a
pe cy
A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ali Taygun, Mustafa Demirkanlı, Orhan Alkaya, Üstün Akmen Yazı İşleri Müdürü: Ebru Seyhan Çocuk Tiyatrosu Editörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Reklam ve Halkla İlişkiler Müdürü: Çiğdem Esmer Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Baskı: M a r t Matbaası T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e-posta: e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0 1 1 0 * Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO
Kapak Fotoğrafı: Ahmet Elhan (Oidipus Nerede/Studio Oyuncuları) Kapak Tasarımı: Genco Demirer
a
EDİTÖRDEN: / S. 3 ÇIĞLIK: S. 4
HABERLER: S. 6
SÖYLEŞİ: Şahika Tekand ve Oidipus/ Yusuf Eradam / S. 8
pe cy
Yayın Türü: Yerel Süreli
FOTOĞRAFLARIN DİLİ: "Ayak Bacak Fabrikası" I S. 16 ELEŞTİRİ: Yangın Bacayı Sarınca / Sevda Şener / S. 20 ELEŞTİRİ: Aymazoğlu ile Kundakçılar / Üstün Akmen, Ragıp Ertuğrul, Beki Haleva, Robert Schild / S. 22
SÖYLEŞİ: Yılların Eskitemediği Bir Usta Aktör: Zihni Göktay / Suat Başkır/ S. 25
ERTUĞRUL MUHSİN'E MEKTUP-3: Tiyatroda "Birleşik Alan'ı Kurmak/ O. Alkaya / S. 28 GÖRÜŞ: "Fırtına" Fransa'daydı / Mark Rosenblatt- Çev.: Canan Kırımsoy / S. 30 1 OYUN 2 ELEŞTİRİ: "Gece Mevsimi" / Beki Haleva / S. 32 1 OYUN 2 ELEŞTİRİ: "Gece Mevsimi" / Robert Schild / S. 34
ELEŞTİRİ: "Jan d'arc'ın Öteki Ölümü" / Üstün Akmen / S. 36 SAHNEDEKİLERLE SAMİMİ SÖYLEŞİ: Ayça Varlıer / Genco Demirer / S. 39 İNCELEME: Cuma Boynukara'nın Çaresiz İnsanları / Sema Göktaş / S. 42 ELEŞTİRİ: Kahkaha Nereden Geliyor? / Ragıp Ertuğrul / S. 44 ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI: Kasetçalar Gibi Lambalı Radyolar / Huzursuz Seyirci / S. 47 THESPİS'İN DELİLERİ: Tiyatroda Tek Etki / Yusuf Eradam / S. 48 İZLENİM: Festival İzlenimleri... / Kemal Başar / S. 52 SÖYLEŞİ: Erhan Gökgücü ile "Hiroşima Sevgilim" Üzerine... / Figen Adıgüzel / S. 54 ELEŞTİRİ: Bir Grips Oyunu / Nihal Kuyumcu / S. 56 SÖYLEŞİ: "Yaşamdan Sahneye" / M. Sadık Aslankara / S. 58 İZLENİM: "Söz Veriyorum"u Sahnelerken / Esen Özman / S. 60 YENİ OYUNLAR: / S. 63 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. 65
a
cy
pe
> Edit繹r > Mustafa Demirkanl覺
pe
cy a
> mderairkanli@tiyatrodergisi.com.tr
ÇIĞLIĞIMIZ'A SES VERİN Dergimiz Tiyatro... Tiyatro... yeni bir abone kampanyası başlattı. "Çığlık" adını verdiğimiz kampanya ile ekonomik anlamda açmaza giren derginin toparlanması amaçlanıyor.
cy a
Aralık ayının üçüncü haftasında başlatılan ve dergimizin www.tiyatrodergisi.com.tr isimli internet sitesinden duyurduğumuz kampanya kısa sürede tiyatro dünyasından daha çok izleyicilerin/okurların ilgisiyle karşılaştı.
Tiyatro ile aktif ya da pasif olarak ilgilenen tiyatro dostlarının dergiye abone olmasını ve kendisiyle birlikte on kişiyi dergiye abone yapmasını istediğimiz kampanyaya çok sayıda destek mesajı aldık.
Türkiye'de on beş yıldır düzenli olarak yayımlanan tek tiyatro dergisi Tiyatro... Tiyatro...'nun yayın hayatına bir on beş yıl daha devam edebilmesi için kampanyamıza desteğin artarak devam etmesini bekliyor, ilgi gösteren tüm tiyatro dostlarına teşekkür ediyor, özellikle profesyonel tiyatrocuları dergilerine sahip çıkmaya çağırıyoruz.
pe
Kampanyamızı dergimizin internet sitesinden takip edebilirsiniz. Kampanyaya katılıp, abone olan okurlarımızı internet sitemizde yayımlıyoruz. Dergi aboneleri www.tiyatrodergisi.com.tr'den özel şifreleri ile dergi arşivine ulaşma olanağı da buluyorlar. Abone olmak için;
Abonelik bedelini (Yıllık 60 YTL): Tiyatro Yapım Yayıncılık Ltd. Şti. TC İş Bankası Cihangir Şubesi Şube kodu: 1014 Hesap No: 0197245 Hesabımıza yatırdıktan sonra; İsim, Adres, Telefon ve e-posta bilgilerinizi bize iletmeniz yeterli. İletişim için: editor@tiyatrodergisi.com.tr 0212 259 21 24
a
cy
pe
> Haberler
Akmen ve Demirkanlı'ya Tazminat Cezası Dergimizin Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı ve Yayın Kurulu üyemiz, yazar Üstün Akmen Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Başkam İbrahim Karaosmanoğlu'na hakaret ettiği iddiasıyla toplam 12.5 milyar Türk Lirası tazminat cezasına çarptırıldı. Demirkanlı ve Akmen; Kacaeli B.B. Şehir Tiyatroları eski Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten'in yönetmeliğe aykırı bir şekilde görevden alınarak yerine Ragıp Savaş'ın getirildiği dönemde yazdıkları yazılarda Karaosmanoğlu'na "basın yoluyla hakaret ettikleri" iddia ediliyor. Konu ile ilgili ilk dava; Tiyatro... Tiyatro... ve Nokta Dergisi yazarlarından Uluslararası P.E.N. Kulüpleri Federasyonu Türkiye Merkezi Genel Başkanı Üstün Akmen'e açılmıştı. Akmen'in, Nokta Dergisi'nin 12-18 Temmuz 2004 tarihli 1097 sayısında "İzmit Tiyatrosu karanlığa gömülürken" başlıklı yazısında geçen, "Ve sen! Sen, eyyy İzmit'in Büyükşehir Belediye Başkanı... Karanlık gelecek habercisi, sen. Islık çalıp şeytan kovalayan, sanattan korkan oğlan... Çobansın sen demek! Koyunlarını yayacaksın çayıra, sen de yan gelip kavalı çalacaksın..." şeklindeki ifadelerinin 'hakaret unsuru içerdiği' yargısına varıldı. Akmen, Karan veren Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından Karaosmanoğlu'nun kişilik haklarına saldırıda bulunduğu gerekçesiyle 7 bin 500 YTL (7.5 milyar TL) tazminat ödemeye mahkum edildi.
cy
a
İkinci dava ise 2 Temmuz 2004 sayılı Birgün Gazetesi'ndeki köşe yazısında "İzmit ve AKP" başlıklı yazının sahibi Mustafa Demirkanlı'ya açılmıştı. Yazısında "... dün beline kadar sarkan sakallarını Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu için kesen, dini bütün, ama herkesten bütün (!) Karaosmanoğlu 'na 'Ne diyorsunuz bu işe?' diye Yuvacık Belediye Başkanı olduğu günlerde sorsaydınız, muhtemelen 'Vay, kafir!' der, sakallarını sıvazlardı..." ifadesine yer veren Demirkanlı'nın, 5 bin YTL (5 milyar TL) manevi tazminat ödemesine karar verildi. Her iki yazar da Yargıtay'a temyiz başvurusunda bulundu.
pe
Üstün Akmen, Her Pazartesi tiyatrodergisi.com.tr'de Dergimiz Yayın Kurulu üyesi ve eleştirmeni Üstün Akmen, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ndeki eleştiri yazılarının dışında her pazartesi günleri "Pazartesi Yazılan" başlığı ile tiyatrodergisi.com.tr'de diğer oyunlarla ilgili eleştiri yazılarını düzenli olarak yayımlamaya başladı.
Yeni Sahne Yıkılıyor
Ankara Devlet Tiyatrosu'nun kullandığı Yeni Sahne sahibi olan vakıf tarafından iş merkezine dönüştürülmek üzere yıkılacak. Kızılay'daki Sakarya Caddesi'nde kırk yıldır hizmet veren üç yüz koltuk kapasiteli sahnede bugünlerde Alejandro Casona'nın kaleme aldığı, Tayfun Orhon'un yönettiği "Ağaçlar Ayakta Ölür" isimli oyuna evsahipliği yapıyor. Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürü Bahadır Özyurt, Orman İşletmeleri Vakfı'nın sahneyi yıkarak iş merkezi yapacağını söyledi. Devlet Tiyatroları, kısa bir zaman içinde sahneyi boşaltacak.
Düzeltme ve Özür Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Kasım 2005 sayısında Lefkoşa Belediye Tiyatrosu hakkında çıkan tanıtım yazısında, yanlışlıkla tiyatronun Sanat Yönetmeni olarak Yaşar Ersoy belirtilmiştir. Lefkoşa Belediye Tiyatrosu Sanat Yönetmenliğini Hakan Elmasoğlu yürütmektedir. Düzeltir, özür dileriz.
"Dobrinja'da Düğün"e Ödül Tiyatro Pera'nın "Dobrinja'da Düğün" adlı oyunu, Tiyatro Eleştirmenler Birliği'nin "Yılın Oyunu" ödülü de "Dobrinja'da Düğün"e değer görüldü. Her yıl sezonun en iyi oyununu seçen TEB'in bu yıl ki ödülle ilgili basın açıklaması şöyle: "Bu ödül, bir mevsim boyunca sahnelenen oyunların metin, metnin çevirisi, yorumu, sahneye konması, çevre ve giysi tasarımları, ışık uygulaması, koreograf, oyunculuk bakımlarından bütünüyle değerlendirilmelerinden sonra TEB değerlendirme kurulu tarafından belirlenmektedir. Bu kurul 2004-2005 tiyatro mevsimi için bu ödülün Tiyatro Pera'nın sahnelediği ve iç savaş gerçeğinin, Bosna'da insanların ruhsal yapıları, ilişkileri üzerindeki etkilerini çarpıcı biçimde sahneye getiren ve seyircileri kendilerini ve kendilerini içinde buldukları olumsuzlukları derinden hissetmeye ve düşünmeye yönelten, Nesrin Kazankaya'nın yazıp yönettiği, Dobrinja'da Düğün başlıklı oyuna verilmesini uygun görmüştür." Tiyatro Pera, ödül plaketini 11 Aralık Pazar günü saat 18.30'da oyunun temsilinden sonra yapılan törenle aldı. Nesrin Kazankaya'nın yönettiği oyunun dramaturgisi Şafak Eruyar'a, sahne ve giysi tasarımı Nilüfer Moayeri'ye, ışık tasarımı Yüksel Aymaz'a ait. Oyunda Nesrin Kazankaya, Nihat İleri, Özden Çiftçi, Levent Öktem, Cüneyt Uzunlar, Başak Meşe, Zeynep Özden rol alıyor.
Yalova'da Belediye Tiyatrosu Kuruldu
cy a
Yalova Belediye Meclisi'nin, geçtiğimiz Ekim ayında aldığı karar uyarınca ilde Şehir Tiyatrosu kuruldu. Amatör bir grup olan TİYATRO'L tarafından, 1999 yılından bu yana ilçede gerçekleştirilen tiyatro faaliyetleri bundan böyle belediyenin bünyesinde ve belediyenin desteği ile devam edecek. Ayrıca, Yalova'da bulunan Uğur Mumcu Kültür Merkezi fiziki olarak yenilenecek ve ilçe dışından da tiyatro grupları için yeni bir salon haline getirilecek. (İletişim: Ekrem Bozgül: 0532 223 70 97)
DT'de Dizelerle İlgili Birim
pe
Devlet Tiyatroları sanatçılarının televizyon dizilerinde rol alması ile ilgili yeni bir uygulama başlatılıyor. Yeni uygulamaya göre, DT bünyesinde yeni bir birim oluşturulacak, bu birim başvuruları değerlendirerek sanatçıların dizi ve sinema filmi projelerinde çalışma düzenini belirleyecek. Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı Tayfun Orhon, Kamu personeliyle ilgili yasa tasarısının yürürlüğe girmesi halinde bunun Devlet Tiyatroları'ndaki çalışma düzenini de yakından ilgilendireceğini kaydederek, bu durumda sanatçılara "full time"ve "part time" olarak adlandırılabilecek bir çalışma düzeninin getirilebileceğini söyledi. Böylece sanatçıların çalışma düzenlerini kendileri ve kurumlarının birlikte belirleyebileceğini anlatan Orhon, sanatçıların da rol alacakları projeleri buna göre seçeceklerini belirtti. Televizyon dizilerinde Devlet Tiyatroları'ndan çok sayıda sanatçının rol aldığını hatırlatan Orhon, "Televizyon dizilerini, sinema filmlerini kim yapar? Kasap ya da manav yapamaz, tabii ki, sanatçı yapacak. Dizilerin kalitesini yükselten de bizim sanatçılarrmızdır" dedi. Orhon, bundan böyle dizi ya da sinema filmlerinde sanatçılarını görevlendirmek isteyen prodüksiyon şirketlerinin, sanatçıların ne durumda olduğunu DT Müdürlüğü'nden öğreneceklerini anlattı.
Kısa Oyun Yazma Yarışması Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı kısa oyun yazma yarışması düzenliyor. Bu yıl onuncusu düzenlenen yarışmaya yalnızca üniversitelerin Dramatik Yazarlık sanat dallarında eğitim almakta olan öğrenciler katılabiliyor. Yarışmada konu kısıtlaması yok. Eserlerin daktilo ya da bilgisayarla yazılması ve yedi nüsha olarak çoğaltılması gerekiyor. Yarışmya başvuracak adaşların özgeçmişlerini de dosyalarına eklemesi isteniyor. Dosyaların 27 Ocak 2006 tarihine kadar Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölüm Başkanlığı'na teslim etmeleri gerekiyor. Yarışmada dereceye giren ilk üç oyunun Sahne Sanatları tarafından 27 Mart haftasında sahneleneceği belirtiliyor. İletişim: www.gsfak.atauni.edu.tr Atatürk Üniversitesi 25240 Erzurum Telefon: 0442 231 11 11 • Fax:0442 236 10 14 • email: ata@ataun.edu.tr
'Işığı bir maske gibi kullanan kadın!"
pe cy
a
Şahika Tekand ve Oidipus
> Yusuf Eradam > yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr
Y. Eradam: Öncelikle kutlamak istiyorum sizi. Eleştirilerimden anlaşılıyordur, benim her şeyi beğenmeyen mendebur biri olduğum. Ama "Oidipus Sürgünde"yi değil beğenmek, tam anlamıyla da "tiyatroda tek etkiyi" aklıma getirecek şekilde etkilenip huşu içinde çıktım salondan. Edgar Allan Poe'nun eserlerinden yola çıkalım, şiiri ve öyküyü tanımlayışı vardır, bunları çok iyi bildiğinizi düşündüm; sinemada, oyunculukta iyi olduğunuzu biliyordum da tiyatroda da bu iyi bildiğinizi ilk kez örneğiyle gördüm. Dolayısıyla da, oyundan çıkar çıkmaz uğundum epey. Derslerimde söylediğim şey şudur: bir eserden çıktığım zaman alnımın ortasına yumruk yemiş gibi çıkmazsam düşünmem. Ben o katarsis'ten geçtikten sonra rahatlamayı düşünmek, bunu nasıl yapmışlar diye düşünmek zorundayım. Dolayısıyla da tek etki, Poe'nun da dediği gibi aynı zamanda "yekparelik" de dediğimiz şey. Dolayısıyla bende anısı da kalıyor. Bir esere "hoş, güzel, harika" gibi edebi değeri olmayan sıfatlan yakıştırmak için bile bir anısı kalması gerekiyor. Oyundan bende kalan ise, senkron tutarlığı, siyah renk, oyundaki diyalektik -Atina alt kat ve üst kat karşıtlığı- ışık, ses ve ışıkla kurulan özellikle Kreon, Oidipus ve Atina üçgeni, onların takibi tam anlamıyla son yıllarda sahnede gördüğüm tek etkinin en güzel örneğiydi. Bu konuda yazmam gerek
fikriyle çıktım salondan. Poe, tek etki, şiirsel gerçek diye bir şeyden söz eder. Çünkü ben bu tek etkiyle tiyatroda güzeli aramak, Poe'nun kuralını da bildiğinizi duydum ama Poe'nun arayışı "güzel" içindir, gerçeğin peşinde değildir o. Belki siz de bunu nasıl yakaladığınızı anlatabilirsiniz. Sizin peşinde koştuğunuz bu tek etki miydi? Tiyatroda, şiirsel bir tek etki yoluyla güzeli bulduğunuza inanıyor musunuz? Çalışmalarınızda bu yönde neler yaptınız?
eklektik bir anlatımdan kaçmak henüz çok mümkün değil. Ama burada benim için önemli olan eklektik olan bir yapının eklektisist olmaması. Yani amacım öncelikli olarak eklektik bir yapı kurmak değil; benim kurduğum anlatım bu yapıyı zorunlu kılıyor ki bu da bütüncül etkinin içinde değerlendirilmesi gereken bir şey sanırım. Yapının zorunlu parçası olmayan hiçbir şey, ne bir boşluk ne bir tesadüf benim kurduğum bütünlüğün içinde bulunamaz.
Şahika Tekand: Şunu söylemem gerekiyor, Poe'nun kuramını doğrudan doğruya yaptığım işle ilişkilendirecek kadar bildiğimi söyleyemem.
Y. Eradam: Ben bir de şeyi merak ettim, ya da öyle görmek istedim: yine Poe ile ilintilenecek olursa, "Annabel Lee" gibi şiirlerinden tutun da "Usherların Evinin Çöküşü" gibi öykülerine kadar gerçeküstü, hatta "tekinsiz" bir güzelden, güzel bir kadından söz eder. Şimdi güzellik kavramına girdiğiniz zaman akla kadın gelebilir ama oyundan çıktığınız zaman da güzel gördüğünüzü fark ediyorsunuz. Dolayısıyla da O'nun şiir için söylediği "iyi bir şiir insanı yüceltmeli" sözü, yani iyi bir şiir insanın ayaklarını yerden kesmeli dediği şey, size bir şey katmalı, tanrısal bir şeylerle ilişkiniz olduğunu hissettirmeli, dolayısıyla da o gerçeküstü etkiler de vardı oyunda. "Tekinsizlik", sadece konusundan gelen lanetle ilişkili değil, tamamıyla teknik ile ilgili bir etkiyle de yaratılmıştı. Gerçeküstü bir tokat vardı. Tiyatro öğrenenler, değerlendirenler, eleştirel bakmayı öğrenmek isteyenler için de bazı ayrıntılı teknik şeyler söyleseniz. Atinalıların tek bir adım atıp durmaları gibi...
Y. Eradam: Bu şöyle de olabilir Poe'nun adını bile duymamışsınızdır ama bir sabah tiyatroda bu olmalı diye uyanırsınız.
Şahika Tekand: Evet, bütün oyuncuların atıp atacağı tek bir adım. Bu oyuncuyu sınırlamak gibi görünüyor ama müthiş özgürleştirici bir oyun alanı var orada. Olanca yalınlığı ve dürüstlüğüyle oyunu oynayan, kendilerini oyuna fedan eden oyuncuların yarattıkları bir etki belki de bu. Y. Eradam: Burada bir parantez açmak istiyorum. Müthiş bir ironi de vardı, alt kattaki Atinalılar ile yukarıda bireysel konuşanlar arasında. Onların tek tek konuşmalarında yukarıdakilerde ışık birey olarak dolaşıyordu, koroda nadir olarak birey olarak dolaşıyordu. Ama toplum ve birey karşıtlığı da vardı, toplum Yunan tiyatrosunda bildiğimiz o işlevlerini de yerine getirdi. Yani koro aynı zamanda ahlakı, toplumu temsil ediyor ama aynı zamanda da kehaneti içreleştirip yaşayan ve yaşattığı için de korkan bir kitle de oldu. Biz de izleyici olarak yerimize zımbalanmış bir şekilde oturuyoruz ya, Atinalılarla özdeşleştim önce, sonra Oidipus ile de
cy a
Şahika Tekand: Evet, yaptığım işin kendisinin de sonucunun da bütünlüklü olması gerektiğini düşünüyorum. Buna tırnak içinde güzel mi diyeceğiz, yine tırnak içinde doğru mu diyeceğiz, bilemiyorum. Adını ne koyarsak koyalım sanatın kurduğu "biçim" ile ancak kendisini varedebileceğini düşünüyorum. Şimdi o 'tek etki' denilen şey orada yaratılan formun bütünüyle tek bir cümle söylemesi, bir sorumluluk cümlesi altında yaratılması ve bunun karşılığı olan bir biçim yaratması ile alakalı ise evet ben bunun böyle olmasını istedim açıkçası. Neyi istedim; bu oyundan bir tek şeyi çekip çıkarsanız ya da oyun alanında yaratılan gerçekliğin bir unsurunu eksiltseniz o yapı çöksün istedim. Bunu da şunun için istedim; sorumluluk alanlarının ortadan kalktığı, oyun ve gerçeklik, sanat ve hayat arasındaki sınırın aşıldığı, ilkesizliğin alıp yürüdüğü ve sanatın "biçim yaratma zorunluluğundan" ayıklandığı günümüzde olup bitene hissettiğim muhalefet nedeniyle istedim. Bu yolla da çağdaşlığın yakalanabileceğini deneyimlemek istedim. Haklısınız, böyle bir bütüncül etki peşinden koştuğumu söyleyebilirim. Eklektik yapısına rağmen. Y. Eradam: Dediniz ki bir şeyi çekip çıkarırsam oyundaki yapı tamamıyla çöker. Bunu Poe şöyle diyor: bir öyküde tek bir ayrıntı olmamalı ki öykünün bütünüyle ilgisi olmasın. Öyküde bir yere varmayan açık noktalar, boşluk olmamalı.
pe
Şahika Tekand: Çağdaş bir biçim yaratırken benim için
benim koromun bir anlamda hem ortaklıkları var hem de benim özellikle ayırdığım nitelikleri. Onlar sadece sağduyunun sesi olmadılar. Kuşku duyan, gerçekle yüzleşmekten korkan, çağdaş kalabalık da oldular aynı zamanda. O nedenle haklısınız, bir antik tragedyanın yapısına bir anlamda saygı göstermek için inat ettim. Bunu "Oidipus Nerede"de de yaptım, hatta antik tragedyanın yapısal şemasını bile aldım ve kullandım ancak çağdaş hayatın temel çelişkisini de öncelikli olarak önemsedim.
özdeşleştim. Koltuğa sabitlenmiş olmama karşın. Genellikle kahramanla özdeşleşmek gibi bir durum vardır ya, Atinalılar ile birey olarak konuşanlar arasındaki diyalektik ironiye de taşınmış gibi geldi bana. Korku veren ve soru soran Oidipus,-ki Oidipus'un problemi de oydu zaten, koronun söylediği "senin başına gelen her şey soru sormandan geldi- ama daha çok soru soran Atinalılar yine. 'm' ve 'n' seslerinin 'güm' diye vurgulanması da seçilmiş bir şeydi. Örneğin; "Düşün!", "Kim!".
Şahika Tekand: Bu oyunda oyuncular , doğrusu olağanüstü bir iş çıkardılar , öyle bir oynama yöntemiyle çalıştılar ki bu her oyuncunun kolay kolay direnemeyeceği kadar zorlayıcıydı. Işık yanmadan konuşamazlar, karanlıkta da ses çıkaramazlar. Hangi saniyede ışıkların yanıp söneceğini bilmiyorlar. Gerçekten ışık yönetti onları. Işık bir saniye geç girse bir saniye geç başlayacaklar ve aksayacak. Gerçek bir sırat köprüsü... Oyunun heybetine gelince ... Bir kere metnin dili... çağdaş hayatın temel problematiğinin öne çıktığı bu tragedyada orijinal metinden çok fazla alıntı yok. "Oidipus Nerede"de orijinal metinden alıntılan daha çok kullanmıştım. "Oidipus Nerede"de sınırlı sayıda cümleyi seçip her rol kişisine o cümleleri farklı anlamlarda söyleterek oyun dilini formüle etmiştim. Ama "Oidipus Sürgünde" de orijinal metinden çok az alıntılama yapmış olmama rağmen oyun dilinin yüksek işitilmesi için elimden geleni yaptım. Sözcükleri çok seçerek yazdığımı itiraf etmeliyim. Mesafeli bir dil kullandım. Oyuncular da bu metni çok zor koşullarda ve büyük bir hızla konuşmalarına karşın yüksek ve mesafeli bir konuşma yolu uyguladılar. Bu oyunda sahnede "mış gibi" yapılan hiçbir şey yok . Oyuncular, yapmaları gerektiği gibi yapıyorlar, ışık yandığı zaman konuşuyor ışık söndüğü zaman susuyorlar, bazı anahtar kelimelerde gölgeye giriyorlar, bazılarında ışığa giriyorlar. "Mış gibi" bütün olup bitenin toplamında bir sonuç olarak sadece seyir yerinde oluşuyor. Biz aslında bu oyunu, satrançta olduğu gibi birtakım kurallara dökebiliriz. Benim sahnede on yedi senedir uygulamaya çalıştığım şey basitçe bir "oyun" yaratmak ve bunu tiyatro estetiği içinde bir bütünlük ortaya koyacak şekilde uygulamak; bu aslında sadece bir " yapma, oyun oynama" yöntemi. Tam anlamıyla ve bütün yalınlığıyla bir "yapma" yöntemi. Bu oyuncuların bütün ayırt edici özellikleri bence, yöntemin zorunlu kıldığı dürüstlük kavramını çok iyi anlamalarından ve sindirmelerinden kaynaklanıyor.
pe
cy a
Şahika Tekand: Üçlemenin ilkinde de vardı o. İlk oyunun temel sorusu "kim" idi. İkinci oyunun temel anahtar sözcükleri ise "neden" ve "düşün". Dediğiniz doğru, oradaki diyalektik yapı. Öncelikle ben bunun çağdaş bir trajedi olmasını istedim. Ancak bunu yaparken de antik tragedyanın yapısına saygı gösteren ve bir Sofokles metni üzerine yazılan bir oyunun sahnelendiğini unutmayan ve Sofokles'e karşı sorumlu olan bir yapı kurmak istedim.. Bir antik yunan tragedyası üzerine çağdaş bir uygulama yapıyorsam sahne yapısı, koroyla bireylerin ilişkisi ve konuşma dilinin bugüne ne şekilde taşınacağı gibi şeyler benim için hep önemli oldu. Bizatihi tragedyanın kendisinin bugünkü çağdaş seyirciye bir şeyler hatırlattığını düşünüyorum. Tragedya için birkaç şey gerekiyor; bunlardan belki de en önemlisi hem dilde hem de hareket düzeninde seyir yeri üzerinde yaratılacak mesafe etkisi. Bu çağdaş performans sanatında en çok kaybettiğimiz şeylerden birisi. Bunu tekste de, müzikte de ve hareket diyalektiğinde de yaratmaya çalıştım. Mesela yukarıdakiler daha özgür hareket ediyormuş gibi görünüyor ama bu kez de yersizlik yurtsuzluk çelişkisi yaşıyorlar. Aşağıdakiler ise daha oturmuş, yerleşmiş gibi görünüyorlar ama bir adımdan fazla da atamıyorlar. Bununla oturduğu yerde bütün bu çelişkiler düzenini ve diyalektik ilişkiyi izlerken yargıya varmak zorunda bırakılan seyirciyi de izleyici olarak aktif kılmayı amaçlayan, oyun yeri ile seyir yeri arasına bir mesafe koyan ve hatta insan tasarımı olduğu yabancılığını hiç saklamayan ama yapılışı itibariyle tümüyle gerçek olan, yani aynı diyalektiği bizatihi gerçekleştiği anda da taşıyan bir oyun düzeni yaratmak istedim.
Y. Eradam: Oyun bittiği anda biz çıkıp çıkmamaya karar veremedik. Yani siz oyundan çıkmışsınız ama biz çıkıp çıkmama konusunda kararsızdık. O da tek etkinin devamıydı. Daha önce hiçbir oyununuzu izlememiştim. Hiçbir beklentim yoktu gelirken. Metni biliyordum ve editörüm son gösterim deyince gittim. İyi ki de gitmişim ve görmüşüm. Heybetli bir oyun çıkmış ortaya. İnsanlar nasıl katkılarda bulundular bu heybetli oyunun çıkmasına, nasıl özverilerde bulundular, bu oyundaki uygulama teknikleri oyuna neler kattı?
Y. Eradam: Bir hücre oyunu yapmışlar. Teknik olarak hücredeler. Şahika Tekand: Evet, o küçük hücrecikler , küçük iktidar ve sorumluluk alanları aynı zamanda. Varlık alanları. Biz çağdaş insanlar, birbirimizden farklı olduğumuzu düşünüyor ve birer bireymişiz gibi görünüyoruz ama aslında hiç de birer birey olarak davranmıyoruz. Birey söyleminin en yüksek olduğu bu günlerde, özellikle son yirmi yıldır ağzımızdan 'birey' lafından başka bir şey çıkmamasına rağmen en birey olmadığımız dönemdeyiz. Bu nedenle trajik kahramanı öne çıkarmak yerine trajik olanın yükselmesi; yani temel çelişkinin öne çıkartılması gibi bir tasam vardı. Yani seyirciye bir kahramanın peşinden gerçeği izlettirmek yerine oradaki tartışma sırasında gerçeği keşfettirmek ya da hatırlatmak önemliydi. O yüzden antik yunan tragedyasındaki koroyla
Y. Eradam: Dikkatle izledim ama bir tane bile aksama yakalayamadım. Şahika Tekand: Ama yakalamış olsaydınız oyun batardı zaten. Y. Eradam: Günde kaç saat çalıştılar, sekiz saat mi? Yirmi kişinin tek kişi gibi konuşması! Şahika Tekand: Günde sekiz saat çalışabilmek gibi bir lükse sahip olmak şöyle dursun, bu oyun gece on birden sonra, sanayi sitesinde bir depoda prova edilerek çıktı. Y. Eradam: Bazı yerlerde şarkı olacakmış gibi de çıktı. Yerel farklar da çıktı ortaya, ayinsel bir şey de kazandı giderek. Şahika Tekand: Anadilimiz aslında çok müzikal. Eğer, Türkçe'nin gerçek tonlamasının üzerine çok fazla bir şey
katmadan, doğal tonlamaya çok fazla müdahale etmeden ses ve konuşma dizgesini doğru bir şekilde tasarlarsanız zaten bütün bir diyaloglar bir besteye dönüşebilir. Ben basitçe bundan yararlandım. Oyuncular da bunu yüksek bir performansa kavuşturdular.
için bulmak zorundaydım. Bu hem tekste kendini gösterdi hem de biçimde.
Y. Eradam: Bundan sonra acı da çekerler. Başka uygulamalarda mutlu olamayacakları kesin.
Şahika Tekand: Ama oyun seçimi tiyatroda çok önemli bir soru.
Şahika Tekand: Bunu onlar duymasa çok iyi olur.
Y. Eradam: Ya da iyi bir oyun olabilir. Zamanlamayı da uygun gördünüz ya da bugün oynanması gereken bir hale getirdiniz. Bir açıdan evrenselliği de yakalamıştı o açıdan. Kreon kim, Oidipus kim bilmeyen için de tek etki dolayısıyla iyi bir ilaç.
cy a
Y. Eradam: Ben bir de son zamanlarda oyun seçimi üzerine pek pimpirikli bakar oldum. Bu oyunu neden şimdi seçtiniz?
pe
Y. Eradam: Aynı disiplini arayacaklardır başka yönetmenlerde de. Tekrarlara gelmek istiyorum. Soruların yinelenişi, "düşün!", "neden!" daha çok olumlu emirler; bu komutların tekrarı daha kalıcı oluyor. Oyundan çıktığınız zaman o komutları da hatırlıyorsunuz. Tekrarların bu gücü popüler kültürde kesin. Tekrarlandıkça gücü artıyor, mutlak gerçeklikle ilgisi olduğu zannediliyor. Oyunda bir takım şeyleri yutturmak adına değil de düşündürmek, rahatsız etmek adına tekrar yapılmış. Yapılmayabilirdi de. O konuda ne söyleyeceksiniz? Şahika Tekand: Sadece bu oyunlarla alakalı değil, çağdaş hayatla ilgili bir seçimim bu benim. Ben zaten çağın trajik olanının tam da o noktada kilitlendiğini düşünüyorum. Tragedyayı kaybettiğimiz noktanın da bu beş soruyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü, "ne, nereden, nereye, neden, nasıl" sözcükleri "Oidipus" olmasaydı bile sahnelediğim şey, benim için önemli olacaktı. Çünkü bugün çağdaş hayatın tragedyasının temelini de tam da "hiç, hiçbir yerden, hiçbir yere, hiçbir nedenle ve her şekilde" şeklindeki formülasyon yaratıyor. İşte o bütün içi boş tekrarların arkasındaki de bir hiçlik üretmek üzere yapılan şeyler. Halbuki ben bu opsesyonu galiba birkaç sene daha inatla sürdüreceğim. Bu soru tekrarlan bana oyunun müziğini yaratırken de yaradı. Çünkü Türkçe de çok büyük şans eseri neredeyse tüm sorularda tınlayan 'm', 'n' seslerini içeren sözcükler. "Kim" dediğiniz zaman diyaframda tınlayan bir 'm' sesi bana vurmalı çalgı imkanı sağlıyor. Ama ben gerçekten o beş sorunun sadece bu oyunların içeriği açsından değil bütün hayatı ve benim böyle sanat yapmamı zorunlu kılan koşulları nasıl yorumladığımı açıklaması açısından da önemsiyorum.. Çünkü ben asla, "hiç, hiçbir yerden, hiçbir yere, hiçbir nedenle ve her şekilde" gibi sorumluluk almayan, ilkesiz ve bir hiçlik üretmek üzere geliştirilmiş bir formülasyonu asla içime sindirebilmiş değilim. Buna bir insan olarak muhalifim ve bir sanatçı olarak muhalifim. Bunun estetik karşılığının ifade yöntemini kendim
Şahika Tekand: Evet çağdaş seyirci bu oyunları seyretmeye gelirken miti bilerek gelmiyor. Ne yapacağız o zaman, evrenselliği tartışılmaz bu antik eserleri sahnelemeyecek miyiz? Oidipus'un ve diğer tragedyaların bize hatırlatacağı çok şey var ve o yüzden mutlaka bugün de sahnelenebilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Ama hikaye bilinmiyorsa, mitos bilinmiyorsa, bu efsanevi kişiler tanınmıyorsa ne yapacağız? O zaman bir zorunluluk ortaya çıkıyor. Bu engeli seyir eylemi sırasında gidermek zorunluluğu. Ortaya çıkan bu zorunluluklar ve engeller zincirini oyunun parçası haline getirmek. Örneğin ben, oyuna katılan her oyun kişisinin ismini koroya ya da diğer rol kişilerine o anda oyunun anlatımına katkıda bulunacak şekilde söyletmenin ve oyuna giren rol kişisini tanıtmasının bir yolunu mutlaka buluyorum. Bunu , oyunun müziğinin , o sahnelemenin parçası yaparak çözüyorum. Yani bugünün koşulları içeriği belirlerken, içerik biçimi zorunlu kılıyor , biçimin getirdiği engeller ve zorunluluklar da içeriğin yeniden ele alınmasını. Bugünün sanatçısı olarak sahneden seyir yerine doğru gerçekte ne söylemek istediğinizle, ne yapmak istediğinizle ilgili dürüstçe doğru sorulan sormaya başlayınca insan bugünün seyircisi için sorulması gereken doğru sorulan da buluyor. O zaman o gün için hem sizin için hem de ortaya çıkabilecek en dürüst performans için gerekli olan metin de daha kolay seçilebiliyor. Dediğim gibi ben esas olarak bir "oyun" kurucuyum. Bunu tiyatro estetiği içinde uyguluyorum. Tekst seçimi, oyuncu sayısı, oyunculuk şekli, oyun alanının düzeni hepsi birer zorunluluk ve ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Y. Eradam: Bu anlattıklarınızdan sonra, bir ego vardır mutlaka, yönetmenin de egosu vardır çünkü. Nasıl
a
cy
pe
dizginlediniz bunu? Müthiş yalın bir oyun çıkmış aynı zamanda. Küçücük bir etki egonuzdan onu cilalamak üzere bir yanlış yapsaydınız da çökerdi oyun. Şunu yapıyım deyip de vazgeçtiğiniz şeyler oldu mu? Şahika Tekand: Olmaz mı. Her prova günü "ah bir de şunu yapsam" dediğim şeyler oluyor. Fakat kendi kurduğum oyun beni de disipline ediyor ve dürüst davranmamı sağlıyor. Oyuncudan nasıl bir dürüstlük bekliyorsam aslında kurduğum yapı beni de dürüst olmak üzere sürekli dizginliyor ya da disipline ediyor. İnsanın canı tabii ki bir şey çekiyor. Ama canın çektiği şeyi o zorunluluk zinciri içinde rasyonalize edebiliyorsam, o yapı içerisinde akla uygun bir hale getirebiliyorsam o zaten benim yaratıcılığımın kendisine bir dışavurum yolu bulması olur. Ama rasyonalize edemiyorsam hemen vazgeçiyorum. Galiba 'ben yaptım oldu' lafının en geçerli olamayacağı alan sanat. Bu ilk duyulduğu zaman özgürlüklerin kısıtlanması gibi geliyor. Hayır , dürüstlük ve oyunun sınırlarını kabul etmek ister yönetmen, ister oyuncu olsun aslında insanı çok özgürleştiren bir şey. Y. Eradam: Her alanda bence böyledir. Ama bir eleştireniz olsun. Kendinizi görmüyorsanız, bir şekilde satış da oluyorsa 'ben yaptım oldu' diyebilenler var.
Y. Eradam: Bir süre sonra karanlığı beyazmış gibi görüyorsunuz. Körün karanlık dünyasında bizden daha iyi görmesi gibi bir şey. Şahika Tekand: Kesinlikle. Çünkü ilk oyunda Teresyas kördür ama kahindir. Gerçekleri söyler. Burada da Oidipus... O nedenle bütün bu anlamları da ifade edebileceğim, en azından anlatmak değil ama ifade edebileceğim bir imkan yarattı ışık bana. Bir de çağdaş seyircinin algısının, parçalan yan yana getirerek bütüne ulaşması yöntemini de açıkçası kullanmak istedim. Yönlendirilmiş bakış noktalarının ard arda gelişiyle bir bütün yaratmak yöntemini kullandım. Müthiş de bir ritim imkanı da sağlamış oldu bu bana. Y. Eradam: Tiresias dediniz ya, malum kör edilişinin sebebi yılanları sevişirken görüp cinsiyet değiştirmesidir ve sonra da kadının cinsel birleşme sırasında erkekten daha çok zevk aldığını tecrübeyle sabitleyerek Apollon'a iddia edip tanrıya çemkirmesidir. Apollo'nun kahini Kalkhas'tır ama Tiresias da tüm körlere yakıştırılan bir ermişlikle yeni kahin olur elbette. Yukarıda, Oidipus'un kızları saçları açıkta, aydınlanma saçlarda da olduğu için cinsel kimlikleri ortaya çıktı. Ama alttakilerin cinsel kimlikleri yoktu. Tabii ki görüyordum, oyuncular arasında kadınların, erkeklerin olduğunu ama... Şahika Tekand: Orada yani Atina katında gerçekten her anlamda içine sızılamaz bir bütünlük yaratmak istedim. Toslanacak bir duvar yaratmak istedim. Çünkü kadın ve erkek çelişkisi dahi bir çatlak bir sızma alanı sağlıyor insana. Bunu ortaya çıkaracak her şeyi ortadan kaldırmak istedim ne yalan söyleyeyim.
cy a
Şahika Tekand:Ama gerçekten bunun için en imkansız yerin sanat olduğuna inanıyorum. Hayat tesadüfleri kaldırabiliyor ama sanat asla. Yani tesadüfün de rasyonalize edilmesi gerekiyor sanat söz konusu olduğunda. Ama haklısınız bütün dünyada özellikle son yirmi yılın sanatı neredeyse 'ben yaptım oldu' üzerine yürüyor.
alanında oyunun oynanabilmesi için pratik bir zorunluluk haline getirdim.
Y. Eradam: Siyahın doğurganlığını düşünerek bir şeyler yapmışsınız. O da çarpıyor insanı. Aydınlık bir sahnede her şeyin pırıl pırıl renklerde oynandığı bir sahnede nasıl maske ya da maske anlamında çok fazla alet edevat kullanılabilecekken burada aydınlık kullanılmış ve doğrudan yüzlere geliyor. "Işığı bir maske gibi kullanmış bu!" diyerek çıktım.
pe
Şahika Tekand: Yaşasın, bunu böylesine doğrudan söyleyen biri çıktı.
Y. Eradam: O paradoks çok güzel geldi bana. İnsanın suratına patlatılan ışıkla birlikte aslında ışığın bir maske olduğu, ve bir insan yüzünü ne kadar aydınlatsanız, o kadar karanlıkta kalacağı, Blanche duBois örneğinde de görülür bu, ne kadar kaçarsa ışıktan, o kadar aydınlığa çıkar gerçek. Şahika Tekand: Evet sonuna kadar haklısınız tam da bunu yapmaya çalıştım. Çünkü ben bütün oyunlarımda en yalın malzemeyi kullanıyorum. Bu oyunda da oyuncuların yüzlerinde kimliklerini değiştirecek bir makyaj yok, maske yok. Ve en çok aydınlandıkları sırada yüzleri adeta bir antik maska dönüşsün istedim. Bu oyunlarda ışık sadece bu açıdan değil birkaç katmanda önemli benim için. Ben sahnede şunu yapmaya çalışıyorum: hayatta insana, oyun teksinde rol kişisine ve sahne üzerinde oyuncuya ne oluyorsa aynı zamanda-eş zamanlı gerçekleşsin istiyorum. Eğer benim burada yaptığım şey şunun soyutlanmış ifadesi ise, ben her gün , gün ışığı yüzüme patladığında hayata karşı bir sorumlulukla uyanıyorum. Bir tercihle karşılaşıyorum; ya doğruyu seçeceğim ya da yanlış olanı. İşte sorumluk alanım. Bu mesele benim için son derece önemli. Rol kişisinin aydınlığa karşı olan sorumluluğu, oyuncuların oyun sorumluluğu, insanın gün ışığına olan sorumluğu. Işık, Oidipus söz konusu olduğunda çok daha önemli çünkü gerçeğe ulaşmak uğruna kendini kör eden bir karakter o ve bildiğiniz gibi aynı zamanda da Yunan aydınlanmasının en önemli karakteri. Dolayısıyla ben bu iki tragedyada da aydınlanma kavramı üzerinde durdum ve aydınlanmayı oyun
Y. Eradam: Ama o toslanacak duvarın da kendi içinde çelişkisi vardı. Oidipus'un sorularla gelen sonu ama durum ironisi dediğimiz şey sorulan daha çok koro soruyor. Onların da korkuları, bir süre sonra dağılmaları, bir süre sonra parçalanma eğilimleri göstermeleri de aynı sebepten olsa gerek. Şahika Tekand: Kesinlikle. Y. Eradam: Poe, şiir için "güzellikteki melankoliyi yakalamalı" der. Burada dokunaklı, acıklı, melankolik değil
Genç Projeler Studio Oyuncuları 2005-2006 sezonundan itibaren kendi bünyesinde yetişen genç yönetmenlerin tasarladığı kısa oyunlardan oluşan Genç Projeler serisine ev sahipliği yapıyor.
yani. Dokunaklı olan da bir şey olmalı. Acıklı, dokunaklı olan o kahraman mıydı? Orada kuyruğunu kurtaran kimse yoktu. Hepsinin başı dertte.
Tuluğ Ülgen ve Ozan Gözel'in yönettikleri "Ophelia'ya Ölüm Yakışır" adlı oyun, H. Müller'in "Hamlet Makinesi" ve W. Shakespeare'in "Hamlet" adlı oyunlarından yola çıkılarak hazırlanmış. Oyunda Hamlet'in kuşkularının ve farklı karakter özelliklerinin yarattığı çatışmaların ve eylemsizleşmesinin yanında Ophelia'nın durağanlığı bir başkaldırı ve yıkımdan yola çıkan bir umut arayışı olarak yorumlanıyor. Ridade Tuncel'in yönettiği "Adımı Unuttum" oyunu ise E. Ionesco'nun "Bavullu Adam" oyunundan yola çıkılarak yazılmış yeni bir metin ve sahne tasarımı ile seyirciyle buluşuyor. Sorgulama yeteneğini kaybetmiş, sistemin içinde hapsolmuş insanoğlunun tavrının eleştirildiği oyun; kim olduğunu, nerede bulunduğunu, ne yapacağını bir türlü hatırlayamayan bir adam ve onu mutlak bir kabullenmeye zorlayan sistemin ilişkisi üzerine kurulu. Oyunun yükselen ritmi içinde sistemin tüm soru ve yorumları aslında adama olduğu kadar seyirciye de yöneltiliyor.
a
Şahika Tekand: Tragedya için zorunlu olan acıklı yapıyı her karakteri kapsayacak şekilde kurmaya çalıştım. Bir tek belki Kreon'a biraz acımasız davrandım. Bütün o içten pazarlığı Kreon'a yüklemeye çalıştım. Fakat seyircinin bütün karakterlerle ya da sahne üzerindeki herkesle bu tragedyayı paylaşma şansı olsun istedim. Mesela Polinekes ile Oidipus çelişkisinde -baba ile oğul çelişkisinde- Polinekes'in gözyaşlarına da çok duyarsız kakmayalım ama Oidipus'un lanetlerine de çok duyarsız kalamayalım ve öfkesini paylaşalım istedim.
Genel sanat danışmanlığını Şahika Tekand'in yaptığı Genç Projeler serisi kapsamında bu sezon sahnelenecek ilk çalışma 4 Kısa Oyun adnıı taşıyor. Studio Oyuncuları Topluluğu'nda oyuncu olarak yer alan dört genç yönetmen, tiyatro tarihinin farklı dönem ve eğilimlerinden metinler kullanarak çağdaş sahneleme yöntemleri ile tasarladıkları çalışmalarını sahneliyorlar. "Ophelia'ya Ölüm Yakışır", "Toplantı", "Adımı Unuttum" ve "Hiç Değişmeyecekler" isimli 4 kısa oyundan oluşan bu projede yer alan oyuncu kadrosu ise Studio Oyuncuları Toplululuğu üyesi oyuncular ve aynı zamanda Şahika Tekand yürütücülüğündeki oyunculuk atölyesinde yetişen genç oyunculardan oluşuyor.
pe cy
Y. Eradam: Benim de derslerde kullanmaya çalıştığım "binary oppositions" dediğimiz siyah-beyaz çatışması. Amerikan sinemasının neredeyse temel direği olan şey. Burada iyi-kötü çatışmasını üzerine bütün ahlak değerlerini kurmanın ötesinde de bir şey var. Bakıyorsunuz kötü tam kötü değil, onda da bir şey var. Ortada tam kötü tam iyi yoktu bu da hayatın ta kendisi.
Şahika Tekand: Evet. Kreon'u bile tam olarak kötü adam yapmadım ben. Çünkü söylediği şeyler arasında hukuki olarak doğru şeyler var. Aslında bir savcı durumundaydı. Etikle hukukun çatışması gibiydi bu.
Y. Eradam: Metin olarak oyun hakkında söylemek istediğiniz şeyler varsa, metnin işlenmesi üzerine neler söylenebilir? Şahika Tekand: Aslında teksti de yine en yalın noktaya indirgemek mümkün. Sorumluluk, zorunluluk ve rasyonalizasyon. Aslında bu tekstle oyunun sonunda , soru sormadan ve cevap verme sorumluluğunu üstlenmeden , ilkeleri tümüyle terk ederek, kritersizlikle yapılabilecek hiçbir şey olamayacağı, bütün olup bitenden sonra akılda o beş sorunun kalması ve inatçı olmak gerektiği gibi bir bütüncül sonuç çıkmasını istedim doğrusu Y. Eradam: Evet o kalıcı olan zaten.
Şahika Tekand: Bu oyunlarda yaptığım şeylerle benim bütün hayatım farklı bir şey değil aslında. Ben bütün gün, 'ne', 'nereden', 'nereye' diye sorup duruyorum. Y. Eradam: Ben de böyle bir sohbet çıkacağını bildiğim için katıldım. Benim yatılı okul müdiremizle ilgili kurduğum bir denklem vardır. "Mesafe artı zarafet eşittir heybet." Tiyatroda tek etki denince de bu denklem geliverdi aklıma. Evet heybetliydi oyununuz. Hep kalacak aklımda. Şahika Tekand: Çok teşekkür ederim. Y. Eradam: Asıl ben teşekkür ederim.
Ulushan Ulusman'ın yönettiği "Toplantı" oyunu da; bilgiye kolayca ulaştığını zanneden, ancak kendisine sunulan kısıtlı bilgiyle sınırlanmış bir yorum yeteneğine sahip çağdaş bireyin gerçeğe yaklaştıkça artan korkusu ve bununla yüzleşmekten korkarak düştüğü duruma alaycı bir yaklaşımda bulunuyor. Ulushan Ulusman'ın imzasını taşıyan diğer oyun, "Hiç Vazgeçmeyecekler" ise, oyun oynamak üzere sahneye çıkan ve bunu bir türlü gerçekleştiremeyen iki oyuncunun sahne üzerinde düştükleri durum aracılığıyla, çağdaş yaşamda belirlenmiş sınırlar içinde yine belirlenmiş sosyal kimlikleri ve bunlar arasındaki sosyallik oyununu oynamaya zorunlu bırakılan çağdaş insanın sıkışmışlığı mizahi bir yaklaşımla seyirci karşısına getiriliyor.
c e p
a y
Fotoğrafların
Dili
AyakBacak Fabrikası Çağan
pe
cy a
Sermet
Tiyatro: Trabzon Devlet Tiyatrosu
Yazan: Sermet Çağan Yöneten: O. Coşkun Irmak Sahne Tasarımı: Tayfun Çebi Giysi Tasarımı: Funda Çebi Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz-Yücel Kalender Müzik: Tunay Uzuner Dans Düzeni: Alparslan Karaduman Oyuncular: Uğur Keleş, Halil Ayan, Fatih Dokgöz, Burkan Görgün, E. Utku Ölmez, Şevki Çepa, Mesut Yüce, M. Ceyhun Gen, Meltem Gülenç, Z. Ekin Öner, Sinem Şahin, Aslı Artuk, Ceren Demirel, Duygu Dokgöz, Aynur Yılmaz, Barış Çolak, Ali Boran, Vural Özcelep, Zafer Karaoğlu. Orkestra: Tunay Uzuner, Tuğba Solmaz, Dilek Ersoy, Çetin Çavdar, E. Serdar Kurutçu, Melike Şivil. 16
Fotoğraflar: Fahri Gümüştekin
Türk Tiyatrosu Yeni Sermet Çağan'larını Bekliyor... Tiyatro sanatının en geleceğe kalan tek öğesi, metindir. Eylemin belgesi olarak afiş, fotoğraf, CD vs. geleceğe kalabilir. Ancak bunlar sanatın değil, sanatın belgelerinin kalıtıdır. Oysa metin, tiyatro sanatının bütününü oluşturmasa da, geleceğe kalan tek sanatsal tiyatro öğesidir. Bu yüzden de olsa gerek, ulusların tiyatrolarının özgün oluşumunda yazarlar başı çekmişlerdir ve bundan sonra da böyle olacağını düşünmemek için bir sebep görünmüyor. Sermet Çağan, "Ayak Bacak Fabrikası'yla, ulusal tiyatromuzun kilometre taşlarından birini ve belki de en önemlisini ortaya koymuş. Her ulusun toplumsal dinamiği içinde ve buna bağlı olarak tiyatro sanatında, yerel nitelikli, ritüelistik öğelere ve seyirliğe dayalı tiyatro olgusu vardır. Fakat, yerel ve evrensel arasındaki köprü olan ulusallık olgusunu ve
pe
cy
a
gerekliliğini görmeden, gerçekleştirmeden; ne yerel olanın değeri anlaşılır ne de evrenselliğe ulaşılır. 'Ayak Bacak Fabrikası", 60'ların başında yaşanan özgürlükçü, atılımcı rüzgârın içinde yeşeren tiyatro açılımının önemli bir örneği. Bu oyunla Sermet Çağan, çağdaş tiyatronun, çağdaş bir ulus oluşturmadaki rolünü kavramış; toplumuyla nabzı aynı şiddetle atan bir tiyatro anlayışını hayata geçirmeyi hedefleyen bir tiyatro anlayışını öneriyor. Ve aradan 40 yıl geçmiş... "Ayak Bacak Fabrikası'nı bugün sahnelerken, hüzünlenmemek elde değil. Bir yanda sanatın, tiyatronun, oyun yazarının ve yazının kudretine bir kez daha şapka çıkarıyorsunuz. Oyunda ortaya konan temel çelişkiler, sömürü durumu ve yöntemleri, bugün de aynıyla var, geçerli. Değişenin içinde değişmeyeni yakalamış, işleyiş mekanizmasını çözmüş olan yazar, hayranlık uyandırıyor. Fakat işleyiş mekanizması çözülmüş ve ortaya konmuş olan sömürü durumunun hâlâ ve aynıyla sürüyor olması da, insanda burukluk yaratıyor. O zaman, yazarın izinden yürümek, O'nun mücadelesine katılmak
ve ileri götürmek görevi yönetmeni bekliyor. Bu yazıda uzun uzun anlatmayacağım, Sermet Çağan'ın "Ayak Bacak Fabrikası"nı yazarken hangi kaynaklardan beslendiği, hangi yerel olayların bu oyunun yazılmasına sebep olduğu ve oyunun değeri, anlamı üzerine pek çok yazı, çalışma var. Meraklısı bulur, okur. Ben sözü, Trabzon'daki "Ayak Bacak Fabrikası"na getirmek istiyorum. Sahneleme sürecinin öncesinde, metinle baş başa kaldığımda, -oyun hakkındaki inceleme yazılarında değinilmemiş olan- pek çok dramaturjik sorunla karşı karşıya olduğumu gördüm. Aksiyonu kesen, uzayan konuşmalar; öykünün akıcılığını ve algılanabilirliğini engelleyen, üst üste yığılmış, seyirciyi yoracak ve hedeften uzaklaştıracak simgesel bindirmeler... Bir örnek olması adına, metin üzerinde çalışırken yaptığım bir uygulamadan söz edeceğim. Oyunda
inanıyorlar, uysalca boyun eğiyorlar; ne tarafa çekilirlerse o tarafa gidiyorlar. Yazar, bir de "Oyuncak" adlı oyun kişisi koymuş. "Oyuncak", kuruldukça çalışan ve ezberlenmiş, önceden kurgulanmış, bu doğrultuda kendisinden beklenen hareketleri
pe
otomatik olarak yapmakta, sözleri
cy
bir niteliği var: Ne söylense
a
"Vatandaşlar"ın, yazar tarafından eleştirel bir şekilde kurgulanmış olan
söylemekte. "Vatandaşlar" ve "Oyuncak" arasında, nitelik
bakımından fark yok. Aynı değerdeki bu iki farklı nitelik -tiyatral olarak cazip olsa da- dramatik yapıyı
zedelemekte, oyunu pürüzlü bir duruma getirmekte. "Oyuncak"
kişiliğini oyundan çıkardım. Yanısıra, budamalar yaptım. Oyunun öyküsünü örten, asal aksiyonu ve temel yönelişleri zedeleyen öğeleri de çıkardım. Oyun kişilerinin sayısını azalttım. Oyunun geçtiği dönem ve kültür, oyunun verilerinden açıkça "Batı"yı işaret ediyor. "Papaz"'ın varlığı, "Derebeyi" tanımlaması buna örnek. Yazarın neden böyle bir yaklaşım gösterdiğine dair bir kayıtla karşılaşmadım. Ama kostüm ve müzik çalışmalarında Avrupa
Ortaçağı'nı ve Barok dönemi -birebir bağlı kalmayı hedeflemeden- yorumsal çıkış noktası olarak aldım. Oyunun kostümlerini tasarlayan Funda Çebi ve müziklerini besteleyen Tunay Uzuner'le bu anlamda çok uyumlu, bütünlüklü bir çalışma yaptık. Sermet Çağan'ın, oyunu yazdığı dönemdeki Sömürücübaşı'yla bugünkü Sömürücübaşı arasında bir fark yok. Birşey değişmedi, aynı. "Yabancı Uzman" kişiliğini ikiye böldüm ve birçok dil konuşan, -kendilerincegerektiğinde şirin, güleryüzlü, sevecen; gerektiğinde nobran, ceberrut, duygusuz olabilen; fakat hiçbir durumda "üçüncü dünya ülkelerinin zavallı yaratıklarına tepeden bakan" tavırlarını terketmeyen; kırmızı ceketleri, kırmızı-beyaz pileli etekleri ve beyaz çizmeleri, lâcivert süsleriyle, tamdık uzmanlar oluşturdum. "Derebeyleri"nin sömürücülük "gestus"lan olarak, yeme-içme davranışlarının vurguladım ve bunu desteklemek için, oyun boyunca konuşmayan ve oyun boyunca
pe
cy a
durmadan yiyen, etine dolgun dördüncü bir "Derebeyi" kişiliği ekledim. Sahnelemelerimde, kültürel dönüştürmeyi kullanırım. Bunu," başka bir kültür öğesinin, bizim kültürümüz içindeki karşılığını bularak, onunla yer değiştirmek" olarak tanımlayabilirim. "Ayak Bacak Fabrikası"nda da bunu kullandım. Zaman zaman, "organik eklektik" durumlar yaratmaktan da kaçınmadım. "Derebeyleri"nin puro içmeleri gibi. Sahnenin alt anlamıyla çakıştığı ve onu açık bir göstergeye dönüştüğü sürece, bu tür uygulamalardan da kaçınmıyorum. Geçmişe baktığımızda, ilk sahnelenişinden bu yana "Ayak Bacak Fabrikası"nın entellektüel anlamda etkisini sürdürmesine karşın, profesyonel bazda ve süreklilik arz edecek şekilde sahnelenmediği, birkaç örneğin de beklendiği kadar başarılı olamadığı görülüyor. Metin üzerinde gereken dramaturji çalışmasının yapılmamasının bunda etken olduğunu düşünüyorum. Sermet Çağan, örnek alınması gereken bir yazar, bir aydın. Ulusal Türk tiyatrosunun öncülerinden. Fakat daha alınacak çok yol var. Tiyatromuz, yeni Sermet Çağan'larını bekliyor. Coşkun Irmak I Yönetmen
Bir oyuna iki yorum
pe
cy a
Yangın Bacayı Sarınca
> Sevda Şener
10. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali Ankara'nın genelde sönük geçen kültür yaşamına canlılık getirdi. Geniş katılımlı bu festivalde sergilenen oyunları art arda seyretme fırsatı bularak ülkemizde tiyatro sanatının durumu hakkında derli toplu bir fikir edinebiliyoruz. Daha önce İstanbul'da Dostlar Tiyatrosu'ndan seyrettiğim, Max Frisch'in Biedermann ve Kundakçılar adlı oyunun uyarlaması olan Aymazoğlu ile Kundakçılar'dan sonra aynı oyunun bir başka uyarlamasını bu Festival'de görme olanağı buldum. Bu da bana tiyatromuza egemen olan eğilimler konusunda düşünme olanağı sağladı. Max Frisch'in 1951 yılında yazdığı Biedermann ve Kundakçılar'in yapısı, hem ortak bir insanlık zaafına hem de sosyopolitik bir duruma gönderme yapacak biçimde yorumlanmaya elverişlidir. Bu oyunun öyküsü, heryerde sık sık yangın çıktığı, itfaiyenin yangınları söndürmede yetersiz kaldığı bir ortamda, tipik bir kentsoylu olan Bay Biedermann'ın, rahatını bozmamak için yaklaşan tehlikeyi görmezden geldiğini, küçük kandırmacalarla durumunu koruyacabileceğine inandığını ve kendi yıkımını hazırladığını gösterecek biçimde kurgulanmıştır. Biedermann, kundakçı oldukları önceden sezilen kişileri evinde ağırlayarak, hatta onlara dostluk gösterisi yaparak kötülüğü önleyebileceği inancındadır. Onun bu tavrı bize öncelikle bu gafletin altında yatan hoşgörü gösterisinin, dinlerden de destek almış olan bir egemen kandırmacası olduğunu anımsatır. Biedermann bu kandırmacayla malını mülkünü koruyacağına inanmış bir kentsoylutdur. Onun iyilikseverlik gösterisi, işten çıkardığı bir çalışanının yıkımı karşısındaki duyarsızlığım göstererek iflas ettirilir. Biedermann, aynı yöntemin bir gün gelip kendisine karşı
kullanılabileceğini de düşünmemiştir. Onun kendi kurduğu tuzağa düşüşünü ibretle seyrederiz.
kadrosunun tümü için geçerliydi diyebilirim. İtfaiyeciler Korosu dışında.
Max Frisch, güldürünün en gözde kurgu hünerlerinden olan, oyuna getirme / oyuna gelme düzenlemesini seyirciye keyifli bir zafer duygusu yaşatacak biçimde değil, onu ürkütecek ve düşündürecek biçimde kullanmıştır. Biedermann ve Kundakçılar bir kara güldürüdür ve bu özelliği ile yalnızca güldürücü bir insanlık durumuna değil, tehlikeli bir toplumsal gelişime de işaret edecek biçimde yorumlanmaya elverişlidir.
Oyunun, ne tam anlamıyla episodik ne de tam anlamıyla dramatik olmayan yapısı içinde koronun yeri ve işlevi tartışmalıdır. Koro'nun kimi zaman zaten bildiğimiz, kimi zaman çoktan farkına vardığımız gerçekleri iletmeye çalışırken ki yarı öğretici, yarı eğlendirici üslubu kıvamını bulamamış gibi geldi bana. Buna karşın, Claude Leon'un sahne tasarımı da, Tolga Çebi'nin müzik düzenlemesi de oyunun başarısında hakkıyla söz sahibi.
Oyunda, hem seyirciye açıklamalar yapan hem oyunun kahramanını uyaran bir koro kullanılmıştır. Olayların belli bir gelişimi gösterecek biçimde sıralanmış olmasına, hatta bu gelişimin krize doğru yükselen bir gerilim yaratmasına karşın, yapısının episodik olduğu söylenebilir. 1951 yılında yazılmış olan oyundaki Brecht ve Epik tiyatro etkisi durumun sınıfsal bir toplum yapısının gerçeği olarak yorumlamasına yardımcı oluyor. Biedermann'ı hoşgörülü, iyiliğe eğilimli olduğu için oyuna gelen saf bir yurttaş olarak değil, çıkarım bu görünüm altında korumaya çalışan küçük burjuva kimliğiyle tanıyoruz. Onun işten çıkardığı, ailesinin aç sefil kalmasına neden olduğu çalışanının intihan karşısındaki ilgisizliği kapitalizmin eleştirisi olarak yorumlanmaya çok elverişli. Dostlar Tiyatrosu'nda, Genco Erkal'ın Aymazoğlu ve Kundakçılar adlı uyarlamasındaki yorumu da bu doğrultuda.
Semaver Kumpanya'nın Süleyman ve Öbürsüler'i Biedermann ve Kundakçılar'ın bir başka uyarlaması olarak aynı tiyatro mevsiminde gösterime sunuldu. Yavuz Pekman oyunu asal öyküsüne ve kurgu düzenine bağlı kalarak yeniden yazmış. Yazarken de metnin içine bildiğimiz, aşina olduğumuz, hatırladığımız ne kadar şarkı, kıssa, nükte, şaka, oyun varsa doldurmuş. Oyunu Ayşenil Şamlıoğlu gibi sahnede dinamizm meraklısı bir yönetmen yönetince metnin delişmenliğine hareketin fırtınası eklenmiş ve ortaya bazen sirk, bazen fars, bazen kabare, bazen akrobasi gösterisine dönüşen karma üsluplu çılgın bir güldürü çıkmış. Süleyman ve Öbürsüler'in vur patlasın, çal oynasın ortamında, oyunun kahramanı Süleyman'ın burnunun ucuna gelen yangın tehlikesi karşısındaki tavrı Genco Erkal'ın yorumunda olduğu gibi aymazlık olarak değil, vurdumduymazlık olarak adlandırılabilir. Çünkü öne çıkan toplumsal boyutlu bir insanlık sorunu değil, genel bir insanlık durumudur. Olsa olsa akla, bu durumun içirdeği zaafın bir salgına, salgının da toplu yıkıma götürme olasılığını getirir. Hareketlerdeki abartıya bakarak yazarın da, yönetmenin düşündürücü gerçekler karşısındaki duyarsızlığımızı iğnelemek istedikleri, gülmeceyi bu nedenle sivrilttikleri söylenebilir. Fakat ben daha çok, özgün oyunun Orta Avrupa iklimine uygun soğukluğuna Akdeniz ülkesinin sıcaklığını katmak istedikleri izlenimini edindim. Oyuncuların bireysel beceri gösterileriyle oyunun karma üslubuna yaptıkları katkının bu sıcaklığı kaynama noktasına getirdiği bir gerçek. Benim seyrettiğim gösteride seyirci, ne kadar sıradan, ne kadar eskimiş olursa olsun, her nükteye, her benzetmeye, her malum el kol hareketine gösterdiği aşın tepkiyle genel cümbüş havasını daha da pekiştiriyordu.
pe
cy
a
Genco Erkal, Dostlar Tiyatrosu'nda sahnelediği Aymazoğlu ile Kundakçılar'ı Zehra İpşiroğlu'nun da katkısıyla dilimize ve külürümüze uyarlarken konunun bugün yaşamakta olduğumuz gerçeklere olan benzerliğini dikkate almış olmalı. Bu nedenle oyunu insanı düşündüren ve kaygılandıran bir kara güldürü olarak algılıyoruz. Günümüze olan göndermeler en çok oyun kişilerinin tiplemelerinde ortaya çıkıyor. Genco Erkal'ın canlandırdığı oyun kişilerinin sınıfsal tavrını her zaman doğru yakaladığını, bu belirleyici tavrı karakter ayrıntılarıyla bezediğini, ilgi çekici, düşündürücü olduğu kadar inandırıcı ve sıcak kıldığını zaten biliriz. Şimdi de Erdem Akakçe'nin ustasının izinde yürüdüğünü, her oyunda biraz daha gelişerek benzer bir mükemelliğe erişmekte olduğunu görüyoruz. Meral Çetinkaya'nın bu tarz oyunculuğa zaten yatkın olan deneyimi bu oyunda daha da öne çıkmış. İkinci kundakçı Metin Coşkun, sözde aydın Beyti Engin, Hizmetçi kız Tilbe Zalim oyunun genel tavır oyunculuğuna bütünlük kazandırmayı başararak yönetmenin yorumunu destekliyorlar.
Sonuç olarak, Genco Erkal'ın rejisi ile Aymazoğlu ile Kundakçılar, insanoğlu'nun yaklaşan tehlikeyi görmezden gelme kolaycılığına, iyiye yorulursa iyi olur kandırmacasına ışık tutan, bu yorumu ile bizim günümüz gerçekleri karşısındaki aymazlığımızı yüzümüze vuran ustalıkla kotarılmış çetin bir oyun olarak kaldı aklımda.
Dostlar Tiyatrosu ürünlerinde her zaman hoşuma giden, düşünceyi kösteklemeyen sıcaklık, eleştiriyi köreltmeyen insancıllık olmuştur. Dostlar Tiyatrosu'nda sahnelenen oyunlardaki kişileri hem kınar, hem kendimize yakın buluruz. Bu nedenle eleştiri oklarını kendimize de yöneltmekten kaçınanlayız. Yadırgama, özellikle Duerrenmatt, Max Frisch, hatta Albert Camus oyunlarında olduğu gibi, yadırgatma sınırını aşan bir yabancılaşmayı gerektirmez. Bizden olanla evrensel olan, hem eleştirdiğimiz hem canayakın bulduğumuz insan paydasında ve Genco Erkal'ın kişiliğinde bütünleşmiştir. Aymazoğlu ile Kundakçılar'da bu bütünleşme oyuncu
İki farklı uyarlama, iki farklı yorum ve iki farklı üslupla sahnelenmiş olan Biedermann ve Kundakçılar'ın bir ortak noktası var: Yaklaşan tehlikeyi görmezden gelme kolaycılığımız. Bu da toplumsal tarihimizin bugünkü dönemecinde bizi çok ilgilendirmeli, çok düşündürmeli. Tiyatronun bireyi uyarma, toplumu bilinçlendirme işlevi gündemdeki yerini koruyor.
Üstün Akmen, Ragıp Ertuğrul, Beki Haleva ve Robert Schild'in kaleminden
pe
cy a
"Aymazoğlu ile Kundakçılar"
Dostlar Tiyatrosu 'nun siyasal bir güldürü olan yeni oyunu "Aymazoğlu ile Kundakçılar" tiyatro severlerle buluştu. İsviçreli yazar Max Frisch' in ilk olarak 1948 yılında güncesinde kaleme aldığı karagüldüm "Biedermann ile Kundakçılar" (Biedermann unddie Brandstifter), 1953yılında radyo oyunu olarak, 1958 yılındaysa tiyatro oyunu olarak yayınlanmıştır. Genco Erkal "Aymazoğlu ile Kundakçılar"ı günümüz Türkiye'sine ayna tutarak uyarlamış, bunu yaparken metnin özüne bağlı kalmış. "Aymazoğlu ile Kundakçılar"ı dört eleştirmenimiz: Üstün Akmen, Ragıp Ertuğrul, Beki Haleva ve Robert Schild'in kısa eleştiri yazılarıyla sunuyoruz.
Unutmamalı: Amaç, aracı geçerli kılar Üstün Akmen Tiyatro, hiç kuşkusuz bir iletişim aracıdır. Tiyatrocular bir mesajı iletmek adına oyun sahnelerler; seyirciler de oyundaki ilişkilerin izini sürerek, bir nevi "gösterge avcılığı" yapar, estetik bir biçimde kodlanmış mesajı çözerler. Oyunu izlerken,
gerçek hayatta olduğu gibi birçok gösterge onlara doğru yönelir. Ama bu sefer göstergeler, bir sanat eserinin düzeni içinde karşılarına çıkar. Onlara bir şey söylemeye çalışırlar. Bir oyunun "anlaşılır" ve "eğlendirici" olması, gösterge kodlamalarındaki tutarlılığa ve estetikliğe bağlıdır. Genco Erkal'ın uyarladığı oyunda bunlar aynen olmuş. Genco Erkal, bir mesajı iletmek adına bu oyunu uyarlamış, iletiyi estetik bir biçim ve biçem içinde kodlamış. Frisch'in metnini başarılı bir şekilde yerelleştirirken, adları da anlamlarını koruyarak Türkçeleştirmiş. Genco Erkal'ın elinde zengin işadamı Biedermann, Şerefe; kundakçılardan eski profesyonel güreşçi Schmitz, dini bütün, sakallı, takkeli, tespihli, "Hayırlı akşamlar" diyen, "hâşâ" şarap içmeyen Tosun'a; hapisten çıkan arkadaşı Eisenring ise, Demir Çelik'e dönüşmüş. Bu arada sinsice yaklaşan tehlikenin altını da olabildiğince kalın çizmiş Genco Erkal. Brecht tadında kotardığı itfaiyeci korosunu, kundakçılarla birlikte aydınımızı simgeleyen öğretim görevlisinden oluşturarak, günümüz Türkiye'sindeki işbirlikçilere ince bir göndermede bulunmuş. Son derece dozunda bir komedi-dram ayarı yapmış. Hiç black-out yapmadan tablo değiştirerek, oyunu bir buçuk saate sığdırmış. "Aymazoğlu ile Kundakçılar" için, sezonun görülmesi gereken yapımlarından biri dersem, pek yavan kaçacak. İşin doğrusu, Dostlar Tiyatrosu'nun seyircisini kurşun eritmeye çağırdığı bir oyun. Gidilmeli, görülmeli, kurşun eritilmeli.
biraz aşinalar. Nerden... nerden..? Max Frisch'in oyunundan mı? Hımmm... değil... Daha başka... daha yakından, tanıdık geliyorlar sanki... sanki yanıbaşımda... başımda... başımın üzerinde, tepemde bir yerlerde. Kentte çıkmaya başlayan yangınlar halkı tedirgin etmektedir. Fabrikatör Şeref Aymazoğlu da evine ansızın çıkagelen misafir karşısında kuşku duyar, ancak misafirini ağırlamak zorundadır. Misafirin aba altından sopa gösterir tarzdaki yaklaşımı, belki de kasıtlı olarak aymamayı gerektirir. İşlerinin yürümesi, ailesine zarar gelmemesi, değirmenin suyunun dönmesi için gereklidir bu aymazlık. İkram kusursuzdur, baş tacı edilmiştir misafir ve onun sonradan dahil olan arkadaşı. Hizmetçi ya da işçi, memur, genç vs. siz ne derseniz deyin işkillenmiştir, en azından hazzetmemiştir misafirlerden. Ancak beyefendi ya da ağa, başkan, müdür, patron vs. bir şekilde "efendi", inanmak istemektedir ağızdan çıkanlara. Oysa 'Çıplak gerçeği söylemek en iyi kandırma yoludur', çarpıtmadan, 'takıyye' yapma gereği bile hissetmeden. Her şey olacağına varır diye başlar bütün hikaye. Böyle düşünüldüğünde de her ne hikmetse umulan başa gelir. Aymazoğlu da bir ara seyircilere döner ve sorar: "Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız?" Sahi ne yapardık?..
Hepimiz aymaz olduk...
Siz aydınız mı?
a
Ragıp Ertuğrul
Genco Erkal, ayakta alkışı hak ediyor. Sadece oyunculuğuyla değil, emeğiyle, gayretiyle, sabrıyla ve inadıyla. Meral Çetinkaya, abartılı olması gereken bir karakteri nasıl bu kadar sade ve doğal sunuyor. Erdem Akakçe, söyleyeceği çok şey olan bir oyuncu. Oynadığı her role, net, sululuktan uzak, dürüst bir anlam getiriyor. Karakteri hazmeden ve seyirciye de özümseten bir tarzı var. Metin Coşkun, Beyti Engin ve Tilbe Salim'le birlikte kadro tam uyum içinde. Oyunu kafi derecede seslendiren, çok sesliliğe kavuşmasını sağlayan özgün besteler, kulakta izler bırakan eserlerine çoğu kez şahit olduğumuz gibi Tolga Çebi'ye ait.
cy
Ortalıkta insan kalmamış... hani bir yardım eli uzatan?... oysa ne kadar masumuz... bak nur gibi yüzümüz ve masumane yürüyor kardeşliğimiz. Doğaldır kuşku, güvensizlik ve korku. Etrafta birileri nedendir bilinmezi!) yangınlar çıkarıyor. Yoksa bizi onlardan mı sanıyorsunuzzz...
pe
Dostlar Tiyatrosu, yeni oyunu "Aymazoğlu ile Kundakçılar"ı sahnelemeye başlayalı az bir zaman oldu. Ama sanki bize
Oyunda, yangın çıkaranlarla söndürenlerin aynı kişiler tarafından oynanması, iyi bir açılım sağlıyor oyunun mesajına. Aslında aymış gibi görünenlerin, söndürüyormuş gibi yapanların içinde aydınlar da vardır. Ama sesleri giderek
gibi, Aymazoğlu sözcüğü de günün birinde Türkçe sözlüklere bir cins isim olarak girerse hiç şaşmam!
a
duyulmaz olur, güme gider. İtfaiyeciler de alışmıştır bir kez kokulara. Bütün çatı katı benzinle dolu olduğu halde Aymazoğlu da hiçbir koku duymaz. Bu kokuya alışmış olan bizler yangını ne zaman farkedeceğiz peki? Sanırım göremeyeceğiz gerçeği, her şey tutuşana dek... en iyisi çok geç olmadan seyredin bu oyunu. Oyuncular nasıl bir performans sergiliyorlar görün. Haaa... aymazoğullarıyla yakın akraba olan bizlerin performansına(!) erişebilirler mi, onu bilemem.
cy
Aymazoğlu ile Kundakçılar Beki Haleva
Frisch, Aymazoğlu'nda Daha Belirgin Söylüyor Robert Schild
pe
Her sezon çok başarılı bir yapımla öne çıkan Dostlar Tiyatrosu bu yıl da bu geleneği bozmadı. Öbür yıllardan farkıysa sahneye koyduğu oyunun geçen yıl Semaver Kumpanya tarafından büyük bir başarıyla oynanan ve bu sezon da devam eden bir oyunun farklı bir yorumunu izleyiciye sunması. Bu da tiyatro severlere ilginç bir olanak tanıyor: Her iki oyunu izlemek ve aynı oyunun farklı yorumlarla ne denli değişebileceğine tanık olmak. Nazi Almanya'sından yola çıkan Frisch'in Biedermann'ı birçok ülkede kendine Biedermann'lar bulmuş, ama bunlar Genco Erkal'ın Aymazoğlu'yla boy ölçüşebilirler mi bilemiyorum. Bildiğim Erkal'ın uyarlamasının yazarın iletisini eksiksiz sahneye taşıdığı ve günümüz ortamıyla birebir örtüştüğü.
Oyunu uyarlayan, yöneten ve Aymazoğlu'nu tüm korkaklığı, şüpheciliği ve vurdumduymazlığıyla kusursuz canlandıran Genco Erkal, uzun süre unutulmayacak bir iş çıkarmış. Tosun'u oynayan Erdem Akakçe de yılların ustasından geri kalmıyor ve müthiş bir performans sergiliyor zorbaya dönüşmeye hazır o boynu bükük haliyle. Her sahnede farklı mizaçlara bürünebilen Meral Çetinkaya yine usta işi oyunuyla öne çıkmakta. Metin Coşkun'un oyunu da öbürleriyle uyum içinde. Gerek Halit Yazıcının başarılı ışık düzeniyle desteklenmiş Claude Leon'un minimalist tasarımı, gerekse Tolga Çebi'nin müziği oyunun iletisine doğrudan yönlendiriyor izleyiciyi. Bana göre belleklerde yer edecek bu oyundan sonra, Fransızların Tartuffe ya da Harpagon örneklerinde olduğu
"Aymazoğlu ve Kundakçılar" ile "Süleyman ve Öbürsüler"de her iki metin de Max Frisch'in özgün oyununu günümüz Türkiye'sine uyarlamaktadır. Ne var ki, Genco Erkal'da politik tiyatro ağır basıyor ve köktendinci akımlar hedef alınırken, Yavuz Pekman'ın kıvrak metni, daha çok toplumsal göndermeler ile yetinmektedir. "Aymazoğlu"nda kundakçılar belirli bir strateji ile işe koyulurken, "Öbürsüler"de bir cümbüş sürüp gider! Gerek buradaki başkişilerin görüntü ve makyajları, gerekse davranışları "Gırgır" ve benzeri dergiler çizgisine yaklaştırılmış gibi; Semaver Kumpanya'nın kötü adamlarından korkmaktansa, onlara gülünür! Oysa ki, Dostlar Tiyatrosu'nda boy gösteren kundakçılar, sistematik olarak işlerinin başındalar - oradaki itfaiyeciler de, hiç bir işe yaramasalar bile, gene de ciddi görünümlerini eksik etmiyorlar, işi gırgıra vuran Semaver'in itfaiye tayfasının tam tersine... Oyunların hangisi daha çarpıcı, Frisch'in söylemek istediklerini daha belirgin biçimde sunuyor? Şüphesiz ki, "Aymazoğlu". "Süleyman ve Öbürsüler", birazcık Roberto Ciulli'nin ekolünü andırırcasına, oyunu yeniden yaratıyor; tuluat ve sirk öğeleri, gerçek tiyatronun çok önünde yer alıyorlar - ve şundan emin olabiliriz ki, ne Max Frisch, ne de bu oyunu "uyumsuz tiyatro" akımına dahil eden Martin Esslin, "Biedermann ve Kundakçılar'ın böylesine sazlısözlü-danslı bir gösteriye dönüşebileceğini düşünememişlerdir... İki nitelikli sahnenin aynı oyunu aynı sezonda değişik yorumlarla sunmaları, kolayca ele geçmeyen, çok güzel bir tesadüf; her ikisi de kesinlikle görülmelidir, tercihen aralarını çok açmadan. Not: Yazarlar soyadı alfabetiğine göre sıralanmıştır.
Yılların eskitemediği bir usta aktör
pe
cy
a
Zihni Göktay
> Suat Başkır > sbaskir@yahoo.com
"Biz hepimiz , sahne perisinin bize ilham ettiği güzellikleri halkımıza dağıtmak için buradayız...!!!" Zihni Göktay Seyircilerin gelmesine yaklaşık bir saat var, fuayedeyiz. Geçen yaz Harbiye Açıkhava da tekrar kahkahalara boğulurken söz verdiğim gibi, Zihni Göktay bu ayki konuğum... 1960 yılında Eminönü Halkevinde başlayarak, bugünlere bizlere bir usta olarak ulaşan bir sahne yaşamınız var. Bu yıllar arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz? Öncelikle, 60'lı yıllarda, bir sezon içinde daha fazla oyun çıkarıyorduk.. Sonra 70'lı yıllarda repertuar sistemine dönüldü. Az oyun çıkarıp, uzun soluklu oynamaya başladık. "Lüküs Hayaf'ı yirmi bir yıl, "Aristophanes'in Kuşları"nı altı sene, "Resimli Osmanlı Tarihi"ni keza altı yıl oynadım, "Kanlı Nigar"ı dördüncü sezondur oynuyorum. Ben kendim için söylüyorum tabi, yoksa tiyatronun oyun sayısı yine fazla. Peki bu neden kaynaklanıyor, sahnelenecek oyunlar çok mu az? Tabii ki hayır. Artık günümüzde daha çok sanatçı var, herkesin
çalışması için, daha çok oyun çıkarıyoruz, fakat oyuncu için, oyun adedi düşüyor. Aynı zamanda, repertuar oluşumunda, ister istemez yönetimden kaynaklanan bir filtreleme yaşanıyor. Her yeni yönetim kendi görüşünden oyunların arasından düzenleme yapıyor. Bu sistem tüm ödenekli tiyatrolar da bu şekilde işliyor. Geçmiş dönemde, hem sanatkar azlığı hem yönetim hem de izleyici de çok daha az kültür erozyonu yaşandığı için, sahnelenecek çok daha fazla alternatif vardı önümüzde. Tabii ki de siz de zamanında çıraktınız. Muhsin Ertuğrul, İsmail Dümbüllü , Vasfı Rıza Zobu başta olmak üzere daha bir çok usta tanıdınız. Size, en çok ne kattıklarını düşündünüz? Ben 1914'te Dar'ulbedai'nin kurucusu olan Muhsin Ertuğrul'la da çalışma fırsatı bulmuş biriyim. Konservatuar okumadım. Eminönü Halkevinde, Ulvi Uraz, Avni Dilligil, Sermet Çağan, Zihni Küçümen, Nüvit Özdoğru hocalarımız oldu. Bu bizim konservatuarımızdı. Sahneye adım attıktan sonra da teorik değil, deneyerek, görerek, tatbik ederek ustalarımızdan kaptık. Yanlışımızı anında düzelttiler. Her zaman söylediğim gibi, disiplini Muhsin Ertuğrul'dan, komedinin inceliklerini Muammer Karaca'dan, Vasfi Rıza Zobu'dan İsmail Dümbüllü'den ve daha birçok şeyi ustalarımıza bakarak, görerek öğrendik.
Sonuçta bu durum, bu arkadaşlarımızın sizin bahsettiğiniz gibi bir altyapı oluşturmaları imkansız. Bu hal nereye götürebilir veya nasıl bir çözüm üretilebilir? Köklü bir değişim şart, her şeyden önce sahne açmak gerekli. İstanbul geçici nüfusla on üç-on dört milyonluk bir şehir, gittikçe de büyüyor. Nüfusu elli bini aşmış yerel yönetimlerin, kendi çekirdek kadrolarıyla beraber, bu çocukları değerlendirecek, sahneler açmaları lazım. Bugün Misak-ı Milli hudutları içinde koltuk sayısı elli bini aşıyorsa eğer, yıllık maaşımı Mehmetçik Vakfı'na bağışlamayı taahhüt ediyorum. Bir ülke de en az nüfusun yüzde onu kadar koltuk sayısı olmalıdır. Büyük şehirler baz alınamaz. Seksen bir ilimizde her gece bir tiyatro perde açıyorsa eğer, bu konuda söyleyecek yeni şeyler olabilir. Peki özel tiyatrolar desteklenebilir mi bu nokta? Desteklenir. Ancak Kültür Bakanlığı'nın her yıl verdiği onyirmi milyarlarla gazete ilanlarını verebilirler ancak. Alınan verginin sıfıra inmesi lazım bu bir. İkincisi devlet, para vereceğine, sahne açıp, bunu bir kaç grubun faydalanabileceği şekilde yönetmeli. Aslında bu kırk yıl önce başlaması gereken bir hareketti. 1963 yılında bölge tiyatroları ile ilgili vermiş olduğum kanun tasarısının dosyası hâlâ elimde. Eğer o kadük olmasaydı birer birer tiyatrolar açılacaktı. Bu ülkede ki politikacıların, -"poli" çok, "tik" yüz demek bu arada- çok yüzlülükleri sebebiyle, bu karar çıkmadı. Onlar devamlı başka kurdeleler kestiler. Bizi de turne ile oyaladılar. Hatta Taksim'de çok gelişmiş tuvalet bile açtılar. Ama Tiyatro açamadılar. Mecliste kavga ettikleri vakit, burayı tiyatroya çevirdiniz diyerek, bizi hatırladılar o kadar. Unuttukları en
cy
a
Siz bir usta olarak, yeterince çırağa ulaştığınızı düşünüyor musunuz? Ben bilgi faşisti değilim, bilgimi kendime saklamam. Gençler ile beraber çalışmayı çok seviyorum, bilgimi aktarmam her şeyden önce bir haz benim için. Bu benim için bir gurur kaynağı. Geçen sene Müjdat'ın (Gezen) ısrarı üzerine, Geleneksel Türk Tiyatrosu dersleri verdim. Bu sene, çekimler ile çakıştığı için, bir öğretmen olarak izinliyim. Malum ekonomik sıkıntılardan dolayı, dondurmak zorunda kaldım. Biliyorsun, devlet kırk iki yılda ekmek parası veriyor. Kıyma parası için koşturmak zorundayız.
bakacak olan bizleriz. İkisi birbiriyle bağlantılı sonuçta, kültür erozyonunu engelleyebilirsek, diğerini de engelleriz. Genç yazarlar ve oyuncular kendilerini ifade edebilecekleri bir alan ve ekonomik özgürlük bulurlarsa, çok güzel şeyler yapacaklar. Örnek olarak bu tiyatronun kadrosu dondurulmuş durumda. İstanbul'daki plaka sayısı gibi. Hiçbir yerde kadrolar açılmıyor. Her yıl on bir konservatuardan on öğrenci mezun verse, yüz on öğrenci eder. Hepsi pırıl pırıl, ancak, biz onları bu bünye içinde gözetemiyoruz maalesef. Tabii bu devletin işi, onlar da ister istemez dublaj yapıyorlar, dizilerde oynuyorlar geçinmek için.
pe
Ülke hatta dünya olarak, bir yozlaşmanın içindeyiz... Bu ortamda yetişen oyuncular ve yapıtlar hakkında neler söyleyeceksiniz? Toprak erozyonuna Tema Vakfı bakıyor. Kültür erozyonuna
önemli şey, bu kuliste hiç bir zaman kavga etmediğimizdi. Biz hepimiz, sahne perisinin bize ilham ettiği güzellikleri halkımıza dağıtmak için buradayız. Darülbeda-i güzellikler evi demektir zaten. Bu evlerden daha fazla olmalıdır.
Bana da kızacaksınız ama, "Lüküs Hayat" konuşmadan bu sohbet bitmiş sayılmaz ki? "Lüküs Hayat", sahne yaşamımın tam yansına denk geliyor. Yirmi bir yıldır Çeşme Meydanlı Rıza olarak, Suadiyeli aristokrat Osmanlı artıklarıyla uğraşıyorum. 1984-85 sezonundan başlayarak bugüne geldik. Bu sezon, kadro çakışması nedeniyle ilk dönemde yoktu. Ocak-Mayıs döneminde olup olmayacağını bilmiyorum. Ancak repertuvarda, istedikleri zaman kadrosu hazırdır, çıkar oynarız. O eskimez, her perde arkasında, bir melodisi vardır. Ve eser olarak da bitmez. Mesela, Haldun Dormen değil de, daha solcu olan Başar Sabuncu sahneye koysaydı belki de içinde ki sınıf çatışması daha ön plana çıkacaktı ve eser daha farklı bir boyut kazanacaktı. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Aynı zamanda "Lüküs Hayat" bana şöyle bir onur veriyor: Broadway'de bir müzikal başrolü ya dönüşümlü ya da beşaltı sezon bırakarak oynanıyor ama bende öyle bir şey yok. Ki bunun ödülünü de aldım.
cy a
Bölge tiyatroları ile ilgili tasarınız neydi? Her yıl devlet konservatuvarına Anadolu'nun muhtelif illerinden öğrenci kontenjanı oluşturulacak ve eğitimlerinin sonunda, kendi illerinde çekirdek kadrolarıyla sahnelerini açacaklardı. Böylece atama sisteminde yaşanan izleyiciye ulaşamama yerini, kendi kültürünü daha rahat ifade edebilen tiyatrolara bırakacaktı. Şu anda kırk yıllık sahne sahibi olacaktı bu şehirler. Ama maalesef, halkevlerini kapatan zihniyet, bölge tiyatrolarını açamadı.
ve "Kafatası" oynadım. Önü ilikli piyeslerde böyle bir durum mevcut değil. Sadece komedi oyuncusu olarak anılmak ve bilinmekten son derece rahatsızım aslında. Drama performansım ile de ne kadar kuvvetli olduğumun bilinmesini isterim.
pe
Peki şu andan sonra çözüme nasıl ulaşılabilir? Hiçbir şey için geç kalınmış sayılmaz. Şimdi dikilecek bir fidan, yirmi beş yıl sonra açacaktır. Bundan çocuklarımız, izleyicilerimiz faydalanacaktır. Ama unutmamak gerekir; tarihi eser olarak ortaya çıkarılan amfi tiyatroları bile kıyı şeridi olarak topladığımız vakit koltuk sayısının üç yüz elli bini geçtiğini görüyoruz. Bu gerilik bile değildir. Ahmet Rasim bir gün bir arkadaşına çok kızmış ve 'alçak' demiş. Sonra durmuş, bakmış, yetmiyor, "çukursun, sen!" demiş. Biz de aynen öyle çukurdayız şimdi. Çözüm aranıyorsa, kesinlikle sahne açılmalı ve yeni yetişen oyuncularımıza istihdam yaratılmalıdır.
Işık var mı? Dünyaya her yeni gelen çocuk, tanrının insanlardan umudunu kesmediğinin göstergesidir. Tabi ki umut bitmez. Fakat yapılacaklar bellidir. Sahnede oyunları güncellemekte ustasınız. Bu yaptığınız yönetmenler ile aranızı açmıyor mu? Benim yöntemim şu eğer güncel bir mesajsa verilmesi gereken, ben bunun altını çiziyorum. O gece tutmazsa bu, ertesi gün hemen siliyorum. Netice de ben oyunun altını hep kısık ateşte tutuyorum. Haldun bey, baştan çok kızıyordu. Sonra delidir ne yapsa yeridir dedi, perde önüne bir prolog yazdı. Zaten Hazım Bey'de 1933 yılında böyle yapıyormuş dedi. Bunlar halk tiyatrosunun bir geleneğidir dedi. Zihni Göktay da halk sanatçısıdır dedi. Haklıydı da ben halkın içinden geldim. Aristokrat bir aileye mensup değildim. Orta halli bir terzinin çocuğuydum ve Geleneksel Türk Tiyatrosu'na merakım olduğu için bu konuda uzmanlaştım. Ancak bu durum, oyun gerektiriyorsa ortaya çıkan bir durum. Yoksa ben, "Dört Albayın Aşkı", " Satıcının Ölümü", " On iki Öfkeli Adam", "Büyükbaba" oynadım, Brecht, Nâzım Hikmet, "Sabahat"
Zaten başkasına yakıştıramıyor artık insan.. Eserler, kişilerle kaim değildir. Mutlaka perde açılır, şov devam eder. Hazım Bey oynamış, Muammer Karaca oynadı, sonra da bana nasip oldu. Ben de onların kemiklerini çatırdatmayacak kadar, ruhlarını şad edecek kadar, vasatın üstünde bir performans tutturarak, oynamaya çalıştım. İzleyiciler gereken cevabı veriyorlar sağ olsunlar. Peki "Kanlı Nigar"? "Kanlı Nigar", yirmi dakikalık anonim bir karagöz hacivat oyunu aslında. Kısacık, hayal perdesinde başlar biter. Bir kadının uğradığı haksızlıkların ve ona karşılık olarak da erkeklerden öç almasıyla ilgilidir. Kadın haklarını savunan bir oyundur. Kavuklu Hamdi Efendiler, Kel Hasanlar genişleterek ortaoyunu olarak oynamışlar. Daha sonra İbişli Tuluat olarak oynanmış. En son 1960 yılında Sadık Abi (Şendil) oyunu elden geçirerek, modern hale getirdi. Münir Abi (Özkul) Altan Karındaş, Müjdat Gezen ile 1964 yılında oynadılar. Bizim oynadığımız metnin çekirdeği bu oyundur. Biz, her yıl biraz daha geliştirerek, daha post modernleştirerek, light motiflerle işliyoruz. Çok teşekkür ederiz Zihni Göktay .
> ERTUĞRUL MUHSİN'E MEKTUP-3 > Orhan Alkaya > orhanalkaya@tiyatrodergisi.com.tr
a
Tiyatroda "Birleşik Alan"ı Kurmak Aziz Hocam Ertuğrul Muhsin;
cy
Gençlikte, ödünç aldığımız kederleri büyük fiyakayla giyinirdik ruhumuza. Bir cümlenin, bir dizenin, bir repliğin içinde evrenin sırlarını açımlayan anahtarı buluvermekle kalmaz, esasen pek ihtiyaç duymadığımız o keder hissini, âdeta Eylül yağmuruymuşcasına ruhumuzun coşkusuna memur ederdik. Zaman, herkes için farklı da olsa, geçiyor aziz hocam. Ödünç almaya bayıldığımız kederin sahibi oluvermemiz de, bu geçen zamanla ilişkili galiba. Proudhon üstadımın "mülkiyet hırsızlıktır" diyerek zihnimize nakşettiği altın ölçüyü kaçırıp duruyoruz elimizden. Kederin sahibi olmak da biraz böyle işte. Sırtımızda yumurta küfesi taşıdığımıza inandırıyoruz kendimizi. Sorumluluk ve keder hisleri, alay edercesine biribirinin üzerine kat çıkıp duruyor.
pe
1931 yılında başta zât-ı âlileri olmak üzere bir avuç inanmış ve adanmış tiyatro adamının ısrarlı çabasıyla statü edinen ve bu koruyucu statü ile 2005 senesinin ucuna varmış İstanbul Şehir Tiyatrosu'nu, geleceğe, bir hatıranın ötesinde nakletmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Sorumlu hissediyoruz ve elimizden geleni yapıyoruz. Sanatçının egosunun yüksek oluşundan şikâyet edilir, bu yanı hafifçe alaya bile alınır, bilirsiniz hocam. Oysa, ne güzeldir o yüksek ego, nelere kadirdir, bilmezler. O sözcüğü, cümlenin orasına mı yerleştireceksiniz, burasına mı? Parmağınızı o anda mı hafifçe yukarı kaldıracaksınız, bir başka anda mı? O renk mi siz ayırdına bile varmadan bir çığır açacak, bu renk mi? Şimdi ve burada onu mu yapacaksınız yoksa bunu mu? O yüksekliği eleştirilere mazhar olan egonun "hadi'lemeleri olmasa, ne onu yapabilirsiniz ne de bunu kamu önünde. Yazdığınızı ortaya sürecek, yaptığınızı gösterecek, bulduğunuzu öne sürecek kudretinizdir "yüksek" egonuz. Bir de şişkin ego vardır ki, bilirsiniz, yüksek egoya hiç mi hiç benzemez aziz hocam. O olsa olsa mahut masaldaki "öküze öykünen kurbağa"nınkiyle benzeştirilebilir. Her durumun "benben"cileri, "ben yaptım oldu"cuları, "ben yapmazsam olmaz"cıları, en kötüsü "bir de ben yapayım "cilan bu sınıfın içerisinden çıkar. Şişkin ego, işimizin önündeki en hacimsiz ve bir o kadar etkili köstektir. Bugünlerde, karşımıza çıkan en mühim problem bu olduğu için, durduk yerde gibi görünse de, tam sırasında kafanızı şişiriyorum aziz hocam. Şişkin ego sahipleri ve muhipleri el ele verdiler ve metan gazının sarhoşluğuyla yayıldılar şanoya. Buraya bir kayıt düşüp, iyisi mi, sahibi olduğum keder hissini de yanına iliştireyim ve neler olup bitti bu yakıcı zaman aralığında, kısaca aktarmayı deneyeyim.
İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun, zaten "tüzel kişi" sayılamayacağını, dolayısıyla tüzel kişiliğinin kaldırılmadığını, olmayan bir şeyin kaldırılamayacağını söylediler ilkin. Biz de dedik ki; "Yasayla ya da yasanın verdiği yetkiye dayanarak kurulan kamu tüzel kişileri, devletin yanı sıra il özel idaresi, belediye ve köy gibi kamu idareleri ile kamu kurumları ve kamu iktisadi teşebbüslerinden oluşur. İstanbul Şehir Tiyatrosu da, 5441 ve 1310 sayılı yasalara ve kendi Yönetmelik hükümlerine dayanarak yönetilir. Dolayısıyla, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun TÜZEL KİŞİLİĞİ HAİZ OLMADIĞI yönündeki bir iddia, gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Kanunun düz okunması, ZIMNİ ÖZERK VE TÜZEL KİŞİ NİTELİĞİNİ HAİZ bir sanat kurumunun 75 yıllık seyrüseferini açıklamakta elbette yetersiz kalmaktadır. Ne var ki, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nin l5.09.2005 / 1927 sayılı kararı ile Katma Bütçeli özelliği kaldırılan ve bütçesi Belediye genel bütçesi içersine alınan İstanbul Şehir Tiyatrosu 'nun, söz konusu Belediye Meclisi kararının yürürlüğe gireceği 01.01.2006 tarihi itibariyle ZIMNİ ÖZERK VE TÜZEL KİŞİLİĞİNİN ORTADAN KALDIRILMASI vaki olabilir. " İnsanı insana insanla anlatan sanat disiplininin erbabı olarak, birçok yüz yüze, göz göze ilişki kurduk bu aralıkta. Statükonun kalın duvarlarından sıyrılıp şeffaf ilişkiler kurduğumuz her durumda, gördük ki, muhatabımız ne demek istediğimizi pekâlâ anlıyor, dahası haklılığımıza katılıyor. Bıkıp usanmadan, aynı şeyleri onlarca defa, en ince ayrıntısını dahi atlamamaya özen göstererek yineledik. 657 sayılı kanunun Değişik 2261/5. Maddesi gereğince, sözleşmesi özel kanunla belirlenen kamu kuruluşları arasında sayıldığımızı anlattık.
cy a
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi Kontrol Kanunu'nda değişiklik yapan ve Cumhurbaşkanı tarafından yeniden görüşülmek üzere TBMM'ne iade edildiği için henüz kanunlaşmamış 5433 sayılı Kanun Teklifinin 12. Maddesi 2 Sayılı Cetveline, Belediyelere Bağlı Şehir Tiyatroları ibaresinin eklenmesi halinde, Özel Bütçeli İdare kapsamında değerlendirilmemizin önündeki son engelin de kalkacağını, hazırlanacak İstanbul Şehir Tiyatrosu Kanunu ile, 92 yıllık kurumsal statünün teminat altına alınacağını tafsilatıyla belirttik. Şimdi, şu kısacık aralıkta bekliyoruz aziz hocam. Beklemek, bilirsiniz ölümden de ağırdır. İyiliklerin hor görülmesi hayli kanıksanmış olduğu için bu coğrafyada, endişe ile bekliyoruz. Sizin ve adanmış arkadaşlarınızın mirası üzerinde tepinilmesin, zar zor var edilmiş nadir sanat kurumlan birer ikişer heba edilmesin, "benden sonra tufan olmasın" diyerek koyulduğumuz yolda, sahibi olduğumuz keder hissine sımsıkı sarılmış bekliyoruz.
pe
Geçende, katıldığım bir televizyon oturumunda, dinleyenlerden özür diledim. "Bir sanat adamı, işini gücünü bir yana koymuş, bir saattir size hukuktan, yasadan, maliyeden söz ediyor. Hoş değil belki ama durum bu, ey izleyici," deyiverdim. Refleksti inanın aziz hocam. Ben de sıkıldım artık. İşimi yapmaktan alıkonulmuş, hacir altına alınmış hissediyorum; dahası, birkaç keder sahibi biribirine yaslanmış olsak da, bu mülkte yalnız hissediyorum kendimi. Düpedüz üşüten bir yalnızlık hali bu.
Yakında, on beş yıldır kesintisiz yayınladığımız dergimizin de kapısına kilit vurmak zorunda kalabiliriz üstelik. Türkiye'deki tek tiyatro periyodiğinin her türlü mali yükünü göğüslemeye çalışan Editör arkadaşımız, acıtıcı bir Çığlık saldı geçtiğimiz günlerde, orta yere. Ne yazık, o çığlığın aksi sedası da hayli "lokal" oldu. Üzüleceğinizi bilsem de söyleyeceğim aziz hocam, bu Çığlık'a kayıtsız kalmayıp omuz verenlerin arasında, dergi okuru tiyatro seyircilerinin sayısı, tiyatro erbabının haydi haydi üzerindeydi. Sıkıldık, utandık. Sıkıcı bir mektup oldu, bağışlayınız aziz hocam. Eski tarihli bir yazımın sonlarında, güçlü bir temenni beyan etmiştim. Ekleyecek bir söz bulamadığım için, yineliyorum: "Kuantum fiziği prensiplerine göre, yalnız radyoaktif beta bozunumuna yol açan "zayıf etkileşim" ile, atom çekirdeğindeki parçacıkları bir arada tutan "güçlü etkileşim" ortak bir "alan"da buluşturulduğunda uzayı ve zamanı kavramak mümkündür. Güçlü etkileşime katılamayan leptonlar ile her türlü etkileşime girebilen kuvarklar... İnsanlığın hayalleriyle, arzularıyla ve akıl yetileriyle kuşattığı kuvarklar ile akıllarını korkularıyla gemleyen çoğunluğun kuşattığı leptonlar, insanlık tarihinde defalarca kucaklaştı. Şimdi, bir kez daha..." Birleşik Alan'ı kurabilecek miyiz Türkiye tiyatro ortamında? Göreceğiz aziz hocam. Diliyorum, gördüğümüz hayatımıza çok da uzak düşmez. İyilikle, saygıyla efendim©
Adana Devlet Tiyatrosu yapımına İngiliz yönetmenden bir yorum...
pe cy
a
"Fırtına" Fransa'daydı
> Mark Rosenblatt > Çev. Canan Kırımsoy
Mark Rosenblatt, Londra Young Vic Tiyatrosu 'nun bir yan sanat kuruluşu olan Dumbfounded Tiyatrosu 'nun Sanat Yönetmenidir. National Theatre, The Tricycle, The Arcola, Battersea Art Centre, The Traverse tiyatrolarında, Edinburgh (İskoçya) ve İngiltere 'nin bir çok önemli kentinde yönetmenlik yapmıştır. Bu yazısında belirtmiş olduğu görüşler tümüyle kişisel olup, her hangi bir kurum ve kuruluşu bağlamamaktadır. Adana Devlet Tiyatrosu'nun Shakespeare'in "Fırtına" adlı eseriyle, 22-27 Kasım 2005 tarihleri arasında Rose de Vents Tiyatrosu intendantı Didier Thibaut'un daveti üzerine Fransa'nın Lüle kentinde katıldıkları festival, gözlemci olarak katılan ve yaptığı çalışmalarla adını şimdiden duyurmuş olan genç İngiliz yönetmen Mark Rosenblatt'dan oyun hakkındaki görüşlerini sorduk: Javor Gardev'in "Fırtına"sında, değişik tiyatro kültürleri hem kaynaşmış hem çarpışmış. Gardev, oyunculuğun temelini geleneksel anlayıştan almış olan bir Türk tiyatro topluluğundan, kavramsal akışa dayanan, son derece koreografik bir oyunu -etkileyici club beat'lar eşliğinde ve sinematografik atlayışlarla- oynamalarını istemiş. Bulgar ve Türk tiyatro hayatına tamamen yabancı biri olarak her iki taraf hakkında genellemeler yapmaktan sakınarak, oldukça dikkatli olmalıyım. Ama oyunun barındırdığı farklı enerjiler cezbediciydi ve yönetmenin, oyuncuların çalışırlarken birbirlerinin
farklılıklarım bir araya getirme cesaretlerini düşünmekten de kendimi alamadım.
Ancak bu düşünce, kanımca bu edimi büyüsel kılabilecek detayları daha çok taşıyabilmeliydi.
Javor Gardev'in bu çalışması, bir çok yeni fikir barındırıyor: Bazıları işledi, bazıları işlemedi. Bu İngiliz Tiyatrosu'nda farklı mı? Değil tabii ki... Ancak yine de bu fikirlerin sunumu ve oyunu ne kadar açımladıkları veya belirsizliğe sürdükleri önemlidir bizim için. İngiltere'deki bir çok Shakespeare prodüksiyonu, basit tahta zeminde, tasarruflu görünen bir sahne anlayışı içinde, minimal, biraz donuk ancak sonuçta Shakespeare şiirinin, dilinin hayat bulması amacını güden tasarımlar olmuşlardır.
Eğer oyunun oynandığı dili bilmiyorsanız, dilin oyunda taşıdığı renkleri ve dokusunu da bilmiyorsunuz demektir. Aynı şekilde oyunun titizlikle hazırlanmış tercümesi bile size bu konuda yardımcı olamaz. Dolayısıyla oyuna dair yegane rehberiniz edindiğiniz izlenimlere bağımlı kalıyor. Ancak tüm oyuncuların, oyuna kattıkları insani boyut gözden kaçmayacak kadar güçlüydü. Orijinal metinin aksine çok daha genç, olağanüstü farklı gözleri olan bir Prospero, almak istediği intikamın lezzetine duygusal bir boyut katmıştır. Hem işbirlikçilerine hem düşmanlarına karşı kullanabildiği gücün büyüklüğünün farkındalığı ile bu sanatçı, Prospero'nun tutkusunu, tüm o delice hareketleri, bakışları ve de zaman zaman sahneyi paralel yöneten elleriyle vermiştir. Oyuncunun bu etkili varlığı, zaman zaman dikkati merkez sahneden alarak kendisinde topladığını gördüm. Konuşmadığı zaman sessizce mırıldandığında ya da bir üst sahnede yaşananları kendi içinde yaşadığım imlediğinde, travmalarının sebebi olan kişilerin sahne üstündeki enerjisini kendinde topladığını gördüm. Ariel'leri çok sevdim. İkinci Ariel kişileştirmesi özellikle James Bond filimlerinde "kirli işleri" yapan kara adamlardan birini hatırlattı bana. Birinci Ariel olan Kaptan gözümde biraz topluca bir Noel Baba'yı, son Ariel ise tuhaf, ölümcül bir havası olan küçük kız biçimiyle kendi kökenimi hatırlattı. Hepsi efendilerinin entrikaların kurgusu içinde etkileyici bir şekilde "özgürlüklerini" talep, hayır arzu ediyorlardı. Bu yandan bir büyük gücün uşaklığını yaparken, içlerinde yanan "özgür" olma tutkusunu, basit, sade ama etkileyici bir biçimde oyun boyunca, sahneye her çıkışlarında yansıtmayı bildiler. Gardev, Miranda ile değişik bir kompozisyon çizmiş. Onu yarı kukla yarı insan olarak Prospero'nun sevgisinin odağı ve Kaliban ile çatışmasının merkezi haline getirmiş. Zaman zaman baba kız ilişkisinin ötesine taşınan bu gizemli ilişki Prospero'nun duygularının değişik bir perspektifini sunmaktadır.
a
Gardev bir geminin iç mekanını merkez sahne olarak belirlemiş. Sahne tasarımının bu bölümünü ilk gördüğümüzde, onu metinde de belirtildiği gibi Prospero'nun alabora etmek üzere olduğu bir gemi olarak görüyoruz. Genellikle, geminin battığı sahne -teatral olanaklar el verdiği ölçüde- sağanak yağmur, çakan yıldırımların altında çaresizce güvertede koşuşturan, halatlarla oradan oraya sallanan oyuncularla betimlenir. Gardev ise Kaptan, Tayfabaşı, Kral ve tebası arasındaki bu ümitsiz, canhıraş konuşmalara hiç girmeden, onları geminin alt güvertesinde bir gece yansı zevk ve sefa partisinde buluşturmuş. Bu sahneleme anlayışındaki etkili değişimle, izleyicinin Milano'lu aristokratlarla tanışması sağlanarak, iç yüzlerini daha yakından görmeleri sağlanmıştır. Antonio (Pospero'yu Dükalığından eden kardeşi) çevresinde olan bitenden ayrı durmakta, düşüncelere dalmış oturmakta; Sebastian (Kral Alonzo'nun kardeşi) belli ki bir parti canavarı, Ferdinand (Kral Alonzo'nun biricik oğlu), bu utangaç oğul ise parti karmaşasına kurban gidiyor. Oyun kişileri hakkındaki bu ilginç sürükleyici ön bilgiler, onların sonraki davranış biçimleri hakkında ip uçları barındırıyor. Geminin yavaş yavaş suyla dolmaya başladığı sahne ise ürkütücü, esrarengiz, ürpertici ve olağan dışıydı. Ölüm artık zamanın doğal ritminin yerini almaya başlar gibiydi.
pe
cy
Prospero'nun adasının habitatını oluşturmak çok büyük bir sahne değişimi gerektirecekti. Bunun yerine geminin bu iç mekanı tüm oyun boyunca, metaforik bir ada mekanı olarak sahne üstünde kaldı. Bu metaforik vurgunun ne olduğunu tam olarak anlayabilmiş değilim ve prodüksiyonu izlediğim süreç içerisinde belleğimde bir sorunsal olarak kaldı. Oyunun açımlanmasına yardımcı olmak yerine, oyunu belirsizliğe sürerek kendi adıma basit tahta bir sahne zemini üzerinde oynan prodüksiyonları düşünmeme, hayal gücümün canlanmasını sağlayacak boş mekanları arzulamama neden oldu. (*) Ancak prodüksiyon hiçbir zaman çarpıcı ve cesur çizgisinin altına düşmedi. Rejide Ariel karakteri üç farklı sanatçıyla kişileştirilerek, onların şekil değiştirme güçleri anlatılmış. Ariel'lerden birinin kaptan olması ise baştan Prospero'nun olayları nasıl yönlendirdiğini ve bu yönlendirme gücünün boyutlarını açıkça imliyordu. Gardev bu noktayla oyunda yoğun bir biçimde oynamış. İç güverte tasarımlı sahne içindeki tüm aksiyonlardan bir tül fon ile ayrılmış olan Prospero, deli bir kuklacı gibi, gemiden kurtulanların tüm hareketlerine hem fiziksel hem de psikolojik boyutlarda müdahale edebilmekteydi.
Stefano, Trikulo ve Kaliban ise sonuçta herkesi yok ediyor. Birer canlı bomba olarak final sahnesini işgal edip, Prospero'yu ve her şeyi havaya uçuluyorlar. Yıkım nihai, total... Oyun artık yazılmış olduğu gibi sona eremez. Prospero büyüsünden vazgeçer, insani değerlerine kavuşur ve bir delinin (mi acaba?) elinde ölüme yatırır. Bombalı intihar saldırılarının günümüzde üzücü bir yaygınlık kazandığını bilmiyor değilim ancak bu unsurun Shakespeare'in mi yoksa Prospero'nun mu dünyasını kast ettiğini tam olarak anladığımı söyleyemem. Tekrar etmek gerekirse yönetmen çarpıcı, şaşırtıcı farklı bir yaklaşımla, cevaplar sunmak yerine seyirciyi kafasında bir çok ilginç soruyla evine göndermektedir. (*) Oyun esas haliyle bir orkestra çukuru olan bir sahne için tasarlanmıştı. Prospero'yu canlandıran sanatçı oyun boyunca bu çukurun içinde oynuyordu. Fransa'daki sahnenin böyle bir olanağı olmadığı için Mark Rosenblatt'ın bu eleştirisi anlam kazanıyor.
Kenterler'de sezonun ikinci oyunu
pe
cy
a
"Gece Mevsimi"
> Beki Haleva > bekihaleva@hotmail.com
Değişim rüzgârı her alanda olduğu gibi tiyatroda da etkilerini gösteriyor. Kent Oyuncuları yeni oyunları "Gece Mevsimi"yle alışılmış çizgilerinin dışına çıkarak bu durumun somut bir örneği olarak izleyicinin karşısında. Bolca küfür içeren "Kumarbazın Seçimi"nden hiç de rahatsız olmayan izleyici, "Gece Mevsimi"nde yakası açılmamış küfürlerin yanı sıra azımsanmayacak sayıda "kırmızı noktalı" sahnelerin yer almasından rahatsız olmak bir yana, hayli hoşnut kalacaktır kanımca, tabii kalıplan kıramayan küçük bir kesimin dışında. Yönetmen Mehmet Birkiye sahneye koyduğu bu oyun için "samimi ve sansürsüz" sıfatlarını kullanırken oyunun az önce sözünü ettiğim bu iki boyutundan söz ediyor olmalı. "Türk tiyatrosu kendini çok yukarıda görüyor. Dil olarak, çok seçkin ve başöğretmen tavrında. Ben kişisel olarak o başöğretmen tavrından oldukça sıkıldım. Biraz frene basmak zorundayız.", derken de neden bu değişime ayak uydurma gereğini duyduğunu açıklamış olmuyor mu? Özel bir üniversitede Oyunculuk Bölümü'nün başında bulunan Birkiye'yi, akademisyen kimliğinin yanı sıra birçok oyunda dikkatleri toplayan başarılı oyunculuğuyla da tanıyoruz. Bu kez başarılı bir yönetmen olarak karşımızda ve oyun boyunca sergilediği yaklaşımıyla, yukarıda alıntıladığım sözlerinin arkasında durduğunu kanıtlıyor.
gençlerini oldukları gibi, en doğal şekliyle sahneye taşıyorlar. Özellikle de rolünün sağladığı avantajla Demet Evgar'ın oyunculuğu tüm dikkatleri topluyor. Judith'in sevgilisini oynayan Osman Sonant (Gary) ile yakışıklı aktörde (John) Umut Temizaş bu uyumlu castingi tamamlıyorlar. Bu oyunun bir özelliği de en az oyuncular kadar ön plana çıkan, farklı farklı mekânlarda geçen bu çok sahneli metnin uzam sorununa en işlevsel şekilde çözüm getiren sahne tasarımı. Barış Dinçel ayrıntıları göz ardı etmeden gerçekleştirdiği başarılı çalışmasıyla, bir evi barındırdığı tüm yaşam alanlarıyla (üç yatak odası, bir mutfak, bir oturma odası), bir barı, bir kütüphaneyi, su birikintileriyle dolu bir sokağı, bir restoranı sahneye aynı anda taşımayı başarmış. Olanaksız diye düşünebilirsiniz ama olmuş, hem de izleyicinin gözlerini yormadan. Dinçel dönen platformlar ve Cem Yılmazer'in başarılı ışık düzeniyle gerçekleştirmiş gerçek yaratıcılık gerektiren tasarımını ve böylece yönetmene bir film setini çağrıştıran bu düzeneklerle rahat çalışma olanağı sağlamış. Böylesi başarılı bir dekor içinde gözüme batan tek şey yanan şömineye atılan ve elbette bir türlü kül olamayan o beyaz kâğıtlar oldu, onu da nazar boncuğu olarak kabul ettim ben. Kostüme gelince Gülay Kuriş gerek iç, gerek dış giysilerde çok isabetli seçimler yapmış, her biri kişiliklerle uyum içinde. Sonuçta göze ve yüreğe, bir dönemin artık unutulmuş parçalarıyla da kulaklara hitap eden, hem güldüren, hem hüzünlendiren, hem de eğlendiren görülmeye değer bir yapım çıkmış ortaya.
pe
cy
a
Oyunu yazan Rebecca Lenkiewicz, çevirense Şükran Yücel. Geçen yıl İki Hayat Sonra'da başarılı çevirisine tanık olduğumuz Yücel, oyunun ritmine destek veren, dil düzeyi metnin bağlamıyla tamamen örtüşen çevirisiyle, yine bilinçli bir çeviri örneği sunuyor. Yaşanmışlıkların izleridir çoğu kez yapıtları ortaya çıkaran. Rebecca Lenkiewicz bu saptamaya tipik bir örnek. Striptizci ya da kendi deyişiyle "masa dansçısı" geçmişinden yola çıkan Lenkiewicz, yıllar önce yaşadıklarını drama okulunda edindiği bilgilerle donatarak yazarlığa adım atmış ve ilk oyunu "Soho", Edinburgh Festivali'nde birincilikle ödüllendirilmiş. "Gece Mevsimi"yse gelecek vaat eden yazar kategorisinde 2004 Critic's Circle tiyatro ödülüne lâyık görülmüş. Yazarın uğraşları arasında oyunculuk ve film senaryoları da yer almakta, ancak kendisi oyun yazarlığına öncelik tanıyor. Onu 90'lı yıllarda İngiltere'de ortaya çıkan ve "in-yer-face" diye adlandırılan yeni bir tiyatro akımının temsilcilerinden biri olarak tanımlayabiliriz. İşlediği konularla günceli yakalayan, kullandığı dil ve imgelerde uç noktalara ulaşarak izleyicide şok etkisi yaratmayı amaçlayan bir yaklaşım bu. İzleyiciyi, izleyici konumundan uzaklaştırıp sahnede yaşanan öfkeye, kızgınlığa, düş kırıklığına, ortak ediyor ve böylece izleyici "suratına yumruk yemiş" gibi oluyor. 60'lı yılların alternatif tiyatrosunu anımsatsa da şok etkisi daha bir güçlü bu yeni yaklaşımın ve genç kalemlerin hayli ilgisini çekiyor. Bir de tiyatroyu sinemaya yaklaştıran bir yanı var. Oyun bittiğinde tiyatrodan çok film izlemiş gibi hissetmiş olmamın nedeni bu olmalı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide "(...) beni düşündüren günümüz tiyatrosunun gitgide televizyonla özdeşleşmesi ve yeni birçok oyunun gerçek drama yerine günümüz pembe dizilerine benzemesi", diyerek kaygısını belirtmesine karşın bu oyununda, kendi de bunun pek dışına çıkmış sayılmaz, bana göre. Yazarın öz yaşamından izler taşıyan oyunun başlığı çağrıştırdıklarıyla, ana temanın ipuçlarını kendinde barındırıyor bir bakıma. Aşka, sevgiye, şefkate susamışlık, yabancılaşma duygusu, yalnızlık ve yalnızlığın yarattığı soğuk karanlık, soğuk gecelerle, gece mevsimleriyle dolu bir yaşam. Bir baba, üç kız kardeş ve bir büyükanne küçük bir İrlanda kentinde işte böylesi bir yaşam sürdürmektedirler. Bir de bir anne vardır cismiyle olmasa da ismiyle hep sahnede yer alan. Sarhoş koca onu terk etmiş karısının, genç kızlar annelerinin, artık bunamış yaşlı kadınsa kızının özlemiyle doludurlar hep, aksini söyleseler de. Film çekimi için kente gelen ve evlerinde bir oda kiralayan yakışıklı aktör biraz renklendirecektir bu tekdüze yaşantıları, özellikle de hayal ile gerçek arasında gidip gelen yaşlı Lily'nin yaşantısını ve bir de güzel Rose'unkini. İkinci yansı kanımca biraz uzun tutulmuş bu oyunun en çekici yanı ustalar ile ustalaşan çırakların izleyiciye sundukları oyunculuk şöleni.
Büyükanne Lily rolünde Yıldız Kenter unutulması zor bir oyunculuk sergiliyor. Büyükanneleriyle yaşamış olanlar iyi bilirler o tonton yaşlı insanların değişken mizaçlarını. Kimi zaman yaramaz bir çocuk kadar muzır ya da korumasız bir çocuk kadar muhtaç, kimi zaman genç bir kız kadar mahcup, kimi zamansa çileden çıkaracak kadar ben-merkezci olabilirler. İşte tüm bu ruh hallerini bütün çarpıcılığıyla yansıtıyor Yıldız Kenter usta oyunculuğuyla ve herkesin biraz kendi büyükannesini bulabileceği müthiş bir büyükanne portresi çiziyor. Patrick'i canlandıran Selçuk Yöntem'se sabahtan içmeye başlayan, ağzından küfrü hiç eksik etmeyen, ama öbür yandan Kral Lear'den replikleri de aynı doğallıkla ağzına yakıştıran baba karakterinde artık kanıksadığımız ustalığıyla öyle başarılı ki "başöğretmen" dilinin dışında da tiyatro yapılabileceğini kanıtlıyor. Ailenin üç kızını üstlenen Demet Evgar (Judith), Yeşim Koçak (Rose), Elvan Boran (Maud) gerek oyunculukları, gerek fizikleriyle bu oyun için biçilmiş kaftan gibiler. Bizim kızlarımıza onca küfrü yakıştıramasam da sanırım her biri hüzünleri, neşeleri, o çalkantılı iç dünyalarıyla günümüz
Canlı diyalogları ile göz dolduran
pe
cy a
"Gece Mevsimi"
> Robert Schild > robertschild@tiyatrodergisi.com.tr
Kenter Tiyatrosu, yenilikçi çizgisini sürdürüyor - "Inishmorelu Yüzbaşı" ve "Kumarbazın Seçimi"nden sonra, gene Anglo sakson kökenli, gene çok sayıda genç oyuncunun rol aldığı, gene oldukça "sert" dilli bir oyun ile karşımızda... Daha otuz yaşını yeni devirmiş Rebecca Lenkievvicz'in ikinci oyunu "Night Season", Londra National Theatre'daki ilk gösteriminden hemen bir yıl sonra Kenterler için keşfedildi. Bunun da haklı bir nedeni olsa gerek: Oyunun odağında, ruhu genç kalmış bir anneanne var - Yıldız Kenter için biçilmiş kaftan! Gecenin ilerlemiş saatlerinde genç aktör John, irlanda'nın bir kıyı kasabasındaki film çekimleri sırasında kalacağı evin kapısını çalar. Herkes uykudadır, Lily'nin dışında. Kızı, yıllar önce kocası ve üç küçük çocuğunu terk ettiğinden beri, bu yaşlı hanım ayyaş damadı ve bugün genç kızlık çağına gelmiş torunlanyla birlikte oturuyor. İşte bu monoton ortama, evdeki aksak ritme değişik bir rüzgâr estirmeye başlayacaktır, bu yörede çevrilecek filmde İrlandalı şair W.B.Yeats'ı canlandıran John... Daha ayağının tozuyla Lily ile bir kadeh içip dans ederken, bu yaşlı hanımın ömründeki son aşkına konu olur. Sabah olduğunda, herkesin kendi çapında cinsel sorunları
olan ev halkı aralarına katılır. "Kız kurulan" Rose ve Maud, hemen John'a abayı yakarken, ona kalacağı kendi odasını gösteren Rose ipi göğüsleyerek yakışıklı genç ile oracıkta sevişiverir. Diğer kardeşleri, kendinden emin kütüphane görevlisi Judith, oldukça soğuk bir genç olan Gary'ye aşıktır ve onu kendisine bir türlü bağlayamaz. Whisky'ye kahvaltıdan başlayan babaları Patrick'e gelince, o da gittiği pub'daki barmaid'e tutkundur... Anton Çehov'dan tam yüz yıl sonra, değişik bir "Üç Kızkardeş" öyküsü... Ne var ki, "zamane" kızlarımız burada özlemlerle yetinmeyip, eylemlere başvuruyorlar! Örneğin Judith, onları on beş yıl önce bırakıp Londra'ya yerleşmiş annelerini görmeye gidiyor - ne var ki bu ziyaret, istediği gibi gerçekleşmeyecektir... Rose ise, bütün gayretiyle tutulduğu John'u yitirmemeye çalışıyor. Ancak oyunun en renkli kişiliği anneanne Lily'dir kuşkusuz, samimi davranışları ile herkese kendini sevdirmesiyle... Unutkanlığı ve bazı sözleriyle bunak bir ihtiyarı andırsa da, birtakım gizli gerçekleri ortaya çıkarabiliyor, kolayca. Oyunun sonlarına doğru ise, kızlara anneleri hakkında bilmedikleri bazı gerçekleri de anlatıyor.
Oyunun oldukça "sansürsüz" biçimde sunulmasına - ki bu, Rose ve Maud'un sevişme sahnelerinde, son derece estetik ve erotik biçimde birkaç kez yineleniyor - hiçbir itirazımız olamaz; bu olguyu, çağdaş tiyatromuzda gerçekçiliğe ve samimiyete yol açması bakımından özellikle savunmak isterim. Ne var ki, oyunu izlediğimiz gün dağıtılan tanıtım yaprağında (?!) adı belirtilmemiş olan çevirmen, İngilizce metni dilimize aktarırken, tüm sözcüklerin salt sözlük karşılıklarını kullanması, bazı gereksiz "sert"liklere yol açıyor - örneğin, "fu..in' ashtray" yerine "s..im küllük" değil de, "lanet küllük" sözcüklerini duysaydık, oyundan hiç bir şey yitirilmiş olmazdı! Özetle, bilinen konulan, ustaca kurgulanmış özyapıların yerinde diyaloglarıyla sunan, gerektiğinden uzun olmasına karşın başarılı yorumu, sahne ve ışık tasarımıyla, şu ana dek gördüklerimizin arasında başa güreşmeyen, ancak gözardı edilmeyecek bir oyun.
a
Ne var ki, oyunun konusu aslında hiç, ama hiç önemli değil. Dahası - anneleri tarafından terkedilmiş kızlar; dışı kaba, içi pırlanta bir baba; bunak/sevimli bir anneanne ve genç/yakışıklı yabancı - tüm bu klişeleşmiş karakterler de bir çeşit "dejavu" hissini veriyor, izleyicilere... Bu oyunda bence esas olan, tüm bu bilinen etmenlerin oluşturduğu "helva"dır - ve bu başarılı bileşimi sağlayan iki güç öne çıkıyor: Yazarın canlı diyalogları ve bunları değerlendiren oyuncular.
konu edinen "Gece Mevsimi"nin kâh hüzün, kâh güldürü unsurlarını iyi yakalamış, yönetimi üstlenen Mehmet Birkiye. Ona burada, ailenin oturma odasını gökyüzünde yıldızların izlendiği bir kumsala çevirebilen ışık tasarımıyla Cem Yılmazer, büyük katkılarda bulunuyor. Son yılların en üretken dekor tasarımcılardan Barış Dinçel'in ise, mutfak/oturma odasının sağı, solu ve arkasına yerleştirdiği üç yatak odasının da gerektiğinde saydam, gerekmediğinde ise birer kapalı kutu olmasını sağlayacak son derece işlevsel sahne tasarımı, özel bir alkışa değer...
pe cy
Londra'nın barlarında yetişmiş, masaların üstünde dans edişini "Soho - A Tale of Table Dancers" başlıklı kısa oyununda konu eden Rebecca Lenkiewicz, tiyatro eğitimi ve oyunculuğunun ardından bugün İngiltere'nin en umut vaadedici oyun yazarları arasında yer alıyor. "Soho", 2000 yılı Edinburgh Fringe Festivali'nde birinciliğe, saygın London National Theatre'de sahnelenen "Night Season" ise, 2004 İngiliz Eleştirmenler Ödülü'ne layık görülmüştü. Gerçekten de oyunun yalınlığı, başkişilerinin doğallığı ve birbirleriyle oluşturdukları inandıncı ilişkileri, "Gece Mevsimi"ni görülür kılmakta - her ne kadar, bana kalırsa, iki saati geçen süresi 10-15 dakika kısa tutulabilseydi...
Ancak, en az yazarı kadar, sahne sanatçılarıdır, özellikle bu konusu "şablon" oyuna can veren... Diğer iki kız kardeşi canlandıran Demet Evgar ve Elvan Boran ile "John" Umut Temiztaş ve "Gary" Osman Sonant'ın yanısıra, özellikle üç oyuncu öne çıkıyor bu yapımda: 2001/2002 sezonunda aynı sahnedeki "Çözüm"de ilk kez gözüme çarpmış olan Yeşim Koçak, tutkulu/içine kapanık Rose olarak, özellikle John ile ikinci beraberliğinde çok başarılı bir oyun sergiliyor. - Kolay bir rol gibi görünmekle birlikte, aslında hiç de öyle olmayan alkolik baba olarak Selçuk Yöntem'den başkası düşünülemezdi - ve gerçekten de, son olarak "Fernando Krapp" olarak alkışladığımız bu devingen sanatçı, tüm kabasabalığına karşın gerek büyük kızı Judith ile olan yakınlığını, gerekse Lily'ye karşı olan şefkati en içten şekilde canlandırmasını bilmiştir. - Ve tabii ki, zaman zaman yaşından çok daha genç ruhlu davranışlarda bulunan Lily (oyunda şarkısı çalınan Lily Marlen'e bir gönderme mi acaba?): Yarı bunaklığı, yan sevecenliği, bir yandan içtenliği, beri yandan komikliği ile parlayan bu özyapı, Yıldız Kenter'in ustalığıyla canlanırken, melankoli ve mizah arasında gidip gelen oyunun da bir çeşit simgesini oluşturuyor!
Tanrının sahneye indiği oyun:
pe cy a
"Jeanne d'arc'ın Öteki Ölümü"
> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Hemen konuya gireyim, Oyun Atölyesi'nde Bulgar yazar Stefan Stanev'in "Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü" başlıklı oyununu izledim. Çok kısa özetlemem gerekirse, "ya Jeanne dArc bir çatışmada ölseydi" varsayımından yola çıkılarak kahramanlık, iktidar, din, milliyetçilik gibi kavramları tersyüz eden bir oyun bu oyun. İnsanın, bireyin; din ve milliyetçilik gibi egemen ideoloji tarafından nasıl sarmalandığını anlatmakta. Fars ve dolayısıyla komedi öğeleriyle bezenmiş. Egemen ideolojiler karşısındaki insanın zaferim onaylayarak son bulmakta. Konu, Öyle Pek Bildiğimiz Konu Değildir Savaşta ölen Jeanne d'Arc'ın kahramanlaşmasından korkan engizisyon, parlak bir fikir buluyor: Zinadan ölüme mahkûm olmuş Jeannette adlı bir kadın oyuncudan Jeanne d'Arc rolü yapmasını istiyorlar. Eğer rolünü iyi oynar, af diler, Jeanne dArc'ı halkın gözünde küçük düşürmeyi becerirse hayatı bağışlanacaktır. Ya hayatı seçecektir, ya da onurunu korumayı... İktidarını kaybetme paniği içindeki tanrı ile oportünist halkın temsilcisi cellat da ona bu yolculuğunda eşlik ederler.
a cy pe Zekâ ve İroni Bezeli Dilden, Hüseyin Mevsinı'in Başarılı Çevirisi Sonradan öğrendim ki, metnin başındaki paragrafta, bir Bulgar halk söylencesinden söz edilmekteymiş. Meğer, Bulgar folklorunda bir iyi, bir de kötü tanrı bulunulmuş. Oyundaki tanrı da işte bunlardan birisi, ama hangisi, orası belli değil. Ben, iktidarını koruyan bir tanrı olarak algıladım. Konu gerçekten ilginç ve hem zeki, hem de ironik bir dille yazılmış. Hüseyin Mevsim'in de eline sağlık, pek güzel çevirmiş. Yazarın Yazılı Onayı İle Yapılan Eklemeler Oyunu izlerken, ne yalan söyleyeyim önce hafif sulandırılmış
buldum. Ama gene sonradan öğrendim ki, yazar metninin sonuna, oyunun sahnelendiği zamana ve ülkeye, o ülkenin siyasal ortamına uyarlanabileceğine dair bir not düşmüşmüş. Bu bilgiyi edinince, bu kere, 1431'de geçen olaya, günümüz tanrısı yerleştirilmişse, bir de yazarın yazılı onayı varsa Bush'u, Putin'i, Süleyman Demirel'i, Saddam'ı, Kenan Evren'i, hatta Recep Tayip Erdoğan'ı bile dahil edebilirsin diye düşündüm. Kemal Aydoğan da, dahil etmiş zaten. Her Korktuğum Başıma Gelmez Ya!.. Gene de korktum. Korkum, güncelleştirmenin dozunu Muzaffer Kuşhan'a kadar götürürsen, oyunun giderek fazlaca
sulanması kaçınılamazlığından kaynaklanmaktaydı. Hiç unutmam, 2002 yılında Reşat Nuri Güntekin'in "hiciv dehası" olarak nitelendirilen "Değirmen" adlı romanından Turgut Özakman'ın uyarladığı "Sarıpınar 1914" oyununu eleştirmiştim. Hakan Altıner'in yönettiği oyunda, usta oyuncu Zihni Göktay Kaymakam'ı oynuyordu ve yaptığı doğaçlama esprilerle seyircinin ilgisini sürekli zinde tutmaktaydı. Fazla bulmuştum, çok "sulanıyor" gibime gelmişti, öyle de yazmıştım. Eleştirim yayınlandıktan sonra, Şile Belediyesi tarafından düzenlenen kültür festivalinde karşılaştım Göktay ile. Yazdıklarımdan hiç mi hiç alınmamıştı, müthiş bir olgunluk içinde (benden üç yaş küçüktür): "Ben halkımı tanıyorum," demişti. "Sosyal dokuyu çok iyi biliyorum. Yaptığım espriler zaten onun için tutuyor. Sarıpınar'ı Turgut Özakman'ın bize emanet ettiği gibi oynasaydım, tutmazdı. Esprileri fazla bulduysan sözüm yok, ama bilesin ki tuluat yellenmeye benzer. Bir koyuverdin mi artık tutamazsın." Güven Kıraç da ya tutamazsa!.. "Jeanne D'Arc'ın Öteki Ölümü"nde de sırf güldürü unsuru doğsun diye metne eklemeler yapılmıştı. Örneğin, Cellat bir bölme işlemi yapıyordu. Böyle bir bölümün metinde olmadığını, Güven Kıraç'ın eklediğini anladım. Kötü değildi espri, ama çok uzatılıyordu. Keza, "kuş"un kaybolduğu tablo... Çok uzuyordu. Korkum tamamen bu açılardan kaynaklanmaktaydı, esprileri estetik bulmamamdan değil. Seyirci güldükçe, ya Güven Kıraç da "tutamazsa" diye korktum. Oyun sırasındaki korkumun başka bir nedeni yoktu.
Oyunculara gelinceee... Tülay Günal'ın, hareket ve diksiyon hakimiyetini beğendim. Ancak ses tekniğini kesin olarak geliştirmeli diyeceğim. Geliştirmesi için ısrar da edeceğim, ricada da bulunacağım. Yoksa, kendini bir oyun içinde bulan, kuşatılmış, hem saldırgan, hem kırılgan, aşağılaşmayan, yeri geldiğinde şerefsizleşen Jeanne'ı da, Jeannette'i de iyi çizmiş. Güven Kıraç, coşkularını yönetmeyi ve onları seyirciye okutmayı çok iyi biliyor. Cellat'ın dramatik konumunun uyandırdığı ruhsal durumu çabuk yakalıyor. Hiç kuşkum yok ki, coşku ve duyu belleği çok güçlü bir oyuncu Güven Kıraç. Tiyatroya dönüşü bir olay bence. Hoş geldin Güven Kıraç! Hoş geldin, güç getirdin!.. Ve Haluk Bilginer Haluk Bilginer, hiç kuşkusuz Türkiye'nin en iyi oyuncuları listesinin ilk sıralarında yer almakta. Türkiye, tiyatrocu Haluk Bilginer ile övünmeli. Bu oyunda da, "mış gibi" yapabilmenin ve duygulanımlarını soğukkanlılıkla üretmenin, kendiliğindenliğe bağımlı kalmamanın somut örneğim vermekte. Yalnız, önce neden Musevi lehçesi kullanıyor, sonra neden vazgeçiyor anlamadım. Başındaki "yarmulka"ya da bir anlam veremedim. Mutlaka vardır bir bildiği. Ayıp değil ya, ben anlamadım.
a
Bu İşin Bir de Oyundan Sonrası Var Oyundan sonra şöyle düşündüm. "Kimim, ne yapıyorum, durduğum yer neresi, ilkelerime sahip çıkıyor muyum," gibi sorulara yanıt arayan oyun, yani halkımızın hiç alışık olmadığı, hatta yabancısı olduğu soruları soran oyun, seyirci üzerinde belki hiç aklıma gelmediği dozda bayıltıcı etki yapabilirdi. Ne de olsa çoğunluğu seviyesiz televizyon dizileriyle beslenen bir halk bu. Kahkaha efektleriyle gülmeye alıştırılmış, bir halk... Kemal Aydoğan, belki de bunu bildiğinden, metne komik ekler yapmayı yeğlemiş, sorgulamayı matraklaştırmış. Neden olmasın?
İrfan Vanlı'nın Işığı Işıldayan Oyuncular Işığı İrfan Varlı yapmış. Spotların kullanıldığı açılar iyi değildi. Sahnenin solunda gelişen tablolarda oyuncular çoğu kez gölgede kaldı. Kostüm tasarımcısının adı oyun broşüründe yoktu, ama Jeanne'ın bluzu kötüydü ve gerek Jeanne'ın, gerekse Cellat'in dizlikleri saklanabilirdi. Alper Maral'ın müziğini sevdim ben. Bir dizi atmosfer yaratmayı başarmış olarak nitelendirdim.
pe cy
Kısacası, Oyun Atölyesi gene yapacağını yapmış. Müthiş bir oyunla sezonu açtı. Arkası gelir umarım...
Metin, Halkımıza Ağır Gelebilir mi? Söylediğim gibi, metin halkımıza ağır gelebilirdi. Düşünsenize, Jeannet, ikilem içinde. Acaba Engizisyon üyelerinin ayaklarına kapanıp, canını mı kurtarsa, yoksa Jeanne d'Arc olduğunu kabullenip, onuruyla ölmeyi mi göze alsa? Bu soruyu celladına ve ansızın hücresine ışınlanan tanrıya da soruyor. Onlar da kendilerince yanıt veriyorlar. Metin bu haliyle seyirciyi doğrudan sarmalayabilir miydi sizce? Seyirci, kendi 'öz'ünü bulmak için bir 'seçim' yapması gerektiğini anlayabilir miydi? Bu seçim sonucunda, insanlık onurunu temel alması gerektiği iletisi kendisine böyle kolay ulaşabilir miydi? Kemal Aydoğan, bence doğruyu seçmişti. Sustum. Dekor-Kostüm, Ben Günay İle Kuş'a Küstüm Bengi Günay-Gamze Kuş ikilisinin sahne tasarımı iyi de, gereksiz masraflı gibime geldi. Kendilerine, sahneyi "geniş U" biçiminde kaplayan ahşap platforma ne gerek vardı diye soracağım. Sadece bir kez kullanılıyor. Duvarın öne doğru açılması da öyle. Tanrı, İsa tasvirinin arkasından çıkamaz mıydı? Çıksa olmaz mıydı?
Neden olmasın? Olurdu. Duvar öne doğru devriliyor, arkasından dumanlar arasında tanrı sahneye giriyor, müzik gümbür, renkler cümbüş... Jeanne uyumakta... Uyanmıyor... Yani, tanrıyı o tantana içinden görüp şaşırmıyor. Böyle bir mizansen kullanılmıyor. Uyanıyor, sonra görüyor tanrıyı. Dolayısıyla o masrafa da gerek yoktu diyeceğim. Dedikten sonra da bekleyeceğim. Bakalım Haluk Bilginer bana kızacak mı, yoksa Oyun Atölyesi'ne mali müşavir olarak mı atayacak. Bekleyeceğim.
Kısa kes derseniz, bu oyun kesinlikle görülmeli derim. Bu oyun, hele İstanbul'da yaşıyorsanız ya da İstanbul'a gelmek olanağınız varsa mutlaka, ama mutlaka görülmeli. Bu oyunu görmeyen bir anlamda "eksik kaldığını" bilmeli©
Oyuncu-danscı-şarkıcı
pe
cy
a
Ayça Varlıer
> Genco Demirer > gencodemirer@tiyatrodergisi.com.tr
Yıkık dökük bir İstiklal Caddesi gürültüsünde, kendini doldurmuş, bilgisini biriktirmiş, yolunu bulmuş, yürümeyi bırakmış, koşmaya başlamış bir oyuncu-danscı-şarkıcı Ayça Varlıer ile samimi samimi söyledik, Ayça yorgundu biraz, ama İstiklal Caddesi çok gürültülüydü, belki de kızı bu daha da yordu. Biz kahve içtik, söyleştik, eh artık size de afiyet olsun. Sen, Amerika'da, Londra'da, Rusya'da oku. Tamam öğün, çalış ve güven ama niye döndün? Vizem bitti evlenmem gerekiyordu, çalışma vizesi alamadım, 11 Eylül oldu, ortalık karıştı, bende bir karambole düştüm. Ben Amerika'da 10 sene kalmış olmama rağmen "Hayır" yanıtını aldım. Orada ajansım vardı, sendikaya üyeydim ki bu sendika üyeliği çok önemli birşey, yani bir seçmeye çağrıldığınızda binlerce kişinin önüne geçiyorsunuz, birebir görüşme ayarlanıyor, ama olmadı işte. Ve döndün... Evet, döndüm. Orada bir sürü teklif alıyordum, birçok televizyon programına çıktım, bir Acting Company'de oynamaya başladım ama devam ettirseydim yasadışı hale gelecekti ve ben böyle birşey istemedim.
Peki neden Avrupa'ya gitmedin, Londra'da da okumadın mı sen? Evet ama orada da aynı problem... Ya evlilik ya da Adios!.. Aynen öyle. Dönünce ne yapmak istedin, Tiyatro mu? Müzik mi? Sinema mı? Ben şu anda bir müzikalde oynuyorum "Batı Yakasının Hikayesi" zaten müzikal hem tiyatroyu hem dansı ve hem müziği içinde barındıran bir oluşum. Sonra dizim var "Gümüş" diye, onun dışında bir de albüm çalışması var. Hepsinin kulvarı farklı yani tiyatro, müzik, sinema. Hepsinde koşmak senin tercihin mi? Burda birini seçmen lazım bilmiyor musun? Bunu bana çok söylediler ama ben böyle düşünmüyorum. Çünkü benim eğitimim hem müzik hem oyunculuk üzerine. Birisini seçmek zorunda değilim! Hayat görüşüm ve geleceğe bakışım da bu yönde. İsteklerim bu yönde. O zaman tiyatro ve müzik ruhunu dolduruyor dizi de cebini mi? Öyle gibi ama benim için büyük bir adım sinemaya giden. Çok şey öğreniyorum. Bir de üstüne para veriyorlar... Evet. Sinemada "O Şimdi Mahkum'da küçük bir rolde oynadım. Ama bu dizi beni sinemaya hazırlayan başka bir okul oldu.
İlk sahneye ne zaman çıktın? Lisedeyken, Amerika'da bir müzikalde oynadım "Oz Büyücüsü "nde. Ve çok etkilendim. Hem dans ettim hem oynadım hem de şarkı söyledim. Para aldığın ilk oyunun ne? Master yaparken Amerikan Repertuvar Tiyatro'sunda oynadım. Büyük bir salon düşün ve orada tam 40 temsil oynadık. "IV. Enrico "daki 2 kadından birisiydim. Bu çok gurur ve heyecan vericiydi. Türkiye'den birisi olarak neler yaşadın? Çok uç noktada maceralarım olmadı. Çünkü ben başından beri biliyordum ki ben bir Amerikalı olmayacaktım. Zaten öz Amerikalı dışında binlerce etnik kimlik var, onlardan birisi oldum. Bu sana iş getirdi mi? Seçmelerde fark yarattı mı? Yani Türk'ten çok bazılarına göre avrupalı, bazılarına göre de doğulu tipim olduğu için faydası oldu tabii. Aksanın var mı? Masterdan sonra aksanımı tamamen düzelttim. Zaten master amacım oydu. Oyunculuğun köküne girip, fonetik ile aksanımı kusursuzlaştırmak. Pek güzel. Şimdi geri dönme hayalin var mı? Yok, şu an zaten bir dizim var, "Batı Yakasının Hikayesi"nde Anita rolünde oynuyorum ve en önemlisi bir Amerikalı ile evlenmeyi düşünmüyorum!
cy a
Zaten yeteri kadar okumuşsun, hala mı okul! Bu kadar okuyacağına kapağı bir diziye atsaydın şimdi ne olurdu? Bilmem! Ama ben tam 10 yıl okudum sonuçta, ama bu aileden gelen bir kültür. Benim yetiştiriliş tarzım. Ben 1213 yaşındayken bile "Ben Amerika'ya gideceğim ve okuyacağım" diyordum. Annem balerin, ablam dekor kostüm tasarımcısı, dedim ya aileden gelen birşey.
Hayata böyle mi bakarsın hep, "Konuya hakim olayım" tarzında. Evet hakim olayım ki kendimi rahat hissedeyim. İlk dizi çekiminde "kayıt" dendiğinde ellerim titriyordu ama şimdi konuya hakimim ve çok rahatım. Sahnede de bu aynı...
pe
Öğrenci değişim programıyla mı gittin? Evet. Önce orada liseyi bitirdim. Sonra Jazz Vokal okumak istedim ama babam "Oku ama Türkiye'ye dönersen şarkını söyleyecek mekan bulamazsın." dedi. Ben de konservatuara girdim.
Tüm bu oyun, dizi, müzik dışında ne yapıyorsun? Ne okuyor? Ne izliyorsun? Orası biraz kötü işte! Genelde sadece kişisel ve kariyer gelişimim için çalışıyorum, ama en son "Beş Beşe"yi okudum, sırada "Parfümüm Rüyası" var. Tiyatro oyunu okuyorum bol bol, İngilizce'den çevirmek için. Tiyatro'yu düşünmeden olmuyor zaten. Uyumadan önce bir durur ve
cy a
düşünürüm, kafamı rahatlatır öyle uyurum. Bunlar benim ve kariyerim için en verimli anlardır. Yalnızken mi rahatsındır? Tabii ki... Benim iyi işlerden önce bir müddet yalnız kalmaya ihtiyacım var. Şu anda çok fabrikasyon çalışan bir sektördeyim dizide, ama bu durumda bile kendime 15 dakika bile olsa yalnızlık ayırabiliyorum. Tuvalete kapanır yalnız kalırım gerekirse. Kendimi dinlemem lazım.
pe
Kurumsal tiyatroya nasıl bakıyorsun? Dışarda para var, bir kuruma girip maaşlı çalışmak işine geliyor mu? Kadroda geliyormuş zaten İstanbul'a. Neden negatif bakayım ki? Bu diziler bugün var yarın yok! Yarın bir değişim olur izleyecek televizyon bulamayız... Burada sen de ben de birşeyler için çaba gösteriyoruz... Senin çaban ne için? Kendimi doldurmak, bilgilenmek, bilgilenmek. Şu anda istediğim şeyleri yapıyorum gibi, AKM'de oynuyorum, dizim var, albümüm çıkacak. Gerisini zaman gösterir. Karar odağı sen misin? Yani binlerce kişi dese ki "Sen süper bir oyuncusun" bu sana yeter mi? Hiç bir önemi yok. Ben kendimin yeterli olup olmadığını bilmeliyim, o yüzden doğru karar odağı benim. O zaman Afife Ödülü'ne adaylığın sana birşey kattı mı? Bir zararı olmadı. Kriterleri çok gevşek bir popülerite sisteminde yaşıyoruz, Warholl demiş ya "An gelecek ve herkes 15 dakikalığına popüler olacak"diye. Bir abuk hareketin ile en ciddi TV kanallarının ana haber bültenlerinde konu olabiliyorsun. Bu fırsatı değerlendirmek aklına geldi mi? Bu kadar konuşmadan sonra gelmiş olabilir mi sence ya? Bir saattir ne anlatıyorum ben? Neden Kaynana Semra da tiyatro'da oynuyor sen de... Ama birikim farkı var, dalga geçiyorsun di mi?
Evet.. Peki Tanrı inancın var mı? Var tabii... Bire bir Tanrı ile aramda bir enerji alışverişi var bir de ne yaparsam yapayım kendimi şurada (şu anda kalbini işaret ediyor eliyle) rahat hissetme zorunluluğum. Aynı yoldan yürüdüğüne inandığın, seni geçen ya da geride kalan ama sana faydası ya da zararı olan birileri var mı? Faydası olanlarla ilgileniyorum. Beğendiğim ve örnek aldığım birçok kişi var, birinin tekniği, birinin ses rengi, dansları. Bunlar okuldan, dünyadan ve Türkiye'den. Bunlar benim yeşil ışığım. Aynı dizide çalıştığım Songül Ödem'den aldığım çok şey var, ben çok şey öğreniyorum. Keyifli bir ekipleyim şu an. Ama ben kimse gibi olamam, kimse de benim gibi olamaz, sadece beğenilen yönlerimizden etkileniriz. Rusya'da hocalarımız bize şöyle derdi "Kendini bulabileceğin, dünya görüşünü açacak, seni heyecanlandıracak o kıvılcımı ateşliyecek bişeyi bul ki, sen de kendini yetiştirebil." İyi bir oyun, bir gösteri, bir film izlemediğim zaman depresyona giriyorum.
Şu an depresyondasın o zaman... Yok, ama son 5 aydır çok yoğun çalışıyorum, filme ya da tiyatroya gidemiyorum ve çok mutsuzum. Mesela şarkı söyleyemiyorum. Söyle... Zaten hedefim bir resital vermek, daha önce Fahir Atakoğlu ile birçok konser verdik. Japonya'da 2000 kişilik salonlarda çaldık, zaten albüm için çalışacağım. Tiyatro'ya da git. Onu da çok özledim. Şimdi bir bale gösterisine gideceğim zaten ve çalışmadığım bir dönemde bütün oyunları gezeceğim. Beğenir misin acaba? Etkilenirim. Hepsini beğenmem olanaksız. Broadway'de yüzlerce oyun sahneleniyor ama ben 3-5 tanesini hatırlıyorum. Çok teşekkür ederim, ne diyeyim kolay gelsin©
pe
cy a
Cuma Boynukara'nın Çaresiz İnsanları
> Sema Göktaş
Cuma Boynukara, adını ilk kez 90'lı yılların başlarında Salihli Belediyesi'nin açtığı oyun yazma yarışmalarında ödül verilen "Muhtara" oyunuyla duyduğumuz bir yazar... "Muhtara" yazıldığı dönemde, -hatta bugün de- Güneydoğu sorunsalına yaklaşımı ile dikkati çeken bir oyundu. Bu oyunu yazarın benzer temalı "Çok Geç Olmadan" ve "Günaydınlara Uyanmak" oyunları izledi. Bölgeyi iyi tanıyan biri tarafından yazıldığı hemen anlaşılan bu yapıtlarda karakterler gözlem ve yaşantı birikiminden gelen bir canlılıkla nefes alıp verirken, ele alınan sosyo-politik durum/sorun da, ezbere çözümlerden uzak tutuluyordu. Ne yazık ki hiçbirini sahnede göremediğimiz bu oyunlardan biri bile sahnelenebilseydi kim bilir ne çok tartışılacaktı... Tiyatronun içinde ve dışında... Derken yazarın bu kez söylencelerden yola çıkan iki oyunu daha yayınlandı: "Ateşle Gelen" ve "Mem ile Zin". Bunlar yöreye bir başka açıdan bakmayı deneyen oyunlardı ve "Mem ile Zin" geçtiğimiz tiyatro sezonunda Işıl Kasapoğlu-Bülent Emin Yarar rejisiyle Semaver Kumpanya'da sahnelendi. Ardından, oyun, yazarına "en iyi yazar" dalında İsmet Küntay Ödülü'nü ve Tiyatro.. .Tiyatro... Dergisi'nin düzenlediği Tiyatro Ödülleri 2005'de Yılın Oyun Yazarı Ödülü'nü getirdi. Cuma Boynukara'nın daha sonraki "O'nun Saltanatı", "Suyun Rengi", "Beceriksizler", "Ölüm Uykudaydı" ve "Görüldü" (yayınlanmamış) oyunları, biçim ve içerik özellikleri açısından yazarın ilk dönem oyunlarından ayrılıyorlar. Bu oyunlarda yerel özelliklerinden soyunmuş kahramanlar neredeyse hiçbir coğrafyaya, hiçbir kültüre ait değilmiş gibi dururlar. Neredeyse diyorum, çünkü zaman zaman onların yaşadığımız toplumun bireyleri olduğunu anımsatan şaşırtıcı simgeler kullanılır; denizden çıkıp gelen zehirli variller gibi (Beceriksizler). "Ölüm Uykudaydı" ise Latin Amerika'da bir ülkede geçen, ancak keskin göndermelerle 12 Eylül sonrasını çağrıştıran bir oyundur. Boynukara'nın saydığımız bu on oyununda dramaturjik yapı benzer özellikler gösterir; kapalı biçim, üç boyutlu kahramanlar, doğrusal gelişim gösteren ve neden-sonuç dizgesini içeren olay dizileri, tutarlı ve bütünlük gösteren konuşma düzeni vb. Kısaca bu yapıtlar, klasik dramatik oyun yapısının temel özelliklerini taşırlar. İlk oyunlarla sonrakiler arasında görülen belli başlı ayrım, ilk dönem oyunlarında ve "Ölüm Uykudaydı"da oyun kişileri, mekan ve zamanın daha gerçekçi ele alınması, diğerlerinde soyutlamaya
cy a
gidilmesidir. Ancak bu soyutlama o oyunların kahramanlarını toplumumuzun birer üyesi olmaktan uzaklaştırıp, yurtsuz, zamansız bireylere dönüştürmemiştir. Dönüştürmemiştir, çünkü Boynukara'nın bir yazar olarak dünyası, oyunlarını kuran asal katmanlardan biri olan "sosyolojik" katmanda karakterize olmaktadır. Başka bir deyişle, Boynukara'nın oyunlarının kalbi, toplumsal sorunlar(ımız)dır. Sınıflı toplum düzeninin egemen olduğu, eşitsiz, yoksul ve yoksun bir dünyada acı çeken insanlar, düzene karşı savaşan ve bu nedenle acımasızca yok edilenler, yenilenler (hatta yenilemeyenler) yazarın dünyasının belli başlı kahramanlarıdır. Yaşam koşullarının bezdirdiği, başkaldırdıkları zaman ise sistemin koruyucuları tarafından yok edilen bu kişiler ancak birbirlerine tutunabilirler; dostluk, arkadaşlık, aşk gibi olumlu insani ilişkiler onlar için başlıca güç kaynağıdır ve bu ilişkiler hayati önem taşır. "Ölüm Uykudaydı"nın direnişçileri, "Beceriksizler"in yenilemeyenleri, "Suyun Rengi"nin ana-oğulu ve "Görüldü"nün hapisteki kocasını dokuz yıl bekleyen Kadın'ı aynı ortak paydada buluşurlar; hayat birlikte daha katlanılır, daha yaşanılır bir şeydir; beraberlik zihinsel olsa bile. Toplumsal düzenin sertçe eleştirildiği bu oyunlarda çıkış nerededir? Çıkış ya da çözüm açıkça gösterilmez; "uzak, mutlu gelecek" ülküsü yoktur; iması da yoktur. Uğruna savaşılması gereken değerler vardır; barış, doğayla uyum içinde yaşama, diğer toplulukların esenliğini de gözetme vb. (Suyun Rengi). Kararlılıkla direnildiğinde çok ağır bedeller ödense bile haklar elde edilebilir (Ölüm Uykudaydı). "Oyun'la çekilebilir bir hale sokulan hayat, "oyun" ortadan kalktığında dayanılmaz bir yüke dönüşür (Beceriksizler); kahramanlar "yalnızlık" ve "yeniden toplumsallaşma" arasında bocalarlar. Şöyle der Kadın: "İnsanlar var, orda süren bir hayat var. Böyle yalnız, böyle bir başına. Nereye kadar..." Akıp giden hayatın dinamizmi her şeye rağmen, tüm acılara rağmen çekicidir (Beceriksizler).
pe
Bu oyunların dünyasında tüm kahramanları kuşatan ortak ve en ağır duygu ise çaresizliktir; yurttaşlarının esenliği için sevdiği adamı öldüren, sonra da oğlunun güvenliği ve kavminin geleceği arasında sıkışıp kalan Kadın (Suyun Rengi), intihar etmeyi bile başaramayıp "oyunsu" bir yaşama kendilerini hapsedenler (Beceriksizler), dokuz yıl boyunca hapisteki Adam'ı bekleyen, ancak Adam'ın ölümcül bir hastalığa yakalandığından habersiz kuşkulara boğulan Kadın (Görüldü), bir Latin Amerika ülkesinde darbe sonrası ağır fiziksel ve psikolojik işkenceye uğrayan
aydınlar (Ölüm Uykudaydı)... Sadece "Ölüm Uykudaydı"mn aydınlan içinde bulundukları çaresizliğe bir çözüm üretebilmişlerdir: Direneceklerdir! Zihinlerini zamanın ve mekanın kısıtlayıcılığından kurtarıp başka bir boyutta ortaklaşa zihinsel üretim yaparak (birbirlerine tutunarak) cezaevinin insanlık dışı koşullarına karşı, insanlık onuru adına ölüm orucuna giderler. Hayatları pahasına kazanırlar savaşı. "Ölüm Uykudaydı"da açıkça işaret edilen ve "direniş" motifiyle örtüştürülen çözüm, ele aldığımız diğer oyunlarda hiç görülmez.
"O'nun Saltanatı"mn kahramanları da şimdiye kadar andığımız oyunlardaki "çaresiz" iklimi solurlar. Buna karşın bu oyunu diğerlerinden ayıran en önemli özellik, oyun kişilerinin "yalnızlığıdır". Bir arada yaşadıkları halde Dilber'in, Bitli'nin, Keş'in, Tahtabacak'ın ve diğerlerinin, hatta O'nun yalnızlığı, başkalarına tutunmayı beceremeyen, tutunduğunda onları da, bizi de acıtan bir yalnızlıktır. Bu kişiler ne ikili ilişkilerde herhangi bir biçimde huzur bulabilirler; ne de toplumsal yaşamda. Mutsuzluklarının nedenini sınıfsal aidiyetlerinde ararız ilkin; ancak oyun ilerledikçe onların O'nun öncülüğünde içinde bulundukları toplumsal yapıyı delik deşik ederek dönüştürmelerine ve sınıf atlamalarına tanık oluruz. Ne yazık ki sonuç değişmemiştir. Mutsuzluk, huzursuzluk, güvensizlik bireyleri zehirlemektedir hâlâ. Bir tek Kalfa bu döngünün dışında gibi görünmektedir; çünkü onu diğerlerinden ayıran bir erdeme sahiptir: Dilber'i sevmek. Kurduğu faşist düzenle diğerlerinin mutsuzluğunu katlayan O, oyunun sonunda Kalfa tarafından öldürülür. Ancak bu bir kurtuluş değildir. Kahramanlar sadece kendilerini değil, diğerlerini de düşünmedikçe yaşadıkları dünya hep aynı dünya olacak, belki de içlerinden birisi yeni O olacaktır. Boynukara'nın insanlarını bu kadar çaresiz yapan nedir? Ufuksuzluk, kendinden başkasını düşünmeme, açgözlülük, paranın her türlü değerin yerini alması, buna karşın özellikle inancın, sevginin, güvenin değerini kaybetmesi, korku ve yılgınlığa teslim olma vb. Kahramanların sınıfsal konumlarının vurgulanması ve çatışmanın genellikle bu eksende somutlaştırılması ise bizi son tahlilde bu çıkışsız bireyleri yaratan toplumsal düzenin eleştirisine götürüyor.
Kulak kabartmak gerek...
pe cy
a
Kahkaha Nereden Geliyor?
> Ragıp Ertuğrul > ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
İstanbul'da tiyatro sahnesi sayısı nispeten az olsa da yerleşik grupların dışında, tiyatro topluluklarının kimi sahnelerde dönüşümlü oynaması seyircilerin farklı oyunlar izleme şansını artırıyor. Ödenekli tiyatrolar dışında kurumsallaşan özel topluluklardan kimileri sanatsal kaygılar içinde prodüksiyon tiyatrolarına ağırlık verirken, kimileri de eğlendirme ağırlıklı ve zaman zaman da gişe kaygısıyla bulvar tiyatrosu veya komedi olarak tanımlanabilecek örneklerle seyircinin karşısına çıkıyorlar. İşte bu yazımda, kentin kültür sanat hayatının çeşitliliğini yansıtan, sanat yapmaktaki temel amaçlan tiyatro aracılığıyla, insanları günlük dertlerinden ve çetrefilli ilişkilerinden uzaklaştırarak alkışlarına gülen yüzleri eklemlemek olan ve çoğu da salon maliyetlerinden dolayı seyirci karşısına genellikle sadece hafta sonu günlerinde çıkabilme şansını yakalayan sezon oyunlarından bahsedeceğim. Şimdilerde, salt eğlendirmeye yönelik, yıldız oyuncular ve hafif bir konu çevresinde toplanmış Bulvar Tiyatrosu özellikleri taşıyan iki oyun var sahnelerde. Bulvar Tiyatrosu'nda genellikle üçlü aşk ilişkileri, kuşak çatışmaları, ahlâk değerlerindeki anlayış farklılıkları konu olarak alınır. Bunlar,
burjuva ortamında gelişen, bu sınıfa ait olan ve olmayan kişiler arasında geçen oyunlardır; seyircinin bir nevi kendisine gülmesini sağlar. Toplumsal mesajlara yer vermemekle birlikte genel bir beğeni düzeyini yakalamayı hedefler.
aykırı. Ne yazık ki zengin ve kusursuz dekorun, özenle tasarlanmış kostümlerin, oyundan asıl beklenen güldürme işlevine katkıda bulunması söz konusu değil.
Aman Hayret Biraz Gayret
Müsteşar Bey
Mazisi eskiye dayalı ve repertuarını bulvar komedileri ile oluşturan bir özel tiyatro da Tevfik Gelenbe Tiyatrosu. Tevfik Gelenbe, yıllar yılı Anadolu yakasında, her sezon en az iki yeni oyunla seyirciyle buluştu ve matine suare aralarında da hiçbir ücret talep etmeden kabul ettiği kursiyerlerine mütevazı bir konservatuar eğitimi vererek, yetiştirdiği genç tiyatrocuları oyunlarında başrollerde oynattı. Tevfik Gelenbe'nin (ki bu gençlerin hitabıyla Tevfik Hoca) geçen yıl sahnelere ebediyen veda etmesine rağmen, artık kurumsallaşmış sayılan tiyatrosunun dağılmamasına en çok sevinen de kuşkusuz müdavimleri oldu. Sevim Gelenbe ve oğul Arkın Gelenbe'nin bulvar tiyatroları içinde artık bir marka olan tiyatrosunu kendini yenileyerek devam ettirmesi karan da emeğe vefa olarak adlandırılır ancak. "Aman Hayret Biraz Gayret", Sait Genay'ın yönetmenliğinde sahneleniyor. Oyunun broşüründe yazan "İhanet Hiç Bu Kadar Komik Olmamıştı" ibaresinden anlaşılacağı üzere, bu oyunda da kendimizi bir çapkınlık macerasının içinde buluyoruz. Yakışıklı çapkın (Fatih Hürkan), nişanlı olmakla birlikte yakın ahbabının (Sait Genay) eşiyle de (Eylem Şenkal) bir ilişki sürdürmektedir. Yengesinin de (Sevim Gelenbe) kendisini ziyarete bir gelin namzediyle beraber gelmesi bütün düzenini alt üst eder. İşleri düzeltmek için saf yakın arkadaşının (Arkın Gelenbe) yardımına ihtiyacı vardır. Genay'ın rejisi, bir bulvar komedisinin, Şişli Kültür Merkezi'nin küçük sayılabilecek sahnesine, kalabalık oyuncu kadrosuna ve üç farklı dekora rağmen sahnede karmaşa yaratmadan nasıl planlanabileceğine örnek teşkil ediyor. Eylem Şenkal'a, manken-oyuncu değil oyuncu-manken demek isterim. Çünkü rolüne hakimiyeti, sahnedeki duruşu, sıcaklığı ve oyundan uzaklaşmayan konsantrasyonu, diksiyonu ve tonlamasıyla üzerine düşeni layıkıyla yerine getiriyor. Mimikleri, tonlaması, el kol hareketleriyle babasının üslubunu tam olarak yakalayan Arkın Gelenbe, dizilerden ziyade sahnedeki oyunculuğuyla daha büyük alkışı hakedecek. Fatih Hürkan, fiziğinin ve ses tonunun verdiği avantajları iyi kullanmalı, mimiklerine ağırlık vererek, verdiği sıcak enerjiyle sahne heyecanını gizleyebilirleri ve jönlüğünü kalıcı kılmalıdır. Dekorun daha profesyonelce ve estetik kaygıyla yaratılması oyuna büyük zenginlik katacaktır. Bu arada, Şişli Belediyesi'nin, adını taşıyan tek kültür merkezini hızlı bir tadilattan geçirmesinin, sanata emek harcayanlara şükran borcunu ödemesi açısından uygun olacağım belirtmek isterim.
pe cy
a
1963 yılından bu yana perde açan Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu, sevenlerini "Müsteşar Bey" ile karşılıyor bu sezon. Refik Kordağ'ın yazdığı Engin Gürmen'in yönettiği oyun, tipik bir bulvar komedisi. Ada vapurunda karşılaştığı genç kıza vurulan Ziya Peras (Mustafa Ersin Özben), kızı takip eder ve adada bir otelin sahibi olan Müberra Çiçek'in (Gönül Ülkü) kızı olduğunu öğrenir. Otelde kalabilmek için kendini, otelde rezervasyonu bulunan Reşit Mızraklı olarak tanıtır ve böylece olaylar karışmaya başlar. Durum, oyunun sonunda içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Beyaz yalanlarla örtülmeye çalışılan bir çapkınlık hikayesi, içinde kötülük barındırmadığı gibi bir süre sonra herkesin bir parçası olmaktan kendini alıkoymadığı bir oyun haline geliyor. Deneyimli oyuncu ve yönetmen Engin Gürmen, olay örgüsünü tek bir mekanda geliştirmeyi başarmış. Oyunun oynandığı Efe Sanat Merkezi'nin alçak mekan kısıtlarına rağmen başta Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü olmak üzere tüm oyuncuların yaydığı pozitif elektrik, kusursuz işleyen mizansenler ve tam dozunda yaratılan karmaşa Müsteşar Bey'i keyifle izlenen bir oyun haline getiriyor. Küçük kaçamaklar, sağduyu sahibi dost (Engin Gürmen), işbilir görevliler(bunlar hizmetçi, aşçı, uşak, şoför vb. olabilir ki burada da resepsiyonist olarak varlığını gösteriyor), kıyafet veya kimlik değiştirmeler, oyunun sonunda karışıklığın sona erip tatlıya bağlanması ve herkesin mutlu olması... İşte, tipik bulvar tiyatrosu öğelerinin her biri Müsteşar Bey'de var.
Tepetaklak
Gencay Gürün'ün genel sanat yönetmenliğini üstlendiği Tiyatro İstanbul, bu sezon yine Profilo Alışveriş Merkezinin salonlarında tipik bir bulvar komedisi olan Olivier Lejeune'un "Tepetaklak (Tout Bascule)" isimli oyununu sahneliyor. Jacques Lassegue (Metin Serezli) başarılı bir kampanya danışmanıdır. Düğün sabahı çıkagelen ve eski sevgilisinin kocası olduğunu söyleyen bir yabancı (Volkan Severcan), kız kardeşi (Nilgün Belgün), hamile karısı (Şebnem Özinal), başka bir ajansa kaptırdığı müşterisi Cumhurbaşkanı adayı Michel Rolors (Argun Kınal)... bunca insan aynı evde buluşunca ve hepsinin farklı amaçlan olunca ortaya bir çorba çıkıyor. Oyunun konu itibariyle başarılı bir bulvar komedisi örneği olduğunu söyleyemem ve aynı derecede yüksek performansla oynandığını da. Volkan Severcan geçen sene de kanıtladığı bulvar oyunculuğuna yatkınlığını bu oyunda da gösteriyor. Konuşmasının akıcılığı, hareketlerinin doğal ritmi, diğer oyuncularla iletişimi ve rolü ön plana çıkartma gayreti sarfetmeden kazandığı etkinlik, Severcan'ı etkileyici kılıyor. Kınal'ın mesafeli duruşu ve yüzündeki maske, Özinal'in ise sinirli ve gergin hareketleri komedinin ruhuna
Sağlık Olsun İş Sanat'ın İş Kuleler altındaki geniş ve modern salonunda oyunlarını sahneleme şansına sahip tek tiyatro olan Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, geçen yıl başladığı "Sağlık Olsun" adlı oyunla geniş bir kitleye ulaşıyor. Sadece güldürme amaçlı
değil, eleştiri yüklü güldürmece yada polemik aracı olarak algılanması düşünüldüğünde 'Sağlık Olsun' fars türüne bir örnek olarak gösterilebilir. Oyun, 'Hasta insan, müşteri midir?' sorunsalından yola çıkarak, hasta-doktor ilişkisi, hastanın yaşama bakışı gibi konular üzerine gelişiyor. Poyrazoğlu, oyunun girişinde renkli bir sirk müziği kullanarak seyirciyi olumlu yönde oyuna hazırlıyor. Bülent Kayabaş'ın yılların deneyimini ortaya koyması, seyirci için ayrı bir keyif. Kayabaş'ın sahnedeki her adımı, her bakışı zarif bir güldürü vesilesi. Poyrazoğlu'nun, oyunun içine bilgece sözler, ters köşeye yatıran düşünceler ve bir tutam yürek burkan duygusal saptamalar serpiştiren tarzı, seyirciyi mecburen o kadar gülmenin sonunda gözü yaşlı bırakıyor. Poyrazoğlu'nun oyunun selamında da rolüne devam etmesi de artık onun bir klasiği.
Kaç Baba Kaç 1951 yılında Yapı Kredi Bankası'nın desteği ile Muhsin Ertuğrul'un Atlas Sineması'nın pasajında açtığı Küçük Sahne, yeni bir tiyatro anlayışıyla birlikte Sadri Alışık, Şükran Güngör, Haldun Dormen, Lale Oraloğlu, Çolpan İlhan, Altan Karındaş gibi zamanın genç tiyatroculanyla yola çıkmıştı. Bugün ise Küçük Sahne, Sadri Alışık Kültür Merkezi adıyla Sadri Alışık Tiyatrosu'na evsahipliği yapıyor. Bu sefer sahnede yine bir veliaht var: Rahmetli Kemal Sunal'ın oğlu Ali Sunal. Yıllar önce Dormen Tiyatrosu tarafından başarıyla oynanan Ray Cooney'in "Kaç Baba Kaç" adlı oyunu Çetin Akcan'ın rejisiyle sahneleniyor. Dr. David Morgan'ın (Hakan Yılmaz), hastanede önemli bir konuşma yapacağı günün sabahında, eski sevgilisi hemşire Jane Tate'in (Demet Tuncer) çıkagelmesi, hem de Morgan'dan olan çocuğunu yanında getirmesi doktora karısı, rektör ve polis gibi baskı unsurları karşısında zor anlar yaşatacaktır. Bu zor durumda Dr. Ted Bonney (Ali Sunal) Morgan'ın imdadına yetiştiği gibi, oyunun tümünün de imdadına yetişiyor. Sahneye giderek daha çok yakışan Sunal, yaşına ve fiziğine uygun sevecen ve dinamik rollerde daha başarılı oluyor. Sorunlu genç rolündeki Erdem Baş ise üstlendiği rolü başarıyla götürüyor. Yönetmen Akcan, sahneye giriş çıkışlardaki senkronizasyonun önem kazandığı bulvar komedilerine özgü dinamizmi, mizansen içinde iyi kotarmış. Dekor beklenen şıklığı ve estetiği taşımasa da işlevsellik açısından aksama yaratmıyor.
Ailenin avukatının rahatlığı, kendi istekleriyle tuttukları dedektifin suallerine zorlukla cevap vermeleri, tutumlu ve tutucu olduğu evin dekorasyonundan ve ev halkına tutumundan anlaşılan amcanın yeğenine koca olarak layık gördüğü adamın vurdumduymaz, aylak ve marjinal kişiliği, kızındaki fiziki değişime bile hiçbir tepki göstermeyen annenin (Selda Özer), insan sıkıntı veren sürekli serzeniş halleri, bütünle çelişen ayrıntılar. Bir de bunun üstüne, Hadi Çaman ve Gül Yalaz dışındaki tüm oyuncuların tutuk, dalgın ve ezberci halleri, uzun ve gereksiz diyaloglar oyunu izlenemez hale getiriyor.
İki Oda Bir Sinan Tiyatrokare'yi, "Müziksiz Evin Konuklan" gibi mükemmel bir prodüksiyonla başlayan kuruluşundan bu noktaya neyin getirdiğini doğrusu çok merak ediyorum. Nedim Saban'ın çok yönlü kişiliği, sosyal olgulara duyarlılığı "İki Oda Bir Sinan"ın çok ötesinde. Bir dizi senaryosundan hareketle, Müjdat Gezen'in yönettiği bu oyun, ne sanatsal ne de toplumsal kaygıya uyuyor. Seden Kızıltunç gibi bir usta oyuncuyu, sahnede değerlendirememenin adı aynı zamanda. Kemal Kuruçay'ın dışında genç oyuncuların yeterli performansı sergiledikleri oyun, bir iki dramaturjik ve pedagojik düzeltmeyle maalesef bir çocuk oyunu olarak sahnelenebilir. Bu haliyle çok sakıncalı olduğunu da söylemek zorundayım. Çünkü Saban'ın kişiliği, çocukları da oyuna büyük oranda çekiyor.
Güldüren Şüphe
Hadi Çaman Tiyatrosu'nun sahnelediği "Bu Oyunun Adı Yok" oyunu ise, polisiye komedi türüne iddiasız bir örnek oluşturuyor. Hadi Çaman'ın yazdığı ve yönettiği, açıkçası gerek anlaşılırlık, gerek verilecek mesaj ve gerekse espri açısından yeterli olmayan bu oyunu sunması, kendi müdavim seyircisine bile haksızlık. Özellikle Çaman'ı izlemeye gelenler göz önünde bulundurulursa, oyundaki rolü de oldukça kısa. Zengin amcanın kaybolması, ailenin gelini ve onun kızı olan yeğeni tarafından garip bir memnunlukla karşılanmıştır.
Tiyatro sanatında önemli bir boşluğu doldurmak için gayret sarfeden eski ve yeni tüm tiyatro gruplarının bu emeklerinin, her yaş ve kesimden seyircinin ilgi ve sevgisiyle karşılık bulacağına inanıyorum. Özel tiyatrolara tahsis edilecek iyi donanımlı salonlarla, işi bilen, profesyonel teknik ekiplerle ve teşviklerle, sergilenen oyun kalitesinin artacağı, iyi oyunlar yazılmasına ön ayak olacağı, hafızalarda unutulmaz izler bırakan gösterilere imza atılacağı kesindir©
pe cy
a
Bu Oyunun Adı Yok
Süheyl-Behzat Uygur Tiyatrosu, "Güldüren Şüphe" ile Nejat Uygur Tiyatrosu'na yaklaşamayacak bir performans gösteriyor. Televizyondan edindikleri hayran kitlesini tiyatroya çekmeyi başarıyor, ama tiyatro sanatına hizmet edecek bir yaklaşımı sergilemiyorlar. Tekstil ürünleri ithalatı yapma amacında olan iki kadın, otel odasında moda defilesi için müşterileriyle randevulaşır. Kocaları ise işlerden habersiz, karılarının kendilerini aldattıklarını düşünerek onları basmaya karar verir. Uygur kardeşler dışındaki oyuncuların sahneye yeterince hakim olmamaları ve seslerini kullanamamaları oyunun temposunu düşürüyor. Spontan espriler ve yabancılaştırma bölümleri de oyuna bir şey katmıyor. Sponsor firmadan hediye verme fikri de açıkçası sanatı ucuzlaştırıyor; oyunun sonuna kadar sabredeni bir ödüllendirme olarak düşünüldü belki de(!)
> ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI > Huzursuz Seyirci > huzursuz@tiyatrodergisi.com.tr
Kasetçalar Gibi Lambalı Radyolar... Sevimli okurlarım... Yine bir tiyatro sezonunun neredeyse ortasına geldik. Benim toparlanıp birkaç oyun görmem, gördüklerimi de didik didik edip hazırlamam, sabah yerine öğleden sonraları kahvaltıya ancak oturabilenlerin durumu gibi oluyor. Ne var ki, bu sorunun tamamı da benden kaynaklanmıyor. Tam bir şeyler bulmuşum yazacak, bir de bakıyorum ki, çalışkan eleştirmenlerimiz Üstün Akmen ve de Yusuf Eradam, benim bölgeme el atmışlar. Yok, sağdan çıkması gereken yerde soldan çıkmış, yok yanlış yerde ışık açılmış, kardeşim niye giriyorsunuz benim bölgeme? Ben sizin yerine eleştiri yapıyor muyum? Herkesin işi ayrı. Böyle olunca da bana haliyle arayacak buzağı kalmıyor öküz altında. Benim yerime göz mü diktiler nedir...Yine de onları atlatıp, parça pinçik bir şeyler bulup kotardım, adaşım Huzursuz'lar için. Bakalım sizler de aynı kanıda olacak mısınız benimle, oyunları gördükten sonra... Şimdiiii, İBBŞT nin yeni oyunu Tennessse Williams'ın, İhtiras Tramvayı, bilindiği gibi 1947 yapımıdır. Yani olay o tarihte geçer. Dolayısıyla o tarihte var olan lambalı radyolar (orta kuşak izleyiciler anımsarlar) açıldığında, önce lambalarının kızmaları gerekir. Açar açmaz ses vermezler yani. Her ne hikmetse, bu radyo açılır açılmaz ses verdiği gibi, tam da insanların dinlemek istedikleri müziği
cy a
buluyor. Yani ne haberler, ne parazit ne bir şey. Hiiiç karıştırma gereğini duymadan, kasetçalar gibi şıppanadak müzik. Oh ne ala memleket...
Kenter Tiyatrosu'ndaki iki oyundan biri olan "Kumarbazın Seçimi"nin sahne tasarımı Barış Dinçel'e ait. Popüler sahne tasarımcımızın tasarımlarını artık pek çok oyunda görüyoruz İBBBŞT dışında da. minimalist ve kendine özgü çizgisiyle tasarımlarını sanki imzalamış gibi duran Barış'a bu tasarımı hiç mi hiç yakıştıramadım. Mutfak eşyaları sponsoru buldukları için olacak herhalde, hiç kullanılmayan bir sürü ıvır zıvır aygıt doldurulmuş dekorun içine. Bir tane patates almak için, sahne önüne yığılan üç çuvalı ise hiç anlamadım. Dahası, bir İngiliz lokantasında bar olmamasını havsalama sığdıramadım.
pe
Şaraplar uyduruk bir iki şişe halinde -nedense- mutfakta duruyor. Yemek sonrasında müşterinin, bütün Avrupa'da çok iyi bilinen bir likör olan Amaretto istemesini, garsonun da yaşamında ilk kez bu kelimeyi duymasını ise, anlayamadım demeliyim her halde. Kardeşim bu restoran İngiltere'de,
Silvan'da değil. Neden restoranın bomboş, ama tamamen bomboş olması da buna bağlı belki de.
Ankara DT'nin Angelo Savelli imzalı-yazar ve yönetmen- oyunu, "Ruzante-Kayıp Toprağın Türküsü", sadece 47 dakika süren tek perdelik bir oyun. Huzursuzluğun "H"sını bile duymadan büyük bir keyifle izledim. Oyundaki Ebru Sosyal'a ise dikkat edin derim. İleride çok konuşulacak. Oooh, ben de girdim işte eleştirmenlerimizin egemenlik alanına. Benden rol çalarlar mı... Dönelim yine İBBŞT'ye. Tuncer Cücenoğlu'nun "Dosya" oyunu, "kör parmağım gözüne" deyiminin haklılığını ispat için yazılmış ve sahneye konulmuş, besbelli. "Derin devlet, bürokrasi çarkı, işleyen dişlilerin arasına çomak sokan yanar" kavramları, yıllardır bilinip, ağızlara sakız olmuşken, sözde dekor olarak sahneye bir sürü dişli çark olarak sokulmuş. "Hâlâ anlamayan varsa anlasın ha" mantığıyla, bir de finalde tekrarlanıyor bu kavramlar. Ne zamandan bu yana 1980 sonrasında -yine-lambalı radyo kullanılıyor, onda da şıp diye istenen müzik anında bulunuyor, anlayan varsa beri gelsin. Dekorundan kostümüne her şey 1960 öncesini anımsatıyor ama, 12 Eylül primini kaçırmamak için olsa gerek, ısrarla olayın 80 sonrasında geçtiği -broşürde- belirtiliyor. Oyunculuklar ise bence 1948 modası. Oyunda her şey çok sıkıcı, çoook...
Yeni yılınız mutlu, oyunları izlerken de biraz daha "Huzursuz" geçsin, sevimli okurlarım..©
THESPİS: Tiyatro Denemeleri 3
pe
cy a
Tiyatroda Tek Etki
> Yusuf Eradam > yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr
Tiyatronun şiire en çok yaklaştığı noktada tek etki kendisini gösterir. Edgar Allan Poe'nun "Poetics of Composition" başlıklı denemesinde "totality in effect" ya da "unity of effect" dediği tek etki ya da "etkide birlik" Poe'nun özellikle şiir için geliştirdiği bir kuramın parçasıdır. Edward Zuk'un "Amerikan Edebiyatının en tehlikeli denemelerinden biri" diye nitelediği bu yapıtında Poe bana göre tiyatro yapıtları için de çok şey söylemiştir. Birçok sanat yapıtını beğendiğimizde yaptığımız "şiir gibi" ya da "müzik gibi" benzetmesinin altında da bu tek etki yatar. 19. yüzyıldan itibaren edebiyatta önemli değişiklikler oldu. Batı serbest vezin ile tanıştı, dışavurumculuk bir devrim oldu, keza Brecht ile epik, Beckett ile uyumsuz tiyatro... şiirde de örneğin gizdökümcülük ile tanıştı insanlar ama giderek içimize sinmiş bir kural, sanatta şarttır diyeceğim Tek Etki için gerekli maddelerin başını çekiyor ve sanatta tasarruf kurala ya da "Az, çoktur" (Less is more) tek etkiyi sağlamakta daha etkili oluyor. Poe'nun kuramına sırtımızı dayarsak, "tahammül kalmadı artık" şarkısını söylediğimiz bugünlerde uzun mu uzun, yavaş mı yavaş oyunlar tek etkiden uzaklaşıyor diyebiliyoruz ve sahnede uzun monologlar boyunca dolaşan oyuncuları konuşurken izleyince oyunun yarısında çıkıveriyoruz. Poe'ya göre;
-
1. Yapıt, göreceli de olsa kısa olacak. İzleyene bitsin artık dedirttiği yerde bitecek. Tahammüllü olanlar da aa kısa sürdü diye şaşırıversinler. Bence bu şaşkınlık tek etkiyi zedelemez. Uzun olandan kuşku duymaya başlarız. Diyeceğini daha kısa da söyleyemez miydi diye. Poe, destanlara ancak ardışık kısa şiirler gibi bakınca tahammül edebiliyor. Tiyatroda belki episodik yapı bu tahammülü sağlayabilir. 2. Estetik hükümlerde "yoğunluk" yapıtın değerine değer katar. Yoğunluk, ya da kavilik, yapıtın ince kuyumculuk eseri oluşudur; genellikle bize "soluksuz izledim" ya da "ayağımı yerden kesti" dedirten budur. Poe, şiirde ruhu yücelten, huşu ya da vecd gibi bir hali kastediyor ki keyiften içimiz titremeli derken. Öyle hüngür hüngür ağlamak, hangır hangır gülmek değil kastettiği. Bir insana dairlik, ince bir farkındalık. Bir ayma haline dokunuş. 3. Etkide birlik. "Yoğunluğu elde etmek için", der Poe, "etkide birlik, tek etki ya da tek izlenim şarttır". Bütünün parçalan diğer parçalarla, bölümlerle ters düşmemelidir. On dokuzuncu yüzyılın Kant etkili aşkıncı görüşüyle de örtüşen bu anlayışa göre bütün, içinde olması gereken bir ayrıntı yoksa, büsbütün, tastamam değildir; o ayrıntı ya da bölüm de bütünün gerisi olmadan yekpare, tastamam değildir. Uzun şiirlere de tahammül ediyorsak, ancak her bir parça, kıta ya da bölüm, kendi içinde bir izlenim tekliği taşıdığı içindir. 4. Poe'nun hedefi gerçek değil güzelliktir. Şiirsel bir duygu aktarımıdır aslolan, ahlaki bir doğrunun aktarımı değil. Bu anlamda Hollywood Poe'ya hiç kulak asmamıştır diyebiliriz.
1. Oidipus Sürgünde/ Studio Oyuncuları Tiyatroda tek etkiyi bana yeniden düşündürten, "Budur işte!" dedirten ve bu yazıyı yazdırtan oyun oldu "Oidipus Sürgünde". Şahika Tekand'ın yeniden yazıp yönettiği, Esad Tekand'ın ışık ve sahne tasarımını yaptığı bu başyapıt ile ilgili Şahika Hanım'la yaptığımız sohbette de çok şey konuşuldu. Bu yüzden burada ortaya çıkan şunlar: başyapıtın ardındaki disiplinli çalışma ve emek, kolektif çalışma bilinci, tek etki için yekvücut gibi çalışmak, sağlıklı tek bir beden gibi. STUDIO OYUNCULARI Tiyatrosu'nu herkes gibi ben de kutlarım tek tek: Ex-Ponto Festivalinde de En İyi Oyun ödülünü kazanmışlar. Bravo! Bu oyunu izledikten sonra, kendi işlerimde de biraz daha özenli olmam gerektiğini anımsadım. Şiirimde, öykümde, denemelerimde, hocalığımda. Bu sık sık anımsatılmalı herkese. Herkes kendi alanında iyi olduğunu sanınca, biraz serebiliyor ve ürününün alıcısını çantada keklik görebiliyor. Oyun Yunanistan, Belçika, Slovenya gibi çeşitli Avrupa ülkelerinde uluslararası festivallere katılmış, ayakta alkışlanmış ve yabancı basındaki eleştirilerde icrası "dahice ", "22. yüzyıl sanatına atılmış bir adım", " Muhteşem bir çağdaş sanat şöleni"," dehanın ışıklarla dansı" gibi övgülere boğulmuş. 2006 yılında da dünyanın birçok yerinde festivallerde sahne alacak bu yapıttan alnıma yumruk yemiş gibi çıkmama sebep olan tek etkiyi sağlayan Sofokles'in metninin sağlamlığının yanı sıra, Tekand'ın yeniden yazdığı halinin Türkçesi'nin müzikalitesi, oyuncuların, özellikle Atinalıları, koroyu canlandıran alt kat oyuncularının tek bir beden gibi hareket edebilmeleri, bir tek yanlış yapmadan neredeyse "ezgiye" dönüşen (chanting) bir yekparelikte ve statik bir duruşla/devinimle, karanlık ve ışık diyalektiğinde balyoz gibi soruların beynimize kazınmasıyla sunulan bir çıkmazlık/labirent öyküsü. Öykü tanıdık, bilinen, ama bilmeyen anlamayan da bu oyundan o tek etkiye maruz kalarak çıkacaktır. Yurt dışında da ayakta alkışlanışının temel sebebi budur, Oedipus'un öyküsünün bilinmesi ikinci sırada gelebilir.
cy a
5. Lirik olmalıdır şiir. Şair, basit şeylerden devşirmelidir gerçek şiirsel etkiyi: çiçekte, böcekte, derede, gümüş ırmakta, sakin göllerin kuytularında, kör kuyuların içindeki yıldız parıltılarında, kuşların cıvıltılarında, arp sesinde, gece rüzgarının sesinde, menekşenin kokusunda, ıssız okyanusta, uzak memleketlerin kokusunda, ama ille de güzel bir kadında, onun elbiselerinin hışırtısında. Bütün benliğiyle dizleri üstünde kalbini bu hanımefendinin kutsal haşmetine sunmalı ve ondan medet ummalıdır. Kısacası kaynak, doğa, insanın soylu edimleri ve aşk.
de kendi içinde tek etkiyi sağlamaya çalışmalıdır. Oyun bir hafta boyunca da sürse, yarım saat de sürse, izleyen bunu istiyor.
pe
Kuşkusuz Poe'nun kuramına verilecek "Ama, madem, zaten ile başlayan" birçok karşılık vardır. Bu kuramın bire bir tiyatroya uygulanmasının saçma olduğu da haklı olarak savunulabilir ama kuramın ayrıntılarından çok tek etki, etkide birlik konusu daha önceki yazılarımda da terimi anmadan vurguladığım bir derdim olmuş. Burada sözü oraya çekmem bundandır. Tiyatronun tek etkiye, etkide birliğe biraz daha eğilmesi, özen göstermesi gerekir. Bunun için de Ciuli ve ekibinin yaptığı gibi rastlantıları iyi değerlendirmeli, eseri sahneye koyan herkesin egolarından olabildiğince sıyrılmaları gerekir. Kuşkusuz çeşitlilikte bereket vardır ama her çeşit
Oyuncular: Şerif Erol (Oidipus), Cem Bender (Polineikes), Kerem Karaboğa (Kreon), Ulushan Ulusman(Theseus), Arda Kurşunoğlu (Antigone), Ridade Sarıcan (İsmene), Utku Gündüz (Işığı Yöneten Oyuncu) Koro: Ahmet Sarıcan, Ozan Gözel, Nedim Zakuto, Nilgün Kurtar, Özlem Özhabeş, Hakan Turutoğlu,Tulu Ülgen, Ali Soyer, Deniz Karaoğlu, Umut Kırcalı, Zeynep Papuççuoğlu, Korhan Soydan, İlksen Gözde Olgun, Gizem Bilgen, Şirin Parkan, Ersel Parlar. Hepsini yürekten kutlarım.
Basın bildirisinde de vurgulandığı üzere "Oidipus Sürgünde"nin meselesi çağdaş insanın kendi eliyle yarattığı yazgısını yönetemeyişi, kuşku duymaktan vazgeçip soru sormayı, cevap aramayı unutuşu ve yazgıya teslim oluşu, yaratma ve değiştirme umudu yerine var olanı ya da sunulanı tüketmeyi yeğleyişi, doğru bildiğini sonuna kadar savunma cesaretini yitirişini, gömüldüğü hücreyi görmeyişi ve o hücreden çıkmamakta inat edişi.
"Oidipus Sürgünde", tek etki apotheosis'i olarak kalacak aklımda. "Apotheosis" sözcüğü "şahika" türünün zirve örneği, timsali demek. Ne güzel bir rastlantı.
2. Ördek Muhabbetleri/ David Mamet
cy a
Bu yüzden de oyunun yapısı ışığın sorgulayıcı işlevi sayesinde görünenin ardındaki gerçeğin ortaya çıkarılmasını amaçlayan evrensel bir mahkemeye dönüşür. Işıklar bizim gözlerimize batar, sahnedekilerin yüzleri aydınlandıkça, bizim maskelerimiz düşer. Simgesel olarak kullanılan ve gerçeğe ulaşma yolu ışık, gerçeği gizleyendir de. Karanlık ve ışık çatışması ile sözdeki diyalektik içindeki alttakiler ve üsttekiler çatışması koşut olarak yürürken bu diyalektik için senteze varacak olan izleyicilerdir. Işığı peşinden gideriz, kuşkuyu ve sorgulamayı görev edinerek izleriz oyunu.
Aeschylus ve Euripides ile birlikte tragedyanın üç devinden biri kabul edilen Sofokles (İ.Ö. 496-406) zengin bir zırh üreticisinin oğluydu ve atletizm ve müzikle yoğrulmuş bir öğrenimden geçmişti. Hayatının en verimli ve güzel çağları Atina'nın Cimon ve Perikles'li emperyal dönemine denk gelir. Hatta Sofokles çocuk yaşta İ.Ö. 480 yılında Perslerin Salamis Körfezi'nde yenik düşmelerini kutlama törenlerinde koronun başını çekmiştir. Bu zafer Antik dünyada Atina'nın ekonomik ve siyasi yükselişinin başlangıcı sayılır ve belki gözlemlerinden kaynaklıdır oyunda Sokrates'in inancının tersine adalet diye bir mutlak gerçek yoktur.
pe
Işık, Sylvia Plath'ın kocasına kustuğu nefret şiiri "Gardiyan'"ın finali gibi, keskin bıçak gibi göze, hançer gibi. Oyunun basın bildirisinden bir alıntı: "Işığın sorgulayıcı işlevi, Oidipus'un sorgulayıcı karakterini bir oyun kuralı haline getirmekte ve ışık altındaki oyuncu da rol kişisi de, eş zamanlı olarak ışığa cevap vermek zorunda bırakılmaktadır. Işık, hem oyunun anlamında saklı bulunan , hem de sahnede tam da o anda varolan gerçeğe ulaşmanın tek aracıdır."
Sokrates insanın bütün inanç ve davranışlarını aklın ışığında aydınlatmaya çalışırken ahlakı yetke, gelenek, dogma, batıl inançlar ve söylenlerin hegemonyasından uzaklaştırmaya çalışmıştı. Oyundaki koronun kara renk içinde tek tipleştirilmesi de oyuncuları cinsiyetsizleştirip androitleştirdiği ya da hermafroditleştirdiği gibi dogmatik yetkenin ürküten olduğu kadar ürken de olabileceğini göstermek açısından son derece başarılı bir seçimdi. Tek adımlık devinimler ve finale doğru simgesel parçalanış, dağılış devinimleri ile de söz, ışık ve sınırlı devinimden oluşan aksiyon tamamlanmış olur. Karanlığın içinde suratlara patlayan ışık hem aydınlatmaya çalışıyordu hem de bir maske gibi yüzlerin otobiyografilerini gizliyordu. Şimşek hızıyla geçen bir mahkeme, bir duruşma sahnesi gibiydi oyun. Esat Tekand'ın sahne ve ışık tasarımında ışık ile karanlık boğuştu durdu, gerçeği aydınlattıkça örtmeye, örttükçe aydınlatmaya çalıştılar ezeli ve ebedi karşıtlar, aynı bedenin iki yarısı gibiler. Bu tasarım içinde de, emperyal Atina halkının tek vücuttan çıkan fısıltı, soru ve kısıtlı devinimleri Antik Yunan tiyatrosunun dityrambları gibiydi. Bilindiği gibi Antik Yunan'da tiyatroya gitmek bugünkü gibi öyle eğlencelik bir etkinlik değil, neredeyse dini bir ayine katılmak gibiydi. "Tragedya" sözcüğünde keçi şarkısı olduğunu da anımsarsak, Tekand'ların uygulaması nefis bir klasik şarkı olarak gözlerimizde ve kulağımızda kalacak. Chechov, bir mektubunda, imgelerle düşünmenin önemine dikkat çeker. Buna bir de yalınlık eklenince muhteşem bir tek etki çıkmış ışık ve karanlığın dansında.
Yıllarca Amerikan Tiyatrosu dersimde okuttuğum Duck Variations'ı sahnede görmek sevindirdi beni. David Mamet'in bu oyunu Edward Albee'nin "Hayvanat Bahçesi'nin devamı gibi yazılmıştır. İlk kez 1972 yılında Plainfield, Vermont'da St. Nicholas Theatre Company tarafından Goddard College'de sergilenmiş ve oyunu David Mamet kendisi yönetmiş. Albee'nin Jimmy'si ile Peter'ının yaşlanmış da yan yana oturmayı başarmış yaşlılık halleri gibidirler Emil ile George. Jimmy ile Peter'ın didişmesi, sevgi ve kayıtlılık arayışı içersinde agresyona yenik düşmeleri, ya da günümüzde iki insan arasında gelişebilecek tek sıcak ilişkinin ötekinin kanını dökerek ya da ona kendini öldürterek gerçekleşebileceği karamsar iletisi "Hayvanat Bahçesi"nin zihinlere yerleşmesini sağladığı gibi, uyumsuz ya da saçma dediğimiz absürd'ün özüne gölge düşürmüştü çünkü oyun Avrupa uyumsuz oyunları denli anlamsız değildi. Gerçi anlamsızlığın ta kendisi de Ionesco gibi kimi Avrupa uyumsuz tiyatro yazarlarında anlamın ta kendisi haline dönüşürse de Mamet'in oyunlarında sözün kendiliğindeki şiddet de çok etkileyicidir. Doğallıkla akan 14 çeşitleme, ya da 14 bölümün birbirinden farkı neredeyse hiç yoktur. Bu yüzden de çeşitleme sözcüğünün, en azından müzikteki anlamı ve özgürce gidebileceği yer kadardır oyunun ufku da. Tıpkı hayat gibi dememiz beklenir. "Hayvanat Bahçesi" iki kişiden birinin ölümü ile biterken, "Ördek Muhabbetleri''nde "ölüm" oyunun sonunda gelen sürpriz değildir, çünkü oyunda başka bir şeyden söz edilmez. Ölümün nihai ve mutlak gerçek olduğunu bilir ama bilmiyormuş gibi saf saf hep ölümden söz ederler Emil ile George. Metinde ikisi birbirinden ayrılmaz, aralarında bir fark yok gibi, ikiz gibidirler. Bu yüzden de oyun diyalogdur da monolog gibidir. "Duvara karşı" şizofrenik bir monolog gibi. Sahnede birbirlerinden kesin hatlarla ayrılan iki karaktere dönüşmüşler. Metni bilmeyen biri için bu rahatsız edici olmayabilir ama oyuna, metinde hiç de olmayan bir heyecan ve gerilim katılmış kimi çeşitlemelerde. Oysa oyun metninde yönetmeni yönlendirecek, kısıtlayacak hiçbir sahne direktifi yoktur. Bu da elbette yönetmenin, sahne, ışık, müzik
tasanmcılarının yaratıcılığına açık alan oluşturur ama oyunun metnindeki duygudan yoksunluk, gölde gözler önünde gerçekleşen ördek ölümlerine kayıtsızlık ile gelen ironi metnin daha tekdüze, daha sıkıcı sunulmasıyla daha iyi sağlanabilirdi, ya da yıllarca bu metni böyle okuttuğum için müsrif bir beklenti geliştirmişim. İki usta oyuncu Cüneyt Türel ve Köksal Engür oyunculuk dersi verdiler rahatlıkları ve sanatlarına hakimiyetleri ile, ve hep birlikte nefis bir dokunaklı komik oyun izledik, ama metnin kendisine ne denli sadıktır bu uygulama, tartışılabilir. Ölmekteki iki insanın ölmekteki ördekler hakkında konuşmaları ve hep konuşmaları gerekmektedir. Pinter'daki gibi duraksar ve ara verirlerse olmaz çünkü bu aralarda ölümü gerçekten duyumsayacaklardır. Hep konuşmak şartı bu yüzden. Ölüme karşı muhabbet şarttır. Oyunu izlerken canımın sıkılmasını yeğlerdim ama tek etki bu sunum içinde de sağlanmıştı. Belleğimde ustalıklarına dair kuşku taşımadığım bu oyuncular değil de, tanımadığım iki oyuncu olsaydı nasıl olurdu diye düşündüm. Ama oyun bu haliyle de bir metindir, bu sunumuyla da etkide teklik tutturulmuştu. Ekibi kutlarım.
Müzisyenliği ile de tanıdığım Emre Tandoğan'ın yönettiği Araf'ta Çağrı Yılmaz Tandoğan'ın tasarımını yaptığı "insan boyutundaki kuklaların butoh ile hareketlendiği oyunda, 'yaşam için umutsuzca ayağa kalkan cesetler' arafta yollarını arıyorlar" diyor bülten. Bir erkek ve bir kadın kuklayı Çağrı Yılmaz ve Damla Kukul oynatırken, Tanrı ve Şeytan rolünü üstlenen Murat Çidamlı da zaman zaman onlara el veriyor. Belleğimizdeki "kukla" anlamlan ile yaradılış ve aşkın bir arada düşündüğümüzde elin önemi ve anlam ile yan anlamlan daha da önem kazanıyor ve tek etki açısından da kuklalar ve kukla oynatanları birleştiriveriyor. Aşk dansları ya da devinimleri sırasında kuklaların ellerinin birbirlerinin yüzünü geçip de onları oynatanlara dokunmaya çalışmaları oyunun bana göre en dokunaklı sahnesiydi. Kuklacılar, kuklaların öteki benleri gibiydiler. Sanki kuklalar canlıydı da, onları hareketlendirenler cansızdı. Tanrı ile İblis arasında bir yerde, bir eşikte sanki bu iki sevgilinin arafta yaşadıkları, bir türlü aşkı gerçekleştiremeyişleri kendi istençleri dışında gelişmektedir, burası biraz yazgıcılık gibi gelir evet, ama kuklacıları belki iki melek diye de yorumlayabileceğimiz ve Oidipus Sürgünde'de olduğu gibi yine görünmez olmak için karalar giyinmiş iki kuklacı, araf dönemi bitince tanrının sağından ve solunda iple yukarı çıkmak üzere, yani geldikleri yere dönmek üzere ipleri tutarlar bu kez aynı ellerle. Araftaki bu ellerdir oyundaki tek etkiyi usul usul sağlayan.
a
Banklar, Amerikan sineması ya da tiyatrosunda çok önemli nesne-öznedirler. Kimi yapıtlarda birçok sorunun çözümlendiği, esas oğlanın oturup finalden ya da epifaniden önce düşündüğü bu sıradan "prop" Hayvanat Bahçesi'nde neredeyse eşya ya da mal fetişizminin odak noktasındayken ve senindir benimdir derken güya karakterlerden Jimmy'nin ölümüyle noktalanmasına sebep olurken, Ördek Muhabbetleri'nde oturulacak yerden başka hiçbir işlevi olmayan ve görünmeyen bir nesnedir. Tamamen kişiliksizleşmiştir artık. Varlığı yokluğu birdir izleyen için. Üstünde oturan "ördek'ler de öyledir. Heyecan eklenmesini yadırgayışım bu yüzden. İroninin gücünden çalmış.
(bkz. dipnot), Ichiro Nakayama ile Suzuki tiyatrosu üzerine çalışmışlar. Uluslar arası birçok festivalde çalışmalarını sergilemiş kukla sanatı açısından da zengin kültürel mirasımızı dünya kukla sanatı ile birleştirmişler. Halen İzmir'de Ahşap Çerçeve Kukla Atölyesi'nde çalışmalarına devam ediyorlar.
cy
Çevirisi de çok iyi kotarılmış bir oyun Ördek Muhabbetleri. Bir bölüm sonunda sadece "Ta ki..." deyip bırakmış çevirmen. O tümcenin sonunda kadar duymadığımız iyi oldu. Bu son yorumum da kıskançlıktan, niye ben çevirmedim diye. Emeğinize ve kafanıza sağlık Zeynep Avcı.
pe
Dekor? Çemberleşmiş su boruları ile su üstündeki dalgalar, kağıttan gemilerle de göl üzerindeki kayıklar simgesel olarak "gösterilirken" sahne tasarımında da metne anlam katma kaygısı vardı, yadırgadım. Belki anlamamışımdır.
Tek etkiye kapılınca şunu fark ediyor insan, tek bir kişiyle, kahramanla özdeşleşip bir ahlaki değerinin kendisine yutturulma riskinden de kurtuluyor. Çünkü kuklalarla da, onları hareket ettiren ifadesiz ve mesafeli oynatıcılarla da, hatta Tanrı ve İblis ile de özdeşleşebiliyorsunuz. Hepsi var içimizde. Kim kurban, kim mağdur belli değil. Araf bu yüzden belki de Şeytan'ın mekanıdır. Belki bu işten tek sıyrılan Tanrı'dır ve Canetti'nin dediği üzere, ona hiç ihanet etmeyen Şeytan. Bu ikili dışındakilerde erk ya da istenç yoktur iletisi geçti bana. Burada işte dokunaklı olan da yazgıcılıkla birlikte gelen el verme gereksinmesiydi.
Giysiler de kişileştirmenin bir özelliği olarak kendini gösteriyordu, zamanın geçtiği ama bu iki insan ya da bizler için değişen pek bir şey olmadığı düşüncesi de giysilerde sadece ayrıntıların değişmesi ile gösteriliyordu, bir iki parça çıkarılarak, ya da örneğin atkının yer değiştirmesi gibi.
Erkek kuklanın sakalından bir parçanın kopup düşüyormuş gibi olması, kadın kuklanın boynunun giysisinden dışarı çıkması kazara idi ve dikkatimizi dağıtıyordu ama ne de olsa kuklalar işte diye geçiştirdik bu yanılsama kınalarını.
Belki de doğrusu, tiyatroda tek doğru olmadığıdır, buna inanmak gerektir. Tek norm olamaz, ama tek etkiyi izleyen hep arar. Geleneksel tiyatroyu kölelik olarak görmek ve böyle adlandırmak mümkündür ve yeni arayışların hepsini özgürlükle ilintilemek de doğrudur.
Belki unutuşun ve anımsayışın da oyunlarıydı bu üç oyun. Ördek Muhabbetleri'nin sonu gibi öylece oturmuş izliyoruz, yeni bir gün başlıyor gökteki tanrıların vahşeti için ve doğallıkla bakıyoruz. Tek etki için çok çalışmak ve çok ayıklayıp derleyip toparlamak gerekir çünkü Arafta'da da söylendiği gibi "gökten lütuf inmez". Şiir yumuşaktır, çiftesi sert olmalıdır©
3. Ahşap Çerçeve Kukla Atölyesi/ "ARAF'TA AHŞAP ÇERÇEVE 2001 yılında çalışmalarına başlamış ve yurt için ve dışında birçok festivale katılıp çocuklara olduğu kadar yetişkinlere de kukla izletiyorlar. Çevre tiyatrosundaki izleyiciler arasında da çocuklar azınlıktaydı. Düğün, Medea, Küçük Deniz Kızının Öyküsü, Romeo ve Jüliet, Mutlu Prens grubun sahnelediği diğer oyunlar. Ahşap Çerçeve Kukla Atölyesi'nin kurucuları olan Çağrı Yılmaz ve Emre Tandoğan, eğitimlerini Prag'ta "Kidnappa" kukla okulunda aldıktan sonra, yine Çek Cumhuriyeti'nde "Divadlo Continuo" adında bir Çek tiyatrosu ile çeşitli projelerde yer almışlar. Almanya'da Tadashi Endo ile Butoh
Dipnot: (Grubun tanıtım metninden alınmıştır) Butoh, 1960larda Japonya'da Tatsumi Hijikata ve Kazuo Ohno tarafından bulunmuş bir dans tekniği. Zamanla 'karanlığın dansı' diye nitelenen bu dans büyük çaplara ulaşıyor "Butoh, yaşam için yeniden umutsuzca ayaklanan bir cesettir "diyor Tatsumi Hijikata. Oyunda kullanılan kuklalar insan boyutunda olması ve kafa oynatma mekanizması ile bunrakuyu çağrıştırıyorlar. Fakat Bunrakudan çok farklı ve özgün bir teknikle oynatılıyorlar. Önce tek, sonra iki ve en sonunda da üç oynatıcı tarafından hareketlendiriliyorlar.
Hollanda ve Romanya izlenimleri
pe
cy a
Festival İzlenimleri...
> Kemal Başar > kemalbasar@superonline.com
Üyesi olduğum Fence toplantısına katılmak üzere bulunduğum Hollanda'dan ve Craiova Ulusal Tiyatrosu'nun Genel Sanat Yönetmeni Mircea Cornisteanu'nun daveti üzerine gittiğim Romanya'dan yeni döndüm. Hollanda'da toplantılarına katıldığım Fence, Writernet'in sahibi İngiliz tiyatro adamı Jonathan Meth'in yöneticiliğini yürüttüğü, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden 30 yazar, dramaturg ve yönetmenin üyesi oldukları bir tiyatro örgütü. Ortak dili İngilizce. Fence'in bir yılı aşkındır yürüttüğü "Janus Project" adlı projesine Avrupa Topluluğu Kültür 2000 programı mali destek veriyor. Ayda bir, iki ayda bir Avrupa'nın çeşitli kentlerinde toplanıyoruz. Tampere'deydik bir süre önce, bu son toplantımız ise Amsterdam'daydı. Sonrakiler Graz, Leeds ve Sibiu'da. Bir toplantıyı da önümüzdeki Eylül - Ekim gibi de Devlet Tiyatroları'nın davetlisi olarak Türkiye'de yapmayı planlıyoruz. Proje kapsamında, üyelerin önerdikleri üçer eser arasından bugüne dek doğru dürüst gün ışığına çıkmamış 15 tiyatro eseri seçilerek Avrupa'nın yeni oyunları başlığı altında dört
dile çevrilecek ve Avrupa'nın belli başlı tiyatrolarına repertuara alınması, oynanması için verilecek. Bazı prodüksiyonlara destek de olunacak. Geldiğimiz noktada, eleye eleye 20 eser kaldı. Bunların arasında Tuncer Cücenoğlu'nun "Çığ"ı da var. Hemen şunu belirteyim; kimse kendi ülkesinin oyununa oy veremiyor. Yani olabildiğince adil bir eleme yapmaya çalışıyoruz. Toplantı yaptığımız kentlerde, o ülkelerin tiyatrolarını da yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Yazarlarla, yönetmenlerle, oyuncularla tanışıyoruz, oyunlar izliyoruz. Bol bol tiyatro sohbetleri yapıyoruz. Fikir alışverişinde bulunuyoruz. Genellikle festivallerin içinde oluyor bu toplantılar. Ve bu festivallerde bir tek Türk oyunu görememek beni gerçekten üzüyor. Oysa orada izlediklerimle yarışır, zaman zaman daha da yaratıcı yapıtlarımız ve yapımlarımız var. Melih Cevdet Anday, Tuncer Cücenoğlu, Civan Canova, Erhan Gökgücü, Coşkun Irmak gibi yazarlarımızın, Ayşenil Şamlıoğlu, Müge Gürman, Şakir Gürzumar, Ayşe Emel Mesçi, Cüneyt Çalışkur gibi yönetmenlerimizin, Cem Köroğlu, Murat Gülmez, Zeki Sarayoğlu, Kazım Öztürk, Seyhun Ayaş gibi tasarımcılarımızın Avrupa arenasında boy gösterememelerinin bir nedeni de çeşitli tuhaf nedenlerle, tüm tiyatro adamlarının yer almak için can attığı Avrupa festivallerine katılım için yeterli ilgiyi göstermememiz. Arada sırada gösterdiğimiz zaman da devamı gelmiyor. Bu iş süreklilik istiyor çünkü.
pe
cy a
Romanya'daki Craiova Ulusal Tiyatrosu repertuarıyla, seçtiği yönetmenlerle, muhteşem salonu ve sahnesiyle tam bir Avrupa tiyatrosu. İzlediğim büyük usta Silviu Purcarete'nin yönettiği Shakespeare'in "Onikinci Gece"si tam bir şölendi. Yunanlı genç yönetmen Paraskevapulos'un "Romeo ve Julief'i de. Macar Lazslo'nun karakter tahlillerine önem verdiği, komedi öğelerini de unutmadan dram olarak yorumladığı Molierre'in "Cimri"si ise oldukça yenilikçi bir yapımdı. Hepsi de ders niteliğinde... Tümünün ortak özelliği, bizdeki görkemli olma çabasının tam tersine, yönetmenlerin basiti, en basiti aramasıydı. Avrupa'da kim bu en zor olana daha çok yaklaşırsa, o en büyük yönetmen oluyor. Ama basit de gerçekten en zor olan değil mi. Süsün püsün ardına sığınmadan, yalancı boyalardan medet ummadan diyeceğini kolayca deyivermek...
Topluluğun Genel Sanat Yönetmeni Mircea Cornisteanu, Avrupa Tiyatro Konvensiyonu'nun Genel Sekreterliğini de yürütüyor. Avrupa'nın önemli tiyatrolarının üyesi oldukları ve üyeliğe kabul için ciddi ve kapsamlı bir araştırmanın yapıldığı, her önüne gelenin üyesi olamadığı bu örgüt, şu anda Avrupa'nın en saygın tiyatro organizasyonu. Ancak içinde yer alanların yeniliklere açık, şeffaf ve oyun, yönetmen, tasarımcı alışverişlerine ve turnelere her an hazır olması gerekiyor. Craiova Ulusal Tiyatrosu da bir Avrupa turnesinden diğerine koşturuyor, diğer konvensiyon üyeleri gibi. Böylece hem işlerini, Romen tiyatrosunun geldiği noktayı, hem de Romen kültür ve sanatını diğer ülkelerde layığıyla tanıtabiliyorlar. Cornisteanu, Devlet Tiyatroları'nı da örgüte üye olmaya çağırıyor. Kurumu bir Avrupa tiyatrosu haline getirebilecek önemli bir davet bu. Bizdeki hantallığın aksine, Avrupa'daki tiyatro nehri çok hızlı akıyor ve sınırlarımıza geldiğinde, bilerek bilmeyerek inşa ettiğimiz sete takılıp kalıyor ne yazık ki. Ancak sızıntıları girebiliyor ülkeye..©
Ankara Sahnelerinde Beyaz Perde'den, Aşk ve Unutuş Üzerine Bir Dokunuş
pe cy
a
"Hiroşima Sevgilim
"
> Figen Adıgüzel > figenadiguzel@tiyatrodergisi.com.tr
Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan "Hiroshima Sevgilim", beyazperdeden sonra sahnede. Erhan Gökgücü'nün rejisiyle sahnelere taşınan "Hiroşima Sevgilim" Ankara Ekin Tiyatrosu'nda 24 Aralık günü prömiyer yaptı. Oyunda Funda Gökgücü ve Tolga Tecer rol alıyor. Oyunun yönetmeni Erhan Gökgücü ile kırk üç yıllık tiyatro hayatını ve "Hiroşima Sevgilim"i konuştuk. Kırk üç yıl profesyonel anlamda tiyatro, yetmiş civarında rol, kırkı aşkın reji, eğitimci, yetmiş civarında özgün radyo televizyon oyunu, on iki tiyatro oyunu, tiyatro sanatı üzerine kuramsal yazılar, Devlet Tiyatroları'nda yöneticilik ve yirmiyi aşkın ödül... Çocukluğumda hiperaktif sözcüğü pek bilinmezdi. Sanırım bu yüzden ailem beni tedaviye yöneltmedi. "Yerinde duramıyor" deyip geçti. Şaka bir yana, eğer tiyatroyla uğraşıyorsanız vazgeçilemez sevgilinizin tiyatro olduğunu bilecek, ona göre davranacaksınız. O zaman yorgunluklarınızı yaşayacak zaman bile bulamazsınız. Üstelik fazla kaprisli bir sevgilidir tiyatro. Onunla birlikteyseniz, kırgınlıklara, acılara, daha bir dolu olumsuzluklara karşı dirençli olmayı da öğrenmeniz gerek. Kısaca; hayır, hiç yorulmadım. Ekin Tiyatrosunda Duras'ın "Hiroşima Sevgilim"ini sahneliyorsunuz. Bu oyunu neden seçtiniz?
Benim kuşağım savaşların birbiri ardına eklendiği bir yarım yüzyılı yaşayıp 2000'li yıllara geldi. Çocukluğumda İzmir'de Alman "teyyarelerine" önlem olarak pencerelerimize siyah perdeler takıp mum ışığı ya da gaz lambasıyla aydınlanmaya çalışılması belleğimde hâlâ canlılığını korur. Ardından Kore, Vietnam, Afrika'daki mücadeleler, Filistin, Afganistan, bilinen diğerleri geldi. Şimdi Irak facialarını yaşıyoruz. Bakın, tanık oluyoruz ya da izliyoruz demiyorum; çünkü eğer bir aydın olmaya yönelmişseniz insanoğluna yapılan tüm haksızlıklara karşı duyarlı olmanız gerekli. Hiroşima, Nagazaki bu açıdan bakarsanız uç noktalar. İki bombayla bir anda iki yüz bine yakın insanın ölümü ve sonraki yıllarda radyasyonun etkisini yaşayıp ölen ya da ölümü bekleyen on binlerce insan. Bu çok sıradan ifadelerin anahtar sözcükleri insan ve ölüm... Sıradan olmayan ölüm. Ve hep birlikte biliyoruz ki emperyalizm var oldukça bu tür şeyler yaşanacak. Şimdilerde seyreltilmiş atom kullanılıyor nükleer bombalarda. Etkisi çok daha az, sayılan çok daha fazla. Sayın Zeynep Oral radyasyona maruz kalan Iraklı çocukları görmüş. O çocuklar ki savaşların hiçbir şekilde yaratıcısı olmadıkları halde sonuçlarının acısını yaşıyorlar... Bütün bu kötülüklere karşı insanoğlunun en güçlü silahlarından biri de sanattır. "Hiroşima Sevgilim" bu yüzden. Ayrıca temayı ele alışı da ilginç Duras'ın. İki bireyi, unutma-unutamama paradoksu çevresinde dolaştırıyor. Acılarımızı içimize gömmeye ne denli uğraşırsak uğraşalım, an an dirilmelerini engelleyebilir miyiz? Toplumsal acılar karşısında toplumsal belleğimizi de diri tutmamız, gelecek için umudumuzu diri tutmakla eşanlamlıdır. Sözgelimi, benim "Duyarlılık üzerine Vivace" ve "Gerçek Kurbanın Acısı" adlı oyunlarım da bu amaçla yazılmışlardır. "Hiroşima Sevgilim" ile bu çizgiyi sürdürüyorum.
Devlet Tiyatroları'nda geçen sezon yazıp sahnelediğiniz "Ramazanla Cülide"ye sanat kurumunca "Yılın En İyi Yapımı" ödülü verildi. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz? Söze jüri'ye "sağolun" demekle başlayacağım. Bu oyunumu ve çalışmamı önemsiyorum, çünkü günümüzde mafya, çete, yolsuzluk sözcükleri gündemden düşmüyor. Hem de bunlara herkes karşı olduğunu adeta haykırdığı halde. Bu kaotik ortamda aşk, sevgi gibi çok insancıl kavramların neden ve nasıl çöpe atıldığını irdeleyen bir oyundu. Şimdi uygulamada iki çelişki var: Yapım ödülleri bildiğim kadarıyla, metni, rejisi, tasarımlan, genel oyunculuk düzeyi belirlenmiş bir ölçünün üzerine çıkabilmiş oyunlara verilir. "En iyi prodüksiyon Oskarı" değildir. Çünkü orada bir prodüktör önemli bir yatırımı riske etmiş ve başarmıştır. Bizde ve tiyatro sanatında ise böylesi bir ödül eğer halkın vergileri ile yaşayan bir ödenekli tiyatroya veriliyor ise ödülü alana, yani DT Ankara Müdürlüğüne "Halkın parasını doğru biçimde kullandın, işte ödülün" mü diyeceğiz? Zaten ödenekli bir kurum yöneticisi olarak görevi bu. Sanat Kurumu yönetimi bu ödülü açıklarken oyunun yaratıcı kadrosuna ait hiçbir bilgi yok. Aslında bu ödül o oyuna emek veren tüm kadronun. Eleştirmenler Birliği bu tür ödüllerde sorunu çözmüş. Tiyatro Tiyatro Dergisi başka bir yaklaşımla jürinin görüşlerini yazılı alıp yayınlıyor. Böylece emek verenler ortaya çıkıyor. Demokrasi kavramında şeffaflık da varsa bu tutum demokratlıktır, emeği takdirdir. Dahası, bu ödül Ankara'da sahnelenen başka bir oyunla paylaştırıldı. Öğrendim ki o oyunun rejisörünü törene bile çağırmamışlar. Ben de gitmedim.
cy a
Tekstin senaryo olması ve içinde çok fazla belgeseli barındırması sizin sahneleme çalışmalarınızı nasıl etkiledi? Öncelikle tekst üzerinde yoğun bir dramaturji çalışması yaptım. Bu çalışmada Duras'a ve filmin yönetmeni Resnais'nin senaryoya katkısına hiçbir şekilde ihanet etmemeyi ön koşul alarak. Şunu da söyleyeyim; doğru anımsıyorsam 60'lann sonlarında izlemiştim filmi. Oyunu çıkarana kadar da izlemedim. Doğru ya da yanlış, izlediğim etkileyici yapıtları sahnelememek gibi bir tutumum var. Senaryonun parantez aralan yeterince genişti. Bir dolu belgeyi işaret ediyordu. Onlarla örtüşebilen canlı görüntülere yöneldim.
oyuncu kimliklerini değil, oyuncu kişiliklerini öne çıkarmalarım, ekip ruhuna en az benim kadar inanmalarını vb,vb... Ama bu tutumum onlara olan inancımdan kaynaklanıyor. Dünyanın en iyi rejisörü bile olsanız eğer karşınızda işini aşkla ve bilerek yapmayan oyuncular varsa oyun güme gitmiştir. Zevahiri kurtarmak, kendi adınızı temize çıkarmak için, (böyle bir kulvara hiç girmedim; sanırım biraz da şansım yaver gitti) evet, yalnızca bunun için bencilliğinizi pekiştirip kontur kalemiyle kalın çizgiler çizmek zorunda kalabilirsiniz... Oyunu son akışlardan birinde seyrettiniz, dekor ve giysilerde eksikler vardı. Işık hemen hemen yoktu. Yine de, bana zarif davranmıyorsanız, gerçekten etkilendiyseniz, ki içtenlikle belirteyim ben etkileniyorum, bu onların işlerini iyi yaptıklarının sonucudur. Benim başarım bu roller için doğru kişileri seçmekle başlamıştır.
pe
Provalarınızı izlediğimde, sadeliğin hakim olduğunu gözlemledim. Belgeseller için sinevizyon kullanmamışsınız. Aşk, tutku ve unutuş üçgeninin felsefesini, ölümleri, katliamları oyuncularınızın yüzlerine ve bedenlerine yansıtmışsınız. Oldukça da etkileyici bulduğumu söylemek isterim. Böyle bir çalışma yapmanızda neler etkili oldu? Naifiteyi ve minimalizmi seviyorum. Sahnede sine vizyon, film gibi teknikler benden uzak olsun. Ama zorunlu kalırsam kullanırım kuşkusuz. Bir kere kullandım. Büyük Tiyatro'da "Üç Kuruşluk Opera"yı sahnelerken... Brecht perdesi yarım değil ışık geçirgen bir bütündü ve epizod sonlarında üzerinde hareketli bir borsa görünüyordu. Sustalı Mac polislerce yakalandığında borsa düşüyor, kaçtığında yükseliyordu. İdam edilecekken dibe; affedilip unvan kazandığında tavana vurdu. Böylece günümüzün mafya, sermaye, erk ilişkisine gönderme yapmak istemiştim; sanırım amacıma ulaştım. Oyuncular için biraz zor bir rejisör olduğumu biliyorum. Çok şey isterim onlardan. Alışılagelmişliğin batağına sapmamalarını,
Çelişkinin ikinci boyutu Ankara Müdürlüğü'ne verilen bu ödülün kimin makam masasını süsleyeceği... Bu oyunun ne seçilmesinde, ne de hazırlanma sürecinde şimdiki yönetimin en küçük bir katkısı var. Görev değişiminden sonra ilk icraatlarından biri ödül kazanan, seyircisi olan bu iki oyunu da repertuvardan kaldırmak, kadrolarını başka oyunlara dağıtmak oldu.
Bana bir bilgi verildi 15-20 gün önce; bu oyunların tüm kadrosuna kutlama mektupları yazılmış, ödül töreninin ertesinde. Gerçekte kimse böyle bir şey almamış. Tiyatro duyarlılık alanının çok geniş, frekansının güçlü olması gereken bir disiplindir. Erhan hocam; görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için tüm tiyatroseverler adına teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ederim ©
"Bella, Patron ve Bulli" ya da "Çiçek Patron ve Böcek"
pe
cy a
Bir Grips Oyunu
> Nihal Kuyumcu > nihaIkuyumcu@yahoo.com
70 li yıllardan bu yana çocuk tiyatrosu alanında Berlin'de çalışmalarını sürdüren Grips tiyatrosu, oyunlarını tamamen gerçekçi bir yapı üzerine kurar. Amacı çocuklara önce aile ve arkadaş çevresinden başlayarak yaşadıkları dünyayı göstermektir. "Hiç kimse mükemmel değildir". "Bazen yetişkinler tuhaf olabilirler." "çocuklar da hatalar yapabilir, yalan söyleyebilir, büyüklerinden gizli işler çevirebilirler" gibi mesajlarla oyunlarında çocuklara yalnız olmadıklarını hissetirirler. Yetişkinlere yönelik eleştirel bir bakışla, çocuğun yanında yer alan grup bu tavrı nedeniyle zaman zaman sert eleştiriler almıştır. Çocuklara gerçekçilik adı altında karamsar bir tablo sunmak yerine, kendilerini ve çevrelerim olduğu gibi sahne üstünde göstererek, başarabilecekleri konusunda umut ışığı yakarlar. Bu nedenle kendilerinden oyunlarının sahnelenmesi için izin istendiğinde, mutlaka uyarlama yapılması koşulunu öne sürerler. Kaldı ki, kendileri de oyunlarını bulundukları şehirdeki çocuklarla yaptıkları bir dizi çalışma sonrası oluştururlar. Okullarda yaptıkları anketler, resimler vb. çalışmalarla çocukların gündemindeki sorunlar belirlenir, alman ipuçları değerlendirilerek oyun, grubun yazarlarınca, kaleme alınır. Türkiye'de daha önceki yıllarda gerek Devlet Tiyatroları'nda
gerekse Özel tiyatrolarda Grips oyunları sahnelenmişti. Bu yıl Bakırköy Belediyesi Tiyatrosu, "Bella Boss ve Bulli" adlı Volker Ludvig'in yazdığı oyunu "Çiçek, Patron ve Böcek" adıyla sahneliyor. Oyunda bir başka semte taşınan küçük Bella'nın taşındığı yeni çevrede yeni arkadaşlıkları, çocuklar arası çeteleşme, buna karşılık oluşturulan dayanışma, birlikte bir şeyleri başarma çabalarını görüyoruz Bella 7-8 yaşlarında annesiyle yalnız yaşayan küçük bir kız çocuğudur ve başka bir eve taşındıkları için mutsuzdur. Yeni çevreye alışmaya çalışırken yeni arkadaşlar edinir; Boss ve Bulli. Boss çok zengin bir ailenin oğlu, Bulli ise fakir bir ailenin çocuğudur. Zaman zaman yanlış şeyler yapmıştır. Bu nedenle o çevreden bir grup çocuğun şantajlarına boyun eğerek onlara para yetiştirmeye çalışmaktadır. En büyük korkusu olanlardan babasının haberi olması ve bunun sonucu İslah evine kapatılmaktır. Ancak bu iki çocuğun ortak noktaları ikisinin de ailelerinin ilgisiz olmalarıdır. Yine böyle bir şantajla karşılaşan Bulli, Boss'dan zorla para aldıktan sonra eksik kalan kısmı için Bella'dan yardım ister. Bella evin para kutusundan annesinden gizli olarak aldığı parayı Bulli'ye verir. Durumu fark eden anne ve apartman yöneticisinin yardımıyla sorunlar çözülür, her şey yoluna girer. Oyunun gerçek olamayacak kadar mutlu sonla bitmesi, sorunun çözülmesinde büyüklerin önemli bir rol oynamaları oyunda var olan zayıf noktalar olarak değerlendirilebilir.
Bir ikinci sorunu -belki de en temel sorun- kostümlerde görüyoruz. Patron'un kısa pantolonlu takım elbisesi-neden kısa pantolon-, Çiçek'in okula giderken bile üstünden çıkartmadığı pembe şifon elbisesi, Annenin, çorap ve ayakkabı ve şapka da dahil olmak üzere mavilere bürünmüş, çevremizdeki hiçbir anneye benzemeyen tipleri ile oyun bizim çocuklarımızın gerçekliğinden uzaklaştırılmıştır. Öte yandan çocuklardan tehditle para alan Testere'nin uzun siyah deri paltosu, çete arkadaşlarının siyah giysileri ve siyah gözlükleriyle yaptıklarının eylem olarak mafyadan farkı olmadığını vurgulasa da, çocuklarımızın çevresinde göremeyeceği tipler olarak kalmış. Hatta olumsuz birer tip olarak gösterilmeye çalışılsa da Testere ve çetesi bu halleriyle bu tip eylemlerde bulunan çocuklar için özendirici birer görünüm sergilediği bile düşünülebilir. Dekorda kullanılan çöp kutusu görünümlü bizim sokaklarımızda olmayan karikatür gibi çizilerek yapılmış dekor parçası, nedense, gerçek bir konteynır ya da çöp bidonu yerine tercih edilmiş. Oyunun sonunda evi terk eden Patron, Çiçek'in annesinin ilgisinden etkilenip, kendi evinde bulamadığı sevgiyi Çiçek'lerde bulduğunu düşünerek onlara yerleşmeye karar verir. Baba oğlunu ararken Çiçek'lere gelir. Önce anneyi suçlasa da hatasını anlar, çocuğa verilen sözlerle her şey tatlıya bağlanır. Burada annenin çocukları öpmesinin ardından Kapıcı Emek efendinin de yanağını uzattığını ve annenin Avni Beyin de istediğim düşünerek öpmek üzere onu da yakalamaya çalışması görüntü olarak her ne kadar seyirci için eğlenceli olsa da gerçeklikten uzaklaşan bir bölüm olarak- ana metne bağlı olarak kalmış. Ana metinde yöneticinin yaşlı, babacan bir kişi olmasına karşın oyunumuzda kapıcı olarak yer alan Emek efendi genç. Seyirci çocuklardan acaba kaçının annesi bu güne kadar kapıcının -ya da yöneticinin- yanağını uzatmasına cevap vermiş veya arkadaşının babasını öpmek üzere kovalamıştır?
pe cy a
Dramaturgla yapılan görüşmede oyunun sahnelendiği bölgede (Ataköy) çok zengin, orta halli ve fakir olmak üzere çok çeşitli sosyo-ekonomik yapıya sahip aile çocuklarının bir arada okuduklarını, o nedenle oyundaki bu yapıya dokunmadıklarını dile getirdi. Ayrıca çevre okullarda çocukların kendilerinden yaşça büyük olanlar tarafından rahatsız edilmesi, kaba güç kullanılarak paralarının alınması gibi sorunların sıkça görülmesi, yani seyirci çocuklar için yabancı olmayan bir ortam ve konunun olması sağlam bir Grips metninin sahnelenmesi açısından bir avantaj olarak düşünülebilir. Geriye isimleri değiştirmek, çevreyi ve fiziksel ortamı seyirci çocukların kendilerini ve çevrelerini görebilecekleri ufak tefek düzenlemeler yapmak kalıyor ki çocuk sahnedeki tipleri tanısın ve kendini de onların arasında bir yerlere yerleştirsin yada biriyle özdeşleşerek kendinde değiştirme, mücadele etme gücünü bulabilsin. Ancak, bu noktada bazı sorunlarla karşılaşıyoruz.
adı ise, babasının zenginliğinden dolayı takılan Boss, Almancada Patron anlamına gelen bir lakaptır. Orijinal metindeki adı olan Victor Archibald Beck, uyarlama metinde Saffet Abdal Dal olmuş. İsminin baş harfleri olan S.A.D çantasının üstünde arma olarak işlenmiş. Bu bir bakıma Boss'un ayrıcalıklı yanına vurgu yapmak için gösterilen bir ayrıntı. Archibald adı bir asalete de dikkat çekiyor. Ancak ülkemiz penceresinden baktığımızda böyle bir ayrıntıya sadık kalmak gerekiyor muydu? Hele hele Saffet Abdal Dal gibi çok yaygın olmayan bir isimle, hem de Abdal ile Aptal arasındaki ayrımı bilmeyen çocuklarımız için ne kadar doğru bir seçim olduğu tartışılır.
Oyunda isimler Bella Çiçek, Bulli; Burak (takma ad olarak Böcek), Boss; Saffet Abdal Dal (takma isim Patron), Çiçek'in annesi Bn. Schneider Sevgi, Yönetici -kapıcı olarak değişmişValentin, Emek Efendi, Harke, Testere, Boss'un babası Herr Beck ise Avni Dal olarak değişmiş. Ana metinde Bella ile Bulli adları arasında olan ilişki, Çiçek ve Böcek olarak güzel bir bağlantı ile korunmuş. ( Bella bilindiği gibi İtalyanca güzel anlamındadır. Bulli ise Bull-Boğa'dan türetilmiştir). Boss'un
Sonuç olarak çocuklarımız eğlenceli, piyasadaki birçok oyundan daha keyifli bir oyun izlemiş ama sahnede kendini, okul arkadaşlarını ya da kendisinden zorla para alan Testere gibi çocukları görememiş, bu konuda yaşadığı sorunları ile tiyatroya geldiği gibi, evine beraberinde geri dönmüştür.
Tiyatro Söyleşileri: Yaşam, Deney, Bilgi Odağında Bir Kitap
pe
cy a
"Yaşamdan Sahneye"
> M. Sadık Aslankara
lale Sancak, öykücülüğümüzün son on beş yılına damgasını vurmuş yazarlarımızdan biri. Bağırganlığa kaymadan hep o sessiz derinlikte yol almış; dil, anlatım olanakları bağlamında öykücülüğümüze emek vermiş, katkı koymuş bir öykü gönüllüsü... Onun, daha öncelerde "Açık Radyo " için yaptığı "Kenti Dinlemek" başlıklı konuşmaları nasıl kitaplaştıysa bu kez bir dizi konuğuyla yaptığı "Yaşamdan Sahneye" başlıklı konuşmaları da kitaplaştı: Yaşamdan Sahneye (Doğan, 2005). Sancak bu konuşmaları kitaplaştırırken bu tiyatro mevsimine yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Ne var ki kitap üzerinde gereğince durulmadı bence. Oysa Sancak'ın konuklarıyla yaptığı konuşmaların başlıkları bile ilginç bir açılım ve bütünlük getiriyor. Tiyatro Tiyatro 'nun okurları, bu arada Anadolu'ya dağılmış heveslisi, eylemlisi binlerce genç tiyatrocu için Jale Sancak'a birkaç soru yönelttim... İşte yanıtları:
Jale, Yaşamdan Sahneye adlı kitabının serüveninden söz eder misin? Nasıl başladı bu iş? Yaşamdan Sahne'ye, önce Açık Radyo'da tiyatro ve oyunculuk üzerine yirmi altı bölümlük bir söyleşi programı olarak sunuldu. Programa ağırlıklı olarak oyuncular konuk oldu, ama tiyatro üzerine düşünen ve yazan yazarları da çok önemsediğim için onlar da programda yer aldılar ve değerli düşüncelerini belirttiler. Yaşamdan sahneye neleri taşıdıklarını,oyunculuk üzerine düşünce ve duygularını ve deneyimlerini bugünün tiyatrosunun nasıl olduğu, nasıl olması gerektiği konusundaki görüşlerini, tiyatronun sorunlarını aktardıkları benim için çok keyifli bir program oldu "Yaşamdan Sahneye". Umarım dinleyenler de aynı keyfi almışlardır.
Neden böyle bir girişime gerek duydun desem? Programı yapma nedenlerime gelince, bir tanesi öldü, ölüyor, bitti artık denilen tiyatronun hiçbir zaman ölmeyeceğine ve bitmeyeceğine inanmam, tiyatronun bütün olup bitenlere rağmen müthiş direnişini çok önemsemem ve insanı insana insanla anlatan bu sanat dalını çok sevmemdir. Zaten eğer tiyatro bitiyor, yok oluyorsa, aynı biçimde bütün öteki sanat dallan da aynı sona mahkûm demektir, çünkü tiyatroyu öteki sanatlardan ayrı düşünmemiz mümkün değil, hepsi de, başta yazı olmak üzere tiyatronun içinde yer alıyorlar. Tiyatro hepsinden besleniyor ve hepsini besliyor. Bir başka şey daha var tabi ki bu nokta çok önemli: Bugün artık herkes zahmetsizce ve kolayca her şey, herkes hiç emek vermeden her şey. Bunun için eğitime, emeğe, çabaya deneyime pek de gerek yoktur. Ne yazık ki böyle bir dönem bu,böyle algılanıyor, böyle anlaşıyor. Oysa bilenler bilir, pek de öyle anlaşıldığı gibi değil. Gerçekten oyuncu olmak, bir rolün hakkını vermek, altından kalkabilmek, yetkinleşmek o denli kolay değil. Kitabı okuyanlar gerçekten oyuncu olmak, bunun da ötesinde tiyatro adamı olmak için neler gerektiğini, bunun için nasıl bir yol kat edilmesi, hayatın içinde ne tür bir yolculuk yapılması gerektiğini göreceklerdir. Bunları kimsenin gözünü korkutmak, yıldırmak için söylemiyorum tabii, konuklarım da onun için söylemediler elbette, sadece bir işi doğru ve güzel bir biçimde gerçekleştirmek için gerekenlerdi anlattıkları. Zaten insan onların seslerindeki, bakışlarındaki, ifadelerindeki sevgiyi, inancı görünce bütün çabaların, çalışmaların yılmadan, çok isteyerek, sevgiyle yapıldığını, hatta zorluklardan bile keyif alındığını rahatlıkla anlayabiliyor. İşte bir de bunun için, bunun altını çizmek, buraya dikkat çekmek için yapıldı bu çalışma.
cy a
Programlara kimler katıldı? Yaşamdan Sahneye adlı kitabına bunlardan hangilerinin söyleşilerini aldın? Programa Türk tiyatrosunun Genco Erkal, Zeliha Berksoy, Ayla Algan, Erol Keskin, Haluk Bilginer, Cüneyt Türel, Ahmet Levendoğlu gibi usta oyuncularıyla birlikte Emre Kınay, Aslı Öngören, Nihal Geyran Koldaş, Tilbe Saran gibi daha genç ama başarılı oyuncuları, yeni tiyatro toplulukları ve oyunculuk eğitimi alan gençler katıldılar. Özellikle genç oyuncuların heyecanını, hevesini ve taşıdıkları umudu görmek, tanık olmak çok hoştu. Öte yandan çok istememe rağmen zamansızlıkları yüzünden bir türlü konuk edemediğim Müşfik ve Yıldız Kenter'in bu çalışmanın içinde olmamaları benim için ciddi bir eksiklik. Program bitip de, programı kitaba dönüştürme aşamasında bir seçme yapmak durumunda kalınca, tiyatro eğitiminin ne olduğunu aktarmak açısından da hem oyuncu hem de eğitmen olan oyuncularla, senin gibi tiyatro üzerine düşünce üreten, yazan tiyatro adamlarımızı kitaba aldım. Umarım tiyatroya gerçekten gönül vermiş, her biri çok değerli olan diğer konuklarıma haksızlık sayılmaz bu.
ilişkisi, tiyatronun türleri, bazı akımlar, tiyatronun bugün içinde bulunduğu durum, sorunlar ve nasıl aşılabilir üzerinde konuşuldu daha çok. Tabii sık sık da televizyonun tahribatına ister istemez değinildi. Söz uçar yazı kalırmış,ben de buradan hareketle aynı Kenti Dinlemek'te olduğu gibi, bu programı da çok insana ulaşması umudu ve dileğiyle kitaplaştırdım.
pe
Kitabı burada özetlemek istemiyorum. Sen bize, andığın konuklarının nelere, hangi konulara değindiğinden söz eder misin lütfen? Yaşamdan sahneye sadece tiyatro ve oyunculuk teknikleri üzerine konuşulan bir program olsa da, görülecektir ki içinde insana, insanlığın serüvenine, hayata ve dünya düzenine ilişkin pek çok söz yer almış, beraberinde içinde bulunduğumuz kültür ve sanat ortamının durumu da irdelenmiştir. Böylece yalnızca meraklısına, ilgilisine seslenen değil, hemen herkese hitap eden bir çalışma oldu bana kalırsa. Öyleyse tiyatromuz için güncel, pratik bir el kitabı olarak da alınabilir Yaşamdan Sahneye, ha ne dersin? Yaşamdan Sahneye ne kuramsal ne de akademik bir çalışma. O türde gerçekleştirilmiş pek çok değerli, önemli yapıt var. Yaşamdan Sahneye asla böyle bir iddia ile ortaya çıkmıyor zaten. Sadece bir söyleşi kitabı. Ama yanılmıyorsam, birbirinden farklı tiyatro çalışması yapan tiyatro oyuncularının bir aradalığı ve oyunculuğun bizzat oyuncu tarafından tanımlanması açısından bir ilk. Kitabı okuyacak olanlar hem tiyatro sanatçıları hem de oyunculuk hakkında, yanı sıra çağdaş tiyatro konusunda rahatlıkla bilgi ve fikir sahibi olacaklardır. Biraz daha içine girelim mi kitabın? Yaşamdan Sahneye programında daha önce de belirttiğim gibi oyunculuk, oyunculuk teknikleri, oyuncunun rolüne hazırlanışı, yapması ya da yapmaması gerekenler, yönetmenlik, tiyatro ve yaşam ilişkisi, oyuncu seyirci
Bütün bu anlattıklarından sonra bol okuru olsun diyeceğim kitabının. Kitabı herkesin okumasını diliyorum doğrusu. Bunu da bu kitap benim kitabım değil de tiyatro adamlarının, oyuncuların kitabı olduğu için, hiçbir öne çıkma kaygısı taşımadığım için rahatlıkla söyleyebilirim. Evet herkesin okumasını diliyorum ama oyuncu olmak isteyenlerin, oyuncu olduğunu sananların ve her ne kadar işin içinde bulunsalar bile oyuncu olacakların, yani tiyatro eğitimi alan gençlerin okumasını çok daha fazla istiyorum. Ben kendi adıma program boyunca çok şey öğrendim, bundan da çok hoşnudum. Teşekkür ederim Jale. Ben teşekkür ederim Sadık©
ALTYAZI: "Kentler ve Tiyatroları" dizisinin yeni bölümlerine Şubat'ta Antalya ile başlıyorum.
Bir Erzurum Serüveni
pe cy
a
"Söz Veriyorum"u Sahnelerken
> Esen Özman > eozmanav@turk.net
9 Ekim Pazar günü Alexei Arbuzov'un "Söz Veriyorum" adlı oyununu yönetmek üzere Erzurum'dayım. Havası, suyu, iklimi.. .her şeyi ile farklı bir kent... daha doğrusu "kasaba" ya da standartlara girmediği için tanımlaması zor bir yer. Biraz dinlendikten sonra Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun genç müdürü Erkan Erdem ile buluşuyoruz. İlk sözleri tiyatrodan çok beni kente alıştırma yöntemlerine ilişkin. Yüksek rakımlı bu kentte oksijen yok diyor sözün başı. Önce espri sanıyorum. Ama kısa zamanda anlıyorum.. .evet bu kentte nefes alamıyorum. 11 Ekim'de değerli aydınımız Attila İlhan'ı kaybediyoruz. Sarsılıyoruz. Erzurum'da göreceli bir üzüntü yaşıyoruz. Siyasal bakışı ve bulunduğu yer gereği bizden ayrı bir kent Erzurum. En azından biz sanatçılara uzak bir kent. Bu kente gelişim ile şairimizi kaybedişimiz arasında tersinlemeli bir metaforik bağlantı var adeta.. .Evet ben nefes alamıyorum. Bu "doğu'yu ziyaret ediş" üç beş günlük turistik gezi örneği turnelere hiç benzemiyor. Palandöken dağlarında konaklayıp şehre iki saatliğine oyun oynamak için inmeye benzemiyor.
Erkan, Zeynep ve Uğur ile 17 Ekim'de Erkan'ın o mütevazı müdür odasında çalışmalara başlıyoruz. Kondüvitinden ışıkçısına, terzisinden sahne amirine özveri esasına dayalı bir süreç başlattığımız aşikar. Örneğin Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun kadrolu sekreteri yok, sahne amiri tek... ve bütün bunlara bağlı olarak görevlisini bekleyen ve çalışmalarda sonsuz sorun yaratan ama her nedense içi doldurulamayan kadrolar... Mahrumiyet acılarından mı hep sıcaklık doğar bilemiyorum ama bu ekibin anlaşacağı, yakınlaşacağı ilk günden belli... Ah! bir de şu kupkuru kalmak, havasızlıktan yolda tık nefes yürümek, soluyamamak olmasa. "Bizim hiç ustamız olmadı. Mezun olduk, buralarda, önümüzde bir büyük olmadan çalıştık" diye itiraf ediyor samimiyet ve yüreklilik ile Erkan Erdem. Kimi vardır bilmez, bilmediğini de bilmez. Oysa bildiği ve bilmediği ile bana açık, inançlı üç temiz insan, üç güzel çocuk var karşımda. Nasıl da kayıtsız şartsız, enerjimi sonuna kadar kullanarak çalışmam onlarla. Günümüz Türkiye'si ve Erzurum'unda nasıl bir Söz Veriyorum? Arbuzov'un metninde savaşın yarattığı onulmaz hasar ve "aşk" ın zor erişilebilirliği işleniyor çok ince bir anlatımla.
İnsandaki vahşet olgusu beni hep düşündürmüştür. İnsan savaşır acı çeker, aşk hastalığına tutulur acı çeker. Gene de çektirmek ve başkasına işkence etmek gibi yabanıl duyumdan alıkoyamaz kendini. Abartılı gelebilir, ama sado-mazohist duygular yalnızca insanoğluna özgü belki de. İşte bu nedenle Söz Veriyorum'un kahramanlarının söz verememelerini yeğledim. Neye söz verebilir içlerinde o küçük vahşi hayvanı barındıran bu kahramancıklar? Savaşmamaya mı? Aşklarına sahip çıkmaya mı? Oyunumuzun sonu da değişmeye yazgılı oldu böylece. Arbuzov 1961'de yazdığı oyunu umutla bitirmek istemiş. Oysa ben bu umuda katılamıyorum. Günümüz dramaturjisi yönetmene metinde dönüşüm hakkını veriyor. Söz Veriyorum'u sahnelerken uyguladığım gibi; Arbuzov'un metni: Lika: Birlikte yaşamamız kolay olacak mı dersin? Yoo, her şey yolunda gidecek. 1960'lara inanıyorum ben. Onlar bize mutluluk getirecek, göreceksin. Marat: Başka türlü olamaz... Öyle çok umutlar bağlı ki onlara! Lika: İş ki korkma! Mutlu olmaktan korkma benim zavallı sevgili Marat'cığım!
pe cy a
Ben yorumlamamda, savaş ve aşkın aslında birbirini bütünleyen olgular olduğundan yola çıktım. En özelde ve en genelde, savaş aşkı, aşk da savaşı içerir düşüncesi egemen oldu benim metni yeniden okumamda. Küreselleşmesiyle tuhaf bir biçimde gurur duyan yeni dünya düzeni hala savaşıyor, savaştırıyor. O halde, sözüm ona post-modern bir dünyada dahi yüzyıllardır olduğu gibi savaştan vazgeçmeyen bu sürgit düzende "mutlak aşk"ın yakalanabilirliğinden ya da sürebilirliğinden söz etmek olası değil. Savaş ve aşk dürtüleri insanoğlunun derinlerindeki en hayvansı itkiden doğuyorsa eğer, "savaş" ve "aşk"ı iç içe geçmiş duyumlar olarak algılayabiliriz. İnsanoğlu ortaçağ vahşetinden bu yana savaşa ve aşka hep yenik düştü. İçindeki o en hayvansal dürtüye yenildi.
Görüyoruz ki, hep bir savaşım söz konusu insanlararası ilişkilerde. Oyunumuzda dışarıda savaş varken içeride bir aşk doğar gibi oluyor. Savaş olmasaydı bu aşk gelişir, büyürdü düşüncesi bana çok uzak. Kimileyin zor durumlarda yaşanan duyarlılıklar aşk gibi algılanabilir. Ama Marat ve Lika arasındaki anlık çatışkı-dışarıdaki savaş değil- belki yıllarca geliştirebilecekleri güzel bir aşkı engelledi. Bunun dışarıda yaşanan ve o gün için önemli, sarsıcı bir sosyal bunalım oluşturan 2. Dünya Savaşı ile ilintisi yok kanımca. Kahramanlarımızın içsel savaşımları ile ilintisi var.
Oyunumuz bağlamında baktığımızda aynı kadını sevmekten ötürü üç zor gün dostunun çatışkısı ve kadının iki erkek arasında kalmışlığının iç çatışkısı söz konusu. Aşk tıpkı savaş stratejisi gibi hesap ederek kurgulanır mı? Lika hemcinslerinin temsilcisi olarak bir kaypaklık örneği verir, toplumsal statü adına sevdiğini değil, şefkat ile sevdiği Leonidik'i yeğler. Leonidik kişisel çıkarları adına Lika'nın Marat'ı sevdiğini bile bile Lika'yı sahiplenir. Marat'da bir gün bencilleşmeyi öğrenecektir. Yıllar sonra da olsa, içsel savaşımını yenecek ve Lika'sına (belki?) kavuşacaktır.
Arbuzov 'unl960'ların anti-militarist duygusallığı içinde kaleme aldığı metnin finaline bugün katılmam olası değil. Çünkü ne güncel siyasal görünüm, ne de gelecek günler barışı vaat ediyor. 2005'te hala yaşayan metnin finalini ben ancak şöyle okuyabiliyorum: Lika: Birlikte yaşamamız kolay olacak mı dersin? (İnançsız) Yoo, her şey yolunda gidecek. 1960'lara, gelecek yıllara inanıyorum ben. (İnançsızlığını sürdürerek) Onlar bize mutluluk getirecek... (Mutluluk getirmeyecek dercesine)...getirecek, getirecek, mutluluk getirecek. Marat: Söz veriyor musun? (Oyundaki zaman aşımlarını belirleme ve dönüşümleri vurgulama açısından renklerle simgeleşen pencere yerel sokak savaşlarını çağrıştıran ses efektiyle birlikte kararır.) Marat: (Devam eder) Söz verebiliyor musun?
Lika: (İnançsızdır. Söz veremez.) Söz...veriyorum!.. Kapımızın önünde savaşın yaşandığı bir 2005 Türkiyesi'nde "Söz Veriyorum"u böyle yorumlamayı uygun buldum. Ama "aşk" olgusunu gene de biraz kayırarak, aşkı her şeye rağmen biraz daha öne çıkararak. Oyunumuzun gene de odak noktası aşkın, ilk aşkın yıllar sonra infilak ettiği "o an"... 3. Perde 2. sahne. Aşkın tanımsızlığım, erişilmezliğini, çıkmazını, hep soyut kalışını, çaresizliğini duyumsatan "o an"... Söz veriyorum oyunundaki aşk boyutu Edip Cansever'de izdüşümünü buluyor adeta. İnfilak Ben gidince hüzünler bırakırım Bu senin yaşadığındır Bir ev sıkılır kadınlardaki Bir adam sıkılır kadınlardaki Seni sevmek bu kadar mı O benim yaşadığımdır
Gitsem de her yerde biraz vardır Hatırda zamansız bir plak Bir otel kapısı, biraz istasyon Vardır o seninle birlikte olmak Buluşur çok uzaktan ellerimiz Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilak.
Son dönem kurumumuzda yaşanan çalkantıların görüyoruz ki Bölge Tiyatroları ile çok da ilintisi yok. Cumhuriyet'in kazanımı Devlet Tiyatroları en geriyi, en tutucuyu bile dize getirecek güçte bir emniyet supabı. Bu Erzurum deneyimi de diğer bölgelere gittiğimde olduğu gibi, gösterdi ki, ulusal tiyatromuz İstanbul tiyatro ortamında barlarda birbirini ağırlayan zihniyetle somutlaşamaz. Fantezi rejiler, sözüm ona avangardist ışık tasarımları, sözüm ona post-modernist dramaturjik yaklaşımlar "bilgi"ye dayandırılmaksızın biteviye denendiği sürece tiyatro dünyamızda kendini tek kriter gibi gösteren İstanbul'un tiyatrosu yazık ki yönetsel anlamda Devlet Tiyatrolarına, sanatsal bağlamda da ulusal tiyatro yapılanmamıza ket vuracak. Erzurum'un "Söz Veriyorum"u büyük kentlerin yükselen değerlerine yetişemeyen alçak gönüllü değerlerle kotarılmaya çalışılmış bir iş. Sekiz haftadan önce çıkarılması güç oyunu beş hafta gibi kısa bir sürede kotarmanın rehaveti içindeyim. O beş haftayı beş ay gibi yoğun birlikte geçirdiğim genç arkadaşlarımdan ayrılırken yüreklerimizde ve gözlerimizde hüzünlü burukluk...O çocuklar, şimdi hiçbir motivasyonsuz sadece meçhule giden bir tiyatro ve toplumumuz adına heyecanlanmaya kendilerini zorluyorlar. İşte, bu belirsizlik, bu geleceğe dair hiçbir "söz veremeyiş" bizi ayrılırken daha hüzünlendiren, yüreklerimizi burkan.
cy a
Bazen de bir yerde kuşlar vardır Ne uçmak ne görünmek için Bir karanfil pencereyi deler Bir kapı kendiliğinden kapanır İstesek sevişirdik ama olmadı Biz değil yaşayan acılardır.
Erzurum'a yaydığı bir sıcaklık bu. Erzurum deyince buruk bir hüzün kaplıyor içimi... AB masallarına böylesi cahilliğimiz içinde uyanamayışımız.. .Ve her şeye rağmen tiyatro ile var olabilmek.. .kültür ile direnebilmek... Muhsin Ertuğrul hocamızın önerilerine uyarak gerçekleşmez mi bütün bunlar ancak?...
pe
Erzurum gerçeğine dönersek, bana nefes aldırmayan bu kentte çok yoruluyorum: Genç meslektaşlarıma biraz daha katkı sağlamak adına yönetmenlik ötesi bir çaba sarfederek çalıştığım için yoruluyorum. Profesyonel hınzırlıklardan çok naif bir heyecanla yaklaştıkları için yorgunluğuma değdiğini düşünüyorum. Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun bir dediğimi iki etmeyen teknik ekibi ile yorgunluğumu unutmaya çalışıyorum. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin, İletişim Fakültesinin tüm zorluklara rağmen bir işlevi olduğunu gördüğüm için umutlanıyorum. En sudan öyküler izlemeye alışık seyircilerin bile ciddi söylemle karşılaşınca bize yaklaştığına tanık olduğumuz için yorgunluğumuzdan arınıyoruz.
Ve prömiyer akşamı sevgili Alev Sezer'i fuayede fotoğrafları ile bir köşe hazırlayıp önünde mum yakarak selamlıyor ve anıyoruz. Şöyle sözler söylemişim o gece selam sırasında: " 'Söz Veriyorum' ülkemizde ilk kez 1979 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu 'nda Ejder Akışık rejisi ile Alev Sezer, Işık Yenersu ve Engin Şenkan tarafından sergilendi. Ben henüz konservatuvar öğrencisi dahi değildim. Ama bu üç değerli oyuncunun virtüözce yorumları hâlâ belleğimde. Rahmetli Alev Sezer tıpkı oyunumuzun Marat'ı gibi uçarı, çılgın, renkli bir kişiliğe sahipti. Benim de önce hocam oldu, sonra aynı sahneyi paylaşma şansına kavuştuğum meslektaşım, arkadaşım... İzninizle onun ruhuna da bir alkış yollayalım." Elimizden kayıp giden değerlerimiz... Seyircimiz bir yana, çoğu genç oyuncu tanımıyor bazı yakın geçmişteki değerleri. Onları mümkün olduğunca yaşatmak da özellikle gurbet illerde görevimiz olsa gerek. Onca yokluk ve yoksunluk içinde, oyumuzun Leningrad soğuğuna benzer Erzurum soğuğunda bir sıcaklık yaşanıyor Erzurum Devlet Tiyatrosu'nda. Savaş ve aşk ikileminin traji-komik durumunda buluşmayı başarmış ekibin tiyatroya, belki de o zalim
Ama ben çocuğumu güvenle onlara teslim ediyorum ve Erzurum'un havasızlığına rağmen artık çok rahat ve derin bir nefes alıyorum ©
Yeni Oyunlar <
DONKİŞOT
(Ç.O)
Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Miguel De Cervantes Oyunlaştıran: Özen Rodop Yöneten: Seda Yıldız Sahne Tasarımı: Hakan Dündar Giysi Tasarımı: Gülhan Kırçova Işık Tasarımı: Halit Akgül Müzik: İlteriş Sun Danslar: Arkın Zirek Oyuncular: Bertan Dirikolu, Erkut Emre Sungur, Sema Şahingöz, Erdinç Tok, Murat Okay, Serhan Süsler, Birsen Karacan, Derya Keykubat, Pınar Bekaroğlu, Emek Büyükçelik, Meltem Koç, Nurcan Yanık, Hale Şenözgen, Eylem Ünüvar, Tufan Öztürk, Hale Şenözgen, Zelal Sevgi Atay, Ececan Gümeci, Ayça Ertürk, Eylem Ünüvar
KONUŞAN TAŞ (Ç.O) Tiyatro: Fenerbahçe Tiyatrosu Yazan-Yöneten: Gülen İpek Abalı Koreograf: Duygu Erdoğan Sahne Tasarımı: İpek Bulutlar Giysi Tasarımı: Didem Aksun Müzik: Bilen Emek Abalı Oyuncular: Hatice Topal, Kerem Baydar, Gül Saylavi, Cemil Yener. "Konuşan Taş, yeni taşındığı mahallede bencilce davranışları nedeniyle arkadaşsız kalan Seçil'in hikayesini anlatıyor."
cy a
"Cervantes, bu oyunda akılı geçinen dünyaya Don Kişot ile kafa tutar. Haksızlığa başkaldıran hep hayal peşinde bir kişidir. Gerçek bir kahraman değildir. Kahramanlıkları ve söyledikleri başkaldırı için sadece bir eğlencedir. Silahı hiçbir zaman işe yaramaz. Tek silahı vardır ikna. Konuşur durmadan. Nezaket olsun diye konuşmaz. Laubaliliğe ve hataya tahammülü yoktur. Tembelliğe uyuşukluğa karşı savaşır. Tek başınadır. Alışılmış bütün sahtekârlığa savaş açmıştır. Hayatta görmek istedikleri vardır ve aldansa da öyle görür."
AŞK 1 HASTALIKTIR
pe
Tiyatro: Afiş Oyuncuları Yazan: Barış Akkoyun, Zafer Kılıç Yöneten: Bilge Açıkgöz Sahne Tasarımı: Gülhan Çakmak Işık Tasarımı: Bilge Açıkgöz Oyuncular: Zafer Kılıç, Meral Yurtseven.
AŞKIN GÖZÜNE GÖZLÜK Tiyatro: Tuncay Özinel Tiyatrosu Yazan: Ferhan Şensoy Yöneten: Tuncay Özinel Sahne ve Giysi Tasarımı: Ferit Özen Müzik: Arif Erkin Danslar: Garbis Baltaoğlu Oyuncular: Halit Akçatepe, Ercan Yazgan, Ayşen Tekin, Tomris Karakartal, Ebru Devrim Sayman, Okan Metin, Erkan Kolçak Köstendil ve Tuncay Özinel.
BENBİRKURBAĞAYIM (Ç.O) Tiyatro: Erzurum Devlet Tiyatrosu Yazan: Brigitte Sanner Çeviren: Hale Kuntay Yöneten: Cengiz Uzun Sahne - Giysi Tasarımı: Özge Şenol Işık Tasarımı: Duran Güngör Müzik: Orhan Kaplan Oyuncular: Ergin Özdemir, T.Kutay Sungar, Fulya Yalçın, Zeynep Nutku, Sezai Yılmaz.
SEVGİLİ DOKTOR Tiyatro: Konya Devlet Tiyatrosu Yazan: Anton Çehov Çeviren: Sevgi Sanlı Uyarlayan: Neil Simon Yöneten: Fuat Raufoğlu Sahne Tasarımı: Funda Karasaç Giysi Tasarımı: Esra Selah Işık Tasarımı: Hakan Özdemir Oyuncular: Ali Hakan Beşen, Bülent Çiftçi, Yıldırım Gücük.
> Yeni Oyunlar
KÜLLER KÜLLERE ... & ... BİR DE YOLLUK
BELKIS DÜŞTÜ KUYUYA Tiyatro: Maya Sahnesi, Yazan: Murat İpek Yöneten: Nihal G. Koldaş Giysi Tasarımı: Bergin Azer Işık Tasarımı: Pelin İnal Oyuncu: Murat İpek. "Hayal dünyası çok zengin, bölünmüş kişilikli bir kadının kendinin ve Türkiye 'nin yakın geçmişine ironik bakışını yansıtan oyun renkli bir komedi. Bir kadının kişiliğinde bir toplumun yaşadığı şizofreni ve parçalanmış kimlik su yüzüne çıkıyor. Saba Melikesi Belkis, Yusuf Peygamber ve kumrulardan, 12 eylül dönemine, oradan kurtuluş savaşına, Ajda Pekkan hayranlığından, Kıbrıs çıkartmasına, bir uçak korsanı ile düşsel bir maceradan, Auschwitz kampına gitmekte olan esir yüklü bir trene kadar yakın tarihin hemen tüm ikonlarına değiyor. Ama en çok sarıldığı tema, aşk, sevgi, ilgi insanlarla ilişki kurma tutkusu ve bunun yoksunluğu."
Tiyatro: Yenikuşak Tiyatro Yazan: Harold Pinter Çeviren-Yöneten: Mehmet Ergen Sahne ve Giysi Tasarımı: Barış Dinçel Işık Tasarım: Yakup Çartık Müzik: Çiğdem Borucu Oyuncular: Esra Bezen Bilgin, Cengiz Bozkurt, Evren Kardeş, Serhat Tutumluer, Evren Kardeş-Yiğit Yılmaz. Akbank Sanat'ta geçen yıl Aşk Delisi'yle ilk yapımını gerçekleştiren yeni kuşak tiyatro bu yıl Harold Pinter 'dan iki kısa oyunu aynı gösteride sunacak.
TARTUFFE BEN ESKİDEN KÜÇÜKTÜM
cy a
Tiyatro: Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu Yazan-Yöneten: Ali Poyrazoğlu Sahne ve Giysi Tasarımı: Barış Dinçel Kuklalar: Karel Brozek Müzik: Turgut Noyan Oyuncular: Ali Poyrazoğlu, Özdemir Çiftçioğlu, Berrak Kuş, Eser Ali, Onur Şenay, Richard Lanieps, Murat Ilgar, Korhan Aydın, Beril Elhadef, Oylum Karakaş.
"Varlıklı ve iyi yürekli bir insan olan Orgon, kilisede rastladığı Tartuffe 'a acıyıp evine alır ve ona tüm varlığını bağışladığı gibi kızı ile de evlendirmeyi düşünür. Önce karısının kurduğu düzen ile Tartuffe'un nasıl bir insan olduğu ortaya çıkarsa da Tartuffe'a teslim ettiği gizli bir 'çekmece'işleri karıştırır. Ama Kral da işin içine girince her şey tersine döner.."
pe
"Oyuncuların, palyaçoların, kuklaların, canlı müziğin ve dansın iç içe geçtiği güldürü... Tiyatronun perdesinin, koltuklarının, kostümlerinin, anılarının, kulise asılı kalmış tiradların satıldığı bir açık arttırmanın öyküsü."
KUKLACI
Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Moliere Çeviren: Orhan Veli Kanık Yöneten: Kazım Akşar Sahne Tasarımı: Ali Cem Köroğlu Giysi Tasarımı: Gülhan Kırçova Işık Tasarımı: Önder Arık Oyuncular: Cengiz Baykal, İsmail İncekara, Meral Bilginer, Burak Şentürk, Ebru Bilingen, Nişan Şirinyan, M.Ali Kaptanlar, Serap Eyüpoğlu, Günay Ertekin Arslan.
Tiyatro: Tiyatro Kedi Yazan: Gardner Mckay Yöneten: Hakan Altıner Çeviren: İpek Kadılar Altıner Sahne Tasarımı: Ali Yenel Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Zafer Ergin, Deniz Türkali.
"Yaşamını, mesleğini, ilişkilerini sorgulayan bir psikiyatrist kadın; hedef seçtiği kadınları öldürmeden 'yaşayan ölüler'e dönüştürmeyi meslek edinmiş bir 'seri katil'; uzun, boğucu, sıcak bir Los Angeles gecesi, soğuk, steril ve gözlerden uzak bir ev..."
AMAN HAYRET BİRAZ GAYRET Tiyatro: Tevfik Gelenbe Tiyatrosu Yazan: Mahmut Yesari Yöneten: Sait Genay Oyuncular: Sevim Gelenbe, Arkın Gelenbe, Sait Genay, Zeynep Eylem Şenkal, Fatih Hürkan, Esin Karakaya, Ümmühan Kıldiş, Gülistan Çelik, İsmail Kurt.
cy
pe a
KültürSanat / Gezi
Veni Vidi Oh London, My London...
pe cy a
Genco Demirer
Krallar, kraliçelerin şehri, namı değer LONDON. Londra mümkünse herkesin gidip görmesi gereken nefis bir şehir. Hakkında binlerce kitap yazılmış, binlerce kelam edilmiş, seyyahlara fikir vermiş, öykülere mekan olmuş. Sokakları, dokunulmazlığı, kendine özgü ve başka hiç bir yerde bulamayacağınız garip griliği ile rüya gibi bir kent.
Gece indim Londra'ya. Otele gitmek lazım, bir fuara katılmak amacıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi heyeti ile buluşulacak. Onlar benden önce geldiler çünkü, İstanbul Konsolosluğu fotoğrafım sakallı diye bana vize vermedi, sakalsız foto çektirdim vizeyi saat beşte aldım yedide uçağa bindim. Londra'ya İstanbul uçağından bir-iki dakika önce Kenya uçağı inmiş, bir sürü siyah kardeşle aynı sıradayız ve gereksiz olarak gördüğümüz Avrupa Birliği vatandaşları
KültürSanat / Gezi
cy
a
Neyse ben yine gün sonunda soluğu bit pazarında alıyorum, Londra Büyük Mason Locası'nın karşısına dizilmiş ve "Genco gelse de bizden madalya alsa, bütün parasını bize verse" diyen bir sürü şeker İngiliz amca beni bekliyor. Bir madalyalar buluyorum ki sormayın. Çok önemli örnekler. Sonra yine Berna'ya bir şeyler almak için bit pazarından otele doğru yürümeye karar veriyorum ki bu mesafe Taksim, Beşiktaş kadar var (ama Mecidiyeköy üzerinden). Londra eğer bilmedin geziliyorsa çok pahalı bir yer. Yani bir şişe suyu 2 pounda da (5ytl) içebilirsin, 0.25'e de (50 kuruş). Hint, Lübnan ve Türk yemekleri çok ucuz, döneri Lübnanlılar daha güzel yapıyor ama. Güzel bir yürüyüş iyi geliyor. İyi alışveriş de yaptım, otelin yanında da resim malzemesi satan bir yer buldum, kapanmış ama vitrinden gördüğüm kadarıyla ucuz. Sabah siftahı benle yaparlar diyerek odaya tam giriyorum ki, zaaar telefon, "Maç izlemeye gidiyoruz aşağıdayız çabuk gel" diyorlar. Londra'da birden kendimi "İştar" diye Kürtlerin işlettiği bir restorantta Türkiye milli maçını izlerken buluyorum. "Bu ne ya!" dercesine bir durum. Turu atlayamıyoruz, Londra'ki Türkiyeliler üzgün, vurun rakının dibine kardeşlerim bu da geçer.
pe
yan bankodan sadece "Hello" diyerek geçiyorlar. Ve birden bir kıyamet kopuyor, siyah derili bir kadın kendini yerden yere atıyor, "nereli olduğumu bilmiyorum, kimliğim yok, bana bakın" diye. İlk defa fiili olarak bir ilticaya tanık oluyorum ama kadının siyah oluşu ve az önce inen Kenya uçağı bağını İngiliz polisler de kuruyor ve ablayı uçağa doğru yolluyorlar. Kadın ağlıyor, sıradaki diğer Kenyalılar aralarında konuşuyor, filan falan derken sıra bana geldi. "Siz misiniz bana sakallıyım diye vize vermeyenler" edasıyla bankoya yaklaşıyorum, sergi ve fuar için geldiğimi söylüyorum ve adam mührü basıyor. Dini bütün ya da bütüne yakın biri değilimdir ama dini ayrımcılığa da sonuna kadar karşıyımdır, bundan mütevellit adam pasaportu verir vermez "Selamün Aleyküm " diyorum, adam şaşırıyor.
Havalimanından şehre ulaşmanın en ucuz ve rahat yolu Metro. Eski metro hatları, yeni hatlar birbirini örüyor, bir kazak oluyor ve Londra üşümesin diye içten içe ısıtıyor. İki hat değiştirmem lazım otele ulaşmak için, şehir dışı hattından şehir içi hattına gireceğim. İnsan düşünüyor ya dünyanın ilk metrosu İstanbul'da yapılmış ve hâlâ kullanılıyor ama neden devamı gelmemiş, neden Kenya ile aynı sınıf ülkeler kategorisindeyiz? Neyse bol bol İngiliz Hintli ile sallana sallana şehre iniyoruz ve otel. Çok güzel. Ertesi gün zamanın çoğu turizm fuarında geçiyor. Binlerce ülke, binlerce şehir kendini tanıtıyor. Türkiye baş katılımcılardan, hemen hemen her yerde reklamları ve sponsorlukları var. Onu Yunanistan, Cezayir ve Madrid takip ediyor. Fuardan çıkardığım ders şu "Bir şehri satmak için bir imge yeterli, birini vurgula" Mesela Prag sadece Mozart'ı koymuş standına.
Londra gerçekten de kitaptan ya da rehberlerden gezilerek yaşanmaz, vuracaksın kendini yollara, kaybolmadıkça bir kenti gezmenin ne anlamı vardır ki. Gece olunca bacakların ağrıyacak ve haritana bakarken ya evet orası burasıymış diyeceksin. Londra mutlaka gezilmesi, yaşanması, solunması gerekin bir kent.
KültürSanat / Festival SERGİ
Tunç Çağının Gizemli Kadınları Yapı
Kredi
M.Ö.
3
Anadolu yaratma Sergi,
Vedat Nedim
binli yıllarda
topluluklarının Ana
gücüne
taptıklarını ve
Bakanlığı
ile Ankara
Anadolu
Kayseri,
Eskişehir,
Kütahya, oluşturuldu.
(0212
252
girmesiyle
Tanrıçaya
düşünmemize
Turizm
Mart 2006'ya
kullanıma
kentsel Kültür
işbirliği
Tör Müzesi'nde
tuncun
neden
Kültür
Medeniyetleri, Edirne
ve
onun
olan
sunduğu
heykelcikleri
Adıyaman, seçilen
dolayısıyla
konuk
ediyor.
Genel Müdürlüğ'ünün
Burdur,
yüze
birlikte
berekete,
ve Müzeler
Antalya,
edecek sergi;
sosyal yaşamla
küçük
Varlıkları
Müzelerinden
kadar devam
değişen
Afyonkarahisar,
yakın
nadir
eserlerle
47 00)
KONSER
Ezginin Günlüğü Müzik yaz
dünyasındaki
başında
yirminci
yayınlayan
sevenleriyle
buluşacak.
paylaşacak.
(Nadir
vokal;
Fatih
Tümkaya
Grup
Göktürk
Saçlı
yıllarını
Ezginin
-flüt,
eski -
geride
Günlüğü ve yeni
besteci,
saksafon;
bırakırken
4
Ocak
son
albümleri
Çarşamba
albümlerinden
hazırladığı
klavye; Hüsnü Arkan -
Erkan
Gürer - bas;
"Dargınmıyız"ı
21.30'da
Babylon'da
seçkiyi dinleyicileriyle
vokal; Eylem Atmaca -
Sedat
Yapıcı
- gitar;
Gökhan
- davul)
a
KONSER
sonra
Gypsy olacak.
birleştirirken,
Ermeni -
Brass
Orchestra,
sürdürdüğü performanslar
sahnesinde ile
pe cy
Karandila Gypsy Brass Orchestra Karandila
Raino
uzanan
Trifonov
Cherkezov
KONSER
kişilik
-
ve
kornet;
Roman
müziğini,
avant - garde caza kadar genişletmeyi
başaran
performanslarında bir
teknik
Brenna Zula Sesler,
Sesler, emprovize
kullanıyor.
Maccrimonn
çeşitlilik
müziğini
Osmanlı
sunuyor.
dansçı; Angel Mihaylov
Kuti Sofchev
Cuma
Varbanov -
yayınlanmasından 23.00'da
New
Mehter
(Ana
Babylon
Orleans
Dancheva
Tichaliev
soundu
marşlarına -
hatta
Iordanova
trompet;
Ivan
trompet)
ile
adını
Replikas
Avant - rock ile Kraut Rock'ın ülkemizdeki
temsilcilerinden
Replikas
5
Ocak
Perşembe
21.30'da
Babylon'da.
(Gökçe
Akçelik - vokal, gitar; Barkın Engin - gitar,
vokal, klavye;
Baba
Selçuk Artut -
bas gitar;
ve
yaptığı
duyuran
13 Ocak Cuma 23.00'da
Babylon'da.
Bulgar
ezgilerinden
Camel'in
Ocak
Kanadalı
ile yakın zamanda
çalışmalar
-
bir
Cyclos
6
KONSER
Selim Sesler Trakya Roman Grubu Geleneksel
geleneksel
Türk
zengin
lordonov
bas
albümleri
kapsamında
orkestra,
oryantal Arap
halk müziğine
vokal;
Tzonev
10
son
dizisi
Orçun
Baştürk -
davul;
Burak Tamer - sampler, klavye)
a
pe cy
KültürSanat Günlüğü SERGİ
Savsaklamalar Hacettepe
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nde Profesör olarak
çalışmalarına devam eden sanatçı Hüsnü Dokak'ın Savsaklamalar adlı sergisi, 22 Ocak'a kadar Kargart'ta. Hüsnü Dokak sergi hakkında şunları söylüyor: "Neden savsaklamalar? Otoritenin zorladığı şekilde yaşamayı reddedenlerin karşı duruşları sonucunda meydana gelen olaylarda, mağdurun gönlünü (demokrasi adına!) almaya yönelik basit mutluluk vaatlerinde bulunanları en büyük 'savsaklayıcılar' olarak görüyorum. Demokrasi adına bunu yeterli bulmak kaypak ve oportünist bir tavırdır..."
KONSER
Timuçin Şahin Trio Timuçin Şahin günümüz caz müziği standartlarından yararlanarak, klasik müzik ve doğu Hint melodilerini ekibi ile hassas bir noktada buluşturuyor. Grup çalışmaları haricinde solo kariyerini de sürdüren Şahin'in konseri, 17 Ocak Salı 21.30'da Babylon'da. (Timuçin Şahin: Elektrik Gitar; Kai Eckhardt: Elektrik Bas; Owen Hart:
a
Bateri)
Hesperion XXI
cy
KONSER
KONSER
pe
Ortaçağ, Rönesans, ve Barok dönem müzikleri üzerinde yaptığı araştırmalarla tanınan müzisyen Jordi Savall'ın Miguel de Cervantes'in metinlerinden yola çıkarak oluşturduğu 'müzikli Don Kişot maceraları', izleyicileri 17. yüzyıl İspanya'sına bir yolculuğa çıkaracak. Savall'ın 1974'te kurduğu Hesperion XXI isimli topluluğunun, Savall'ın eşi soprano Montserrat Figueras ve kızı Arianna Savall ile tenor Lluis Vilamajö'ya eşlik edeceği programda, Cervantes'in metinleri, Luys Milân, Antonio de Cabezon, Diego Pisador ve Cristobald de Morales'ın besteleriyle aktarılacak. Konser, 18 Ocak Çarşamba 20.00'da İş Sanat Kültür Merkezi' nde.
Borusan Filarmoni
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası İstanbul'un iki yakasında konserler vermeye devam ediyor. Orkestra, 18 Ocak Çarşamba 20.00'da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde ve 19 Ocak Perşembe 20.00'da Lütfi Kırdar Konser Salonu' nda Şef Rengim Gökmen yönetiminde müzikseverlerle buluşacak. (Program: G. Verdi: Sicilya'da Akşam Duaları Uvertürü; J. Haydn: Viyolonsel Konçertosu; P.I. Çaykovski: Rokoko Çeşitlemeleri; M. Ravel: Daphnis ve Chloe)
KONSER
Baba Zula & Alexander Hacke Baba Zula son albüm "Duble Oryantal"de
beraber
çalıştıkları ünlü deneysel Alman grup Einsturzende Neubaten'in basçısı Alexander Hacke ile 28 Ocak Cumartesi 23.00'da Babylon
sahnesinde.
(Murat Ertel: Elektrik Saz, Vokal, Teremin; Levent Akman: Perküsyon ve makineler; İsmail Peşluk: Perküsyon; Coşar.)
a
pe cy
KültürSanat Günlüğü SERGİ
Galata'dan Kış Bakışı İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) ve YEM (Yapı-Endüstri Merkezi) işbirliğiyle düzenlenen Yalçın Savuran'ın fotoğraf sergisi, 13 Ocak tarihine kadar Yapı-Endüstri Merkezi Sergi Holü'nde görülebilir. Yalçın Savuran, 1961 İstanbul doğumlu. İFSAK üyesi olan Savuran, 1995 yılından itibaren yoğunlaştığı fotoğraf çalışmalarını, halen eğitmenlik düzeyinde devam ettiriyor. Sergi, Pazar günleri dışında 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebilir. (Cumhuriyet Cad. No:129 Harbiye İstanbul)
KONSER
Donny McCaslin Trio
a
New York'un ünlü saksofoncuları arasında yer alan Donny McCaslin, on iki yaşında saksofon çalmaya başladı. Boston'daki Berklee College of Music'te George Garzone, Joe Viola ve Billy Pierce'nin öğrencisi oldu. 1991 yılında New York'a taşınan sanatçı, Steps Ahead grubunun 1995 tarihli "Vibe" adlı albümünde yer aldı. Donny l998 yılında, caz standardları ve Piazzola etüdlerini yorumladığı "Exile and Discovery" adlı albümü çıkardı. Bu albümü 2003'te "Seen From Above", 2004'te "Seen from Above" albümleri izledi. Sanatçı, 18 Ocak Çarşamba 20.00'da Akbank Sanat'ta sahne alacak. (Donny McCaslin / Saksofon, Kai Eckhardt / Bas, Oven Hart Jr / Davul)
cy
KONSER
Türkiye, İran, Hindistan ve İspanya'dan Ritimler
KONSER
pe
Hindistan'dan, İran'dan, İspanya'dan ve Türkiye'den perküsyon ustalarının ülkelerine has enstrümanlarıyla gerçekleştirecekleri kanser, 21 Ocak Cumartesi 21.00'da İş Sanat Kültür Merkezi'nde gerçekleşecek. (Fahrettin Yarkın: perküsyon, Ferruh Yarkın: perküsyon, Bekir Sakarya: perküsyon-akordeon, Derya Türkan: klasik kemençe, Rajeeb Chakraborty: sarod, Kousic Sen: tabla, Javid Afsani: rad-santur, Behnam Samani: tombak-daf Reza Samani: tombak-daf-zurna-ney; Antal Steixner: cajun, Adrian Elissen: gitar)
KİTAP
Samantha Fox
Sevili Ölü Kocam
80'li yılların kült figürlerinden Samantha Fox ilk kez İstanbul'da. İlk single Touch Me 1986'da yayınlandı. "Touch Me", sanatçının gelecekteki kariyerinin ana hatlarını belirleyecek şekilde, iyi ritimler ve melodiler içeren 'cüretkar' bir dans-pop türünün habercisi kabul edildi. Daha sonra ikinci albümü Samantha Foxtan 'ın ardından 1988'de yayınladığı I Wanna Have Some Fun ile bir altın plak daha kazandı. Sanatçı, 28 Ocak Cumartesi 21.00'da Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde.
Claude Pujade-Renaud Everest Yayınları Sevgili Ölü Kocam, beş ünlü merhum yazarın, kendilerine özgü renkli kişilikleri olan karılarının portrelerinden oluşuyor. Jules Michelet, Robert Louis Stevenson, Marcel Schwob, Jules Renard ve Jack London'ın hayat arkadaşları... Birbirlerini hiç tanımayan, ama çok sevdikleri yazar eşlerinin ölümleriyle aynı şekilde yüzleşen beş kadının portresi.
pe cy a
KültürSanat / Kitap Bir Kış Gecesi Eğer Kırmızı Şapkalı Kız Anlatı Ormanlarında Gezerken...* Arzu Özköse arzu_ozkose@yahoo.com 2005 yılında yayımlanmış olan, gerek telif gerekse çeviri yüzlerce esere kısa bir bakış olarak ele alacağım ve yayın dünyasına daha çok eleştirel bir yaklaşımı olacak bir yazının giriş niteliğindeki bu ilk bölümünde yüzlerce yayın ile sarmalanmış okurun durumunun tespiti konu edilecek. Kültür endüstrisini güdümleyici yayın kuruluşları ve medya organlarının yazın dünyasını da tıpkı bir bacasız sanayiye, yazan da sermayesi sözcükler olan etkisini ise onları kullanma yetisinde saklı tutan bir müteşebbise dönüştürdüğü gerçeği irdelenecektir. Bu irdeleme boyunca Frankfurt okulu adıyla menkul eleştirel ekolün en önemli unsurlarından olan Teodor W. Adorno'nun 2004 yılında Metis Yayınları'nca yayınlanan ve Orhan Koçak ve Sabir Yücesoy'un özenli çevirisi ile dilimize aktarılmış "Edebiyat Yazıları" adlı eserini bir el feneri olarak kullanacağımı belirteyim.
Bunun böyle olmasının kime ne zararı var gibi bir soru edebiyatın nedenselliğini ortadan kaldırır. O taktirde Auswitcz'den sonra değil Burjuva sınıfının işçi sınıfına ihaneti olarak sonuçlanan Fransız devriminden sonra edebiyatın imkansızlığından söz etmek gerekmez miydi? Doğrusu ya bu hayli spekülatif ve bir o kadar da tartışmaları ayyuka çıkarmaya gebe bir sorun ve bu tek sayfalık bir sohbetin boyutunu aşacaktır. Frankfurt okulunun deyim yerindeyse ağır toplarından olan Adorno'nun az önce sözünü ettiğim yapıtı tüm bu sorulara ve sorgulamalara tini ön plana çıkararak parçanın bütünden daha fazla bir şey olabileceği bir alan tanımlayarak cevap verme imkanı sağlıyor. Adorno'yu her okuyuşumda sözün tükenişi gibi bir duygu durumu içinde bulurum kendimi. Öyleki evrende söylenmesi imkanlı olabilecek her şeyin onun tarafından söylenip bittiği kanısına kapılmanız içten bile değildir. Ancak tam da bu düşünce insanı Nietzche'nin Batı kültürünü eleştirdiği o yere lastiğin gerilebildiği son noktaya taşır. Ya epitemolojik bir kopma yaşar ya da bir öncekinden daha laçkalaşmış bir biçimde sorunsalınıza geri dönersiniz. "Özgürleştirici bir ters akıntı... Genele karşı tikelin haklarım korumak...bir şeyin bir an için bile olsa başka bir şey için değil de sırf kendisi için belirebileceği bir düşünsel ufkun açılmasına çalışmak. Yaşam kendini şeyleşmenin ideolojisine dönüştürmektedir. Yani bir ölü maskesine" diyor Adorno. Böylesi bir yaşamın en yüksek kertelerinde dolaşarak onunla iş birliği halinde olan, okuru bir müşteri gibi görüp sponsoru olan kültür endüstrisinin kurumlan tarafından belirlenmiş taleplerini karşılamaya yönelen "yazar"ı alaşağı etmelidir "okur". Sanat / Zanaat ayrımını dikkatle yapmalıdır "okur", kendisini bir müşteri olmaktan en azından yazın alanında kurtarmak zorundadır. Kötü fikrin iadesi yoktur, başvurulacak tüketici hattı da yoktur bu alanda. Burada kendisinden devrimi yapması beklenen, kelimelerden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan "okur"dur.
cy a
Adorno'nun bu kitapta birkaç başlık altında yazdığı makalelerin genelinde göze çarpan temel argüman olan "Kültür ideolojik hale gelmiştir." sözünde nihai tanımını buluyoruz günümüz okurunun karşı karşıya geldiği sorunun. İşte bu sarmalanmışlık karşısındaki okurun sorgusuz teslimiyetini sorgulayacağım bu olabildiğince öznel olacak olan yazıda. Cevabı kendinde menkul sorulardan ibaret olmasına izin verin bu yazının, zira verili cevapların tam da kendisidir sanık sandalyesine oturtulmak istenen.
gözlüğü ile giydirilmiş yazarların boy gösteriyor olmasında görüyor değil miyiz? Belki biraz ağır bir eleştirel yönelim olarak görünebilir ama eğer bir yazar moda dergilerindeki gibi bir pozla karşımıza çıkıyorsa belirli bir sosyal sınıfın ideal örneğine modellik yapmaktan gayri ne yapıyordur sizce?
Edebi geleneğe uyarak batı kültür geleneğini kutsama bahanesiyle hazır verili cümlelerle konuşmak gibi bir kolaycılıkla sürdürerek sözlerimi, Eco'vari bir eğretilemeyle tanımlamak istiyorum okurun durumunu; anlatı ormanlarında gezintiye çıkmış, sepetinde faydalı mı faydasız mı henüz yetkin bir cevap veremediği binlerce yapıt bulunan, yolunu kaybetmiş olduğunun bile ayırdına varamayan, dikkati sepettekiler tarafından bilinçli bir şekilde başka şeylere yöneltilmiş olan kırmızı şapkalı bir kız.
pe
İtibarını binlerce yıllık bir poetik gelenekten bir çırpıda alabilen "yazarın" dokunulmazlıklarını elinden almasının zamanı gelmedi mi okurun? Yazarın kurumsallaşmış yazarlık nosyonunun içinde tanımlı her türlü ideolojik kavramı yok edip akıntıyı tersine çevirme zamanı gelmedi mi? Asıl sorun tepede çözüm beklerken tüm dikkatlerin sorunu bir büyübozum töreni eşliğinde bir çırpıda çözecekmiş gibi elinde sözcükler varlığın kutsal ateşi etrafında cezbedici danslarla dönüp durmaktan başka bir şey yapmayan yazarların "ölü maskelerine" çevrildiği günümüzde, maskeleri indirecek cesur okurlara ihtiyacı yok mudur bu gezegenin?
Geneli sakinleştirerek tehdidinden kurtulabilen ve suni bir sakinlik ortamı yaratan, böylelikle özneye sahte bir özgürlük alanı tanıyan yazar kime hizmet etmektedir aslında? Kendi öznelliğinin olanaklarını başkalarının sınırlı sözcüklerinin alanı içerisine bile isteye hapseden, özgürlüklerinin nihai kurtuluşunun başkalarının kurmaca dünyalarının olumlanmasında olabileceğine inanan, dahası buna inandırılmış okurun durumu ne olacak? Peki belli yayın kurumları tarafından maddi destek sağlanan edebiyat dergilerinin kritiklerinde bu değil de şu kitabın okunmasının okur için daha iyi olduğunun binlerce nedenselliği sıralanırken temel alınan kıstaslar neler olabilir? Bu kıstasların oluşturulduğu maddi dünyanın dinamikleri nelerdir ve en önemlisi hangi çıkar odaklarınca güdümlenirler? Bu kıstasların tıpkı mübadele toplumunun başka alanlarında olduğu gibi toplumun farklı sınıflarınca ilgi gören arz talep ilişkilerindekilere gerek şekil gerekse de içerik olarak benzeyişi şaşırtıcı değil midir. Bunun en belirgin örneğini bilbordlarda sponsor moda evi tarafından kusursuz bir elbise ve yazarlık mahiyetine uygun son moda bir okuma
Alımlayanına göz kırpma anları kadar kısa süreli farkındalık durumları sunan postmodern sanat ise olan biten karşısında çaresiz yeni kuramlar peşinde koşmaktan helak olmayı sürdürmektedir. Ütopik düşler kurmaya izin veren göz alabildiğine uzanmış yemyeşil çimenlerin beyaz papatyalarla örtüldüğü o pastoral manzaradan okurun bakışlarını çekip almak, kişisel komplekslerin kararttığı sisli bir kış gecesi tablosunda okuru umutsuzluğa düşürmek değildi amacım. Sadece o iyi giyimli kurt ile karşılaştığında ondan giysilerinin markasından daha fazlasını öğrenmeye çalışmanın anlamsızlığına dairdi tüm bu sözler. Bu yazıyı, hiçbir şeyin Adorno'nun bu yazılan yazdığı kırk yıl öncesinden bir nebze olsun farklı olmadığını şaşırarak gözlediğim şu sözleriyle bitirmeme izin verin lütfen: "Oturup iyi bir kitap okumak gibi düşünceler çağdışı bir nitelik kazanmıştır. Bunun nedeni de sadece okurun yoğunlaşma kaybında değil, aynı zamanda anlatılanın kendisinde ve biçiminde yatmaktadır. Çünkü bir öykü anlatmak, anlatacak özel bir şey olması demektir ve bu tam da yönetilen dünyanın, standartlaşmanın ve ebedi aynılığın engellediği şeydir. Her yerde rastlanan ucuz biyografi edebiyatı, romanın çözülme sürecinin bir yan ürününden başka bir şey değildir." * Bu başlık, yazar Italo Calvino'nun okurun kültür endüstrisi karşısındaki durumunu hayli sürükleyici bir kurmacayla anlattığı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir yolcu" adlı romanı ile birlikte onun sevgili dostu Umberto Eco 'nun örnek okur, ampirik okur gibi tanımlamaları açımladığı edebi seminerlerin derlendiği "Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti" adlı eserine birer selam niteliğindedir. Teodor W. Adorno Edebiyat Yazıları Metis Yayınları, 2004 Çev. Sabir Yücesoy-Orhan Koçak
cy a
pe
a
cy
pe
cy a
pe
a
cy
pe
a
cy
pe
a
cy
pe
cy a
pe
pe cy a