a
cy
pe
A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
www.tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yazı İşleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Sekreteri: Ebru Ilgaz Çocuk Tiyatrosu Editörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Katkıda Bulunanlar: Sadık Aslankara, Suat Başkır, Gülay Çıtak, Aslı Öngören, Meliha Savaş, Nurhan Tekerek, Neslihan Yalman. Reklam ve Halkla İlişkiler Müdürü: Çiğdem Esmer Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. L e v e n t A r a l Teknik M ü d ü r : E r k u t A r ı b u r n u Baskı: M a r t Matbaası T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e-posta: e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0 110 - Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO
Kapak Tasarımı: Genco Demirer (gDGa)
cy a
Yayın Türü: Yerel Süreli
EDİTÖRDEN: / S. 3
ANISINA: Mehmet Ulusoy'un Ardından: "Bu Çocuğu Anlatabilmek" S. 4 TANITIM: İstanbul'un Her Mekânı Sahne / Ebru Seyhan S. 8 İZLENİM: Bir Gönül Yolculuğu / Aslı Öngören / S. 12
pe
SÖYLEŞİ: Özen Yula: "Herkesten Daha Sert Yazabilen Biriyim" / Ebru Seyhan / S. 15 ELEŞTİRİ: "Döne Döne" / Üstün Akmen / S. 20 ELEŞTİRİ: "Bernarda Alba'nın Evi" / Nurhan Tekerek / S. 22 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Çocuk Oyuncular / Meliha Savaş / S. 27
SÖYLEŞİ: Songül Öden: "O Özlem, Hep Var Olacak." / Gülay Çıtak / S. 30 SÖYLEŞİ: Doğuş Okulları'ında "Renkler Cumhuriyeti" / Eru Seyhan / S. 33 İNCELEME: "Hurrem Sultan" ve "Gayri Resmi Hurrem" / Neslihan Yalman / S. 36 SÖYLEŞİ: Selim Gürata: "Hangi İş Kolay Ki?" / Mustafa Demirkanlı / S. 42 İZLENİM: Tiyatro Anadolu / Sadık Aslankara / S. 44 AMATÖR TİYATROLAR: Uludağ Üniversitesi Oyuncuları / Suat Başkır / S. 46 HABERLER: S. 48 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. 51
a
pe cy
> Editör > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
Yaz sıcakları tüm hızıyla sürerken, tiyatro da hızını kesmeden yoluna devam ediyor. Ağustos ayında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın düzenlediği "İstanbul Mekan Tiyatro Festivali" İstanbul'un değişik mekanlarında ücretsiz olarak seyirciyle buluşacak. Adını bile ilk kez duyduğumuz ülkelerin tiyatrolarıyla buluşmak ayrı bir heyecan yaratacak bu yaz. Programa şöyle bir bakarsanız, çok da önemli oyunların var olduğunu göreceksiniz, bu sıcak havalarda, bu önemli etkinliği kaçırmamanızı öneririm. *** Bu sayı aramıza katılan genç arkadaşımız Gülay Çıtak'ın, genç bir oyuncu Songül Öden'le yaptığı söyleşiden ayrı bir tat alacaksınız. Fakat, fotoğrafları görünce (Biz çekmedik, bize ulaştı) ben biraz irkildim açıkçası. Genç bir oyuncu, tiyatroda iddialı olmaya çalıştığını söyleyen ama televizyona sıkışmışlığı da yaşayan bir oyuncu neden bu biçimde poz verir? (333) diye tanımladığımız pozdan (dudaklarını büzüp ileri uzatmak) ne medet umar? Kısaca podyumlarda var olmaya çalışan mankenler veya şuh rollere soyunan artist adayları gibi olmaya neden özenir, anlayamadım? Daha yolun başındayken, bir arkadaş, bir
a
ağabey olarak uyarmak istedim. Aslında, ilk söyleşisi yayımlanacak olan Gülay'ın kırılmayacağını bilsem bu fotoğrafları Tiyatro... Tiyatro...'da
cy
yayımlamazdım, fotoğrafları çekeceğimiz zamanı bekler, sonra yayımlardım. Umarım, Songül bana darılmaz, bir dost uyarısı olarak görür ilettiklerimi. Çünkü, Songül'ün yolu uzun ve gerçekten engebelerle dolu, bir hata insanı tepe taklak ediverir, bu acımasız Kurtlar Sofrası'nda. Sözün özü; o pozları ben hiç
pe
beğenmedi. Bir genç arkadaşımın (Gülay Çıtak'ın) hatırına yayımladım.
Tiyatro Ödülleri 2005'de de geri sayım başladı. Adaylar belli oldu, önümüzdeki sayıyı ağırlıklı olarak adaylara ayırdık, Eylül içinde de basın tanıtımını yaptıktan sonra 26 Eylül'de de ödüller sahiplerini bulacak. Bu yıl sunumda bir değişiklik yaptık. Seçici Kurul'un oy verdiği her kişi o kategorinin adayı olarak belirlendi, ödül töreni sırasında, canlı olarak Seçici Kurul'un oylan tek tek ekrana yansırken, adaylar gibi Seçici Kurul üyeleri de kimlerin kazandığını o an öğrenecek, ben bile. Adaylar ve sonuçlar sadece Yayın Sekreterimiz Ebru Seyhan'da var olacak. Bakalım bu heyecanlı yarışın ardından Tiyatro Ödülleri 2005 plaketlerini kimler havaya kaldıracak? Eylül sayısında buluşmak üzere hepinize tiyatro dolu günler dilerim.
Mehmet Ulusoy'un ardından...
pe
cy
a
Bu Çocuğu Anlatabilmek...
Mehmet'e son mektup Genco Erkal Hayatta ilk ve son eleştirini benim için yazdığını söylerdin. "Aslan Asker Şvayk"ı oynuyordum o sıralar. Yıl 1963. Demek ki 42 yıldır tanışıyoruz. Önce eleştirmenim, ardından arkadaşım, yönetmenim, suç ortağım, öğretmenim, öğrencim, sonunda kardeşim oldun. Bir aralar artık nerede birimiz bitiyor, nerede birimiz başlıyor belli değildi. "Kafkas Tebeşir Dairesi", "Sevdalı Bulut"... Yıllarca peşimi bırakmadın, sonunda başardın, beni Paris'te sahneye çıkardın. Sonra Martinik serüvenimiz ve "Simyacı". Ne zaman oyuncu olarak durakladığımı düşünsem sana sığınırdım. Bilirdim ki beni silkeleyip kabuğumdan çıkaracaksın. Bana yeni ufuklar açacaksın. Bana beni göstereceksin. Yirmi yıldır senden başka hiçbir yönetmene kendimi teslim etmemiş olmamdan belli değil mi zaten? Artık bir daha birlikte çalışamayacağımızı bilmek kahrediyor, inan. Seninle daha Kral Lear yapacaktık, Sait Faik yapacaktık, ne oldu şimdi? Bu kadar duygusallık yeter. Biraz aklımı başıma toparlamam
a
pe cy
gerekiyor. Birlikteliğimizde ben hep sağduyu olurdum, akıl olurdum, sense coşku, düş gücü. Bunu bir gazeteciye söylediğimde nasıl kızmıştın. Resmen küstün bana, "ne yani, benim aklım yok mu, ben aptal mıyım" diye. Oysa bundan güzel övgü mü olur? Abidin Dino senin için "imge dehası" demişti. Çerden çöpten yarattığın tiyatronla izleyenleri allak bullak ettin hep. Bidonlar, kumaşlar, hurda demir parçaları, masklar, paraşütler, gölge oyunlarıyla büyüledin insanları. Şiiri görsel imgeye dönüştürdün, imgeleri şiire. Kendi dilini yaratmış tiyatro yönetmeni pek yoktur bizde. Dünyada da öyle pek fazla değildir. Sen oydun işte. Nerede görse insan, bu oyunu Mehmet Ulusoy yönetmiş, der. Az şey midir bu? Ama benim için, bütün oyuncular için en önemli yanın dünyanın en güzel seyircisi olmandır. Oyun izlerken gülüşün unutulmaz. Senin kadar oyuncuyu güzel izleyen, değerlendiren, onu yücelten, ondan, verebileceğinin en iyisini alan başka yönetmen tanımadım. Gözünden hiçbir provada hiçbir şey kaçmamıştır. O ne biçim gözdür o? Hiçbir ayrıntıyı atlamaz, gördüğünü unutmaz. Hep hayret etmişimdir, en dağıttığın zamanlarda bile, provada yaptığın her eleştiride haklı olmuşsundur.
Babayla son buluşmamızda hiç konuşmadı bizimle. Onun bu suskunluğuna alışık değildik. İçimde gizliden bir öfke oluştu. Öfkemi bastırmak isterken Mehmet Ulusoy'la baş başa kaldım cami avlusunda. Neydi benim için? Ustadan ve yönetmenden öte bir şeydi, neydi? Çocuk babam düşüncesi o an aklıma geldi. Evet, o benim çocuk babamdı. Çünkü o bana farklı ama ciddi masallar anlattı. Anlattığı masallarda kuşaklar ve sınırlar ötesi dünyalar oluşturdu. Masallarını oluştururken çocuklarına hep çok güvendi, cesaret verdi, sınırlarını hedeflerini büyüttü. Sürüden ayrılanı kurtların kapacağını söylemedi ve tüm yaşamı boyunca bunu çocuksuluğuyla, masallarıyla, oyunlarıyla gerçekleştirdi. Seni çok özleyeceğim benim çocuk babam.
Mehmet Ulusoy'un Barkodları Osman Wöber Çevresindeki varlıkları kendi mantığına göre isimlendiren Mehmet Ağabey'in bu huyunu yakınındaki herkes bilirdi. Kendi isminizin Mehmet Ulusoy için herhangi bir önemi yoktu. Çünkü o, herkesi hafızasında kendi özel kodlarıyla kaydederdi. Örneğin Fazıl Say'ın notalarına gönderme yaparak "Fa-sol-sol" diye bahseder, Kürşat'a "Mevlana", Hülya'ya "Minik Kral" derdi. Çevresindeki herkese kendi taktığı adlarla seslenir, onlardan o adla bahsederdi. Eğer siz, takma adın kime ait olduğunu bilmiyorsanız, kimden söz edildiğini anlamazdınız, "O da kim" diye sorunca da asla gerçek adını hatırlamazdı. Zayıf isim hafızasına karşı geliştirdiği bir hatırlama yöntemiydi bu. Kimden söz ettiğini anlamanın tek yolu, onun kodlarını ezberlemekti. Bana taktığı isim "Empire le Otoman" (Osmanlı İmparatorluğu) idi. Onu ve içindeki melek yüzlü çocuğu asla unutmayacağız.
pe cy
a
Dahası var. Bunu yeterince değerlendirebildi mi acaba bizim insanımız, bilemiyorum. Sen tek başına kalk git 1970'lerde Paris gibi bir yerde bir tiyatro kur, o yabancılara tepeden bakan, herkesi küçümseyen ülkede Le Monde gazetesinin birinci sayfasına manşet ol, otuz yıldan fazla bir zaman tiyatronu orada ayakta tut, Nâzım gibi, Yaşar Kemal gibi yazarlarımızı sahnele, Metin Deniz, Kuzgun Acar, Saim Bugay, Mehmet Güleryüz'e kapılarını aç, Ayla'yı, beni Fransız izleyicisine tanıt... senin gibi üç beş tane Mehmet daha olsaydı bugün Avrupa kapılarında böyle sürünmezdik, sevgili kardeşim.
Çocuk Babama Nergis Çorakçı
Bunları bilip, biraz daha dayansaydın be güzelim, kendine biraz daha iyi baksaydın. Daha yapacak ne çok işin vardı. Bu kadar erken gitmek var mı? Neyse, artık rahata kavuştun işte. Kavga bitti. Ne kendinle didişmek var artık, ne çevrendekilerle. Yedin bitirdin kendini, ısrarla, inatla, bile isteye. O kavga olmasaydı sen sen olamazdın ama. Bunu bilip, bize sadece verdiklerinden ötürü teşekkür etmek düşüyor. Her zaman tiyatromuzun yüz akı olarak kalacaksın, sevdalı bulut, rahat uyu.
Hepimizin Sevgilisiydi O Dilek Türker Ben 1990'da Tiyatro Ayna'yı kurdum. Bundan iki sene sonra "Mutlu Ol Nâzım"ı sahneye koymaya karar verdim. Tam bu
O'nun Ardından Aslı Öngören
balbadem bir bohem, iflah olmaz, küfürbaz, yaramaz, oyunbaz biriydi o. Tek tek onu tanıyanlarda bıraktığı izler bir yana, bu ülkenin sanat yaşamına ve tanıklık ettiği çağa bıraktıkları, ilerde daha objektif değerlendirilebilir umarım.. Onlardan fazla yok ve onlar hayattayken, kalbla gerçeği ayırt edemeyenler, şimdi bir kez daha yoksullaştıklarını da bilemeyecekler herhalde.. Ama bilenlerin burukluğu pek gerçek.
pe cy a
sırada Genco Erkal "Sevdalı Bulut"u sahneye koyacaktı Mehmet Ulusoy'un rejisiyle. Benden de konuk oyuncu olmamı istediler. Ulusoy'la Genco'nun evinde buluştuk. Büyük bir efsane, deha idi bizim için Ulusoy. Ancak karşımdaki hayatımda tanıdığım en sıcak insandı. Olağanüstü rejisör tavrıyla değil de sıcacık, sevgi dolu bir çocuk edasıyla elimi sıktı. Ve benimle bir doğaçlama yapacağını söyledi. Genco'nun arka odasına geçtik. 5 dakika sonra kahkahalarla birbirine sevgiyle sarılan iki insan haline geldik. Ne yazık ki Tiyatro Ayna'yı yeni kurduğum ve o sırada yeni başlayan çalışmaları bırakamadığım için Ulusoy'la başladığım işi yarım bıraktım. O bana her zaman büyük bir sevgi ve güven duydu. Bütün oyuncularına böyle yaklaşırdı. İnsanların ona verdiği birtakım unvanları görmezlikten gelir; çocuk saflığıyla çalışırdı. Bütün oyuncuları onun sevgilileriydi.
Tiyatro pek çok özelliğinin yanısıra bir buluşmadır. Ancak kimi zaman işin mutfağında ya da sunumunda kör randevular olabilir. Bazen oyun, seyircisi için yanlış bir randevudur, bazen oyuncu bir oyun için ya da bir yönetmen oyuncusu, bir oyuncu yönetmeni için.. Mehmet Ulusoy da hemen her tiyatrocu gibi, bazen yanlış randevulara gitmiştir mutlaka.. Ama o, çağıyla doğru bir buluşma yakalayabilmiş bir sanatçıydı.. Ödediği tüm bedellere rağmen, bilebildiğim kadarıyla şanslıydı da.. Onunla doğru randevuda buluşmuş bir oyuncu olarak, ben de kendimi çok şanslı buluyorum doğrusu... Yaratıcıydı, kışkırtıcıydı; kendi kendisinin de çevresindeki potansiyelin de yaratıcılığını kışkırtan bir yanı vardı. Tiyatro onun için bir ölüm kalım meselesiydi.. Zaten başka türlüsü yalandan öteye gidebilir mi? İşte bu ölüm kalım mücadelesinde bedeni ölüme yenik düştüyse de, kalmayı başardı Mehmet Ulusoy. Tıpkı kaptırıp gittiği zamanlarda, prova konsantrasyonunu dağıtan herşeye, "Bi dakka yaav!" diye bağırdığı gibi, 'yaşama işi'ni aksatan sağlık problemlerine de, ölüme de nasıl ağız dolusu bağırdığını, defalarca da bu düşmanı nasıl sindirdiğini onu tanıyanlar iyi bilir. Samimiyetten ve hata yapma özgürlüğünden hiç ödün vermeyen tavrıyla, başarıyı ve ihaneti tatmış, zehir zıkkım-
Ayağının Altını Öpiim!
Hikmet Körmükçü
Elimde kalem, önümde kağıt, kalemin ucunu kağıda değdirip kaldırıyorum saatlerdir!.. Ne söylesek ne yazsak mutlaka eksik kalacaktır. Onu anlatmak, duygulan ifade etmek için!.. "Aferin... Ayağının altını öpiinı... Hayatımda böyle berbat oyuncu görmedim!.. Sizi seviyorum... Sizden oyuncu falan olmaz.!... Harika... Bana hocam deme!.. Ayağını boğazına sok (!?) Müziği hisset... Ne yapmak istediğini anlamıyorum!'.. Berbat bir provaydı!.. Sen bırak bu işi!.. N'oluyor yahu!.. Oynaaa!!.. Enerji... Artikülasyon... Konsantrasyon!'.. Samimi ol... İçinden gelsin..." Bu sözler, prova sırasında oyuncuya coşku ve heyecanla söylediği sözlerden bazıları!.. Tiyatroyu bırakmak istersin... Kaçıp gitmek istersin... Kızarsın... Gülersin... Yetersizliğinin farkına varırsın... İsyan edersin!.. Çoook yorgun düşersin!.. Ama sonunda (Pardon sonu yoktur!.. Yaratıcılığın sonsuzluğunu gösterir sana!..) Her gün yeniden başlar sonsuz yolculuk. "İyi yolculuklar" derdi her prova ve ilk oyun. Mutlaka iyi yolculuk... Kalbim hızla çarpıyor onu düşündükçe... "Hocam", (İstediğin kadar kız şimdi!) zor olacak sensiz yolculuklar!.. Seninle çalışmayanlar, yakından tanımayanlar, neler kaybettiklerini bilemeyecekler!.. Yazık, çok yazık!.. Ne iş yaparsam yapayım, hangi oyuna başlarsam başlayayım!.. Hep senin enerjini, sevgini, işaretini hissedeceğim. Mehmet Ulusoy... İyi yolculuklar..
pe
cy
a
İstanbul-Mekân-Tiyatro Başlıyor
> Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın gerçekleştirdiği Uluslararası İstanbul Mekân Tiyatro Festivali'nin ikincisi bu yıl 6-16 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. Festivale; Filistin, Kırgızistan, Çuvaşistan, Finlandiya, Lübnan, Sırbistan-Karadağ, Danimarka, Arnavutluk, Makedonya, Türkmenistan, Başkırdistan, Norveç, Kırım-Tatar, Özbekistan, Gürcistan, Tunus, Bosna-Hersek, İsveç, Suriye, Kanada ve Irak'tan tiyatro toplulukları katılıyor. Geçtiğimiz yıl festival mekânı olarak Balat'ta bulunan tarihi Galata Köprüsü'nü kullanan Şehir Tiyatroları, bu yıl; Beylerbeyi Sarayı, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu, Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet Meydanı, Rumeli Hisarı, Dolmabahçe Sarayı ve Darphane-i Amire'yi de festival alanına dönüştürecek. Tiyatroseverler, her gün üç seans olarak sahnelenecek oyunları İstanbul'un tarihi mekânlarında ücretsiz olarak izleyebilecek. Tiyatrocular Her Aşamasında Festivalin yönetmeni Nurullah Tuncer, iki yıldır Şehir Tiyatroları tarihinde yapılmayan bir organizasyonu yaptıklarına dikkat çekerek, amaçlarının tiyatroyu geldiği yere; sokağa çıkarmak olduğunu belirtiyor. Tuncer, İstanbul-Mekân-Tiyatro'nun İstanbul'da kamusal alanda yapılan ilk festival olduğuna ve tüm aşamalarında tiyatrocuların bulunmasının ciddi ve verimli ilişkiler geliştiren bir iş olduğuna dikkat çekiyor: "... Bizzat
bu alanda alın terini akıtanların yaptığı bir festival. Farklı ülkelerin ışıkçıları, kuaförleri, giysi tasarımcıları yani en alttan en üsttekine kadar herkes kendi bulunduğu alandan meslektaşlarıyla bir araya geliyor. Festivallerde genellikle bir takım şirketler ya da geçici elemanlar çalıştırılıyor ve işleri bittikten sonra dağılıyorlar. Bu festivalin özünde bütün bu ilişkilerin bir sonucu olarak birebir dostluklar kuruluyor. İki kurum, iki ülke ya da iki şehir arasında bir takım protokoller imzalanır. O şehirde yaşayanların adına yapılan bu protokoller ne kadar hayata geçiyor? İstanbul-Mekân-Tiyatro, protokolleri hayata geçiren bir festival olduğu için önemlidir." Tuncer'e göre stratejik ve coğrafi olarak iki kıtayı birbirine bağlayan şehrin, dünya tiyatrolarını buluşturmak gibi de bir misyonu var.
Yeni Sahneler Festival komitesi, geçtiğimiz yıl yaşanan bazı problemleri bu yıl da yaşamamak için çeşitli önlemler almış. Tuncer, henüz başlamış bir festivalde aksaklıklar yaşanmasının normal olduğunu, ancak bu yıl daha az sıkıntı istediklerini söylüyor: "Geçen yıl tek bir mekândaydık. Eski Galata Köprüsü'nün çekildiği yeri birçok insan bilmiyordu. Ve biz bunu gündeme taşıyıncaya kadar çok zorluk yaşadık. O sırada İstanbul 'da NATO zirvesi yapıldı. Seçimler festival döneminin arifesine denk geldi. Yaşanan sıkıntılar nedeniyle tek bir mekân kullanabildik. Bu yıl mekân sayısını artırdık. Galata Köprüsü yine var. Bunun yanında Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet Meydanı, Beylerbeyi Sarayı, Hidiv Kasrı, Ihlamur Kasrı, Rumeli Hisarı ve Harbiye Açıkhava Tiyatrosu da kullanılacak. Bilmediği yerlerde yapılan gösterileri izleyemediklerini söyleyenlerin bahanesi kalmadı, bildikleri yerlere de götürüyoruz festivali. Günde üç gösteri yapılacak. Geçen yıl tek gösteri yapılıyordu. Bir ikinci zorluk şuydu; festivalin duyurusunu yeterince yapamadık, imkânlarımız çok kısıtlıydı. Bu yıl sivil toplum örgütleriyle, fabrikalarla, okullarla iletişime geçiyoruz ve ulaşabildiğimiz her yere duyuruyoruz." Festivalin bu yılki sloganı; "Ruh Zamanda, Beden Mekânda Devinir". Bu sloganın ne anlama geldiğim soruyoruz Tuncer'e; "İnsanın öyküsünü değerlendirirken bir ruhumuz olduğunu söyleriz. Aslında bu ruhun kültürel bir kemik olduğunu da söylememiz gerekiyor. Bu kültürel kemikle mekânlar oluştururuz. Bu mekânlarda bir hayat kurarız, sonra ölür gideriz. Ama iyi
cy a
İBBŞT'nin Dışarıdaki Yüzü Tuncer, bu festivalin aynı zamanda Şehir Tiyatroları'nın dış yüzü olduğunu vurguluyor. Burada kurulan ilişkiler sonucunda Şehir Tiyatroları önemli festivallere davet ediliyor: "Biz Şehir Tiyatroları 'na bir yan unsur olarak onun uluslararası arenada kendi kurumsal kimliğinin tariflenmesine de yol açıyoruz. İlişkilerin rotasında duruyoruz. Geçtiğimiz yıl İstanbul Mekân Tiyatro etkinliğine katılan ülkelerle birlikte daha yoğun bir işbirliği konseptiyle uluslararası bir toplantı yapıldı Makedonya'da. İkinci toplantı Sırbistan-Karadağ'da yapıldı. Bu toplantıda bir protokol imzalandı. Birliğin adı kondu: Yeni Avrupa Tiyatroları Aksiyonu. Birlik bundan sonraki toplantısını Mess Festivali'nde yapacak. Biz de birliğe üye olan 11 ülke arasındayız. Beşinci toplantı önümüzdeki Nisan ayında İstanbul 'da yapılacak. Şehir Tiyatroları ve İstanbul Mekân Tiyatro Festivali, uluslararası ilişkiler anlamında hem ikili protokollerin ön hazırlığını yapıyor hem de tiyatronun gelecekteki vizyonunu belirliyor." Tuncer, bu tür festivaller olmadığı taktirde tiyatrocuların belki de kim olduklarını anlatma şansı bulamayacağına inanıyor.
edeceğini" ifade ediyor. Turcer'e göre, festival bir kurumsal kimliğe adım atmak üzere yoluna devam ediyor. "Nasıl bir kurumsal kimlik? " sorumuzu ise; "Bir kurum kimliğini oluşturabilmek için, onu oluşturan yapının mihenk taşlarını bilmemiz gerekiyor. Bu yukarıdan aşağı inşa edilen bir şey mi yoksa kendi alanından yeşeren bir şey mi? Dolayısıyla bu, yine tiyatro ekseninde duran, merkezinde de tiyatro olan ve tiyatroya emeği geçen bütün çalışanlarıyla oluşturulan bir kurumsal kimlik. 'Burada tiyatro yapıla!'gibi bir şey değil." şeklinde yanıtlıyor.
pe
Festival Yönetmeni, geçen yıl doğan çocuğun, ikinci yılında konuşmayı, iletişim kurmayı öğreneceğini ve önümüzdeki festivalde "bir erişkin olmanın sorumluluğuyla hareket
a
pe cy
Festivale Katılacak Topluluklar ve Oyunları:
a
Al-Kasaba (Filistin) "İşgal Altındaki Masallar" Abdumonunov Milli Akademik Dram Tiyatrosu (Kırgızistan) "Barsberk - Sultan Rayev" Lookim Makshnovi-Koskinski Çuvaş Dram Tiyatrosu (Çuvaşistan) "Ulga Nine'nin Üç Gelini - Nikolay Ugarin" Adam Darius-Kazimir Kolesnik (Finlandiya) "Bostan Korkuluğu'nun Ölümü - Adam Darius, Kazimir Kolesnik" Zico House (Lübnan) "Elmadan Bir Isırık Al - Samuell Beckett, August Strindberg, Ted Hughes" Karadağ Halk Tiyatrosu (Sırbistan Karadağ) "Daha Yakın (Closer) Patrick Marber" Batida (Danimarka) "Grand Finale - Giacomo Ravicchio, Soren Dvesen" A.Z. Cajupi Tiyatrosu (Arnavutluk) "Micer Cimri -Moliere" Filistin Ashtar Tiyatrosu (Filistin) "Balina Devri" B.M. Tiyatro ve Film Prodüksiyon Şirketi (Makedonya) "Baba - August Stryndberg" Alp Arslan Türkmen Milli Gençler Tiyatrosu (Türkmenistan) "Nusay Aşkı - Govşut Geldi Danatarowyn" M. Gafuri Akademik Devlet Tiyatrosu (Başkırdistan) "Başkurt'un Rüyası - Artur İdil Bayev" Her Stay Dans Tiyatrosu (Norveç) "Yavaş Uç - Dans Tiyatrosu" Bazement Theatre (Gürcistan) "Samimiyet - David Geer" Akademik Milli Dram Tiyatrosu (Kırım Tatar) "Dubaralı Toy - Yusuf Bolat" Akademik Devlet Dram Tiyatrosu (Özbekistan) "Kızıl Elma - Hadja Abbas" Tunus Devlet Tiyatrosu (Tunus) "Güzel Hasat - Sirk Tiyatrosu" Bosna Halklar Tiyatrosu - Zenica (Bosna-Hersek) "Lanetli Avlu - İvo Andriç" Unga Riks İsveç Ulusal Gezi Tiyatrosu (İsveç) "Electra'nın Erkek Kardeşi - Asa Lindholm, Mickael Orson, Olof Willgren" Üsküp Türk Tiyatrosu (Makedonya) "Azizname - Yücel Erten" Bitola Halk Tiyatrosu (Makedonya) "Hasan Ağa'nın KarısıLyubomir Simoviç" Saraybosna Halk Tiyatrosu (Bosna Hersek) "Müfettiş Gogol" Şam Devlet Tiyatrosu (Suriye) "My General - Mahmud AlJaferi" Corpus Theatre (Kanada) "A Flock Of Flyers - Dans Tiyatrosu" Irak Devlet Tiyatrosu (Irak) "Good Bye Godo - Samuel Becket (uyarlama)
pe cy
bir şeyler yaparsak o mekânlar iyi şeylerle anılagelir. Ruh ölmez aslında, yapılan iyi şeyler bir ışık olarak kalır, mekânlar değişime uğrar. Bizim söylemek istediğimiz şey; barışla, hoşgörüyle, geleceğe doğru inançla ve yaşadığımız alanları yeniden yeşertmenin bilinciyle durursak o zaman oluşturacağımız bütün mekânlar bu ruhu taşıyacaktır."
İstanbul'un Her alanı Sahne Tuncer, konuşmasında sıklıkla İstanbul-Mekân-Tiyatro'nun on gün içerisinde yapılıp biten bir festival olmadığını vurguluyor. "Biz büyük bir coğrafyadan gelen büyük bir ülkeyiz. Bu bize farklı sorumluluklar yüklüyor. Türkiye 'nin kültürel alanda yaşadığı problemleri gidermenin yollarını bulmalıyız. İstanbul 2010 yılında kültür başkentine aday olacak deniyor. Olabilecek mi acaba diye düşünüyoruz. Olması için bir şeylerin çabası içerisindeyiz. Bu festival bu gayretin bir ifadesidir bir anlamda. Eğer bu gayret bir amaca ulaşırsa bu buluşmalar daha iyi zeminlerde yapılabilirse, kültür başkenti olmamamız için neden yok diyorum." Bir şehrin kültür başkenti olması ya da büyük festivallere evsahipliği yapması için sadece büyük salonlara gereksinimi olmadığını ifade eden Tuncer'e göre, büyük ve tiyatronun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donanımlı salonlar inşa edilmeli ancak şehrin tüm mekânları tiyatro alanı olarak kullanılabilmeli: "İstanbul Mekan Tiyatro demek, İstanbul'un bütün mekanlarında tiyatro yapılabilir demektir. Sarayların bahçelerini, parkları, çok sayıdaki alanları gösterilerimizde kullanabiliriz. Önemli olan, tiyatroyu hayatın içine taşıyabilmek. Ben bütün bir İstanbul 'un tiyatro sahnesi olabileceğine inanıyorum. Bunun için ille de mermer kaplı tiyatro salonlarına gerek yok." Sezon içerisinde oyunların zaman zaman boş salonlarda oynandığını hatırlatarak, "Hayat dışarı doğru akarken siz içeri doğru akamazsınız. Biz tiyatronun toplum içinde yeterince yaygınlaşmasını istiyor muyuz yoksa kontrolümüz içinde kalan alanlarda mı sonuçlandırıyoruz bu işi? Tiyatro sokaktan gelmiştir. Yeniden sokağa dönebilir mi sorusu çelişkili olur. Oradan gelmiş bir şeyi tabii ki oraya götürebiliriz." diye konuşuyor. Kapalı alanlarda yapılagelen tiyatroyu açık alana taşımak, kuşkusuz bazı zorluklan da beraberinde getiriyor. Ancak Îstanbul-Mekân-Tiyatro, bu sıkıntıları aşmak için öncülük etmeyi de amaçlıyor. Tuncer, son yıllarda tiyatroyu terk eden, unutan seyircinin açık alanlarda gördüğü ile tiyatroyu tekrar hatırlayacağına inanıyor.
"Ara'nın Anadolu Destanı" Küba'ya gitti, sahnelendi ve döndü.
pe
cy
a
Bir Gönül Yolculuğu
> Aslı Öngören
Sevgili Mehmet Esatoğlu, Ara Güler'in "Yüzlerinde Yeryüzü" albümündeki fotoğrafları ve Yaşar Kemal'in bu albüm için yazdığı önsözle, "Ara'nın Anadolu Destanı" adlı bir oyun oluşturma önerisiyle geldiğinde, oldukça heyecanlandım. Oyun, Küba'da ilk kez gerçekleştirilecek bir Türkiye Haftası içinde sahnelenecekti. TKP ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin, Küba Komünist Partisi ile birlikte düzenledikleri bir organizasyonun içinde yer alacaktı. Küba'yı, Castro hayattayken görmek, neredeyse çocukluğumdan beri hayalimdi. Yani, "Küba'ya gitmek" diye bir moda henüz ortalarda yokken ve Che'nin resimleri renkli atletlere basılıp, gençlerin bağırlarında, ciddiyetini korumaya çalışan bir ifadeyle dolaşmaya henüz başlamamışken. Ama bugün, hal böyleyken, Küba'ya bir tiyatro oyunu götürmek bambaşka bir sorumluluktu. Yani, ömrümü adadığım tiyatro sanatını, Küba'daki insanlarla paylaşmak, tiyatronun o eşsiz sıcaklığı içinden onlara özel bir merhaba diyebilmek şansıydı bu. Heyecanlıydım. Elimizdeki metni ve görsel malzemeyi, tiyatro oyunu haline getirmek en büyük meseleydi. Yaşar Kemal'in metni ve Ara
bildiğinden, tiyatroya hediye etmeyi düşünüyordu ve öyle de yaptı.), transformatörü ve daha birçok teknik cankurtaranı yanına almakta kararlıydı. İyi ki de öyle yapmış, yoksa bizim ve diğer tiyatro ekibinin gösterisi ve konserler, belki de gerçekleşemeyebilirdi. Küba'daki ilk iki günümüz, bir yandan vizede sorun yaşadığı için geç gelecek olan, ikinci oyuncumuz ve yönetmenimiz Mehmet Esatoğlu'nu, öte yandan oyunumuz için hayati olan Back- Projeksiyon perdesini -ki İstanbul'dan itibaren, arkadan verilen görüntüyü yansıtabilen bu perdeyi satın almaya, uçağa almalarını sağlamaya yönelik çabalarımız, Küba'da çeşit çeşit perde bulabileceğimiz güvencesiyle durdurulmuştu.- beklemekle geçti. Bu arada, biz de maalesef oldukça bakımsız durumdaki tiyatro binasında, diğer teknik hazırlıklarımızı tamamlamaya çalıştık. Kübalı rehberimiz, yanımızda durması söylendiği zamanlarda, İngilizceden İspanyolcaya çevirerek, saatler sonra da olsa, teknik malzeme ve en önemlisi su bulmamızı sağlayabiliyordu. Ama tiyatronun teknik sorumluları, ellerine uzun zaman önce geçen, teknik ihtiyaç listemize bakıp, İspanyolca susuyor, sanki ne yapmaları gerektiğini, bizim kim olduğumuzu ve neden onlardan bunları istediğimizi anlamaya çalışır gibi, uzun uzun yüzümüze bakıyorlardı. Sonuçta görüntüyü sadece önden vermeye olanaklı bir perde bulunabildi... Teknik düzenlemelere gereken saatler hariç, toplam 5-6 saatlik bir sahne provasıyla, tüm mizansenler, perdedeki çeviri ve fotoğraflara gölgelerimizi düşürmemeye ve 8-9 spotla yüzlerimizi göstermeye çalıştığımız bir hale dönüştürüldü.
a
,Güler'in fotoğraflarıyla çıkılan bir yolculuğu anlatmaya karar verdik. Oyunculardan birinin diğerini 'oyun içinde oyun'la, çıkardığı bu yolculukta erkek oyuncu, yazar dahil pekçok farklı kılıkta, kızın karşına çıkacak, iki büyük ustanın Anadolu izlenimlerinin kılavuzluğunda, kızı ve izleyicileri, İstanbul'dan Anadolu'ya düşsel bir tren yolculuğuna davet edecekti... Metne ve fotoğraflara tekrar tekrar baktıkça, bir Anadolu esintisi vermenin ötesinde çabalara girişmenin yersiz olacağı kanısına vardık. Bu proje, o uzak kıtaya, üzerinde yaşadığımız bu sonsuz ve zengin kaynaktan birkaç renk, bir küçük, içten soluk götürebilme naifliğinin ötesinde bir iddia taşıyamazdı. Eh bu da, işin belki de en zor yanıydı. Fotoğrafların ve İspanyolcaya çevrilen metinlerin yansıtıldığı projeksiyon perdesinin organik bir kullanımını ve sevgili Erhan Şakar'ın beste ve düzenlemeleriyle oyuna eşlik eden, katılımcı, canlı bir orkestrayı oyunun bel kemiğine oturttuk. Tasarladığımız sahneleme hamasetten, gösterişten, politikanın sanata hammadde yapıldığı o kaba estetikten, olanaksızlıklara sığınarak ortaya yoksul ve yetersiz bir ürün koyma kolaycılığından, ulusal derken evrenseli ıskalamaktan, sahtecilik, yetinmek ve övünmek denen illetlerden kurtulabilmeyi gerektiriyordu ve işte prova sürecinin en yorucu, en 'ezber kıran' yanı da buydu.. Ve fikrin ortaya atılışından başlayarak, yaklaşık üç aylık bir çabaya maloldu.
pe
cy
Başlangıçta Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde çalışmaya başladık. Burası başta, (organizasyon sorumlularından biri olan) Tunç Tatoğlu olmak üzere, pek çok kişinin özverili emeği ile varedilmiş, mimarisiyle (eski bir Ermeni okulu), cafesiyle, çeşitli atölyeler, konser, söyleşi ve gösterilerle soluk alan yepyeni bir kültür merkezi. Fakat sahnenin küçüklüğü, ekibin yol ve ihtiyaç masrafları bizi bir süre sonra, Taksim'e yönlendirdi. Sevgili Mehmet Esatoğlu'nun varettiği, ATÇ'nin birkaç yıldır kullandığı ve harap bir binanın 6. katındaki bu mekan, küçük bir ada gibi, kendi özgür ve özgün olanaklarıyla bize kapılarını açtı. Orada çalışmakta olan birçok amatör grup, provalarına ara verdi. Nizam pidecisi belki de sayemizde yeni bir şube açtı .Travestiler, yankesiciler, pavyon bozmaları, otoparkçılar bir "gönüllü" ekibin rüzgarıyla, haftalarca ürperdi! O sahne yükseltisi ve üç-beş spot, iyi bildikleri bu gönüllülük adımına, gönlünü açtı, bizi taşıdı, aydınlattı. Yolculuğa ancak üç gün kala, Küba'da oynayacağımız salonun adını öğrenebildik. Fakat hala salonda kaç spot olduğunu bilmiyorduk örneğin. Işık tasarımcımız (ya da büyücü diyebiliriz) Kemal Yiğitcan kendisine ait olan birkaç spotu, metrelerce kabloyu, renk filtrelerini (orada bulunmadığını
Sakın teknik yetersizliklerden şikayet ettiğim sanılmasın.. Türkiye'de turneler de yapmış bir oyuncu olarak gayet iyi biliyorum ki, çok daha yetersiz koşullarda mucizevi sonuçlar almak, biz Türklerin özel bir yeteneğidir. Kaldı ki, bizim gönüllülüğümüz dağları delecek bir güçteydi. Aynı zamanda pek çok uluslararası proje için başka ülkelerde de sahne deneyimlerim olduğu için, böylesi bir etkinliğin ilk kez gerçekleştiriliyor olmasının, Kübalılar açısından bir acemiliğe neden olduğunu söyleyebilirim. Ama aynı acemilik, biraz daha anlaşılması güç bir biçimde, bizim organizasyon ekibimizin yaklaşımında da vardı. Partiler arası görüşmelerin, Küba'nın kültürel ve ekonomik alandaki büyük direnişi ve mücadelesinin aktarıldığı toplantıların, düzenlenen sosyal turların arasında, prova ve hazırlık aşamasında yanımızdaki varlıklarını hissedemediğimiz, organizasyondan sorumlu ekibimize gönül koyduğumu gizleyemeyeceğim. Bize, özverili ve çalışkan varoluşumuzdan kaynaklanan bir güven duyduklarını varsaymakla birlikte, sorunları olabildiğince azaltmak yolunda girişimlerde bulunmakta geciktiklerini ve "olsun da nasıl olursa olsun" diye açıklanabilecek bir mesafede
gösterisi, Grup Kızılırmak, Emin İgüs ve Eylem Pelit, Vedat Sakman konserleri Kübalı izleyiciler için son derece değişik ve etkili izler bıraktı. Türkiye'den, Küba'ya götürdüğümüz, etkinlik boyunca sergilendikten sonra da Küba halkına armağan ettiğimiz pek çok değerli sanatçının, Türk insanının el emeği, göz nuru yapıtlar ise bambaşka bir soluk getirdi etkinliğe. Genel bir değerlendirmeyle ve ayrılırken edindiğimiz izlenim ışığında, Küba'da gerçekleştirilen Türkiye Haftası, pek çok eksikliğine rağmen başarılı bir ilk adım oldu. Dilerim devamı olsun.
Bir Gönüllü Proje Daha Bitti Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden son ana dek emin olamadığım, ama bugüne dek yaptığım en profesyonel çalışmaların ciddi ve ağır koşullarını bile kat kat aşan bir çaba, özveri ve dirençle çalıştığım, amatör koşullarda gerçekleşen bir gönüllü projeydi... Küba'da bir ilk!
cy a
Son olarak, "Ara'nın Anadolu Destanı" ekibine dair birkaç cümle kurmak gerekirse, öncelikle projenin sahibi, yönetmeni ve oyuncusu Mehmet Esatoğlu, yıllardır sürdürdüğü çabasına bir halka daha ekledi. Yunus Saltuk, yıllardan süzdüğü deneyimini, zeka ilmekleriyle bağladı sahne düzenimize ve oyun içinde elimden bırakmadığım küçük, tahta valizin içinde yolladı Havana'ya. Macit Koper, başlangıçta aktör olarak, ama sonra bir usta ve danışman olarak bizimle soludu, nabzında duydu bu gönüllü macerayı. Kemal Yiğitcan, olanaksızlıklara rağmen, fark ettirmeden gösterdi karanlığı ve alçakgönüllü, çalışkan aydınlığına, farkındalığına bir katkı daha yaptı. Erhan Şakar'ın müziği Kübalı kulaklara ulaştı. Onur Toparlak, Alper Kargın, Göksun Doğan, Cihan Terlan gönüllerinin zenginliğinden notalar bıraktı Havana'da hâlâ dolaşan melodilere. Kendisi de usta bir fotoğraf sanatçısı olan Gülay Ayyıldız Yiğitcan yaratıcılığını, bilgisayar karşısında uykusuzluk rekorları kırarak, Ara Güler'in fotoğrafları üzerinde, arasında rengârenk dolaştırdı. Koreograf Murat Ersan (kendisini sahne hayvanı diye tanımlar) teknik çözümlerde Kemal'le birlikte mucizeler yaratırken, bedenlerimizi ve ruhlarımızı dans ettirmek için sahnenin her milimini adımladı. Bilgisayar programımızı yazan, görünmeyen kahraman Can, provalarımızı izleyen, eleştiren, elveren dostlar, usta, amatör pek çok tiyatrocu büyük katkılarda bulundular projeye.
durduklarını düşündüğümü belirtmeliyim. Bunun nedenleri çeşitli olabilir. Belki de bizim, olabileceğin en iyisini isteme özenimiz, disiplinimiz ve gönüllülük oranımız yanlış anlaşılmış olabilir. Eğer varsa, bu yanlış anlaşma büyük olasılıkla da bizden kaynaklanıyordur.
pe
Bu organizasyonun büyük özveriler, ciddi maddi yükler altında gerçekleştirildiğini biliyor ve bu çabayı çok değerli buluyorum. Aynı zamanda ekipçe, bu çabanın bir parçası olduğumuz, her konuda, payımıza düşen sorumluluğu sonuna kadar üstlendiğimiz gerçeğini gözönüne alarak, hepimizi sanat emekçiliğinin ne olduğu konusunda iyice düşünmeye davet eden bir deney olduğunu söyleyebilirim. Küba'nın büyük mücadelesi içinde ekonomik kaygıların, kültür-sanat alanındaki adımları şimdilik yavaşlattığı ortada ve anlaşılır bir durum. Ama bizlerin, toplumca, toplumumuzun her kesimince, hele hele sol, ilerici örgütlenmelerce, sanatçılarımızca bile, kendi kültürümüze, sanatımıza, sanatçımıza yaklaşımımızın, tarihimizde hala kendini tekrarladığını, deneylerden öğrenmediğini ve öte yandan, gönüllülüğün neferlikle, kayıtsız şansızlıkla, adanmışlıkla hala karıştırılıyor olduğunu görmek, bende en azından bir gönül yarasıdır. Biz istediğimiz kadar inkâr edelim, her alanın, her disiplinin kendine özgü kriterleri, ölçüleri var. Bunları doğru öğrenemediğimiz sürece, kavram karmaşasına, kişiselleştirmelere, özle ayrıntıyı ayırdedemeyişimize neden olan subjektif yaklaşımlarımız, telafi etme manevralarımız ve kafa karışıklığımız sürecek gibi görünüyor.
Yine de, "Ara'nın Anadolu Destanı", teknik nedenlerle yapılan değişikliklerin etkisi ne olursa olsun, mutlaka eksiklikleri olan, ama kanımca Kübalı izleyiciler için iz bırakıcı yanlan da olabilen, namuslu bir çalışma oldu ve alkışını da aldı. İzleyen meslektaşlarımızdan da -eğer bizimle paylaşmak isterlerse- eleştirilerini alarak, üzerine daha çok konuşacağımız, aramızda tartışıp, değerlendirdiğimizde pek çok yeniye çevriltebileceğimiz bir oyun oldu. Diğer tiyatro gösterisi olan, Mahmut Gökgöz'ün yönettiği Nâzım Hikmet'in "Şeyh Bedrettin Destanı", Alev Akçin dans
Ama iki isim var ki, ülkemizde dizi, dublaj derken prova için biraraya gelemeyecek hale düşmüş, genç, yaşlı pek çok tiyatrocuya örnek olacak bir varoluş gösterdiler. Çağrımız üzerine, böylesi işlere ve maddi gelire çok ihtiyaç duyduklarını bildiğim bir dönemde, bu iki genç, yetenekli ve özel tiyatro oyuncusu, yardımcı yönetmenlik ve oyuncu koçluğu yapmak için aylarca yaşamlarını ertelediler. Ve prova süresi boyunca bana, tiyatroya dair, insan olmaya dair bazı şeyler öğrettiler. Yeşim Ceren Bozoğlu ve Süreyya Güzel. Onlar olamasaydı, bu proje de olmazdı dersem sanırım yanlış olmaz. Ne yazık ki onlar da bizimle gelemediler. Onların emeğinin sorumluluğunu da alıp, Küba'ya giden bense, vazgeçmediğim gönüllülüğüm olan "öğrencilik" açısından, sanırım sınıfı geçtim. Kendime, mesleğime, meslektaşlarıma, kısa-uzun yol arkadaşlarıma dair, pek çok şey daha öğrendim. Bu da bir sınavdı her proje gibi. İçinde olmaktan mutluyum. Küba'yı etraflıca tanımaya pek zaman bırakmadıysa da, Anadolulu bir solukla, Havana'ya üfürüldü "gönüllü" emeğimiz. Küba ile ilgili izlenimleri, oradaki yaşamı, Havana'yı özel kılan büyüyü, Castro'nun görkemli mitingiyle ilgili gözlemleri, yakın gelecekte, bizlerden birilerinin aktaracağı başka yazılar da olacağını umuyorum. Emeği geçen herkese teşekkür ederken soruversem; sonuç gönlümüze göre miydi? Hiç olur mu? Gönül, Türkiye için, Küba için, tiyatro için, dayanışma için, paylaşmak için, üretmek için daha neler neler ister! Yeter ki o gönüller bir olsun!
pe
cy a
Özen Yula: "Herkesten Daha Sert Yazabilen Biriyim"
> Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr
Genç kuşak oyun yazarları ile yaptığımız söyleşi dizisinin ikinci konuğu Özen Yula. Adını en son Eskişehir Belediye Tiyatrosu 'nda kendi yazıp yönettiği "Gözü Kara Alaturka " ile duyduk. Sıcak bir cuma günü söyleşi için sözleştik romancı, hikayeci, oyun yazarı ve yönetmen Özen Yula ile. Randevusuna biraz gecikti. Kendisini affettirmek için olsa gerek, bütün öğleden sonrasını bizimle paylaştı. Söyleşiden sonra fotoğraf editörümüz Gülay Ayyıldız Yiğitcan'ı da alarak Taksim'den Karaköy'e kadar birlikte yürüdük. Yol boyunca türlü rollere girerek türlü hikâyeler anlattı. Karaköy'e geldiğimizde tatlılar ısmarladı bize; birer porsiyon şöbiyet ve limonata... Sohbetimiz bitip de aklım Karaköy'den dergi ofisine taşınıp yeniden düşündüğünde bu samimi ve sözünü esirgemeyen yazarı; birazcık da muzır bir isim buldu O'na: "Gözü Kara Özen Yula". Romancı, hikayeci, oyun yazarı ve yönetmen Özen Yula. Siz hangisine daha yakın hissediyorsunuz kendinizi? İşin gerçeği ben edebiyata yakın hissediyorum kendimi. Ve bütün bunları edebiyatın içindeki ana damarlar olarak görüyorum. O yüzden de hakikaten ilk etapta edebiyat var ama her alanda bunun uygulaması farklı oluyor tabii. Tiyatro oyunu deyince, edebiyatın ötesinde gündelik dilin sınırları içindeki bir takım üslupları farklı farklı sahneye getirmek durumundasınız. Oysa çok eski bir gelenekten gelen çok
farklı bir üslubu var hikâyenin. Roman da nispeten benzer bir duruma sahip. Ama oyuna gelince iş değişiyor. Hem edebiyat içinde hem edebiyat dışındaymış gibi bir alanda duruyor. Mümkün olduğu kadar bu iki alan arasındaki geçişlerle bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama benim için edebiyat önemli bunu söylemeliyim. Çünkü büyük edebiyatçılara saygı duyarak, onları okuyarak yetiştim.
Bir söyleşinizde mizah eleştiriyi daha kabullenebilir kılır demişsiniz. Bu bir tercih mi yoksa gelinen bir nokta mı? Her ikisi birden galiba. Çünkü yola çıktığınızda kafanızda kurguyu ya da bir takım şeyleri bitirmişsinizdir ama kahramanların sizi götüreceği yerler vardır. Onlar, sonradan farklı bir biçimde ortaya çıkabilir. Bir de hayata bakış açısıdır bu. Bir tercih olarak ironiyi seçebilirsiniz. Hayat gerçekten o kadar zor, o kadar pembe gözlüklere müsait olmayan bir biçimde tezahür ediyor ki insanın bir direngi noktası bulması gerekiyor. Gerçek anlamda bu dünyada acıdan başka bir şey yok aslında. Bunu yaşanılır kılan şeyse durumun saçmalığı. Çok sınırlı bir süre için geliyoruz ve gidiyoruz. Nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi de bilmiyoruz. Ve neden geldiğimizi ve gittiğimizi de. Trajik bir durum. Bütün bunlara katlanmanın en temel yolu ironi gibi geliyor bana. Mizahla da desteklenirse yazdığınız şey, her türlü şeyi söyleyebilirsiniz. Uygun bir dille eleştirebilirsiniz. Eleştirilmeyecek hiçbir şey yok yeryüzünde. Bu kadar sıkıntıyı neden çektiğimizi sorarsanız ardından mutlaka bir eleştiri gelir. Ama bunu insanlara sunduğunuzda mizah mutlaka rahatlatacaktır, bir tat katacaktır. En sert şeyi bile mizah içinde daha kolay sunabilirsiniz. Türk edebiyatının bütün büyük ustalarında da bunun izlerini görürüz; Oğuz Aral, Vüs'at O. Bener, kısmen Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar; tiyatro'da Haldun Taner'de Mehmet Baydur'da bunun izlerini çok fazla görürüz. Dolayısıyla bu bizden çok önce bulunmuş ve yapılmış. Demek ki onların da hayata bakışı öyleydi, demek ki ben de hayata öyle bakmışım.
cy a
Oyun için, 'hem edebiyat içi hem dışı' derken neyi kastediyorsunuz? Çok edebiyata dair bir şey yaparsanız bir oyunda, bu tamamıyla okumaya yönelik olur. Sahne üstüne geldiğinde tiyatro lezzeti olmaz. Hâlbuki tiyatro, oyunu içeren, oyunu kapsayan, oyunun ötesine geçen bir durum. Dolayısıyla edebi bir üslup kullanarak da tiyatro yapabilirsiniz, edebi farklı unsurları değerlendirerek de tiyatro yazabilirsiniz ama bu hiçbir zaman gerçek anlamda seyircisine ulaşmaz. Çünkü tiyatro daha farklı bir alanda durur ve orada tezahür eder, seyircisiyle beraber var olur. Oysa hikâye yazarken oturup da sizi okuyacak kişilerin ne düşüneceğini, nasıl algılayacağını çok fazla göz önünde bulundurmazsınız. Sizin edebi anlayışınız ölçütlerinizdir, o dilin plastiğinden yararlanarak nasıl bir dünya kurduğunuzdur önemli olan. Tiyatroda metni seyirciye ulaştıran oyuncuların, teknik ekibin, yönetmenin, dramaturgun söz konusu olduğu bir yapı var. Onların yorumlamasından sonra bir de seyirciye bir iş düşüyor. Siz yorumlanamayacak kadar kapalı, edebi bir metin yazarsanız hiçbir zaman seyircisine ulaşmaz. Tiyatro edebiyatı tarihine de baktığınız zaman bu şekilde yazılmış manzum eserlerin artık seyircisine ulaşmadığım görüyorsunuz. Bunlar o dönem içinde okunan, okunmasından haz alınan şeylerdi. Benim yapmaya çalıştığımsa, bir yandan okur eline alıp okuduğunda kendi kafasında bir dünya kursun, bunun kendi yaşamışlığıyla bir filmini çeksin ama beri yandan da metin, aracı ekiple buluşup seyirciye ulaştığı zaman seyirciye hitabeden bambaşka dünyalar kurulsun.
bakıp gülmek istiyor. Ama bu hep böyleydi. Öbür taraftan seyirci izlediği şeyden haz almak ister. Ben aynı zamanda bir seyirci olarak bunu istiyorum. Yüreğime ya da beynime dokunan veya ikisini iyi dengeleyen bir tarafı olmalı. Seyirci de büyük olasılıkla böyle düşünüyor. Direkt o kitle gibi düşünemiyorum çünkü çok homojen bir grup değil çok heterojen bir kitle Türkiye'deki seyirci. Bir yandan, dizilerle daha basit kurgulara alıştırılan, adeta zekâsıyla alay edilen seyirci bir yandan da çok daha elit; edebi metinleri okuyan, kendini yetiştirmiş bir grup tiyatroya geliyor. Dolayısıyla her ikisinin de algılayacağı şey ve istediği şey farklı olacak. Her oyun kendi seyircini bulur diye düşünüyorum ben.
pe
Sizce seyirci ne görmek istiyor sahnede? Son zamanlarda yapılan "ille de komedi görmek istiyor" gibi tartışmalara katılıyor musunuz? Seyirci sadece komedi görmek istiyor diye bir şey yok. Ama insanlar gündelik hayatın sıkıntılarından bezmiş oldukları için iki saatlerini verip tiyatroya gittiklerinde daha eğlenceli bir şey görmek istiyor ya da kendi sorunlarına uzak açıdan
Son dönemde ortaya çıkan yazarlara baktığımızda çok farklı şeyler yazan, farklı üsluplar kullanan yazarlar
a
cy
pe
çıkarım gibi geliyor. İleride oturup daha uzun, daha sakin okuyabileceğim günler gelecek diye düşüyorum. Umarım bunun için zaman vardır. İstanbul'un karmaşasından, kalabalığından daha uzakta bir yerde.
cy
a
görüyoruz. Sizin oyun yazarlığınızın karakterini belirleyen şey nedir? Herhalde herkes gibi hayata bakış açım. Her yazarın hayata farklı bir bakış açısı var. Dolayısıyla hayatla baş etme yollan da farklı farklı. Kimisi bu sorunları kabul etmez, kimisi uyur uyanınca geçeceğini zanneder, kimisi ne kadar uzun uyursa ve uzak kalırsa o kadar çabuk atlatacağını düşünür, kimisi üstüne gider, kimisi iyice saldırganlaşır asileşir, kimisi görmezlikten gelir, kimisi de kendisini olayın uzağına çeker oradan gülümseyerek bakar. Ben galiba bu son söylediğim gruptanım. Zaten yaşayan benim. Bütün dünyanın sıkıntılarım üstlenerek yaşayamaz insan. Bir yerde durup soluk alacaksın. Benim yazarlığımı belirleyen bu bakış açısı.
pe
Diğer bir şey ilgi alanları. Müzik, sinema, edebiyat, mimari, diğer sanat alanları ile olan ilişkileri; teknolojiyle alakası gibi... Dünyaya bakış açısı bu ilgi alanları ile birlikte daha da genişliyor ya da daralıyor. Damlıyorsa, yazar bir süre sonra kendi kendini tekrara başlıyor, kısırlaşıyor. Ben bunun olmaması için çabalıyorum. Yazdığım her metinde diğerini tekrar etmemeye çabalıyorum. Tabii kendi içinde bütünselliği olan metinler bunlar. İlk yazdıklarınızla bugün yazdıklarınız arasında nasıl yakın ya da uzak şeyler görüyorsunuz? 1990Tı yıllarda başladım. 1980'ler çok baskıcı yıllardı ve 1990'lı yıllarda dili parçalamaya yönelik, anarşist bir yapı vardı. Fakat farklı farklı dünyalar kurulmaya başlandı ve farklı öykücüler ortaya çıktı. İlk hikâye kitabımı Bilge Karasu okumuştu, ondan çok şey öğrendim. O dönem çıkan şeyleri şimdi elime alıp karıştırdığımda ilk günlerin heyecanıyla yazan genç bir yazan görüyorum. Şimdiki Özen'e baktığımda daha durmuş, oturmuş ama herkesten daha sert şeyler yazabilecek bir yazar görüyorum. O gücü bulabilecek o cesareti gösterebilecek bir yazar görüyorum ve bunu da yapıyorum zaten. Nelerden besleniyorsunuz? Underground edebiyat beni çok ilgilendiriyor. Post-Punk ve Punk. Yabancı yazarlar olduğu gibi kendi dönemimden, benden önce ve sonra gelen edebiyatçılardan. Bazen yenilerden okurken çok vakit kaybediyormuşum gibi geliyor. Yeni birini öğrenmek ve okumak yerine daha eskilerden bilmediğim, arada kalmış bir yazarın kitabını alıp okusam daha kazançlı
Yazdıklarınıza "seçilmiş kadınların ve erkeklerin öyküsü" diyorlar ama daha çok seçilmiş kadınların öyküsü. Neden? Evet, öyle bir şey var. Kadın kahramanlar daha trajik kahramanlar çünkü. Hepimiz sıkıntı çekiyoruz ama dünyanın yapısından dolayı kadınlar daha trajik şeylerle karşılaşıyorlar. Oturup Batman'da intihar eden kadınlardan bahsetmek, ataerkil düzen içinde kadının tam yerini bir biçimde asla bulamaması, bulmaya çalışanın da giderek ataerkil düzenin gerekleri doğrultusunda erkek egemen kurallarla oynayıp o yere gelebilmeleri ve geldikleri yerde artık bir dişi olarak kalamamaları gibi konular ilgimi çekiyor. Bu konuların doğurgan konular olduğunu düşünüyorum. Kadınlar erkeklerden çok daha kararlıdır. Bir şeye karar verdiklerinde yapıyorlar. Kararsız gibi duruyorlar ama iş bir eylemi yapmaya geldiğinde daha kararlılar. Daha sert olabiliyorlar, ummadığınız sınırlara kadar gidebiliyorlar, çok naif görünmelerine rağmen alınan kararlarda ve ataerkil düzenin işlemesinde çok daha etkin olabiliyorlar. Bütün bunlar bir araya gelince çok farklı bir yapı ile karşılaşıyoruz. Bunu parçalara ayrıştınp kadın kahramanlar olarak insanlara sunmak ve bu kadınların şiddet uygulayabilmeleri ve onlara uygulanan şiddete dayanabilmeleri bana ilgi çekici geliyor. Oyunlarınızı izleyenler neler söylüyorlar? Güzel şeyler söylüyorlar. Yönettiğim oyunlarda da genellikle olumlu eleştiriler geldi. Tabii ki herkes kendi yaşamışlığına birikimine göre değerlendirir. Oyunlarınızın sahnelenmesi aşamasında metinle yönetmenin tercihleri arasında bir denge gözetiyor musunuz? Her şeyden önce güvendiğim yönetmenlerle çalışmayı tercih ediyorum. Tanımıyorsam, sorulan her şeyi yanıtlamaya çalışıyorum. Tamamen "buyursun, istediğini yapsın" gibi bir şey çok söz konusu olmuyor. Onun için hem dramaturgla çok iyi çalışan bir yönetmen olması gerekiyor hem o dramaturgun çok iyi olması gerekiyor. Oyundaki alt metinleri çok iyi çözmüş olmaları gerekiyor. Bugünkü koşullarda bu da çok mümkün değil. O yüzden güvendiğim ve yenilikçi
Bu arada bir de hiç haberim olmadan oyunlarım sahneleniyor, sonradan bana haber veriyorlar. Genelde üniversite tiyatroları bunu yapıyorlar. Kâr amacı gütmedikleri için böyle bir şey yapabileceklerini düşünüyorlar ama çok yanlış. Bazen yazarın ismini bile kullanmıyorlar. Yazarın adını koymayınca fark edilmeyeceğini ve hiçbir cezai işlem yapılamayacağını düşünüyorlar. Ne yapıyorsunuz bu durumlarda? Sadece konu hoşlarına gittiği için, üç beş oyuncuyla sahnelemek istiyorlarsa yapmamalarını tercih ediyorum. Benim yaptığım oyunla aynı dönemde yapıyorlarsa, uluslararası davetlerde karıştırılabileceği için olumlu bakmıyorum. Onun dışında genelde iyi niyetli davranmaya çalışıyorum. Beni arayıp bulamadıklarını söyleyenler oluyor, bu mümkün değil. Yayınevini arayıp bağlantı kurmaya kalksalar anında ulaşacaklar. Özellikle de üniversitede eğitim veren insanların bunu yapmaması gerektiğini düşünüyorum. O çocukları öyle yetiştirmemeleri gerekiyor. Ama çocukları öyle yetiştirip hayata hazırlıyorlar, belki de iyi oluyor çünkü hayatta etik ve ahlakla ilgili bir şey yok.
Türkiye'de yeterince oyun yazılıyor mu? Çok daha fazla yeni yazarların çıkması gerekiyor. Yazarların da okuyup kendini geliştirmeleri gerekiyor. Bana çok sayıda oyun getiriyorlar, anlam kaymalarıyla, yazım hatalarıyla dolu. Bunların gerçekten iyi niyetle yazıldığını ancak varılmak istenen noktanın iyi niyetli bir yer olduğunu düşünmüyorum. Birileri tarafından tanınmak ve adının kabul edilmesi için yapılıyor ya da ödenekli tiyatrolara oyununu verip para kazanmak gibi bir düşünce oluyor. Sahne üzerinde samimi olmayan şey anlaşılıyor. Yeni yazarlara ihtiyaç var ama "hadi gündelik hayatı sahne üstüne getirelim" tarzı bir yapıyla olmamalı bu. Sahne, gündelik tekstlerin oynandığı bir yere dönüşmemeli. Çünkü tiyatro sanatının da kendine göre bir ağırlığı vardır. Yeni yazarlar çıkmalı ama çıkarılma biçimlerine dikkat edilmeli diye düşünüyorum. Kendi ülke gerçekleriyle ilgisi olmalı çıkarılma biçimlerinin. Niçin o yazarlara, o oyunlara ihtiyacımız olduğunu bilmeliyiz. Biraz 'Gözü Kara Alaturka'dan söz edelim mi? Eskişehir'de oyuna karar vermişlerdi. Daha çok yerleşik tiyatro geleneği içindeki oyunlar söz konusuydu Eskişehir'de. Fakat seyirciye çağdaş tiyatro örnekleri sunmak ve onları yeni reji biçemleri ile tanıştırmak adına farklı farklı çalışmalara da yönelmişlerdi. Beni çağırdılar. Anadolu'ya gitmek, oradaki genç, enerjik ekiple çalışmak çok çekici geldi. Çıkan sonuç Eskişehir seyircisi için de ilgi çekici oldu. Çok farklı gelmesine rağmen benimsediler ve iki saat boyunca ilgiyle izlediler.
pe cy
Bugüne kadar sahnelenen oyunlarınız arasında her şeyiyle tam olduğunu düşündüğünüz hangisiydi? Gayn Resmi Hürrem. Bu nadir karşılaşılan bir şey. Muhakkak yazarın kafasında kurduğu ile yönetmenin dünyası, oyuncuların dünyası birbirinden farklı tezahür ediyor ama yazarın dünyasını çok iyi tanıyıp, onun üzerine yorum eklenirse Türk tiyatrosunun yararına bir sonuç ortaya çıkıyor.
önce onlardan çıkmalıydım, başkalarına gitmeliydim. Onun için yazıldılar. Hiçbir zaman hemen oynanmaları gibi bir çabam olmadı. Ben doğru bildiğimi yaptım ve yapıyorum. Paylaşmak için yaptığınız şeyler zamanla onu paylaşmak isteyenlerle buluşuyor. Hiç kimse de buna engel olamaz. Su güçlüyse akar yatağını bulur. İstediğim her şeyi yazıyorum. Bunu herhangi bir kurulla ilintilendirmek istemiyorum. Yayınevine gönderdiğinizde de yayınlanıp yayınlanmayacağına karar veren bir kurul var. Ama yazıyorsunuz.
a
işler yapabilen insanlarla çalışmaya gayret ediyorum. Ben mümkün olduğu kadar yenilikçi işler yapmaya çalıştığım için bugünün dünya tiyatrosunda, bunu en iyi şekilde yansıtacak insanlar geniş ve sağlam bir dünya görüşü olan yönetmenler olsun istiyorum. Yeni bir şey yazarsam çalışacağım yönetmenler belli. Bunların arasında kadın yönetmenler ön planda. Yeni kadın yönetmenler yetişmesi gerektiğini de düşünüyorum. Nermin Uğur, Emre Koyuncuoğlu, Ayşenil Şamlıoğlu ile çalışmamız oldu. İlişkilerimiz devam edecek.
Ödenekli tiyatro kurumlarındaki edebi kurulları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendi öznel tarihim bana, gerçekten çaba gösteriyorsanız zamanla hak ettiğinizi bulacağınızı gösteriyor. Önemli olan sizin yazarlığınızın istediğiniz kıvama gelebilmesi ve bir şeyler yapabilmeniz. Ben oyunlarımı başta oynansınlar diye yazmadım. Yazma ihtiyacım vardı, onları anlatım. Bir an
Yazdığınız oyunu yönetmek nasıl bir duygu? Farklı. Birebir yönetmeye kalkarsanız hiçbir şey yapmıyorsunuz. Yönetmen gözünün işin içine girmesi gerekiyor. Yeni bir okumayla nasıl yapabilirim diye düşünüp daha farklı bir dünyayla sahneye getirmeye çalıştım. Teksti okusanız farklı bir şey, sahne üzerinde gördüğünüzün ise rejisöre ait yorum olduğunu anlıyorsunuz. Bunu başardığımı düşünüyorum. Artık biraz da farklı yazarların oyunlarını sahnelemeyi planlıyorum.
Kadın ile erkek arasındaki baştan çıkarma rondu:
pe cy
a
Döne Döne
> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Olmadı, olmadı, olmadı... Bir türlü olmamış, Avrupa Tiyatrosu'nun aykırı yazarı Werner Schwab'ın Arthur Schnitzler'in "Ront" oyunundan uyarladığı, daha doğrusu karakterlerini ödünç aldığı, cinselliğin en çarpıcı biçimde işlendiği "Baştan Çıkarma Rondu / Döne Döne"yi izleyememiştim. Sonunda "muradıma nail" oldum. Sezon sonunda dahi olsa, izledim. Parodi ve Kapkara Bir Mizahla Yaklaşım Oyun; kendine, diline, bedenine yabancılaşmış ve benliksizleşmiş figürlerin birbirlerini baştan çıkartmakla yetindiği kapitalist topluma, parodi ve kara mizahla yaklaşıyordu. Sıra dışıydı, geleceğin tiyatrosunun ışıltıları içindeydi. Schwab, bir buçuk saat boyunca, kapitalizmin ulaştığı noktada, kentsoylularda kadın-erkek ilişkilerinin bir meta alışverişine dönüşünü gözler önüne serdi. Gerçekten de, müzikteki biçimiyle eşanlamlı olarak fahişeyle başlayan oyun, aralara konulan karşıt karakterli bölmelerden sonra hep başa, baştaki temaya döndü. Her dönüş büyük, derin ve yaratıcı içerikliydi. Temalar arasındaki karşıtlıkların olabildiğince belirgin olması, köprülere doğal olarak çok daha fazla önem kazandırdı.
Püskürtme mi, Dil Kusması mı! Tuhaf bir dil dizgesiyle "isteklerinin" peşinden giden figürler, konuştuklarını zannederlerken aslında dil tarafından konuşuluyorlardı. İlişkiler gibi, kişiler de yüzeyseldi bu oyunda. Dil, tamamen tersinden bir gidiş içindeydi ve sanki bu insanları konuşuyordu. Benzetmem yerindeyse, bir dil kusmasıydı bu. "Hey tatlı oğlan bu akşam sevişelim mi" tümcesi: "Hey fiyakalı yarış arabası; bugünün akşamı kendi şahsında yalnız kaportanla yapmak istemez misin bi şeyler" biçiminde söyleniyordu. "... yalnız kaportanla..." derken, karşındakinin de bedenini, insan gibi değil de, bir nesne gibi görüyordu kahramanımız olan sokak kadını. Zaten oyundaki tüm karakterler birbirlerini birer nesne gibi görüyorlardı. Aşkla, Cinsellikle İlgili Herşey Heder Olup Gitti Tiyatro Oyunevi yapımı oyunu izlerken de, oyundan sonra da pek hayıflandım. Küresel olarak erotizmi yitireli ne çok oldu değil mi? Erotizm, çıkar ilişkisi ekseninde, neredeyse nesnenin nesneyle ilişkisine dönüştü. İnsanlar, artık mekanik bir şekilde "birbirlerine girip çıkıyorlar". "Döne Döne"de erkek organım söküyor, kadın kendi organına vidalıyor. Cinsel birleşmeler, gerçekten de, bu denli basite indirgendi. Pekiii... Sadece mekaniklik miydi Werner Schwab'm vermek istediği? Elbette ki hayır. Schwab, artık dilimizin de bize ait olmadığını söylüyordu. Doğruydu söylediği. Çevremize kulak kabarttığımızda insanlarımızın sanki bir başkasının dilini konuştuklarını duyuyorduk günümüzde. Daha doğrusu, klişe bir dil konuşulmaktaydı. Dil, özneden kopmuştu, "Oha felan olmuştu yanieee"... Bedenden bir şeylerimizi, bir yerlerimizi yitirdiğimiz gibi, dilimiz de bizden kopmuştu.
pe
cy a
Mükemmel Oyunculuk Bu oyun, metin olarak ilginç, dahası oyunculuk çalışması bağlamında çok zor. Fahişe, Memur, Kuaför Kadın, Ev Sahibi, Genç Kadın, Koca, Sekreter, Şair, Oyuncu Kadın, Milletvekili ve Fahişe'nin değişen oyun arkadaşlarıyla oynadıkları ikili sahnelerde Mahir Günşiray, Nalan Kuruçim, Ayça Damgacı, Sinan Çalışkanoğlu, Aynur Tokluoğlu, Hakan Milli, Banu Fotocan gerçek, canlı, üç boyutlu karakterler çiziyorlar. Aynı zamanda oyunu sahneye taşıyan Mahir Günşiray'in isteği doğrultusunda psikolojik süreç yaşamaksızın, "neden-niçin" sorularını ne kendilerine, ne de birbirlerine asla sormuyorlar. Hiçbiri canlandırmıyor, her biri ayrı ayrı birer "figür" çizmekte.
Uluer Emre Özdil'in Başarısı Uluer Emre Özdil, dilin olağan kullanım biçimini bozan; gramer ve söz diziminin kalıbı, biçimi delinerek biçimsizleştirilerek oluşturulan "Schwabca" olarak da nitelenebilecek yapay dili başarıyla Türkçe'ye kazandırmış, fevkalade zor bir işin altından ezilmeden kalkmış. Claude Leon'un sahne ve kostüm tasarımlarına diyeceğim yok. Tolga
Yenilmez'in müziği de iyi. Yüksel Aymaz'ın ışığı yalın ve belli bir biçem öğesi. Mahir Günşiray Bu İşi İyi Biliyor Mahir Günşiray, yukarıda da kısaca değindiğim gibi, oyunu psikolojik olarak değil, plastik ve fiziksel olarak ele almış. Fiziksel dili, sözcüklerin diliyle aynı psikolojik kaba oturtmamış. Duyguların ve tutkuların sözcükler gibi dile getirilebilmesi için, sözcüklerin üstlenemediklerini, jestlerin halledemediklerini açık seçik bir biçimde zekâsının alanı içinde var etmiş ve uygulamış. Sözün özü, Tiyatro Oyunevi, kadın ile erkek arasındaki bu baştan çıkarma rondunu, Schwab'ın kendine özgü dilinden, şiddetli eleştirisi ve cesaretli saldırganlığını koruyarak müthiş bir başarıyla sahnelemiş. 2005-2006 sezonunda asla kaçırılmaması gereken bir oyun©
Penelope'nin gözyaşları bu kez iç savaş İspanya'sı için...
pe
cy a
Lorca ve Bernarda Alba'nın Evi
> Nurhan Tekerek > nurhan@sde.edu.tr
İzleme şansını ne mutlu ki Bursa'da yakaladığım Lorca'dan "Bernarda Alba'nın Evi" Ayşe Emel Mesçi'nin rejisiyle ve Bursa Devlet Tiyatrosu çalışanlarının katkılarıyla sahnelendi geçen sezonda. Flamenkoyla Anadolu ezgilerinin iç içe geçtiği oyunda yaratılan atmosfer tam da Lorca'ya yakışır bir biçimde, İspanyol olduğu kadar dünyasal olana da uzanıyordu. O gizemli, gizemli olduğu kadar gerçek, gerçek olduğu oranda da, insanın içine işleyen, Mesçi'nin deyişiyle "ruhunu kanatan" "Duende"yle seyirciyi baştan sona sarmalayan, metafor, simge ve göndermelerle bir o kadar da düşündüren bir Bernarda Alba'ydı izlediğim oyun. Ayşe Emel'in penceresinden, Lorca'nın lirizmiyle, Penelope'nin kendini terk eden kocası Odysseia'yı beklerken, gündüz dokuyup gece söktüğü nakışını anımsatan İspanya'nın trajik siyasal yaşamının harmanlandığı çok katmanlı bir yorumla sunulan bir Lorca uyarlamasıydı. Ayşe Emel Mesçi ve ekibini böylesine heyecan verici ve işlevsel bir Lorca yorumlamasından ötürü gönülden kutluyorum öncelikle. Duende ve Flamenko; İspanya'nın geçmişinden günümüze kültürünü simgeleyen ve İspanya'nın sosyal, siyasal ve tarihsel birikiminden süzülerek günümüze gelmiş iki ritüelistik öğe. Çok genel tanımıyla Goethe'ye göre; " herkesin duyumsadığı fakat hiçbir düşünürün açıklayamadığı bedende duyulan
gizemli bir güçtür" duende. Duende İspanyol halkının yaşama bakışıdır. Tıpkı Anadolu insanının o zengin yaratısını ortaya çıkartan gizemli güç gibi. Kimi zaman söz olur simgelere dönüşür, kimi zaman da saz olur ezgilere dönüşür. Tıpkı flamenko gibi, tıpkı Anadolu türküleri gibi ya da tasavvuf gibi. Özgündür duende, bir yandan da yereldir ama. Yereldir ama evrenseldir de. Tıpkı Akdenizlilik gibi. Lorca duende'yi lirizmle doruğa taşıyan en çarpıcı İspanyol ozan ve oyun yazarlarından biridir. Duende'nin yansımaları birer metafora dönüşür onun oyunlarında.
pe cy
a
İspanya iç savaşı sırasında, doğumu gibi ölümüne de tanıklık yapmış Granada (Gırnata) şehrinin de, Lorca'daki duende'nin açığa çıkmasında büyük payı vardır. Doğanın en cömert, en büyülü gösterileri Granada'da gerçekleşir; "Granada rahat bir şehirdir, derin düşüncelere dalmaya elverişlidir, aşığın sevgilisinin adını yazacağı en iyi yerdir. Orada saatler, herhangi bir İspanyol şehrinden daha uzun, daha tatlıdır. Granada 'da hiçbir zaman solmayacağını hissedeceğiniz, görülmemiş renklerden oluşan bir gün batımı vardır... Granada 'da yığınla yararlı düşünce bulunur ama, bunları uygulaması mümkün değildir. Granadalı, doğanın en cömert gösterilerinin oratasındadır, ama hiçbir zaman bunlara erişmek için uzanmaz. Granada 'da rastladığımız, suyun, iklimin, günbatımının karşısında düşüncelere gömülen, dalgın insanlar ancak böylesine sakin ve hareketsiz bir şehirde barınabilirler". Doğaya ve toprağa tutkunluk Lorca'daki duende'yi oluşturan bir başka etkendir; "Tüm çocukluğum köy demek. Çobanlar, kırlar, gökyüzü yalnızlık. (...) Benim ilk heyecanlarım toprağa ve toprağa değin işlerle ilgilidir. Onun için psikoanalistlerin adlandıracağı gibi bir tarım kompleksim var. Toprağa olan aşkım olmadan ne Kanlı Düğün 'ü ne de Yerma 'yı yazabilirdim. (...) Tüm duygularımla ona bağlı olduğumu hissediyorum. En uzak çocukluk anılarımda bile toprak tadı vardır. Toprak, kırlar, yaşantıma çok renk kattılar. Böceklerin, hayvanların, köylü halkın öyle telkinleri vardır ki pek az insan bunları duyumsar. Ben onları çocukluk yıllarımdaki aynı ruhla algılıyorum".
kavakların hışırtısını dinler, karıncalarla konuşurdu. Hizmetçilerinin ve dadılarının halka özgü türküleri, efsaneleri içeren, sonradan hep anımsayacağı ninnilerini dinleyerek daha o yıllarda halk kültürüyle tanışmaya başlamıştı. Sanatını genellikle bu iki öğe üzerinde kuracaktır. Doğa ve halk". Lorca'yı doğrudan etkileyen duende'yle eş değerde bir başka İspanyol halk motifi de "flamenko" dur. Flamenko ve flamenkonun, Lorca'nın deyişiyle; en yoğun, en anlamlı, en derin ve en yürek burkan biçimi "Cante Jondo"nun kaynağı Çingeneler, Arap, Orta Doğu ve Doğu halklarıyla ilişkilendirilir. İspanya'ya, Suriye ve Mısır'dan gelen Çingeneler aracılığıyla geldiği, Arap halk sanatıyla akraba olduğu ileri sürülerek, yoğun duyguların, güçlü tutkuların, bastırılmış acıların, ayrılıkların, ezilmişliklerin ve kara sevdaların, müzik ve dans biçiminde bir dışavurumu olarak nitelenir. Bir bakıma Endülüs'ün özü, hayatın ta kendisidir flamenko. Yani duende'nin ritmik ve ezgisel yansımasıdır. Bernarda Alba'nın Evi'nde erk, töre, din, baskıyı içine alan totaliter-dayatmacı bir yapının temsilcisi olan Bernarda Alba'nın ikinci kocası ölmüştür. Böylece evde sekiz yıl sürecek, sokaktan havanın dahi sızmasına izin verilmeyecek sekiz yıllık bir yas başlamıştır. Bu arada evin, Bernarda'nın ilk kocasından olma büyük kızı Angustias, yörenin en yakışıklı erkeği Pepe el Romano ile evlenecektir. Tamamen çıkar ilişkisine dayanan bir evliliktir bu evlilik. Çünkü Angustias evdeki kızların en zengini ama en çirkinidir. Bu beraberlik en çok evin en küçük ama en isyankar kızı Adela'ya dokunmaktadır. O da Pepe'yle bir ilişki yaşamakta ve onu sevmektedir. Bernarda'nın bir başka kızı Martirio da Pepe'ye aşıktır. Evde alttan alta yaşanan büyük bir çekişme vardır Pepe el Romano için. Bernarda'nın seksen yaşındaki yarı deli annesi de evde bir odaya kapatılmıştır yine Bernarda'nın dayatmasıyla. Bu arada evlilik dışı çocuk doğuran bir kadının töre gereği linç edilişi haberiyle Adela'nın da Pepe'den gebe kaldığı imlenir. Martirio'nun, Pepe'nin vurulduğuna dair yalanı üzerine Adela da intiharı seçer. Ölümle başlayan oyun bir başka ölümle biter. Ve çember kapanır. Böylece din-törefeodalite üçgeninin oluşturduğu toplumsal olan, doğal olanı simgeleyen Adela'nın yıkımına neden olur. "Çünkü törel, toplumsal yapı doğal olanın yaşamasına izin vermez. Adela'nın ölümü toplumsal olanın galibiyetidir".
Ondaki coşkunun ve duende'nin bir başka kaynağı da İspanyol halkı ve kültürüdür. "Küçüklüğünde, yaşıtlarının oyunlarına katılmasını engelleyici bir hastalığa tutuluşu, öbür çocuklardan uzaklaşıp, doğayla baş başa kalmak zorunda bırakmıştı onu. Arkadaşlarının gürültülü oyunlarından uzakta,
Kanlı Düğün ve Yerma'da da görülen doğal olanla toplumsal olanın uzlaşmamazlığı Lorca'nın duende'yle harmanladığı dünyaya bakışı da göz önüne alındığında beklenendir; "Çünkü
kurşunları öldürür ozanı. Sonra da Adela'nın cansız bedeni sallanır çarmıha gerili İsa'nın önünde. Bu görüntü üst üste binen birer kurbanları anımsattığı gibi Katolik ve Falanjist İspanya'da tüm şiddetin İsa adına yapıldığının da bir göstergesi olarak düşünülebilir. Sokakta linç edilen kadın, kendini asan Adela, kurşunlanan Lorca. İnsani olmayan ya da doğal olmayan Totaliter-Faşist düzenin kurbanlarından yalnızca bir kaçıdır. Bu kurbanlar dünyanın pek çok ülkesinde verilmiştir ya İsa adına ya Musa adına ya huzuru sağlamak(!) adına ya da düzeni kurtarmak için. Verilmektedir de...
pe
cy
a
doğal olan açısından bir denge (uzlaşı) içeriğinin boşalması, anlamsızlaşması, kendi olmaktan çıkması demektir. Dolayısıyla doğal-toplumsal çatışmasında uzlaşısızlık mutlak ve kaçınılmazdır". Toplumsal olan bağlamında namus kavramı kadın üzerinde daha ağır bir baskı oluşturmaktadır. Bernarda Alba'da bu vurgu çok daha fazladır. Çünkü artık tam bir kapatılmışlık söz konusudur. Duvarların ardındaki kadınlar... Tam da böyle bir kapatılmışlık noktasında Bursa Devlet Tiyatrosu ve Ayşe Emel Mesçi'nin yorumundaki Katoliklik, Gelenekçilik, Feodalite, Milliyetçilik iş birliği, İspanya İç Savaşı, Falanjistlerin zaferi, baskı altındakiler, özgürlükten yana olanlar, Lorca, Lorca'nın Faşistler tarafından katledilmesi dizini içindeki çok katmanlılıktan söz etmek gerekiyor. Çünkü rejinin değerlendirilmesi ve algılanması bu dizin içinde çok daha anlamlı hale geliyor. Mesçi'nin oyunu, 1930'lu yıllarda başlayan ve giderek tırmanan Milliyetçi ve Şoven ayaklanmalar ve ordunun müdahalesiyle meşruiyet kazanan Faşizm'in getirdiği kıstırılrmşlık ve kapatılmışlıkla, metindeki kadınların kapatılmışlığın paralel ilerlediği bir yorumun üzerine inşa edilmiş. Özetle şöyle bir sonuca varılabilir Mesçi'nin rejisini izledikten sonra: Nasıl ki Bernarda Alba ve onun gibilerin temsil ettiği Katolik-Töresel bir ahlakın kıstırılmış kurbanı Adela'ysa, yine siyasal çalkantı sonucunda galip gelen Katolik-Şoven ve Faşist bir sistemin hapsettiği İspanya'nın kurbanı Lorca'dır. Bu yüzden Ayşe Emel'in yorumunda, sekiz yıllık yas ilan edildiğinde, tüm arka fonu kaplayan devasa demir kapı (zindanın kapısı) büyük bir gürültüyle kapanır. Sahne Meyerhold'un "Hanamişi- Çiçek Yolu-Yol Sahnesi"ni anımsatan ve neredeyse tüm salona uzanan devasa haça dönüşür. Artık seyirci de, Bernarda Alba'nın eviyle simgelenen İspanya'daki totaliter düzenin zindanına kapatılmıştır. Kadınların üzerindeki törel baskı bir siyasal ara dönemin baskısına dönüşmüştür. Kadınlar evin içinde törel baskının kıstırılmışlığını yaşarken, İspanya ve salondaki seyirci Faşizm'in kıstırılmışlığını yaşar. Oyun finale doğru ilerledikçe, arka fondaki beyaz tül kızarır. Groteskle flamenkonun, boğalarla kadınların iç içe geçtiği fantastik bir dans eşlik eder bu kırmızılığa. Törel baskı siyasal baskıyı, iç savaşı, Faşizm'i, şiddeti ve kan gölünü çağrıştırır. Gayrî meşru bebek doğuran kadının linç haberi gelir. Ardından da Lorca'nın kurşuna dizilişi gösterilir Faşistler tarafından. Zindanın kocaman demir kapısının kanatlan açılır, faşistlerin askeri kamyonetinin farları yırtar karanlığı. Falanjistlerin
Oyunun kitapçığında rejisör Lorca'nın da içinde olduğu pek çok kurban verilen o dönem İspanya'sını şöyle anlatmakta: "Yıl 1936'ydı. İnsanlık yeni bir yol ayrımına gelmişti. Rönesans'tan başlayıp 1789 Fransız Devrimi'ne, oradan da 20. yüzyılın toplumsal devrimler ve ulusal kurtuluş hareketlerine uzanan 'Büyük İnsanlık' serüveninin karşısına Nazi ve Faşist hareketlerinin temsil ettiği gerici, karanlık cephe dikilmişti. 20. yüzyılın ve belki de insanlık tarihinin en kanlı boğazlaşması başlamak üzereydi. En ödünsüz ve koyu Katolik inancıyla Manuel de Falla, Salvador Dali, Pablo Picasso, Federico G. Lorca ayarında sanatçılar çıkarabilen bir toplumsal ve kültürel canlılığı aynı zaman dilimi içinde buluşturan İspanya'nın, bu kanlı boğazlaşmasının açılış perdesini oluşturması pek de şaşırtıcı değildi aslında. Lorca bu yol ayrımında gerildi çarmıha. Bu yol ayrımında yazdı son oyunu "Bernarda Alba'nın Evini". Poncia'nın 3. perdedeki şu sözleri Lorca'nın ve İspanya'nın yakın geleceği açısından bir kehanet niteliğine büründü: "Ben önlemeye çalıştım, ama artık ürküyorum olacak şeylerden. Şu sessizliği duyuyor musun? Her odada bir fırtına uyuyor. Koptuğu gün hepimizi silip süpürecek".
Gözyaşı Çeşmesi Granada İspanyol Faşistlerine karşı İspanyol Halk Cephesi'ni gerek oyunlarıyla, gerek siyasal duruşuyla destekleyen aydınların arasında Lorca da vardır. Kendini asla bir politikacı gibi görmeyen, ama İspanya'da daha insani bir toplum kurulmasını arzu eden bir devrimci olarak niteleyen Lorca, Madrid gazetelerinden birinde İspanya'nın aktüel durumuna karşı tutumunu şu sözleriyle belirtir: "Dünyada iktisadi eşitsizlik hüküm sürdükçe, düşünmek diye bir şey olmayacaktır. Ben şöyle bir benzetme yapıyorum. İki adam bir nehir kıyısında yürüyorlar. Biri zengin, öteki yoksul. Birinin işkembesi dolu,
öteki esneye esneye havayı kirletiyor. Zengin adam konuşuyor: 'Suyun üstündeki küçük sandal ne güzel! Kıyıda çiçeklenen zambağa bak!' Yoksul adam bağırıyor: 'Açım, hiçbir şey göremiyorum. O kadar açım ki!' Tabii. Açlık kökünden sökülüp atıldığı gün, dünyanın görmediği bir manevi coşku olacak. Büyük ihtilal geldiği zaman kopacak sevinci gözümüzün önüne getiremeyiz. Gerçek bir sosyalist gibi konuşuyorum değil mi?".
pe cy
a
Granada'ya ve İspanya'ya sevgisini sıklıkla vurgulayan Lorca bu sevgiyi derinlemesine bir yaklaşımla trajik bir yaşama duygusuyla harmanlayarak evrensele taşır. Granada'yı sevmeliyiz ama Avrupalı bir anlayışla diyen Lorca İspanyol olduğu kadar enternasyonaldir de; "Ben tam bir İspanyol'um, benim için coğrafi sınırlarımın dışında yaşamak imkansızdır. Aynı zamanda sırf İspanyol olarak doğduğu için İspanyol olanlardan tiksinirim. Ben bütün insanların kardeşiyim; sırf gözleri bağlı olarak yurdunu sevdiği için kendini soyut, milliyetçi bir ideal uğruna feda eden kişiden nefret ederim, iyi bir Çinli bana kötü bir İspanyol'dan daha yakındır. İspanya'yı eserlerimde dile getiririm, onu iliklerimde duyarım; ama, bundan da önce, hiçbir milli bağnazlığım yoktur. Herkesin kardeşiyim ben. Siyasal sınırlara inanmadığımı söylememe bile gerek yok." diyen Lorca'nın Milliyetçi ve Falanjistler'in hışmından kurtulması olanaksızdır. Ülkenin bir iç savaş uçurumuna geldiğini gören Lorca safça bir iyi niyetle, sonradan Falanjist olduğu ortaya çıkan Granadalı dostları Rosales ailesi tarafından katillerine teslim edilir. Hem de kopacak fırtınadan uzaklaşmak amacıyla gittiği o tutkunu olduğu Granada'da. İki gün vilayette tutulan Lorca, Vali Valdes'in emriyle Ağustos 1936'da kurşunlanır. Lorca'nın katledildiği Viznar Köyü hakkında şunlar söylenmekte: "Köy, Granada 'da ekmeği ile ün yapmıştır ama ilgi çeken başka bir yönü yoktur. Viznar canayakın, dik sokaklı küçük bir köydür. Ön duvarlarında asılı kırmızı biber dizeleri ile sardunyaların parlak bir karşıtlık yarattığı bembeyaz evleri vardır. Granada yaz sıcağında bunalırken Viznar meltemlerle serinler. (...) Gerçekte Sivil Muhafızlar tarafından sindirilen Viznar halkı bir yabancıyla açık açık konuşmaktan korkar. Viznar sadece bir askeri mevzi olmakla kalmıyordu. Öyle olsaydı bugün adı hatırlanmazdı. Viznar her şeyden önce Milliyetçilerin idam yeri, öldürdükleri yüzlerce kadın ve erkeğin Golgota Tepesi (Hz. İsa 'nın çarmıha gerildiği yer) olduğu için unutulmamaktadır."
inancının ve törelerin baskısı ve ağırlığı hemen fuayede başlamakta. Seyircinin de farkında olmadan içinde yer aldığı bir Katolik cenaze töreniyle başlıyor oyun. Ortada bir tabut, ölen Bernarda'nın ikinci kocasıdır. son derece ayinsel ve ağır bir ortam. Aynı zamanda olacakları da imliyor bu tabut ve ayin. Mumlarla ve mistik bir ortamda sergilenen bu cenaze töreni ve bu tabut, gerçekte kocanın tabutudur. Aynı zamanda oyunun sonunda kendini asacak olan Adela'nın, linç edilen kadının, Lorca'nın ve de tüm İspanyol halkının tabutudur. İnsanları baskıyla, şiddetle susturmaya çalışan totaliter rejimle iş birliği içinde olan Katolik Kilise'nin paradoksunu da sergiliyor bir yandan. Ayine bir süre sonra Bernarda Alba ve kızları, diğer oyuncular da katılıyor. Siyahlar içinde, yüzleri tülle kapalı, ağır bir devinimle katılıyorlar bu ağır atmosfere. Kadınların bu baştan ayağa simsiyah halleri aynı zamanda grotesk bir ürküntü veriyor insana. Tören bitiyor ve seyirciyle birlikte tören sahipleri de salona giriyorlar. Oyuncular sahnede, seyirciler salonda yerlerini alıyorlar. Seyirci salona girer girmez, salonda kendi içine uzanmış devasa haçla ve arka fonda tülün ardındaki devasa isa'nın Çarmıha gerilmiş heykeliyle karşı karşıya kalıyor. Arka fonu kaplayan çarmıha gerilmiş İsa heykeli din ve onun alt kodu Katoliklik adına yapılanları imlediği gibi, ironik bir paradoksu da vurguluyor; Aslında yoksul İsa adına bu eziyetlerin yapılmaması gerektiğini. Yüzlerce insanın katledildiği Viznar'daki İsa'nın çarmıha gerildiği Golgota Tepesi'ni de çağrıştırıyor. Oyunda belli aralıklarla, yeri geldiğinde duyulan çan sesleri, Katolikliği vurgulamak açısından çok isabetli kullanılmış. Beyaz ve keskin hatlı sandalyelerin yerleştirilmesiyle tören sonrası atmosfer devam ediyor. Beyaz ve keskin hatlarıyla bu sandalyeler saflığı simgelediği gibi sertliği, katılığı da simgeliyor böylece. Hizmetçilerin ölen efendiyi çekiştirdikleri konuşmaların ardından otoriteyi simgeleyen güçlü ve büyük bir müzikle birlikte Bernarda Alba, kızları ve tören konukları kadınlar dolduruyorlar sahneyi. Siyah yelpazeler açılıyor ve belli bir tartımla sallanıyor, Bernarda'nın töresel ve dinsel öğretileri eşliğinde. Töre-Katolik inancı-Varlıklı feodalite üçlüsüne de vurgulayan bu sahnenin ardından Bernarda Alba'nın sekiz yıllık yas ilan etmesiyle arka fonu kaplayan büyüklükte demir kapı kapanıyor ve bir hapishaneye dönüşüyor salon, sahne, oyuncular, seyirciler.. .Artık her yer İspanya'dır, her yer Bernarda Alba'nın evidir ve her yer hapishanedir. Tutkuların, duyguların, coşkuların, gerçeklerin, doğruların içine tıkıldığı bir hapishane.
Viznar Vadisi'nde Acequia deresi boyunca sıralanan bir küme tek katlı evlerin karşısında, Arapların Ainadamar (Gözyaşı Çeşmesi) olarak adlandırdıkları Acequia Deresi'nin kaynağı Fuente Grande'nin Granada'nın en büyük şairi Lorca'nın katledildiği yer olduğu söylenir. Sierra Dağı'nın eteklerinde yer alan bu bölgenin gün batarken görünüşünü şöyle betimler Lorca: "Güneş batar, sayısız uyumlu renk çağlayanları Sierra 'dan şehre ve tepelere inen ve müzikli renkler ses dalgacıklarına karışır... Her şey melodi, asırlık elem, hıçkırıklarla inler. Albaicin 'in küme küme evlerine Elhamra ve Generlife'nin kızıla kaçan yeşil yamaçlarına dehşetli, önüne geçilmez bir hüzün çöker... renk ve renkle sesler her an değişir... Pembe sesler, kırmızı sesler, sarı sesler, ses ve renk terimleriyle anlatılamayacak sesler vardır... Sonra büyük mavi bir kiriş.... Çanların gece senfonisi başlar." Çok Katmanlı ve zengin Bir Seyirlik, Haç-Adela-İç Savaş-Lorca "Bernarda Alba'nın Evi'nde iyi bir rejisör, dramaturg ve ekip iş birliği sağlanmış olmalı. Çünkü gerek oyunun atmosferi ya da İspanyolca deyişle "duende"si, kadınların ve Adela'nın tragedyası, Lorca ve iç savaş atmosferiyle örtüştüğü gibi fonksiyonel de. Sahnedeki her parça tüm ayrıntısına dek özenle seçilmiş. Yapılan dramaturgi ve tarihsel araştırma rejisörün dünya görüşüyle de birleşince çok katmanlı bir seyirlik çıkmış ortaya. Lorca'nın deyişiyle gece senfonisine başlayan çanlar, Katolikliği, töreyi ve baskıyı simgeleyen bir anlatım aracı olarak çok da yerinde kullanılmış. Katolik
Oyunda İspanyol duendesini oluşturan flamenko, dans ve pek çok folklorik öğe kullanılmış. Bunlardan biri de; kış için kurutulmak üzere ipe dizilen acı biberler. Kızlar kendi aralarında Pepe el Romano ve Angustias'a düşen miras ve Pepe'nin bu mirastan ötürü onu istemesi üzerine konuşurlarken bir yandan da ipe acı biber diziyorlar. Pepe ve Angustias ilişkisi, sekiz yıllık yas üzerine dönen ve Adela'yı son derece rahatsız eden bu sohbete eşlik eden ipe dizilen acı biberler Vizard-İspanya foklorunun bir göstergesi olarak kullanıldığı gibi mutfak-kadın-kapalılık ve ardından gelecek acıyı da düşündürtmekte insana. Bernarda Alba'nın annesi aklını yitirmiş ve Bernarda Alba tarafından bir odaya hapsedilmiş Nine Maria Josefa Ayşe Emel'in yorumunda yerin altından sahneye çıkıyor. Böylece aslında ölüme mahkum edildiği, yaşamdan kopartıldığı anlatılıyor Maria'nın. Josefa mahzende, diğer kızlar demir kapının üzerlerine kapandığı duvarların ardında, otorite ve törelerin temsilcisi Bernarda Alba tarafından yaşamdan, yani doğal olandan çekilip alınmışlardır. Yerin altında, ya da üstünde veya seyirciler gibi salonda otorite tarafından kapatılmış birer mahkumdurlar. Nine kapak açılır ve mahzenden çıkar yukarıya, doğal olanla iç içeliği simgeleyen beyaz ve renkli bir görüntüyle denize özlemini haykırır. Özgürlüğe özlemi vurgulayan bir simgedir Maria Josefa. Törel-Dinsel-Cinsel baskının kadını ne hale getirdiğinin bir simgesidir. Erkek egemen, otoriter ve totaliter bir toplumun kurbanlarının simgesidir. Bu nedenle Nâzım'ın Varna'dan Kordoba'ya şiiriyle dillendirilen ve Zülfü Livaneli'nin ezgisiyle anlam kazanan içli ve özlem dolu
Tüm oyuncular ve müzisyenler yoruma hizmet etmek için ellerinden gelen çabayı gösteriyor. Bu yüzden tek tek oyuncuların oyunculuğuna dair bir eleştiride bulunmayı gerek görmüyorum. Çünkü oyunda herkes görevini yapmış diye düşünüyorum. Sanıyorum çalışmalar esnasında tüm ekip o duende'nin ortaya çıkartılması gerektiğine inanmış. Ben oyunu sezon sonunda izleyebildim. Ve oyunun sezonunu tamamladığını duydum. Her ne kadar Bursa seyircisi tarafından güldürü türünde oyunlar tercih edildiği iddia edilse de, bu türde (ama böyle bir yorumla) oyunların devam etmesini diliyorum. "Bernarda Alba'nın Evi"nin içerdiği evrensel ve güncel düşüncelerle her zaman yeni ve işlevsel bir oyun olduğunu düşünüyorum. Üstüne üstlük Bursa'nın oyunu ruhumuzu kanatacak nitelikte tam bir seyirlik gösteriye dönüşmüş. Dolayısıyla oyunun önümüzdeki sezonda da yinelenmesini diliyorum. Hiç olmazsa arada bir. Töre cinayetlerinin hâlâ güncel olduğu ülkemizde, baskının, dayatmaların ve gücün şiddete dönüştüğü dünyamızda böyle bir oyunun yinelenmesi gerektiği inancındayım.
pe cy
a
bildik bir şarkıya dönüşür Maria'nın özgürlük haykırışları. Kadınların özgürlük talepleri ama baskıdan kurtulamayışları oyunda çoğunlukla tüllerle simgelenmiş. İspanyol ruhunu da canlandıran bu tül simgesi kızların çeyiz hazırlıkları için nakış işledikleri sahnede, dışardan orakçıların seslerine yönelişlerinde de son derece işlevsel olarak kullanılmış. Orakçılar erkektir, onların türküleri adeta doğal olana, yaşamsal olana çağırır onları. İçleri gider o seslere. Çünkü onlar birer kadındır. Ama içgüdülerinin, duygularının ve doğal olanın isteğini yerine getiremezler. Amelia'nın ve Magdalena'nın sözleriyle simgelenir bu baskı ve mahkumiyet; Kadın doğmak cezaların en ağındır. Gözlerimiz bile bizim değildir. Dışarıdaki orakçılar türküsüne yönelirken yürekleri ve tenleri doğal olanı ister. Tam da burada yine kızlar birbirine ince uzun tüllerle bağlanmış. Gitmek isterler bedenlerinin arzusunu yerine getirmek için, ama gidemezler. Bağlıdırlar tüllerle birbirlerine.
Adela'nın tutkusu da büyür bir yandan Pepe'ye karşı. Tüm yasaklara ve baskılara karşın. Ve Martirio'nun yalanı üzerine asar kendini İsa'nın çarmıha gerilmiş heykeli önünde. Cansız bedeni yine tüllerin ardında sallanır . Bu arada linç edilen kadının ardından Lorca'nın Falanjistler tarafından kurşunlandığı da gösterilir sahnede. Aslında baskı altında olanın tüm İspanya olduğu da imlenir böylece.
Ayşe Emel duende'yi oluşturmak için pek çok simge ve göstergeden yerli yerinde yararlanmış sahnede. Tüm ekip, oyuncular, müzikçiler ve diğer teknik ekip bu duende'nin yaratılmasına gönülden katkıda bulunmakta. Flamenkonun ezgileri, dansların tartımları, grotesk, fantastik ve simgesel pek çok zenginlik Ayşe Emel'in deyişiyle ruhumuzu kanatan ölüm kamyonlarına dönüşüyor sahnede. Ancak şunu da yüksek sesle düşündüm oyunu izlerken bir yandan: Gebe kadının linç edilişinden sonra kurşunlanan kişinin Lorca olduğunu ve bütün bu olanların sorumlusunun İspanya'yı kana bulayan totaliter düzen olduğunu seyirciye daha iyi anlatmak için -çünkü kimi seyirci Pepe olarak algılayabiliyor- öncesinde ve sonrasında İspanya İç Savaşı ve Lorca'ya ilişkin başka ip uçları da verilemez miydi diye. İspanya, Lorca, Falanjistler ve Franco Rejimi, kısaca İspanya tarihi ve o tarihin yarattığı Lorca hakkında önbilgisi olmayan bir seyirci böyle bir bağlantıyı kurabilir mi? Gerçi sürekli Katoliklik, töreler ve baskıya vurgu yapılıyor oyun boyunca ama sanki birkaç anımsatma daha gerekiyor gibi geldi bana.
Çünkü dünyamızda hâlâ ölüm kamyonları ruhumuzu kana boyamayı sürdürüyor!.. Ve bu kanın bedelini en çok da kadınlar ödüyor©
1. Ayşe Emel MESÇİ," Ruhumuzu Kanatan Ölüm Kamyonları", Bernarda Alba'nın Evi Oyun Kitapçığı, Bursa Devlet Tiyatrosu 2005, Bursa, s: 3. 2. Federico Garcia LORCA, "Çileli İspanya'nın Gizli Ruhu", Çev.: Gül IŞIK, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı: 219, Yıl: 1989, s: 10. 3. Ian GIBSON, "Lorca'nın Öldürülüşü", İng. den Çev.: Murat BELGE, Kavram Yayınları, Ağustos 1998, İstanbul, s: 18. 4. Mukadder YAYCIOĞLU, A.g.e., s: 29. 5. Mustafa ÖNEŞ, "Işığa Özenen Bir İmge Terzisidir Lorca", Milliyet Sanat Dergisi, Eylül 1976, Sayı: 196, İstanbul, s: 4. 6. Levent SUNER, "Bernarda Alba'nın Evi ya da Tutkunun Ölümü", Bir Sahne Üç Oyun Kitapçığı, A.Ü. DTCF Tiyatro Bölümü, 2001-2002, s: 22. 7. Cezmi KOCA, "Federico Garcia Lorca'nın Tragedyalarında Kadın", Sanatta Kadın Semineri, 7-9 Nisan 1994, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, Yıl: 1994, Sayı: 11, A.Ü. DTCF- Tiyatro Bölümü Yayınları, Ankara, s: 77. 8. Bernarda Alba'nın Evi Oyun Kitapçığı, Bursa Devlet Tiyatrosu 2005, Bursa, s: 3. 9. Ian GIBSON, A.g.e., s: 46. 10. Ian GIBSON, A.g.e., S. 48. 11. Ian GIBSON, A.g.e., s: 110. 12. Federico Garcia LORCA, "Obras Completas", Madrid Aquilar, 5. Baskı, 1963, s: 1573. 13. Federico Garcia LORCA, "Bütün Oyunları I", Çev.: Turan OFLAZOĞLU, Adam Yayınları, Şubat 1982, s: 175.
Fotoğrafların Dili
ÇOCUK
OYUNLARI Meliha Savaş
cy a
S a b r i Artam Vakfı İlköğretim Okulu b e ş i n c i sınıf öğrencileri. S ı n ı f öğretmenleriyle b e ş yıldır tiyatro yapıyorlar. Yaşları o n , on bir. S o n iki senedir okullar a r a s ı yarışmalarda d e r e c e y e girmişler. S ı n ı f öğretmenleri G ü l s e r e n Hanım'ın isteği üzerine provalarına katıldım. Günlerden cumartesiydi. Okulun bir sınıfı, mücadeleyle iki yıldır gösteri salonu haline getirilmiş. Tiyatro adına koşullar çok ilkel, ancak onların saflığı, çıplaklığı, samimilikleri o k a d a r zengin ve g e l i ş m i ş ki... Ülkü Ayvaz'ın " G ü m ü ş S a ç l ı Altın Gözlü" adlı oyununu çalışıyorlardı. Kendimi tanıtıp, k a y n a ş m a k için bir sohbet başlattım. Ç o ğ u , öğretmen, i ş ç i , memur, b a b a s ı z , k a s a p , şöför, terzi çocuğuydu. H e p s i birden
pe
tiyatroyu ç o k sevdiklerini ifade ettikten s o n r a , n i ç i n ? dediğimde ilk s ö z ü E m r e aldı:
Emre: Tiyatro sayesinde daha güzel konuşmayı öğreniyoruz. Tiyatronun amacı insanları eğlendirmek eğitmek olmalı. Tiyatro yaşamalı ama ülkemizde tiyatroya o kadar çok önem verilmiyor diye düşünüyorum. Bunun nedenleri. Tiyatroyu sevmemek olabilir, televizyonu daha çok seviyor olabilirler. Tiyatroya ilginin gösterilmesi için, tiyatronun ne olduğu.herkese anlatılmalı. Sevsinler sevmesinler görüşlerini alırız ve ona göre davranırız. Nil: Tiyatroların halkımıza ve insanlara sevdirilmesi için daha çok tiyatro salonları açılmalı. Büyüklere ve küçüklere tiyatrolardan ders çıkarılarak, hem düşündürüp eğlendirirlerse, halk tiyatroyu kendine aşılar. Merve: Tiyatronun bana bir katkısı oldu. Ben şiir yazıyordum. Tiyatro
şiirlerime güzellik kattı. Hayal kurmamıza, öğrenmemize, Türkçemizi geliştirmemize yardımcı oluyor. Bu yüzden tiyatro çok önemli. Emre arkadaşımızın dediği gibi, tiyatroya çok önem verilmiyor. Verilse insanlar daha bilgili olabilir, hayal güçlerini geliştirebilir. Toplum aydınlanır. Tiyatroyu çok seviyorum. Tiyatro yaparken benim bilgim, becerim, herşeyim gelişmiş oluyor. Evde oturup televizyon izlediğim zaman bana zararı oluyor. Tiyatroya ilginin artması için tüm okullarda kampanya başlatılabilir. Her okulda bir tiyatro olsa, ya da oynasa, tiyatro gelişmiş olur. Kampanya başlatılırsa, salonlar çoğalırsa tiyatro gelişir. Esra: Salonlar az. Tiyatrolar uzakta olduğu için gidemiyoruz. Tiyatro kitaplarının dağıtılması gibi kampanya düzenlenebilir.Tiyatro sayesinde bilgi dağarcığımız gelişiyor. Ben de Merve
arkadaşım gibi şiir yazıyorum. Tiyatro şiir yazmama, konuşmama, öykü yazmama katkıda bulunuyor. Neslihan- Bence okullarda tiyatro salonu ve tiyatro öğretmeni olmalı. Öğretmenimiz, tiyatroyu çok seviyor ve bize birinci sınıftan beri tiyatro sevgisi aşıladı. Cumartesi, pazar günleri, tiyatro çalışmak için okula geliyoruz, dekorumuzu hazırlıyoruz. Veliler yardım ediyor ve öğretmenimiz bizi çalıştırıyor. Öğretmenimiz sayesinde çok eğitildik. Bu yüzden öğretmenimize çok teşekkür ediyorum. Emre- Bende şöyle bir düşünce gelişti. Bir şehirde bir hafta elektrikler kesik olsa, insanlar tv. seyredemeyecekler, sinema izleyemeyecekler, bilgisayar oynayamayacaklar, kitap da okuyamayacaklar. Birşeyler izlemek zorunda kalırlar. O yüzden, her yere afiş asarak, doğayla iç içe olan bir yerde
tiyatro yapılırsa, insanlar tiyatroya gelerek, nasıl önemli bir şey olduğunu anlarlar. Çünkü bizim ülkemizde bazı insanlar hiç tiyatro izlememiş, bilmiyorlar. Ben o yüzden bir hafta Türkiye'de elektriklerin kesik olmasını isterim. Tiyatro sadece sahnede değil açık alanlarda da oynanır. Elektrikler kesik olursa, gündüz tiyatroya gelmek zorunda kalırlar.
pe cy
a
İpek: Bazı yoksul aileler tiyatronun ücretleri pahalı olduğundan dolayı tiyatro izleyemiyorlar. Bu yüzden, bütün tiyatrolar bir hafta bile olsa, ücretsiz gösterilse, bundan, ülkemizin yararlanacağını, kültürümüzün daha da artacağını düşünüyorum. Ayşe: Öğretmenimizle, ben dördücü sınıfta tiyatroya başladım. Daha tiyatro nedir bilmiyordum. Geçen yıl. Ülkü Ayvaz'ın "Papatya" adlı oyunuyla yarışmaya girdik. İstanbul ikincisi olduk, ama jüri bize, "siz gönlümüzün birincisisiniz" dedi. Öğretmenimiz gazetede bir ilan görmüş bize getirdi. Ümraniye Şehir Tiyatrolarının bir yarışması vardı. Öğretmenimiz, "buraya katılın" dedi. Yarışmaya katıldık, sınıftan iki kişi kazandık. Murat arkadaşım ve ben. Şimdi ben orada ders görüyorum. Ben Tiyatrocu olmayı düşünüyorum, çok seviyorum tiyatroyu. İnsanlar tv. yerine tiyatro izleseler daha iyi olacak. Tiyatro insanlara, kendilerini anlatıyor. Yaşamlarını anlatıyor. Özlem: Biz sınıfta konu anlatıyoruz. O konuyla ilgili doğaçlamalar yapıyoruz. Aklımızda o konuyu canlandırıp tiyatro haline getiriyoruz. Bilmediğimiz kelimeleri konuları, tiyatroya yansıttığımızda hep beraber öğreniyoruz. Eğer, tiyatrocu olursak, ya komik bir şeyler yapacağız ya da konu anlatımını oynayacağız. Ali: Tiyatro bence çok güzel birşey. İnsanın kendisini tanıtıyor. Dram, sevinç, hepsi bir arada oyun demek tiyatro. Ben de bir oyunda oynuyorum. Yazarı ise Anton Çehov. Ben Tiyatrodan çok güzel davranışlar öğrendim. Toplum içinde nasıl davranaca ğımızı, insanların nasıl olduğunu, nasıl hayata karşı duracağımızı öğrendim. Bence tiyatro çok süper birşey. Tiyatronun ilerlemesi gerekiyor. Bazı kişiler tiyatroyu başka yönlü düşünürler, kötü düşünenlere tavsiye ederim iyi yönde düşünsünler.
Emre Yaycı: Ben bu okula yeni geldim. Öteki okulda tiyatro salonu yoktu, sınıfta tiyatro yapmaya çalışıyor, başka bir yerde halka, oyunumuzu sunuyorduk. Çok kişi izliyordu. Burda tiyatro salonumuz var. Çok güzel çalışıyoruz. Hayatta çok değişik şeyler olabilir. Mesela bir adam herşeyini kötüye kullanıyor. Tiyatro sayesinde iyiye kullanabilir. Samet: Bence tiyatro hayatı tekrar ediyor. Bence tiyatroyu küçük yaşta sevmeli, başlamalı. Küçük yaşta tiyatroya başlanıldığı zaman, ileride tiyatroya sahip çıkılır diye düşünüyorum.
pe cy
Ayşenur: Ben bu sınıfa yeni geldim. Geldiğim zaman suskundum ama tiyatro oynadıktan sonra, kendimi geliştirdim ve atılgan oldum. Tiyatro bana cesaret verdi. Derslerime bayağı bir etkisi oldu. Düşüncem de çok değişti. TV tiyatroyu karşılaştırdığımda bir aptal kutusuyla zaman öldürüyoruz diye düşünüyorum. Tiyatroda insanı oynadığımız için insanları daha iyi tanıyabiliyoruz.
a
Elif: Ben TV.'de gördüğüm insanların taklitlerini yapıyordum. Şimdi oynadığım oyunda yaptığım bana daha güzel geliyor. Çünkü kendimiz oluyoruz ve insanları oynuyoruz.
Çocuk oyuncular son söz olarak hep bir ağızdan şu mesajları vererek söylüyorlar: TİYATRO SEN ÖLME DAHA ÇOK UZUN ÖMRÜN VAR TİYATRO ÇOK YAŞA TİYATRO YAŞATILMALI HAYDİ HEP BERABER TİYATROYA GİDELİM TİYATROSUZ BİR YAŞAM KÜLTÜRSÜZ YAŞAM TİYATROLU BİR HAYATIN ÖNEMİNİ ANLIYALIM.
SONRA... "Gümüş Saçlı Altın Gözlü" oyunlarıyla, bu sene okullar arası yarışmada İstanbul üçüncüsü oluyorlar. Bu ülkenin Gülseren Öğretmenleri oldukça, umudum besleniyor ve sorumluluğum artıyor. Attila llhanı'n şu dizelerini okuyarak susuyorum! "İş dünyayı sevmekte yaşamakta çocuğum. Ekmeğin içinden namuslu. Merminin çekirdeğinden sert Açıkça, merasimsiz, ve cömert Dünyayı sevmekte yaşamakta."
Tiyatro ile televizyon arasında gidip gelen genç yetenek Songül Öden:
pe cy a
"O Özlem, Hep Var Olacak"
> Gülay Çıtak > gulayctk@yahoo.com
Konusu eski Yeşilçam filmlerini aratmayan "Gümüş" adlı tv dizisinde klişe bir hikayenin klişe olabilecek kahramanını tecrübesi ve yeteneğiyle ayrıntılandırarak ortaya 'seyirci' için izlenesi, oyuncu adayları içinse örnek olacak bir performans çıkaran Songül Öden'le televizyon ve dizi üzerine konuşmak yerine; tiyatro geçmişi, deneyimleri, idealleri ve oyunculukla ilgili planları hakkında konuştuk. Ortaya kime, niye ve nasıl bir tiyatro yaptığını sorgulayan, yaşadığı hayatla ve onun düzeni ile dertleri olan, yaşamla verilen düşünsel mücadeleyi ifade etmek, kendince sorguladığı yaşama dair ürettiği cevapları haykırabilmek için tiyatro sanatını seçmiş olan bir Songül çıktı karşımıza. Genelde pek çok kişi Songül Öden'i çok fazla tanımıyor. TV'de her gün izlediğimiz, türlü entrikaların içine düşürülüp, başına çoraplar örülen sayısız başrol oyuncularından sadece biri. Oysa geçmişinize baktığımızda böyle olmadığı net olarak görülüyor. Aslında kimdir Songül Öden? Kendini nasıl tanımlar? Songül Öden öncelikle bir tiyatro oyuncusu. Sonra herkes gibi acıkan, üşüyen, hastalanan, aşık olan, üzülen, üzen, tutkularının ve erdemlerinin peşinden koşan bir insan, bir kadın, bir sevgili...
Sahnede olmak, rol inşa etmek, alkışları duymak... Uzun süredir sahneden uzak kaldın bildiğim kadarıyla. Sahneye bir özlem var mı içinde? Öyle çok uzun bir süre ayrı kalmadım sahneden, daha şubat ayında D.D.T.'nda oynamaya devam ediyordum, ama bir özlem tabi ki hep var ve olacak. Öyle ki ben sahnede oynarken bile sahneye özlem duyuyorum! Çünkü tiyatro benim için bir amaç, araç değil; benim de herkes gibi yaşadığım hayatla ve onun düzeni ile ilgili dertlerim var. Bunları hep sorguluyorum ve yeni cevaplar üretiyorum, güncelliyorum çünkü hep şekil değiştirip daha da acımasızca karşıma çıkıyor bu dertler ve onları dile getirip ifade etmemin yegane yolu tiyatro benim için. Kendimce sorguladığım yaşama dair ürettiğim cevaplan haykırabilmek için kullandığım araç, bir anlamda megafon tiyatro sanatı. Bir oyunu oynarken bile onu geliştirebilmenin cevabımı daha sertleştirebilmenin ya da öteki soruların cevaplarını haykırabilmenin peşindeyim. Ayrıca bu kendini ifade edebilmenin en eğlenceli ve estetik yolu.
Üç sezon D.D.T.'nda yer aldın. Az çok Diyarbakır'daki kültürel ortam hakkında bir izlenim edinmişsindir. Mesela tiyatroya ilgi ne durumda Diyarbakır'da? D.D.T'su, Devlet Tiyatroları bölgeleri arasında bir efsane. Kuruluşundan bu yana yaptıklan, kentleri ve tiyatro sanatı ile kurdukları ilişki ve düşünsel boyutta bölge sanat yaşamına kattıkları ile önemli bir yapı. Ne var ki yaşanılan hayatın hemen her alanda yarattığı erozyon onun neredeyse okul olmak yolundaki gelişimini sekteye uğratmış. Oraya kendimi bir efsaneyi sürdürebilmenin büyüsüne kaptırmış olarak gittim; oysa bir anda küskün bir seyirciyi, beni ve yol arkadaşlarımı bu efsane ile kıyaslarken buldum. Benim amacım geçmişten bu yana gelen ve neredeyse bir gelenek olmuş bir tiyatro yaşamının bir parçası olmak ve bu yolculuktan bir hisse çıkarmaktı. Oysa erozyon seçimleri etkilemiş, tiyatro yapılması gereken ama neden, nasıl ve kime yapılması gibi sorular unutulduğu için kendini yalıtılmış bulan bir iş halini almıştı. Bana göre tiyatro yapmak için bir neden olmalı ve bu neden sorusu yolculuğun her anını kapsamalı. Sözgelimi bir oyunda elini neden oraya koyduğundan dramaturjik bir özene, hangi kurguyla ve hangi
pe cy
a
Buradan biraz geçmişe, oyunculuktaki ilk yıllarına dönelim istiyorum. AST'da profesyonel oyunculuğa ilk adımlar atıldı. Nasıl bir başlangıçtı sence? Nasıl değerlendiriyorsun o dönemi? Daha üniversiteye bile gitmeden AST'da tiyatronun ne demek olduğunu öğrenmeye, rutin derslerin, yani ses ve konuşma, mimik, rol vb. yanında tiyatro yaşamını, disiplini ve gerçek özverinin ne demek olduğunu kavramaya başladım. Sanırım benim hayatımda atılan bu ilk adımın doğruluğu beni tiyatro konusunda hep düzgün adım atmaya zorladı. Sözgelimi AST sadece bir okul gibi öğretmenin ötesinde eğitimin de anlamını kavratan eski deyimle belleten bir yaşam alanıydı. Hocalarımızın provalarına aksatmadan gitmek, bir oyunun yaratılış sürecine tanık olmak bir zorunluluk, bir dersti. Düşünsenize tiyatro ustaları izleyerek öğrenilip geliştirilen bir sanat ve siz Altan Erkekli, Vahide Gördüm, Aslı Öngören gibi insanları bir oyunu yaratmaya çalışırken izliyorsunuz, onların disiplinine ve ciddiyetine tanık oluyorsunuz ve devamında akademik eğitime başlıyorsunuz. Ne diyeyim teşekkürler AST !..
tiyatro. Bunu duyduğumda aklıma Sumru Yavrucuk'un hikayesi geldi. Tiyatro bölümünü kazanamadığı ama okulda herhangi bir bölüme kayıtlı olması koşuluyla tiyatro bölümüne misafir oyuncu olarak alınabileceğini öğrendiği için şan bölümü sınavına giriyor, kazanıyor. Senin de buna benzer bir hikayen mi var? Neden önce şan, ardından tiyatro? Öncelikle ben AST'da kursiyerken yarı zamanlı olarak Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı'nda yan zamanlı olarak şan eğitimi aldım. Bunun asıl nedeni bir tiyatro oyuncusu olmak için AST'da gördüklerimin beni ittiği açlıktı. Yani bir oyuncunun dans edebilen, şarkı söyleyip akrobasi yapabilen ve diğer disiplinlerde de fikir sahibi olup bu fikirlerle tiyatro arasında köprüler kurabilen bir formda olması gerekliliği gibi bir temel dürtü oluştu. Dürtü diyorum çünkü bu o zamanlar şimdi anlattığım gibi açık bir düşünsel yapıya yani bilinçli bir arayışa dönüşmemişti. Temel olarak kendimle ilgili hissettiğim eksikliklerin süratle giderilme çabasıydı. Daha sonra bir tabana otursa da açlık hâlâ devam ediyor. Umarım ben nefes aldıkça devam eder.
Bildiğim kadarıyla önce şan eğitimi almışsın, ardından
zarfında elinizden gelenin en iyisini yapmalısınız ya da daha yarım saat önce elinize ulaşmış senaryoyu yorumlamalısınız. Ben en zorlandığım anlarda içimden hep şöyle diyorum 'bütün bu sıkıntıları seyirci bilmiyor o yüzden elinden gelenin en iyisini yap'. Ben izlerken kendimi çok eleştiririm, olumlu ve olumsuz. Zaten eleştirmeyi bıraktığınız anda oyunculukta sizi bırakıyor. Ancak televizyon ve tiyatro her ne kadar benzer gibi görülse de ayrı alanlar bence. Evet ikisinin de temelinde oyunculuk yatıyor ama birbirinden farklı. Tiyatroda arayıp bulmak için uzun bir prova süreci var ama bir oyun ilk oynandığı günle, son oynandığı gün arasında gelişim ve değişim gösteren organik bir yapı, her gece yeniden üretilip yaratılan bir dünya, bir mikrokozmoz ve bu dünya asla bir önceki ya da bir sonraki geceyle aynı değil. Televizyon ve sinemada ise kısıtlı zamana karşın tekrar şansın var, elinden gelenin en iyisini yapabilmek için deneme, olmadığında yeniden düşünüp üretebilme şansı. Bu nedenle televizyon oyunculuğuna bir çeşit antrenman ve kendini defalarca sınayabileceğin bir lükse sahip olduğun bir tür deney gözüyle de bakabiliriz. Köreltmek ve körelmek bu noktada senin kendini yeterli bulup bulmadığınla doğru orantılı olabilir.
pe cy
a
bağlantılarla organik bir bağ oluşturmuş bir repertuvar oluşturduğuna ve en önemlisi kime, niye ve nasıl tiyatro yaptığına kadar geniş tabanlı bir neden sorusu size tiyatro yaptırmalı.. .ne var ki ben bu arayışa tanık olmak şöyle dursun, bu soruların sorulduğuna bile şahit olamadım. Benim ve bazı arkadaşlarımın bu soruları sorması ise sadece düzeni tehdit eden bozuk sesler gibi algılandı, belki de ben kendimi ifade etmeyi başaramadım ya da benim yolum uzun ve karmaşık geldi bilemiyorum. Sonuçta ben geri döndüm ama orada hâlâ bu sorulara cevap arayan dostlarım kaldı.
Rolüne nasıl hazırlanıyorsun? Bir rolü çıkarmak için özellikle uyguladığın bir yöntem var mı? Benim hayata dair sorunlarım var, bu sorunlar görüp duyduklarımdan, hissettiklerimden, kendimce doğruyu arayışımdan, öğrendiklerimi yorumlamamdan ve bu yorumlardan düşünce üretmeye çalışmamdan kaynaklanıyor. Ben bu sorunlara uygun sorulan bulup, bunları cevaplamaya çalıştığım oranda süreç başlıyor. Yani benim yaşamı sorgulamam attığım her adımın ivmesini veriyor, özelde tiyatro ve bir rolü yaratma çabasını da kapsayan bir sorgulama süreci bu. Düşünüp ürettiğiniz sorular sizin yaşamla ilgili dertleriniz, bulduğunuz ya da bulduğunuzu umduğunuz cevaplar da sizin sorunlara karşı durduğunuz muhalif noktayı belirliyor ve bu cevaplan haykırabilmenin aracı tiyatro, yani her şey bir neden sonuç ilişkisine bağlı bir sorgulama süreci benim için. Oynadığınız bir rol sizin içinizde var olan Hamletler, Lady Machbethler, Zehralar , Zilhalardır. Siz o olamazsınız onu kendi içinizdeki ile yorumlarsınız, o yalnızca sizin içinizdekidir.
Televizyon elbette oyunculuk anlamında, üretim anlamında da tamamen farklı tiyatral çalışmadan. En basitinden her şey çok hızlı bir şekilde tamamlanmak zorunda olduğu için rolüne çok iyi hazırlanma şansın, aynı sahneyi sen kendi performansından memnun olana kadar prova etme şansın yok. Bakıp da kendini beğenmeyip eleştirdiğin oluyor mu? TV oyunculuğunun oyuncuyu körleştirdiği savına katılıyor musun? Elbette dizi oyunculuğunda zamanla yanşıyorsunuz. Beş gün gibi kısa bir sürede sayfalarca metni yorumlamanız gerekiyor, sözgelimi üç saatliğine kiralanmış olan bir mekanda o zaman
Peki oyunculuk anlamında kendini hangi türe daha yakın buluyorsun? Her türe -sinema, televizyon ve tabi ki tiyatro- yakın ama bir o kadar da uzak buluyorum. Yakın buluyorum çünkü ben oyuncuyum işim ve seçimim bu, uzak buluyorum çünkü bu gece bir sürü şey öğrenip mutlu bir şekilde yatıyorum, ertesi sabah uyandığımda ise bilmediğim bir sürü şeyle karşılaşıp aslında ne kadar az şey bildiğim gerçeğiyle yüzleşip, yeni bilinmezleri kavramaya çalışıyorum. Geçmişinde hep tiyatro olduğunu görüyoruz. Son olarak da bir TV projesi. Bundan sonra ne olacak? Ne var Songül Öden'in hedeflediği? Aslında duymak istediğim belki de dilediğim tiyatroya dair bir şey olup olmadığı... Tabi ki tiyatrodan uzaklaşmayacağım. Bu sırada yapmak istediğim iki proje var. Biri Ali Sürmeli ile, diğeri de Çelli İstanbul (4 erkek çellistin oluşturduğu topluluk) ve Diyarbakır Devlet Tiyatrosu oyuncusu Duygu Zade Erçağ ile yapmak istediğimiz bir Nâzım Hikmet projesi var.
Doğuş Okullar Grubu Çocuk Tiyatrosu'yla Sahnede
> Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodeıgisi.com.tr
pe
cy
a
Renkler Cumhuriyeti
Doğuş Okullar Grubu Çocuk Tiyatrosu, ilk oyunu "Renkler Cumhuriyeti" ile 23 Nisan 2005'den bu yana minik izleyicilerinin karşısına çıkıyor. Doğuş Üniversitesi Kültür Sanat Danışmanı Enver Aysever'in yazıp yönettiği oyun, çocuklarla demokrasinin kavramını tartışıyor. Çocuklar, oyun sonunda oy kullanarak, seçme ve seçilmenin pratikte ne anlama geldiğini öğreniyor. Tiyatronun kurulmasına önayak olan Enver Aysever, çocuk tiyatrosu ile yakından ilgili bir isim. 1971 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Profesyonel tiyatro yaşamına tiyatro yönetmeni olarak başlamış. "Renkler Cumhuriyeti", "Bebişler Karnavalı", "Güneşi Güldüren Soytarı", "Beyaz Dişler" ve "Kakaolu Olsun" isimli çocuk oyunlarının toplandığı kitabı 1992 yılında yayımlanmış. Kendi deyimiyle, "çocuk tiyatrosunun çocukça bir iş olmadığını" ortaya koyan işler yapmayı seçen Aysever ile Doğuş Çocuk Tiyatrosu 'nu, sponsor-tiyatro ilişkisini ve "Renkler Cumhuriyeti" ni konuştuk.
Doğuş Okullar Grubu neden çocuk tiyatrosu kurmayı seçti? Proje nasıl hazırlandı? Doğuş Okulları'nın önceki yıllar da sosyal sorumluluk çerçevesinde kültür sanat konularında etkinlikleri olmuştu. Ben burada sanat danışmanlığı görevi yürütüyordum ve çocuk tiyatrosu ile ilgili bir proje gündeme geldi. Okul zaten istiyordu ben de projenin çapını biraz genişleterek başka bir boyuta taşıdım. Doğuş Okullar Grubu Çocuk Tiyatrosu 'nun birkaç temel amacı var. Bunlardan bir tanesi; eğitimde sanatın aktif olmasının, etkin bir biçimde çocuklar üzerinde kullanılmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda tiyatro önemli bir enstrüman. Bir diğeri, Türkiye'de tiyatro seyircisinin salonlardan çekildiği ve çocuk tiyatrosunun bunca sıkıntısının olduğu bir dönemde, eğitim sorumluluğu taşıyan bir kurumun öncelikle Kadıköy yakasındaki insanlara, sonra tüm İstanbul'a sosyal sorumluluk çerçevesinde salonlarını açıp, ücretsiz bir şekilde oyunlar sahneleyerek farklı gelir grubundakilere oyunu izleme olanağı sağlaması idi. İki temel kaygımız buydu. Yani, kendi çocuklarımıza eğitim anlamında tiyatronun öneminin vurgulanması ve tüm bölgeye böyle bir hizmetin verilmesi.
Tiyatronun kadrosundan ve salon olanaklarınızdan biraz söz eder misiniz? Kadromuz tamamen profesyonel. Konservatuardan mezun olanlar ile alaylı olup meslekten olanların bulunduğu bir yapı. Yedi kişi. Hepsinin profesyonel tiyatro geçmişi var. Pek çoğuyla 1999 yılından buna yana birlikte çalışıyoruz. Kadrolu değiller. Çünkü başka tiyatrolarla da ilişkileri sürüyor. Bu proje için geldiler. Sözleşmeleri var. Dışarıdan gelen profesyonel bir tiyatro ışıkçımız var. Salonumuzun kendi teknik ekibi de bize yardım ediyor. Salon, çok amaçlı bir salon olarak yapılmış. Türkiye'deki birçok tiyatro salonunun taşıdığı sorunları biz de yaşadık. Okul bu projenin teknik altyapısı için önemli yatırımlar yaptı. Spotlar alındı. Yakın bir zamanda profesyonel bir tiyatro salonu yapılması planlanıyor. Doğuş Okullar Grubu Tiyatrosu uzun yıllar İstanbullulara perdelerini açan bir tiyatro olmayı amaçlıyor. Eksiklerimizin farkındayız ama çok büyük aksaklıklar olmadı oyunu sahnelerken. Bir okulun çatısı altında tiyatroyu yaşatmak hem çok kolay hem zor. Biz okula uyum sağlamaya çalışıyoruz, okul da tiyatroya uyum sağlamaya çalışıyor. Böyle bir birliktelik var. Oyun 23 Nisan'dan bu yana sahneleniyor. Nasıl tepkiler aldınız? İki önemli tepki aldık. Sıradan insanlar koşa koşa geldiler. Okul ve tiyatro fikrinin bir arada olması insanlara haz veriyor diye düşünüyorum. Salon hep dolu oynandı. İkincisi, gelir durumu iyi olmayan insanlar da ücretsiz sahnelediğimiz için oyuna gelebildiler. Hafta içi bazı eğitim kurumlarını konuk ettik. Devlet okulları, okul öncesi eğitim kurumları geldi. Öğretmenlerden yazılı sözlü çok önemli tepkiler aldık. Eğitimcilerin memnuniyeti bizim için çok önemliydi. Tiyatro keyfinin yanı sıra bir sorunu çocukla tartışmaktan memnuniyet duydular. Herhalde beş-altı bin çocuğa oynadık. Bunun yanında kimi sivil toplum örgütlerini ağırladık. Çok sayıda
pe
cy a
Renkler Cumhuriyeti nasıl bir oyun? Bu oyunu 1998'de yazdım. Bugüne kadar Türkiye'nin birçok yerinde sahnelendi. Şu kaygıyla yazıldı; o günleri de göz önünde bulundurursanız, Türkiye'de ciddi bir sorun yaşanmakta. Birilerinin rejimle problemi var. Dolayısıyla demokrasinin, çoğulculuğun, çok sesliliğin, laikliğin, eşitliğin temel alanındaki bir sorunu çocukla tartışmak isteyen bir oyun. Bizim iddiamız şu; bir ülke var, bu ülke krallıkla yönetiliyor ama zaman içerisinde krallığın insanlığın renklerini çaldığı gösteriliyor. Daha sonra demokrasi geliyor, burası renkli bir alan. Her rengi bir fikir olarak düşünürsek çok seslilik geliyor. Oyunun hikâyesi içerisinde bunlar tartışılıyor. En önemlisi bence oyunun sonunda ülkelerdeki vatandaşların seçim konuşmaları var. Bu konuşmalar sonrasında oyunu izleyen çocuklar oy kullanıyorlar. Yedi yaşından küçük, okuma yazma bilmeyen çocuklar -kimi zaman veliler ve öğretmenler- konuşmalar doğrultusunda ikna oldukları kişilere oy verebiliyorlar ve oy verdikleri kişinin bir sonraki adımda ülkeyi yönetmeye aday olduğunu görüyorlar. Çocuğun tiyatro sahnesinden bir seçime tanık olması, bu seçimde aktif olması, verdiği oyun geri dönüşünü hemen görmesi ve oyun içinde biçimlendirici olması çok önemli. Hal böyle olunca ben şöyle
bir sorunu çözmüş olduğumuzu düşünüyorum; henüz okumayı bilmeyen bir çocuk bile demokrasiyi görüyor. Bu aynı zamanda benim çocuk tiyatrosu felsefemle de ilgili bir durum. Çocuk tiyatrosunun -tırnak içerisinde- çocukça bir iş olmadığını düşünüyorum. Doğuş Okullar Grubu da kendi çizgisi itibariyle bu oyunla çok örtüşüyordu.
cy a
yere davet aldık. Şu anda memnuniyet düzeyinin çok yukarıda olduğunu görüyoruz.
pe
Burada nasıl bir çocuk tiyatrosunun temellerini atıyorsunuz? Ne yapmak istiyorsunuz? Benim çocuk tiyatrosu yapma kaygılarımın farklı bir boyutunu burada hissediyorum. Burada çocuk tiyatrosunu belli bir oyunculuk-söylem mantığında sunuyoruz. Tiyatroya dair bir kaygı. Ben bir miktar grotesk bir tarzın çocukla ilişkilendirilmiş ve hızlı akan, sahici bir kurgusu olan, ciddi sorunları tartışan, görsellikten asla ödün vermeyen ve çocuğun içinde olabileceği özgürlükçü bir tiyatro anlayışını önemsiyorum. Bu, metinde başlıyor, reji ve sunumda devam ediyor. Metinlerdeki temel çatışma budur. Ben kimi metinlerde çevre sorununu, kimi metinlerde sokak çocuklarını tartışmışımdır. Burada da Türk insanının toplumsal sorunlarına çocuk gözüyle bakan bir yapı kurulacak. "Çevremizi sevelim, büyüklerimize itaat edelim" tarzında bir tiyatro asla olmayacak. Çocuklar buna zaten prim vermiyor. Sahne olanaklarımızı geliştireceğiz. Oyuncu arkadaşlarımızın farklı yetenekleri var. Bunları en güzel şekilde kullanacağız. Belki de gelecek sene birden fazla oyunla seyircimizin karşısına çıkacağız. Çocuklarla iç içe bir yapı kuracağız.
profesyonel bir salonda buluştursun, bu da bir eğitimdir. Bakırköy Belediyesi, "Benim salonum var, umurumda değil" diyemez, dememeli. Çocuk tiyatro salonunda tiyatro izlerse okullardaki korsan tiyatro bitmiş olacak. İkinci mesele, ebeveynler tiyatroya gitmiyorlar, sanki eğitimmiş gibi çocuklarını tiyatroya götürüyorlar. Çocuk tiyatrosu bir yoksunluk alanı. Kimse yatırım yapmak istemiyor. Okullarda oynayan korsan tiyatrolar nedeniyle ticari alana dönüşmüş durumda. Eğer bir kurumun desteğini alabiliyorsanız -sponsorluk kurumundan söz ediyorum- çocuk tiyatrosunu çıtayı biraz daha yükselterek yapabiliyorsunuz. Bunun örnekleri çoğaldı. Prodüksiyonların kalitesi arttıkça, sosyal sorumluluk çerçevesinde bu işler yapıldıkça anlamlı olacak.
Ben Türkiye'de çocuk tiyatrosunun sefalet içerisinde olduğunu düşünüyorum. Çocuk tiyatrosunun kontrolsüz bir pazar olduğunu düşünüyorum. Bunu çok iyi yapan meslektaşlarım olduğunu biliyorum. Ödenekli tiyatrolarda çocuk tiyatrosunun maalesef bir sürgün yeri gibi algılandığını biliyorum. Tiyatrocuların yanından bile geçmemiş vasıfsız insanların bu işi ticari bir alan olarak yaptığını biliyorum. Çok ciddi bir sorun. Sorunun birkaç kanadı var. Bir tanesi, kötü bir oyun gören veya tiyatronun temel gereksinimlerim bile karşılamamış bir oyun gören çocuğun tiyatrodan nefret ettiğim düşünüyorum. Tiyatronun kan kaybının kaynağı çocuk tiyatrosu. Düzeltmek için ilk önce 'yasak'la başlamak gerekiyor. Okullarda çocuk tiyatrosu yapma yasağı getirilmeli. İkincisi bütün belediyeler okulları kendi salonlarında konuk etsinler. Tiyatroyla okulu
Şunu da söylemek istiyorum, Türkiye'de çocuk tiyatrosunun ödüllendirilmesi için hiçbir mekanizma yok. Belki bir gereksinimimiz de bu. Tiyatroya dair en önemli ödüllerden birisi olabilir bu. Belki bu konuda öncülük de Tiyatro Dergisi'ne düşüyordun Sponsor yardımıyla çok sayıda projede yer almış birisi olarak, sizce sponsorların penceresinden tiyatroya yatırım işi nasıl görünüyor? Kurumların bu konuda yaptıkları sponsorluğu ikiye ayırmak gerekiyor. Bir tanesi Doğuş'un yaptığı şey; bu sponsorluk değil, kendi tiyatrolarına yatırım yapıyorlar. Oyuncuları finanse ediyorlar, dekoru, kostümü yani bütün tiyatroyu. Bir de sponsorlar var. Sponsorluk demek, bir sanat yapıtının yaratacağı duygudan bir kuruluş olarak pay almaktır. Birileri güzel bir duygu yaratır siz de bu duygudan pay almak için yatırım yaparsınız. Ama bizde sponsorun temel bir sorunu var, o tiyatronun ya da yapıtın sahibi zannediyor kendisini. Bir işe başlıyorlar fakat giderek "parayı ben veriyorum, düdüğü ben çalarım" şeklinde bir yaklaşım gelişiyor. Kırılma noktası burasıdır, bir sanat yapıtı, hiçbir sponsorun malı olamaz. Doğuş'un yaptığı bu anlamda farklı bir şey. Okul şimdi kendi çocuk tiyatrosunu kurdu. Yarın gençlik tiyatrosu kursa daha da iyi olur©
Metinlerarası düzenlemede, Orhan Asena'nın 'İlk yıllar-Roksolan' ve Hurrem Sultan' oyunlarının, Özen Yula'nın 'Gayri Resmi Hurrem' oyunuyla karşılaştırılması
pe cy a
Hürrem Sultan ve Gayri Resmi Hurrem
> Neslihan Yalman
Olgusal tarihte yer alan bazı kahramanlar, tarihin bu hakikatinden sıyrılarak kişisel hakikatleriyle su yüzüne çıkmayı başarmışlardır. Hikayesi, tarihteki konumundan daha fazla göz önünde bulunan ve Kanuni Sultan Süleyman'la ilişkisinin fırtınalı geçtiği söylenen kahramanlardan olan Hurrem Sultan da, tiyatronun kullandığı renkli malzemelerden biri olmuştur. Hurrem Sultan, cengaver Yavuz Sultan Selim'in yine kendisi gibi cengaver oğlu, padişahlar arasında en fazla tahtta kalan Kanuni Sultan Süleyman'ın hasekisidir. Gülbahar Hatun'la birlikte Kanuni'nin kadını olmayı başarmış bu sultan, her zaman onun bir adım önünde yer almıştır. Öyle ki, Gülbahar Hatun'un oğlu ve tahtın halefi olarak adı geçen Şehzade Mustafa'nın ölümünde bile parmağı olduğu söylenir. Hurrem Sultan'ın çalkantılı yaşantısına ışık tutan,yaşadığı olayları tarihsel gerçeklerden de koparmayarak estetize eden yazarların başında Orhan Asena gelir. Asena, 1959' da yazdığı "Hurrem Sultan"da, oğullarından Selim'i tahta geçirmek isteyen ve bunun için Kanuni'yi kışkırtarak, onun Mustafa'ya cephe almasına sebep olan sinsi bir sultan olarak karşımıza çıkar.l985'te yazdığı "İlk Yıllar-Roksolan"da(ı) ise, Hurrem'in
cariye olarak saraya getirilişini, padişahın hareminden hasekiliğe uzanan yıpratıcı yolculuğunu anlatır. Tarihsel atmosferi Hurrem'in çelişkileriyle bezeyerek, hem dönemin panoramasını, hem de o dönemin zorlukları içinde ayakta durmaya çalışan bir kadının duygularını malzeme olarak işler. Roksolan, Hurrem Sultan'dan sonra yazılan bir oyun olmasına rağmen, Hurrem'i Hurrem yapan ipuçlarını vermesi dolayısıyla ondan önce gelen bir oyundur. Oyunun kalabalık bir kadrosu vardır. Süleyman'dan, İbrahim'e, cariyelerden, Suzidil Kalfa'ya, Alisio Giritti'den, Joseph De Lamberg'e kadar çeşitli misyonlar yüklenmiş isimler oyun metnini canlı kılmışlardır. Oyun Roksolan'ın öyküsünü verir. Tarihe 'makbulken maktul' tanımlamasıyla geçen, Kanuni'nin sağ kolu İbrahim Paşa'nın sonunun nasıl geldiğine de değinir. Roksolan'ın yanında, İbrahim Paşa'nın da hayatının bir dönemine ışık tutan bir oyundur bu. Yazar, sarayda bu paşa gibi mağdur olmuş yahut ileride olacak birçok karakterin de hikayelerinden birer kesit sunar bize. Bunlardan biri olan ve Yavuz Sultan Selim zamanında kendisi de padişahın ayağına çağırılmayı bekleyen eski cariye Daye Hatun, senelerdir içinde kalmış saklı hislerle Roksolan'ın Hurrem olmasında etkili isimlerden biridir. Haremin keşmekeş yapısı, oradaki cariyelerin sefalarıyla birlikte çektikleri cefalar bu hatunda vücut bulur.
Aslında ana olay Hurrem'in, Manisa Şehzadesi ve Gülbahar'ın oğlu Mustafa'yı tahtın varisliğinden edip, öldürtmek ve yerine kendi oğullarından birini geçirerek güç kazanmak istemesidir. Fakat oyunu çeşni haline getiren, Roksolan oyunundaki gibi karakterlerin kişilikleriyle, saraydaki misyonlarının çatışmasıdır. Örneğin, Bayezid annesini sevdiği halde onun fikrine karşı gelmiş, öz kardeşi olmasa bile Şehzade Mustafa'nın tahta yakışacağını ve onun yerini alamayacağını belirtmiştir. Yine, Kanuni en sevdiği bu oğlunun ölümüne, devletin selameti için karar vermek zorunda kalmıştır. Osmanlı'yı kuvvetli kılan etmenlerin başında da bu soğukkanlılık gelir Duygularına yenik düşmeyen bir yönetici tipi, diğerine nazaran ayakta kalır. Bunu belirtirken, saraydakilerin kendilerini duygularından tamamen soyutlayarak yaşadıklarını söylemiyorum. Sonuçta 'Muhteşem Süleyman' ünüyle yiğitliği konuşulmuş bir padişahın, sanatçı ve bilginleri koruyacak denli ince ve anlayışlı bir ruha sahip olduğunu, bir divan oluşturabilecek kadar çok şiir yazdığını biliyoruz. Hatta tahtın varisi olabilecek Mustafa'nın, Şair
pe cy
a
Roksolan'ın böylesi bir ortamdan sıyrılarak, bir sultan olarak çıkması hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü harem, içinde tüm kumpasların, tüm acıların ve korkuların yer aldığı, fakat umudun da yeşermekten vazgeçmediği pandora kutusudur. Bu kutudan belirli stratejilerle yükselerek padişahın huzuruna varanlar, sevgiye dair besledikleri tüm güzellikleri de, yalnızca kendilerinin açabilecekleri mücevher kutularında gizliden gizliye yaşarlar. Ümidi gerilerde bırakarak...
çalkalanmaların, çatışmaların,ölümlerin ve doğumların yaşandığı bu mistik mekân, dışarıdan bakılınca haşmetli, içine girilince ve derinliklerine dalınıncaysa konumsal ve insani muammaların yer aldığı bir cemaat şeklidir. Hurrem'in sultan olarak olgunlaştığı, sarayda nüfuz elde etme yarışı için alttan alta daha büyük kararlar uygulamaya başladığı "Hurrem Sultan" oyununda, sarayın cemaatçi yapılanmasına tanık olmamız mümkündür. Annelerinden bağımsız hareket edemeyen evlatların (Selim, Mihrimah) yanında, onun isteklerini doğru bulmayan evlatların da olduğu (Bayezid); padişahlarının emir kulu gibi görünüp sultanlarının emir kulu olan mevki sahipleriyle beraber (Rüstem Paşa), sultanlarından öte padişahın gücüne ve merhametine inanan mevki sahiplerinin de (Ahmet Paşa) bulunduğu karışık bir topluluğun içinde cereyan eden olayları görürüz.
Osmanlı sarayı da bir nevi tiyatro sahnesidir. Çeşitli
işlevi de sanatsal bir anlayışla beraber bize değişik bir kapı açacaktır.
a
Yahya ile olan manidar dostluğuna ve 'Muhlisi' mahlasıyla şiirler yazdığına oyun içinde bile rastlayabilmemiz mümkündür.
Bu kapının illa ki tarihsel bir fonla birlikte açılması gerekli değildir. Özen Yula'nın "Gayri Resmi Hurrem" oyunu, bize bunu açıkça göstermiştir. Hurrem Sultan'a Orhan Asena'dan daha farklı bir yorum getirmiş olan yazar, Hurrem'i tarih içindeki yerinden soyutlayarak, onun ontolojik anlamda yaşamdaki yerini sorgulamıştır. Bunu yaparken de tiyatronun birçok tekniğini bir arada kullanmıştır. Olgusal tarih burada, tiyatral bir tarihe dönüşmüştür. Orta oyunu, kukla, hikaye anlatıcılığı ve oyun içinde oyun tekniğinin temelleri de Türk tiyatrosu tarihi açısından büyük önem taşıdığı gibi, Türk tarihi açısından da önem taşır. Bu teknikler görsel olarak sahnede kullanılmış; özgün ve çağdaş bir üslupla birleşerek oyunda çok renkli ve derin bir atmosfer sağlamıştır.
cy
MUSTAFA- (Elini çekerken ) Estağfirullah. Aramıza teşrifat gerekirse, üstadın elinden çırağı öpmek gerektir. Teşrifat istemezsen. (Yahya'yı bağrına basarak) seni dostum olarak kucaklarım. YAHYA-( Memnun )Ya ben? Sizi hangi isminizle yad eyleyeyim? Şehzade Mustafa 'yi pek az tanırım. Ama şair Muhlisi'yi çok iyi tanırım ve severim. (2)
pe
Yahya'nın kendi dostu için yaptığı tespit, Osmanlı'nın iç yapılanmasını anlatmak açısından da yerindedir. Yahya, şair bir arkadaşı olarak kabul ettiği Mustafa'nın yönetici tarafıyla ilgilenmemekte, onu hep yumuşak başlı bilmektedir.Oysa ki aynı Mustafa, yeri geldiğinde taht üzerindeki hakkını korumak ve babasının sevgisine tekrar mahzar olabilmek için bir tokat indirebilmektedir Rüstem Paşa'nın yüzüne. RUSTEM - (Sanki tokatı yiyen kendisi değilmiş gibi) Bu el benim suratıma inmedi Şehzade 'm, benim şahsımda Aliosman 'ın en büyük insanının, şevketlu hünkarımızın suratına indi. Çünkü ben onun adına gelmiştim. Her ne yaptıysam, onun adına yaptım. (3)
İbrahim Paşa'nın maktul olmasının ana kaynağıysa, Hurrem'in, sarayın içindeki ve dışındaki dünyada yaşanan ilişkiler ağını birleştirebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu kadınca ve ince zekasını, erkeksi bir cesaretle paketleyip Süleyman'ın önüne sunarak, onu kuşkulandıracaktır. Osmanlı'nın sahip olduğu dış siyasetin o dönemki etkilerini ve bunu Hurrem'in bir koz haline nasıl dönüştürdüğünü görebilmemiz, paşanın hangi seküler sebeplerden ötürü öldürüldüğünü de bilmemizi sağlayacaktır. Bu gibi çeşitli tarihsel gerçeklerin arka fonda kullanılması tarih bilgimizi, kültürümüzü, geçmişimizi ve geleceğimizi sorgulamamızı sağlayacak; Antik Yunan'dan beri gelen ve tiyatronun vazgeçilmez unsurlarından olan eleştiri ve eğitme
"Gayri Resmi Hurrem"in metnindeki teknik öğelerden başlama sebebim, bunların atmosferi fazlasıyla etkilemesinden ve oyunu tarihsel bir ortamdan uzaklaştırıp, daha soyut bir ortama taşımasından dolayıdır. Çünkü, tarihsel oyunlarda etkili olduğunu söylediğimiz 'zaman kavramı', bu oyunda çeşitli şekillerde ele alınmıştır. Hurrem ekseninde 1558 yılında geçtiğini düşündüğümüz oyun, Cariye Hurrem'le daha da gerilere sürüklenmiş, kimi kez 'zamanın içinde zaman' soyutlanmıştır. Zamanın içindeki zaman soyutlamasının baltalanmasıyla, Hurrem'in ve Cariye Hurrem'in gizli odada geçirdikleri zamanın da, 'zaman içinde zamanı kapsayan bir zaman dilimi' olduğunu görürüz. Nitekim gizli oda diye bir mekan yoktur; Hurrem Sultan'ı canlandıran Nargül ve Cariye'yi canlandıran Mahpeyker'in, Handan Sultan'a bir oyun sergilediklerini görürüz. Zamanın bu şekilde belli belirsiz olması, yazarın, tarihi Hurrem'in gözünden sorgulama şansına da sahip olmasını sağlamıştır. Onun acısı, üzeri türlü çiçeklerle kaplı siyah bir tabut gibidir. Tabutun içine gizlediği gençliğini, özlemlerini, hayallerini ve saflığını kimse görmeyecektir. Bu acı, Hurrem'le gömülüp tarihin olmayan yapraklarına yazılırcasına, rüzgarla dağılıp gidecektir.
CARİYE - Hep bedeller üzerine yaşıyoruz sultanım. HURREM - Bedel ya Hurrem, bu bedeller beni de bir şeylerin bedeline dönüştürüyor. Tarih, kadınları 'ihtiraslı' yaftasıyla geçiriyor kaydına. Halbuki, tarihin kendisi ihtiras üzerine kurulmuşsa, kadınların bunda ne suçu var? Var olmak için var etmek yetmiyor Hurrem.(...) (4) Asena, Hurrem'in iç çelişkilerini tarihe mal ederek ele alırken; Yula, bu çelişkisini, tarihin kaypaklığıyla temellendirmeye çalışmıştır. Şüphesiz ki Asena da, sarayın acımasız bir Hurrem yarattığını bilmekte ve bunu es geçmemektedir. Fakat Asena'nın yarattığı atmosfer, neden sonuç ilişkileriyle ve döneminin gerçeğiyle bağlantılandırıldığı için, "Gayri Resmi Hurrem'e nazaran 'resmidir'. Bir kadının çığlığından ve arada kalmışlığından çok, dönen çarkın dişlileri arasında sıkışmamak için ayakta kalma mücadelesi veren bir insan vardır. Kadınlık, eril bir biçimde tezahür eder Hurrem'de. O bir sultandır ve hünkarın gücünden sonra gelen bir güç olarak Osmanlı üzerinde bir söz sahibidir. Bu da onu daha cüretkar, soğukkanlı ve cesur kılar. Oysa Yula'nın çizdiği Hurrem portresi hem çift yönlü (Cariye Hurrem ve Hurrem Sultan) olarak iki karakterde vücut bulur hem de eril bir dilin altında dişil bir söylem sahibi olur. Onun cüretkarlığı ve soğukkanlılığı, Asena'nın oyunundakinin aksine kurnazca planlanan boyun eğiş değil, bir başkaldırıdır. DIŞARIDAKİ SES - Hurrem, ben Sultan Süleyman. Aç şu kapıyı kadın! Günlerdir oradasın. Aç! Bir ses ver! HURREM - Git buradan! Git ...Git... Git! (5)
Yula'nın oyunundaysa, Hurrem Sultan korkularım gizleyerek dirayetli görünmeye çaba gösterir. Onun bocalaması, duygularıyla mantığının -gerçekle düşün gidip geldiği yerdedir. Ölüm ve yaşam ikilemi bunların ardından gelir. Yazar, Hurrem'in bu yaşadıklarını, 'içerden dışarısının göründüğü fakat, dışardan içerisinin görünmediği gizli bir odadan' verir. Sarayın uzun koridorlarından, haşmetinden uzak bir odadır burası ve yapımında görev alan tüm ustalar öldürtülmüştür. Gizli bir geçidi de olan bu mekân, oyuna fantastik bir motif olarak yedirilmiştir. Somut olarak küçük bir oda olsa bile, Hurrem'in bilinçaltını, yaşamından kesitleri yansıtan soyutluğa da sahiptir. Cariye Hurrem de, Hurrem'in gençliğine benzediği için onun geçmişinin vücut bulması olarak değerlendirilebilir. Bu geçmişin en ağır travmasını sarkacın ucunda bir o yana, bir bu yana sallanarak yaşamıştır Hurrem Sultan. Bir yanda, gönlünün zincirlerini çözdüğü ve Mihal tarafından sevildiğini de bilmek istediği tutkulu bir aşk... Diğer yanda, aklı ve mantığıyla hareket etmek zorunda kalan ve iktidarın pençelediği çocuklarını en az zayiatla kurtarmaya çalışan bir anne... Dimdik görünerek kimsenin kendisini yıkmasına izin vermeyen bir sultan... Kocaman bir ülkeyle paylaşmak zorunda kaldığı Kanuni'nin nikahlısı... Bir yanda rüzgara kapılmaktan ürken bir gelincik, diğer yanda koca ve köklü bir çınar... Hangisinin daha ağır bastığı görünürdedir. Yine de bir hak tanır bu oda Hurrem'e. Kendisi olmakla yetinmeyip 'olamadığı Hurrem'i' de olma hakkı... HURREM - Sarayın koridorları çok şey öğretir insana Hurrem. Kendi içinden, kendinden başka insanlar çıkarmasını da, bu başka insanlara diğer insanları inandırmayı da... Sen de öğreneceksin. (9)
pe cy a
Asena'nın oyununda çizilen Kanuni Sultan Süleyman karakteri ve bunun Hurrem'e yansıması, tanrısal bir güç biçimindedir. İlk Yıllar -Roksolan'da Hurrem, Süleyman'ı tanrıya duyduğu bir tapınma misali yüce ve ürkütücü bir duyguyla sever. Kendisini sevdiği erkeğin kölesi olmaya alıştırmıştır. Saraydaki herkesin, her gücün üstünde bir güce sahip olan sultan, bir tek Kanuni engeline takılır. Hangi tasarısını hayata geçirmek istiyorsa, bu heybetli güce sinsice yaklaşarak taktik uygular ve kendisini onun karşısında çaresiz ve savunmasız göstererek, pasifize eder.
Oysa ben oğlumun kafasının içini bilirim. Nasıl bir cehennem aleti gibi çalışır. (Birden bire kraliçe haşmetiyle doğ-rulur.) Kaderin hükmü bu. Şehitsiz zafer kazanılmıyor. (8)
HURREM-(...) Size efendimiz, size olan aşkım, ancak tanrıya duyduğum tapınmayla ölçülebilir. A-ma sizi hiç sevmeseydim, ve siz beni yatağınıza çağırsaydınız sahibim olarak, size yine itaat etmek zorundaydım. Yoksa siz beni satabilir, hediye edebilir, hatta öldürebilirdiniz. (6)
Asena'nın oyununda da, Yula'nın oyununda da Cihangir önemli bir karakterdir. Tarihin sayfalarına acınası bir zavallı olarak geçmiş; adının esamisi Bayezid, Selim, Mustafa ve Mihrimah'ın yanında bile okunmamış Cihangir, Hurrem'in analığını imlemek açısından nirengi noktasıdır. Çünkü bu karakter, şefkatinin tutkularıyla çatıştığı diyalektik bir Hurrem portresi varetmeye yardımcı olur.
Hurrem 'devletin evlatlarını yiyerek ayakta kalabileceğini' vurgular. Fakat, oğlunu bunların dışında tutarak, o devletten uzaklaştırır. Cihangir yapı itibariyle ince ruhlu bir çocuktur ve sakatlığı dolayısıyla hünkarlık yapamayacaktır. Yine de Hurrem, en sevdiği oğluna bir şey olacak diye çok endişelenir. Cihangir, Asena'nın oyununda bir emniyet subabı gibidir. CİHANGİR - Biz de o tacın gölgesinde yaşarız baba. Bizim de üstümüzde o tacın gölgesinin ağırlığı vardır. (7) HURREM- (Bir yerine bir bıçak batırılmış gibi) Cihangir... Zavallı yavrum. Gün günden eriyor. Gün günden soluyor, korkum boşuna değilmiş... İlk defa yaptığımız işin doğruluğundan şüphe ediyorum. Bana öyle geliyor ki günleri sayılı (Mihrimah hıçkırır ) Hekimler istirahat etmesini isterler..
Cariye Hurrem'in düşle hakikat arasında bir yerde konumlandırılması da bu yüzdendir. Hurrem'in tecrübelerini aktardığı bu genç kadın, kaderini çoktan kabullenmiş ve sade bir yaşam isteyen biridir. Oysa bilmez ki, haremin gitgide daralan duvarları onu rekabetlerin, kumpasların ateşine düşürecek, o da en az yanıkla bu ateşten kurtulmaya çalışmak zorunda kalacaktır. Hurrem, sultan olmadan önce de karakteristik olarak hırslı ve savaşçı bir yapıya sahiptir. Fakat bu hırsın körüklenmesini sağlayan da saray çevresidir. Örümcek ağında bir sinek olmaktansa, ağı örüp sinekleri bertaraf eden bir örümcek olmaktır mühim olan. Örümcek mübarek bir hayvan olduğu kadar, tehlikeli türleri de vardır Tarantula misali zehirini salan yahut Karadul misali erkeğini öldüren daha acımasız türler gibi... Yahut vızıltı çıkardığı için bir hamlede öldürülen sinek gibi... Tarafını seçip, oyununu ona göre oynamak gerektiği gibi...'Güçlü olanın kazanıp, güçsüzün kaybettiği' saray bir hengameler diyarıdır. Hurrem'in hasekiliğinin cefasını mı, sefasını mı çektiğinin bilinmediği... Tarih bizi mi yazar, biz mi tarihi yazarız? Tarih yaşanılır mı, yaşatılır mı? Herkesin bir tarihsel gerçekliği var mıdır yahut tarihsel gerçeklik herkes midir? Tarih kolektif midir, bireysel midir? Oyunun dikkat çektiği bu nokta, o denli sağlam doneler kullanılarak estetize edilmiştir ki; bir metin okumaktan öte bir metnin içinde debelenir, yuvarlanır, gezinir, düşer kalkarsınız. Tarihin tanıdık simalarının birer kukla olarak hayal perdesinde can bulması, 'Cariye Hurrem' ile 'Sultan Hurrem'in' yer değiştirmesi, iki ipek eşarbın orta oyunu tekniğiyle bir kayığın kürekleri olarak kullanılması, kukla Hurrem ve Mihal'in karşılaşmalarına Hurrem Sultan'ın replikleriyle karşı tavır alması gibi oyunu etkileyici kılan tiyatral tekniklerle öznel bir tarihsel gerçekliğe tanıklık eder; belki de sultanın hiç bilmediğiniz bir yönünü keşfedersiniz
Son olarak, oyun içinde oyun tekniğiyle yazılmış metnin içinde iki tane çözümün bulunmasına ve bu çözümlerden ikincisinin sürprizle sonlanmasına da değinmeden edemeyeceğim. Birinci sonda, Hurrem Sultan Cariye Hurrem'i öldürerek, cesedini odada bırakır ve kaçmak üzere geçide yönelir. İkinci son ise, birincisini de kapsayacak denli geniş bir anlam ifade eder. Handan Sultan'a (10) sergilenen bir oyunda, Nargül ve Mahpeyker adlı iki cariyenin Hurrem ve Cariye'yi canlandırdıklarını öğreniriz. Sonu daha da vurucu kılansa Mahpeyker'in, bazı kaynaklarda 'İkinci Hurrem' olarak da anılan ve yaşadığı dönemde iktidarı elinde tutan valide Kösem Sultan olacağına tanıklık etmemizdir. HURREM - Allah akıl fikir versin ! A aptal kızım, a Mahpeyker'im bu tahtı sana bırakırlar mı? Sen bir garip Kösem'sin. Yerini bil. Olduğundan fazlasını olmaya çalışma... Kız bak beni deli deli oynatıyorsun hikayedeki gibi. Orada da sen sordun ben cevap verdim, burada da. Hadi yürü artık bre kızım! (Hurrem Sultan'ı oynayan kadın kapıya ilerler.) CARİYE-Olacak Nargül Abla. İstemesini bilmelisin ki olsun. Tehlikeli olduğu kadar güzel de o taht... Bir deKösem Sultan olacak Nargül Abla. Bunu yaz bir yere...Yaz bunu! (1l)
(2) O. ASENA, Hurrem Sultan, MEB Yayınlan, Atık., 1969, s 50 (3) a.g.e, s 57 (4) Ö.YULA, Toplu Oyunlar 3 ( Gayri Resmi Hurrem / Sahibinden Kiralık / Yakındoğu'da Emanet), MitosBoyut Yayınları Tiyatro / Oyun Dizisi 125, İstanbul, Ocak 2002, s. 16 (5) a.g.e 37 (6) O. ASENA, İlk Yıllar - Roksalan, Hülya NUTKU kitaplığından alınan tekst, s 43 (7) O. ASENA,Hurrem Sultan, MEB Yayınlan, Ank, 1969, s.44 (8) a.g.e, s 79 (9)Özen YULA, Toplu Oyunlar 3 (Gayri Resmi Hurrem / Sahibinden Kiralık / Yakındoğu'da Emanet), MitosBoyut Yayınları Tiyatro / Oyun Dizisi 125, İstanbul, Ocak 2002, s 39 (10) HANDAN SULTAN: 1595 -1603 yıllan arasında tahtta bulunan ve Safiye Sultan'ın (ö. 1604) oğlu olan 3. Mehmet'in hasekisidir. Hurrem Sultan ise, 1504 - 1558 yılları arasında yaşamıştır. (11) Ö. YULA, Toplu Oyunlar 3 (Gayri Resmi Hurrem / Sahibinden Kiralık / Yakındoğu'da Emanet), mitosBoyut Yayınları Tiyatro / Oyun Dizisi 125, İstanbul, Ocak 2002, s 65
pe
cy
a
Hurrem Sultan, muğlak ve renkli bir şahsiyet olup; yeri geldiğinde entrikacı diye nitelendirilen, yeri geldiğinde imrenilen bir kadındır. Onun sultanlığının üzerine vurgu yapmak isteyen ve tutkularını iktidarın çevresinde, somut şekillerde işleyerek klasik bir oyun yazan Asena'da; kadınlığının üzerine giderek ve iktidardan öte öznel tutkularının altını çizerek, soyut içerikli trajik bir oyun yazan Yula'da, çok katmanlı metinler üzerinde Hurrem'in toplumsal, tarihsel, insani konumlarım farklı bakışlarla ele almışlar ve bu karakteri tarih sahnesinin yanında, tiyatro sahnesinde de canlı kılmışlardır©
(l) Orhan ASENA'nın 'İlk Yıllar - Roksolan' oyununun metni, Prof. Dr. Hülya NUTKU'nun (9 Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi) kitaplığından tekst halinde alınmıştır. Özen YULA'nın ROKSALAN olarak kullandığı isim, Orhan ASENA'nın oyununda ROKSOLAN olarak geçmiştir. ROZA, ROSANNE, ROXELANE gibi, çeşidi kaynaklarda değişik şekillerde isimlendirilen Hurrem Sultan, oyunlarda da farklı yazılan isimlerle yer almıştır. Ayrıca, ASENA'nın 'Hurrem Sultan' oyununda BEYAZİT olarak geçen, Hurrem'in oğullarından birinin adı, kaynaklarda BAYEZİD olarak yer aldığı için tarafımdan bu şekliyle kullanılmıştır
pe cy a
Antalya'da salonsuz bir tiyatro: Antalya Devlet Tiyatrosu
pe
cy
a
"Hangi İş Kolay ki?"
> Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
Ankara 'ya "Küçük Hanımlar, Küçük Beyler Tiyatro Festivali "ne gittiğimde, Antalya Devlet Tiyatrosu Müdürü Selim Gürata ile karşılaştım. Selim 'le aylardır bir araya gelip söyleşelim, Antalya 'yi, Antalya 'nın salonsuzluk sorunlarını konuşalım istiyorduk. Kısmet Ankara 'da buluşmakmış. Koltuklara oturduk ama söyleşi yerine sohbet oldu. Bantı da kendim çözersem daha kolay olur diye beklettim fakat yoğunluktan bir türlü elime alamadım, bir de Selim 'in küsmeyeceğini bildiğimden işi yavaştan aldım galiba, Ebru Seyhan da bir taraftan sıkıştırıp duruyor. Ben "tamam tamam" dedikçe, belli etmemeye çalışıyor ama kızıyor da fena halde. Bir gün eloktronik postama Ebru'dan bir dosya geldi ve altında da şu not: Mustafa Bey, ben düzenlemeye çalışarak bantı çözdüm, siz bir bakarsanız yayına hazır hale gelir. Valla ne diyeyim Selimciğim Ebru el atmasa bir iki ay daha bekleyebilirdi, yaz tembelliği desem o da değil, bu yaz bütün yazlardan fazla çalışıyoruz. Burası Antalya da değil ki denize girelim. Yine de halimizden şikayetçi değiliz bu yıl da hiç ara vermeden Tiyatro... Tiyatro...'yu okuru ile buluşturuyoruz. Antalya DT'de 2004-2005 tiyatro sezonu nasıl geçti? Antalya bu yıl tabii ki salonsuzluk problemi yaşadı. Ancak gerçekten tiyatro olarak var oluşunu kanımca çok iyi ispatladı.
Dedik ki Antalya'da bir Devlet Tiyatrosu vardır ve herhangi bir tiyatronun var olması sadece salonla var olmak anlamına gelmez. Tiyatrodaki bütün arkadaşlarım bu durumda tiyatroya dört elle sarıldılar. Dört tane yeni oyunun prömiyerini yaptık, dört oyun da geçen yıldan vardı, sekiz oyunla sezonu sürdürdük. Antalya DT'nin oyunları Anadolu'nun birçok yerine; Uşak, Kütahya, Afyon, Yalova, Eskişehir, Bursa, Ankara, Diyarbakır'a gitti. Romanya ve Paris'e gittik. Her türlü sıkıntıya rağmen dinamik bir yıl geçirdik. Ve hiç şikâyetçi değiliz. Yerleşik seyirciden bir tepki geldi mi? Elbette. Bu anlamda Antalya seyircisi gerçekten tiyatrosuna çok sahip çıktı. Antalya Kültür Merkezi'nde oynadık, Kepez Semt Evi'nde oynadık fakat AKM'de günlerimiz periyodik değildi. Seyirciye her şekilde ulaşmaya çalıştık. Yirmi bine yakın el ilanı bastırdım ve bütün sokaklarda, otobüs duraklarında oyunumuz ne zaman, hangi saatte, seyirciyi haberdar ettik. Onlar da geldiler. Salonsuzluk devam edecek mi? En azından kısa bir süre daha devam edecek. Ama bu yıl Mali Müşavirler ve Muhasebeciler Odası bize kendi binalarından birinci katı ücretsiz olarak tahsis etti. Antalya Valisi Alaaddin Yüksel de bize gerçekten sahip çıktı. Özel idare kanalıyla orayı bir tiyatro salonu haline getirip bir bütçe ayrılmasını sağladı. Ekim'de orada 300 kişilik bir salonumuz olacak. En azından artık seyircimiz bir yerimizin olduğunu bilecek.
Devlet Tiyatrosu yaz turneleri nasıl geçiyor? Sezon sonunda böyle bir etkinlik oyuncuları daha çok yormuyor mu? Benim böyle bir şikâyetim yok. Ben şöyle bir şeye inanıyorum, Deniz Harp Okulu'nun girişinde şöyle bir cümle yazar: "Burada hiçbir şey kolay değildir ama hiçbir şey yapılamayacak kadar zor değildir." Ben bir anlayışın çok karşısındayım, tiyatro yapan insanların tiyatroyu yapmaları gereken bir lüks olarak görmeleri beni üzüyor. Tiyatro bizim lüksümüz değil; yaşamımız, ekmek paramız. Bugün hayatımızı idame ettirebiliyorsak, kendi işimizi yapabildiğimiz ve bunun karşısında aldığımız değerler ile sürdürebiliyoruz demektir. Ben özellikle bu dönem, dünyanın ve Türkiye'nin içinde bulunduğu yapı içerisinde bizim daha önemli görevlerimiz var diye düşünüyorum. AB tartışmalarının bütün gündemimizi meşgul ettiği dönemlerde, korumamız gereken en önemli kültür varlığı olan dilimizin tiyatro ile korunabileceğini düşünüyorum. Her şeyden önce bu anlamda, dilimizi korumak, sahip çıkmak, dilin inceliklerini anlatan oyunlarla seyirci karşısına çıkmak var oluşumuzun en temellerinden biri. Evet, yaptığımız iş kolay değil ama hangi iş kolay ki?
cy a
Yeni sezonu kendi salonunuzda açacaksınız herhalde. Umuyorum ki öyle olacak. Kaldı ki yeni salonumuzun temelini de yaz aylarında atmak istiyorum. Onun da çalışmaları sürüyor. Muratpaşa Belediye Başkanı Sayın Süleyman Evcilmen de bize çok büyük destekte bulunuyor. Bize bir arsa tahsis etti, Lara semtinde konumu çok güzel. Sevgili dostumuz ve Türkiye'nin en önemli aydınlarından biri Sayın Cengiz Bektaş da bu iki yerin projesini çizdi ve bize armağan etti. Şu anda bomba gibi iki projemiz var, artık iş bizim tüm bunları hayata geçirmemize kaldı. Altında dans solunu, atölyeler olacak. Üstündeki katta idari ofisler olacak ve sahnenin arkası da bir amfi tiyatro şeklinde. Yazın da orada oyunlar sahnelenecek. Yani, sahnenin arka duvarının arkası bir açık hava sahnesi haline gelecek.
Bu yıl bütün bunları yaşarken; prova salonları kovalarken -ki gerçekten çok zor koşullarda provalarımızı sürdürdük- aerobik salonlarında, benim odamda, kütüphanede, belediyenin mekânlarında hatta halı satan turistik yerlerin depoları da dâhil olmak üzere birçok yerde prova yaptık. Çok büyük destekler aldık. Bu nedenle geçen sezon yapmayı planladığımız bazı işleri yeni sezona ertelemek zorunda kaldık. Aslında 9 oyun projemiz vardı, dördünü yapabildik. Yapamadığımız oyunların dördünü yeni sezona devredeceğiz hem de yeni sezona devrettiklerimiz üzerine yeni projelerle repertuvar tiyatrosu olmayı hedefliyoruz Antalya'da. Tiyatro yapmak isteyen, tiyatroyla var olmak isteyen bölgedeki oyuncu arkadaşlarımın Antalya'daki çalışma ortamında iyi projelerin içinde olabileceklerini düşünüyorum. Bu nedenle gerçekten tiyatroda var olmak isteyen ve iyi projelerde olmak isteyen oyuncu arkadaşlarımı da Antalya Devlet Tiyatrosu'nda olmaya davet ediyorum.
pe
Kaç kişilik olacak bu salonlar? Açıkhava 250, kapalı salon 400 kişilik. Mali Müşavirlerin altındaki salon 300 kişilik. İki sahneli bir DT hedefliyorum. Sohbetlerimizde tiyatro merkezde olmalı diyoruz. Ama tek merkezli şehirler artık kalmadı. Özellikle Antalya çok hızlı gelişen ve büyüyen bir kent. Baktığımız zaman üç temel merkezi var; batı, doğu ve kuzey merkezi. Güney zaten deniz. Ancak şu anda ilk aşamada şehrin doğu ve batı merkezini baz aldık ve buralarda birer sahne yapmaya karar verdik. Şimdi hem bu sahnelere göre projeler yapılacak hem de bu sahnelerdeki projeler değişerek iki merkezdeki seyircimizin tiyatroya rahat ve kolay ulaşmasını sağlayacağımız bir hedef güdüyoruz. Salonların kapasitesini biraz daha artıramıyor musunuz? Yapamıyoruz, çünkü fiziki olarak mekân ancak bu kadarına yetiyor. Bizim için de yeterli bu sayı.
Kolay anlamda demiyorum, sezon bitiminde yoğun bir turne oyuncunun performansını düşürmüyor mu? Evet, biraz yoruluyoruz. Özellikle bu yıl çok yorulduk. Antalya'da, Antalya dışında oynadık. Ancak DT'de artık yeni bir anlayış var. Sezon bitmiyor. Yaz turneleri olarak da adlandırılmıyor, Yaz Sezonu olarak adlandırılıyor. Dolayısıyla, oyunumuz olduğu zaman dinleniyoruz gibi anlayış gelişiyor DT'de. Gittiğiniz bölgelerdeki tepkiler nasıl? Gittiğimiz yere ya da oyuna göre değişiyor. Bazen çok büyük ilgisizlikle bazen de çok büyük sevgiyle karşılaşıyoruz. "Paşaların Paşası" çok iyi bir oyun oldu. Oyuncular da çok sevdi oyunu. Bu sevgi seyirciyi de çok kolay sarıyor. Biz de her yere taşıyoruz. Bizim, buradaki başka tiyatrolarla da ortak çalışmalarımız var. Ben, bir bölge tiyatrosunun sadece akşamları oyun oynayan bir tiyatro olmasından yana değilim. Burada bir Devlet Tiyatrosu varsa oradaki bütün tiyatroların yönlendiricisi, destekleyicisi olmalı©
Bir tiyatro modeli:
pe
cy
a
" Tiyatro Anadolu"
> Sadık Aslankara
Semih Gümüş, 9. Ankara Öykü Günleri'nde adıma sunulan "Onur Konuğu" plaketini verirken bendeki iyimserliği hep şaşırarak karşıladığını söylemiş, "O, bunu, olsa olsa doğuştan getirmiştir," demişti. Kimbilir, belki haklıdır sevgili dostum Semih Gümüş... Gerçekten pek çokları tiyatro için, "eyvah" derken, "tiyatromuz kötü gidiyor," derken, ben bu konuda da iyimserim, ne yalan söyleyeyim... "Neden?" diyeceksiniz. Modeller üreten, sürekli yenilik peşinde koşan, varoluşunu arayışına bağlayan bir tiyatro çöker mi Tanrı aşkına? İşte bir model de Eskişehir'de: Anadolu Üniversitesi'nin topluluğu "Tiyatro Anadolu". Tüm canlılığıyla tiyatromuz için çaba harcamayı sürdürüyor topluluk... Peki üniversite topluluğu mu ya da gençlik tiyatrosu örneği mi Tiyatro Anadolu? Amatör mü? Bu sorulara kocaman bir "Hayır!" demek olası! Ama Tiyatro Anadolu, üniversiteye bağlı, üstelik gençlere
dayalı bir topluluk da aynı zamanda. Sonra yetkinlik bağlamında profesyonel olsalar da ruh bağlamında, yetkeleşmeye çabalayan arayış tutumlarıyla amatör bu insanlar... Ne ki bütün bunlara karşın sahne plastiği yönünde Türk tiyatrosu için düpedüz seçenek üreten bir topluluk bu!
Sonraki aşamada üniversitenin yerleşik bulunduğu kentte, kendilik bilinci gelişen yeni kentliler oluşturuluyor. Kentlerinde kentlilerin yaşadığı bir Türkiye, insanları yurttaşlık bilinciyle dolu bir ülkeye dönüşecektir elbette kısa süre içinde...
Öyleyse yalnız model üretmiyor Tiyatro Anadolu, aynı zamanda seçenek de sunuyor bizler için.
Böyle bir model, apaçık görüleceği gibi Türkiye'nin aydınlık geleceğinde doğrudan pay sahibidir! Ben, yıllardır "kent tiyatrosu" modeliyle kentlerde, "kendilik bilinci gelişmiş bireyler yetiştirilmesi" yönünde çaba harcarken, bu model yalnız bunu sağlamakla kalmıyor, ötesine geçerek tiyatro sanatımız için de büyük bir umut, büyük bir seçenek oluşturuyor görüldüğü üzere.
Nitekim topluluğun bildirisi, hem model hem de seçenek oluşturmalarını açımlamada, ötesinde temellendirmede değerli bir belge oluşturuyor... Bir belge niteliği taşıması nedeniyle söz konusu bildiriyi olduğu gibi aşağıya alıyorum: "Tiyatro Anadolu Türkiye'deki ilk ve tek profesyonel üniversite tiyatrosu olmasıyla emsallerine örnek oluşturacak konumda öncü bir yapılanmadır. Temelleri 1993 yılında atılan Tiyatro Anadolu; 1999 yılından itibaren profesyonel anlamda kendi kadrosu, kendi mekânları ve zengin repertuarıyla seyircisiyle düzenli olarak buluşan ve seyirci ilgisinin her geçen gün katlanarak arttığı genç ve dinamik bir tiyatrodur. Sezonda 3 ile 5 ayrı oyunu dönüşümlü olarak oynamakta, her yıl repertuarına en az üç yeni oyun katmaktadır. Projeler beş kadın sekiz erkekten oluşan on üç kişilik çekirdek oyuncu kadrosunun yanısıra misafir yönetmen, tasarımcı ve sözleşmeli oyuncular eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Tiyatro etkinliği olarak tamamen kurum bünyesindeki atölye ve diğer teknik birimlerin olanaklarından yararlanılmaktadır. Oyuncuların çoğu sanatsal çalışmalarının yanısıra akademik çalışmalarını da sürdürmektedir.
Nitekim model olarak altı yılını doldurmuş bulunan, bana göre artık sanatsal bağlamda seçenek oluşuyla, sunduğu çözümle de üzerinde uzun uzadıya durulmayı hak ediyor Tiyatro Anadolu! İzlediğim üç oyun, bu kanıya varmama yetti! Bize böyle bir olanak sunduğu için Tiyatro Anadolu'ya, ona kan, can verenlere; başta Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Engin Ataç'la Tiyatro Anadolu'dan sorumlu Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Haluk Gürgen olmak üzere tüm koruyucularla katkıcılara ne denli teşekkür etsek azdır doğrusu! Öyleyse iyimser olmamak için hiçbir neden yok! Bu modeli Türk tiyatrosu kamuoyunun gündemine taşımanın tam sırası bana göre!
pe
cy a
Tiyatro Anadolu haftada dört gün perde açarak sezonda ortalama 30.000 kişiye ulaşmayı hedefleyen bir tiyatrodur. Seyirci profili ağırlıklı olarak üniversite öğrencilerinden oluşmaktadır. Tiyatro Anadolu, kimi öğrencilerin tiyatro ile ilk kez karşılaşmasına aracı olarak sanatsal ve estetik bir kapının aralanmasına, kimi kez de sanatsal beklenti ve algılayışlarının daha üst düzeye yöneltilmesiyle öğrencilerin düşünce üretip tartışmalar yaratmasına olanak sağlayacak düzenli gösteriler sunmaktadır. 1993'ten günümüze tiyatro tarihinin birçok önemli başyapıtını sahnelemekle birlikte bazen varolan metinlerden yola çıkarak bazen de kendi metinlerini yaratarak durağan tiyatro yaşantısına yeni önerilerde bulunmaya çalışmaktadır.
Gerçekten de söz konusu modelin tutması durumunda, tiyatro bölümüne sahip tüm üniversiteler, yalnız kentleriyle ülkelerine değil yanısıra tiyatro sanatımıza da büyük katkıda bulunacak kuşkusuz...
Anadolu Üniversitesi'nin ülkemizdeki sosyal yaşantıya katkı sağlama sorumluluğunun bir göstergesi olarak yapılandırdığı Tiyatro Anadolu, yaşanmakta olan kültür ve sanat erozyonuna bir çözüm önerisidir."
Buna göre Anadolu Üniversitesi'nin üzerinde durmak gerekiyor demek ki ilkin. Üniversite, Rektör Prof. Dr. Engin Ataç'ın haklı olarak altını çizdiği biçimde "toplumun öncü kuruluşu" olduğunu gösterirken hem ülke hem kent ölçeğinde ciddi bir seçenek de getiriyor.
Bu seçeneğin üzerinde durayım biraz... Çünkü Tiyatro Anadolu modeli, bu seçenekle örtüşerek boy gösteriyor, varlığını duyuruyor... Belki modeli ilginç, özgün kılan da bu! Çevrimsel değil, ucu açık bir tiyatro modeli bu... Üniversitenin tiyatro bölümüne öğrenci geliyor, bu öğrenci süreç içinde eğitiliyor, bir tiyatro oyuncu adayı halinde yaşama katılıyor. Sonrasında bunların içinden seçilen üst grup, hem bölümün yeni tiyatro bilimcilerini hem de tiyatronun "çekirdek oyuncu" kadrosunu oluşturuyor. Ardından modelin eyleme geçirilişiyle önce tiyatro sanatı bağlamında kadronun, sonra da yurdun dört köşesinden üniversiteye gelen gençlerin seyirci olması bağlamında bir sanatsal eğitim süreci yaşanıyor.
> Suat Başkır > sbaskir@yahoo.com
pe
cy
a
Uludağ Üniversitesi Oyuncuları
rejiye ve hatta oyun yazımına kadar tüm süreçler topluluk içi Onlar, hayatın hem güzel yanlarını hem de zor anlarını tiyatro sanatı ile el ele yaşamaya çabalayan, tiyatronun neden ve nasıl potansiyel kaynaklardan faydalanarak gerçekleştirilir. yapıldığını öğrenmeyi ve öğretmeyi, nasıl yapılabileceğini araştırmayı ve bu yönde ürünler vermeyi kendine amaç edinmiş Oyun seçimlerinizi hangi tarz ve yönde belirliyorsunuz? Bizlere topluluğunuzun yapısı hakkında bilgi verir misiniz? Uludağ Üniversitesi Oyuncuları... Bundan tam 22 yıl önce, Bir oyunu sahneleme sürecinizden bahseder misiniz? Fransızca bölümünden Prof. Dr. Hasan Anamur'un önderliğinde, Oyun seçiminde öncelikli hedefimiz sergilediğimiz oyunun Uludağ Üniversitesi Gösteri Sanatları Etkinliği Tiyatro Kolu adı altında bir grup tiyatro gönüllüsünün başlattığı bu serüveni vermek istediği bir mesajının olması, bu anlamda oyunun altının dolu olması en önemli şartlarımızdan biri. Aktarılmak paylaşmak için Uludağ Üniversitesi Oyuncuları ile beraberiz istenen mesaj da seneden seneye farklılık gösterebiliyor. Örneğin bu ay... bir oyunda toplumsal sorunlardan yola çıkarken, diğer bir oyunda ise topluluktaki kuramsal eksikliklerimizi kapatmaya Sizler bir üniversite tiyatrosusunuz. Topluluğunuz ayakta dair hedefler belirleyebiliyoruz. Oyunun dramaturgi ve masa kalmak için, her yıl yeni katılanlarla ilgili nasıl bir kıstas başı çalışmasını yapan yönetmen adayı oyunu topluluğa sunar. belirlemekte? Oyunun seçilme aşamasında ise tüm topluluk bireyleri söz Türkiye'deki çoğu üniversite gibi Uludağ Üniversitesi'ne de sahibidir. Oyun seçimi gerçekleştikten sonra dramaturgi ülkenin dört bir yanından üniversite adayları yerleştirilmekte. aşamasından sahneleme sürecine kadar, çalışmalar tüm Ve hepimizin de bildiği gibi bazı şehirlerimizde bırakın tiyatroyla toplulukça yapılır. Çalışmalarımızda izlediğimiz yöntem ise amatör olarak ilgilenmeyi izleme olanağı bile bulunamamakta. her seneye özgü birimleşmelerdir. Yani UÜO kemikleşmiş Bu tür bir ortamda yeni katılan arkadaşlardan teatral bir birikim kadrolardan oluşmamakta. Örneğin bir sene kostüm biriminde beklemek de doğru olmuyor elbette. Süreç içerisinde katılımda görev alan arkadaşımız diğer bir sene oyuncu olabilme şansına bulunan arkadaşlar burayı sevdiği ve çalışma temposuna ayak sahip. uydurabildiği sürece bizimle yollarına devam ediyorlar. Topluluğunuz profesyonel bir destek alıyor mu? 1982-1993 yılları arasında sırasıyla Prof. Dr. Hasan Anamur, İstanbul Devlet Tiyatroları Eski Müdürü Murat Karasu ve son olarak da halen Bursa Devlet Tiyatrosu oyuncusu olan Ahmet Somers ile birlikte çalışıldı. 1993 yılından itibaren topluluk bütün üretimlerini hiçbir profesyonel destek almaksızın yürütmektedir. Dekor tasarım uygulamadan ışığa, dramaturgiden
Sizler üniversite sonrası, özellikle amatör tiyatro alanında ürünler vermeye devam edecek misiniz? Geriye dönüp bakıldığında Bursa'da topluluk mezunlarının birçok çabası görülmekte. Genel itibariyle her yıl mezun olan eskilerden bir kısmı mutlaka bir yerlerde bu yolda çabalamaya çalışmış, bazıları sonuç almış bazıları da asıl mesleklerini sürdürmüştür. Şu an UÜO'nun mezunları için somut bir çalışma
ortamı bulunmamaktadır fakat ileriki zamanlarda Bursa'da kalan tiyatro gönüllüsü mezunların daha da artmasıyla bir mezunlar gurubunun da oluşumu olasılıklar arasında. Topluluk olarak ülke içindeki amatör platformdan hiç yararlandınız mı? Bir amatör yazarın oyununu bulmayı ya da sahnelemeyi hiç düşündünüz mü mesela? Bu anlamda Üniversite Tiyatrolarının hazırladığı festivaller v.b platformlar en büyük paylaşım alanları arasında yer alıyor. Ve biz de her yıl mutlaka en az iki festivale katılıp bu paylaşımı sürdürmeye çalışıyoruz. Şu ana kadar topluluğumuzda yazarlıkla ilgilenen üyelerin dört oyunu ve dört tane de oyunlaştırması bulunmaktadır. Bunun dışında amatör çevrelerin yoğunlukta olduğu dergi ve bültenlerden diğer yaratımları da takip etmekteyiz. Şehrinizden gerekli desteği aldığınızı düşünüyor musunuz? Bursa'da kültürel yaşam nasıl akmakta, şehirdeki diğer gruplarla bağlantı içinde misiniz? U.Ü.O., Bursa Tiyatrolar Birliği'nin kurucu üyeleri arasındadır. Dolayısıyla, Bursa'da gerçekleşen amatör tiyatro organizasyonlarında faaliyet göstermekte. Bu da diğer gruplarla bağlantı kurmamızı kolaylaştırıyor. Seyirci açısından ise kitlemizi ikiye ayırıyoruz. Üniversite dışındaki seyirci kitlemiz şartlan dahilinde değerlendirildiğinde destekleyici. Ayrıca Bursa'da devlet tiyatrosunun var olması beraberinde kemikleşmiş bir seyirci kitlesini de getiriyor. Üniversite seyircisi için üzülerek durumun aynı olmadığını belirtmek istiyorum. Diğer kültürel faaliyetlerde olduğu gibi üniversite öğrencisi giderek tiyatroya, sanata, üretimle, üretmekle ilgili tüm faaliyetlere günden güne yabancılaşıyor.
Nedime Kazancı Oyuncu Fethiye Kültür Merkezinde "Zastrozzi" adlı oyunun provası için toplanmıştık. Provalar dekorsuz alınıyordu çünkü dekor da tıpkı kostüm ve aksesuar gibi Uludağ Üniversitesi oyuncuları tarafından yapılıyordu ve doğal olarak dekoru provalara yetiştirmek zor oluyordu. Ama o gün oyunun çıkmasına henüz haftalar varken, oyun içerisinde kullanılacak olan yatağın yapımı dekor ekibi tarafından bitirilmişti ve yatak ilk defa sahneye çıkartılmıştı. Yatağın sahneye çıkartılması ile birlikte tüm dekor ekibinin bu ilk verimini alkışlamış ve tebrik etmiştik. Bu şu anda size basit bir olay gibi gelebilir ama daha önce eline çivi dahi almamış insanların kısıtlı imkânlarla bir şeyler üretmesi ve bu üretimin sahnede alkışlandığını görmesi kesinlikle gurur verici bir olay. Ve işte dekor ekibinin ilk ürünü olan yatak sahnedeydi. Prova başladı. Ama bir kaç dakika sonra Bernardo'yu canlandıran arkadaşımız Emir'in sahnede kendini yatağa atması ile birlikte yatak paramparça olmuştu. Tabi kenarda durup gururla provayı seyreden dekor ekibinin hali de görülmeye değerdi. Neyse ki yatak daha sonra çeşitli evrimler geçirerek şu anki sağlamlığına ulaştı. Onlarca kez sahneye çıktı, turnelere gitti... Şimdi dekor odasında yeniden sahneye çıkacağı gün için saklıyor kendini. Ve tıpkı Uludağ Üniversitesi oyuncuları gibi o da tiyatroyu yaşamının bir parçası haline getirdi©
pe
cy a
Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir? Her şeyden önce U.Ü.O., bir üniversite tiyatrosu. Dolayısıyla bu misyonun getirdiği deneyselliği sürekli kılmak ve topluluğumuza yenilikler getirmeye çalışmak birincil hedeflerimiz arasında. Herkes tarafından bilinir ki dört yıllık bir öğretim süreci içerisinde çoğu üniversite tiyatrosunun süreklilik, istikrar problemi var. Bu problem de kanımızca büyük ölçüde o şehirde kalan mezun gruplar tarafınca kontrol edilmeli. Tabii bu bir baskı unsuru veya müdahale olarak adlandırılmamalı. Gerekli sorulan cevaplayabilecek insanların yakınlarda olması bile büyük bir artı sağlamakta. Bunun paralelinde topluluğumuzun niceliksel ve niteliksel yapısını sürekli kılabilmek, UÜO'nun mezunlar kolunu oluşturabilmek uzun vadeli hedeflerimiz arasında. İkincil hedefimiz ise bir ulusal festival projesi. Bu projemiz üniversitemizin teknik problemlerinden dolayı şimdilik hayata geçememekte©
DEKORLAR DA HAYATIMIZ GİBİ
> Haberler
ÇOGED 4. Çocuk Tiyatroları Festivali Yapıldı ÇOGED ve Kadıköy Belediyesi'nin ortaklaşa düzenlediği Çocuk Tiyatroları Festivali'nin dördüncüsü 4-14 Temmuz tarihleri arasında Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı'nda gerçekleşti. Çocuklar, on gün boyunca oyunları ücretsiz olarak izlediler. Her akşam saat 21.00'da başlayan gösterimler, park alanına kurulmuş olan sinevizyondan da canlı olarak yayımlandı.
'Babalar'a Selçuk Yasağı Kalktı Selçuk Belediye Spor Kulübü Derneği Efes Tiyatrosu'nun "Babalar" isimli oyunu üzerindeki Selçuk yasağı kalktı. Oyunun Selçuk Kaymakamlığınca "kamu vicdanını zedelediği" gerekçesiyle yasaklanmasının ardından, Belediye Spor Kulübü Derneği'nin İzmir İdare Mahkemesine yürütmenin durdurulmasına ilişkin açtığı dava, tiyatrocular lehine sonuçlandı. İzmir 2. İdare Mahkemesinde görülen davada mahkeme inceleme başlatmış, yaptırılan bilirkişi incelemesi üzerine E.Ü. Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Neşe Özgen, Psikoloji Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Melek Göregenli ve Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğretim üyesi Ydr. Doç. Dr. Şerife Yağcı bir rapor hazırlamıştı. Raporda özetle şöyle dendi: "Toplumların demokratik gelişimleri için eleştirel ve tartışmacı üslubun gelişmesinin gerekli olduğu 'Babalar' adlı oyunda antik tanrı olan Dionyzos ve Bektaşilik mezhebinden halk arasında yapılanlara benzer benzetmelerin karikatürize edildiği, oyunun Selçuk İlçesinin antik tarihi ve kültürü açısından uygunluk taşıdığı, oyunda içki içilmesinin gençleri içkiye özendirebileceğine dair kaygılar nedeniyle yapılan suçlamanın mesnetsiz olduğu kamu vicdanını zedeleyecek ölçüde müstehcenlik ve argo ifadeler içermediği ve dava konusu işlemin tesisine esas alınan sakıncaları taşımadığı görüş ve kanaatine varılmış olduğundan Mahkeme oyunun yeterli teknik ve bilimsel verilerle hazırlandığı, izleyiciler arasında fikir ve görüş ayrılıklarına yol açtığından bahisle gösteriminin yasaklanmasına ilişkin işlemde mevzuata ve hukuka uyarlık bulunmamaktadır"
a
Selçuk Belediye Başkanı H. Vefa Ülgür, "karardan dolayı sanat adına mutlu olduklarını" belirtti. Belediye Spor Kulübü Derneği Başkanı Muammer Kükrer, oyunun yazan ve yönetmeni Hasan Öztürk de birer açıklama yaparak karardan büyük sevinç duyduklarını belirttiler.
pe cy
Oyunun 15.12.2004 tarihinde Selçuk'ta galası yapılmış, 18 Ocak'ta tekrar sahnelenmek istenmiş ancak, Selçuk Kaymakamlığınca 11.01.2005 tarih 2005/11 sayılı kararı ile oyunun Selçuk İlçe sınırlan içersinde sahnelenmesi "kamu vicdanını zedelediği, gençleri içkiye özendirdiği, argo ve müstehcen sözcüklerin ve eleştirel üslubun kullanıldığı, mezhepsel ve dinsel ayrımcılık yaptığı" gerekçeleri ile yasaklanmıştı. Oyun Selçuk'ta yasaklanmasına rağmen daha sonra Kuşadası, Çiğli, Bursa'da sahnelenmişti.
Devlet Opera ve Balesi Yeni Genel Müdürü Meriç Sümen Devlet Opera ve Bale Müdürü Remzi Buharalı görevinden istifa etti. 11 Temmuz 2005 günü görevinden ayrılan Buharalı'nın yerine Meriç Sümen getirildi. Sümen'le birlikte bir basın toplantısı düzenleyen Buharalı, 5 yıllık görevi boyunca önemli hizmetlerde bulunduğunu ve orkestra sanatçısı ve deneyimli bir idareci olarak kuruma hizmet vermeye devam edeceğini, istifasının Bakan Atilla Koç'la ilgisi olmadığını belirtti. Buharalı 11 Nisan 2000 tarihinden bu yana kurumda Genel Müdürlük görevini yürütüyordu. Devlet Opera ve Balesi'nin ilk kadın ve bale kökenli genel müdürü Meriç Sümen ise, ilk hedefinin Ankara'ya ve İstanbul Anadolu Yakası'na sanata yakışan birer sahne yapmak olduğunu kaydetti. Sümen, 1990'dan bu yana İstanbul Devlet Opera ve Balesinde Başdansçı Repetütörlüğü görevini sürdürüyordu.
Alev Koral'ı Yitirdik Sinemanın siyah-beyaz yıllarından, tiyatro ve seslendirme çalışmalarıyla da tanınan Alev Koral, 17 Temmuz 2005 Pazar sabahı kaldırıldığı Marmara Üniversitesi Hastanesi'nde, alzheimer hastalığına yenik düşerek 74 yaşında yaşamını yitirdi. Alev Ana' lakabıyla da anılan sanatçı, 1954-1968 yılları arasında Türk sinemasına 14 filmle hizmet etti. Aynı dönemlerde Avni Dilligil'in teşvikiyle tiyatroya başlayan Koral, 1970'e dek süren sahne yaşamında, İzmir Şehir Tiyatrosu'ndan başlayarak sırasıyla Ses Tiyatrosu, Karaca Tiyatrosu, Ankara Beşinci Tiyatro, İstanbul Aksaray Küçük Opera, Ulvi Uraz Küçük Sahne ve Kent Oyuncuları'nda sayısız oyunla seyircileriyle buluştu. Özellikle 'Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım', 'Tapılacak Kadın','Vanya Dayı', Aptal Kız', 'Martı' ve 'Nalınlar' oyunlarındaki başarısıyla adından söz ettirdi ve övgü aldı. 1969 yılında 2. oğlunun doğumu ile tiyatro oyunculuğunu bırakarak seslendirme yapmaya başlayan Koral, çeşitli TV dizilerinin yanı sıra, Türk sinemasının devlerinden Türkan Şoray, Fatma Girik ve Sevda Ferdağ 'ın sesi olarak tanındı. 1992'de ise Perran Kutman 'la birlikte TV'nin sevilen dizisi Kızlar Yurdu'nun sevimli öğretmeniydi.
pe cy a
KültürSanat / Sinema
Açıkhavada
Sinema Keyfi İstanbullular, Ağustos ayı boyunca açıkhavada sinema izleme fırsatı bulacak. Enka Vakfı ve Kültür A.Ş'nin düzenlediği etkinlikler yerli ve yabancı sinemanın güzel örneklerini seyirciyle buluşturacak.
2 Ağustos Salı Hostage (Rehine)
4 Ağustos Perşembe Closer (Daha Yaklaş)
9 Ağustos Salı Interpreter (Çevirmen)
11 Ağustos Perşembe Ray
pe cy a
Yıldız Savaşları Bölüm 3Sith'in İntikamı 16.08.2005
ENKA'DA YILDIZLI GECELER
Enka Kültür ve Sanat'ın bu yıl 17.'sini düzenlediği kültür etkinlikleri 25 Ağustos'a kadar devam ediyor. Bin seyirci kapasiteli Enka Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleştirilen yaz programının en ilgi çekici etkinliklerinden birisi de film gösterimleri. 21.15'de başlayan gösterimleri izlemek isteyenler Enka'nın Taksim'e koymuş olduğu servisleri de kullanabilecek. (İletişim: 0212 276 22 14)
Sideways 18.08.2005
Bir Mucizedir Yaşamak 23.08.2005
İçimdeki Deniz 25.08.2005
a pe cy 18. yüzyıldan günümüze uzanan tarihi atmosfer içinde Pera'da yer alan Richmond Hotels, konuklarına first class hizmet veriyor. Ultra modern odaları, toplantı salonları, video konferans odaları ve teknolojik donanımlı ofisleriyle iş adamlarının ilk tercihi... Otelin roof'unda yer alan If Restaurant, panoromik İstanbul manzarası eşliğinde herkese öğlen ya da akşam çeşitli lezzetler sunuyor. Her dönem İstanbul'un önde gelen cafe'lerinden olan
Les Bones Bistro ise nostaljik ortamıyla özellikle tea time'da İstanbullu seçkin simaların buluştuğu adres!
KültürSanat / Sinema Evde kaos; dünyada savaş bitmez!.. Hüseyin Sorgun huseyinsorgun@gmail.com.
Dünyalar Savaşı Steven Spilberg ile Tom Cruise'u ikinci kez buluşturan Dünyalar Savaşı (War Of The World), dünyanın uzaylılar tarafından işgali üzerine fantastik bir film. Ünlü bilimkurgu yazarı H.G. Wells'in aynı adlı klasik yapıtının çağdaş yorumu olan film, dünyayı işgal eden uzaylılar ile insanların savaşını konu ediniyor. Artık temcit pilavına dönen ve her anılışında dehşetinden değer kaybeden meşhur medeniyetler çatışmasını, uzaylılarla dünyalının (Amerikalının) savaşına dönüştüren film, özellikle görsel efektleri ile öne çıkıyor. Uzaylılar dünyayı işgal eder... Ray Ferrier (Tom Cruise) zor günler geçirmektedir. Eşinden (Miranda Otto) yeni boşanmış olan, bağımsız karakterli Ray, tek başına sığıştığı evciğinde fırtınalı bir ayrılığın uzağında dingin bir yaşam sürmektedir. Hafta sonu yanına gelen oğlu Robbie (Justin Chatwin) ve küçük kızı Rachel'in (Dakota Fanning) sorumluluğu ve özellikle oğlu ile atılan köprüler, Ray için sorunlu bir zaman diliminin başlangıcı olur. Kötü bir eş ve baba damgası yiyen Ray için, kısa süreli güven duygusu uyandırma seansları da başarısız kalacaktır. Bu dinginlikte, aniden kararan hava ve ilginç bir şekilde aynı noktaya isabet eden yıldırımlar, bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini işarettir. Nedenlerin araştırıldığı hengamede, yaşanan kaos, Ray'in sorumluluk duygusunu da depreştirecektir. Aniden yarılan yer ve yerden yeryüzüne çıkan uzaylılar, Ray'in sorumluluk duygusu ile karşı karşıyadır.
a
Kaçış öyküsü... Her dünyalı gibi tehlike karşısında içgüdünün emrettiği tek davranış örneği sıvışmaktır. Ray de iki çocuğu ile birlikte tehlikeden kaçmak ister. Elektriklerin kesildiği, iletişimin kaybolduğu ve bütün arabaların bozulduğu bir anda, malumatfuruş bir tamircinin zekâsı imdada yetişir ve Ray ailesi, tehlike bölgesinden hızla uzaklaşır. Ancak, uzaylıların istilası, hızla yayılmaktadır. Ray'in korumacı sorumluluk anlayışı ile oğlu Rabbie'nin kahramancı saldırı anlayışı çatışır. Rabbie, savaşmanın erdemine inanmaktadır. Kızı ile birlikte bir mahzene sığınan Ray, bir miktar saklandıktan sonra kızını esir alan uzaylılara amansız bir savaş açar. Bu savaş, tamamen kişisel dürtülerle bezenmiştir. Oğlu cepheye gitmiş Ray için geriye kalan tek şey olduğuna inandığı kızını kurtarmaktan başka çare yoktur.
pe cy
20. yüzyıl fantezisi / 21. yüzyıl gerçeği H.G. Wells'in yazdığı ve uzaylı yaratıkların dünyamızı işgalini konu alan "The War of the Worlds", 1898 yılında ilk yayınlandığı andan itibaren bilimkurgu klasikleri arasındaki yerini aldı. Aslına bakarsanız bir 19. ve 20. yüzyıl fantezisi olan Dünyalar Savaşı, bugün biraz eskimiş gibi... Nedeni, yüzyıllardır beklediğimiz iyi ya da kötü uzaylıların hala ufukta görünmeyişi. Ve yıllardır bu teranelerle ufukta beklerken kötüyü, yanı başımızdakileri ıskalayışımızdaki ustalığımızın gözden kaçması. 20. yüzyıl fantezisi, uzaylı bir kötüden dem vursa da, 21. yüzyıl gerçeği insanın kötülüğünü haykırıyor.
Kötü niyetli uzaylılar... E.T. filmi ile belleğimizde yer bulan yönetmen Steven Spilberg, Dünyalar Savaşı'nda yıllardır ısrarla vurguladığı "iyi niyetli uzaylı" tezinin anti tezini üretiyor ve "kötü niyetli, istilacı uzaylılar" tezi üzerinde duruyor. Yıllar öncesinden yaptıkları planları, zamanı gelince yürürlüğe koyan uzaylıların dünyayı istilası, kendilerince bir sürpriz değil aslında. Ve bir anda toplu kıyıma başlayan bu garip yaratıkları durdurmak de ilk başta insan gücünün hayli uzağında görünüyor. Spilberg, Dünyalar Savaşı'nda insanlardan daha çok uzaylılara bir mesaj veriyor gibi görünüyor. Çünkü kötü niyetli uzaylılar tezinin antikoru olarak ürettiği savunma mekanizması, dünyanın kendisi.
Görsellik etkileyici, öykü boş... Dünyalar Savaşı'nda Oscarlı bir oyuncu var, Tom Cruise. Spilberg, düş gücünün zoruyla ürettiği uzaylılar ile oyuncu, insan ve Amerikalı Tom Cruise arasında denge kurmakta zorlanmış gibi. Bu bahsi, boy farkı deyip geçiştirebiliriz de... Etkileyici görsel efektlerine rağmen, öykü hayli kısır ve öylesine... Domestik sorunlar yaşayan Ray ile kötü niyetli düşen uzaylıların savaşından biz sinema seyircisine düşen hisse, güvenli bir dünyada yaşadığımız... E bunu da zaten biliyoruz... En azından şimdilik...
Vizyondan... TASOGARE SEIBEI / ALACA
KARANLIK SAMURAYI
Yönetmen: Yoji Yamada Oyuncular: Hiroyuki Sanada, Rie Miyazawa, Nenji Kobayashi, Ren Osugi
Usta yönetmen Yoji Yamada'nın ülkesinin en ünlü yazarlarından Shuhei Fujisatwa'nın üç kısa romanından uyarladığı "Twilight Samurai / Alacakaranlık Samurayı" iddialı bir film. Geçtiğimiz yıl "En İyi Yabancı Film Dalı"nda Oscar adayı olan film, samurayların yaşam tarzını, alışkın olduğumuz samuray filmlerinden çok farklı bir bakış açısı ile yansıtırken, bir samurayında duygusal hatta sıradan olabileceğini gösteriyor.
KültürSanat Günlüğü SERGİ
Osmanlı Sarayında Avrupa Porselenleri Topkapı oluşan
Sarayı
Sabancı yeri
Müzesi'nin
Avrupa
önemli
porselenlerinden
Müzesi'nde
görülebilir.
olan porselen
takımlarından
koleksiyonlarından
seçilmiş
Sergide,
kahve fincanları
oluşan
Alman,
örnekler,
ve
biri
28
Osmanlıların
servis
Avusturya,
takımları,
Fransa
olan
Ağustos
ve
5
tarihine
sosyal
bin parçadan kadar
Sakıp
yaşantısında
kapaklı
sahanlar,
porselenlerinden
önemli leğen-ibrik
seçilmiş
ve Çar I. Nicola'nın hediyesi olan bir Rus yemek takımı da bulunmakta.
örnekler
(Sakıp Sabancı
Cad. No:22 Emirgan 0212 277 22 00)
KONSER
M o r ve Ötesi Son albümleri Ötesi
1
'Dünya
Ağustos
1995 yılında Grup
Yalan Söylüyor' ile
Pazartesi
kurulan
konserinde
akşamı
grup,
"Dünya
yeni Yalan
büyük bir hayran
21.00'da nesil
Türk
Söylüyor",
"Şehir" albümlerinden şarkılar seslendirecek.
kitlesi kazanan Mor ve
Harbiye Açıkhava rock "Gül
müziğinin Kendine",
konserlerinde başarılı
buluşacak.
temsilcilerinden.
"Bırak Zaman Aksın",
(Bilet Fiyatları: 45 - 33,50 - 28 - 22,50
a
YTL) 0216 556 98 00
pe cy
KONSER
Manowar Dünyaca
ünlü Heavy Metal gruplarından
Açık Hava Festivali
6 Ağustos
Toplam yedi grubun Fiyatları: 125-YTL)
sahne
2005
Manovar'ın
sahne
alacağı
Rock
The Nations
Cumartesi günü
Yedikule
Zindanları 'nda yapılıyor.
alacağı festival mekânının
kapıları
13.00'da
açılıyor.
(Bilet
0216 556 98 00
KONSER
KONSER
Speed Fest İstanbul UNILIFE,
Tarihçi
6 Ağustos
Cumartesi
günü Solar Beach 'de Speed Fest isimli
bir festival
Festivalde, Danzel,
pop hip-hop
Ceza; Burhan Norman sahne
ve
düzenliyor. sanatçısı topluluğu
Öcal,
DJ Mark
Ferhat Albayrak
alacak.
(Ayrıntılar:
www.speedfestistanbul.com)
Elizabeth Kostova İnkılap Yayınları / Roman Genç kadın, bir gece babasının kütüphanesini karıştırırken yaprakları sararmış mektuplar ile eski bir kitap bulur. "Benim sevgili ve talihsiz ardılım " diye başlayan bu mektuplar genç kadını tasavvur bile edemeyeceği bir dünyaya; babasının geçmişinde gömülü olan sırların ördüğü labirente ve annesinin gizemli kaderinin, tarihin derinliklerinde gizli, akla hayale sığmayan bir kötülükle olan bağlantısına götürecektir.
KültürSanat Günlüğü / Kitap MERHABA HÜZÜN Francoise Sagan Arzu Özköse arzu_ozkose@yahoo.com î"çimde bir garip hüzün var. Bu ağır, olağanüstü duyguya üzüntü adını veremiyorum. Önceleri çok çekici gelirdi bana bu üzüntü sözcüğü; ama şimdi onun bencillikten başka bir şey olmadığını anlıyorum; anlıyor ve utanıyorum... Çok kez sıkıntı, pişmanlık hatta vicdan azabı duyduğum oldu; bugünse beni herşeyden ayıran yumuşak, sinir bozucu bir duygu, ipek bir ağ gibi sarıyor..." Bu sözler, Fransoise Sagan'ın onsekiz yaşında yazdığı ilk romanı "Merhaba Hüzün" adlı romanının onyedi yaşındaki kahramanının başarıya ulaşan planının sonunda hisettiklerini anlatan sözleri.
ve kafasını karıştırmaktır. Erkek arkadaşı Sirili de planın parçası olacaktır. Elsa ile Siril aynı yaştadırlar. Elsa'yı Siril'in evine yerleştirir ve aralarında bir aşk varmış gibi rol yapmalarını söyler onlara. Plan herkesin çıkarlarına uymaktadır. İstedikleri gibi de olur ama sonuç herkes için hüsran olacaktır. Hayatta bir çoğumuz istemediğimiz olaylarla karşılaşırız elbette, bazılarının dayanılmaz bulabilecekleri olaylardır bunlar. Hayatımızın iplerinin elimizden kaçtığını hissederiz zaman zaman ve bir şeyler yapmak isteriz doğal olarak. Ancak hayatta bazen bu olaylar o denli karmaşık bir ilişkiler dolayısıyla sarılmıştır ki bu tür durumlara müdahale etmek, herşeyin bizim yapacaklarımızla düzeleceğini sanmak safdillikten başka bir şey olmayabilir. Hangi durumlarda müdahale etmek gerektiği ve hangi durumlarda haraketsiz kalmanın daha iyi olacağını sezebilmek büyümektir herhalde. Ya da yaşamın dinamiklerini anlamaya başlamak belki de.
cy a
Bu ilk roman, Sagan'a 1954 eleştirmenler ödülünü kazandırmış ve tüm dünyada seksen milyondan fazla satmıştı. Gendaş Kültür'ün Gençlik Kalsikleri Serisi'nde yayınlanan Merhaba Hüzün'den sonra hayatı boyunca elliye yakın eser vermiş, oyun ve senaryolara imza atmış, bir çok eseri filme çekilmiş bir yazar olmayı başarmış Sagan. Renkli kişiliğinin yanı sıra ilginç bir yaşam öyküsü var Sagan'ın. Alışkıları arasında içki, uyşturucu, kumar ve hız tutkusu olan yazar ne yazık ki kazandığı tüm paraları çarçur etmiş geçtiğimiz yıl kanserden öldüğünde ise peş parası kalmamış üstelik ardında bir sürü de vergi borcu bırakmıştı.
pe
Romanımızın kahramanına geri dönecek olursak... Sesil, annesini onbeş yıl öne kaybetmiş, çapkın ama başarılı bir iş adamı olan kırkındaki babası ile mutlu bir hayat süren genç bir kızdır. "Mutluluğunu gölgeleyecek hiçbir şey yoktu" yaşamında ta ki annesinin yakın arkadaşı olan ve annesi öldükten sonra kendisiyle yakından ilgilenen An Larsen kısa bir aradan sonra hayatlarına yeniden girene kadar. O yaz Sesil'in babası Akdeniz sahilinde büyük ve beyaz bir köşk kiralamış ve yazı hep birlikte bu evde geçirmek üzere sevgilisi Elsa'yı da çağırmak istediğini ama önce kendisinin de onayını almak istediğini belirterek incelik göstermişti Sesil'e. Sesil'in kırılmasını istemezdi, kibar bir adamdı babası ve ona çok düşkündü. Uzun yıllar hep birlikte çok iyi vakit geçirmişlerdi, heryere birlikte giderler ve birlikte eğlenirlerdi.
Sesil bir de erkek arkadaş edinmişti kendisine; komşularının oğlu Siril. Kendisinden altı yedi yaş büyüktü ve deniz tutkunuydu Siril. An Larsen gelene kadar herşey yolunda görünüyordu. An Larsen, başarılı bir iş kadını olmasının yanında değişmez kuralları olan, bulunduğu ortamı kontrolü altına almayı isteyen bunda da başarılı olan bir kadındı. Gururlu ve daima başı dik, kendinden emin bir tavrı vardı. Bir gece Sesil, babası An ve Elsa hep birlikte bara giderler. Ancak bir ara babası ve An ortadan kaybolur. Elsa da merak etmiştir onları, ancak Sesil ona merak etmemesini gidip onları bulacağını söyler. Gerçekten de bulur onları, ama hiç de görmek istemeyeceği bir durumda... Ertesi gün Elsa köşkten ayrılır kısa süre sonra da An ile babası evleneceklerini bildirirler Sesil'e. An bundan sonra evde herşeyin kontrolünü eline alır. Artık her şey onun istediği gibi olacaktır yaşamlarında. Babası da bu durumdan endişe duymaktadır ancak o henüz yeni aşkının sarhoşluğu içindedir. Her davranışı An tarafından mercek altına alınan Sesil durumun dayanılmazlığından bunalır ve bir plan hazırlar. Hemen gidip Elsa'yı bulur ona aslında babasının kendisini sevdiğini ama bir bunalım dönemi geçirdiğini ona mutlaka geri döneceğini söyler. Niyeti babasını kıskandırmak
Elimizdeki metin bir anafikir etrafında kurgulanmış bir öykü değil, daha çok bir genç kızın psikolojik dünyasının sergilenişi gibidir. Yine de onyedi yaşındaki bir kızdan beklenmeyecek olgunlukta değerlendirmelerle karşılaşıyoruz roman boyunca. "Ben bu komploları hazırlarken, An'ın kendisine olan güvenini ve babamı kendisine bağlamak için daha çok çaba göstermesine engel olan gururunu karşımda bulacağımı hesaba katmıştım. Onun, yalnızca güzel, zeki, sevilmeye layık bir kadın olarak görünmekle yetineceğini biliyordum. Tahminlerim doğru çıkınca ona acımaya başladım. Birisine acımak hoş bir şeydi, bando mızıka gibi insanı harekete geçiriyordu." Romanda bu ve bunun gibi psikolojik tanımlar ve saptamalarla sıkça karşılaşıyoruz ve yazarın o yaşta böylesi bir olgunlukta olabilmesine şaşmadan edemiyoruz. Daha o yaşlarda zeki ve ağırbaşlı biri olan Sagan, Merhaba Hüzün'ün yayınlandığı yıl olan 1954'de Fransa'da yer yerinden oynamış ve döneminin en önemli edebiyatçılarından biri olmuştu. Bu yönüyle Merhaba Hüzün bize Fransız filmlerinin değişmez stilini hatırlatıyor biraz; kişilerin iç dünyalarına inen dialogdan çok psikolojilerini ön plana alan bir estetik yapı... Sagan'ın başlıca eserleri: Öyle Bir Gülümseme, 1956, Ay Geçer Yıl Geçer, 1957, Brahms'ı Sever Misiniz? , 1959, Eşsiz Bulutlar, 1961, Arasıra Kemanlar, 1963, Gönül Bekçisi, 1968, Silinen Yüz, 1974.
cy a
pe
a
pe cy
pe cy a
cy a
pe