz? Olayı sahnede vermiyorum. Ortada bir soru bırakıyorum. Ama bu noktaya gelip mücadeleyi bırakmışsa yaşamaya hakkı yok. Mücadele edeceksin. Benim bütün oyunlarımda zayıf insanlar her zaman ölür. D. A.: Bu durumda bir insan nasıl mücadele edecek. Kurtuluşu yok ki?
R.E.: Oyunun bütününde, isimler, mekan bağımsız. Yani dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelmiş gibi. Ama babalar klasik Türk erkeği. Neden? F. M.: Türk tiyatrosunda Türk oyunu oynuyoruz. Ama isimlerin olmaması, aslında oyunu alsınlar başka yerde oynasınlar diye. Ayrıca İtalya'da böyle baba yok mu? Ben başka yerlerde de böyle baba gördüm. Dikkat ederseniz kostümü bile güncel kostümdür. İzleyene göre yanlışlar yapmış olabilirim. Ama hiçbirini nedensiz yapmadım. Her birinin muhakkak nedeni vardır. D. A.: O zaman yanlış yapmış olmazsınız, izleyene geçmemiş olur. Sizin doğrunuz sizin doğrunuzdur! R.E.: Oyunun ana mesajı, her zaman yatak odasında geçiyor ve ben bu mesajın orada yastıkların arasına sıkışmış olduğunu düşünüyorum. F. M.: Orası yaşamın başladığı yerdir. Konuyla ilgili tüm olaylar da orada geçiyor. Koltukta, kanepede değil. Oyunun genelinde gerçekler birtakım simgeler içerisinde. Bol mizansen yapılmış, hareket olan birtakım yerler var. Burasının kullanma amacını neden düşünmediniz? D. A.: O zaman teknik bir şey söyleyeyim, ben en önde oturuyordum ve hiçbir şey görmedim. F M.: Sahne daha yüksekti biliyor musunuz? Biz yıktık ve bu hale getirdik. Dikkat ederseniz yatak bile bekar evindeki bir minder görünümündedir. R. E.: O zaman yatak ortada olabilirdi.
F. M.: Oyunda bir köşeye sıkışmışlık var. Ortaya neden alayım? Karakter hep köşeye sıkışıyor. Onun üzerine itiraflar, gerçekler, tartışmalar başlıyor. R.E.: Ser ve Bül'ün koltukta oturup konuştukları sahne var. Bu bana çok monoton ve didaktik geldi. Çok rahatsız oturuyorlar. Burada ne vermek istediniz? F. M.: Bir önceki sahnede dikkat ederseniz tam ters yerlerde oturuyorlar. Ters orantılı olarak birbirlerini yargılama yerleri oraları. Didaktik gibi görünen yerlerde ise seyircinin, söz sanatı olan tiyatronun içinde geçen sözleri dinlemesi gerekiyor. O köşedeki sıkışmanın bir başka boyutu. R. E.: Kostümlerle ilgili bir sorum var. Ser'in de kostümlerinde bir feminenlik var ve Bül'ün kendini sergiliyor gibi sıkça kıyafet değiştiriyor olması. F. M.: Gibi değil. O kendini sergiliyor. D. A.: Bir kere genel olarak oyunculukların hiçbirisini beğenmedim. Ortada acemilik gibi bir şey var. Reji'den kaynaklanan bir şey değil kendi yapılarından dolayı. Homoseksüel karakter Bül, komiklik yapar gibi çok fazla homoseksüelliğin altını çizmiş. Seyirciler de böyle durumlarda gülmek için hazırdalar. Bu durumdan dolayı da babası sanki haklıymış gibi bir konuma geçiyor. Belki biraz daha nötr oynasaydı daha inandırıcı ve sevimli olabilirdi.
R. E.: İki karakterin de babasını çıkardığımızda, izleyen burada kendini mi görecek? Doğruları nasıl keşfetmesini bekliyorsunuz? F. M.: İlişki, ilişki, ilişki bekliyorum. Özellikle çocuklarımızla çok iyi ilişkiler kurmalıyız. Anne baba ayrı olabilir. Baba haftada bir çocuğunu alabilir. Ama onun sorunlarını dinleyip çözmek zorundadır. D. A.: Şimdi acaba şöyle bir tehlike var mı? Olayın dünyanın herhangi bir yerinde geçmiş olabileceğini söylüyorsunuz. Olay, doğrudan Türkiye'de geçseydi, AIDS olgusuna daha çok dikkat çekilmez miydi? İzleyen, "Dünyanın herhangi bir yerinde oluyormuş bizde olmaz" demez mi? F. M.: Benim bütün oyunlarımda temel unsur insandır ve genelde isim kullanılmaz. İnsan kavramında bunun her zaman her yerde olabileceği bilinsin. Benim amacım insan. Ben Türk insanına insanı anlatabilirsem bütün sorunlarını çözer. Biz kendimizi ve yakınlarımızı anlamaya, birliktelik yapmaya çalışıyoruz. İnsan kavramı bizde çok azdır. R. E.: Oyuncu seçiminizdeki kriter neydi? F. M.: Çığır Sahne kadrosunda varolan arkadaşlardan, rollere yatkın olanları aldım. Özel tiyatro kriterleri içerisinde kimlerden yararlanabiliyorsak bunu yaptık. R. E.: Söyleşiye katıldığınız için teşekkür ederiz.
pe cy a
F. M.: Açıkça söyleyeyim o arkadaş gay. Kendini oynuyor. Ve sahnede bilakis kısıyor.
F. M.: Eleştiri bile aldı, rolünü abartmıyor diye.
D. A.: Tabii bu durumu değiştiriyor biraz.
F. M.: Oyunun üzerinde bu kadar durduğunuz için ben size teşekkür ederim .
Adana Devlet Tiyatrosu altın döneminde
pe cy
a
"Carmela" ve "Kadınlar"
> Yusuf Eradam yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr
Gittim gördüm. Salonlar hem Adana'da hem de Mersin'de tıklım tıklım. Boş yer yok. Tiyatro, izleyiciye ulaşmış. Adana izleyicisini tiyatro salonlarına çekmek kolay bir iş değildir. Yıllardır Adana'ya her gidişimde tiyatroya uğrarım ama salonları bu denli dolu hiç görmemiştim. Bunda tabii ki aydın kafalı tiyatro müdürü İskender Altın'ın kent halkına ulaşmakta, başta oyuncuları olmak üzere tüm çalışanları ile organik bir bağ kurabilmekteki becerisi de yatıyor. Belediye ile anlaşan Altın, kentin çeşitli yerlerine Devlet Tiyatrosu gişeleri oluşturuyor ki Adana ve Mersin halkı tiyatroya yakınlaşsın. Kuşkusuz fark edebildiklerimi yazacağım ama öncelikle Adana Devlet Tiyatrosu sahnesindeki İtalyan yazar Angelo Savelli'nin "Carmela ve Paolino" ("CP" diyeceğim bundan böyle) adlı oyununa vurulduğumu söylemekle başlayayım söze ve izleyicinin sahnede olan bitenle empati kurabilmesini sağlamanın samimiyetten geçtiğinin ve de yabancılaştırma
tekniklerini kullanırken izleyiciyi konuya ve ana fikre yabancılaştırmamak gerektiğinin de altını çizmek üzere yazdığımı da belirteyim. "Taşra" denen yörelerimizde sahnelenen oyunlara gözümüzü kulağımızı açalım, çünkü oralarda da ciddi işler yapılıyor. Bu yılın başından beri birçok oyun izledim; en iyi reji, en iyi oyunculuğu Adana'da gördüm. "Dobrinja'da Düğün", metin olarak yılın en iyi özgün oyun adayım ise, ki öyle, yılın en iyi oyunu, en iyi erkek oyuncularına adaylarım da Dobrinja'da Düğün'deki Asım rolüyle Nihat İleri'ye rakip Adana Devlet Tiyatrosu'nda CP' daki Paolino rolündeki oyunculuğuyla Tolga Tekin. Kadın oyuncular içinde en iyisi de Carmela rolündeki Şirin Tekinel idi. Ödül jürilerine duyurulur. Taşra deyip geçmeyiniz, her açıdan dört dörtlük bir oyun CP. Bence en iyi yönetmen ödülünü de oyunun yönetmeni Bülent Arın alabilir. Oyunun, rejisinden müzisyenlerine varana kadar tam bir uyum içinde çalıştıkları oyunun yekpare etkisinden, bitişinde bıraktığı tek etkiden anlaşılıyor.
Hem CP, hem de Mersin'de izlediğim Thomas Brasch'ın oyunu "Kadınlar, Savaş ve Oyun" (KSO) yabancılaştırma efektinin ve ışık-gölge oyunlarının kullanıldığı, "Gerçek ne? Yanılsama ne? Oyun ne?" sorularım hem varoluşsal bağlamda, insanın ontolojik duruşunda, hem de tiyatronun özü hakkında izleyiciye sordurtan oyunlardı. Savaş illetine karşı duruş hep olmalıdır bilincine Adana ve Mersin sanatçıları sahip belli ki; bu aydın duruşu ile beni can damarımdan vurdular. Yabancılaşma (alienation/Entrfremdung) Latince'de 15. yüzyıldan itibaren "bir yitim, zihinsel melekelerden uzaklaşma," kısacası delilik ile eşanlamlı kullanılagelmiştir de. Bu anlamda, Carmela'nın oyunculuğu ile oyunu izledikten sonra öldürülecek Leh partizanlara katılmayı göze alması da yabancılaştırma efektli oyun içinde mesleğine yabancılaşan bir oyuncunun aklını yitirmesi diye de yorumlanabilir çünkü ölümü göze alıp tutsak/kurban Lehlerle birlikte faşizme karşı şarkı söylemeye başlamıştır. Carmela'nın final kararı, tiyatronun özünde yatan zaten -mış gibilik ve Eugene O'Neill'in Amerikan tiyatrosuna getirdiği ve Thorton Wilder'ın da benimsediği dışavurumculuk ilkeleri ile de uyuşuyor. Eğlencelik sahnelerde, Hitler'in ve Duce'nin koca posteri, yani faşizm bütün varlığını kabus gibi üzerimize yığmışken, "Zampara'nın Şarkısı" benzeri gösterilerde Paulino'nun Hitler simülasyonu da bir zalimi Şarlomsu bir komik karaktere, zararsız bir tipe dönüştüremeden tamamlanıyor çünkü yabancılaştırma etkisinde yatıyor faşizme karşı bir şeyler yapma bilinci. Faşizmin hüküm sürdüğü zamanlarda faşizmi gizlemek için sahne alan sanatçının yabancılaştırmayı doğru kullanarak bugünün izleyicisine faşizmin şirin yüzü/maskesi arkasında yatan cani persona'yı gözler
pe cy
a
Oyuncular, faşistlerin karşısında oyun içindeki oyunlardaki farklı karakterlere geçişlerdeki ustalıkları, bambaşka karakterlere dönüşümlerdeki becerileriyle ayakta alkışlattılar kendilerini. Gerek Tolga Tekin, gerekse Şirin Tekinel ustalaşmış iki oyuncu. Uzun zamandır yakındığım artikülasyon sorunu, oyunculuktaki doğallık eksikliği, oyunculuğunu konuşturma, gösterme kaygısının karakterin önüne geçmesi burada yoktu. Oyun daha çok faşist Almanya'da iki tiyatro oyuncusu etrafında döndüğünden de metin güçlü bir metindi ve izleyicinin dikkati dağılmıyordu. Faşistleri eğlendirdikleri sahnelerde de, 5. şarkıdan sonra, az kalsın Adana izleyicisi de Latin müziği eşliğinde eğlenmeye başlayacak, "şu eğlenceyi kessinler uzamadan" derken kesildi. Bütün zamanlaması doğru ayarlanmıştı. Ne can sıkan bir siyasi güldürü, ne de kabare oyunculuğundan medet uman bir müzikal gösteriydi. Oyun sonunda Carmela'nın oyunculuktan vazgeçip insan olmayı yeğlediği sahnede chau bella chau da başlayınca, gözyaşlarımı salıvermişim dışarı. Ama orada bile dengeyi tutturdular. İzleyicilere bu marşlaşmış şarkıyı söyletip, "hadeee hep beraber falan olmadık yaaani".
CP'nin çevirmeni ödüllü bir çevirmen Necdet Adabağ, eski dekanım. Tadı damağımda kaldı yerine "Tadı ağzımda kaldı," demiş. Gözden kaçmıştır. Bu yıl sıklıkla karşıma çıkan dil yanlışı da "umut etmek". TV'de Deniz Baykal'ın sıklıkla yaparak dillere yerleştirdiği bu yanlışın doğrusu "ümit etmektir", "reca" edeyim düzeltelim.
kahramanlar haline gelen insancıklardır. Clara ve Rosa'nın simüle ettikleri öyküler içinden çıkarımımız odur ki yabancılaşmaları aynı zamanda Freudiyen psikoloji açısından da değerlendirilebilir çünkü Clara ve Rosa temel enerjilerine, libidolarına yabancılaşmışlardır, ya da cinselliklerini açıkça ifade edememektedirler (Johannes'in adı geçen sahneler özellikle). Marksçı düşünceye bakarsak da yabancılaşan Rosa ve Clara (Jung'u da anımsarsak, birbirlerinin alteregolarıymışcasına rolleri değiş tokuş ederek oynar oyuncular) emeklerinin değerinden de koptukları için kendilerini nesnelleştirecek bir araç ya da yol bulamazlar ki kendi doğalarını yeniden oluştursunlar. Hegel'deki gibi tinsel bir süreç içine girerek bunu gerçekleştirmeleri de olanaksızdır. Savaş böyle bir illettir işte. Birinin Johannes'e ihaneti söz konusudur, ötekinin ise vicdanını rahat bırakmayan ve oyun sonunda açıklanan bir suçu vardır. Clara ve Rosa'nın birbirleri yerine geçip diyalektik bir özne-nesne ilişkisi kurmaları da olanaksızdır çünkü dedik ya, her ikisi de kurban nesnelerdir. Hegel'in olanaklı gördüğü daha yüce bir yekparelikte, bir oluşta, bu özün yeniden yakalanabileceği umudu da geçerli değildir Clara ve Rosa için. Dr. Jekyll and Mr. Hyde ya da Frankestein benzeri alegorik anlatılarda bu gerçek, savaşın bir yılan olduğunu ve insanın bu yaratısının önünde sonunda gene insanı soktuğu söylenmektedir. KSO'nun finali de bu gerçeğin altını çizer. İnsanoğlu bir gün kendi yarattığı dünya ya da öcü ile mutlaka yüzleşecektir. Endüstriyel-kapitalist dünyayı besleyen savaştır ve bu dünyanın çatısı küçük kahramanlar üzerine çöker, ne yazık ki. CP'den bir replik şöyle der: "Böyle bir karşılaşmayı ben de yaşayabilirim." Çorak bir yerden gelen Carmela ile empati kurabilmek bu yüzden gereklidir. Carmela'nın bedeni ha var, ha yoktur. Bu izlenim, beyazlara örtündükleri zamanlarda özellikle KSO'daki Clara ve Rosa için de geçerlidir. Paulino'nun Carmela'ya dokunuşu gibi, Clara ile Rosa da birbirlerine kimi zaman sürekli olarak işlevini değiştiren satranç masasında (masa, araba, yatak, morg sedyesi vb.), kimi zaman da dansta, savaş ya da erkekleriyle cinsel birleşme anının simülasyonunda, dokunurlar. İnsanın insana teması bu yüzden gereklidir çünkü her iki oyunda da Tanrı, doğalcılık akımında olduğu gibi, ya
cy
a
önüne serebilmek becerisini göstermesine güzel bir örnektir CP. Onlar küçük kahramanlardır. Kurban kahramanlar. Kurban kahramanlarla empati kuramazsak, yabancılaştırma etkisine karşın, oyunun özü, kıssadan hissesi bize ulaşmıyor. KSO'un Mersin yorumunda eksik olan da buydu sanırım. Metnin zayıf olması, ikinci perdedeki bence gereksiz Pandora'nın illetler kutusu sahnesi ve CP'dekilere benzer partizanların "oyun" sözcüğü telaffuz edildiğinde öldürülüşü ve nedense savaş ve kötülük illetinin kadınların elinden dünyaya yayıldığının iması ile dikkatler dağıtılmıştı ve bu yüzden de finalde iki kez yerimizden zıplamamızın kıssadan hisse ile bağlantısı kurulamadı.
pe
Yabancılaşma sözcüğünün Batı'da Rousseau'dan bu yana kazandığı "insanın özgün doğasından kopuşu" anlamı Clara ve Rosa'da pekâlâ görülebilir ve bunun tek suçlusu da savaştır, eski Yunan destanlarında, mitologyasında, insanoğlunun en eski kayıtlarında marifetmiş gibi anlatılan savaş serüvenleri ile kendine yabancılaşan ve küçük
değiştiriyor ve iyilik ve kötülük gibi her an her yerde. Tiyatro da tıpkı sahneye dağılan buğday gibi, şeytan gibi her an her yerde olmak içkin özelliğine sahip faşizme karşı, faşizmi unutmamak için direnenlerin örgütevidir. "Her şeyi hatırlatmak için" tiyatro yaşamalıdır, Paulino da Carmela'yi unutmamak ve hatta yeniden yaşatmak zorundadır. Bu yüzden aşk ölmez ve oyun sonunda sahne ışıklarını, kulağında Carmela'nın sesi, Paulino söndürür. Işıkların bu sönüşü, bir tükeniş ya da kopuş anlamına gelen bir bitiş değildir, sahnenin süreğenliğini gösteren geçici bir sondur. Ertesi gece Paulino ışıkları yeniden yakacaktır. KSO da kurban kahramanlar açısından ele alınabilir. İki kadın Clara ve Rosa, rol değiştirerek, geçmiş ve şimdi arasında gidip gelirler ve yüzyıllardır üzerlerinde oynanan savaş oyununda hayatta kalmış olmak utancı ile yok olmak üzere bulunmaktadırlar iki kapılı bu handa. Çamaşırhanedeki beyaz giysilerin, uzun uzun çaputların, yıllar önce Ulusoy'un "Kafkas Tebeşir Dairesi" yorumundaki devasa bezlerin sahnede devinim ve uzamı genişletmek için kullanılışı gibi Clara ve Rosa'nın da masum kurbanlar oldukları ölümü ve masumiyeti aynı anda simgeleyen kefenleşmiş beyaz çaputlarla anlatılıyor. Clara ile Rosa, gerek savaşı, gerekse savaş zamanındaki tüm insan hallerini bu uzun beyaz çaputları kullanarak yeniden canlandırıyorlar. "Aslında savaş falan yok," diye biten birinci perdeden sonra, ikinci perdedeki Pandoralı sahne bana göre çok gereksizdi ve Clara ile Rosa'nın oraya kadar anlattıklarını kör gözüne parmak iletisiyle, ("oyun aslında öldürmek oyunudur, savaş illeti mecazi süflözler tarafından dayatılır") sıfırlayıverdi. Sonra yeniden çamaşırhaneye döndük, Clara'nın (ya da Rosa'nın) itirafını dinlemek için. Korkak ve küçük kahramanlardır onlar, insanlığın patetik durumunu sergileyen insancıklardır ve trajik
a
cezalandırıcıdır ya da kayıtsızdır. Bir kurtarıcı-kahraman beklentisi bu yüzden insanı traji-komik yapar. Hıristiyan dünyanın müminleri kendi rezillikleri ile yüzleşmek, kendi yaratılarının kefaretini kendileri ödemek yerine (buna silahlara veda etmekle başlayabiliriz) ikinci milenyuma girerken İsa'nın yeniden doğacağı safsatasına bu yüzden sarılmıştır. İnsan, çocuklar gibi, kabahatlerinin mazeret ya da tesellilerini buluveriyor hemen. CP'da, sahne arkasındaki kara zemin işte bu insan halini de vurgular, Carmela'nın çocuk sahibi olamayışı gibi. Yılmaz Güney'in "Arkadaş" filminde de Güney bu kıyımlar dünyasına çocuk doğurmanın saçmalığına, yanlışlığına değinir. Yine de hayat sürmektedir, oyuncular için Nazi teğmene alkış istemek, "muzaffer komutanların" önünde oyunculuklarını her koşulda sürdürmek, "Yurtsever Duce'ye sanatsal bir gösteri sunmak" zorunda oluşları da sinema ve tiyatroda sıklıkla işlenen dokunaklı bir ironidir. Sahne içinde Carmela ve Paolino'nun gösteri yaptıkları sahne, oyun içindeki oyun, bu piyesin metnini daha da güçlü kılmış. Özellikle gölge oyunu sahnesinde, faşizmin içimizde bir yerde saklı olduğunun iması, bir de faşizm almış başını yürümüş boy vermişken zor olan oynamaktır. Carmela bu yüzden hayalettir de tiyatro kumpanyasının sahibi Paulino hala hayattadır. Oyuncular değişebilir, ama kumpanya ayakta durmalıdır. Clara ve Rosa'nın birbirine karşı masayı iteklerken Clara'nın çekilmesiyle mekanik kurallarının ihlali yüzünden yere düşer Rosa. Bir de finalde kendisi ya da kendi-ötekisi ile el eleyken, Dövüş Klubü'nün finalinde olduğu gibi.
pe cy
Gözyaşlarımı tutamadım çünkü "çavbellaçavçav" diye şarkı söyleyip yürümek hep birlikte... o günler güzeldi... Şimdi bu geçmişe özlem daha da düşündürücü. Çünkü askeri darbelere sırtını dayamış sahte demokrasi dönemlerinde bu şarkıyla yürürdük sokaklarda çünkü insanlığımızdan çıkmıştık. Şimdi faşizm, tıpkı Carmela ve Paulino'nun peruk takması gibi yüz ve maske
bilerek ödün vermiş, epik tiyatro ve kabare bileşimini yakalamışsa da, CP'nin müziği daha akılda kalıcıydı. Üniversite öğrencilik yıllarımdaki benzer uygulamalarda canımın sıkıldığını hatırlamıyorum, ama bu oyunda neredeyse sadece sözcüklere dayalı bir hareket ve söze dayalı olan devinimden sahnenin devrilmesine, yani uzamsal bir aksiyona dayalı zirve noktası pek de inandırıcı olmadı. Çünkü oyun boyunca çamaşırcı kadınlar, Rosa ve Clara, çamaşırlarla değil de, uzantı kumaşlara sığınmakla sarfettiler zamanı ve sözü. Brechtiyen bir oyun da olsa, yabancılaştırma efektleri ile dolu da olsa, oyunculukta ille de inandırıcılık arıyor, benim gibi tiyatro bildiğini sanan biri de, ilk kez tiyatroya getirdiğim Adanalı yakınlarım da.
pe cy a
yücelik kazanmıştırlar ve sadece yaşadıkları acılara karşın hâlâ "yaşadıkları" için.
Oyunun zirve noktasında çamaşırhane raflarının (sahnenin?) çökmesi (yeri gelmişken, dekor ve kostümden sorumlu Şirin Dağtekin'in sahne tasarımını da kutlayayım) bir sonraki final sahnesine hazırlıktır ve bu savaş oyunlarının oynandığı rezil hayat sahnesinin de kokuşmuş, çürümüş olduğunun ve mutlak sona doğru giden imaları da içeren bir tasarımdır. Clara ve Rosa'nın çamaşırcılar olarak sahnedeki beyaz giysileri takıp indirip sözdeki devinimi eyleme de taşıyarak aksiyonu güçlendirebilirdi ve zirve noktasındaki sahne çökmesinin daha inandırıcı olmasını sağlayabilirlerdi. Oysa Clara ve Rosa, sadece uzun beyaz çaputlara sarınmakla yetindiler. Başrollerden birini bu oyunda da üstlenen ama Carmela kadar ağırlıklı bir rolü olmayan Şirin Tekinel, sesinin güzelliği, mimiklerinin ve göz ifadelerinin arka sıralardan bile seçilebilişi ile sahneyi dolduruşu ve farklı karakterlere dönüşmekteki ustalığı ile istemeden öne çıkıyordu yine. Bu methiye, bedenini müsrifçe kullanan oyunculardan çok, yüzünü bakışlarını kullananları sevişim, ve başka bir karakteri canlandırırken o role geçişteki belirgin farkı görmek isteyişim yüzündendir belki. Tiyatro müziği denildiğinde ustalığından hiçbir zaman ödün vermeyen Cem İdiz, ilk oyunda salondan çıkarken dilime doladığı şarkısı ile yılın en iyi tiyatro müziği ödülünü hiç kuşkusuz hak ediyor (az ile çok söylemeyi çoktandır bilen bir usta o). KSO'daysa, Brechtiyen yabancılaştırma etkileri yüzünden müzik ile sözün, özellikle vurgulama ve prosodi kurallarındaki tahrifatın bilinçlice yapıldığını bilsek bile, Cem İdiz hâlâ CP'daki özgün çalışmaları ile aklımda kaldı çünkü KSO'nun müziğini yaparken metindeki sözleri müziği ile uyuşturmaya çalışırken sözle müziğin uyumundan
KSO'un yönetmen yardımcısı Doğan Turan'ın oyun kitapçığına yazdığı metnin sonunda da dediği gibi "...gözyaşları yok sanırsın. VARDIR." Ve oyunun sonunun da belirlediği gibi Tanrı kahramanlarını korumuyor. "Ama aşk ölmez, aşk kaybolmaz./ Öyle güçlü ki kendini koyvermez/ Solmaz, yitivermez sonsuza," diyordu CP'nin lokomotif şarkısı ve varyetenin bilinç yaratan, uyarıcı etkisi televizyon çağında da sürüyordu. Gözlerimde yaşlar, dilimde bu şarkı uçaktan Hasan Dağı'na baktım, başı dumanlı aşağıdan heybetinden yanına varılmayan dağ, minik bir tepe gibi görünüyordu. Clara'nın şarkısında anne kızı Sophie'ye "Gözyaşları yaramaz hiçbir işe" diyor, doğrudur. Benim gözyaşlarını işte bu gerçeğe, insanın her iki oyunda da altı çizilen görünürdeki heybetinin aslında bir yanılsama olduğu, insanın halinin patetik olduğu gerçeğine ayışımdandır. Adana ve Mersin'deki sahnelerin "taşralı" çalışanları, ayakta yüreğim emeğinize, "güllerle birlikte" sağ olun, var olun!
cy a
pe
a cy pe
> Gülşen Karakadıoğlu gulsenkarakadioglu@isnet.net.tr
Nemrut, Gülşah Banda'nın 1994 yılında yazıp, Bakırköy Belediyesi'nin açtığı yarışmada birincilik ödülü aldığı oyun. Gülşah Banda; hani hep istediğimiz (yoksa ister gibi yaptığımız mı?) genç oyun yazarlarından biri. Ne hoş ki bu işin okulunu okumuş bir genç hanım. Nemrut, bu toprakların efsanelerinden, mitolojik kahramanlarından . Nemrut dağındaki o muhteşem anıt mezarları, kral başlarını ve o dağlardaki muhteşem gün batışının ününü biliriz. Nemrut bu güzelliklerle anıldığında bir hayli çelişik bir öyküye sahip kötü bir kral-tanrı. Efsaneye göre insanları yaşamaya mahkum ettiği açlık ve işkence dolu kuyu dünyadan çıkmak, kurtulmak isteyenlere kızgın demir ızgaralarla örülü bir köprüyü geçme seçeneğini önerir. Geçmeyi seçen hemen ölür. Seçmeyen de biraz daha geç ölür... Gülşah Banda bu efsanenin içerdiği dramatik gücü sezmiş ve oyunu kurgulamış. İktidar kul ilişkisinin kuldan yana
teslimiyetçi yapısını direnişe ve giderek de çatışmaya dönüştürüyor. Karın tokluğuna Nemrut'a biat eden, her yeni doğan bebeğe karşılık bir yaşlının kurban edilmesi ve daha sonra Nemrut'un gördüğü bir rüya nedeniyle doğan her bebeğin öldürülmesini sözde adalet düzeninin gereği sayan "kullar" sormayı, düşünmeyi, direnmeyi ve sonunda çatışmayı öğreniyorlar. Yani insan kadar eski insanlık kadar yeni bir tema; iktidar insan çatışması. Oyunu Kemal Başar sahneye koymuş. Antalya Devlet Tiyatrosu'nun yapımı. Antalya Devlet Tiyatrosu şimdiye dek birçok başarılı prodüksiyonu seyirci karşısına çıkaran deneyimli bir topluluk. Birçok ödülleri var. Bu yıl sahneleri kapalı. Oynadıkları bina ciddi bir onarım geçiriyor ve bu nedenle nerdeyse buldukları yerde oynuyorlar. Tiyatro Müdürü Selim Gürata Antalya Valisi Alaattin Yüksel'in desteği ve Muratpaşa Belediye Başkanı Süleyman Evcimen'in arsa tahsisiyle yeni bir tiyatro binası yapımı yolunda adımlar atıldığını ve projeye Cengiz Bektaş'ın da destek verdiğini anlatıyor. Umarız - dileriz Antalya gibi büyük bir kente ve Antalya Devlet Tiyatrosu'na yaraşır bir tiyatro binası yapılır.
Oyunun özellikle başı ve sonu Yunanlı koreograf Paras Terezakis'in dans düzeniyle zenginleştirilmiş. Paras Terezakis Kanada Vancouver'de Kinesis Dans Tiyatrosu'nun sanat yönetmeni. Koreografın Yunanlı olduğunu bilmesem yetenekli bir Türk koreografla karşı karşıya olduğumu sanırdım. Anadolu topraklarının yakından tanıdığı seyirlik oyunların bazı devinimlerini çağrıştıran figürler vardı sahnede. Müzikler Kemal Günüç'ün. Her zamanki başarılı çalışmalarından bir örnek daha.. Senfonik bestesinin hem evrensel tadı var hem ulusal tınılarıyla bize ait bir lezzet. Reha Özcan ve Sedat Santak'ın oyunculukları çok iyi. Ayrıca topluluk koral dans ve oyunlarda, -salon ve prova yeri sorununa karşın- özveriyle yapılan yoğun çalışmaların sonucunu, sahneye yansıtmayı başarıyor. Dekor Murat Gülmez'e ait. Mitolojik bilgiyi de kapsayan bir çalışma, bilenlere kapsamlı bir derinlik sunuyor. Kostümler Funda Çebi'nin. Ve açıkcası söylemek (ya da yazmak) hoş değil ama aceleye gelmiş, estetik değil. Özellikle belli bir tarih, mekan, ulusal kimlik içermeyen bir mitolojik efsane oyuna plastik malzemeli naylon ışıltılı kostüm kullanmak anlaşılır değil. Funda Çebi'yi "Mem İle Zin" oyununun kostümlerine gösterdiği özen ve oyuna estetik katkısı için kutladığımı (bir yazımda) hatırlıyorum. Nemrut tasarımına anlam veremeyişim bundan ötürü. Oyunun ışık tasarımı Kazım Öztürk'ün. Soyut tanımlamalara ve somut durumlara başarıyla ışık tasarlamış. Bir fotoğraf güzelliğiyle seyredilesi bir hoşluk yaratmış Kazım Öztürk.
pe cy
a
Kemal Başar Çöplük'le başlayan yönetmenlik serüvenine "Karaların Memetleri" "Bahçemdeki Ayı" gibi oyunlarla devam eden genç bir yönetmen. Şu sıralar Romanya'da oyun yönetiyor. Kemal Başar, genellikle yapıldığınca; bilinen yazar, tanınmış oyun gibi risksiz bir tercih yerine bilinmeyen bir yazarın tanınmayan bir oyununu sahnelemeyi düşünerek risk almaktan çekinmemiş ve iyi ki öyle olmuş. Antalya Devlet Tiyatrosu için de aynı durum söz konusu tabii. Yeni olanın bilinmezlerini çözmeye çalışmak, günahıyla sevabıyla yeninin güzel ve doğrusunu arayışa geçmek daha çekici değil mi? Kaldı ki ödenekli tiyatrolar buna zorunlu. Bazen şaşar kalırım aynı yönetmen kısa zaman içinde aynı oyunu birkaç değişik yerde sahneye koyar. İlki iyi gitmiştir. E niye olmasın bir de şu şehirde sonra da o şehirde! Oysa aynı TV ekranının tutsağı da olsalar farklı kentlerin farklı seyircileri yok mu?
akıllarına bile getirmiyorlar. Bir mitolojik zaman diliminden söz edildiği için anlayışla izliyoruz. Sonra oyunun gelişimi içinde bu kitlenin insana dönüştüğünü, düşünüp yaşadıkları düzene karşı çıktıklarını ve sonra bu kez kendilerinden birinin yönetiminde yine köleye dönüştüklerini görüyoruz. Yenilgiyle de bitse insana özgü bu olaylar gelişimi gayet iyi, ne ki oyunun sonunda insanların yine hayvansı davranışlara döndüğünü görmek sevimsiz. Böylesine yeniden ilk duruma dönüş doğrudan bir kısır döngü yorumuna yol açıyor ki galiba bu da adeta insanlığın yaşadığı evrimi yadsımak oluyor.
Gülşah Banda Nemrut'ta iyi bir temayı şiirsel bir söyleyişle yazmış. Ön oyun biraz uzuyor. İnsanlar arketip olarak dansla yer alıyorlar sahnede. Arketipten de öte hayvansı davranışlarla üzerlerine atılacak yiyeceği bekleyen vahşi hayvanlar gibi Nemrut'a tapıyor, onun düzeni dışında bir vaşam biçimini
Nemrut, seyirci ilişkisindeki başarısıyla da yeni oyunlara, genç yazarlara ve genç yönetmenlere umut veren bir çalışma..
İktidar Hırsı Diner Mi?
pe
cy a
Fırtına
>A. Deniz Bozer denizbozer@tiyatrodergisi.com.tr
Adana Devlet Tiyatrosu Ankara 'da turnede William Shakespeare'in (1564-1616) son oyunu olan Fırtına'yı sahneledi. Otuz yedi oyun kaleme almış olan Shakespeare 'in oyunları komedi, trajedi, tarih oyunları, sorunsal oyunlar ve son dönem oyunları olarak sınıflanmaktadır. Fırtına, Pericles (1609) ve Kış Masalı (The Winter's Tale, 1611) ile beraber bu son grupta yer alan oyunlardan. Bu, oyunun ülkemizde ilk sahnelenişi değil. Yakın geçmişte Tiyatro Boğaziçi ve Tiyatro Anadolu tarafından sahnelendi. Hatta Tiyatro Boğaziçi'nin yapımı 1997'de Avni Dilligil Jüri Özel Ödülü'ne değer bulunmuştu.
Oyun bütünüyle ıssız bir adada geçmektedir.Milano Dükü Prospero, tahtını gaspetmek isteyen kardeşi Antonio ve ona yardımcı olan Napoli Kralı Alonso'nun türlü düzenbazlıkları sonunda bir gemiye bindirilerek ülkesinden uzaklaştırılmıştır. Beraberinde sadece küçük kızı Miranda vardır. Adamlarından birinin gizlice yanına verdiği yiyecek ve içecekle hayatta
geri almanın, kızını da geleceğin Napoli kralı ile evlendirecek olmanın mutluluğuyla Prospero büyüyü bırakmaya karar verir. Hepsi birlikte gemiye binip düğün yapmak üzere Napoli'ye yola çıkmadan önce Prospero, Ariel'in değerli hizmetleri karşılığında, söz verdiği şekilde onu de azat eder. Ada artık Kaliban'a kalmıştır. Fırtına, çok katmanlı ve çeşitli okumalara açık bir oyun. Örneğin, yabancı diyarlarda, uzak bir adada hakimiyet kuran Prospero ile İngiliz sömürgeci zihniyeti arasında açık bir bağ vardır. Prospero, adanın önceki sahibinin oğlu Kaliban'ı buyruğu altına almış ve aralarında bir efendiköle ilişkisi kurmuştur. Prospero, Kaliban'ı tanrı tanımayan, doğru düzgün konuşmayı beceremeyen, kaba ve ilkel bir yaratık olarak görür. Kısacası, Prospero için sadece Hıristiyanlık ve batı uygarlığı geçerli olduğundan koloniyal söylem içerisinde "ötekini" aşağılar ve Kaliban'ı uygarlaştırmayı, "ilkel" olanı terbiye etmeyi görev bilir. Zaten Prospero'nun adı da bu bağlamda anlamlıdır: İngilizce "gelişmek", "zenginleşmek" anlamındaki "to prosper" fiili ile "refah içinde", "zengin", "gelişmiş" anlamına gelen "prosperous" sıfatını çağrıştırır. On yedinci yüzyılın başında İngiltere sömürgeci politikaları sonucu giderek zenginleşen bir imparatorluktu. Shakespeare'in de yaşadığı dönemdeki olaylardan haberdar olduğunu varsayarsak bu oyunu yazarken zamanında Bermuda Olayı olarak anılan hadiseden esinlendiği düşünülebilir. O tarihte İngilizler Amerika'nın doğu kıyısında ilk kolonilerini kurmuşlardır. 1609'da Virginia kolonisindeki Jameston şehri Kızılderililer tarafından kuşatılıp sömürgeci İngilizler açlıkla ve ölümle yüzyüze geldiklerinde İngiltere'den Amiral Sir George Somers (Summers olarak da geçer) komutasında küçük bir donanma onları kurtarmak üzere yola çıkar. Ne var ki, Bermuda adaları yakınında şiddetli bir fırtınaya tutulurlar ve gemileri batar. Bir adaya çıkan kazazedeler orada bir yıl kadar kalır, gemiler yapar ve sonunda Virginia'ya vararak Jamestown'da hayatta kalmış bir avuç insanı kurtarırlar. Ancak, bu arada Sir Somers İngiltere adına Bermuda adalarını sahiplenir. Hem Somers'in Bermuda adalarındaki az sayıda yerliye hem de kısa bir süre sonra Virginia valisi olacak olan yol arkadaşı Sir Thomas Gates'in
pe cy
a
kalmayı başaran Prospero sonunda kızıyla beraber sağsalim bir adaya çıkar. Prospero, adanın önceki hakimi olan cadının egemenliğine son verir ve onun insanla hayvan arası, kaba saba bir yaratık olan oğlu Kaliban'ı da kölesi yapar. Cadı tarafından bir ağaç kovuğuna hapsedilmiş iyi ruhlu cin Ariel'i kurtarır ve onu da buyruğu altına alır. Prospero kitaplardan öğrendiği büyülerle artık güçlüdür ve adanın tek hakimidir. On iki yıl sonra bir gün kardeşi Antonio, Napoli Kralı Alonso ve beraberindekilerin gemiyle yola çıktığını haber alır. Onca zaman içinde biriktirdiği intikam alma duygusuna gem vuramaz ve başta Ariel, kendisine boyun eğen cinlerin yardımıyla denize ve rüzgara hükmederek gemidekilerin bir fırtınaya tutulup kendi adasında karaya çıkmalarını sağlar. Kendisinden başka kimseye görünmeyen Ariel'in desteğiyle Napoli Kralı Alonso'nun oğlu Ferdinand'ın kızı Miranda'ya ilk bakışta aşık olmasını sağlar ve onun kızına layık bir koca olup olmayacağını anlamak için Ferdinand'ı çeşitli yollarla sınar. Bu arada Antonio ve onun gibi iktidar hırsıyla yanan Napoli Kralı'nın kardeşi Sebastian kralı uykusunda öldürmeye kalkarlar. Öte yandan Kaliban da kazazedelerden Stephano ve Trinkulo'yu Prospero'yu öldürüp adanın hakimiyetini ele geçirmesine yardımcı olmalarına ikna etmeye çalışmaktadır. Ancak, Ariel'in sayesinde her iki oyun da başarısızlıkla sonuçlanır. Büyüyle kazandığı gücü sayesinde düşmanlarını şaşırtıp korkutmak isteyen Prospero, cinlerinin yardımıyla kazazedeler için bir ziyafet sofrası kurdurur ama onlar doğru dürüst bir lokma yiyemeden sofrayı aniden yok eder. Ferdinand'ı da etkilemek isteyen Prospero, emrindeki pagan tanrıça ruhlarından Juno, Ceres ve fris'in şenlikli bir gösteri, bir masque, hazırlamalarını ister. (Masquelar/Masklar I.Elizabeth ve özellikle I. James 'in zamanında sarayda ve zengin evlerinde sırf eğlence amacıyla düzenlenen, bazen soyluların kendilerinin de rol aldığı, dans ve müzik ağırlıklı, şarkılarla bezenmiş, şatafatlı dekor ve kostümlerle sahnelenen pahalı oyunlardır.) Sonunda, Ariel adada olup biten garip olaylardan şaşkın ve ürkmüş haldeki kazazedeleri Prospero'nun karşısına getirir. Kötü kardeş Antonio ve Napoli Kralı Alonso geçmişte Prospero'ya yaptıkları haksızlıklardan dolayı pişmanlıklarını ifade ederler, Prospero da onları affeder. Alonso, Prospero'yu yeniden Milano dükü yapar ve oğlu Ferdinand'ın Miranda ile evlenmesine izin verir. Düklüğünü
o kolonideki Kızılderililere yaklaşımlarının Prospero'nun Kaliban'a yaklaşımıyla benzerlik gösterdiği rahatlıkla varsayılabilir. Oyuna bir başka açıdan bakılacak olursa büyücü Prospero ile sihirbaz yazar Shakespeare arasında bir bağlantı kurmak mümkündür. Prospero, yaptığı büyülerle insanlar ve olayları dilediği gibi yönlendirken kendi sihirli dünyasını kurmaktadır. Aynı şekilde Shakespeare de oyunlarında kurguladığı kişiler ve olayların üzerindeki tek söz sahibi olarak gerçekte varolmayan dünyalar yaratır. Fırtına, yazarın son oyunu olması dolayısıyla Shakespeare bu oyunla bir anlamda seyirci ve okuyucularına veda etmektedir. Napoli'ye dönmek üzere gemiye binen Prospero'nun Ariel'e "Hoşçakal" demesinde yazarın kendi vedası yankılanır.
Yönetmenin yorumunda eksikliği hissedilen bir diğer nokta oyunda masalsı ve pastoral bir ortamın yokluğu. Oyunun bu alandaki yetersizliğinin dekor tasarımının yanı sıra Türkçe'ye çevirisinden de kaynaklandığı düşünülebilir. A Midsummer Night's Dream'i Bahar Noktası olarak "Türkçe söyleyen" Can Yücel, bu oyunda da aynı "çeviri" yaklaşımını benimsemiş. Ancak, masalsı, büyülü uzamların kullanıldığı bu gibi yapıtlarda günlük dilden uzak, daha şiirsel, gizemli bir dil kullanımının oyunu tamamlayacağını söylemek yanlış olmaz.
a
Bir diğer okuma ise iyilik/uygarlık ile kötülük/ilkellik ikilemleri çerçevesinde yapılabilir. Alışılagelmiş ve önyargılı bir şekilde iyi olan medeniyetle özdeşleştirilirken kötü de ilkel olanla ilişkilendirilir. Ama Shakespeare "uygar" İtalyanların iktidar hırslarından dolayı birbirlerine yaptıkları haksızlıkları, hatta düşmanlarını öldürmeye teşebbüs etmelerini, cinsel azgınlıklarını sergileyerek kötülüğün medeni sayılan toplumlarda da varolduğunu gösterir. Kötülük, uygar ya da ilkel, her insanın doğasında vardır. İlkel, doğa adamı Kaliban'ın içinde de vardır: Miranda'ya tecavüz etmeye yeltenir; Prospero'nun iktidarına son vermek için iki kazazede İtalyanla onu öldürmek üzere iş birliği yapmaya kalkışır, vs. Yıllarca babasından başka insan görmeden adada büyümüş olan Miranda ise "uygar" İtalyanlar ve "ilkel" Kaliban arasında bir yerde, medeniyet ve doğanın ortasında durmaktadır. Hem babasından tahsil terbiye almış uygar bir genç kızdır hem de Ferdinand'ı görür görmez cinsel dürtülerine yenik düşebilen bir doğa yaratığıdır.
yorumuyla sevimlilik ve sıcaklıktan eser yok. Ariel, insanlara görünmeden onları izlerken ölümlüleri hiç bir zaman anlamayacağını düşünüyor olabilir ama yine de ifadesinde bir sıcaklık beklemek Shakespeare'in çizdiği karaktere ters düşmez. Ayrıca, Kaliban Prospero'nun emrettiği işleri yarım yamalak yaptığında Ariel onun arkasından usulca yaklaşıp çimdik atarken ne kadar sevimli olabilirdi. Hele üç ayrı oyuncu tarafından canlandırılan bu karakterin dişi halinde giydiği aşırı ciddi siyah kostüm ve takındığı sert ifade Shakespeare'in Ariel'inden ne kadar da uzak. Oysa, Ariel'in bedensiz varlığını tanımlayan ve "air'7 "hava"yı çağrıştıran ismiyle uygun bir kostüm seçilmesi daha yerinde olurdu. Bu durumun yönetmenin yorumundan mı yoksa kostüm sorumlusu Nikola Toromanov'un yaklaşımından mı kaynaklandığı belli değil. Kaliban'ın da yorumlanışı tatminkar olmaktan uzak. Karşımızdaki Kaliban ne sesiyle, ne görüntüsüyle olması gerektiği kadar ilkel ve yabanıl bir canavarı andırıyor . Yönetmen Gardev'in bir diğer karakteri daha yorumlayış biçimine katılamayacağım; o da, Prospero'nun oldukça genç bir adam olarak ele alınması.Bu karakter, oyunu bilmeyenler tarafından, rahatlıkla Miranda'nın sevgilisi olarak düşünülebilecek kadar genç bir oyuncu tarafından canlandırılıyor. Üstelik ilk sahnede Prospero'nun kızına yaklaşımı da şefkat içermekten çok, cinsellik kokuyor. On iki yıldır her hangi bir başka kadın bulunmayan bir adada yaşadığı düşünülecek olursa bu durumun ensest bir ilişkiyi akla getirdiği de söylenebilir. Zaten bu yaklaşıma yurt dışında başka birkaç yönetmen tarafından daha önce rağbet edildiği biliniyor.
pe cy
Oyun görünüşte mutlu bir sonla biter; adaya sevgi ve barış gelmiş, düzen yeniden kurulmuştur. Ne var ki, karmaşık bir kişilik olan Prospero'nun düşmanlarını bağışlamasını samimi bulmak zordur. Yazar Shakespeare yukarıda belirtildiği gibi bir bakıma büyücü Prospero ile özdeşleştirilebiliyor. Böylelikle, Prospero'nun büyücülüğe ve adaya kendisinin de yazarlığa ve dünyaya veda ederken olmuş bitmiş şeyleri arkada bırakarak tutkulardan arınmış, bağışlamayı öğrenmiş olgun birer insan olarak "mekan değiştirmenin" öneminin altını çizmek istiyor belki. Ancak, yeni kurulan bu sözde huzur ortamı pek inandırıcı gelmiyor. Düzenin, sadece bir kez daha bozulana dek kurulmuş olduğu izlenimi insanın kafasının içinde bir yerlerde varlığını koruyor .
Adana Devlet Tiyatrosu bu oyunu genç Bulgar yönetmen Javor Gardev'in yorumuyla sahnelemiş. Kültürlerarası iletişimin ve mesleki görgü ve bilgi alışverişinin ne denli önemli ve yararlı olduğu yadsınamaz. Ancak, Gardev'in yorumunun yerinde ve başarılı olduğunu söylemek zor. Öncellikle, Shakespeare oyunlarının avante-garde bir yorumla sahnelenmesine karşı olmadığımı belirtmeliyim. Modernleştirilmiş Shakespeare sahneye koymak yeni bir uygulama değil. Hatta ünlü öncü yönetmen Amerikalı Lee Breuer 1982'de NewYork Shakespeare Festivali'nde sahneye koyduğu Fırtına'da punk bir Kaliban ve dişi bir Ariel yorumuyla epey ses getirmişti getirmesine de oyun genelde olumsuz eleştiriler almıştı. Sırf "yenilik" olsun diye yapılan işlerin biraz eğreti durduğunu söylemek lazım.
Bu oyunda da Gardev'in öncellikle oyunun komik unsurlarının altını yeterince çizmediğini düşünüyorum. İtiş kakışlarda farsa yeterince yer verilmiş. Ancak, oyunun romantik komedi yönüyle karanlık yönleri arasında bir denge kurul(a)mamış; ibre ikinciden yana kayıyor. Ariel'in komediye katkısı ziyan edilmiş. Bir Yaz Gecesi Rüyası'nda kendi gibi doğa üstü ve şakacı bir yaratık olan Puck'ı anımsatan Ariel'de Gardev'in
Tabii ki çok gösterişli ve gerçekçi bir dekor tasarımı, oyunun modern yorumuyla örtüşmeyeceğinden, kullanılması beklenemez. Ne var ki bu yapımda adanın doğal ve büyülü ortamının da yeterince yansıtıldığını söylemek mümkün değil. Denizcilerin içinde debelendiği bir avuç suyun dışında izleyicide denizi çağrıştıracak her hangi bir renk bile kullanılmamış. Yanlış algılamadıysam iç ve dış mekanlar iç içe tasarlanmış. Adanın sahilleri olduğunu düşündüğümüz sular geminin içinde yer almakta. Bu mekan ise kahverengi paneller ve lombozlar çevrelenmiş boş bir alan; sadece tavanda çok sayıda pervane kullanılmış. Pervaneler zaman zaman birlikte dönüyorlar. Simgesel olarak oyun kişilerinin içlerindeki ruhsal fırtınaları yansıtıyor olabilir. Ziyafet sofrasının basit bir düzenekle gözden kaybedilişi başarılıysa da üç pagan tanrıçanın ruhlarının boşlukta bir sağa bir sola sallanışları çocuk oyunlarını hatırlatıyor. Ses efektlerinin de başarılı olduğunu söylemek zor; gök gürültüsü ve dalga sesleri sadece gürültü olarak algılanıyor. Bu oyunda müzik ve şarkılar çok önemli tamamlayıcı unsurlarken oyunun romantik ve pastoral yönünü yansıtmaktan uzaklar; daha çok karanlık bir şeylerin altını çiziyorlar. Sonuç olarak,oyunun yönetmeni, dekor/kostüm tasarımı sorumlusu ve müziğinden sorumlu olan üç Bulgar misafir sanatçının birbirini tamamlayan, ancak oyunun özüne yakın durmayan yorumlarının pek yerinde olduğu kanısında değilim. Bence bu oyunu seyredilir kılan unsur Adana Devlet Tiyatrosu oyuncularının coşkulu bir iş çıkarmış olmaları. Kendilerini kutlamak gerek©
Fotoğrafların
Dili
Zengin Mutfağı Öngören
pe
cy a
Vasıf
Tiyatro: Sivas Devlet Tiyatrosu Yöneten: Ahmet Mümtaz Tayları Sahne Tasarım: Sertel Çetinel Giysi Tasarım: Funda Çebi Işık Tasarımı: Zeynel Işık Yönetmen Asistanları: Taner Turan, İsmet Numanoğlu, Menekşe Bendeş Oynayanlar: Arif Yavuz, Banu Manioğlu, Taner Turan, Ozan Uçar, A. Tolga Çiftçi.
Merhaba Yaşayan dilde nitelendirme ile sıfatlandırma yakın akrabadır. İnsanlar herhangi bir durum, olgu ya da olaya ilişkin bir nitelemede bulunduklarında, nitelemelerini bir de sıfatlandırarak ifadelerini güçlendirmek isterler. Faşizm; bir düşünce, eylem ya da yaşam biçimi olarak, onu reddedenler tarafından özünde bir korku ve tehdit sistematiği olarak nitelendirilir. Bu nedenle olsa gerek bir dönem siyasi argoda sözcük yapısı bakımından bir "ad" olan "köpek", bu "izm"i benimseyenlerin önüne karşıtlarca "sıfat" olarak konuluyor, "faşizm" ve "köpek" sık sık birlikte anılıyordu.
pe cy
a
Faşistlerin ağababası Adolf Hitler'in de bir köpeği vardı. Has Alman Kurdu! Hitler, gerektiğinde kendi yaşamına kendi elleriyle son verebilmek için bir hap üretilmesi emrini verir. Hap geliştirilir. Çevresindeki kimseye güvenmeyen despot, hapı çok sevdiği sadık köpeğinde dener, köpek kısa sürede ölür. Hitler'in bu hapı kendisi için kullanacak fırsatı bulamadığı biliniyor. Bir anekdot da bizden! 70'li yıllar... Bir işadamının villası ve onun grevci işçilerin üstüne saldırttığı eğitimli köpeği... Adı Paço! O da 'terbiyeli Alman Kurdu'. Paço günün birinde bir biçimde ölür. İşadamı evin bahçesine bir mezar yaptırıp, taşına da "komünist köpekler tarafından şehit edilen ülkücü kurt Paço burada yatmaktadır" yazdırır. İşte belki de bu mezar taşı ve bu villa, sınıfsal çelişkilerin gitgide keskinleştiği bir dönemde Vasıf Öngören'e "Zengin Mutfağı"m kaleme alması için esin kaynağı oluyor. "Zengin Mutfağı" aktardığı "mesel"e ve "mesel"in ağırlığına karşın 70'lerde kaleme alınan politik oyunlar kategorisi içinde belki de en güler yüzlü olanıdır. O dönemin siyasal/toplumsal dinamikleri bireyleri taraf olmaya zorluyor. Baskı altında yaptığı seçimler bireyin kaderini ve çevresi ile olan ilişkisini belirliyor. Öngören, seyirciyi; karşı kutuplar, onların sınıfsal konumlanışları, konumlanamayanlar ve savrulanlarla yüzleştiriyor. Oyun kişilerin üzerinde kavganın dışında kalmaya çalışmanın mümkün
70'li yıllar... Ülke yangın yeri gibi... 15-16 Haziran işçileri hareketi, 12 Mart muhtırası... O deneyimlerden 35 yıl sonra bugün, bel bel globalleşme peşindeki ülkemizin günlüğünde 15-16 Haziranların, 12 martların, 12 Eylüllerin objektif bir değeri yok gibi görünebilir. Ne yazık ki; "hafıza-i beşer nisyan ile maluldür"! Peki günümüzün tek kutuplu dünyasında, ezen/ezilen, yöneten/yönetilen çelişkisi de tarih oldu mu? Aynı çelişkiler bugün ve hatta daha da azgınlaşarak sürmüyor mu? Üstelik el ense çekilecek kutup artık kimseyle teke tek güreşmiyor. Bugün hemen her coğrafyada sırtımızın yere yapıştığı bir güreş minderinde rakibimizi kaybetmiş birer şaşkın pehlivan gibiyiz. Minderde aradığımız hasımlarımızın nesneleri hiçbir zaman er meydanına düşmedi ki.
pe
"Zengin Mutfağı" ülke mutfağında ekmek pişirenlerin hikayesidir. Sığındığı mutfakta varsılları ve onların terbiyeli köpeklerini "semirten" Aşçı Lütfü ve seçimi ile sadece kendisinin değil mutfaktaki herkesin bahtını döndüren Selim ve Zehra ve Seyfi ve Ahmet bize bizim kadar yakınlar.
cy a
olmadığını, olup biteni görmezden gelen, yabancılaşan, korunaklı zannettiği küçük mevzilere sığınan, zengin mutfaklarındaki artıklarla beslenip ve en yakınındakini bile düşman belleyip insan eti ile beslenenleri anlatıyor.
Teke tek güreşmeye alışık pehlivan Lütfü'nün başında hep aynı bela; bahçedeki terbiyeli Alman Kurdu geleni geçeni paralıyor. Pehlivan onu zehirliyor. Ama gidenin yerini daima yenisi alıyor. Lütfü Usta hep "Ya Sabır!" diyerek yaşıyor ve soruyor; "Ne Yapayım?" Pehlivan Lütfü dünyaya hala soran gözlerle bakıyor.
Sizce ne yapmalıyız? İtleri köpekleri sineye mi çekmeliyiz? Önlerine bir parça et mi atmalıyız? Cebimizde zehirle mi gezmeliyiz? Yoksa köpekleşmeden, sürüye katılmadan onurla yaşayabilmek için akla şırınga edilmek üzere bir panzehir mi üretmeliyiz? O panzehir; kolektif bir akıl ve ortak bir bilinç mi olmalıdır? Ne dersiniz? İyi seyirler... Ahmet Mümtaz Tayları Yönetmen / Şubat 2005 / Sivas
Hey gidinin Efesi
pe
cy
a
Aydın'ın Tiyatrosu
> M. Sadık Aslankara
Ormancılar, dağların doruklarını kendilerine yurt tutmuş ardıçların, "kuşların marifeti" olduğunu söyler, şaşakalırsınız... Kuşların, ardıç tohumlarını bir açıdan çimlendirip gövdelerinden öyle attıklarını, ardıçların ancak bu yolla çoğalabildiğini dinlediğinizde kulağınıza inanamazsınız... Teknik anlamda ardıç fidanı üretiminin şu son yıllarda ancak başarılabildiğini de ekleyeyim buna... Ama ben sözü bir başka yere getirmek istiyorum... Çünkü ardıç örneği, kuşları zorunlu kılıyor. Oysa kentte, kırda, dağda, bayırda kuşların bu türdeki marifetleri sayılamayacak denli çok... Bakıyorsunuz öncesinde, çevresinde herhangi bir örnek bulunmazken farklı türde bir fidan boy verivermiş... Kentlerdeki tiyatrolar da öyle! Anadolu'nun ücrasında apansız bir tiyatro hareketi başlayıveriyor, çığ gibi büyüyüp gelişiyor, sonra yoğunlaşıp sıkılanıyor; derken bakıyorsunuz dal budak salıp ulu ağaç oluyor...
Komşu kentlerde, Anadolu'nun öteki köşelerinde nasıl yaşanmışsa bu, Aydın'da da görebilmek olası elbette bunu... Hatta bu söylediklerimi, başka benzerlerindeki gibi bir kitabın sayfalarından heyecanla okuyabilmek de olanaklı... Yalçın Dinçer'in Öyle Bir Sevda ki.. (2002) adlı kitabı gözden geçirildiğinde bu gerçek bir kez daha kapısını çalıyor insanın... Bilim, sanat, düşünce, siyasa vb. tüm alanlarda olduğunca tiyatro da kahramanlara gereksinim duyuyor çünkü...
Nitekim bu yönde Ordu'da, yüz yıl öncesine geri giden çok somut adımlarla karşılaşılabiliyor... Ben kendi payıma bu türde adımlara, andığım yörede de rastlanacağı görüşündeyim... Ah üniversitelerimizin tiyatro bölümleri! Ne desem size? Kaç kezdir yazıyorum, Anadolu'nun çeşitli kentlerinden gelip de tiyatro bölümüne kaydını yaptıran öğrencilere kendi yörelerindeki tiyatro tarihi, birikimi araştırması ne diye verilmiyor tez olarak, ödev olarak? Bundan sonraki ilk yazımda, sorumluluğu bu kez sizlere yüklemek niyetindeyim, haberiniz olsun!
cy a
İşin tuhaf yanı, bu kahramanlara duyulan gereksinim bir yana yurdumuzda tiyatronun hâlâ, ancak böylesi kahramanlarla sürdürülebiliyor olması! Hoş, dünyanın pek çok yerinde de böyle sürmüyor mu bu? Sözünü ettiğim kahramanlar, kuşların taşıdığı birer tohum gibi uygun ortam bulduklarında filiz verip yeşeriyor, derken serpilip kendilerinden sonra geleceklere el veriyor, ötesinde minik tohumlara kol kanat geriyor...
kitaplarından biri sayılabilecek Halkevleri Tiyatro Çalışmaları'na (Kültür Bakanlığı Yayını, 1998) göz atıldığında gerek Aydın'da gerekse Nazilli'de halkevi tiyatro çalışmalarının 1933-34 tarihlerinde dorukta görünmekle birlikte, öteki yıllarda çok cılız, hatta deyiş yerindeyse silik kıpırdanışlarla adeta "geçiştirildiği" gözleniyor... Söke'de bu da yok! Ne var ki, köklü bir kent kültürü araştırması yapıldığında andığım coğrafyada, en azından Rum gençlerince başlatılmış, sürdürülmüş, sonrasında bizim gençlerimize geçmiş bir tiyatro etkinliğinin olamayacağı pek akla yatkın görünmüyor bana!
pe
Aydın'daki kent tiyatrosu hareketini, Çine özelinden kalksak da genel bağlamda değerlendirebilmek olanaklı yine de. Çine dendiğinde, Şükran Güngör'ü anımsamamak olur mu? Böyle söylendiğinde 1940'lara geri gitmek gerekiyor... Çine'de sahneye çıkan gençlerin arasında 1940'larda Şükran Güngör, 1950'lerde Yalçın Dinçer de var çünkü... Yalçın Dinçer, Çine'de tiyatronun ilk kıvılcımlandığı tarih olarak 1928'i veriyor. Başlatıcı olarak da "iki Nihatlar"dan yani bir çift kahramandan söz ediyor: Nihat Tüzmen, Nihat Erol... Kuşku yok ki bu, çok erken bir tarih. Yalnız Çine değil tüm Aydın, yani onun Nazilli, Söke gibi gelenek oluşturmuş büyük, köklü ilçeleri için de geçerli. Nurhan Karadağ'ın, alanında temel başvuru
Çine'deki, Aydın'daki tiyatro tarihinin yaşayan bir anıtı var: Ali Rıza Coşkun... "Çine'de en uzun süre tiyatro çalışması yapmış çok başarılı bir tiyatro oyuncusu" aynı zamanda... Yalçın Dinçer'e 1928'den kendi sahneye çıktığı 1958'e dek bütün belgeleri, bilgileri aktaran yanıyla da büyük önem taşıyor Ali Rıza Coşkun... Umarım Dinçer, sözlü tarih bağlamında sesli, görüntülü kayıt da yapmıştır. Yalçın Dinçer'in tiyatro tutkusu, "İz bırakmadan yürüyeceksen, boşuna yorgunluk. Kendin için yaşayacaksan, yazık o anlamsız hayata. Toplum için yaşamalısın. En büyük ibadet, topluma bir şeyler
verebilmektir," diyen babası Ali Dinçer'den geçiyor. Çünkü baba Dinçer de "sahne tozu" yutmuş biri. 193839'da Çine Halkevi Temsil Kolu'nun eylemli oyuncusu... Hemen ardından 1940'larda Şükran Güngör sahneye çıkıyor, tüm dikkatleri üzerine çekmekte gecikmiyor tabii. Bu arada eklemek gerek: Şükran Güngör'ün babası Nuri Güngör, tam da bu yıllarda belediye başkanlığı, halkevi başkanlığı yapıyor... Hatta bunun ötesine geçip halkevinin turne temsillerine bile katılıyor.
geliverdik? Durun durun, bir iki söz daha edeyim bu araya serpiştirilmesi gereken... Sözgelimi Yalçın Dinçer'in eylemli olarak yaptıklarına Hidayet Sayın'ın yine yaklaşık aynı dönemlerde oyun yazarı olarak kattığı enerji, 1960' lar boyunca yine bu doğrultudaki emekleriyle Aydın yerleşiği Muzaffer İzgü'nün oyunları, Coşkun Kemer'in on yıllarca Aydınlılara sunduğu oyunlar eklenmeli bunların arasına... Sonrasında Aydın'da altı yıldır düzenli perde açan Aydın Belediyesi Şehir Tiyatrosu'na gelinebilir herhalde. 1999'da kurulan Aydın Belediyesi Şehir Tiyatrosu, bugün Şükran Güngör Sahnesinde düzenli perde açan bir topluluk. Dönemin Belediye Başkanı Hüseyin Aksu'nun sahip çıkması, Belediye Meclisi üyeleri sanatsever, ötesinde sanatla içlidışlı insanlar Nükhet Temizer'in, Mehmet Aydın Kuyumcu'nun, yazar Hüseyin Akdemir'in verdiği tam destekle ilk Genel Sanat Yönetmeni olarak Yalçın Dinçer'in göreve getirildiği ciddi bir "kent tiyatrosu" örneği. Günümüzde de bu destek sürerken, bugünkü belediye başkanı İlhami Ortekin'in de topluluğa tam destek verdiğini eklemek gereği duyuyorum.
Neden bunca üzerinde duruyorum Yalçın Dinçer'in? Güner Sümer'in, Bozuk Düzen'de kahramanına söylettiği o sözü bir kez de şuracıkta anayım: "Bir insanı sevmek için ille ölmesini mi beklemek gerek?" Ben tüm Aydınlılara, Yalçın Dinçer gibi önemli bir değerleri olduğunu anımsatayım istiyorum o kadar...
Perde açtığı 1999'dan bu yana her yıl hem yetişkinlere hem çocuklara oyun sergileyen, düzenli perde açan, kent içinde kurulu gişeleriyle her an seyirciyle ilişki içinde olan topluluğun Sanat Yönetmenliğini 2004 Temmuzundan bu yana Haluk Işık üstlenmiş bulunuyor. Işık'ın, yeni kuşak önemli oyun yazarlarımızdan biri olarak da önemli bir enerji ekleyeceğini düşünüyorum Aydın'daki kent tiyatrosu örneğine...
pe
cy a
Bu bilgilerden anlaşılacağı gibi Aydın'da tiyatro, bir bakıma Çine'de mayalanarak gelişiyor, dal budak salıp günümüze geliyor... İşte Yalçın Dinçer, bu mayalanmanın ortaya çıkardığı bir değer, Çine kadar tüm Aydın'ın, üzerinde önemle durulması gereken bit altın madalyası, kültür anıtı. Ama o, yalnızca bu birikime yaslanarak, bunun rüzgârıyla gelmiş değil bugünlere... Neredeyse çocuk yaşlardayken mahalle arkadaşlarına sergilediği orta oyunlarından süzülüp on yıllar boyunca sahneye çıkarak, oyunlar sahneye koyarak, tiyatro için tüm bir yürekle çabalayarak bugünlere ulaşmış...
Yalçın Dinçer, babadan aldıklarıın kendi oğluna da aktarmış... Nitekim Burak Dinçer Aydın Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda sahneye çıkıyor günümüzde... Birden Aydın Belediyesi Şehir Tiyatrosu'na mı
Yalçın Dinçer, bir kıyıda elleriyle büyüttüğü bu fidanın ileriye doğru nasıl boy attığını izleyip bunun mutluluğunu sürüyor şu günlerde... Ama oğul Dinçer,
sahnede yine... Hazır söz buraya gelmişken günümüzde topluluğa emek verenlerin adlarını da anayım tek tek İlk olarak Genel Sahne Amirliğini de sürdüren Umut Kaya ile Halkla İlişkiler Genel Koordinatörü Atakan Aktaş'tan söz edeyim... Öylesine uyumlu çalışıyor ki Kaya-Aktaş ikilisi, görebildiğimce çok büyük katkı sağlıyorlar Aydın Belediyesi Şehir Tiyatrosu için... Sonra öteki oyuncular: İrem Akçay, Şeniz Karaöz, Murat Uysal, Seval Doğan, Suzan Akdemir, Cafer İlhan, Mesut Çınar, Özlem Çolak, Oğuzhan Erdemir... Topluluğun teknik hizmetlerini ise Yaşar Serindağ'la Semayir Karakaya üstleniyor. Topluluk, 2004-2005'te Faruk Erem'den M.Ahmed Yuvanç'ın oyunlaştırdığı Haluk Işık'ın yönettiği Bir Ceza Avukatının Anıları'nı sergilemeye koyuldu. Oyun büyük ilgi gördü. Şair Ahmet Zeki Muslu, şu satırlarla övdü oyunu: "Bu oyunu ilk kez AST tarafından sahnelendiğinde seyretmiştim. AST oyuncuları, idam sehpasını çağrıştıran üç kalas ile sahneye çıktıklarında, ülkemizde on iki eylül rejiminin uzantısı hâlâ sürüyordu ve idam cezası henüz kalkmamıştı. Oyunu yüreğim burkularak, heyecanlanarak izlemiştim. / Aynı duyguları Haluk Işık'ın yeniden yönettiği ABŞT oyununda da yaşadım."
pe
cy a
Böylesine büyük başarı sergileyen topluluk üyeleriyle Aralık ayında birlikte olmuştuk Aydın'da... Gözlerim yaşararak genç kardeşlerimi izlemiştim, yüreğim gümbürdeyerek... Ama ben döndüm, oyunun öğrencilere gösteriminin valilikçe sakıncalı bulunduğu haberi geldi gazetelere. (Bak.: Cumhuriyet, 17.12.2004) Üzülmez miyim? Ama işte orada, o sahnede güller açmaya devam ediyor... Aydın'ın yeni efesi, tiyatrosu, Şükran Güngör
pe
cy
a
Yeşil Gece 30 Yıl Sonra Sahnede
> Figen Adıgüzel > fıgenadiguzel@tiyatrodergisi.com.tr
Yeşil Gece'nin 30 yıla yayılan öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Mustafa Kemal Atatürk, Reşat Nuri Güntekin'den, gericiliğe karşı Cumhuriyet'i savunan bir roman yazmasını istemiş. Yazar, Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği üzerine 1928 yılında yazmış Yeşil Geceyi. Ergin Orbey'in önerisi üzerine de 1974 yılında Tuncer Cücenoğlu oyunlaştırmış. 1978 yılında Devlet Tiyatroları repertuvarına alınmış. Oyun 1979 yılında Ankara Devlet Tiyatroları 'nda sahnelenmek üzereyken; yönetim değişikliği nedeniyle bu uygulama hayata geçirilememiş. Yeşil Gece bundan 10 yıl kadar önce de Trabzon Devlet Tiyatroları 'nda sahnelenmek üzere afişlerde duyurulmuş ama dönemin koşulları gereği yine bir girişimde bulunulamamış. Yeşil Gece Devlet Tiyatrosu repertuvarına alınmasından ancak 25 yıl sonra seyircilerle buluşabildi. Yeşil Gece roman olarak yazılmasından 75, oyun olarak 30 ve Devlet Tiyatroları repertuvarına alınmasından 25 yıl sonra, oldukça uzun bir yolculuktan sonra adresine; tiyatrosuna, Ankara Devlet Tiyatroları 'nda kavuştu.
Ankara 'da keyifle izlediğim Yeşil Gece oyununun, yönetmen yardımcısı Oktay Dal ve Yeşil Gece 'de Hafız Eyüp rolünü üstlenen İlhan Kantarcı'yla Yeşil Gece'yi konuştum. Reşat Nuri Güntekin'in "Yeşil Gece" isimli romanını Tuncer Cücenoğlu oyunlaştırmış. Ankara Devlet Tiyatroları'nda Murat Karasu'nun sahneye koyduğu oyunda sizde yönetmen yardımcısı olarak çalıştınız. Yeşil Gece'nin öyküsünü bize anlatır mısınız? O.D: Biliyorsunuz "Yeşil Gece" oyununun 30 yıla dayanan bir geçmişi var. Tuncer Cücenoğlu oyunlaştırmış, daha sonra Devlet Tiyatroları repertuvarına kabul edilmiş, ama bir türlü oynamamış. Bütün bunlar geçtiğimiz 30 yıl içinde olmuş. Murat Karasu ile 90 'lı yılların başında tanıştık. Bursa'da bir oyun çalıştık birlikte. O zamanlardan ben, Murat Karasu'nun Yeşil Gece'yi sahnelemek istediğim hatırlıyorum. Bir de Murat Karasu ile Tuncer Cücenoğlu arasında şöyle bir ilişki var; o yıllarda Devlet Tiyatrosu'nda dikkat çekmemiş, o zaman için yönetmenlerin sahnelemeyi tercih etmediği oyunları, ilk önce Murat yaptı. "Kör Döğüşü", "Kadıncıklar" bu oyunlardandır. Tuncer Cücenoğlu oyunlarıyla Murat Karasu rejisinin sanki bana göre, adı konulmamış bir yakınlığı var.
Oyunda yapılan koreografı çalışması da rejiyi oldukça ön plana taşıyor. O.D: Sevgili Cihan Yöntem yardımcı oyuncularla yaptığı çalışmalarda, özellikle ön oyun için o kadar anlatımcı bir dans çıkarttı ki ortaya; aslında bir takım spot replikler ve küçük diyaloglarla yazılmış olan ön oyun, hiç söze gerek duyulmayan bir hale geldi. Ve bu anlatım diğer sahne bağlantıları için de vazgeçilmez oldu. Evet bu anlamda reji biraz daha ön planda kalıyor. Oyunda kullandığınız dekorunuzdan biraz bahseder misiniz? Kullanım açısından zorluklar çektiniz mi? O.D: Dekorumuz bizi çok zorladı. biraz hayal kırıklığına uğrattı. Birincisi, hayal edilen dekor ne yazık ki uygulamaya koyulamadı. Hazırlanan maket, tam hayal ettiğimiz gibiydi. Biz maketin birebir hayata geçirileceğini beklerken; gerek malzemenin kullanımından, gerekse sahnenin üzerine tam uyum sağlanamamasından, bir takım değişiklikler yapmak zorunda kaldık. Oyun, Ali Cem Köroğlu'nun yaptığı tasarıma göre; Anadolu'nun herhangi bir yerinde, kazı alanında, bütün o medeniyetlerin izlerinin olduğu bir alan üzerinde oynanacaktı ama hayal ettiğimiz gibi olamadı maalesef. Onun dışında, teknik olarak oyuncunun yürümesinde riskler var. Çok hızlı hareket ederken ayağınız kayabiliyor, düşebiliyorsunuz. Ama biz alıştık bu risk de büyük bir oranda engellendi.
pe
cy a
Okuduğum metin ile sahneye yansıyan metin arasında oyundan ayrılacak kadar değişikliklerle karşılaştım. Ubeyt karakterini metne göre tam zıt karakteri izledik sahnede. Özellikle de metinde oyun medresenin yıkımıyla bitmesine rağmen sahnede bu sahnenin sonrasına sahneler eklenmiş. O.D: Murat metni aldığı zaman üzerinde bir takım değişiklikler yapmak üzere Tuncer Cücenoğlu'ndan izni alıyor. Cücenoğlu'nun bir konuda itirazı oluyor, o da sizin de dediğiniz gibi Ubeyt karakterinin değişimi konusunda. Ama burada benim Murat Karasu'dan yana bir tavrım var. Çünkü, Murat yaptığı bütün değişikliklerde romana sadık kaldı. Evet oyunda final sahnesi yok. Oyun medresenin yıkımıyla bitiyor. Bizde oturduk, şunu tartıştık : "Bizim davamız bu mu, bu oyunu yaparken medreseyi yıkacağız yerine okul yapacağız, her şey güllük, gülistanlık mı olacak? Oysa roman böyle bitmiyor. Baş karakterimiz Şahin Bey'in söylediği cümleyle bitiyor 'Devrimler bir günde olmuyor'".
Siz "Yeşil Gece"nin hem oyuncusu hem de yönetmen yardımcısısınız. Çalışmalarda zorlandınız mı? O.D: Evet epey zorlandım aslında. Hem yönetmen yardımcısıyım aynı zamanda bir rol oynuyorum. Ancak; şöyle bir faydası olduğunu da inkar edemem, kendi sahnelerimin dışında her şeye dışardan ben de baktım. O zaman, oyunun konseptini, gideceği yeri daha iyi görebildim. Sahneye çıktığım zaman bazı sahnelerde de çok zorlandım. Fakat diğer taraftan da yardımı oldu. Rolümü dışarıdan görebildim. "Ben oynamasaydım da bir başkası oynasaydı Necip karakteri nasıl olur du?"nun, cevaplarını aldığımı düşünüyorum.
Peki bu romanı oyunlaştıran Tuncer Cücenoğlu'nu yok saymış olmuyor musunuz? O.D: Ben haksızlık değil, daha çok oyunun meselesini daha iyi anlatması adına birtakım değişiklikler yapıldığını düşünüyorum bu konuda. Çünkü elinize aldığınız oyunun bir romanı var. Romanın ne söylediğini de düşünmemiz gerekiyordu. Eklemeler, çıkartmalar doğru yerlere yapıldığı için Cücenoğlu buna hayır demedi. Siz oyununuzu yazarken, elbette ki; bir dünya kuruyorsunuz. Fakat yazdıktan sonra yönetmenin dünyası da giriyor işin içine. Bana göre her reji bir yeniden okumadır. Eksik bulursanız ya da demek istediğimizi tam olarak anlatmıyorsa, değiştirebilirsiniz metni. Tabii ki, metnin aslında ne söylediğinden kopmadan. Gerekli değilse bütün sözleri de atabilirsiniz. Zaten Tuncer Bey de oyunda oynanan şekliyle son derece etkili bulduğunu ve değişikliklerin yerinde olduğunu oyunu her izleyişinde belirtti bizlere.
Yeşil Gece'de Hafız Eyüp rolüyle çok başarılı bir oyunculuk sergiliyorsunuz. Hafız Eyüp'ten bahseder misiniz. İ.K.: Oyunun mesajına dikkat edin. "İşte bu insanlar yüzünden gerçek dindarlar kandırılıyor, işte bu insanlar yüzünden çağdaş Türkiye'nin önü tıkanıyor, işte bu insanlar yüzünden bugünkü medeniyeti kaçırma durumundayız. Ey insanlar, ey izleyici dikkat et! problem burada" denmesi gerekiyordu ama; ben tersine biraz sempatik oldum. Bunun böyle olmasındaki, böyle yapılmasındaki neden bazı şeylerin altını çok kalın çizgilerle çizmeme kaygısıdır. Böyle olmalı mıydı? Hayır. Daha sert görünümlü daha agresif olabilirdi. Ama önemli olan, bir oyuncunun, yaptığı her işi sevmesi ve inanmasıdır. Çok teşekkür ediyorum.
> YANIT > Sündüz Haşar
Demirkanlı'ya Gecikmiş Bir Yanıt
"Tunç İki Gözüm" Nerede?
Sayın Mustafa Demirkanlı, birkaç sayı evvel, Muhsin Ertuğrul'un Tunç Yalman'a yazdığı mektuplardan oluşan "Tunç, İki Gözüm" adlı kitaba ilişkin sorular sormuştu bana. Ama pek çoğunuzun bildiği gibi, yakın zamana kadar İzmit'te başımıza gelenleri, pişmiş tavuğun başına gelenlerden ayırmaya çalıştığımızdan, yanıtlamaya zaman ve gayret bulamamıştım. Ancak, Demirkanlı'nın sorusu "Tunç İki Gözüm'e dair, uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bir yazıya fırsat verdi. Teşekkür ederim. Önce kitabın hazırlanış öyküsünü kısaca anlatmalıyım. Böylelikle, etrafında dönen tartışmalar nedeniyle orasından burasından, eksik gedik bilinen süreç açığa kavuşsun. Devlet Tiyatroları'nda tuhaf günlerdi. Genel Müdür Sayın Lemi Bilgin, yurtdışında turnedeyken bakan tarafından gönderilen bir yazıyla görevinden alınmış, Rahmi Dilligil vekaleten atanmıştı. Ben de imzalanmasından sorumlu olduğum bir sözleşmeyle ilgili sorun çözüldükten sonra, aktif görevimden istifa etmiş, dramaturgideki asli görevime dönmüştüm. O günlerde pek çok DT çalışanının yaptığı gibi, aktif görev kabul etmeksizin çalışmayı tercih etmiştim. Dönemin başrejisörü Ferdi Merter çağırıp, Sevgili Tunç Yalman'la tanıştırdığında durum böyleydi. Tunç Bey elinde mektuplarıyla çok heyecanlı ve umutluydu. İşi bana kısaca anlattı, öncelikle istediği, kitaba bir isim bulunmasıydı, tabii sonra da yayına hazırlanması. Kültür bakanı ile bir yemekte karşılaşmışlar, Tunç Bey Muhsin Ertuğrul'un kendisine yazdığı mektupları kitaplaştırmayı istediğini söylemiş, bakan da, 'bunu biz yapalım' demişti.
pe
cy
a
Başlangıç olarak, İstanbul'da Ayten'le (Uncuoğlu) birlikte çalışmışlar, mektupları tarihlerine göre düzenlemişlerdi. Muhsin Bey'in elinden çıkmış o kağıtlar benim için bir kutsal emanet gibiydi. Tunç Bey'le biraz konuştuktan sonra, bir takvim belirledik, hemen çalışmaya başladık. Önce mektupların birer kopyasını aldık. Orjinalleri üzerinden geçen uzun yılların etkisini taşıyorlardı zaten, çalışırken başlarına bir şey gelsin istemedik. Hepsini elden geçirdik, tek tek inceledik. Olayları, kişileri açıkladı Tunç Bey, ben notlarımı aldım. (O notları mektupların birer kopyasıyla birlikte hala saklarım.) İçeriği Tunç Bey belirledi. Danışmasına rağmen, onun önerdiği hiçbir belgeyi ve bilgiyi çıkarmayı düşünmedim. Sonuçta bu kitap iki kişi arasındaki bir 'özel tarih'i ortaya çıkaracaktı. Tiyatro tarihimizin bir bölümünün ve Muhsin Bey'in hayatının ince bir gölge gibi altından geçtiği bir 'özel tarih'i... Dolayısıyla o tarihin hangi bilgilerle beslenmesi gerektiğine yalnızca Tunç Bey karar vermeliydi. Adı dışında. Çalışmalarımızın ikinci günüydü -o gece bütün mektupları okumuştum -Tunç Bey'e bir isim önerim olduğunu söyledim. Bana baktı. 'Bir dakika sakın söylemeyin' dedi, bir sigara yaktı. İnce uzun kahverengi sigaraları vardı ve çok az içiyordu. Odada bir aşağı bir yukarı yürüdü, sonra döndü, 'hazırım, söyleyebilirsiniz' dedi. "Tunç, İki Gözüm" dedim. Çok beğenmişti. Sonra nedenini sordu. Kitabı okuyan herkesin fark edeceği gibi, Muhsin Bey, mektuplarına böyle başlıyor: Tunç, İki Gözüm ya da bazen İki Gözüm Tunç. Ama genellikle Tunç, İki Gözüm. "Hiç dikkat etmemişim" dedi. Mektuplara bakınca onun gerçekten Amerika'da ve Avrupa'da Muhsin Bey'in gözleri gibi olduğunu düşünebiliriz pekala. Tunç Yalman, gördüğü oyunları, dünya tiyatrosundan haberleri, öğrendiklerini, yeni bilgileri her şeyi Muhsin Bey'e aktarıyor. Bir de tabii bu kelimeler Muhsin Bey'in, Tunç Bey'e duyduğu muhabbeti ifade ediyor ki, bu bana çok güzel geldi. Artık kim bir başkasını 'iki gözüm' diyecek kadar yürekten seviyor... Aşağı yukarı yayına hazır hale geldiğimizde kitabın bir ciddi eksiği olduğunu fark ettim. Biri bu kitabı sunmalıydı. Muhsin Ertuğrul'u ve Tunç Yalman'ı yakından tanıyan, mektupların değerini anlayabilen biri olmalıydı bu. Tunç Bey'e bu fikrimi söyledim. İlk aklına gelen Şakir Eczacıbaşı oldu. Doğrusu ya bunun için birinden izin almamız gerektiğini filan da düşünmedim. Şakir Bey'le Tunç Bey görüştü. Daha sonra Sayın Eczacıbaşı beni arayarak ne kadar zamanı olduğunu sordu ve de nasıl bir sunuş yazısı düşündüğümü... Şakir Bey yazıyı göndermeden önce bana telefonda okuma zarafetini de gösterdi. İstediğimiz gibi bir yazı olduğuna emin olmak istiyordu. Sonuçta biz işimizi bitirdik. Bana verilen bilgiye göre kitap, Kültür Bakanlığı'nın bütçesinden çıkacak, ama yayınlanması aşamasında sorumluluk Devlet Tiyatroları'na ait olacaktı. Onu layık olduğu biçimde hazırlayacak, parayı da düşünmeyecektik. Biz bu çalışmaları yaparken dizgi sürüyordu. Tasarım konusunda güvendiğim bir ajansla görüştüm, kitabı onlara teslim ettik. Aynur'un (Tangören) yaptığı dizgileri, birlikte düzelttik. Aşağı yukarı 3 günü redaksiyona ayırdığımızı gayet iyi hatırlıyorum. Bu düzeltmenin dışında kalan tek bölüm, kitabın içindeki mini-kitap 'Muhsin Eıtuğrul, Hayatı ve Eserleri'dir. 1943 tarihinde basılmıştı, ve biz onu kitabımızın içine aynen almıştık. Onun dışındaki bütün dizgilerin sorumlusu biziz. Ancak, tasarım sürecinin sonuna doğru, kitabın Kültür Bakanlığı matbaalarında basılacağı haberi geldi. Bu bizim elimizden çok kıymetli bir vakti çekip alıyordu, Şubat ayındaydık ve Kitap 27 Mart'a yetişecekti. Arada bayram tatili vardı, devletin matbaası olduğundan tatil sıkıntısı bayram öncesinden, daha o günlerde başlamıştı. Ajans elindeki kitabı apar topar matbaaya gönderdi. Ancak bu hepimizin canını sıkmıştı. Sonuçtan endişeliydik. Doğrusu ya, bizim endişemiz kitabın görsel sonuçlarına ilişkindi. O günlerde -tam zamanını artık hatırlayamıyorum- Şakir Bey'in yazısıyla ilgili sorular sorulmaya başladı. Daha sonra çeşitli yerlerde yazılıp çizildiği gibi, Şakir Bey'in bir komplosu filan yoktu ortada. Sunuş yazısı fikri bana aitti, Tunç Bey'e bile değil. Tarifi ben yapmıştım, ismi Tunç Bey bulmuştu. Şakir Bey, büyük bir nezaketle nasıl
bir sunuş yazısı istediğimizi bana sormuştu. Kimseye karşı bir komplo içinde filan gibi görünmüyordu. Görüldüğü gibi zaten bu sürece tümüyle kendi bilgisi dışında dahlolmuştu. Benim de, söz konusu görüşmeye kadar kendisiyle tanışmışlığım, görüşmüşlüğüm yoktu, Kültür Bakanı İstemihan Talay'la aralarında bir sorun olduğundan da haberdar değildim. Tunç Bey ve ben bütünüyle kitap ekseninden yürüyorduk. Belli ki o da benim kadar bihaberdi, ikimiz de şaşkınlık içinde, bir sunuş yazısının neden bu kadar sorun yarattığını anlamaksızın bakakaldık. Kimse de bize nezaketen bile olsa 'yazıyı çıkardık' falan demedi. Biz sonucu kitapla birlikte gördük. Sonuçta kitap basılıp elimize ulaştığında, iki eksiği vardı. Şakir Eczacıbaşı'nın sunuş yazısı ve düzeltmeler. Yaptığımız düzeltmelerin hiç biri girmemişti. Nasıl olduğunu bilmiyoruz, ama elimize gelen baskıda yaptığımız düzeltmelerin hiç biri yoktu. Matbaayla ajans arasındaki teknik süreçte bir şeyler aksamış, düzeltmelerimiz kaydedilmemişti. Görsel açıdan da kaygılarımızın tümünün yerinde olduğunu gördük. Kitabın mektup sayfalarına verdiğimiz sepya renk, kir gibi duruyordu. Boyutlar istediğimizden küçüktü, sayfa marjları yeterli değildi, tasarımda verilen ölçülere uyulmamıştı. Bu yüzden hiç de estetik görünmüyordu. Mektupların renkleri çok silikti, özellikle el yazısı olanlar neredeyse okunmuyordu. Sonuç olarak elimize aldığımız kitap bizi çok üzdü. Hem hatalarla doluydu, hem de istediğimiz kadar güzel olmamıştı. Emeğimi değil ama, aklımı ve hevesimi esirgeyerek çalıştığım günlerde, buna bir istisna yapmış, Muhsin Ertuğrul'un hayatından bir kesitin günümüzle buluşmasına aracılık etmek istemiştim. Ama sonuç üzücü olmuştu. Tek tesellim, uzun süredir bu mektupları kitap yapmaya çalışan Tunç Bey'in onu eline aldığı zaman yüzünde gördüğüm sevinç oldu. Çok mutlu olmuştu Tunç Bey. Kitap, DT'nin 50. kuruluş yıldönümünün (5 ay gecikerek) kutlandığı 27 Mart 2000 gününde Büyük Tiyatro'nun fuayesinde görücüye çıktı. Tunç Bey o gün fuayede kitabı imzaladı. Ben o törene katılmadım. Bunun için pek çok nedenim vardı. Arkadaşlarımdan dinledim ne kadar mutlu olduğunu...
pe cy a
Gelelim benim sorularıma... Kitabın yayın haklan Kültür Bakanlığı'na aitti. Bu yüzden de güzelim çalışma ajansın elinden apar topar alınıp, bakanlığın matbaasına gönderilmişti. Üç kuruş tasarruf için yapılan bu hareket, kitabın bütün güzelliğine ve içeriğinin sakatlanmasına malolmuştu. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'nün hazırladığı pek çok kitabın Ajanstürk'te neredeyse tifdruk kalitesinde yapılan baskılarını gördükçe bunun Muhsin Bey'in kitabından neden esirgendiğini düşünüyorum elimde olmayarak. Oysa başlangıcı böyle değildi hikayenin. Tunç Bey, Kültür Bakanı ile bir yemekte karşılaşmış, Muhsin Ertuğrul'un kendisine yazdığı mektupları kitaplaştırmak istediğini söylemiş, Bakan da, 'bu işi biz yapalım' demiş. Peki herhangi bir yerinde kitabın birilerine ait olduğunu gösterir bir ibare var mı? İSBN numarası falan? Kültür Bakanı'nın yazısı olmasa, bakanlıkla ilişkisini kuracak hiçbir kayıt yok. Yani resmi olarak sahipsiz. Peki nerede bu kitaplar? Kitabı basan kurumun yani Kültür Bakanlığı'nın depolarında mı? O sıralarda kitabı hazırlayan olarak bana 5 tane kitap verdiler. Tunç Bey ne kadar aldı hatırlamıyorum. Devlet Tiyatrosu dramaturglarına birer tane dağıtıldı diye hatırlıyorum. Sonrası yok! Demek ki kitaplar fiziki olarak da sahipsiz. Durum gerçekte öyle değil. Kültür Bakanı, Tunç Yalman'a basılan kitapların sahibi olacağını söylemişti. Tunç Yalman da kitapları Handan Ertuğrul'a bıraktı. Bunu da Handan Hanım'a söyledi. Handan Hanım'ı bu yazıyı yazmadan görme şansım olmadığı için iznini alamadığımdan kitapların gelirini ne yapacağını burada yazamayacağım, ama iyi bir kitabeviyle konuştuğunu ve satılması için anlaşma yaptığını biliyorum. Ama sonra kitaplar bulunamadı. Kimse getirip ne Tunç Bey'e ne de Handan Hanım'a kitapları vermedi. Şimdi kitap bir şekilde ortaya çıktı. Birilerinin elinde görüyorum. Ama nereden çıktı, kim buldu, kim dağıtıyor bilmiyorum. Peki bu dağıtan kitabın sahibi olmadığını, bu hakkın Handan Ertuğrul'a verildiğini biliyor mu acaba? Handan Hanım zarafetinden, Tunç Bey de ne yazık ki geçirdiği ciddi rahatsızlıklar nedeniyle kitabın peşine düşmediler, bu sorulan kimselere sormadılar. Lakin bütün bunlar kitabın sahipsiz olduğu anlamına gelmez. Kitabın şu sıralarda içinde bulunduğu deponun (bir faraziye olarak kitapların bir depoda beklediğini düşünüyorum) fiili sahibi olanlar, bilginize sunarım: O kitaplar sizin değil! İhtimal ortada yazılı bir belge olmadığından, dönemin Genel Müdür'ü ve Bakanı gibi konunun tarafları olan kişiler de yetkili makamlarda oturmadığından bilgi de onlarla birlikte gitti galiba... Eğer aklı selim biri bu kitaplara ulaşmayı başarabilirse ve kitaplar üzerinde söz hakkı da varsa, lütfen onları sahibine, Handan Ertuğrul'a versin. Şimdi en azından DT'de sağduyudan eminim, kitaplar Devlet Tiyatroları'nda ise sorun olmayacağına inanıyorum. Hatta benim inancım o ki, kitaplar bulunamıyorsa bile, Kültür Bakanlığı ve Devlet Tiyatroları bu kitabın yayınlanmasından ve Handan Ertuğrul'a eksiksiz tesliminden sorumlular. Bu sorumluluklarını yerine getirmelerini beklemek de galiba hepimizin hakkı... Üzüntüm o ki, kitap bütün bu kargaşanın içinde, gerçek değerini bulamadı. Oysa o mektuplarda bir koca Muhsin Ertuğrul'a ilişkin neler vardı. Mesela Küçük Tiyatro'yu açtığı için gözden düştüğünden sözediyordu. O yirmi yıldır uyuyan binayı bulup ortaya çıkararak bazılarının ihmalini ortaya çıkarmış. Bir başka mektubunda Amerika'da Tunç Yalman'la buluşmayı istediğinden, ama Paris'ten öteye parasının yetişmediğinden sözediyor. O yıllarda hem Devlet Tiyatroları'nın (henüz adı Tatbikat Sahnesi) hem de Şehir Tiyatroları'nın başında Muhsin Bey! 80Terinde istidadlı bulduğu bir genç oyuncunun Londra'da oyun görebilmesi için yardım aranıyor. Ahmet İsvan ona Şehir Tiyatrosu'nun başına yeniden geçmesi için teklifte bulunduğunda heyecanının nasıl yeni oyunlar ve mekanlarla canlanıverdiğini, Genç Osman'ı Yedikule'de sahnelemek üzere yaptığı planlar ve benzeri pek çok şey var o mektuplarda. Bütün bunları konuşmak, Muhsin Bey'in kıymetini bir kez daha anlamak, hayatın ardıllarından aslında neler beklediğini tartışmamız gerekirken, biz o güzelim kitabı nerelerinden tuttuk. Ne diyeyim, umudum, kitabın bir kez daha, eli yüzü düzgün bir biçimde yayınlanması ve tiyatro tarihimiz içinde gerçek yerine oturması.
Aşk, isyankâr ve yırtıcı bir kuştur
pe cy
a
"Carmen"
> Üstün Akmen uskunakmen@ tiyatrodergisi.com.tr
Önce, Prosper Merimee 1845 yılında yazdığı romanda Carmen'i nasıl betimlemiş onu görelim: Etrafı gizem, sihir ve yalan çemberiyle kuşatılmış bir "Femme Fatal". Ölümcül büyüsünü zayıf ve korumasızlar üzerinde kullanmaktan çekinmeyen, amaçlarına ulaşabilmek için cinselliği de dahil olmak üzere her yolu "mubah" gören bir dilber. Kısa boylu, zayıf, genç ve hoş bir kadın. Çok süslü ve parfüm alacak parası olmadığından giysileri baştan aşağı çiçeklerle bezeli. Sürekli kahkaha atar, esprilidir ve her duruma ayak uydurabilecek kadar zekidir. Dostlarına kazık atmaz, özgün ve özgür olmak ister. Jose'nin bencil ve sahiplik isteyen aşkına karşı bu nedenlerle hoşgörüsüzdür. Kader karşısındaki "tevekkülü", öyküsüne trajik bir boyut kazandıracaktır. Şimdi gelelim Bizet'nin opera eserini sahneye taşıyan yönetmenlere. Yönetmenler, Carmen karakterini esas olarak bu güne değin dört öğenin birleşiminden oluşturmuşlar. Carmen halktan biridir; güvenilmez bir aşıktır; ateşli ve tutkuludur, batıl inançları vardır. Bir
Carmen'i diğer Carmen'den ayıran farklar da, zaten oyuncunun bu öğelerden birine öncelik tanımasıyla ortaya çıkmış. Yani bir Carmen ihtirasla dolu, ama kalpsiz bir aşıkken; diğeri daha duygusal, bir üçüncüsü daha avam olmuş. Bazı Carmen'ler Don Jose'ye aşıkmış, Escammillo ile gönül eğlendirmiş; kimileri Escammillo'yu sevmiş, Don Jose'yi sıkıcı bulmuş. Umutların Suya Düştüğü An Yani söylemek istediğim şu: Rejisör kolları sıvadı mı, önce Carmen'in karakterini saptamalı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi yapımı "Carmen"i sahneye koyan Beppe de Tomasi, Ayça Tezer'e her ne kadar: "Carmen'i her sahneleyişimde daha farklı bir Carmen'le karşılaşıyorum. O da benimle birlikte olgunlaşıyor... (Cumhuriyet - 5 Kasım 2004)" demişse de, Carmen karakterini hiç mi hiç saptamadan işe soyunduğunu söyleyerek eleştirmeye başlamalıyım. Oysa, birinci perdenin hemen başında nasıl da umutlanmıştım! Fabrika sireninin ardından meydana çıkan tütün işleyen işçiler bir kızı seyretmek için toplanırlarken, sakin ama baştan çıkarıcı koro gerek ses, gerek Ayşegül Alev'in kostümleri, gerekse kalabalık sahne yönetimi açısından ilerideki sahneler için beni ne kadar da rahatlatmıştı! Hatta, giriş sahnesindeki âmâ adam, çocuklu kadın, rahibe "geçit töreni"ni bile bir anda unutmuştum.
Koro ve Solistler Mutlaka Övülmeli Bütün bu olamazcasına yanlışlar dışında, hatta ve hatta "Toreador Şarkısı" girişinin her iki "casf'ta da baritonlarca mikrofon marifetiyle okunmasının ve de böylece benim bilebildiğim kadarıyla, "saf sanat opera"da ilk kez şike yapılmasının dışında, haydi ondan da vazgeçtim, 3. perdedeki 39 mezürlük Escammillo-Don Jose düetinin "külliyen" yok edilmesinin de dışında, Antonio Pirolli orkestrayı, Fausto Regis de koroyu başarıyla yönetmiş diyeceğim. Diyeceğim demesine de, başarıyı doğal olarak Antonio Pirolli'nin ve Fausto Regis'in sihirli değneklerinde aramayacağım. Aramayacağım, çünkü 1995-1998 yılları arasında tam yetmiş iki kez temsil edilen bir esere eşlik eden orkestra ile koro elbette başarılı olmalıydı. O açıdan değneklerde sihir aramadım. Gökçen Koray ve Yıldız Künutku gibi iki başarılı koro şefi varken, İtalya'lardan getirilen Regis'in işin neresine kuş kondurduğunu ise, temsil boyunca düşündüm taşındım anlayamadım. Resital ile Operanın Farkı Selçuk Borak'ın koreografisi mükemmele yakındı. Behçet Malikler'in dekoruna diyeceğim yok. Ayşegül Alev'e kostümleri için "eline dirlik" diyorum. Ahmet Defne'nin ışıklarına "baştan savma olmuş" dersem ayıp olacak, bari "iyi değil" diyeyim. Gölgeler, gölgelenmeler, karanlıkta kalan bölmeler, çehreler... Teğmen Morales'de Bas Murat Güney, Kaçakçılarda Bariton Şahan Gürkan ile Tenor Çağrı Köktekin (özellikle "Ecoute, ecoute, compagnon"da), Mercedes'te Soprano Deniz Erdoğan, Frasquita'da Mezzosoprano Ayten Telek ses açısından hatasızdılar. Micaela'da Soprano Ayşe Sezerman özellikle "Je dis que vien ne m'epouvante"de doruktaydı. Suat Arıkan'a oyuncu Suat Arıkan olarak sözüm yok da, "Toreador" Şarkısı"nda bana pek rahat değildi gibi geldi. Ya da Suat Arıkan'in alıştığımız ses cömertliği mi yoktu ne! Tenor Efe Kışlalı, Don Jose olarak, ama öncelikli olarak Suat Ankan'la olan "Enfin ma colere" düetinde çok iyiydi. Kışlalı, mutlaka ama mutlaka biraz sahne çalışmalı. Güzel sesini oyunculuğu ile de süslerse varın siz düşünün ilerisini. Opera şarkıcısı, bence, aynı zamanda oyuncu olduğunu asla unutmamalı. Opera sahnesi başka, resital başka. Öyle değil mi ama?
pe
cy a
İkinci perde açıldığında Lilla Pastia'nın tavernasında eğlenen Carmen ve çingene kızların arasında (galiba) Frasquita'mn gitarın sapını avucuyla sıkı sıkıya sıktığını görüp "lahavle" çektim. Yahu, hiç mi gitar çalan insan görmedin be kardeş!.. Ama ne zaman ki Carmen "Nous avons en tete une affaire"i bitirdi ve sahne bir anda kraliçelere bile nasip olmayan büyüklükte bir yatak odasına dönüştü, şaştım kaldım. Yüzbaşı Zuniga'nın gelmesi, çavuşun kılıcına sarılması sonrasında, kalabalık bir çingene grubunun "yatak odası"na selamsız sabahsız dalmasındaysa gülmekle ağlamak arasında kaldım.
tüm "Carmen" temsilleri içinde finali en etkisiz çizilen yapım olarak tarihe geçti.
Rol Çalan Matador Nefes kesici güzellikte bir flüt ve arp solosuna diğer nefesli ve yaylıların da katılımıyla başlayan 3. perde dekorundaki biçem aykırılığına "belki olabilir" dedim de; 4. perdede Beppe de Tomasi'nin Carmen ile Jose'yi arenanın şapelinde önlü arkalı oturtması, Meryem Ana heykelinin diğer tarafına ise, dua eden bir matador yerleştirmesi, matadorun dua etmekle de yetinmeyip heykelin karşısına yürüyüp haç çıkarması, böylece fevkalade "açççık" ve de "seçççik" olarak rol çalması, sinirlerimi havaya kaldırdı. Kendi kendime: "Dur! Oyundan kopma" diye telkinde bulunurken, Carmen elindeki bir demet karanfili havaya fırlattı, sonra yere eğilip toplamaya başladı. Sonra, topladıklarını gene fırlattı, gene topladı, sonra yeniden fırlattı... Bu aksiyona İtalya'da hâlâ "mizansen" mi diyorlar bilemedim, ama tüyümün tüsümün havaya dikildiğini duyumsadım. Hele, hele Jose'nin, Meryem Ana heykelinin göğsünden bir "cisim" alarak Carmen'e saplaması... Hele, hele, hele sahneye kırmızılar içinde bir kız çocuğunun girerek (Carmen'in ruhu trükü mü ne!) Jose'yi elinden tutup dışarıya çıkarması... Gerisini ne siz sorun, ne ben anlatayım. Kader teması kaynadı gitti, Beppe di Tomasi'nin "Carmen"i, (iddia ediyorum) gelmiş geçmiş
Aylin Ateş Denildiğinde Carmen'e can veren Aylin Ateş, benim yıllardan bu yana içimi ısıtan bir ses. Nasıl bir Carmen çizeceğini bilememesi ya da kendisinden nasıl bir Carmen karakteri yaratması istenmemiş olması dışında başarılıydı. Özellikle 1. perdedeki "L'amour est un oiseau rebelle" ve Don Jose'ye gece Lilla Pastia'da manzanilla içerek kendisini bekleyeceğini anlattığı "Pres des ramparts de Seville" aryalarında çok çok iyiydi. Eee... Örneğin işte tam bu aryada, Carmen'in sesinin güzelliği dışında bütün dişiliğini kullanması gerektiğini yönetmen istemezse söylemezse, karakteri nasıl ateşlesin Aylin Ateş! Sesinin kusursuzluğu dışında, "Carmen"de ateşsiz kalmıştı Aylin Ateş©
M İ T O S - B O Y U T Tiyatro Yayınları Yeni Kitaplar/Yeni Kitaplar / Yeni Kitap1ar/Yen i Kitaplar
Yayınladığımız oyun sayısı 500'e ulaştı Dizi No. 187 - BİLGESU ERENUS / Misafir Misafir'de Anadolu esnafının yüzyıllardır kendi sınıfsal dayanışmasından ortaya çıkardığı bir emekçi eğlencesi olan 'Sıra Gösterileri'nden bir örnek sunuluyor. Oyunda, Sıra Gösterileri'nin biçimsel yapısı korunarak çağdaş dünyada günümüz Anadolu halkının itilip kakılışı sergilenirken, kurtuluşunun ancak kendi özgüveniyle gerçekleşebileceği vurgulanıyor.
Dizi No. 188 - OKDAY KORUNAN / İyi Şanslar iyi Şanslar, günümüzdeki kentli insanın öykülerine, anlamsız bir dünya imgesi, iletişimsizlik, parçalanma, değerlerin yitirilmesi, paranın en önemli değer olması noktasından bakarak, bir çöplükte karşılaşmış biri yoksul, diğeri varsıl kesimden iki insanın para ortak paydasında birleşmelerini anlatıyor. iyi Şanslar, simgelere dayanan ve çağrışımlara açık bir oyun.
Dizi No. 189 - SADIK ASLANKARA / Toplu Oyunları 1 Kevser'di / Ev-Ses / Hayal Ustası
cy a
Sadık Aslankara, öykücü, romancı, belgesel sinemacı ve eleştirmen kimliğinin yanında tiyatroya da uzun yıllar emek vermiş bir yazarımız. Kevser'di oyunu, Anadolu kadınlarının günlük yaşam içindeki sıkışmışlıklarını çok yalın bir biçimde yansıtıyor. Ev-Ses oyununda, somutla soyut birleştirilerek, bir ailenin yaşam öyküsü içinde Türkiye'nin yaklaşık son yüz yıllık tarihine eleştirel bir bakış sunuluyor. Hayal Ustası, oyun içinde oyun kurgusuyla, yakın tarihimizdeki olaylar içinde sınıfsal çelişkileri ironik bir öyküyle anlatıyor.
pe
Dizi No. 190 AUGUST STRINDBERG / Toplu Oyunları 1 Matmazel Julie (Ç. Aziz Çalışlar) / Alacaklılar (Ç. Zeynep Avcı) Kadm-erkek çatışmalarını anlattığı oyunları ile tanınan Strindberg'in özyaşamından izler taşıyan, kadın-erkek savaşına ilişkin iki oyunu. Matmazel Julie: Soylu sınıftan ve erkeklere karşı sert davranan bir kadınla, fırsatçı ve zengin olma hayalleri olan uşağı arasındaki tutkulu bir cinsel yakınlaşmanın trajediyle biten öyküsü. Alacaklılar: Bir kadın ile eski kocasının, ayrıldıktan sonra bile yaşam boyu süren, zorlu, acımasız ve ölümüne mücadelesi.
Dizi No. 191 - METİN BALAY / Düzmece Müzikal Memleketin birinde hükümet, özelleştirme furyasında, Merkez Bankası ve Devlet Hazinesi'ni de özelleştirmeye karar verir. Bu ihalede, eski faşist-yeni işadamı Jilet ile her boyaya girip çıkmış iman tüccarı Piçim Efendi kapışırlar. Sonunda ihale, "The Big Brother"in talimatıyla, bu iki güç arasında kurulan bir konsorsiyuma verilir; böylece "Happy End" gerçekleşir. John Gay'in Dilenciler Operası'ndan yola çıkılarak yazılmış bu oyun, ülkemizde olanlarla benzeşen bir mesel gerçekliği taşıyor. M i t o s - B o y u t T i y a t r o Y a y ı n l a r ı / T E M Yapım Y a y ı n c ı l ı k L t d . Ş t i . Ağa Çırağı Sok. 7/2 Gümüşsuyu-İST. Tel. 212İ 249 87 37-8; Faks. 212. 249 02 18
> Yeni Çıkan Oyunlar
SÜLEYMAN VE ÖBÜRSÜLER Tiyatro: Semaver Kumpanya Yazan: Yavuz Pekman Yöneten: Ayşenil Şamlıoğlu Sahne Tasarımı: Hakan Dündar Giysi Tasarımı: Funda Çebi Müzik: Can Atilla Hareket Düzeni: Cihan Yöntem Müzik Direktörü: Çiğdem Erken
"İnci ve Arif evliliklerinin dördüncü yılındadır. Bu süreç içinde farklı insanlar olduklarını anlamışlardır. Gelenekleri konusunda ayrı düşmektedirler. Arifin mala paraya düşkünlüğü, inci 'nin mutluluğu dışarıda araması, bu süreçteki çatışmalarını ortaya çıkarır, inci 'nin artık bitmiş olsa da, Vedat ile bir yıldır süren evlilik dışı ilişkisi olduğunu itiraf etmesi boşanmalarının yolunu açar. Ancak Arif İnci'nin Üsküdar 'daki evini istemektedir. İnci bunalıma girer, aralarındaki çatışma yoğunlaşır."
pe cy a
Yavuz Pekman, oyunu, Max Frisch'in "Biedermann ve Kundakçılar" ından esinlenerek yazmış. İnsanoğlunun yaşamdan hiç ders almayan yanına işaret eden oyun, toplumsal ve bireysel sorumsuzluğu, kayıtsızlığı acı bir alayla
YAĞMUR SIKINTISI Tiyatro: İ.B.B. Şehir Tiyatroları Yazan: Oktay Rıfat Yöneten: Erol Keskin Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımı: Gamze Kuş Işık Tasarımı: Zafer Çıtak Oyuncular: Orhan Hızlı, Hülya Karakaş, Hakan Arlı.
ÇAMAŞIR SEPETİ
Tiyatro: Tiyatro Komikçi Yazan: Erdal Kaya Yöneten: Yalçın Aksöz Sahne ve Giysi Tasarımı: Barış Karakaş ve ekip çalışması Işık-Ses Tasarımı: Volkan Yılmaz Oyuncular: Ramazan Karakaş, Salih Karakaş, Tamer Aydos, Heval Mungan, Şehnaz Kalkan, Naime Yılmaz
Oyun, bir babamn,oğlunu eşcinsel zannedip, ne yapacağını bilememesinden doğan komediyle başlıyor. Birinci perdenin sonunda her şeyin birbirine karışması ile tam bir kör düğüme dönen olaylar, ikinci perdede içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
NASRETTİN HOCA BİR GÜN
Tiyatro: Kent Oyuncuları Yazan - Yöneten: Sönmez Atasoy Yönetmen Yardımcısı: Tülin Özen Sahne Tasarımı: Metin Deniz Işık Tasarımı: Murat İpek Oyuncular: Kadriye Kenter, Müşfik Kenter
Oyun, Nasrettin Hoca' ya ayak uydurmak isteyen bir Türk aydınının serüveni. Hoca' nın öykülerinin aslında yalnızca güldürmediğini, hepsinin anlamlı birer eleştiri, uyarı olduğunu biliriz. Bu öykülerin gözüyle günümüze bakmayı düşündünüz mü? Bir yandan Hoca' nın gözünden ve sözünden günümüz yorumlanırken, bir yandan da Hoca misali eleştiri barındırıyor oyun. Günümüzün 'her şey satılık' dünyasında, Nasrettin Hoca 'nın bile satılabilir bir objeye dönüştürülebileceğini, markasından pazar ekonomisinin nasıl yararlanabileceğini de görüyoruz.
> Yeni Çıkan Oyunlar
PALYAÇOLAR Tiyatro: BKM Tiyatro Yazan-Yöneten: Salih Kalyon Sahne ve Giysi Tasarımı: Ayçın Tar Işık Tasarımı: İlhan Demir Oyuncular: Erkan Ertan, Hande Dane, Ayberk Atilla, Enginay Gültekin, Murat Bayar, Metin Yıldız, Cem Aksakal, Cenk Demirer, Özer Atik. Salih Kalyon 'un yazdığı ve yönettiği çocuk oyunu bir sirkte geçiyor. Müzikli oyun, çocukları sirklerin renkli dünyasına davet ediyor.
KİRALIK KONAK
Tiyatro: Karıncalar Tiyatro Topluluğu (KATİT) Yazan: KATİT Yöneten: Ekip Çalışması Müzik: Onur Bal Sahne ve Giysi Tasarımı: Ekip Çalışması Işık ve Müzik Uygulama: Ayşegül Erkayıran, Bulut Bilican Oyuncular: Aylin Altınay, Bahar Çuhadar, Burçin Ekici, Cemran Öder, Gülay Çıtak, Emrah Yaralı, Erkan Akgül, Fatma Kara, Ferda Karagöz, Fikret Aklan, Nacide Berber, Seçkin Erdi, Tamer Gökçe, Şebnem Binşık, Semra Köçeroğlu, Esra Köşe, Davut Evirgen. "Oyun, bahçıvanlık mesleğini icra etmekten başka hiçbir yeteneği olmayan bir adamın dünya üzerindeki söz, yetki ve karar mekanizmasına kadar yükselişini, ironik-grotesk bir üslupla ele alıyor. Oyun; her gün televizyonda izlediğimiz karar alıcı merkezin bir ironisini oluşturuyor. Günümüz konjonktürünün göndermeleriyle şekillenen oyun, küresel tartışmaları da gündeme taşıyarak, bilinen bilinmeyenlere yanıt oluşturmaya çalışıyor."
pe cy a
Tiyatro: İ.B.B. Şehir Tiyatroları Yazan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu Uyarlayan ve Yöneten: Tarık Günersel Sahne Tasarımı: Atıl Yalkut Giysi Tasarımı: Duygu Türkekul Müzik: Hüseyin Tuncel Işık Tasarımı: Murat İşçi Efekt Tasarımı: Ersin Aşar Oyuncular: Toron Karacaoğlu, Sevinç Erbulak, Tarık Şerbetçioğlu, Berrin Koper, Alev Oraloğlu, Binnur Şerbetçioğlu, Naci Taşdöğen, Aslıhan Kandemir, Gökhan Eğilmezbaş, Mert Yavuzcan, Meriç Benlioğlu, Yeliz Tozan Uysal, Cem Uras, Doğan Altınel.
BİTKİLER VE İNSANLAR BITKILER VE INSANLAR
"Dünyanın hızla değişmesi konak sahibi Naim Bey'i yıpratmaktadır. Çok sevdiği torunu Seniha' nın başını alıp Paris 'e gitmesi onu daha da sarsar. Ve Birinci Dünya Savaşı patlak verir... Şu sorular çatışmalarla gündemdedir: Hangi gelenekler ve hangi Batılılaşma? "
DELİ DUMRUL Tiyatro: Sahne Oyuncuları Yazan: Güngör Dilmen Yöneten: Veysel Sami Berikan Işık Tasarımı: Kazım Öztürk Ritm ve Ezgi Düzenleme: Yıldırım Bayazıt Oyuncular: Evrim Alasya, Bülent Alkış, Kıvanç Başkan, Yıldırım Bayazıt, Pınar Gülmez Boyar, Selin Türkmen, Şakir Demirpehlivan, Uğur Demirpehlivan. "Emek, sevgi ve zorbalık kavramlarını sorgulayan oyun, izleyicilerine bir Dede Korkut hikayesi çerçevesinde, günümüzde üzerinde fazlasıyla durulması gereken kavramları bir kez daha, farklı bir biçimde hatırlatıyor."
BİNBİR GECE Tiyatro: Oyuncular Tiyatro Grubu Oyunlaştıran-Yöneten: Selma Köksal Giysi Tasarımı: Berna Sarıtaş Dans Düzeni: Funda Emir Işık Tasarımı: Kamil Fırat Müzik: Süleyman Alnıtemiz Oyuncular: Gülsüm Soydan, Selma Köksal, Kaan Erten, Aslı Eraltan, Hasan Uzma, Ayşegül Uçanoğlu, Nurçin Karabıyık, Ayça Öztürk. "Binbir Gece imkansız bir aşkın öyküsü. Sıradışı bir erkeğin; Basra'lı Hasan'ın başka dünyalara ait genç bir kadına, Görkem'e olan aşkının öyküsü. Ama aynı zamanda Hasan'a duyduğu aşka rağmen, uçma özlemiyle yanan ve özgürlüğün çağrısına kulak vererek aşkını geride bırakan Görkem'in de öyküsü. "Binbir Gece " belki her ikisinden de çok, her gece masal anlatarak, bir kez, daha yaşamını kurtaran Şehrazat'ın öyküsü."
a
pe cy
KültürSanat Günlüğü Konser / Dans
Enka'da Bahar Programı Belli Oldu Enka Kültür ve Sanat Bahar programını
açıkladı.
İstinye'de
yer alan Sadi Gülçelik
Spor Sitesi içindeki Enka Oditoryum'da ki etkinlikler 1 Mart Salı günü saat 20.00'da Rus topluluk Çaykovski Yaylı Sazlar Gotsdiner (I .keman), Nepomniyşiy'den
Dörtlüsü'nün
Lev Maslovsky (2. keman),
(çello)
konseriyle başlıyor.
Grup.
Mikhail
Sergey Baturin (viyola), Aleksander
oluşuyor.
22 Mart Salı günü saat 20.00 Çağdaş Bale Topluluğu (0212 276 22
14-15/209)
1 Mart Salı, saat: 21.30
3 Mart Perşembe, Saat: 22.30
Destur
Kesmeşeker ve Kadıköy Sound
Babylon
ROLLinn
Hüsnü Arkan (vokal), Sumru Ağıryürüyen (vokal), Deniz Bayrak (gitar), Erkan Gürer (bas), Cem Aksel (davul), Erbil Doğan (saksofon, flüt)
Cenk Tamer (vokal, gitar), Kaan Atlan (gitar), (bas), Timur Kurşunluoğlu (davul)
M.Ş.Ş.
pe cy a
2 Mart Çarşamba, saat: 22.30
Fenomen Shaft Jazz Bar
(Jazz Rock) İsmail SOYBERK, Barış BÖLÜKBAŞI,
Mert TOPEL,
Ümit ONARTAN ve Bülent AY
Söyleşi 3 Mart Perşembe 14:00
Caz Sohbetleri
Saadettin Davran 'ın katılacağı Caz sohbetleri 3-10-17-24-31 Mart günleri saat 18.30-20.00 arasında Ortaköy Simya Galeri'de yapılıyor. Davran, gazete ve dergilere yazdığı caz yazılarından tanınıyor. (0212 259 77 40)
H. Kueishi Vücud
H. Kureishi'nin Everest Yayınlarından çıkan, Vücut adlı kitabı Ortaköy Simya Galeri 'de okunup tartışılacak (0212 259 77 40)
3 Mart Prş, 21.30 / 4 Mart C m , 23.00
Erik Truffaz Ladyland Quartet
Babylon Erik Truffaz (trompet), Michel Benita (bas, sample), Philippe Garcia (davul, sample), Manu Codjia (gitar), Mounir Troudi (vokal).
KültürSanat Günlüğü Sergi
Everes'e Yolculuk Fotoğrafları İran,
Pakistan,
"Everest'in
Hindistan,
Peşinde"
Nepal,
isimli sergi
Tibet ve Everest'ten 11
Mart'a
kadar
çekilen fotoğraflardan oluşan
Fototrek
Fotoğraf Merkezi'nde
görülebilir. Türk Coğrafya Coğrafya
Kurumu
Uygulamalı
Öğretmeni Mustafa Andıç
Türkiye'nin
çeşitli okullarından
on
ve kültürlerini yakından tanımak,
Geziler Koordinatörü ve başkanlığında
beş öğretmen katılmış.
temsilcilerini,
tarihi
tapınaklarını,
geleneksel
Sikh,
Hindu,
törenlerini,
Özel Eyüboğlu Lisesi kara yoluyla
Dünyanın farklı
yüzyıllar boyunca Doğu ve
sağlayan bu coğrafyalarda bulunan Zerdüşt, festivallerini görmek,
düzenlenen
Tibet geziye coğrafyalarını
Batı arasında
bağlantı
Budist gibi değişik dinlerin ölü yakma
incelemek ve belgelemek isteyen öğretmenlerin
ayinlerini,
çalışması
ilginç
meraklılarını
bekliyor. (0212 251 90 14)
4 Mart Cuma, saat: 22:00
"Blues'un Üç Divası"
Zardan Adam Rock Konseri
a
Kemancı Bar
Joan Faulkner, Cynthia Utterbach ve Joanne Bell ''Blues'un Üç Divası" isimli konserle 5 Mart Cumartesi saat 20:00'de İş Sanat Kültür Merkezi'nde İstanbullu müzikseverlerin karşısına çıkacak. Konser, Bessie Smith, Billie Holiday ve Dinah Washington ve Amerikan müziğinin önemli isimlerine adanıyor.
Toplu Gösterim
pe cy
Erbatur Çavuşoğlu (vokal, gitar), Cem Polat (davul), Tolga Kaya (elektro gitar), Utku Doğruak (elektro gitar), Paşa Altın (bas gitar)
Charles Chaplin Filmleri Osmanlı Bankası Müzesi'nde Osmanlı Bankası Müzesi Sineması 'nda Mart ayı boyunca Charles Chaplin filmleri gösterilecek. TÜRSAK işbirliğiyle gerçekleştirilen gösterimler, Türkçe altyazılı Biletler: indirimli iki milyon, tam dört milyon lira. (0212 334 22 70)
Charles Chaplin'den Kısalar 1, "Bir Carmen Uyarlaması", "Bir Gece Gösterisi", "Yeni Bir İş" 4 Mart 19:30. 11 Mart 19:30 "Sahne Işıkları" 5 Mart 14:30-18:30 "Muhteşem Serseri" 10 Mart 19:30. 17 Mart 19:30 "Altına Hücum" 12 Mart 14:30-18:30 Charles Chaplin'den Kısalar 2 "Şampiyon", "Barkta", "Arabayla Kız Kaçırma", "Üçlü Bela" 18 Mart 19:30, 25 Mart 19:30 "Asri Zamanlar" 19 Mart 14:30-18:30 "Üç Kafadarlar" 24 Mart 19:30, 31 Mart 19:30 "Büyük Diktatör" 26 Mart 14:30-18:30
Land
Rover
başlatacağı
5 Şubat Cumartesi, saat: 23:00
Rad io Oxi-Gen Party Babylon Experiencein geceye DJ Ezg
sunucusu
Roxannein
ve Dj Barthez katılacak.
8 Mart Salı, Saat: 20.00
8 Piyanis 2 Piyano Etrafıda İşsanat Kültür Merkezi
Hüseyin Sermet, Gülsin Onay, Muhiddin D. Demiriz, Emre Elivar, Toros Can, Özgür Aydın, Mustafa Nuri Haybat, İris Şentürker
8 Mart Salı, Saat: 21.30
Sema & Ensemble 4 Mart Cuma, saat: 22:30
Bulutsuzluk Özlemi Shaft Jazz Bar
Babylon Feridun Alkaya (piyano), Melikcan Zaman (keman), Çağlayan Çetin (çello), Selahattin Yazıcıoğlu (kontrabas)
KültürSanat Günlüğü SERGİ
Germen'in Sanayi Yapıları Garanti Galeri'de Mimar
ve fotoğraf sanatçısı
Endüstriyel Sanayi
başlıklı
yapılarında
gizlenen
değerlendirmeyi ve
hedefleyen
çimento fabrikaları,
üretim
Murat
Estetik"
yöntemlerinin
Germen'in
sergi
12
estetiği
sergide,
açığa demir
gazhane,
işlediği
"İkon
kadar şeker,
dönüşüm,
Olarak
Garanti
çıkararak farklı
çelik,
doğalgaz
sanayi
hazırladığı
Mart'a
bir
dokuma, tesisleri
yapılarının fotoğrafları
yer
Endüstri
Galeri'de bakış
açısıyla
akrilik, gibi
alıyor.
:
izlenebiliyor. taşkömürü,
birbirinden (0212
likör
çok farklı
293
63
71)
9 Mart Çarşamba. 20.30
10 Mart Perşembe, saat: 21.30
Küba Buluşması
Buziki Orhan
Dia Gösterisi
Baba Sound Project
Shaft Jazz Bar Karıncalar fotoğrafları
Turizm'in
düzenlediği
Babylon 2.
Küba
buluşmasının
Orhan
Osman
vokal),
Cem
Tathöz
(klavye),
(klarnet),
ŞÖYLEŞİ
Recep
(akordeon),
pe cy
Prof. Dr. Baha Tanman
lavta,
(davul),
Enver
Yaman
Sırplıoğlu
Richard
cura, Alp
Laniepce
flüt,
Ersönmez (saksofon),
(zurna),
perküsyon (bas),
Mahmut
Ertuğrul
(gayda),
ve Bahadır
Gajanan
Dahil
Şentürk Thorat
vokal)
a
İstanbul'da Tarihi Eser Kaybı
(tabla,
(buzuki, Aksel
Depremden yangına, dokuya müdaheleden değişen yaşam ve değer yargılarına İstanbul'da, yüzyıllar içinde gerçekleşen tarihi eser kaybının nedenleri ve niteliği... Özellikle II. Mahmud döneminden günümüze uzayan "kentin çağdaşlaştırılması" sürecinde yoğunlaşan tarihi eser kıyımı... Osmanlı Bankası Müzesi 18.30
9 Mart Çarşamba. 21.30
ŞÖYLEŞİ 7 Şubat Preşembe 21:30
Bahariye'de Gerçeklik ve Estetik İfade
Bahariye Sanat Galerisi "Gerçeklik ve Estetik İfade" isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. Özgün Baskı, Resim ,Heykel eserlerin yer aldığı sergide, Süleyman Saim Tekcan, Mustafa Aslıer, Abdurrahman Kaplan, Mine Arasan, İsmail Hakkı Demirtaş ve Atilla Atar'ın özgün baskıları; Fahri Sümer, Ercan Akçetin, Deniz Yılmaz, Zafer Erkan, Halim Çeliker, Fatih Sarmanlı'nın resimleri; Ümit Z.Baymdır ve İliya İvanov'un heykelleri bir arada sergileniyor. Sergi, 29 Mart'a kadar görülebilir. (0216 414 55 06)
Zipİstanbul 5. yıl Partisi
Babylon 9 Mart 2000'de yayın hayatına başlayan Zipİstanbul, 5. yılını bir partiyle kutluyor. Partide Kesmeşeker ve Anima grubu sahne alacak.
4'ün Kuralı Yazar: lan Caldvvell, Dustin Thomason Roman / Altın Kitaplar Princeton Üniversitesi'nin son sınıf Öğrencileri Tom Sullivan ve Paul Harris tezlerini bitirmeye uğraşmaktadırlar. Tom için yaptığı araştırma ailesinin geçmişi ile bağlantılıdır ama sevdiği kadınla arasında büyük bir engeldir. Paul için ise araştırma bir yaşam nedeni olmuştur.
11 Mart Cuma, saat: 22:00
Bulutsuzluk Özlemi Kemancı Bar
cy a
pe
KültürSanat Günlüğü Görsel Sanatlarımıza Eleştiri -Yorumlar Özkan Eroğlu*
Kazım Taşkent Galerisi'nde Joseph Beuys çok zor. O nedenle keşke serginin kitabında, sanatçının hakkındaki en ciddi yayın olan: Götz Adriani, Winfried Konnertz, Karin Thomas, Joseph Beuys, Leben und Werke (Joseph Beuys Yaşamı ve Yapıtları), Köln, 1986 ele alınıp, Türkçeleştirilebilseydi. Bu tip sergiler, sadece sergiyi getirmekle bitmez, o sergiye dönük ciddi yayınları da Türkçe'ye çevirmek gereklidir. Örneğin YKY, "Rönesansın Serüveni" isimli bir kitap yayınladı (şişme bir kitap), işte bu kitap yerine keşke dile getirdiğim Beuys kitabı yayınlansa, Rönesans'la ilgili de, sadece Türkçe'ye daha önce kazandırılmış 2 ciltli Jacop Burckhardt kitabı kazandırılsa, daha mutluluk verici bir olay olmaz mıydı?
pe cy a
Şimdi hemen belirtmemde yarar var ki, bir Beuys sergisinin İstanbul'a getirilmiş olması çok önemli bir sanat hareketidir, fakat bu hareket eleştirilmez de değildir. Buna bağlı, aynı salonda, örneğin geçen yıl desenlerini sergileyen düz ressam Mehmet Güleryüz ve sergilemesine izin veren galeri yönetimi şimdi otursun, düşünsün. Gerçekten sanat için yapılan desenle, sanatdışı desen arasında acayip fark olduğu, Beuys'un desen, hatta taslakları diyebileceğimiz plastik notlamalarıyla da bunun ortaya konduğu. Daha, Batı sanatından öğreneceğimiz çok şey var; özellikle sanat çevirisi yapanların da bu yaman alana karşı, dikkatli olmaları gerekiyor. Buradan, öncelikle serginin isminin, bu Beuys sergisine hiç yakışmadığını ifade edebilirim. Bunun da nedeni, bir çeviri hatası gibi duruyor, çünkü çevirmen, plastik sanatlara hakim biri değil. Bu hata, bence Beuys sergisine gelenleri ki, çoğunluk bilgisiz ve az bilgili kimseleri, yanlış yönlendirecektir. Çünkü Almanca'da "Zeichnung" kelimesinin tam karşılığı, net biçimde "desen" demektir. Çizgi ise bir çok türü olan, hatta sanat olan ve olmayan diye de ikiye ayrılır. Beuys'un, bilmen çizgi kavramıyla hiç bir ilgisi yoktur, o çizgiyi amaç edinen biri değil, sadece usundakileri yansıtmak için araç olarak kullanandır. Araç olarak kullanılan bir şey de, aslolmaz. Kaldı ki, aynı sergi başlığını çok yaratıcı klasik bir sanatçıya bile kullanamazsınız.
Beuys'u, sergide ve geçmişinde incelediğinizde, çizmek veya boyamak değil, resmetmek ilgilendirmiş, tıpkı paleolitik mağara insanı gibi davranmıştır. Salt, kendi başına çizgi, anlamı olmayan bir şeydir, onu dönüştürmek ve bir şeye çevirmek-desene ya da taslağa dönüştürmek- anlamsal bir boyuttur. Sergideki desenler, Beuys için birer ötekiben ve ötekizaman'dır. Sanatçı, yaşamın kendisine sunduklarını usunda değerlendiren, bu değerlendirmelerin değişik yansımalarını, yorumlarını sergide gördüğümüz görsel notlamalarıyla-desenleriyle/taslaklarıyla ortaya koymuştur. Fakat sergide yer alan resimlerin asılış şekli, barbarca bir sergileme görüntüsü veriyor; Beuys'un dünya ve sanat görüşüne de, adeta ters kalıyordu. Neydi o vidaların zorlama hali. Yapmayın yahu, yapıyorsunuz bir şeyi, ne olursunuz doğru yapın ve titizlenin! Ben hemen belirtmek istiyorum ki, Beuys'u Türkiye'de herhangi bir adamın yorumlaması
Anlatmaya çalıştığım şu: Beuys sergisi, gölgede kalmıştır. Daha başta, serginin sloganı sayesinde. Aslında işin bir başka yönü de şudur: Asıl amaçlan, çığlık atıp, bağırmak olan Beuys gibilerin üzerine, bir sergide slogan atmak öyle sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Kanımca Beuys'u üzen, biz Türkiyelileri gene de sevindiren bir sergi izliyoruz. Her şeyde ve her anlayışta olduğu gibi, gene ulusalcı kalıyor, uluslararası bir işi yapamadığımızı ve elimize yüzümüze bulaştırdığımızı, gene ortaya bir kere daha koyuyoruz. *Bu sergi görmek isteyenler için Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde 31 Mart 2005 gününe kadar açıktır. **Bu arada Londra Tate Gallery'de bugüne kadar enstalasyon boyutunda yapılmamış bir kapsamda Beuys sergisi gerçekleştirilmiş durumdadır. Borusan Sanat Galerisi, iyi bir galeri. Bu mekanda hırslı, atak bir eleştirmen/bu sergide küratör: Necmi Sönmez. Fakat çok kötü bir sergi. Mekanı doğru kullanamama, galerinin olanaklarındansa sonuna kadar faydalanmama. Ne diyeyim bu sergi için? İşte özet eleştirilerim, bunlar. Sonuç itibariyle de, kavramsal sanatın adını batırmak için, elden ne geliyorsa yapmak. Aynı şeyler, Garanti Platform'daki sergi için de geçerliydi. İşte Beuys'u gördüğünüz günlerde, bu sergiler tam bir yüz karası durum oluşturuyor. Gerçekten kavramsal sanat bağlamında Beuys'u düşündükçe, diğer mekanlardakilerinse sadece saçlarıyla oynamaya devam ettiklerine tanık oluyoruz!
KültürSanat Günlüğü
Proje 4L, Giz Müzesi Olma Yolunda!
pe cy
a
Bu müzenin ilk ayrıştırma çalışmalarını ben yapmıştım ve bazı raporlar hazırlamıştım. Ve birden bire benden kopan müze sahibi, kavramsal sendromların içine düştü. Bu sendromlardan da, bugünlerde kurtulmaya çalışıyor. Umarım kurtulur. Müze, benim ayrıştırma çalışmalarımdan sonra, hemen hemen Türkiye'den almak yerine, iyice Batıya yönelmiş görüntüsü sunuyordu. Elgiz ailesinin koleksiyonu kapsamında bir sergi vardı. Bence, yönetim müzenin çekirdeğini oluşturan bazı isimler işleriyle, adeta bir resim ve üç boyutlu müzenin provalarını yapıyor. Müzeye, Gilbert&George'un iki işiyle giriyor ve içeride gezince, Günter Förg, Paul McCarthy, Eric Fischl, Peter Halley, Abdurrahman Öztoprak, Güngör Taner gibi önemli isimleri görebiliyorduk. Fakat acayip sıkışık bir asma sistemiyle sergilenen işler, zaman zaman birbirlerini istemeyen görüntüler de sunmaktaydı. Ayrıca, mümkün olduğunca sanatçı kim? sorusu düşünülerek, olayın üzerine gidilmesine rağmen, bazı ufak gereksizlerin de, kanımca söz konusu kuvvetli isimlerin yanında hiç hiç mi yeri olmadığı bir gerçekti. Elde malzeme var, fakat heyecan ve aksiyon yoktu müzede. Hemen belirtmeliyim ki, Giz Müzesi, eğer doğru provakasyonlara neden olan çabalarını arttırırsa, kurulmuş ve kurulacak müzelere örnek olabilecek atılımlar içinde olabilecektir. Çünkü yaptığı biriktirme uluslararası boyuttadır. Aslında benim raporlarım ve önerilerime kulak verilseydi, şimdilerde iş olumluya dönük çok farklı olurdu. Giz Müzesi'nin sahibi Elgiz Ailesi'nin tam bir burjuva gibi ve bundan böyle çok daha titiz davranarak, yoluna devam etmesini önermekten başka bir şey aklıma gelmiyor. Bir de Elgiz ailesine söylemek isterim ki, her sporcu nasıl birinci ligte oynayamıyorsa, her sanat yaptığını ifade edeni de, aynı müze ortamında bir araya getirmek haksızlık olur. Bundan sonra dikkatli olunuz, henüz kaybettiğiniz bir şey yok, fakat bu, kaybetmeyeceğiniz anlamına da gelmez.
amaç, iki boyutluluk ve yanılsamalı anlamda da üç boyutluluksa, yani resimse, o zaman olayı grafik tasarım, ya da daha geniş anlamıyla tasarımlama gibi görmemek gerek. Dediğim üzere, amaç emeği resim sanatı boyutunda kullanmaksa, resim sanatının genel gelişimini de görmezden gelmemek gerekir, diye düşünüyorum. Genco'nun en doğru tarafı ise, hiç yılmadan ve hiçbir şeye aldırış etmeden çalışması. Bu da bence, en kutsal yan ve özelliğidir. Yola devam...
Tarık Zafer Tunaya'da Digital Baskı Sergisi
Genco Demirer, çalışkan ve heyecanlı bir grafik tasarımcısı. Fakat yanı sıra resim de yapıyor, yazılar da yazıyor; tam bir entelektüel gibi davranmaya gayret ediyor. Onun bu sergisini önce internet üzerinde, sonra da gerçek sergi mekanında görme olanağı buldum. Bu resimler, genel bir dil altında grafik bir boyutta yürüyor. Aslında bu tip eğilimler, dünyadaki sanatta 1980'lerden itibaren artmış durumda. Bu tip yaklaşımlarda, fotoğrafik ve resim değerler buluşturulmakta. Bunun en öncü isimlerinden biri de, kanımca Alman sanatçı Gerhard Richter'dir. Demirer, sergisinde yaptığı resimleri, daha doğru bir söyleyişle tasarımlarını, grafik ağırlıkla gündeme getirmiş. Resim ağırlığı ise, kanımca kompozisyonların kozmosları gereği daha geri planda. Genco, yeni olan bir şeyi yapmıyor, fakat kendi, özgün heyecanını izleyiciyle paylaşıyor. Ne olursa olsun, bu tip çalışmalarda fotoğrafik olanla resim olanın bir dengede gitmesi şart. Eğer biri daha ağır basıyorsa, o zaman iş sanat boyutundan çıkıp, daha bir illüstratif boyuta girmiş oluyor. Bu tip çalışmalarda
KültürSanat Günlüğü 15 Mart Salı, saat: 20.00
23 Mart Çarşamba, saat: 21.30
Ayhan Sicimoğlu ve
Vituoso!
Airo-Cuban Jazz Stars
Arcadi Volodos
Babylon
İş Sanat Kültür Merkezi L.V. Beethoven Piyano Sonatı La bemol Majör No:12, La bemol Majör No:31; A. Scriabin Kısa Parçalar; F. Liszt Consolation No:4, Macar Rapsodisi no:19)
Ayhan Sicimoğlu (perküsyon), Rodrigo Rodriguez (timballer), Amik Guerra (trompet).
SÖYLEŞİ / MÜZİK 16 Mart Çarşamba, saat: 18.30
Vieri Bottazzini Giuseppe Verdi döneminde İtalya 'da Müzik ve Politika Güzel sanatlar ve müzik. Rönesans 'tan itibaren italya 'da siyasal rekabetin önemli parametrelerinden biri olmanın yanı sıra, bölgesel yönetimlerin güç ve zenginlik simgesi haline geldi. 19. yüzyıl'da ise İtalya'nın krallık yönetimiyle birleşme düşüncesine yönelmesi, etkilerini sanat ve müzik alanında da gösterdi. İtalya'nın değişen siyasi yapısının en somut yansımalarının ürünü de Giuseppe Verdi'nin operalarıydı. Solo flüt ve flüt topluluğu için Verdi varyasyonlarının dinletisi eşliğinde... Osmanlı Bankası Müzesi
KONSER 17 Mart Perşembe, saat: 20.00
Sepultura
pe cy a Parlayan Yıldızlar
İş Sanat Kültür Merkezi
Sirel Yakupoğlu (soprano), Erkut Cantürk (bariton)
18 Mart Cuma, saat: 23.00
Hit Machine Babylon
DJ Murat Beşer ve Mabbas; R&B'den Hip Hop'a, Rock ve Rock'n Roll'dan, Latin'e, Elektronik'ten, Disko ve Türkçe Rock uzanan bir müzik gecesi hazırlamış.
19 Man Cumartesi, saat: 19.00
23 Mart Çarşamba 20:00
Yeni Melek Gösteri Merkezi Brezilya kökenli dünyaca ünlü efsanevi rock grubu Sepultura 23 Mart Çarşamba günü, ROORBACK WORLD TOUR 2005 kapsamında bir konser vermek üzere ülkemizi ziyaret ediyor, 20 yılı aşkın müzik kariyeri boyunca şarkı sözlerinde gelir dağılımı bozukluğu, doğa ve hayvan türleri katliamlarını, çarpık kentleşmeyi işleyen grup, ikinci kez Türkiye'de. Yeni Melek Gösteri Merkezinde gerçekleşecek konserde grup eski ve yeni albümlerinden parçalar seslendirecek. AltGruplar: False İn Trutlı, Lucy Fear)
Gripin Sanatolia Sahnesi KİTAP
Endüstriyel Futbol Yazar: Tuğrul Aksar İnceleme / Literatür Yayınları Futbolun gösteri niteliğinin endüstriyel bir sürece doğru evrilmesi, kendi karakteristik yapısını da değiştirdi. Başka taraftarın, gelirlerin ve kulüplerin yapısı değişti.
24 Mart Perşembe, saat 20.00
Pink Martini
"Hang On Little Tomato"
İş Sanat Kültür Merkezi Grubun yeni albümünde Fransızca, İtalyanca, Japonca, Hırvatça, İspanyolca ve İngilizce parçalar yer alıyor
25 Mart Cuma, saat 20.00
Zion Train vs Athena Babylon
1
KültürSanat Günlüğü
Şef Alpaslan
26 Mart Cumartesi, saat 20.00
31 Mart Perşembe, saat 21.30
Mersin Üniversitesi
Akatay Project
Akademik Oda Orkestrası
Işın Karaca
İş Sanat Kültür Merkezi
Babylon
Ertüngealp,
Flüt
Halit
Turgay
Işın Karaca (vokal), Hamdi Akatay (perküsyon), Mehmet Akatay (perküsyon), Nurhat Şensesli, İsmail Tunçbilek, Ceyhun Çelikten, Serkan Çalgı (klarinet), Şaban Onur, Volkan Oktem (davul).
30 Mart Çarşamba, saat 21.30
Oldies But Goldies Minikler için Yarışma
Babylon
Garanti Mini Bank 2. Uluslararası Çocuk Filmleri Festivali kapsamında düzenlenecek "Filmimin Hikayesi" yarışmasına başvurulur başladı. Garanti Bankası ile Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı'ııın (TURSAK) işbirliğiyle gerçekleştirilecek Garanti Mini Bank 2. Uluslararası Çocuk Filmleri Festivali, 22-28 Nisan tarihleri arasında izleyicileriyle buluşacak. Festival kapsamında düzenlenecek "Filmimin Hikayesi" yarışmasının başvuruları 25 Mart günü sona eriyor. Yarışma, 1994-1998 yılları
pop, rock, new wave, R&B, latin, elektronik, hip hop'ı kapsayan partinin DJ'leri Murat Beşer ve Mabbas
Dördüncü Bölük Yazar: Rıfat Ilgaz
a
arasında doğan çocuklara açık. (0212 244 5251)
pe
cy
Anı / Çınar Yayınlan Katırları, yedekçileri, tüfek çavuşları, erleriyle bir ağır makineli tüfek bölüğüdür. Rıfat İlgaz "rütbeler üstü bir çavuş olarak" askerliğini Dördüncü Bölük'le yapmış.
KültürSanat Günlüğü Anıları Yayımlanan Üstün Akmen: "Ben Hep Acele Ettim" Üstün Manen 'in yayımlanmış kitapları: Çarşafın Gizlediği Dişilik (Yalçın Yayınları, 1. Basım Şubat 1991, 2. Basım Ağustos 1992.), Suçsuz Laleler (Milliyet Yayınları, Kasım 1996.), Bir Günlük Dost (Cumhuriyet Kitapları, 1. Basım Kasım 1998, 2. Basım Aralık 1998.), Kör Bakkalın Gözleri (Aksoy Yayıncılık, 1. Basım Ekim 1999, 2. Basım Haziran 2000.), ...Veee Perdeee..., Cumhuriyet Kitapları, 1. Basım Eylül 2000, 2. Basım Kasım 2000.), Yarim Nereyi Mesken Tuttun (Aksoy Yayıncılık, Kasım 2000.), Üçüncü Zil (Broy Yayınevi, Kasım 2001), Maskenin Öteki Yüzü (Broy Yayınevi, Kasım 2002)
diğer yazı türleri karşısında belli bir özelliğinin, tanımının ve sınırlılığının bulunduğunu söylemek istiyorum. Kitabın değişik bölümlerinde bir anlamda aşkın anatomisi yapılmakta. Bu sıradan anı kitaplarında rastlanmayan bir durum. Bu konuda neler söylemek istersiniz. Ü.A - Antropolog değilim, ama aşkın beyindeki kimyasını incelemeye çalıştım. Aşkı bilmek mümkün müdür? Belirtileri, ölçüleri, özellikleri var mıdır? Bilimsel bir incelemeye konu olabilecek kadar verili midir? Başımdan geçen aşkları yazarken, bütün bu sorulan göz önünde tuttum. Okurun aşk kavramına yaklaşımını oldukça çeşitlendirecek ve renklendirecek bölümler bunlar. Sosyolojik, psikolojik, cinsel tüm pencerelerden bakmaya çalıştım.
a
Anı kitapları, giderek başlı başına birer edebiyat türü sayılmaya başlandı. Ama kimi anı kitabının neredeyse liselerde okutulan tarih dersi kitaplarının üslubu ve içeriğinde olduğuna da sıklıkla tanık olmaktayız. Kimi anı kitaplarıysa, ciddi bir edebiyat tadı veriyor okurlarına. Bu tür anı kitapları, hikâye ettiği dönemi, doğal olarak yazarının gözünden ve gönlünden aktarmış oluyor. Böylelikle tarihi bilgi misyonu da, yazar tarafından bir ölçüde yerine getirilmekte.
pe
cy
Şu günlerde piyasaya sunulan öykücü, tiyatro ve opera eleştirmeni Üstün Akmen 'in anı kitabı (Provasız Yaşam / Epsilon Yayınevi), yukarıda andığım türlerden ikincisine örnek gösterilebilir. Üstün Akmen "Provasız Yaşam" başlıklı kitabında, sözcükleri her biri birer inciymişçesine birbiri ardına zarif bir gerdanlık gibi dizmiş. Üstün Akmen 'in kitabında benzerine pek rastlanmayan bir başka duygu da: "Acaba bundan sonra ne olacak," merakım uyandırması. Bu merak, kitabın sonuna kadar okuru hiç yalnız bırakmıyor. Kısacası Üstün Akmen'in anıları gerçekten farklı ve lezzetli bir edebi tür olarak karşımızda. "Provasız Hayat" ile ilgili olarak "Tiyatro... Tiyatro" adına söyleşi yapmak için karşılıklı oturduğumuzda, ilk sorumuz doğal olarak "neden anı kitabı yazmak" şeklinde oldu. Ü.A - Bilmem bilir misiniz Andre Gide'in bir sözü vardır: "Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır," der. Ben de sanırım bu kurtarma eyleminden yola çıktım," diyerek yanıtlayınca, diğer sorularımız da ardı ardına gelmeye başladı. Nedir sizce anı yazmak? Ü.A - Anı yazmak Ortadoğu toplumunda yakın zamanlara kadar pek sık görülen bir alışkanlık değildi. Osmanlı döneminin saray mensupları, komutanları, baş vezir ve vezirleri, mimarları, şairleri, elbette padişahları, hiç anılarını yazmayı düşündüler mi, doğrusu hep merak etmişimdir. Yoksa güzelim İstanbul'un bu şanslı ve yaşama yorgunu sakinleri, gariban Anadolu insanı gibi, hep sözlü mü yaşayıp gitti, tam olarak bilemiyorum. Yazılı kültürün önemli kaynaklarından biri de hiç kuşkusuz anı türü eserler. Esasında anı, günlük, seyahatname, sefaretname, gezi yazıları ve benzeri türler birbirine çok benziyor. Çok belirgin nüanslarla birbirlerinden ayrıldıklarını düşünmekteyim. Ortak yönleri olduğu kadar, hiç kuşkusuz çok farklı yönleri de var. Anılarınızı yazmaya başlarken, başınızdan geçen kimi olayların toplumda yankı bulacağına inanıyor muydunuz? Ü.A - Burada şunu belirlemekte yarar var: Hatırda kalan her şeyin yazıya dökülmesini anı türü eser olarak değerlendirmek bana fazla iyimserlik gibi geliyor. Buradan hareketle, benim yazdıklarımın
Kimi bölümlerde de karşı cinsi sahiplenme isteğinden söz edilmekte... Ü.A - Yani kıskançlık demek istiyorsunuz. Evet... Kıskançlığın doğuştan gelen değil, sonradan öğrenilen bir duygu olduğunu söylüyorum. Kıskançlığın temelinde, özgüven eksikliği ve yetersizlik duygusunun yattığını çok önceden keşfettim ben. Kendini dışlanmış hissetme duygusu ise kıskançlığı tetikliyor. Aptalca bir duygu mu kıskançlık? Hayır! Bu bir hastalık da değil, olsa olsa bir tür davranış bozukluğu. Fakat hastalığa da neden olabiliyor. İleri boyutlarda, kıskançlık depresyonu ortaya çıkıyor.
Anılarınız çok geniş bir yelpazeye yayılmakta. Müzik yaşamından, çok önemli bir spor kulübümüzün "maliye nazırlığı"na kadar... Bu arada "sakıncalı piyade" günleriniz de var. Ha, sahi, Yılmaz Güney korkak mıydı? Ü.A - İzin verirseniz bunu okurun yargısına bırakayım. Bir dönem İ.B.B.Ş.T'de hem basından hem halkla ilişkilerden hem de yayınlardan sorumlu olarak görev yaptınız. Hayatınızdaki bu dönemi kitabınızda pek kısa geçmiyor musunuz? Ü.A - Zaten çok kısa bir dönemdi, bir yıl kadar. Ve o anı demeti bile, bu kurumun o dönem çalışma çarkını anlatması açısından anlayacaklara yetecek de artacak bile. Neden "Provasız Hayat?" Ü.A - Nedeni çok açık. Yaşamın provası yok da ondan. Olsaydı, kendi öykümü kendim yazardım herhalde. Olmadığına göre, sahneye olduğum gibi çıktım ve sadece yaşadım. Hem de, Nietzsche'nin dediği gibi "Öyle bir hayat yaşadım ki, / son yolculukları erken tanıdım. // Ne çok değerliymiş zaman, / hep acele etmem bundan, anladım."
KültürSanat Günlüğü 1960'lı yılların İstanbul'u da kitapta oldukça önemli bir yer kapsamakta. Ü.A - Evet. O yılları doyasıya yaşadım ben. Özellikle de Beyoğlu'nu, Beyoğlu'nun gece hayatını... Beyoğlu'ndan bey oğullarının dışlanmadığı yıllardı o yıllar. O yılları yaşayanların "Fuaye Adnan"ı, "Club Tabu"yu, "Reşat"ı unutmalarına imkân var mı? Tanju Çolak'ın Fenerbahçe'ye kimin parasıyla transfer edildiğinden, kulüp amigolarının nereden beslendiğine kadar gerçekten spor kamuoyunda da sansasyon yaratabilecek nitelikte anılarınız var. Hiç çekinmiyor musunuz? Ü.A - Anı yazmayı ben biraz da çırılçıplak soyunmak olarak tanımlıyorum. Bütün bunlar atom sırrı değil ki! Çok kişinin bildiği gerçekler. Başkaları bunları açıklamaktan kaçındıysa, ben cesursam ne yapabilirim! Devekuşu muyum ben? Koç ve Tekfen gibi Türkiye'nin iki dev grubunda üst düzey yönetici olarak görev almışsınız ve oradaki kimi olayları da açık yüreklilikle anlatıyorsunuz. O döneme ait sakladığınız hiç başka bir olay kaldı mı? Ü.A - Sakladığım değil, ama yazmaya, anlatmaya gerek görmediğim olaylar var. Son soru: Anı kitabı olarak yeni bir dil deniyorsunuz. Hastanedesiniz, hastaneyi anlatıyorsunuz ve "flash-back"lerle anılara gidiyorsunuz. Bir yenilik miydi yapmak istediğiniz? Ü.A - Hayır. Yapmak istediğim anı anlatımına roman tadı vermekten ibaretti. Yeni bir dil falan da denemedim. Şimdi de ben size sorayım: "Başarabilmiş miyim?"
pe cy
a
Bence evet. "Provasız Yaşam"a satış şansı diliyorum ve bu söyleşi için "Tiyatro... Tiyatro" adına size teşekkür ediyorum. Ü.A-Bende...
a
pe cy
cy a
pe
pe cy a
a
cy
pe
pe cy a