pe cy a
A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Orhan Alkaya, Üstün A k m e n Yazı İşleri Müdürü: Ebru Seyhan Koordinatör: Duygu Atay Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrul Timur Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan ( g a y y i l d i z @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r ) Hukuk Danışmanı: Av. L e v e n t A r a l Teknik M ü d ü r : E r k u t A r ı b u r n u Baskı: M a r t Matbaası T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e - p o s t a : e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: (0212) 259 21 24 - 259 34 98 • e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 60 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245 Kapaktaki özgün çizim: Kemal Gökhan Gürses
Kapak Tasarımı: Genco Demirer (gDGa)
EDİTÖRDEN: / S. 3
HABERLER: S. 4
pe cy a
Yavın Türü: Yerel Süreli
ELEŞTİRİ: "Ördek Muhabbetleri" / Robert Schild / S. 6 SÖYLEŞİ: Yeni Kuşağın Tiyatrosunu Arayan Adam: Mehmet Ergen / Ebru Seyhan / S. 8
ELEŞTİRİ: "Küller Küllere" & "Bir de Yolluk" / Üstün Akmen / S. 12 ELEŞTİRİ: "Zaman Adında Bir Kadın" / Üstün Akmen / S. 14 BİLDİRİ: Uluslararası Dünya Tiyatro Günü Bildirisi /
S. 17
FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Mümtaz, Oktay, Şefik / Orhan Alkaya arkadaşlarını düşündü, söyledi: ELEŞTİRİ: "Ayşe Opereti" / Ragıp Ertuğrul / S. 22 SÖYLEŞİ: Gülriz Surun ve "Ayşe Opereti" / Suat Başkır / S. 24 SÖYLEŞİ: Yılmaz Onay ve Prometheus'tan, Promethei'ya... / M. Sadık Aslankara / S. 28
ELEŞTİRİ: "Tek Kişilik Düet" / Beki Haleva / S. 32
ELEŞTİRİ: "Don Kişot" / Gülşen Karakadıoğlu / S. 34 SADIK SEYİRCİ: Sahnelerimizden İzleksel Yönsemeler / M. Sadık Aslankara / S. 36
ELEŞTİRİ: "Seferi Ramazan Bey'in Nafile Dünyası" / Filiz Elmas / S. 38 ELEŞTİRİ: "Sessiz Adımlar" / Handan Ergiydiren Özer / S. 40 BİLDİRİ: Amatör Tiyatrolar Çevresi Bildirisi / Ersan Uysal / S. 43 GENÇLİK TİYATROSU: Editör: A. Ertuğrul Timur Yarına Selam / A. Ertuğnul Timur / S. 44 Galatasaray Lisesi Tiyatro Topluluğu / Ceren Aşkın / S. 45 Genç Kuşak Avrupalı Türklerden: "Norway.today." / Hülya Karcı / S. 46 Amatör Tiyatro, "Tiyatro Karşı Kıyı" ve "Savaş Baba" / Fatma Keçeli /47 BİLDİRİ: Ulusal Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Bildirisi / Ahmet Önel / S. 49 ÇOCUK TİYATROSU: Editör: Nihal Kuyumcu Çocuklar İçin / Nihal Kuyumcu / S. 50 Kedi İle Palyaço / Başak Erzi / 51 Altın Kız / Yasemin Özcan / 52 YENİ OYUNLAR: / S. 54 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. 57
S. 18
a
pe cy
> Editör > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
Dostlarımız soruyor; "Çığlık!" abone kampanyası ne durumda diye? Hâlâ bilemiyoruz! Sanırım, Türkiye gibi... desek, anlaşılır... Bütün gelişmeleri, tepkileri önümüzdeki sayı aktaracağım. Kent Oyuncuları, Tiyatro Duru, Ankara Ekin Tiyatrosu, Tiyatro Stüdyosu perdelerini Tiyatro... Tiyatro... için açacak, ancak bu gösterilerin biletlerini satabilmek bizim için çok zor, yabancı olduğumuz bir alan. Bunun için gösteri tarihlerini sürekli ertelemek zorunda kalıyoruz. Geçen hafta, Şişli Belediyesi Kültür Müdürü Sayın Kenan Malkoç'u, Üstün Akmen ile birlikte ziyarete gittik ve Başkan Mustafa Sarıgül'ün bu gösteriler için desteğini istedik. Bir sonraki gün, Sayın Sarıgül'ün olumlu yaklaştığı haberini aldık Sayın Malkoç'tan ve Başkan Yardımcısı Sayın Tayfun Kahyaoğlu ile iki gün sonra görüştük. Şimdi yanıt bekliyoruz. Ama şunu ifade etmeliyim ki, Şişli Belediyesi'ndeki bu hızlı trafik beni çok şaşırttı. Ne de olsa yıllardır, beklemeye alıştırılmış bir toplumun insanlarıyız.. Olumlu, olumsuz hızlı hareket, hızlı yanıt, ülke olarak hızlı gelişmemizin de önemli bir anahtarı değil mi? Sayın Malkoç, talebimizin dışında da öneriler getirdi ama kesinleşmeden sizlerle paylaşmayacağım. Sonuçlanmazsa, bizimle birlikte sizlerin de hayal kırıklığı yaşamasını istemem.
Ama biz, her gün ölümün sıcak elini ensemizde hissederken, hiç ölmeyecekmiş gibi de çalışmalarımıza devam ediyoruz. Geçen sayı Yayın Kurulu'na katılan A. Ertuğrul Timur, ilk ay dolu dolu "Gençlik Tiyatrosu" sayfaları'nı hazırladı bile, şimdi destek ve katılım sırası gençlerde... Ertuğrul'un www.tiyatrom.com'da başlattığı "2007 Tiyatro'da Gençlik Yılı" olsun kampanyasını yine Ertuğrul'un katkılarıyla Tiyatro... Tiyatro...'da destekleyeceğiz, tabii tiyatrodergisi.com.tr'de de...
a
"Hiç ölmeyecek gibi yaşamaya devam ediyoruz" demiştim ya, nerdeyse ölmeye yatırılmış kurumlarımızdan biri olan şehir tiyatrolarını (hepsini) önemli açmazlar bekliyor. Bildiğiniz gibi İstanbul Şehir Tiyatrosu, Katma Bütçe'den 2003'de çıkan yasa gereği 1 Ocak 2006 itibariyle çıkarıldı, Belediye'nin herhangi bir müdürlüğü konumuna geldi, sorunlar da başladı. Örneğin pudra gerekiyor ama alınamıyor, çünkü belediyenin harcama kalemlerinin içinde yok. Bir oyundaki aksesuvarları, giysi ve dekorları düşündüğünüzde tek başına bu sorun bile tiyatroyu açmaza sürüklemeye yeterli, bir de buna belediyenin bürokrasisini eklerseniz tablo daha iyi gözler önüne serilecektir. Tüm bunların AKP'nin özel tercihi olduğuna da inanmadım, inanmıyorum, bence bugün iktidarda DSP olsaydı yine aynı sonuçlarla karşılaşacaktır, işin kötüsü siyasiler de durumun farkında değil, çünkü bu teknik konunun dışındalar. O zaman ne yapmak gerek, bence, anlatmak, aktarmak, çözük önerileri önermek gerek. İşte bu düşünce ile İstanbul Şehir Tiyatroları'nın eski müdürü olan ve şimdi Beykoz Belediye Başkanlığı'nı yürüten sevgili Muharrem Ergül'ü geçen hafta ziyarete gittim, sorunları yakından bilen biri olarak şu önerime çok sıcak yaklaştı: "Bir sempozyum düzenleyelim. Bu sempozyuma şehir tiyatrolarının yetkililerini, siyasileri (her partiden) bürokratları ve konuya hakim, model önerleri olan tiyatro insanlarını çağıralım ve sorunu masaya yatıralım, bu olumsuz tablo belki de bir şansa dönüşebilir, bu kurumlar daha özerk yapılara kavuşabilir." Hemen hazırlıklara başladık, Mayıs ayında Beykoz Belediyesi - Tiyatro... Tiyatro... Dergisi işbirliği ile yerel yönetimlerde tiyatroların yeniden yapılanmalarını masaya yatıracağız. Bu ziyaretimde bir de çok sevindirici bir haber aldım, Mart'ta Beykoz'da bir tiyatro binasının temeli atılacak. Sevgili Muharrem Ergül, bu haberi verirken şunun altını özenle çizdi: "Çok amaçlı bir salon yapmıyoruz, tiyatro salonu yapıyoruz, orada sadece tiyatro olacak." Bu cümle bile benim için yeterli oldu. "Tiyatro ölmez, biz ölürüz.."(*)
pe
Akbank Sanat'a, Ankara Sanatevi'ne, Beykoz Belediyesi'ne Devlet Tiyatroları'na, Kocaeli B.B. Şehir Tiyatroları'na Sabancı Üniversitesi'ne Vira Kozmetik'e
cy
Bu sayıya ilan vererek destek olan:
Türkiye'de yıllardır çocuk tiyatrosu üzerine eleştiri yazılarıyla katkıda bulunan, hatta alanında tek olan Sevgili Nihal Kuyumcu, çok uzun zamandır zaten dergimiz kadrosunda yer almakta, desteklerini vermekteydi. Şimdi, yeni talebimizi de kabul ederek Yayın Kurulu'na destek verirken, "Çocuk Tiyatrosu" sayfaları editörlüğünü de üstlendi ve çok kısa bir sürede yayına hazırladı, ama şunu belirtmeliyim ki, bu sayıdaki "Çocuk Tiyatrosu" sayfalan Nihal Kuyumcu'nun kafasındaki sayfalar değil, ben çok sıkıştırdım, "gençler" tek başına kalmasın diye!.. Teşekkürler Nihal, Yayın Kurulu'na hoşgeldin.
teşekkür ederiz.
(* Sertab Erener'in "Aşk ölmez, biz ölürüz"ünden ödünç aldım.)
> Haberler
Mitos-Boyut'tan Oyun Yazma Yarışması Mitos-Boyut Yayınlan, tiyatro yayınlarına başlamasının 15. yılında, "yeni-genç yazarları oyun yazmaya özendirerek, tiyatro edebiyatımıza yeni oyunlar kazandırmak ve bunları yayınlayarak topluma tanıtmak" amacıyla oyun yazma yarışması düzenliyor. Yarışma bundan böyle her yıl yapılacak. Yarışmaya 'yeni-genç oyun yazan olarak' herkesin katılabileceği duyuruldu. Konu sınırlaması olmayan yarışmada; oyunların, özgün yeni çalışmalar olması gerektiği; roman, öykü, şiir, anı, oyun vb. gibi yapıtlardan yapılmış uyarlamaların yarışma dışı kalacağı belirtildi. Seçici Kurul: Doç.Dr. Metin Balay (Yeditepe Üni. GSF. Tiyatro Bölümü Başkanı-oyun yazarı), Behiç Ak (Oyun yazan; karikatür sanatçısı), Funda Özşener (Oyun yazan), Ragıp Yavuz (Yönetmen), Raşit Çelikezer'den (Oyun yazan; sinema ve televizyon yönetmeni) oluşuyor. Yarışmayla ilgili diğer kurallar şöyle: - Oyunlar, son başvuru tarihine kadar hiçbir yerde yayınlanmamış, ödenekli veya profesyonel tiyatrolarda oynanmamış, yarışmalarda ödül almamış olmalıdır. - Seçici Kurul'un derecelendirmeden seçeceği üç oyun bir arada tek kitap halinde yayınlanacak ve kazanan her yazara 500'er (beş yüz) YTL telif ücreti ödenecektir. - Oyunlar, 30 Haziran 2006 tarihi akşamına kadar, dijital ortamda, disket/CD ile yayınevine bizzat teslim edilmeli/posta ile gönderilmeli veya internet aracılığıyla temyapim@yahoo.com adresine e-mail ile iletilmelidir. Yayınevinin adresi: Ağa Çırağı Sokak 7/2 Gümüşsuyu-34037 İstanbul (Tel. 212. 249 87 37-8) - Başvuruda bulunanlar, adları, adresleri, kısa özgeçmişleri ve telefon numaralarını, gönderilen oyun metninin başına açıkça yazmalıdırlar. Kimliği yazılı olmayan metinler yarışma dışı tutulur.
pe cy a
Seçici Kurul'un değerlendirme sonuçlan, 15 Ekim 2006'de açıklanacak. Sonuçlar yarışmaya katılan herkese elektronik posta ya da posta ile iletilecek. Kazanan üç yazara, 15 Ekim 2006 tarihindeki satış fıyatları üzerinden, kendilerinin seçeceği, yayınevine ait 1.000 (bin) YTL tutarında tiyatro kitabı armağan edilecek.
Enka Kültür Ve Sanat 2006 Bahar Programı'nı Açıkladı Enka Kültür ve Sanat Bahar Programı 7 Mart-25 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek. İstinye'de Sadi Gülçelik Spor Sitesi içinde yer alan Enka Oditoryum'da yapılacak sekiz etkinlik; tiyatro ve konserlerden oluşuyor. Etkinliklerin ilki 7 Mart Salı günü 20.00'da Ve Diğer Şeyler Topluluğu'nun "Playback" isimli oyunu. Oditoryumda sahnelenecek diğer oyunlar; 21 Mart Salı Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu "Nathalie", 3 Nisan Pazartesi Dot "Aşk ve Anlayış" ve 18 Nisan Salı Sadri Alışık Tiyatrosu "Selvi Boylum Al Yazmalım". 14 Mart Salı; İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu Konseri, 28 Mart Salı Akbank Oda Orkestrası Konseri, 14 Nisan Cuma Bernardo Montet / O. More, 25 Nisan Salı Aşkın Arsunan Blue Print Project Konseri diğer etkinlikler,
Saat 20.00'da başlayan etkinliklerden önce saat 19.00'da Akm-Enka arası, etkinlik bitiminde ise Enka-Akm arası servis bulunmaktadır. Servis kullanmak isteyenlerin önceden Enka yetkilileriyle iletişim kurması gerekiyor. (Enka Vakfı Sadi Gülçelik Spor Sitesi İstinye-İstanbul / 0212 276 22 14-15/209)
Mediha Köroğlu'nu Yitirdik İzmir Devlet Tiyatrosu emekli sanatçılarından Mediha Köroğlu hayatını kaybetti. Köroğlu, 1 Şubat Çarşamba günü 10.30'da Konak Sahnesinde yapılan törenin ardından Urla İskele Mezarlığı'nda toprağa verildi. Köroğlu, 1931 yılında Ankara'da doğdu. Sanatçı 1961 yılında eşi Çetin Köroğlu ile birlikte Ankara Meydan Sahnesi'ni kurdu. 1972 yılında Meydan Sahnesi'nin kapanmasıyla İzmir Devlet Tiyatrosu ailesine katılan Mediha Köroğlu 1996 tarihinde yaş haddinden emekli oldu. Rol aldığı yüzlerce oyunlarından bazıları "Ocak", "Karaların Memetleri", "Keziban", "Gecikenler", "Teknik Arıza", "Yaz Misafirleri"dir.
> Haberler
27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde Ankara Ekin Tiyatrosu'ndayız 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde Ankara Ekin Tiyatrosu perdelerini Tiyatro... Tiyatro... Dergisi için açıyor. Tiyatrolar, "Çığhk!"ımıza yanıt veriyor, okurlanmızdan/izleyicilerimizden de o gece bizimle olmalarını istiyoruz/bekliyoruz. Erhan Gökgücü'nün rejisiyle sahnelenen "Hiroşima Sevgilim" oyununun davetiyeleri 20 YTL. davetiyeler tiyatro gişesinden temin edilebilir. Hem "Hiroşima Sevgilim" oyununu izleyelim hem de birlikte bir gece geçirelim. Toplu olarak davetiye edinmek isteyenler bizi arayabilir: mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr 0212.259 21 24 Ankara Ekin Tiyatrosu: Menekşe 1 Sok. 8 / A Kızılay/Ankara Tel: 0312.419 56 56
TODER'de Yeni Görev Dağılımı
cy a
TODER Tiyatro Oyuncuları Derneği 19 Şubat Pazar günü yaptığı toplantıda görev dağılımını gerçekleştirdi. Genel Kurul'da ortaya çıkan sıralamaya ve oybirliğiyle alınan karara göre yönetim şöyle belirlendi: Başkan Tuncer Yenice, Genel Sekreter Ulvi Alacakaptan, Başkan Yardımcısı Levend Yılmaz, Başkan Yardımcısı Ali Yaylı, Sayman İhsan Ustaoğlu. Üyeler Göksel Kortay ve Aliye Uzunatağan.
Kocaeli Üniversitesi Tiyatro Festivali
pe
Kocaeli Üniversitesi, Marmara Bölgesi'ndeki Üniversitelerin tiyatro klüplerini kapsayan bir tiyatro festivali düzenliyor. Amacı, "Şehirdeki öğrenci potansiyelini de düşünerek, kültür ve sanat hayatını canlandırmak, öğrencilerin farklı etkinlikler izlemelerine olanak sağlamak" olarak açıklanan festival 22-27 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
Zingaro Tiyatrosu'nun İstanbul'da Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Özel Gösterisi "Zingaro Tiyatrosu" 5-20 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirecekleri toplam 12 gösteriyle S Uluslararası Binicilik Merkezi'nde İstanbul izleyicisinin karşısına çıkacak. Zingaro Tiyatrosu 1984 yılında tiyatro sanatçısı ve binici Bartabas tarafından kuruldu. İnsanlar ve atlar arasındaki ilişkiyi, dünya kültürlerinin aracılığı ile ortaya koyan gösteriler yaratan Zingaro Tiyatrosu; İspanyolca'da "çingene" anlamına gelen adını, Bartabas'ın çok sevdiği ve ölümüne kadar 20 yıl birlikte çalıştığı attan alıyor. Özel yetiştirilmiş ve birbirinden yetenekli 36 at ve 16 dansçıyla İstanbul'a gelecek olan topluluğun 1984 yılındaki ilk gösterisi "Cabaret equestre" Fransa'da büyük bir başarı kazandı. Ardından "Chimere", "Eclipse" ve "Triptyk" adlı gösterileriyle dünya çapında ün kazanan Zingaro'nun son gösterisi "Loungta / Rüzgarın Atları" 2003 yılından bu yana Avrupa'da sergileniyor. Zingaro Tiyatrosu'nun en son gösterisinin dünya prömiyeri biletleri 4 Mart Cumartesi günü satışa çıkıyor. Biletler: biletix ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı Merkezi'nden temin edilebilir. (İstiklal Cad. Luvr Apt. No: 146 Beyoğlu)
Kısa diyaloglarında birçok ilginç mesel bulunan:
"Ördek Muhabbetleri"
pe
cy a
• •
> Robert Schild > robertschild@tiyatrodergisi.com.tr
Çağdaş toplumumuz bireylerinin yalnızlığını işleyen bir oyun daha: Sezonun başında Tiyatro Stüdyosu'nda izlediğimiz Kanadalı M.Panych'in "Bugün - Yarım"ından sonra, bu kez ABD'nin en popüler tiyatro ve senaryo yazarlarından David Mamet'in "Ördek Muhabbetleri"', Akbank Prodüksiyon Tiyatrosu'nda... İlkinde yaşlı kadın / sorunlu genç gibi iki farklı kişinin, yalnızlıkları karşısında birbirlerine kenetlenmesi işlenirken, burada biri diğerine yaş ve konum (emeklilik) açısından çok benziyorsa da, özyapıları, tepkileri ve beklentileri oldukça farklı iki yaşlı adamın bir park bankındaki (zorunlu?) birlikteliklerine tanık oluyoruz. Emil Varec ve George Aronowitz hemen her gün gölün başında buluşuyorlar, yan yana oturdukları bankta etrafı gözlemliyor ve çeşitli yorumlarda bulunuyorlar, gerek dolaysız (salt gördükleri hakkında), gerekse dolaylı/felsefi olarak... Mamet'in bu bağlamda özellikle üzerinde durduğu konular, etrafta koşuşan, gölde yüzen ve arada bir havalanan ördekler hakkında söyledikleridir - bunları on dört ayrı bölüm olarak sunuyor bizlere, ara verilmeden 65 dakika süren, özgün adı "Duck Variations" ("Ördek Çeşitlemeleri") olan, 1972 yılında yazdığı ikinci oyununda. Bana kalırsa, bu özün başlık " Muhabbetler" den çok daha yerindedir - en azından daha "entellektüel" bir tanımlamadır... Metin çevirisini
çok başarılı bulduğum, deneyimli Zeynep Avcı, bu uygun başlığı Türk tiyatro izleyicileri için fazla soyut mu görmüştür acaba, "muhabbet" sözcüğünü daha sevilgen veya samimi mi bulmuştur? Oysa ki, sahnenin karardığı ve oyuncuların ufak-tefek pozisyon ve giysi değişiklikleri ile yeniden karşımıza çıktığı on dört sahnenin her birinde, ördeklerin değişik bir özelliklerinden söz edilerek, buradan hareketle insanoğlunun yaşamına çeşitli göndermelerde bulunuluyor ki, tüm bunları art arda algılamak da "hoşça vakit geçirmek için" tiyatro gidenlere yönelik olmasa gerek... Oyunda bundan başka her hangi bir konu yok, gelişen bir olay yok - ancak gene de kendine has küçük küçük gerilimler var, duyguların dışavurumu var, küçük de olsa çekişmeler ve aşağılamalar ve kahkaha, hatta gözyaşı var... Haklarında hemen hemen hiç bir şey öğrenmeyeceğimiz, birden karşımıza çıkan ve perdenin kapanmasıyla ne olacaklarını da bilmediğimiz bu iki yaşlı adamın tüm sohbetleri, izleyicilere ilk bakışta birer "boş konuşma" gibi geliyor - ne var ki, çok geçmeden her sahnenin aslında bir veya birkaç küçük mesel içerdiğinin farkına varıyoruz. Sanki ördekler aşağıdaki kendi mikro-kosmos'larında dolaşırken, insanların gerçek yaşam olan makro-kosmos'daki devinimlerinin birer gölgesidirler... Emil ve George'un yanıbaşında oturdukları göl veya bulundukları parkın kendisi ördeklerin dünyasıdır, insanoğlunun içinde bocaladığı koca dünyanın bir modeli olarak. Ve işte bu bağlamda çeşitli konular tartışılıyor - doğa gibi, dostluk ve cinsellik gibi, ölüm gibi.
Akbank Prodüksiyon Tiyatrosu'nun sürekli yönetmeni Işıl Kasapoğlu, bu zorlu oyunun da altından kalkmasını bilmiş, üstad Duygu Sağıroğlu'nun bu kez oldukça zayıf dekorlarına (sahneye serpiştirilmiş kâğıttan kayıklar?) karşın. Aynı sahnedeki çalışmalarını hep alkışladığımız Canan Göknil de, giysi tasarımında oldukça kolaya kaçmış (nerede yaşlı bekârların oldukça bakımsız, dağınık üst-başları!); Joel Simon'un müziği ise aklımda kaldı desem, yalan olur! APT'nda sürekli olarak büyük beğeni ile izlediğimiz Cüneyt Türel ve aynı sahnede özellikle "Molly S." ve "Bay Knepp"den anımsadığım Köksal Engür, George ve Emil'i öylesinde başarılı biçimde canlandırıyorlar ki, sanki David Mamet oyunu onlar için yazmış! Engür'ün sorgulayıcı çıkışları karşısında Türel'in uzlaştırıcı söylemleri, beri yandan duygusallığının düzeyli dışavurumu - hele oyunun bir bölümünde gözlerinin yaşarması, bu sezonun en ustalıklı tiyatro yorumlan arasında görülebilir. "Ördek Muhabbetleri"ni düşük devinimli ve fazla "felsefi" bulacak olanlar bile, oyunu salt bu deneyimli ikilinin başarımına tanık olmak için izlemelidir bence... Davit Mamet'in kariyerinin en başında kaleme aldığı bu kısa oyun, yazarın daha sonraki başarılı çalışmalarının (örneğin, birkaç yıl önce Tiyatro Stüdyosu'nda izlediğimiz, günümüzde süregelen çıkar ilişkilerini ve parasal olmayan bütün değerlerin yitirildiği dünyayı konu edinen "Bağla Şu İşi" taşlamasının) bir ön gösterisiydi sanki; gönül isterdi ki, Mamet'in kışkırtıcı oyunlarını sahnelerimizde daha sık görelim...
pe cy a
Yukarıda sözünü ettiğim "gerilim"lere gelince... oldukça kötümser ve zaman zaman kırıcı olabilen Emil ile yaşamı daha iyi yönünden gören, duygusal George arasında tüm oyun boyunca, aklımda kalmış bu örnekler türünden değişik ikilemler oluşuyor. Emil: "Doğa, dünyamıza açılan bir penceredir."; George: "Doğa, dünyanın ta kendisidir!" Emil: "İnsanın bir dostu olması ne güzel"; George: "Dost olmak ne güzel!" - George: "Gölden gelen tatlı esinti..."; Emil: "Pis, leş gibi hava..." veya, George'a yönelerek: "Söylediklerin yanlışsa, bana ne; doğruysa, dinlemek istemiyorum...!" Ancak bu küçük tartışmalarını aslında pek umursamıyor iki yaşlı dost - zira bunların çoğu, aslında birbirine kenetlenen iki mıknatısın artı ve eksi kutuplan türünde, her ikisinin bir bütün oluşturmasını simgeliyor: aslına bakılırsa, George ve Emil birbirlerini tamamlıyorlar!
İşte bu nedenle de her gün parkta buluşmadan edemiyorlar - hiç kuşkusuz, tek başına oturdukları dairelerden bir çeşit kaçış olarak da...
Zaman zaman uyumsuz tiyatro türünden esintiler getiren "Ördek Muhabbetleri"nde, Zeynep Avcı'nın başanlı biçimde dilimize çevirdiği kısa kısa cümleler ile iletişimlerini sürdüren George ve Emil, bende nedense Wladimir ve Estragon'u anımsattı - post-Beckett çağında maddi açıdan neredeyse her istediğimizde ulaştık artık, "Godot" gelmiştir - ancak onu(nla) ne yapalım...?! Özel tiyatroların "gişe" kaygısıyla belki uzak duracağı, ödenekli sahnelerin de bu güne dek el atmadığı bu ilginç oyunu sahnelemeye karar vermiş Akbank Prodüksiyon Tiyatrosu'nun, David Mamet'in (erken döneminden de olsa) bir yapıtını bize kazandırmış olması ne güzel!©
Yeni kuşağın tiyatrosunu arayan adam:
pe
cy
a
Mehmet Ergen
> Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr
On sekiz yıl önce, tiyatro ile ilgili sorularına cevap aramak için Londra'ya gitti. Gittiği şehirde çok siyada tiyatroda genel sanat yönetmeni, metin danışmanı, yönetmen ve yapımcı olarak çalıştı. Londra'nın kenar mahallerinin birinde, İngilizler'in övgüyle sözettiği bir tiyatro kurdu. Aradığı cevapları bulmuş olarak ülkesine dönmek istediğinde kendi deyimiyle "yönetimleri sürekli değişen, kapılarını çalan genç tiyatroculara fırsat yaratamayan Türkiye'yi bir türlü çözemedi". Ülkesindeki tiyatroseverler onu son yıllarda, kendi ülkesinde gerçekleştirdiği bazı projelerle duy duysa da dünya onu Londra Arcola Tiyatrosu'ndaki "çılgın Türk"* olarak tanıyor. Mehmet Ergen ile Türkiye 'deki ve Londra 'daki çalışmalarını konuştuk. Aksanat'ta iki yıl önce hayata geçirdiğiniz Yeni Kuşak Tiyatro'dan sözeder misiniz? Aksanat'ta zaten kurulu bir tiyatro düzeni vardı: Prodüksiyon Tiyatrosu. Bunun yanı sıra daha genç seyircilere ulaşacak, daha çağdaş metinlerle, genç oyuncuların oynayacağı bir kumpanya kuruması fikri bana iletildi. Ben de Yeni Kuşak Tiyatro'yu o amaçla kurdum. Geçen yıl Sam Shepar yaptık. Bu yıl Harold Pinter. Oyunların son on-yirmi yıldan olmasına
özen gösteriyoruz. Yeni kuşaklardan yetişen oyuncuların da kadroya değişkenlik ve enerji getireceğine inanıyoruz.
Neden Sorgulama sorusunu ise sormam lazım kendime. Şu anda bilemiyorum bunun cevabını.
Bu yıl Pinter'ın iki oyununu sahneye taşıdınız. Pinter, Türkiye'de uzun yıllar görmezden gelinen bir yazar. Siz neden Pinter seçtiniz? Evet, Pinter özellikle çok es geçildiği için Türkiye'de özellikle onun oyunlarını yapmak istiyordum. Bu iki oyun tema olarak sorgulama var. Bir tanesi daha otorite düzeyinde sorgulama: devlet, polis... ikincisinde ise bir ailenin kendi içerisinde ki sorgulama. Orada da erkek kadını sorguluyor ve sorguladığı şeyler kadının yaşadığını düşündüğü ama yaşamadığı şeyler. Adam bunu bile bile yine de bu hikayenin içerisindeki erkeği kıskanabiliyor. İki kişinin arasında başlayan bir sorgulama bizi nazi soykırımına ve 20. yüzyıldaki bazı katliamların ipuçlarına kadar götürüyor. Çok dahiyane bir oyun bence. Çünkü alışılageldiğimiz sahnedeki karakterin hissettiklerini, yaşadıklarını, deneyimlerini bize geçirmesinden öte yaşamadıklarını bize yaşamış gibi geçirmesi modern bir yaklaşım.
Londra'ya giderken bu kadar uzun kalmayı planlıyor muydunuz? Emin değilim neden o kadar uzun kaldığımdan. Oradaki ortamı sevdiğimi biliyorum. Avrupa'da yaşamaktan bahsetmiyorum. Çok az malzeme var Türkiye'de. Oyun yazan sayısı az, çeviri az, kitap sayısı az.
İyi oyunlar ve yazarlar oynasın istiyorum. Şanslı bir yerdeyim çünkü. Yurtdışında çok oyun sahneledim ve istediğim şeyleri yaptım. İki tiyatroda genel sanat yönetmenliği yaptım. Dolayısıyla hem görmek istediklerimi tiyatroma getirdim hem de kendi oynamak istediklerimi sahneledim. Onun için 'kafamda bir şey var bunun ille de yapılmasını istiyorum' derdinden öte Türkiye'de bunların yapılması gerekiyor gibi görüyorum. Kendi kendime rehberlik misyonu yaptım ve bu yıl Pinter'i seçtim.
pe cy
a
Sözünü ettiğiniz sorgulama, geçtiğimiz yıl sahnelediğiniz "Aşk Delisi"nde de vardı. Sorgulama temasını merkez alan oyunları özellikle mi seçiyorsunuz? "Aşk Delisi"nde sorgulamadan önce bir soruşturma var. Aile köklerini arıyor, bu arada Amerika kendi köklerini arıyor. Orada da çok güzel bir yanılsama var oyun yazarlığı tekniği olarak; iki sevgili gibi bize izlettirilen iki insanın aslında kardeş olduğunu bilerek seyirci zor durumda bırakılıyor. Düzen içerisinde kabul edilmiş bazı anlayışlar var, sevgi de bunlardan biri. Bu Sevilir, bu sevilmez durumu var. "Aşk Delisi" bunu kıran bir oyun.
Teknik olarak malzeme mi, bunun metne dönüşmüş halinden mi bahsediyorsunuz? Her ikisi de. Klasikler yok kitapçılarda. Olsa bile onu alacak insan yok. Sahneleyecek kumpanyalar yok. Ben giderken burası daha kısır bir ortamdı. Ben de o zamanın bir genci olarak kötü çevirileri yapılmış tuhaf tiyatro oyunlarını okuyup 'tiyatro herhalde bu' diyorduk. Ya da vodvilleri izleyip 'bu ticari olan tiyatro olmalı' diyorduk. İsmini saklayıp özel tiyatrolara adapte eden oyunlara 'bu matah bir oyun değil yazarını saklıyorlar' diyorduk. Devlet Tiyatroları ile özel tiyatroların yaptıkları seçimler arasındaki benzerlikten bütün o yazarların aynı değerde olduğunu sanıyordum. Değilmiş. Onları öğrendim. Bir iki yılını yurtdışında geçirip geri gelen ve başarılı işlerin altına imza atan arkadaşlarımız var. Tabii birkaç yıl başarılı şeyler yaptıktan sonra 'şimdi ne yapacağım' diye düşünenler de var aralarında. Ben öyle olsun istemedim. O yüzden yurtdışında kaç yüz tane oyun varsa onların hepsini okumak, bir kısmını sahnelemek ve o şekilde dönmek istedim ki aklımda soru kalmasın tiyatro edebiyatı anlamında. Şimdi buraya başka işler yapmaya gelirken donanımlı döndüğümü düşünüyorum. O yüzden yaptığım işlerle çok rahatım. 'Bu doğru bir mekan mı, bunlar doğru oyuncular mı' gibi dertlerim yok. Sürekli oyun üretmeyi ve sahnelemeyi seviyorum. Ama kendimle hesaplaşmam meselesinde bunları oyunlarla çözmeye çalışıyorum. Giderken bunları düşünerek mi gittiniz? Türkiye'deki tiyatro ortamında şöyle bir intiba vardır; yeni tiyatrolar, daha avangart işler, daha fiziksel tiyatrolar, Balkan tiyatrosunun etkisinde kalan daha sembolik, absürdcü bir tiyatro yaklaşımı. Bunun böyle olduğunu zannettim. Bu 1960-70'lerde kalmış ve Avrupa tiyatrosunda çok marjinal bir çevreye hitabeden bir durummuş. Onu hissettim. Ve
yönetmişsiniz, müzikal de. Bunları seçerken kıstasınız ne? Amerika'da, İngiltere'de tanıdığım bütün yönetmenler de öyle çalışıyor zaten. 'Ben onu yönetmem' şeklinde bir durum yok. Benim kişisel kıstasım, kalite ve bir ihtiyaca seslenmesi. İyi bir metne, iyi oyuncularla ve ulaşacağı bir seyirci olduğuna inanıyorsam kabul ediyorum. Tek farklı kıstasla aldığım iş belki de 'Yıldızların Altında' oldu. O da Türkiye'de merak ettiğim bir şey var, özellikle ihtilal olmayan son yirmi yılda Türkiye daha zenginleşti, kendine geldi ve kültür sanat özel şirketlerin, alışveriş merkezlerinin boy gösterebileceği bir meta durumuna geldi. İnsanlar kültür ve sanattan yararlanmak istiyorlar. Ödenekli ve özel kurumların seçimleri bazen seyirciyle buluşuyor, bazen buluşamıyor. Bu anlamda ticari bir işte, Candan Erçetin, Beyazıd Öztürk gibi insanların Lütfı Kırdar gibi bir yerde haftada dört kez doldurması, böyle bir potansiyel gerçekten var mı? Avrupa'nın bütün şehirlerinde birkaç müzikal oynuyor. Yalnızca İstanbul gibi 15 milyonluk bir şehirde kamyona koyup götürebileceğim bir müzikal var da seyircisi mi yok diye düşündüm. Problemli başlamış bir projeydi, bana sonradan gelindi, teksi biraz değiştirerek yaptık. Bence çok da iyi oldu. Binlerce insan seyretti.
pe
cy a
kitapçılarda gördüğümüz 'Bernard Show bütün oyunları 1' şeklinde çıkıp 2'si 3'ü bir türlü çıkamayan Bernard Show'ların aslında otuzar kırkar oyunları olduğunu. 'Bir Bebek Evi' dışında oyun afişini görmediğim İpsen'in aslında kırk tane oyunu olduğunu öğrendim. Çağdaş yazarlar hiç bilinmiyor. Mesela Aksanat'ta bir Mamet oynanıyor, sanırım Türkiye'de ikinci Mamet oyunu. 1958'den beri oyun yazan bu yazar Türkiye'de hiç bilinmiyor. O kadar çok iş var ki yapılacak ama yapılmamış olan. Ben bunları görünce dönmek istemedim. Mecburen İngilizce'den okuyacak, anlayacak ve çevirecek seviyeye gelmek istedim. Bu süre içerisinde genel sanat yönetmenliği teklif edildi Southwark Playhouse'da. Oradaki işim bitince bir ara dönmeyi istedim, o zaman da Türkiye'yi bir türlü çözemedim. Gelip oyun yapmak istiyordum, tiyatroların yönetimleri sürekli değişiyordu, bakanlar değişiyordu. Bazı şeyler protesto ediliyordu. Uzun yıllarımızı yedi bu. "Türkiye 'de yazar yok, yönetmen yok " diyen seslerin bir şekilde arayıp bu işi yapabilecek insanları bulup kurumlarına kazandıracak becerileri yok, bunu anladım. Ama en azından kapılarını çalıp gelenlere de bildikleri şeyleri tatbik edebilme fırsatı verebilirler. Vermiyorlar. Onların da suçu değil bir yandan da, çünkü sistem bu işi yapmalarına zaman ayırmıyor. Bir süre yere bir sürü imza atmaları gerekiyor gün boyunca. Belediye kurullarını, Ankara'nın bakanlık odalarını ziyaret etmeleri gerekiyor. Tiyatrolarında çok fazla oyun oynanıyor. Tiyatrolarında yüzlerce insan var, genç tiyatrocuların arayışlarına ayıracak vakti nereden bulsunlar?
Yani tüm bu olumsuzlukların nedeni sistem? Sistem sağlıklı değil bence. Çünkü çok büyük kurumlar var. Bunların daha dengeli bir şekilde dağılması gerekiyor. Bunu oyuncular da yönetmenler de biliyor. Yani DT'nin Ankara atölyesinde bir dekor inşa edip bu Trabzon'a, Sivas'a taşıması mantık olarak normal değil. Bu tiyatrolar kendi dekorlarını yapamıyor mu? İstanbul Şehir Tiyatroları'nın Harbiye'den altı tane salonu idare etmesi, bunlar bana mantıklı gelmiyor. Genç yetenekli kadroları bölgelere gönderip orada mecbur kılınmalarının da bir anlamı oyduğunu zannetmiyorum. Bu denli merkeziyetçi bir sistem yaratıcılığa çok fazla fırsat vermiyor. Türkiye'nin bütün dekoratörleri, bütün yönetmenleri ülkenin bütün sahnelerinde çalışabilmeli. Çok Farklı projelerde çalıştığınızı görüyoruz. Opera da
Londra'dan Türkiye'deki tiyatro ortamı nasıl görünüyor? Son iki yıldır Türkiye'ye 10-15 İngiliz yönetmen, yazar ve dekoratör getirdim. Türkiye'nin çağdaş yaşamı çok hoşlarına gidiyor ama kendinizi tanıttığınız kadar varsınız. Bugün Türk tiyatrosu adına Avrupa'da hiçbir şey yapılmıyor. Bana özellikle 'sen hiç Türk oyunu yönetmiyorsun' diyorlar. Ben de böyle bir ortamın hiç doğmadığını söylüyorum. Bana hiçbir Türk yazar oyun göndermedi bugüne kadar. İngiltere'de bulunduğum süre boyunca bir kez bile Türkiye'den mektup almadım. Bakanlıklar, tanıtma fonları olmasına rağmen Avrupa'daki yüzlerce tiyatro festivalinde Türk tiyatrosunu temsilen bir şey yok. Kişisel çabalarla özellikle Balkanlar'da bazı çabalar var ama yetmiyor. Vizyon eksikliği var. Kalifiye eleman sıkıntısından kaynaklanıyor. Tiyatrocu yetişmesinden öte, bir cep telefonu şirketinden pazarlamacı alıp ödenekli kurumlardan birisine dış ilişkiler diye koysak daha çok turne yaparız gibi geliyor bana. İki farklı ülkede tiyatro yaparken nasıl bir politika izliyorsunuz? Yönetmen kafasında büyük bir yelpaze oluşturur ve bu
yelpazedeki bazı oyunlar bazı salonlara ve bazı şehirlere göre yapılır. Ben ille de "Godo'yu Beklerken'i yapıp Mardin şehir tiyatrosunun birinci oyunu diye koymam. Ben yaşamımın şu aşamasında 'şu oyunu yapacağım' diye ısrar etme lüksüm olmadığına inanıyorum. Her tiyatro yereldir. Çünkü bulunduğu yerdeki insanlar ilk önce o tiyatroya gelecektir. Bu tiyatronun uluslararası hırsları olabilir tabii ama sanatsal kökleri kendi toprağında yeşermelidir. Politikam bu: Yazar merkezli, tiyatronun konumuna ilişkin seçim. Çevireceğiniz oyunları neye göre seçiyorsunuz? Çevirmeyi istediğim oyunları seçip çeviriyorum. Bugüne kadar kimse 'şunu çevir' demedi. Biraz Şehir Tiyatroları ile böyle bir ilişkimiz oldu onu da çevirip bitirdim. Kesin sahneye koyacağım oyunları kendim çeviriyorum. Türkiye'de sipariş yöntemi de yok. Bir yazara ya da çevirmene iş yaptırılıp parası verilmiyor. Bu olacak iş değil. 'Sen yaz beğenirsek oynarız' nasıl şey bu. Bir de British Council'ın düzenlediği 'Oyun Yaz' projesini yönetiyorsunuz. Çağdaş yaşamımızı, Türkiye'nin bugün sokaklarda, cafelerde konuştuğu problemleri; bunu konuşan karakteri oldukları gibi sahneye koyan, sıradan gibi görünen ama Türkiyeli insanın iç çalkantılarını, kimlik, siyasi mücadelelerini, cinsel sapkınlıklarını vs. bizim kendi halemizi sergileyen çağdaş ilerici oyunlar arıyorum.
Yeni Kuşak Tiyatro'da bu yıl sahnelediğiniz oyunlardan sözedelim biraz. Sahnede birbirinden farklı iki Pinter oyunu olmasına rağmen, sizin sahnelemenizde bu iki oyun hem metin hem de sahnedeki görsellik olarak birbirine çok yaklaşmış. Metin olarak birbirine yaklaşmış diyorsunuz. Pinter'in otuz küsur oyunu arasından bu ikisini seçmem, tema olarak birbirine yakın iki oyunu seçtiğimi gösterir; güç, baskı, şüphe gibi temalar. Bir de dil olarak; hem Pinter'ın dili hem ikisini de benim çevirmiş olmam. Sahneleme de de oyunlardaki benzer eylemleri sahnenin aynı yerlerine taşıyarak aynı mobilya ve aksesuvarları kullandım. İçki içilmesi, diğerine sunulması, aynı koltuklar, vs. Serhat Tutumluer çok başarılı bir oyuncu, ancak oyundan sonra konuştuğum bazı insanlar, Tutumluer'in iki oyunda da kullanılıyor olmasının pek tercih edecekleri bir durum olmadığını söylediler. Tutumluer'i sahneye ikinci kez getirirken sizin tercihinizi belirleyen etken neydi? Bir dönemde sorgulanan karakterler hayatlarının başka bir döneminde sorgulayan kişiler olarak da karşımıza çıkabilirler. Bunu teatral bir yanılsama ile sunmak istedim. Bu ille de işkence görmüş bir insan ileride polis şefi olabilir anlamında değil, evinde yakınındakileri sorgulayabilir - belki de farkında olmadan
pe cy a
Mehmet Ergen'in tiyatro ile ilgili derdi ne? Çok mutluyum Türkiye'de ama tiyatroya gittiğimde bizim gibi konuşmayan. Bizim yaşadığımız gibi yaşamayan, sürekli konuştuğumuz geri zekalı televizyon programlarını, aldatmaları, dedikoduları, siyasileri gündeme getirmeyen tiyatrocularla işim olmasın istiyorum ama mecbur onlarla çalışıyoruz başka insan yok. Bunu kökten değiştirecek bir neslin yetişmesine de destek olmak istiyorum.
oyunları öğreniyor, hem kendi içindeki genç yazarlara fırsat vermiş oluyor. Bizim bulunduğumuz bölge çok fakir bir bölge, her yerden göçmenler var seksen iki dil konuşuluyor. O bölgenin azınlık yapısını sahnede görmesini ve o bilinçle büyümesini sağlaması için beyaz zengin İngiliz oyunculardan çok, karma, siyah, Türk, Kürt kadroları oluşturarak popüler oyunlar yapıyorum ki onlar da bilsinler Tartuffe onların da Tartuffe'u. Yılda bir-iki müzikal yapıyorum. Repertuvarın dörtte birinin popüler seçimler olmasına dikkat ediyorum, insanların tiyatro sevgisi o şekilde oluşsun diye.
Londra'da neler yapıyorsunuz? Arcola Tiyatrosu'nun Genel Sanat Yönetmeniyim. Yılda on oyun yapıyoruz. Bunların 3-4 tanesi yeni yazarlar. İlk prömiyerlerini Arcola'da yapıyorlar. İngiliz tiyatrosunun çok iyi tanımadığı, dönemlere pencere açan şeyler yapıyorum. Öyle bir repertuvar hazırlıyorum ki; hem İngiltere bilmediği
Çok teşekkür ederiz Mehmet Ergen. Ben de teşekkür ederim © Evening Standard (1 Temmuz 2001)
Kendi et suyunda boğulanlar:
pe cy
a
"Küller Küllere & Bir de Yolluk"
> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Dünya tiyatrosunun "süzme çağdaş" metinlerini seyirciyle buluşturmayı amaçlamış olan Yeni Kuşak Tiyatro, bu kere de Nobel Edebiyat Ödülü'nün geçen yılki sahibi ünlü tiyatro yazan Harold Pinter'ın iki kısa oyununu Türk seyircisiyle buluşturdu. İkisi de birbirinden zor oyunlardı, az bildiğimiz bir tiyatro türünün örnekleriydi ve de ne yalan söyleyeyim buluşmanın benim gibilere bu açıdan da çok yaran oldu. Anladık ki, saçma bir yargı, kendi içinde tutarsızlığı olan ya da tutarsızlığı içeren bir yargıdır, ama "anlamsız" ve "saçma" asla aynı şey değildir. Bir Rüya Oyunu Pinter'ın en çok sahnelenen eserlerinden biri olan "Bir de Yolluk (One For The Road-1984)", Mehmet Ergen'in yönetmenliğinde Pinter'ın en iyi oyunlarından biri olarak tanımlanan "Küller Küllere (Ashes To Ashes - 1996)"ye başarıyla eklenmişti. Önce baba Victor'dan başlayarak, ailenin diğer üyeleri küçücük oğul Nicky ve annesi Gila'nın bir "otorite" tarafından birer birer sorgulanmalarına; sonrasındaysa Davli ve Rebecca adlı çiftin, tam da kişisel sorunlarını tartışırlarken, konunun nasıl olup da Nazi soykırımına gelip dayandığına tanık olduk. Rebecca, esasında hiç yaşamadığı bir deneyimi, soykırımını anlattı, hep birlikte afalladık, şaşırdık.
Benliğin Bir Parçası Olarak Yaşanmayanlar Oyunun sonunda, aralarında tematik olarak mutlak bir benzerlik olan iki oyunu birleştirmekle Mehmet Ergen'in ne iyi yaptığı kanısına vardım. "Bir de Yolluk"da Nicholas karakteriyle yapılanan otorite figürü, bir aileyi birbirlerinden habersiz sorgularken, "Küller Küllere"de otorite olmamasına karşın, aile yapısı içinde varolan kocanın, "aile reisi"nin ya da ne bileyim belki de sevgilinin, kadım sorguya çekmesinde toplumsal yabancılaşmayı bir insanlık dramı olarak yakaladım.
Yakup Çartık'ın Işık Düzeni Yakup Çartık'ın oyuna katkı sağlayan ışık tasarımına diyeceğim olamaz, ama ben gene de ağırlıklı olarak neden genel olarak tepe ışığı kullandığını, kimi oyuncuların yüzlerinin (özellikle Cengiz Bozkurt'un) sürekli gölgede kaldığını, Evren Kardeş'in ise yüzünün neden tamamen karanlıkta bırakıldığını anlayamadığımı söylemeliyim. Söylediklerime, söyleyeceklerime Sevil Ulucan'ın kemanını da "takdir-e şayan" bulduğumu eklemeliyim.
Mehmet Ergen Bilerek Yapmadıkları Pinter, göreneksel burjuva dünyasının alışılageldik beylik değerlerine dayalı yaşam tarzına nasıl olumsuz yaklaşıyorsa, karakterlere ve öyküyü nasıl biçimlendirmişse, aynen anlatmıştı Mehmet Ergen. Kendisini geride tutmuş, Harold Pinter'i oyuncularına olduğunca tanıştırmış, sonra bırakmıştı. Yani, oyuncuların Harold Pinter ile buluşmalarını sağlamıştı, yaptığı hepiyle tümüyle "bence" buydu.
Oyuncular Küçük oyuncu Ali Özkul'a buradan: "Haydi bakalım, yolun açık olsun," demek istiyorum. Evren Kardeş'i bağırmasını bilen "ender"lerden olduğu için kucaklamalıyım. Serhat Tutumluer'i hem Victor, hem de Davlin olarak eylem ve çatışmaya bağlı olmayan yorumu için kutluyorum. Cengiz Bozkurt'u göreneksel dramatik biçime takılmadığı ve anlamlı diyalog düzenine uymadığı için özel olarak alkışlıyorum. Esra Bezen Bilgin'i ise, o andaki davranışı ya da özlemleriyle ilgili olarak seyircisine gene inandırıcı bir tartışma ve bilgi sunduğunu izlemekten keyif duyuyorum. Güdülerini gene anlaşılır biçimde çözüme kavuşturmasına tanık olmakla övünüyorum. Ve de onu, yüreğimdeki tahta bir kez daha oturtuyorum. 12 Eylül sonrasında Türkiye'ye gelerek hapisteki yazarları ziyaret eden; Arthur Miller ile birlikte Amerikan Büyükelçiliği'ndeki yemekten kavga dövüş ayrılan; Kürtlerin dillerini konuşamaması üzerine "Dağ Dili" isimli bir oyun yazan; vazgeçtim özel tiyatrolarımızdan, ödenekli kurumlarımızın bile tanımazlıktan geldikleri Pinter'ın iki kısa oyununu sahneleyen Yeni Kuşak Tiyatro'ya teşekkür ediyorum.
pe
cy
a
Barış Dinçel'in Dekor - Kostümü Mehmet Ergen'in çevirisine de doğrusu diyecek yoktu ve de Barış Dinçel, küçücük alanda gene bir dünya yaratmıştı. Hele, demir parmaklıklı pencereleri ve koyu renkli duvarları olan yarı aydınlık mekânın, sessiz sedasız penceresi bahçeye bakan bir oturma odasına dönüşmesi, mükemmel bir tasarımdı. Ya Rebecca, fabrikada tuvalet aradığını ve bulamadığını anlatırken; Davlin'e sözünü ettiği, kendisine yumruğunu öptüren adamın, aynı zamanda insanların trenle yolculuk yapmasını sağlayan bir tren şirketinde çalıştığını söylediği ana ne demeli? Meğer adam, çığlık atan annelerin elinden çocuklarını çekip alınmış! Emre Ergen'in tasarımı olan tren düdüğü ve annelerin çığlıkları tabloyu güçlendirir, oyuna ayrı bir renk verirken; Barış Dinçel, odanın demir parmaklıklı pencerelerini, sarı-kahve karışımı tonlarla bezeyerek bir yük treninin yan aydınlık vagonuna dönüştürmüştü. Dinçel, özel alkış hak eden bir çalışma yapmıştı. Kostüm tasarımı da oldukça zevkliydi Dinçel'in, ancak Nicholas ayağındaki bottan söz ederken, neden ayakkabı giymişti, işte orasını anlayamadım. Barış Dinçel'e başarılarında koltuk çıkan özellikle yukarıda andığım tablolarda hiç kuşkusuz ışık tasarımını yapan Yakup Çartık'tı.
Oyunu/oyunları avangart tiyatro akımı ve anlayışını seven ya da merak eden okurlarıma öneriyorum. Aralarında tutucugerçekçi olanlarına "sakın gitmeyin," diye seslenmek istiyorum. Neme lazım, ola ki sıkılırsınız diyorum.
Zamansız, Mekansız, içsel bir yolculuk
"Zaman Adında
pe cy a
Bir Kadın"
> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Dilek Türker'in tiyatroya adadığı tam kırk bir yıl adına yayımlanan broşür elimde, koltuğa oturdum. Başladım sayfaları çevirmeye. Kimler neler neler dememiş ki, onun için. Melisa Gürpınar "Tiyatromuzun cesaret anası," demiş; "Enerjinin sanata dönüşmesi," olarak tanımlamış Dilek Türker'i Ataol Behramoğlu; Ressam Muzaffer Akyol: "... yürek zenginliğinin simgesi..." olduğunu söylemiş; Haldun Dormen "Çılgın" sıfatını yakıştırmış. Osman Şengezer, Yüksel Aymaz, Mahmut Gökgöz, Nurettin Özşuca da, Dilek Türker'li anılarından söz etmişler. Ama Orhan Alkaya, sanki tüm denilenleri, yazılanları, anlatılanları özetleyivermiş: "Dilek Türker, insan şiddetinde bir depremdir sahnede," demiş, işi bitirmiş. Kökten Asimetrik Olmak Dilek Türker'in 41. yılı için Melisa Gürpınar bir oyun yazmış, "Dilek Türker... Tiyatro Ayna "ya vermiş. Adı: "Zaman Adında Bir Kadın". Oturduğum yerde, "Zaman Adında Bir Kadın" başlamazdan önce; bildiğim bilemediğim yanları ve yönleriyle, Dilek Türker'i düşündüm. Tam kırk bir yıl... "Geçmişle gelecek arasında kökten bir bakışımsızlığı var onun," dedim içimden. Onun içindeki geçmiş, kendisine
a
pe cy
yankı bulmuş bir ses sanki... Biçimden başka bir şey olmayana güç vermiş hep Dilek Türker, hatta daha da ileri gidip, biçimlerin çokluğuna tek bir biçim kazandırmaya çalışmış... başarmış.
seyirciye sordurtmuyor mu? Aklı evvel seyirci, oyunu kavrayan izleyici: "Ben kendi zamanım mıyım," diye kendi kendine sormuyor mu? Soruyor. O halde oyun da amacına ulaşmış oluyor.
Melisa Gürpınar'ın Armağanı Dilek Türker'e tiyatroya adanmış 41. yılı için herkes çiçek miçek göndermiş, ama en önemli armağanı, bana kalırsa Melisa Gürpınar oyunu yazarak vermiş. Dilek Türker'in yıllardır saçlarını savura savura odaklandığı kadın sorunlarını oyunlaştırmış Gürpınar. Türkiye'nin tarihsel dönüm noktalarında kadının yaşadığı, karşılaştığı, uğraştığı, bulaştığı, bulandığı ortamları yazmış. Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş dönemlerinin ve demokratikleşme, sanayileşme, iç göç gibi olayların yaşamı nasıl etkilediğini kadın açısından değerlendirmiş. Haklarının her daim savunucusu olmuş kadına, yani Dilek Türker'e vermiş. Dilek Türker de, o hızla pembe şemsiyesi, pembe şapkası, pembe çantası ve pembe abartılı giysileriyle deniz kıyısında kendi kendine dolaşan Yaşlı Kadın'a can vermiş.
Gelelim Yaratıcı Kadroya Yüksel Aymaz'ın ışığı pek güzel de, açılışta arka ortadaki panoya neden oyuncu gelmeden spotu çakıyor, anlamadım. Nurettin Özşuca'nın prosodisi bozuk "Söyle Kalbim" şarkısı dışındaki tüm müzik çalışması kutlanası. Osman Şengezer'in dekorla uyumlu stilize edilmiş kostüm ve aksesuar tasarımı, sanatsal ve teknik açıdan mükemmel üstü.
Zamana Direnmek Dilek Türker'in Yaşlı Kadın'ı, bir saat kırk beş dakika boyunca şarkılarla ruhunu yıkıyor, ayrıntılarla yaşamını süslüyor; şapka ve şemsiyesini birer kalkan gibi kullanarak, kıyıda köşede kalmış duygusal ve düşünsel kırılmalara karşı koyuyor. Hepimizin olan bir yaşam öyküsü esasında Yaşlı Kadın'ınki... Anlamayan anlamıyor. Tarih öncesi insanlık serüvenleri onda içselleşiyor, Yaşlı Kadın her kadın gibi zamana karşı duruyor.
Dilek Türker'in Oyunculuğu Dilek Türker, Melisa Gürpınar'ın özgün bir sahnelemeyle somutlaştırılmaya, yeni bir yorumu kışkırtmaya uygun metnini, doğrusu iyi yorumlamış. Mahmut Gökgöz'ün ve yardımcıları Mürsel Yaylalı'nın, Sinem Koyun'un, Serpil Koçgiri'nin katkıları ne oranda olmuştur elbette bilemem, ama Dilek Türker doğru yolda ilerleyerek, anlatımı biçimde, dramaturgik açıda, sahnesel yapıda olduğu kadar, metnin anlam ya da anlamlarında aramış. Nefesini fevkalade kullanması, varolmayan gerçeklikleri yaratma konusundaki becerisi, güzel diksiyon yeteneği Yaşlı Kadın'ın duygusal yaşantısını seyirciye aktarmasını kolaylaştırmış. Duyumsadıklarını anbean ifade ederek, Yaşlı Kadın'ı duyumsadıklarıyla bağlantılı konuma getirmiş. Duyumsadığı her şeyin, ama her şeyin kendini sesli, sözlü, şarkı aracılığıyla ya da fiziksel olarak ifade edebilmesi için kendisine izin vermiş.
pe cy
a
Yazarken, Oynarken Zamanı Çözümlemek "laman Adında Bir Kadın"ın önce Melisa Gürpınar, "bilvesile " Dilek Türker tarafından çözümlenen zaman bilincinde; algı, bellek ve beklenti nesnelerinin zamansal karakterinden söz edersek, sanki zamanın nesnel akışını ele almış, sonra da bir zaman sezgisinin ve gerçek bir zaman bilgisinin olanağının öznel koşullarını araştırmış gibi görünebiliriz. Oysa, Gürpınar-Türker ikilisinin ele aldığı, bir dünya zamanının, somut bir sürenin varlığı değil, kendi halindeki zaman ve süre. Hepsi o!..
Mahmut Gökgöz, oyun kitapçığında açıkça söylediği gibi Dilek Türker'i "sahnede bembeyaz bir piyanoya" benzetmiş. "Çoğu zaman tuşuna dokunman bile gerekmez," diyor. "Şöyle tutarsın ucundan döner tekerlekler, yeri değiştiriverirsin hepsi o." Dilek Türker'i döndürüvermiş, yerini değiştirivermiş, dediği gibi hepsi hepsi bunu yapmış. Yoksa, açılış tablosundaki replikte tonlamayı metin üzerinde "< " işaretiyle belirtir, "crescendo "lan daha sağlıklı ayarlayabilirdi gibime geliyor.
Gürpınar Sorgulatmış, Türker Sorgulamış Esasında, Melisa Gürpınar'ın metninden yola çıkarak, Dilek Türker'in zamanı sorguladığı bir oyun bu. "Zaman kimdir," sorusu ikinci perdede "zaman nedir"e dönüşmüyor mu? Yaşlı Kadın giderek: "Zaman kendimiz miyiz," sorusunu
Sonuç olarak bu oyunuyla 41. yılında, kırk bir kere maşallah dedirtmiş...
Görünen o ki, Dilek Türker kırk bir yılda kendinden geçmemiş, kendini geçmiş©
BirUmutIşığı
> Victor Hugo Rascon Banda
Victor Hugo Rascon Banda Kimdir? 1948 yılında Meksiko'nun kuzeyinde Chihuahua sıradağlarında bir maden kasabası olan Uruâchic'da doğdu. Aile geleneğini
pe cy a
Her gün bir Dünya Tiyatro Günü sayılmalıdır, çünkü geçen 20 yüzyıl boyunca tiyatro ateşi hiç durmadan dünyanın çeşitli yerlerinde ısrarla yanmıştır. Tiyatro, özellikle sinema, televizyon ve şimdi sayısal medyanın gelişmesiyle sürekli yok olma tehdidi altında olmuştur. Teknoloji sahneyi istila etmiş ve insan boyutunu imha etmiştir. Ve uçuşan repliklerin yerini bir çeşit hareketli resmin aldığı naylon bir tiyatro yaratmak için çaba harcanmıştır. Oyunlar yalnızca kuklalar ve oyuncak bebekler kullanılarak katmerli ışık etkisiyle ambalajlanıp, diyalogsuz, ışıksız veya oyuncusuz sahnelenmiştir. Teknoloji, tiyatroyu bir havai fişek gösterisine veya panayır eğlencesine dönüştürmeye çalışmıştır. Şimdi oyuncuların seyirci karşısına geri dönüşüne şahit oluyoruz. Bugün, repliklerin sahneye geri geldiğini görüyoruz. Tiyatro artık kitle iletişimini reddetti ve kendine özgü sınırlarını kabul etti; iki varlık birbirleriyle yüzleşir, hassasiyetleri, duyguları, hayalleri ve umutlan aktarır. Sahne sanatı tartışmayı alevlendirecek fikirleri konu etmeyi terk ediyor. Tiyatro hareketlendirir, aydınlatır, endişelendirir, rahatsız eder, ruhu yüceltir, ifşa eder, kışkırtır ve gelenekleri ihlal eder. O, toplumla paylaşılan bir sohbettir. Tiyatro, boşluğa, gölgelere ve suskunluğa, replikleri uçuşturmak, hareketlendirmek, aydınlatmak ve hayatı galeyana getirmek için karşı duran ilk sanattır. Tiyatro, yaratıldıkça kendini yok eden yaşayan bir varlıktır, fakat hep küllerinden yeniden doğar. O, bütün insanların bir şeyler aldığı ve verdiği böylece biçim değiştirdikleri sihirli bir iletişimdir. Tiyatro insanoğlunun varoluş acısını yansıtır ve insanın durumuna açıklık getirir. Tiyatroda, yaratıcılar değil oyunun geçtiği dönemin toplumu konuşur. Tiyatroyu keşfetmeyi ve ondan hoşlanmayı engelleyen çocuklukta sanat eğitimi eksikliği, dünyada kol gezip seyirciyi uzakta tutan yoksulluk ve desteklemesi gerekirken, ona karşı kayıtsız kalan ve onu göz ardı eden hükümetler tiyatronun aleni düşmanlarıdır. Bir zamanlar sahnede tanrılar ve insanlar birbirleriyle konuşurdu, fakat şimdi öteki insanlarla konuşuyorlar. Bu nedenle, tiyatro yaşamdan daha büyük ve iyi olmalıdır. Tiyatro, çılgın bir dünyada bilgelik sözünün değerine inanma eylemidir. Tiyatro, kendi kaderinden sorumlu insanoğluna inancın gösterisidir. Bize ne olduğunu anlamak, hepimizi çevreleyen acı ve ıstırabı nakletmek ve hatta günlük yaşamımızın kargaşası ve kâbusunda anlık bir umut ışığı yakalamak için tiyatroyu deneyimlemek zorundayız. Çok yaşayın tiyatro töreninin kutsal katılımcıları! Çok yaşa tiyatro!©
Uluslararası Dünya Tiyatro Günü Bildirisi
izleyerek kendini madencilik işine adaması gerekiyordu, fakat
hayatı farklı biçimde gelişti. Kendi ifadesine göre, "Annem verdiği isimle yazar olmaya mahkûm etmişti ve yaşadığım çocukluk nedeniyle tek yol yazar olmaktı." Ailesinin evi aynı zamanda duruşma salonuydu, böylece çocukluğundan itibaren büyük babası olan yargıcın karşısında yapılan itirafları dinledi. Suçlanan ruhların tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı bu evren Victor Hugo'nun kaçamayacağı kadar
etkiliydi ve başarılı bir avukat olmakla kalmadı, ayrıca daha önemlisi Meksika oyun yazarlığının önde gelen (temsilcilerinden
oldu.) Genç yaşta öğrenimine devam etmek için yaşadığı küçük kasabadan ayrıldı. O zamandan beri yabancısı olmadığı hikayelerden ve karakterlerden beslenmek, Rarâmuri bilgeliğinden kana kana içmek, kasabasına gelen Alman, Fransız ve İspanyollardan ilham almak, Kuzey Meksiko rüzgarlarının taşıdığı direniş örnekleriyle karşılaşmak için gerçek veya metaforik anlamda kasabasına sıkça geri dönmüştür. Yazmış olduğu toplam 50 oyunu, insanın karmaşıklığını ve sosyal çevresiyle ilişkilerini örnekleyen geniş bir yelpaze oluşturur. Victor Hugo'ya göre yaratıcının (oyun yazarının) ağzından konuşan gerçekte ait olduğu çağın toplumudur. Victor Hugo, genç insanların yaratıcılığını cesaretlendiren verimli bir öğretmen, Meksiko Yazarları Genel Birliği Başkanı olarak sürekli yazarların hakları için sava ş an bir yazardır. Tiyatro
Victor Hugo Rascon Banda Çev: Adnan Çevik
çevreleri Rascon Banda'yı oyunları ve aynı zamanda ülkesinin kültürel yaşamına önemli katılımı nedeniyle en önde gelen üyelerinden biri olarak tanımlar©
Fotoğrafların
Dili
Orhan Alkaya arkadaşlarını düşündü, söyledi:
Mümtaz Oktay
pe cy
a
Şefik
Kemal Gökhan Gürses
Mümtaz İçin:
Babası öyle istediği için değil, esaslı analitik işleyen bir beyne sahip olduğundan fizikçiydi Mümtaz. Beutler gibi Newton sanmadı kendini, Ernesti gibi Einstein yahut Süleyman'ın mesellerinden el almaktansa içgüdülerinin gösterdiği yola götürdü sahip olduğu her şeyi...
Kimi tanrı vergisi sayar, ses tellerinin kıvrımlarına yorar bir başkası; değildir oysa: tutarlılıkla taçlandırılmış bir kendi olma serüveninin sesiydi,
pe
cy a
ipekten büklümlü sesi...
Bir kuş kafesi, boş. Merhamet hissini ait kılmış sonunculardan bir adamın, yaşadığı çağa ayak direyerek onu anlamasının imgesi... Vahşet tragedyanın ayrılmaz temel kiplerindense eğer, Mümtaz yaşadığı gibiydi ve ölümü bir tutkunun ucunda kanadı. Açık ve korunmasız bir varoluş. Aktör ve müjdeci...
Oktay İçin:
Birer sert yumrukla yekinip birbirimize baktığımızda yirmi yedi yıl evvel, gördüğümüz aynı hikâyenin usul ve gür iki sesle ifadesiydi. Buluştuğumuz yere Asaf tan, Vasıf'tan el alıp gelmişti Oktay ve el verdiğini belli etmeyi hiç yediremezdi...
Demircinin sürati, dülgerin rende tutma hüneri, balıkçının rüzgâr şerbeti, Caravaggio'nun karanlığa serpiştirdiği ışığı, Peder Bach'ın kusursuz matematiği, Eco'nun hergele bilgeliği, Vasıf'ın tesbih çevirme hüneri, yaşayanın milyon
sahibiydi ayrıntının...
Irmak yeşili gözlerinin bebeğinde öyle çok siyah nokta vardı ki, böylesi süveydayı saymaya bir ömür yetmez. Oktay da gönül
pe
indirmedi zaten. Aynaya
cy a
üstü hali kadar düşkünü ve
bakmaktansa insana, üzüme, arslanağzına, sıçana, tarhana
çorbasına, canının içine bakmayı seçti. Bu bakış hemen hissedilse bile alesta algılanmadıysa eğer, bilinsin, diğerlerini kendisinin dışında da sevdiğindendi...
Şefik İçin:
İşçi tiyatrosundan Şefik, sevdiği adıyla Ahmet Şefik Kıran, inisiyal haliyle A.Ş.K. yani; İstanbul Erkek'in ağabeyi, hepimizin kardeşi; Aleksandr Nevskiy Bulvarı'nda yürümeye benzemiyor devrim ve bunu bilen ruh ikizi...
Çocuk gözleriyle dikelip baktığı hayatta, kimi sevgi dolu, kimi kızgınlık, olmadı terkediş yahut sahipleniş -ki ikisi aynı şeydir- gördü; defalarca baktı, aynısını gördü...
Haydi, dedi "madem ki bu kerre mağlubuz / n'etsek n'eylesek zait",
pe cy
a
insana ait olan hiçbir şey yabancısı değildi, biri hariç: Uçmayı istedi, uçtu. Gözlerindeki ışık, bir apartıman boşluğunda dikkatle parlıyor...
Bahtın Açılsın, Talih Saçılsın
pe cy
a
Ayşe Opereti
"
> Ragıp Ertuğrul > ragjpertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
Geçen sene başlayan müzikaller furyası bu sezon Gülriz Sururi'nin müzikaliyle devam ediyor. Sünni'nin, Muhlis Sabahattin'in aynı adlı eserinden esinlenerek yeniden yazdığı diyaloglar ve yeni bestelerle zenginleşen operet, konusu itibariyle klasik melodramları anımsatıyor. Ahmet Bey, çocukluğunun geçtiği köye yıllar sonra anılarını tazelemek için döner. Ahmet'in gelişi köyde büyük bir sevinçle karşılanır. Sevincin en büyük payı ise çocukluk aşkı Ayşe'nindir. Aslında çocukken adı aşk değilse de bu duygunun, birlikte olmaktan keyif alma, neşelerini paylaşma, çocukluğun, oyunların tadını çıkarmaktır bir bakıma. Ahmet de eski arkadaşlarını, kahyasını ve onun ailesini görmekten mutludur. Ayşe'nin güzelliği de onu şaşırtmış ve büyülemiştir. Ancak aldığı bir mektup, onu kalbi arkada kalarak İstanbul'a dönmek zorunda bırakacaktır. 1940'lı yılların İstanbul'unda Avrupai bir yaşam sürmekte olan Ahmet, bir varyete şarkıcısı ile birlikte olmuştur. Adı Hale olan bu fettan ve kurnaz kadın, Ahmet'in zenginliğinden ve itibarından yararlanmak için ondan bebek beklediğini söylemektedir mektubunda. Asıl olay, Ayşe'nin tüm çaresizliğiyle İstanbul'a Ahmet'i aramaya gelmesiyle başlar. Hikayede çıkarsız aşk ve ilişkilerle, menfaate dayalı beraberliklerin ve ilişkilerin prim gördüğü bir yaklaşımın
işveli ve kurnaz kadın karakteri, bir müzikale yakışır nitelikte hiç bu kadar sıcak ve benimsenebilir olmamıştı. Metin Göksel, Hale'nin sevdalısı, para babası gazino patronu Suat'ta sesi, komik opera tarzında mizansene uygun yürüyüşleri, jestleri ve enerjisiyle hafızalarda kalır performans sergiliyor. Jeyan Tözüm ve Ayşe Çakar gibi olgun oyunculukları izlemek ayrı bir keyif veriyor. Oğuz Oktay ve Gülümser Gülhan, Veli Dayı ve Habibe Nine ile operetin dramatik rollerini paylaşıyorlar ve zor bir iş olarak duyguyu kararınca ortaya çıkarıp, operet havasını kaybettirmiyorlar. Ahmet'in kız kardeşi rolündeki Neşe rolüyle Elif Çakman, seyredenlerin çoğunun istisnasız beğenisini kazandı. Bunda sempatik fiziğinin ve tabii ki rolünün havasına tamamıyla girmiş olmasının büyük payı var. Şirin Keskin, Hale'nin yardımcısı Jale olarak, saf bir heves, gıpta ve büyülenmişlik yaşayan ezikliği abartısız olarak veriyor. Şirin'i komedilerde izlemeyi dört gözle bekliyorum. Hikmet Karagöz, küçücük bir rolle alkıştan hakkını alıyor. Bir müzikal veya operette, üçüncü derece rollerden biri çok zor alkış alır. Köyün San Kız'ı, koronun içinden sıyrılarak bunu başarıyor. Müge Zümrütbel, bu operette ses rengi ve tekniğiyle müzikal yıldızlığına doğru gideceğinin sinyallerini veriyor. Ancak belki yönetmenin müdahalesiyle seyirciyle arasına koyduğu mesafeyi kaldırması, sesindeki dramatizasyonu hareketlerine de yansıtması gerekiyor. Orkestrayı bastıran tek ses de açıkçası Müge'ye ait. Orkestra kimi şarkılarda o kadar önde ki, şarkıların sözlerini anlamak mümkün olamıyor. Turgay Elyağutu da meyhaneci Apostol'de müzikal yeteneğini ölçüsünde sergileyerek fark yaratıyor. 'Çok Yaşa Sen Ayşe' şarkısının bu operetle birlikte yeniden popüler olacağını ve Metin Göksel ile Elif Çakman'ın düeti olan 'Sözümü Gel Dinle' şarkısının da kulaklarda ve dillerde yer edeceğini sanıyorum.
pe cy a
karşılaştırmasını görürüz. Züppe bir yaşamın sağlayamadığı güven, huzur ve mutluluk, temiz ve saf kalplerde saklıdır. Gerçekçi bir dönem panoraması çizmede başarıyı yakalayan eser, Anadolu insanı ve şehir insanları arasındaki farkı göstermenin yanı sıra etnik kökeni ne olursa olsun gayri müslim insanlarla Anadolu köylüsü arasındaki yakınlığı ve önyargısız dostlukları da hatırlatıyor. Yolsuzluğa bulaşarak, kültür yoksunluğuna yamanarak, aşkı sevgiyi magazin malzemesi yaparak, köylüyü küçümseyip çiftçiyi paylayarak, itibarın ve şerefin bu kadar ayaklar altına alındığı bir dönemde bir adamın sırf aile şerefini korumak için bedbaht olacak bir evliliği kabullenmesi bize belki fantastik gelecektir. Operetin hatırlanan parçalarından esinlenerek kimi yeni besteler yapılmış. Müzik direktörü Selim Atakan'ın, operet ruhuna ve döneme uygun bestelediği müziklerle Türk müzikal dünyasına kalıcı eserler kazandırdığını düşünüyorum. Yönetmen Engin Cezzar, oluşturduğu oyuncu kadrosuyla sahneleri genç ve yetenekli yüzlerle tanıştırıyor. Cezzar'ın deneyimi, her sahnede kendini gösteriyor: Sahneler arası geçişler, şarkıların metin içine dağılımı, abartıdan uzak ama karikatürize edilmiş tipler. Dolunay Soysert, geçen yıl "Afife Jale Yılın En İyi Kadın Oyuncusu" ödülünü Dostlar Tiyatrosu'nun sahnelediği 'Buluşma' oyunundaki Marilyn Monroe rolüyle almış, tiyatro çevrelerinin haklı beğenisini kazanmıştı. Ayşe rolüyle geleceğin bir Gülriz Sururi'si, bir Zeliha Berksoy'u olarak yer alacağı yargısını güçlendiriyor. Gülriz Sururi'nin bu seçimiyle, kendi tahtının varisi olarak Dolunay'ı gördüğünü algıladım. Makyajı, tonlamaları, hareketlerindeki ürkeklik ve heyecan, sahnede oluşturduğu asil duruş bu algımı destekler nitelikte. Ahmet rolüyle uzun zaman sonra sahnelere dönüş yapan Hazım Körmükçü, genç jenerasyonun en kıdemli sanatçılarından biri. Tiyatroseverler İstanbul Şehir Tiyatrolar'ında çeşitli rollerde başarılı performanslarıyla izlediği Körmükçü ile bu operette hasret giderecek. Varyete şarkıcısı Hale rolüyle Ceyda Düvenci'nin müzikal ve oyunculuk yeteneğine yeni şahit oluyorum. Eski Türk filmlerinin genellikle Neriman Köksal ve Suzan Avcı tarafından canlandırılan lükse ve gösterişe düşkün, bencil,
Bir operetin olmazsa olmazı koreografiye gelince: Bu işin Selçuk Borak gibi istisnasız bir ustaya emanet edilmesi kaliteyi, rengi ve çeşitliliği de doğal olarak beraberinde getiriyor. Hele ki köydeki şenlikte Türklerin halayı zeybeğiyle Rumların sirtakisi hem örtüşüp hem içiçe geçerek kültürlerarası diyaloga çok başarılı bir gönderme yapıyor. Devlet Tiyatrosunda yaratıcı çalışmalarıyla tanıdığımız Ali Cem Köroğlu'nun "Ayşe Opereti"nde bir farklılık yarattığını söyleyemeyeceğim. Ne o birbirinin içinden çıkan demir konstrüksiyonlar ne de saç plakalar operet söylemiyle bağdaşmıyor. Bununla birlikte pratik de değil. Sururi-Cezzar ikilisi gözü bu kadar karartmışken tek kriterin dekor maliyetlerinden tasarruf olduğunu da sanmıyorum. Dansçıların büyük bir uyum içinde çalıştığı belli oluyor. Dansçılardan özellikle, Onur Kırış'ın yüzünden eksik olmayan gülümseme ve gözlerindeki enerjiyle oluşan sahne sıcaklığı dansıyla seyirciye ulaşıyor. Berke Yüksel dansetmediği zamanlarda, önde süregiden hikayeye duygu ve hareketleriyle katılarak görsel bütünlüğe hizmet ediyor. Dönem kostümlerinde Sadık Kızılağaç artık bir marka. Hele ki böyle renge ve şova dayalı bir eserde kostümler oyunculuğu da zenginleştiriyor. Ayşe'nin ilk perdede giydiği maskülen çizgiler taşıyan şalvar dışında hepsi gayet estetik. Ancak dansçıları kimi sahnelerde yine dönemi çağrıştıran ama daha esnek ve stilize kostümlerle görmeyi isteyebilirdim.
Gülriz Sururi, oyunun galasında sponsorlara teşekkür konuşmasında en büyük sponsorun kendisi olduğunu iftiharla söyledi. Bu konuda mütevazılık yapmamak gerektiğine ben de katılıyorum. 'Lüküs Hayat', 'Deli Dolu Opereti', 'Mucizeler Komedisi', 'Yıldızların Altında', 'Kantocu' ve en son 'Ayşe Opereti' ile devam eden tüm girişimler ve gayretler Türkiye'de bir müzikal kültürü oluşturmaya başlaması açısından son derece anlamlı ve önemli. Operetlerin de müzikallerin de tıpkı Ayşe gibi bahtları açık olsun©
Muhlis'in Çocukları Operet Heyeti'nden Bir Gülriz Sururi Müzikali'ne
pe cy
a
Gülriz Sururi ve
> Suat Başkır > sbaskir@gmail.com
19201i 301u yılların 'Operet Kralı' Muhlis Sabahattin'in 'Ayşe Opereti' adlı eseri Gülriz Sururi'nin kalemi ve Engin Cezzar'ın yorumu ile 2000'li yıllara taşındı.. Sururi, henüz annesinin karnındayken tanıştığı bu operet ile birlikte, radyo kayıtlarından yola çıkarak, 1920-30'ların operet dünyasını yeniden kaleme aldı. Müzikler ise aynı radyo kaydından yola çıkan müzik direktörü Selim Atakan tarafından notalara döküldü. Ayşe Opereti, 1930'ların Türkiye'sini Ege ve İstanbul olarak iki ayrı coğrafyada sunuyor. O yılların görkemli İstanbul hayatı, çarliston, tango, fokstrot ve valslarla sahneye taşınırken, köy hayatı ise zeybek ve halaylarla sergileniyor. Bu ay, Gülriz Sururi ile "Ayşe Opereti" 'macerasını konuşmak için, Akatlar Mustafa Kemal Kültür Merkezinde buluştuk. Ayşe Opereti, Akatlar MKM'de sahneleniyor. Ayşe opereti sizin için büyük bir önem taşıyor. Ailenizin, geçmiş sahnelemelerinde bu operetin içinde yer almaları dolayısıyla.. Bu projeyi ilk ne zaman hayata geçirmeye karar vermiştiniz?
gibi bir yol izledik "Ayşe" operetinde de. Orada Edith Piaf'in on dört tane şarkısını ortaya koymuştuk. Başar o şarkıların üzerine oyunu yazmış, bende bütün şarkıları sıraya dizerek, kronojik olarak değiştirmiştim. Ayşe Opereti'nde zengin bir repertuvar ortaya koymak çok önemliydi. Bu sebeple elimizdeki tüm şarkılara ek olarak, Muhlis Sabahattin Bey'in "Ayşe Opereti" dışındaki bestelerinden de faydalanmaya çalıştık. Ancak bu bestekarımızın babamın hazırlamış olduğu "Ayşe Opereti"nden başka yirmi operetinden hiçbirine ulaşamadık. Yalnızca "Zeybek", "Türk Tangosu" gibi diğer bestelerini, "Ayşe Opereti"ne uyarlayarak kullandık. Annem ile babamın plaklanndaki bir şarkıyı da Naci ve Neşe için düzenledik. Ve bu bütün malzemeyi Selim Atakan'ın eline verdik. Kendisi de zamanımıza uygun bir şekilde gurur duyduğumuz çok başarılı on kişilik orkestrası ile beraber düzenlemeleri tamamladı.
cy
a
İlk defa kararımı 1966 yılında babamın TRT'ye yaptığı radyofonik piyesi dinlerken vermiştim. Şarkıları gerçekten ruhumda hissetmiştim. Ancak başka başarılı işlere imza attığım için yapamadım. Daha sonra 1995 yılında birden tüm haklarını almaya karar verdim. Çünkü o zamanlarda camia içinde bir durağanlık dönemi yaşanmaktaydı. Yani müzikal tarz işlenmiyordu. Bunun üzerine Muhlis Bey'in varisleriyle irtibata geçtim ve tüm haklarını aldım. Ancak bundan sonra da kalemi elime alıp yazmam için bir beş yıl daha geçti.
pe
Oyuncu olarak yer almıyorsunuz. Başından beri bu organizasyonda yazar olarak mı yer almayı düşünmüştünüz? Açıkçası ilk etapta kendim yazmayı düşünmüyordum, elimizde babamın hazırlamış olduğu şarkılar ile ilgili doküman ve 15 dakikalık bir metin vardı. Konu çok çekmiyordu beni itiraf edeyim.. Selim İleri ve Gökhan Akçura ile görüştüm. Ve yazmalarını teklif ettim. Bu fikir, o anda hepimizi heyecanlandırmasına karşılık, belki şartlar belki tembelliğimiz yüzünden, o zamanda bu projeyi metinleştiremedik. Daha sonra 2000 yılında bir şeyler yapmaya hazır hissettiğim bir anda yazmaya başladım. Belki de buradaki sürecin uzama sebebi hissetmeyi beklememdir. Çünkü ben bir şey üretirken kendimi o olayın içinde hissetmezsem hayattan zevk almıyorum, yararsız hissediyorum ve mutsuz oluyorum. İstediğim seviyeye getirebilmek için bu beş yıl içinde bu oyunu üç defa tekrar yazdım.
Sonuçta ana tema "aşk" siz bu temayı vurgulamak için, daha da belirgin hale getirmek için özellikle metinde ne şekilde bir çaba sarf ettiniz? Oyunu tamamen değiştirdim. "Ayşe Ahmed'i sever"e dokunmadım o kadar. Aslı sekiz kişilik olan bu oyun yirmi kişilik bir oyun haline geldi. Orijinal de hiç olmayan karakterlerle renklendirdik. "Aşk" temalı milyonlarca farklı proje zaten var. Amacımız "Ayşe" operetini bütünüyle belirgin hale getirmekti. Peki şarkılar? Tıpkı "Kaldırım serçesi"nde Başar Sabuncu ile yaptığımız
Evet seyircilerin sıkılmaması gereken bir dinamizm olmalı idi. Ve şarkılar ile bu başarılmış gözükmekte. Bunun için, seyircilerin hem eski operet tadını almaları, hem de sıkılmadan çağdaş bir drama izlemelerini sağlamaya çalıştık. Açıkçası koreografi konusunda bu dinamizme de özellikle dikkat ettik. Burada oyuncularında en büyük şansı koreograf olarak Selçuk Borak'ın seçilmiş olmasıdır. Özellikle dansların dönemi çok güzel yansıttığına ve oyuna çok şey kattığına inanıyorum. Dans kadromuzda gerçekten çok başarılı. Seçimlerde özellikle dikkatli olmamızın karşılığını aldığımıza inanıyorum. Buna en iyi örnek Evren Pıravadılı'dır . Önemli bir rolü var operet içinde. Evren, sadece dansçı olarak gelen, ancak defalarca yaptığımız provalar esnasında oyuncu olarak yakaladığımız bir arkadaşımız. Bir keşif.. Siz hemen hemen her projenizde böyle bir keşfe ulaşıyorsunuz aslında. Sadece projelerimde değil, hayatım boyunca bakarsanız çok keşfim var. Belediye ile yaşadığınız bir sponsor problemi var. Bu kırgınlık devam ediyor mu? Bir adım atıldı mı karşı taraftan?
'Kırgınlık devam ediyor'un üzerinde bir şey var. Bu yaşanılan, bu adamın sorumluluğunu taşıyamayan biri olduğunu gösterdi. Düşünün, beni tek başıma 50 kişilik bir proje ile başbaşa bırakmakta hiç bir sakınca görmedi. Ne yapacak bu kadın, nasıl perde açacak diye hiç düşünmedi. Vallahi bir Müslüman olarak, burayı düşündüğünde geceleri rahat uyuyabiliyor mu merak ediyorum. Benim buradaki hatam, Beyoğlu Belediye Başkanı olarak tanıdığım Mimar Kadir Topbaş'ın gerçekten samimiyetle sanata eğitebileceğini ve bağımsız kararlar alabileceğini sanmam olmuştur. Gerçi daha sonra katıldığı televizyon programında "Ben Gülriz hanımın projesine destek vereceğimi bildirdim, ancak vazgeçmek durumunda kaldım, çünkü arkadaşlarım yapmamamı istediler." demiştir. Bu demeç zaten başımıza gelenin trajikomik ve vahim olduğunu göstermektedir. Ve neden diye sorulduğunda da kötü örnek olacağını, diğer tiyatroların da bu tür talepler ile karşılarına geleceklerini düşündüklerini belirttiler. Sanatın kötü örnek olduğunu belirten bir söylemin bir belediye başkanının ağzına yakışacak bir demeç olduğunu da düşünmediğimi de belirtmek isterim.
Şu anda süre ile ilgili net bir şey yok. Bundan sonra açık hava da oynayacağız ve talepler değerlendirilerek turne programları da yapılacaktır. Peki sohbet sonunda size ve oyunculuğa geri dönersek, en son "Söyleyeceklerim Var" oyunu ile sahnelerdeydiniz. Yaklaşık 6 yıl önce. Yeni bir proje ile dönmek gibi bir düşünceniz var mı? Açıkçası şu an için böyle bir fikrim yok. Ancak Ayşe Opereti gibi bir projenin içinde bu şekilde bulunmak gibi bir düşüncem de yoktu. Sonuçta hayat çok renkli mucizeler ile dolu. Ve bu şekilde çok keyifli.... Çok teşekkürler Gülriz Hanım..©
cy a
Tüm bu yaşanılanlardan sonra "Ayşe Opereti" sahneleniyor. Seyirci performansını ve yoğunluğunu nasıl buluyorsunuz? Tatmin ediyor mu sizleri? Açıkçası, ciddi aksilikler ile başladık. "Hair"de yaşadığımız gibi. 11 Mart'ta başladığımız oyunun ertesi günü hepimizin bildiği gibi sokağa çıkma yasağı ile uyanmıştık. Burada da başımıza, önce kar yağışı yüzünden galamızı ertelememiz, ikinci tarihte de Haldun (Dormen) Bey'in, özel gecesiyle çakışmamız denk geldi. Fakat, bin kişilik salonda dokuz yüz elli kişiye ulaştık o gece. Ve diğer matine ve suarelerimizde de gittikçe artan bir yoğunluk ile sahnelemeyi sürdürüyoruz. Yeterli mi sorusuna yanıt olarak ise, geniş bir kadro ve yüksek giderli proje olduğumuz için ve az konuştuğumuz problemlerin sürmesi dolayısı ile şu an için tatmin etmiyor diyebilirim. Sonuçta oyunlar kendi kaderlerini kendileri yaratırlar. Ancak ben seyircilerin kesin bir beğeni ile çıktıklarını görmekteyim. Hem kişisel izlenimlerim hem de izleyicilerin dönüşlerinde. Bu da gelecekten daha fazla bir beklenti içine girmemizi sağlıyor doğal olarak.
pe
Ne kadar süre oynayacaksınız, turne programlarınız belli mi?
MİTOS-BOYUT
Yeni Oyun Kitapları Bertolt Brecht Bütün Oyunları Cilt 2
1. BERTOLT BRECHT / BÜTÜN OYUNLARI Cilt 2 Uzun bir aradan sonra Brecht'in Bütün Oyunları Dizisi'nde yeni bir cilt.
Vahşi Ormanda Kentlerin Vahşi Ormanında İngiliz Kralı II. Eduard'ın Yaşamı Adam Adamdır (1926) Adam Adamdır (1938)
2. YALÇIN BAYKUL tiklerin Efendisi Şinasi ve Şair Evlenmesi
pe cy
a
Ülkemizde kültür alanında birçok 'ilk'i gerçekleştirmiş olan, şair, gazeteci, oyun yazan, düşünür, çevirmen, yenilikçi Şinasi'nin yaşam öyküsü ile birlikte, Batılı anlamda ülkemizdeki ilk yazılı sahne eseri olan Şair Evlenmesi oyununu içeriyor. Tümüyle belgelere dayanan bu oyun, devrimci bir kültür adamı olan Şinasi için bir değerbilirlik örneği oluşturmakta.
3. CİVAN CANOVA/ Toplu Oyunları 4
Üstat Harpagon'a Saygı ve Destek Gecesi / Mitosmorfos
İlk oyunda, hayali bir tiyatro kumpanyasının bir asrı geride bırakmış, düşkün, hayali elemanları, aktör eskisi arkadaşlarına düzenledikleri destek gecesinde, kendilerini, çatışmalarını, hırslarını ve bütün bu yaşananların saçmalığını sorguluyorlar. Mitosmorfos, insanlık tarihi boyunca süregelen, mitlere konu olan, erkek-kadın arasındaki 'iktidar' ayrımının ve 'iktidar simgeleri'nin(!) ironik bir güldürüsü.
4. GERHARD BORİS / Yükselişten Sonra (Çev. Özdemir Nutku) ABD'de çok ilgi görmüş ve halen New York'ta sahnelenmekte olan bu oyun, Amerikan sinema dünyasındaki ikiyüzlü davranışları, ihanet dolu yaşam biçimlerini ve dostluk kavramının yok oluşunu anlatırken medya-iş dünyası arasındaki çıkar ilişkilerinin de çirkin yüzünü açığa çıkarıyor.
5. DEJAN DUKOVSKİ / Barut Fıçısı Makedonca'dan Türkçesi: Bilge Emin-Yıldıray Şahinler Genç Makedon oyun yazarı Dejan Dukovski'nin (d.1969) 1995'te yazdığı bu eseri, Avrupa'da 10 ülkede sahnelenmiş ve ayrıca filme de alınmıştır. Oyun, bugünkü Yugoslavya'nın en acı gerçeğini, toplumun manevi ve psikolojik çöküşünü, Hitler'den sonra Avrupa'daki bu en iğrenç savaşın nedenleri araştırıp ortaya çıkarıyor. Oyun, sefalet ve umutsuzluktan sıyrılmaya çalışan Balkan halklarının ilginç öykülerinden oluşuyor.
Mitos-Boyut Yayınları Ağa Çırağı Sok. No:7/2 Gümüşsuyu (Taksim)/İstanbul Tel: 0212. 249 87 37 Fax: 0212. 249 02 18
Yılmaz Onay'la tiyatronun evrensel sularında:
pe cy
a
Prometheus'tan "Promethei"ya..
> M. Sadık Aslankara > msaslankara@hotmail.com
Kadim dost Yılmaz Onay'ın Prometheia adlı oyununu (Bak.: Toplu Oyunları 2, Mitos-Boyut, 1994) okumamış değildim elbette. Demek ya unutmuşum ya da o sıra oyunun önemini yeterince algılayamamışım besbelli... On yıl geçtikten sonra Cumhuriyet'teki o haberle (Bak.: 1.10.2005) kendime geldim desem yeridir. Haberd Prometheia'mn "Theatenverk Nederland organizasyonuyla Hollanda 'da çevrilip yayımlanmasının ardından 8 Ekim akşamı, tartışmacı ve denemeci oyunların şenliği olarak nitelenen '4 Daachse'festivalinde sahneleneceği" belirtiliyordu çünkü. Derken burun buruna gemleyelim mi Yılmaz Onay'la, ben bir yandan çalışır bir yandan tatil yapar, o da Bodrum Gündoğan 'daki mandalina bahçeli yaz evinde günlerini sürerken? Haberi okumamın üzerinden birkaç gün ancak geçiş... Onu görmekten ötürü nasıl da sevinçlere gömülüyorum. Ama o, yol hazırlığında. Dönüşte görüşürüz diyoruz, diyoruz ya araya zaman giriyor, aylar geçiveriyor bir bir. Sonunda Tiyatro... Tiyatro... 'nun
mart sayısı için karar kılıyoruz söyleşiye. Bundan daha uygun zaman olur mu; hem Dünya Tiyatro Günü hem de Dünya Emekçi Kadınlar Gününü birlikte yaşamıyor muyuz martta? Gel önce merakımızı giderelim... Katıldığın etkinliğin neyin nesi olduğu, festivalin özellikleri, bunlara değinelim mi ilkin? "Theater 4 Daagse Festivali", "Theaterwerk NL" kurumunun organize ettiği bir etkinlik. "Prometheia" adlı oyunum, 6-9 Ekim 2005 tarihleri arasında dört gün süren bu festivalde, kurumun kendi projesi olarak sunuldu, 8 Ekim'de. Türkler Türkçe, Hollandalılar da Hollandaca sundular iki farklı grupla. Metnin çevirisini de yapmışlar önceden, bunu internet sitesinden yayımlıyorlar: www.internetdionysia.com (tiyatro metinlerinin uluslararası platformu).
Prometheia adlı oyununun yaşadığı bu serüven ilginç... "Prometheia" ile ITI'nin (Uluslararası Tiyatro Enstitüsü) Avrupa'da düzenlediği bir oyun yarışmasına katılmıştım. Bu yarışmada Türkiye'den seçilecek oyun Avrupa'da yarışmaya katılacak, Avrupa'da kazanan öteki oyunlarla birlikte sunulacaktı. O sıra ben böyle bir oyunun, Avrupa için çok uygun olacağını düşünmüştüm. Nitekim Hollanda'da bu düşüncemde yanılmadığımı gözledim. Sergilenişe geçmeden önce oyunun içeriğine, söylemine değgin neler söylersin bize? Kadın-erkek, Doğu-Batı sorunsalı açısından farklı bakışlar getiren bir çalışma "Prometheia". Bu arada "Prometheia" Prometheus söylenceleri demek. Dişil olan Promethea ile karışmasın. Yunan Batı'ysa, saldırı da Batı'dan geliyor. Troya Doğu'ysa, Anadolu'ysa eğer; o yıllar, o dönem için böyle bu, saldırı Batı'dan Doğu'ya yapılıyor. Yerleşik, zengin, barışçıl ve kadın-erkek birlikte yaşayan, kadının toplumsal yaşayıştaki yeri çok daha zengin olan, Doğu oluyor o yıllar için. Kadını toplumsal yaşama katmayan, recmeden, kadını hesaba katmayansa Yunan yani Batı. Tersten gidersek Mezopotamya'dan gelen anatanrıça kültü bir yanda Dionizos, barış, yaşama zevki, eğlence, zenginlik. Buna, bu gelişmişliğe saldıran kült Zeus kültü, Bat'ıdan gelen, bugünün tam tersi yani. Gerçi Batı günümüzde ikiyüzlülük gösteriyor, kadınlara karşı ahlaksal açıdan doğrucu bir tutum içinde değil, her ne kadar kadın haklan konusunda ilerideymiş gibi görünüyorsa da. Oysa Anadolu'da dinsel baskıdan, şeriatın baskısından kadın çok kötü durumda görünüyor belki, ancak geleneksel Tanrıça kültünün bir ardılı olarak Anadolu'da bir yaygınlık içinde kadınların görece özgürlükleri de sürüyor. Örneğin Alevilerde, Alevi olmasalar bile kadının çok fazla baskı altında tutulduğu düşünülebilecek Anadolu'nun kimi yerlerinde...
cy a
Prometheia oyununun festivale katılışı serüvenine, bununla ilgili sürece geçebiliriz artık... Hollandalı grubun adı FURIE. Türk grup ise 3 K. Karaburun'da yerleşik bir topluluk bu: Karaburun Kavimler Kapısı. Önce Türkiye'de sunuyorlar, daha sonra da Hollanda'da. 3K, aylar önceden festival projesini üstleniyor, ardından oyun seçimine girişiyor. Pek çok oyun üzerinde durduktan sonra "Prometheia"yı uygun buluyorlar. Hollandalı kurum da projeyi kabul edip sorumluluklarını yerine getiriyor. Oyunu çevirtiyor, önceden internet sitesinde yayımlıyor, Hollandalı grubu buluyor, bütün bunları finanse ediyor, bu arada yazarıyla bağlantıya geçiyor. Elbet ilk ilişkiyi 3 K grubu sağladı benimle, onay aldılar. Ama proje gerçekleştirilirken kurum devreye girerek yazarla bağlantı kuruyor, Hollanda'ya davet edilmem böyle.
da sorulan oldu, bunları kurum yetkilileri aracılığıyla internet kanalıyla yanıtladım.
pe
3 K grubu üzerinde duralım mı biraz? Gonca Yalçıner, hem Hollanda'da tiyatroda hocalık yapıyor hem de 3 K'nin yönetmenlerinden biri. Gonca Yalçıner'in babası 3 K'nin müzik sorumlusu Şıhali Yalçıner. Grup, yaz boyunca Karaburun'da çalışıyor, çalışmasını kışın sunuyor. Şıhali, AST'tan beni tanıyormuş, yıllar sonra bu doğrultuda yeni bir ilişki başlıyor. Yazın davet ettiler beni, Karaburun'a gittim. Provalarını izledim, herhangi bir şey söylemedim, soruları olduğunda yanıtladım yalnızca. Hollandalı grubun
"Prometheia", Doğu'yla Batı'yı işe bu bağlamda tartışma gündemine getiren, enikonu bunu sorgulayan metin
çalışmıştı. Stagedoor Festivalinde dolaştı oyunlar. O zamanlar bu festival, yani Theater 4 Daagse Festivali yoktu. Karagöz'de ilk kez sahneye çıkan Celil Toksöz, bu sürede yönetmenlik eğitimi almış, onunla buluşup görüştük. Çalıştığımız bu insanların kurumlaşmış bir Türk tiyatrosuyla varlık göstermesi elbette sevindirici. 3 K da, Celil'in topluluğu da tiyatroyu sürdürüyor. Bu iki oyunu ben zaten özel olarak Avrupa'daki Türk tiyatroları için yazmıştım, uluslararası arenada Türk dilinde oynanacak oyunlar olarak. Stagedoor Festivaline hazırlanırken bunlar da önemli ölçütlerdi, kalite tutturulmazsa bu festivale de katılamıyordun zaten. Ancak yalnız Stagedoor Festivali de değil, karmaşık bir seyirci de hedefti bunda. O zaman bu sentezi kendim yapmış, bu amaçla oyunları yazmıştım.
pe
cy a
yoğunluklu bir oyun. Promethea, demek ki Anadolu figürü, yani aslında Prometheia. Çünkü Zeus'a karşı direnmeye devam eden insan yanlısı - ya da düpedüz insanî - isyanın kahramanı olan Prometheus, Zeus'un oğlu filan olamaz; anatanrıçaların kültüne, insanına ve kadınına daha yakındır o. Dolayısıyla onların ülkesine de daha yakındır. Zaten efsanede getirilip Kafkas'ın kayasına zincirlenmesi de boşuna değildir. Annesinin Asia olması hiç boşuna değildir. Bundan dolayı ben, Prometheus'u, yani sözcük anlamı ile "önceden gören "in eril halini, dişil tasarlıyorum ve Promethea olarak savlıyorum; bunu da anatannça'ların simgesi olarak Asia'nın kendi kendini doğurması, diye düşünüyorum.
Bu noktada grupların sahneleyişlerine geçebiliriz sanıyorum... Türk grubu, Anadolu'nun ruhunu yakalamaya çalışan bir yorum getirirken Hollandalı grup tam bir profesyonellik içinde alayla, taşlamayla konuya yaklaşmış. Ama bu öyle her şeyi alaya alma biçiminde değil de kimi gerçekleri yerli yerine oturtma doğrultusunda yapılıyor. Türk grubunun derinlikli, içsel yaklaşımı bu bakımdan çok ilginç ve değişik geldi onlara. Hollandalı ekibinki tanıdıktı, olağandı, bu yüzden çok da eleştirildiler. Ben katılmadım buna, farklıydı bana göre.
Gruplar oyunlarını nasıl sunuyor? Önce Türk ekibi, arkasından Hollandalı ekip oynuyor, sonrasında seyirci bu oyunları tartışıyor. Festival çerçevesinde Utrecht'te oynandı önce, projeye dahil olarak başka kentlerde de oynadılar oyunu. Ben Utrecht'tekiyle başka bir kentteki oyunu izleyip döndüm. Gruplar birkaç kentte daha oyunu sunup son olarak Amsterdam'da sahneliyorlar. Sevgili Yılmaz Onay, iyi anımsıyorum, senin yıllar önce de yine Hollanda'da tiyatro çalışmaların olmuştu bir süre... Aradan bunca zaman geçtikten sonra o günlerle bugünleri tiyatro sanatı açısından karşılaştırır mısın? 1985'te Öngören Tiyatrosu "Arafta Kalanlar"a, 86'da da Amsterdam Sanat Tiyatrosu "Karagöz'ün Muamması"na
Oysa bu kez böyle bir amaçla yazmadım. Üstelik Batı'nın işine gelecek bir tema da değil, ne var ki oyun, ilk oynanması gereken Anadolu'da değil de Batıda sahnelendi. Hollanda'da bu doğrultuda tartışmalarda çok soruyla karşılaşacağımı sanıyordum, donanım olarak eksik kalırsam kaygısı taşımıyor değildim. Ancak tersi oldu. Hollandalıların pek çok şeyi, mitolojik deneyim anlamında bize oranla daha az bildiklerini gördüm, soruları da hep öğrenmeye yönelikti. Oysa bizde, kaynağında yaşamanın elbette bir payı var, ama yine de bizler Halikarnas Balıkçısı'nın, Azra Erhat'ın, pek çok değerli arkeologun katkılarını alıyoruz. Son olarak Hollanda'daki bu festivalin sende uyandırdığı daha başka ne tür etkiler oldu, bir de bunu sorayım. Ben bu tür etkinliklerin, bakışların bizdeki festivallerde de, örneğin İstanbul'da da yer almasını istiyorum, ama buna yer açamıyoruz, kimbilir belki bu bir fırsat oluşturur. Oysa 1960'larda İstanbul Uluslararası Gençlik Tiyatroları Festivali buna çok yatkın, bunu kucaklayıcı bir nitelikteydi. Ama İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali de bu pencereleri açabilir, bu da ona zenginlik kazandırır. Çok teşekkür ederim Yılmaz Onay. Ben de teşekkür ederim Sadık©
a
cy
pe
Zaman içinde Yerini Bulacak Bir Oyun:
pe
cy
a
"Tek Kişilik Düet"
> Beki Haleva > bekihaleva@hotmail.com
İstanbul Devlet Tiyatrosu bu yıl da repertuarına iki kişilik bir oyunu almış. Tek Kişilik Düet başlığına rağmen iki kişilik bir oyun. iki yıl önce yine bu tür bir oyun olan ve hâlâ oynamakta olan Kır'ı izlemiş ve hayli etkilenmiştim. Çıtayı bir kez yüksek tuttunuz mu ileriye dönük her çalışmanızda artı bir yükün altına girdiniz demektir; bu yaşamın her alanında olduğu gibi tiyatro için de geçerlidir elbette. İşte bu nedenle oyuna beklentiyle gittiğimi itiraf etmeliyim. Böyle olunca ister istemez izlenimlerinizde daha seçici, kılı kırk yarmaya da daha eğilimli oluyorsunuz. Bu girişle aşağıda değineceğim noktalara bir kılıf arar gibi olduğum sanılmasın, çünkü genelde iyi bir izlenimle çıktım oyundan, çalışılmış, ayrıntılar önemsenmiş, hatta oyun öncesi fuayede canlı bir keman dinletisi bile düşünülmüş, ama yine de belki bir iki rötuşla daha da iyi bir sonuç alınabilir gibi geldi bana. Bu psikolojik dramın yazarı Tom Kempinski; hiçbir noktada aksamayan çeviriyse Lale Eren Dalsar'ın. Yazar, oyuncu olarak kariyerine başlamış ve Londra'da National Theatre'da birçok ünlüyle birlikte oynamış bir isim. Oyun yazan kimliğiyleyse ellinin üzerinde yapıta imza atmış olan Kempinski'nin oyunları dünyanın birçok ülkesinde oynanmış, ödüller almış. Gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak
kaleme aldığı bu oyunla da 1980 yılında Londra Tiyatro Eleştirmenleri'nce verilen Yılın En İyi Oyun Ödülü'ne lâyık görülmüş. Ünlü İngiliz çello sanatçısı Jacqueline du Pre'nin yaşamından esinlenilerek oluşturulmuş bu oyun, günümüzde bile tedavisi tam olarak bulunamayan, MS (Multiple Sclerose) olarak bilinen bir hastalığa dikkat çekmesi açısından da ilgi uyandırmış.
pe
cy
a
Bana göreyse yazar, asıl ilgiyi, zor bir temaya, tüm oyun boyunca değişmeyen ortama karşın, izleyicinin ilgisini sürekli her repliğe odaklayan bir metin kotarmış olmasıyla hak ediyor. Oyunun konusuna kısaca değinelim. Stephanie Abrahams müzisyen bir annenin etkisiyle çocuk yaşta müzik tutkunu olur. Bu öyle bir aşktır ki, Stephanie, ona destek çıkan annesini küçük yaşta kaybetmesine ve köstek olan babasına rağmen ünlü bir keman virtüözü olmayı başaracaktır. Bu aşk başka bir aşka da yol açacak ve dünyaca ünlü bir kompozitörle bir aşk evliliği yapacaktır. Ne var ki bu peri masalı aniden ortaya çıkan tedavisi olanaksız MS hastalığıyla son bulacak ve genç kadın tekerlekli sandalyeye mahkûm olacaktır. Hayatını altüst eden bu durumun üstesinden gelmesi için eşinin teşvikiyle ünlü ruh doktoru Feldmann'dan yardım almaya gelir. Metin bu noktada başlamakta ve iki perde boyunca amansız bir hastalığa yakalanmış bu ünlü, güçlü, güzel kadının ruhsal portresini, Freudcu bir yaklaşımla, tek tek fırça darbeleriyle eksiksiz çizmekte. Her bir diyalogla izleyici, insan ruhunun labirentlerinde dolaşmakta ve ruh biliminin derinlerde kopan fırtınaları nasıl yüzeye çıkarabildiğine tanık olmakta.
öteki ülkelerde de gösterildiği dikkatimi çekmişti. Karakterin bedensel ve ruhsal devinimleri söz konusu olduğuna göre İnci'nin rolünü iki aşamada değerlendirmek gerekir sanırım. Oyunun yazıldığı dönemde çok az bilinen bu hastalık günümüzde hâlâ tedavi edilemese de bir ölçüde kontrol altına alınabiliyor, ancak yaptığı tahribat yine de çok büyük. Ayşen İnci bu bağlamda yapmış olduğu gözlemleri çok iyi değerlendirmiş; kasılı kalmış el imgesini, hastalığın belirgin bir göstergesi olarak, oyun boyunca hiç aksatmadan kullanmasıyla, tekerlekli sandalyeden kalkış ve düşüş biçimleriyle, tekrar oturmaya çalışırken gösterdiği çabayla, MS hastalarının sergiledikleri görüntüyü bire bir yansıtıyor ve hasta bedeni gerçekmiş gibi oynuyor. Hastalığın yaptığı bedensel hasar ruhsal hasan da getiriyor beraberinde. Özellikle genç insanlarda ortaya çıkması, kişinin genç yaşta başkalarının bakımına muhtaç kalması, özellikle de kariyerinin zirvesinde biri için hiç de kolay üstesinden gelinecek bir durum değildir. Stephanie'de bu hastalık bir de iki aşkından uzaklaşma anlamına gelmektedir. Yaşamının amacı kemandan, en azından çalma düzeyinde, öteki aşkı eşinden de cinsel açıdan, ayrı kalma demektir bu hastalık. Güçlü kadını oynamaya çalışsa da ruhundaki fırtınaları bastırmak kolay olmayacaktır. İnci, Stephanie'nin ruhsal portresini çizerken sessel vurgulamalardan, mimiklerden yararlanıyor ancak bedensel düzeyde sergilediği performansa erişemiyor, belki de kendini beden diline çok fazla yoğunlaştırdığı için duygulara tam olarak odaklanamıyor. Özellikle de ağlama sahnesinde izleyici gözlerden akacak yaşları bekliyor.
Oyunu yöneten Emin Olcay tiyatronun yanı sıra, Kurtlar Vadisi, Deli Yürek gibi çok popüler televizyon dizilerinde de rol almış bir oyuncu. İyi bir televizyon izleyicisi olmadığım için Olcay'ın nasıl bir oyuncu olduğu hakkında bir fikrim yok, ancak oyunun metin ile oyuncu performansı arasında, düz bir çizgide sürüp gittiğini gözlemlediğimde bir yönetmen olarak oyuna kendinden fazla bir şey katamamış gibi geldi bana. Belki oyun akışında ve özellikle de uzun süre perdenin kapalı kaldığı sahne geçişlerinde müzik ile ışıktan daha farklı yararlanabilirdi diye düşündüm. Her oyunda iyi bir oyunculuk aranır kuşkusuz, ama iki kişilik oyunlarda, hele hele bu tür psikolojik dramlarda, genelde metin ön plana geçtiğinden oyuncudan çok şey beklenir, ses kullanımı, vurgulamalar, mimikler daha da önem kazanır. Bunun bilincinde olduğu çok açık olan Ayşen İnci rolünün hakkını vermek için ciddi bir çabaya girmiş olduğunu oyun boyunca hissettiriyor, zaten tanıtım broşüründe de hastalığı daha iyi tanımak için gerek doktorlarla, gerekse hastalarla birçok kez görüştüğünü belirtmiş. Bir başka çabası da özel temsiller düzenleyip geliriyle birkaç tekerlekli sandalye de olsa bu hastalara yardımda bulunabilmek. Oyunla ilgili araştırmamı yaptığımda aynı çabanın, oyunun oynandığı
Ruh doktorunu oynayan Erdoğan Ersever'in rolüyse, görece daha kolay görünse de, partnerinin metin gereği öne çıkan rolünün gerisinde kalmamak için fazlaca bir çaba gerektiriyor. Dipsiz bir kuyu olan ruhun derinliklerini iğneyle kazmaya çalışan, mesafeli, işini iyi bilen doktor görünümünü belki biraz daha vurgulaması, bu tek kişilik düeti gerçek bir düete dönüştürebilir diye düşünüyorum. Sahne tasarımını gerçekleştiren Suar Şayian, ünlü bir doktora yakışır, sade ancak şık, bahçeye bakan, bir muayenehane yaratmış. İçeride kopan fırtınalara eşlik eden rüzgârın bahçedeki bitkileri uçuşturması da iyi düşünülmüş. Işık tasarımını üstlenen Ayhan Güldağları camekâna yansıyan, yanılsamayı, sahnede gerçekleştirilen illüzyonu bozan, projektör görüntülerine bir çözüm getirebilse iyi olurdu. Serpil Tezcan'ın giysi tasarımıysa kusursuz. Stephanie'nin kıyafetlerinde seçkin bir İngiliz kadınına uyacak kaliteyi yakalarken, sanatçı kimliğiyle bağdaşan romantizmi de unutmamış Tıpkı doktorun konumuyla uyum içinde olan şık kıyafetlerin seçiminde olduğu gibi. Ayrıca her sahnede değişen giysiler metinle de koşutluk içinde. Sonuçta, zaman içinde daha da yerini bulacak, ilgiyle izlenen bir oyun çıkmış ortaya .
AST Yeniden
pe cy
a
"Don Kişot"
> Gülşen Karakadıoğlu > gulsenkarakadioglu@isnet.net.tr.tr
AST'ın son oyunu Don Kişot'un galasına meslekte değerli hocam Ayşegül Yüksel'in uyarısı ve hem meslekte hem okulda sevgili hocam Sevda Şener'in eşliğiyle gittim. AST'ın oyunlarına son yıllarda daha çok dayanışma duygusuyla gidiyordum. Çünkü AST bizimdi. Devlet Tiyatrosu'nda hem Başdramaturg hem Halkla İlişkiler sorumlusu olarak epeyce çalıştım, AST'da ise Dramaturg ve Halkla İlişkiler Sorumlusu olarak yalnızca 1 yıl. Ama kimse kusura bakmasın bizim ya da benim olan kurum; Ankara Sanat Tiyatrosu! Çünkü AST dünyada ve Türkiye'de olup bitene ilgisiz kalmamayı; kapatılma, suçlanma, seyircisiz kalma risklerine karşın sahnesini açık tutmayı yeğleyen ve başaran bir sanat kurumu. Öğrencilik yıllarımızda 12 Mart döneminde Sıkıyönetimin kapatıp mühürlediği ön kapının önünden geçip yan kapıdan gizlice girerek, Brecht'in "Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti" (Yönetmen Yılmaz Onay) oyununu izlememizi, 12 Eylül sonrası dramaturg olarak çalıştığım sırada "Bir Cem Avukatının Anıları" (Yönetmen Rutkay Aziz) oyununun
metnini görmek isteyen Emniyet görevlisine sevgili Altan Erkekli'yle birlikte direnişimiz, kendisine "Savcının her gece salonda yeri olduğu, izledikten sonra bir sorun varsa yasal yoldan gereğini yapacağımızı metni hiçbir şekilde vermeyeceğimizi" söyleyip Faruk Eren Hoca'dan aferin alışımızı, Hapishanedeyken sahnelenen ve yıllarca ödüller kazanarak (Lemi Bilgin ve Altan Erkekli'nin müthiş oyunculuğuyla) kapalı gişe oynayan (sahi niye kalktı o oyun?) "Akrep " (Yönetmen Rutkay Aziz) oyununa, serbest kaldığı gece seyirci olarak katılan Eşber Yağmurdereli'nin varlığını, Unutmak olası değil. O oyunların ilk gecelerini zenginleştiren konukların, saygın geçmişleri de AST'ın soykütüğünü zenginleştiriyor. AST Türk Tiyatrosu'na başta Rutkay Aziz olmak üzere, İsmet Ay, Erkan Yücel, Altan Erkekli, Cezmi Ersöz, Meral Niron, Jale Aylanç, Şebnem Dönmez, Rana Cabbar, Yaman Okay, Fikret Hakan, Genco Erkal, Uğur Polat, Talat Bulut gibi 1300 sanatçı armağan etmiş Ankara'nın yüz akı bir sanat kurumu.
cy
a
Son oyunu "Don Kişot"a giderken eski günlerin parıltısından biraz uzaklaştığını düşündüğüm AST'ın adına yaraşır bir iş çıkardığını görüp çok mutlu oldum. AST, Hans Osterek'in yazdığı Yücel Erten'in Can Yücel lezzetinde çevirdiği Rutkay Aziz'in mükemmel sahnelediği ve Erol Demiröz'ün o yıllanıp gözlerine birikmiş yeteneğiyle, sevimli ve yetenekli Hakan Salınmış'ın başarılı oyunuyla ve ekip anlayışıyla oynayan diğer oyuncularla "Don Kişot" keyifle seyredilesi bir oyun olmuş. Bu "Don Kişot" çok hoş bir kurgulamayla ölümünden sonra sevenlerinin, O'nun hallerini yansılamalarından oluşuyor. Dolayısıyla da bildiğiniz bir oyun değil. Göstermeci tiyatronun bütün ögeleri, oyun çıkarmanın tadıyla sahnede yerini alıyor, seyircinin gözü önünde roller dağıtılıp oynanıyor.
pe
"Don Kişot", adeta bir esrimeyle kendi zamanının eskisini özler, insanların daha zarif, daha az çıkarcı, daha insan olduğu günleri geri getirebilme isteğiyle kendi yarattığı kötülüklere cisim kazandırıp onlarla dövüşe kalkar. Bu oyunda ise "Don Kişot" u bir aklı uçuk olarak değil, sevdikleri bir güzel varlık olarak anan yakınlarının O'nu anımsayışları var. "Don Kişot" ilkeleri ve yitip giden değer yargıları, erdem anlayışı için dövüşürken, dostları "Don Kişot'"un değerleri için dövüşürler. Cervantes'in dünyaya armağan ettiği "Don Kişotluk" hali kimileri için düzene ayak uyduramamak yani bir nevi salaklık halini, kimilerine göre ise düzene ayak uydurmayı değil erdemli olmayı seçmek anlamlarını taşıyor. AST, kuşkusuz Cervantes'in ve Hans Osterek'in düşünceleriyle uyumlu bir yorumla yaşamını sürdürürken, "Don Kişot'"luğu erdemli olma yolundaki uğraş olarak yorumlamaya devam ediyor ve salonunu böyle düşünenler için açık tutuyor.
pe
cy
a
Sahnelerimizden İzleksel Yönsemeler
> M. Sadık Aslankara > msaslankara@hotmail.com
Okuduklarımın bir bölümünde de karşıma çıkıyordu elbette yazarlarınca birbirinden habersiz verimlenmiş kimi oyunlardaki izlekler çakışmalar... Ne var ki o büyüleyici sahne plastiğiyle bütünlenmiş olarak da alımlayınca tiyatromuzdaki bu izleksel yönsemeyi, aslında konunun bir iki yazı boyutunu da aşacak nitelikte olduğunu düşündüm ister istemez. Umarım tiyatro bilimcileri, eleştirmenler, tiyatro sanatının gönüllüleri konuyla ilgilenir de farklı açılardan bakarak tez elden bir almanak hazırlamaya girişir elbirliğiyle, ikinci bin yılın süregiden bu tiyatro eylemi için. Ne işe mi yarar bu? Tiyatro sanatının değilse de oyun yazarlığının, sahne eyleminin geleceğine yönelik öngörülere ulaşmamızı, buradan kalkarak geçmişteki deneyimlerin de ışığında tiyatro sanatımızın geleceği için ışıklar düşürebilmemizi... Gelin bu saptamamı, değişik toplulukların sergilediği oyunlar arasında gezinerek değerlendirmeye girişelim, bu doğrultuda ileri geri düşünceler üretmeye çabalayalım... O En Eski İzlek: Bireyin Parçalanmışlığı Dilek Türker, Melisa Gürpınar'ın Zaman Adında Bir Kadın adlı oyununda, yine bu adla yansıttığı karakter aracılığıyla "parçalanmış birey" sorunsalına derin bir dalış yapıyor denebilir. Yoksa oyunun
İstanbul kentine özgülenen temeli, bir açıdan Gürpınar'ın, yıllar önce İ.B.B. Şehir Tiyatroları dağarında sahnelenen "İstanbul Gözleri Mahmur"undun öteye geçmeyebilirdi herhalde. Oysa Dilek Türker, belirginlik taşıyan bir İstanbul imgesine karşın "Zaman Adında Bir Kadın " karakterini sunarken, İstanbul'u herhangi bir denge sorunu ya da koşul olmaktan çıkarıp parçalanmış bireye yöneliyor. Yazarın da katkısıyla bunu ustalıkla öne çıkarmaya çabalıyor, başarıyor da bana göre. Dilek Türker, oyunda bu parçalanmış bireyi yalnız İstanbulluluğun dışına çıkarmakla yetinmiyor, yanı sıra bütün ırkların, renklerin, sınıfların, dinlerin vb. kadınlarını da anımsatıp çağrıştırarak dünyanın bütün kadınlarındaki parçalanmışlığın somutlanışına dönüştürüyor sahnedeki kadın kahramanı, o büyük oyun gücüyle. Üstelik bunu sahnede biz oyunu seyrederken yapıyor Türker. Geçtiğimiz sezon, Nuri Gökaşan AST adına sunduğu "Adam Adam" adlı kendi oyununda, Gülizar Irmak Kaz Damı Oyuncuları adına sunduğu Coşkun Irmak'ın yazıp yönettiği "Dünyada Tek Başına " adlı oyunda Dilek Türker gibi parçalanmış bireyi yansıtan birer karakterle çıkmışlardı karşımıza. Evet, üç tek kişilik gösteri, üçü de bireyin parçalanmışlığını yansıtan oyunlar...
Yalnız Birkiye'nin, sahnede diyelim bahçeyi, kütüphaneyi, ban ev dışına yerleştirirken, Gary'nin odasını götürüp neden ev içine oturttuğunu düşünmeden edemedim doğrusu. Bireysel Çözümün Olanaksızlığı Bütün bunlar olup biterken bir dizi oyunsa bireysel çözümün olanaksızlığı temelinde yapılandırılmıştı denebilir. Örnekse Semaver Kumpanya yapımı "Murtaza" (Orhan Kemal), Bursa Devlet Tiyatrosu yapımı "Nafile Dünya" (Oktay Arayıcı), Oyun Atölyesi yapımı "Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü" (Stefan Tsanev'den çeviren Hüseyin Mevsim), Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı "Atları da Vururlar" (Horace McCoy'dan oyunlaştıran Özcan Özer), AST yapımı "Don Kişot" (Maceralarının Dostları Tarafından Temsili / Hans Ostarek'ten çeviren Yücel Erten), Çankaya Belediyesi Şehir Tiyatrosu yapımı "Ekmek İşçileri" (Maksim Gorki'den oyunlaştıran M.Ahmet Yuvanç) bu tür oyunlar olarak adlandırılabilir pekâlâ! Bu oyunların bir bölümü, "Murtaza", "Atları da Vururlar", "Ekmek İşçileri" birer uyarlama aynı zamanda. Bunlara Dostlar Tiyatrosu yapımı Max Frisch'ten Genco Erkal'ın uyarladığı "Aymazoğlu ile Kundakçılar"ını, Semaver Kumpanya yapımı yine Max Frisch'ten bu kez Yavuz Pekman'ın esinlenerek yazdığı "Süleyman ve Öbürsüler"i eklemek de olanaklı. Gelin önümüzdeki ay da bunlar arasında bir gezintiye çıkalım.
a
Her üç oyun da "tekst" anlamında dikkat çekici bir düzey yansıtıyor. Okumadığım halde bunların "sağlam metinler" olduklarını görebiliyorum çünkü. Kaldı ki Coşkun Irmak'ın "Dünyada TekBaşına"sı yayımlandı da (Mitos-Boyut, 2005). Şunu belirtmeden geçmeyeyim: Her üç oyun da, tiyatrosal evrenlerindeki dramatik bütünlükle, bunu toplumsal tabana yaymaktaki kararlılıkla, bu yönde yerleştirdikleri ayrıntılarla "tek kişili oyunlar" dağarımıza ekleyebileceğimiz önemli üç oyun bence.
Ne güzel bir kompozisyondu Yıldız Kenter'in Lily'si. Yerlileştirilmeden yerelleştirilmiş bir kahramana dönüştürdü onu bize Yıldız Kenter. Mehmet Birkiye'nin yönettiği oyunda Selçuk Yöntem de, genç oyuncular Demet Evgar, Yeşim Koçak, Elvan Boran, Umut Temizaş, Osman Sonant grubu da bana göre iletişimsizliğin, hatta bundan önce parçalanmış bireyin yansıtılışında tam bir oyunculuk örneği sergilediler. Her biri kendi karakterinin sınırları içinde, inandırıcılık, gerçektenlik duygusu yüksek tuğlalarla ördüler oyunculuklarını.
pe
cy
İletişimsizliğin Cehenneminde... Birey parçalandıktan sonra, aralarında iletişim kalabilir mi artık? Nitekim gerek bizim tiyatromuzda gerekse dünya tiyatrosunda önemli bir izlek olmayı sürdürüyor iletişimsizlik. Bizde özellikle Memet Baydur, Özen Yula, Civan Canova gibi yazarların başı çektiği yeni kuşak oyun yazarları, bu doğrultuda göz kamaştırıcı örnekler sergiliyor denebilir. Eskişehir Tiyatro Anadolu yapımı "Yangın Yerinde Orkideler" (Yöneten: Gökhan Soylu), Bursa Devlet Tiyatrosu yapımı "Ay Tedirginliği" (Yönetmen: Bora Özkula), İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı "Ful Yaprakları" (Yönetmen: Turgay Kantürk), bu yönde başarılı örnekler olarak alınabilir. Bunlar, sergilenedursun bu sezon dünya tiyatrosundan iki örnek daha katıldı sessiz sedasız sahnelerimize: "Frozen / Donmuş". Füsun Günersel'in Bryony Lavery'den çevirdiği oyun, parçalanmış bireye yönelik en sert, en acımasız açılımı getiriyor belki de. Mustafa Avkıran'ın pek çok olanaksızlığa karşın elinden geleni yapmış göründüğü "Frozen / Donmuş "ta Derya Alabora, Övül Avkıran, Murat Daltaban, Arda Aydın yoğunlaştırılmış bir oyunculuk kavrayışıyla, diyelim elektrikler kesilse bir an için tüm İstiklal Caddesi'ni aydınlatabilecek erkeyle karakterleri yansıtıyor bana göre. Ama yine de oyun yazarının, seyircinin iki buçuk saat boyunca alımlamaya çabaladığı bu seyir etkinliğinin yerine böyle bir sorunsalı bilimsel kitaplardan okumayı yeğleyebilirliği olasılığını göz önünde bulundurabilseydi keşke dedim kendime. Bir diğer oyun, Kent Oyuncularının sergilediği Rebecca Lenkiewicz'ten Şükran Yücel'in çevirdiği "Gece Mevsimi". Tennessee Williams duyarlığıyla örülü oyun, dikkat çekici çeviri ustalığıyla yine iletişimsizliğe özgülenmiş bir yapım. Oyunun bitiminde, Yıldız Kenter'in sahnede şavkımasıyla birlikte tüm seyirciler olarak hepimizin, sıralarından kalkmış çocuklar gibi birden patır patır oturmalıklarımızı oynatarak avuçlarımızı patlatmaya koyuluşumuz unutulur gibi değildi.
Samsun Sanat Tiyatrosu'nu takdimimdir:
> Filiz Elmas > filizelmas@superonline.com
pe
cy
a
"Seferi Ramazan Bey'in Nafile Dünyası"
Samsun Sanat Tiyatrosu (SSS) ile ben ilk kez 2006 şubat ayında Ankara turnesinde tanıştım. Topluluğun tarihi daha öncesine dayanıyor. 2000 yılının temmuz ayında açılan ve genel sanat yönetmenliğini Yaşar Gündem'in yaptığı tiyatro, Samsunlu izleyicilerine ilk kez Haldun Taner'in öykülerinden kaleme alınan Dilin Altındaki Bakla isimli oyunla merhaba demiş. Tiyatronun Biz Adam Olmayız adlı ikinci oyunu ise yine bir uyarlama, bu kez seçilen yazar, Aziz Nesin. Oyunun dört sezon ve 389 gösteri yapmasında turne programının da katkısı var kuşkusuz. Örneğin Samsun Sanat Tiyatrosu 20022003 sezonunda Avusturya'da Wells, Tirol, Berindorf ve Viyana şehirlerine turne düzenlemiş. Bu Anadolu'da tiyatro yapan bir topluluk için önemli bir başarı. Bir sonraki sezon tiyatronun, Moliere'nin Tartuffe adlı oyunundan Metin Balay'ın uyarlaması olan Yobaz ile perdelerini açtığını görüyoruz. Yobaz'ın turnesi biraz eziyetli olmuş, çünkü bazı şehirlerde oyunun gösterimi yasaklanmış. Daha sonra alınan yürütmeyi durdurma kararı sonucu açılan tazminat davası ise daha devam ediyor. Tiyatro 2005-2006 sezonuna Oktay Arayıcı'nın
Seferi Ramazan Bey'in Nafile Dünya'sı adlı oyunu ile başlıyor. Ben oyunu turne programının ilk durağı olan Ankara'da 12 şubat günü izledim. Oktay Arayıcı oyuna "seyirlik komedya" adını veriyor. Arayıcı idealist komiser Ramazan eşliğinde toplumun yozlaşan yüzünü sahneye getirmeye çalışmış. Yazar bu eleştirel tavrını Ramazan'ın doğruculuğu nedeniyle sürüldüğü her toprağa -yani İstanbul'dan Anadolu'ya kadar uzanan bir coğrafyayagenişletmeyi başarıyor. Açık-göstermeci biçime uygun metin, kapitalizmin acımasız para sarmalında hâlâ kahraman olmaya çalışan bir küçük insanın traji-komik öyküsünü aktarıyor. Bence Nafile Dünya'yı Türk tiyatrosu için ölümsüz kılan yan da bu zaten. Oyun seyirciyi oyun kişileri özelinden hareketle, toplum geneline aktarmayı çok iyi başarıyor. Nafile Dünya'yı sahnelemeyi amaçlayan Samsun Sanat Tiyatrosu günümüzün geçer akçesi olan iş bitirici anlayışın uzağında kalmış ve profesyonelliğe yakışır bir anlayışla deneyimli bir kadro ile çalışmayı yeğlemiş. Bu anlamda topluluğa reji, dekor ve koreograf desteği Hasan Şahintürk, Hakan Dündar, İhsan Bengier'den gelmiş.
Oyunun dekor tasarımı Hakan Dündar'a ait. Oyunun göstermeci üslubuna uygun olan dekor için söylenecek tek şey biraz daha ayrıntılı bir çalışmaya ihtiyaç duyulduğu. Kuşkusuz bu cümleyi tiyatronun olanaklarını göz önüne alarak kurmak gerekiyor, fakat bu iyi niyet bile sahnede duran özensizliği maalesef yok edemiyor. Koreograf İhsan Bengier'in ekiple iyi bir çalışma yaptığı hemen göze çarpıyor. Sahnede rejiye, oyuncuların yeteneğine ve daha da önemlisi Arayıcı'nın kalemine uygun bir dans düzeni var edilebilmiş. Ayrıca oyun kişilerinin anlatım düzenine uygun bir doğallık içinde devinimi de sağlanabilmiş. Oyunculuğa gelince, öncelikle hem şarkı söyleyip, hem de dans edebilen bir ekip izlediğimi söylemeliyim. Ankara sahnelerinde bile oyunculuk potasında erimeyen bu önemli özellikler için Samsun Sanat Tiyatrosu'na teşekkür etmek gerek. İyi bir ekip çalışması yapıldığı kesin. Cüneyt Gürbüz'ü oyundaki başarılı yorumu için ayrıca kutlamak isterim. Metindeki farklı oyun kişilerini tekdüzeliğe düşmeden seyirciye aktarmayı başaran Cüneyt Gürbüz, inandırıcılığı zedelemeyen bir yorum sunuyor. Oyun kişilerinin komik yüzlerinin ardındaki toplumsal süreci aktaran oyunculuğu için bence alkışı hak ediyor. Samsun Sanat Tiyatrosu tiyatroya dair ümitleri yeşerten bir topluluk. Bizlere çağımızın gerçeklerini hatırlatan bu yürekli insanları hâlâ sanata, tiyatroya ve insana saygı duydukları için bir kez daha kutlamalıyız.
pe
cy
a
Oyunun rejisi daha önce Tiyatro Anadolu'dan tanıdığımız Hasan Şahintürk imzasını taşıyor. Yönetmen metni anlamış ve duru bir dille sahneye aktarmış. Reji için genel bir yorum yapmak gerekirse, final dışında üzülerek ortalama demeliyim. Final bireyseli, toplumsal odağa aktarma başarısı açısından gerçekten etkileyici. Bu durum rejinin de katkısıyla sahnede daha da zenginleşmiş görünüyor. Yönetmen yan karakterleri gerçekçi kılarak yaşam savaşının zorluklarını özellikle finalde çok iyi vurgulamış. Yönetmenin bu yorumunun seyirci için toplumsal koşullara bireysel çözümler bulan Ramazan 'ı mekâna ve duruma biraz eklektik kıldığını söylemeden edemeyeceğim. Ancak bu kusur klişe bir yorumu beraberinde getirse de benim açımdan affedilebilir bir durum. Ne
yapılabilirdi? Ramazan için reji oyunculuk bağlamında ayrıca bir ayrıntı çalışmasına gidilebilirdi. Bu tür bir çaba hem yukarıdaki eleştiriyi engeller, hem de seyirciye Ramazan bey'in toplumsal, sınıfsal analizini yapma olanağını sağlardı.
(Samsun Sanat Tiyatrosu: 0362 230 98 70)
Ankara Devlet Opera ve Balesi - Modern Dans Topluluğu'ndan
pe
cy
a
"Sessiz Adımlar"
> Handan Ergiydiren Özer > nexus@ada.net.tr
Ankara Devlet Opera ve Balesi - Modern Dans Topluluğu (MDT) 2005-06 sezonunu iki perdelik "Sessiz Adımlar" ile sürdürüyor. Bürge Öztürk koreografisi, "Kontrol" ve Alpaslan Karaduman çalışması "Kayıp Renkler", çağdaş danstaki ulusal birikimimize sağlam iki adımla katılıyor. "Sessiz Adımlar"in ilk yapıtı "Kontrol" doğru kodları kullanan bir iş olarak, çoğulcu diğer bir deyişle popülist taviz vermeden, güncel olanı, yakalayabiliyor. İkinci yapıt, "Kayıp Renkler" de, film, metin, nesneler ve devinimlerle yarattığı çok anlamlı dünya ile izlencelik değeri yüksek bir iş. "Kontrol", Öztürk'ün MDT için tasarladığı yedinci yapıt. Öztürk, bu çalışmasında çarpıcı bir içsel tutarlılık ve 'dans düşüncesi' bağlamında son derece çağdaş bir duruş sergiliyor. Yapıt, simgesel ya da durumsal tüm anlatıların birbirleriyle doğru ilişkilenen bir izlekte aktığı, canlı cansız unsurların çatışmasız bir dayanışmayla 'oluş'u gerçekleştirdiği bir usta işi. Bu sonuç, üretim sürecinde tüm üretenlerin, dansçı, koreograf, müzisyen, tasarımcıların zihinsel etkileşimlerinin samimiyetle gerçekleştiğini de gösteriyor. Çünkü seyirci karşısında böylesi bir yalın tavır, dansçıların telaşsız farkındalıkları, aralarında kurdukları ilişkinin hakikiliği, ancak doğru bir yaratım süreci yaşanırsa elde edilir. Öztürk hem öznel yaşam görüşünü ve sanatsal tavrını var ediyor hem de işbirlikçilerinin katılımlarına yasaksız pay veriyor.
pe cy a
Öztürk'ün izleyiciye sunduğu serüven, bütününde kişiyi an'a odaklayan bir nitelikte. Çünkü zaman, her zamanki gibi akıyor; ne aceleci ne de tembel ve izleyici olarak siz de bu akışla uzlaşıyorsunuz. Devingenlikler, hem önceyi hem de sonrayı unutturuyor, kurulan her yeni duruma hemen dahil oluyorsunuz. Dansçıların tutumları, ses ve uzamla kurdukları ilişkiler öylesine şimdiye odaklı ki, bir bardak su içmiş gibi yalın bir doyum yaşıyorsunuz. Sahnede neredeyse elle tutulur bir gerilim var, kişiler arasındaki ilişkiler birbiri ardınca zora sokuluyor, hiç bir ilişki sanıldığı gibi kurulup da işlemiyor, yoldan çıkarılıyor, bozuluyor ya da engelleniyor ve bunu bizzat taraflar yapıyor. Tüm bedensel ve zihinsel dinamikler kurulur kurulmaz yıkılıyor, yapılar daha tamamlanamadan söküme uğratılıyor. Yapıtın ilk devinimlerine zemin olan kimliksiz bir masa, boşluk içinde kurtarılmış bir bölge; birleşilen, toplaşılan, zaman zaman itişilen ve dinlenilen bir ortak alan, güvenli bir yer, adı konulabilecek, tartışılmayacak bir nesne. Ama ne yazık ki herkese yetecek kadar geniş değil. Aynı anda herkesi birden üstlenemiyor. Böylelikle daha baştan tekinsizlik duygusu yerleşiyor. Bireyler arasındaki ilişki kişinin karşısındaki tarafından yönetilmesini, kontrol edilmesini önleme çabasına dayalı. Yönetilmemek için kişiler, karşısındakinden önce davranıp yönetmeye kalkışıyor. Karşılıklı her beden aynı tutumda davrandığından, devinimler ve girişimler sürekli olarak önleniyor ve kesintiye uğratılıyor. Hiçbir girişim tamamlanamıyor, tamamlansa da sanki yerine oturmuyor. Sahnede kurulan yaşamsallık, modern yaşamlarımızdaki, bozmak üzere kurduğumuz yapıların bozuluşunu ve belki de aslında gerçek yapının bu bozulma olduğunu ifade ediyor. Yapıldıkça sökülen ya da sökülürken yapılan yaşam doğasını görselleştiren bir diğer unsur da, sahnedeki üç ayrı kadının üç ayrı zaman kipinde üstlerine giydikleri Kırmızı Kazak. Yansıtılan filmde kazağın o kadın tarafından örülmekte olduğunu da izliyoruz. Ayrıca kazağın dev yırtık bir parçası filmin üstüne binecek şekilde sağ alt köşeyi kaplıyor ve kafesli dokusuyla hem dansçıların devinimlerini hem de seyirci algısını hapsediyor. Kırmızı renk dişil, canlı, yırtıcı
ve en önemlisi yadsınması olanaksız bir renk. Kazağı giyen üç kadının yaşama dair tutumları birbirinden çok farklı ama üçü de kendilerini görünür kılmaya uğraşıyorlar, var olduklarının yadsınmasına katlanamıyorlar. Ne ki kazak hiç birinin üstüne oturmuyor, hepsinin bedeninde eğreti, her an sıyrılıp gidecekmiş gibi. Kadınların ilk ikisinin ördüğü kazağı, üçüncüsü söküyor ya da belki örmeye yeni başlıyor. Böylece zamandan bağımsız bir tamamlanma ve üç ayrı kadının deneyimlerinin katlanması gerçekleşiyor. Birinci kadın, kalabalığın kendi arasında çatıştığı hareketli bir sahnenin ortasına sürünerek, devinimi engellenmiş ya da kısıtlanmış biçimde giriyor. Eş zamanlı filmde yüzünün ayrıntılarını izlemek olanaklı. Anlaşılıyor ki bu, diğerlerinden biri değil. Onu kendi ördüğü kazağı giydirip yönetmeyi deneyen de 'öteki' üzerinde yaptırım sağlamaya uğraşan çoğulun bir temsilcisi. Kadın bu nazik zorbalıktan sıyrılıp da duyulmayan çığlıklar atarken, çoğulun dingin bekleyişi, onu kendi kendini yadsımaya zorluyor. Aynı anda 'öteki' olmaklığını da kabulleniyor.
İkinci kadın önce kendi gibi iki kadınla birlikte bir devinim içinde, bir önceki anlatıda ki eril- yönetici çoğunluğa karşı rahatsız etme niyetiyle davranıyorlar. Islak saçlarından sıçrayan damlalarla onları iteliyorlar. Saklı bir isyan ve uzaklaştırma çabası okunuyor. Ancak yönetsel unsurlar kendi tercihleriyle çekiliyorlar ve bunu bir vazgeçişle değil de, zamanını bekleyen serinkanlı bir tutumla yapıyorlar. Sahnedeki bu olgular, Foucault'nun tariflediği gibi, iktidarın elden ele geçen ve zamanı gelince etkinleşen bir olgu olduğuna işaret ediyor gibi. Boyun eğen birileri gerçekte yok, muktedir olma hali daha çok, elden kaçabilen devingen bir durum. Yapıtın en keskin görsel unsuru olan baş aşağı Medusa heykelinin yanında, dağınık saçlarıyla baş aşağı devinen ikinci kadını izlerken soruyorum, Medusa eğer cezalandırılmasaydı, Medusa miti doğabilir miydi? Şimdi iktidar kimin elinde? Dansçı iç hesaplaşmasını devinirken, başkalarının onayını gereksinmeden kendi kendini aklıyor. Belki de 'kadınsı' bilinç ikinci anlatıda bağımsızlığını ele geçiriyor.
Üçüncü kadın, ikili bir devinim kurgusunun ardından bireysel anlatısını gerçekleştiriyor. Onunki, kendi dışında birikmiş çoğulu, çağrılayan bir tutum. Onlarla iletişim kurmaya niyetli. Her birini görüyor, onlara görüldüklerini hissettiriyor ve kendini de görülmekte serbest kılıyor. Her birini toplanmaya, bir aradalığa çekiyor. İçine aldığı derin nefeslerle onları tek tek kendine yaklaştırıyor. Aynı anda 'dans' olgusu da bedenin yapabilecekleri bağlamında geleneksel olanı ezip geçiyor. Çok basit devinimlerle çok ince bir anlatı kotarılıyor. Üçüncü kadının 'öteki' olma durumuna karşı yanıtı, dingin ve etkin. Öteki olmanın ya da öteki olarak bırakılmanın bir kader olmadığının farkında ve bundan sonra olacaklara değgin, bir önermesi var. Kendi tercihiyle durumuyla yüzleşiyor, ve kalanları da aynını yapmaya çağrılıyor. Sonunda tereddüt etseler de kendilerini ona katılmaktan ala koyamıyorlar. Çünkü karar yeterince içselleştirilmiş, çünkü niyet; zorlamasız bir teklif. Tüm bireyselleştirilme çabalarına karşın insan hala çoklukta birliğe gereksinim duyuyor. Gecenin ikinci işi 'Kayıp Renkler' de Alpaslan Karaduman, kimliklerin içinde silinmeye yüz tutmuş ya da ihmal edilmiş eğilimlere dair bir farkındalık öneriyor. Toplumun bireyler için, bireylerin eliyle belirlediği kimliklerin tek boyutluluğuna dikkati çekiyor. Toplum içinde artık bu kimlikle tanınmış olmanın sıkıntısından söz ediyor. Kendi kurguladığımız kimlik ve biçemler kısa zamanda bizi sınırlayan hapseden önyargılara dönüşüyor. Bilindiğimiz üzere davranıyor olmak aşın güvenlikli bir alana dönüşüyor. Derinliklerimizde bıraktığımız yanlarımız, becerilerimiz, seçimlerimiz ya da yüzlerimiz giderek nefessizlikten ölüyor.
Beyaz kostümlü dansçıların ikili anlatısı, belli ki kendi buluş süreciyle oluşturdukları ve Karaduman'ın da doğru biçimde yapıta yerleştirdiği akılda kalıcı bölümlerden biri. Bir kadın ve erkek arasında pek çok türlü iletişimsizlik yaşanabilir, buradaki iletişimsizliğin aralarında kurdukları tekil bir dil üzerinden yaşanması ise hem ironik hem de seyirlik açıdan çok dinamik bir örgü. Tekil ya da ikil anlatıların dışında kalan kalabalığın konumu da hayli ilginç. Her biri duruma tanıklık etmekle kalmıyor, bir de olanların doğrudan etkisi altında davranış değiştiriyor. Sahnedeki bu tutum aile içi çatışmalar karşısındaki çocukların tekinsiz durumlarını anımsatıyor. Olup bitenler hiç birinin doğrudan sorunu değil ama daima peşinden sürüklüyor, sersemletiyor ve belirsizleştiriyor. Yaşamın normal yaşandığına inanmak istiyorlar ama bir şeyler hep ters gidiyor. Sahnedeki devingenlik birbiri ardına çok dilli denemelerden oluşurken, sinevizyonda izlenen önceden kayıtlı film, alabildiğine yalın ve dolaysız bir söze sahip. Sahnede gördüğümüz dünyanın kurgusallığını vurgulayan, basitçe doğal yaşam görüntüleri. Canlı izlediğimiz şey kurgu, kurgusal izlediğimiz şey daha bir canlı sanki. Filmin genel duygusu uçucu bir huzur ve bitmeyecekmiş gibi gelen bir serinlik hali. Acelesiz ve amaçsız, boş zaman anları. Yapıtın izleyeni yaşama bağlayan unsuru bu film. Umut, tatlılık ve kabulleniş iç içe geçmiş, elden ele dolaşan sabun köpüğü imgesiyle de iyice havaya yayılıyor. Sabun köpüklerini ve ek olarak kuş tüylerini de sahnede havaya karışırken görüyoruz. Ama ne yazık ki onlar filmdekiler kadar uzun ömürlü değiller, tüm uğraşlara rağmen çabucak sönüyorlar. Sanırım Karaduman, bu sönüşlerle de gerçekliğin, hayal dünyası karşısındaki zorbalığından söz ediyor
cy
a
Yapıtta oyuncu-gösterimcinin anlattığı metaforik öykü, kurtarılmayı bekleyen derinde saklı kimliklerimizin ifadesi gibi. Yapıtın geneline hakim olan parçalılık da belki aynı anlamda okunabilir. Çünkü hiçbir başlayan anlatı bir diğerinin alanında var olamıyor ve hiçbir saklı yan kendini yaşamın gerçekliğine dahil edemiyor. Bu durumsallık izleyende de tatsız bir tekinsizlik yaratıyor. Bana kalırsa bu tekinsizlik duygusuyla izleme arzusu kamçılanıyor.
bedeninin, kendini diğer bedenlerden üstün görmeye dayalı biçemlerine, başka başka açılardan tanıklık ederek, onları teker teker bozuyor, deforme ediyor. İzleyen göz, sahnedeki canlıyı ya da onun kamera gözündeki yeniden canlanışını seyretmek arasında gidip geliyor.
Yapıt geleneksel biçimde etkili bir tınıyla, tatlı bir piano soloyla bitiyor. Ve elbette piano çalan gösterimci aslında klasik eğitimli bir dansçı, çünkü hemen öncesinde onu da dans ederken görüyoruz. Kimliklerimizde saklı yanlarımızın hep bu türden zararsız yanlar olmasını umuyoruz. Böylece Karaduman 'naivite' si yüksek bir işle bize yaşamı çok da ağırdan almamayı öneriyor.
pe
Kalabalık bir gösterimci grubu var ancak yapıt tekil anlatılarla yapılandırılmış. Anlaşılan bu kurgunun amacı da kimliklerin öznel değerlerine ve farklılıkların önemine dikkat çekmek. Açılış sahnesinde yükselti üzerindeki kadının devinimleri, dansın geleneksel anlayışı olan beceriye odaklı tavrına bir eleştiri gibi okunuyor. Çünkü eş zamanlı izlenen film, dansçı
Seyreden
Amatör Tiyatrolar Çevresi (AKÇ) Bildirisi > Ersan Uysal (Emekli Memur Sanatçı)
dayanıyor. Oy kullanıp devletin dizginlerini siyasilerin eline onlar veriyor çünkü.
Önce bir yanlışı düzeltmekte yarar var: "Sanatta memuriyet olmaz!" derler ya, bence olur.
Gerçekten de halkımız, hiçbir zaman SEYREDEN SIFATINI bu kadar hak etmemiştir. Halkımız SEYREDİYOR: Aptal kutusundaki vıcık vıcık FANTEZİLERİ, bir eroin kaçakçısına sağlanan haktan yararlanamadığı için aylarca tutuklu yaşayan REKTÖRÜ'n encamını, ülkesinin değerlerini SATIŞA ÇIKARAN, ŞEYİNİ ŞEYETTİĞİMİN ŞEYİ, BENİ IRGALAMAZ gibi veciz(!) bir dille konuşan siyasileri, içinde yalnızca Atatürk ve Kültür sözcükleri geçtiği için ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNİ YIKACAĞIM, diyen UYKU APNESİ hastalığından muzdarip bir KÜLTÜR BAKANI'NI seyrediyor.
Sanatçı ödenekli bir tiyatroda çalışıyorsa, sıfatı "MEMUR"dur, o kadar. Ya özel tiyatroda çalışan bir sanatçının sıfatı? O da "İŞÇİ" değil midir? Peki "Sanatta işçilik olmaz!" diyebilir miyiz? MEMUR SANATÇI varsa, İŞÇİ SANATÇI da vardır. Tabii Özel Tiyatro patronu, o işçiyi sigortalı yaptıysa, primini düzenli yatırıyorsa. Yanlışın kaynağı SOSYAL GÜVENCE'dir, yalnızca. Ödenekli tiyatro yöneticisinin işine karışabilir misiniz? HAYIR! Özel Tiyatro patronunun işine karışabilir misiniz? HAYIR!
Oysa tiyatro eğik bir düzlemde kaymakta. İ.B.b. Şehir Tiyatroları'nın bütçesi iptal edilmiş. Tiyatro'nun kulislerinde SIKMABAŞLAR kol geziyor. Yani İktidar gözüne kestirmiş, tiyatroyu yok etme eyleminde.
O zaman sanatçının işçi ya da memur olmasından başka seçeneği kalmıyor. Çünki sanatçının "BEN O OYUNDA OYNAMAM!" ya da "BEN O OYUNU SAHNEYE KOYMAM, BEN O OYUNA DEKOR YAPMAM!" gibi bir fantezi üretmeye hakkı yoktur.
Ankara'da da Devlet Tiyatrosu'nun Yeni Sahne'sini yıktırmakla başlamış işe.
cy
İşte ZURNANIN ZIRT DEDİĞİ YER: Sanat Yöneticileri ne yapmakta? O koltukta oturmaya hakları var mı? Yani YETERLİ BİLGİ BİRİKİMİNE SAHİP Mİ? DÜNYA GÖRÜŞÜ NE YANA BAKIYOR? EYYAMCI MI? Gördünüz mü? İşçi sanatçı kendiliğinden saf dışı kaldı. Patron ne derse o!
Ödenekli tiyatronun patronu da o yıl kim iktidarda ise o! Yani patron SİYASAL ERK..
pe
Memur sanatçı, diyerek sanatçıyı aşağılamaya kalkıyoruz. Oysa öfkemiz SİYASİLERE yönlenmeli. Devlet tiyatro işletmeli mi? Buna hayır diyene, ancak cahil sıfatı yakışır. Devlet tiyatro da işletir, o sektöre bilgi yüklü sanatçı da yetiştirir.
Çünkü devlet halkı eğitmenin yollarını arar ve bulur. Halkı korumanın da öyle. Adaleti sağlamak için elinden ne gelirse yapar... MEMUR ÖĞRETMEN, MEMUR POLİS, MEMUR SUBAY, MEMUR YARGIÇ, MEMUR DOKTOR, MEMUR REKTÖR.. VB. diyerek bu insanları küçük mü göreceğiz? Devlete öfkelenmekte haklı mıyız? Hayır! Devleti yönetmeye talip olan siyasiler ne güne duruyor? Somut bir örnek verelim: Ekim ihtilâlinden sonra, yeni rejimin Rusya'da ilk yaptığı; baleyi yasaklamak olmuştur. Gerekçe: "BALE BİR BURJUVA SANATIDIR!" Kısa zamanda yanlışlarının farkına varıp, dünyaca ünlü BOLŞOY'u yeniden hayata döndüren, yine aynı siyasilerdir. Sonunda yanlış, gelip SEYREDENLERE yani HALK'a
ÖDENEKLİ TİYATROLAR yok edilirse, Tiyatro Sanatı'nın yok olacağı gerçeğinden yola çıkmışlar. Bugün tiyatro binası yıkan zihniyet, ileride tiyatro yapıtlarını da meydanlara dağ gibi yığıp tutuşturabilir.
a
Geriye kimler kalıyor? Özel Tiyatro patronları ve Amatör Tiyatro sanatçıları. Yaman bir çelişkiler yumağı değil mi? Bu yumağı çözmek nasıl mümkün olacak?
İşte o alevlerin ışığında, bu mesleğe gönülden bağlanmış AMATÖRLER devreye girecektir: Her biri bir tiyatro yazarının yapıtı olup belleklerine yazdıkları güzellikleri, kendilerinden sonraki kuşaklara aktaracaklardır. Shakespeare'in Hamlet adlı oyununda, oyundan daha fazla bilinen bir tümce vardır, bilirsiniz: TO BE OR NOT TO BE... Sevgili Can Yücel nasıl "..Türkçe söylemiş?" BİR İHTİMAL DAHA VAR, O DA ÖLMEK Mİ DERSİN?", "... Zamanın en güzel gözlü Maarif Vekili" diye nitelediği babasının bir şarkı sözüdür bu, bilirsiniz. Ne yapacağız yani? Ölecek miyiz? HAYIR!!! Aynı şarkının ikinci kuplesini anımsayın: "VUSLATIN BAŞKA ÂLEM, SEN BİR ÖMRE BEDELSİN" Vuslattan yani sevgiliye (tiyatro) kavuşmaktan başka çare var mı?
Şöyle bir olayı gözünüzün önüne getirmeye çalışın, bire bir yaşanmıştır: Yer bir tiyatro sahnesi. Oyuncular seyircileri selâmlamak için yerlerini almışlar. Ama yüzlerinden mutsuzluk okunuyor. Çünkü oyunun finalinde kulakları tırmalayan bir CEP TELEFONU zili ve utanmadan telefonu yanıtlayanın konuşması, oyunlarını bozmuştur. Oyunculardan en yaşlı olanı kısa bir süre sonra alkışlan durdurur ve şöyle der: "Sayın seyirciler tiyatro seyirciliği bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığa lâyık olmayan, cep telefonu sahibini salonu terk etmeye davet ediyorum!" Oyuncular öncekinden daha baskın bir alkışla ödüllendirilir. EY SEYREDENLER! ÇEKİN KULAĞINIZDAN CEP TELEFONUNU, KESİN DIRLANMAYI; WALKMAN'İ, İPOT'U ÇEKİN KULAĞINIZDAN: BAKIN ETRAFINIZA NELER OLUYOR!
Yarına Selam
Gençlik Tiyatrosu > Editör: A. Ertuğrul Timur > aetimur@tiyatrodergisi.com.tr
ASSITEJ Türkiye Merkezi Gençlik Komisyonu Çalışmalarına Başladı ASSITEJ (Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Birliği) Türkiye Merkezi 4-5 Şubat tarihlerinde İstanbul'da ASSITEJ-Türkiye genişletilmiş Yönetim Kurulu toplantısında kuruluşu gerçekleştirilen "Gençlik Komisyonu" faaliyetlerine başladı. Gönüllülük esasıyla oluşan komisyon; A. Ertuğrul Timur, Adnan Tönel, Ali Kırkar, Zerrin Yanıkkaya, Duygu Atay, Mehmet Esatoğlu, Hale Üstün, Handan Karaadam'dan oluşuyor. Komisyon ülkemizde Gençlik Tiyatrosu'nun yok denecek ölçüde olduğu ve üzerinde anlaşılmış bir "Gençlik Tiyatrosu" tanımının dahi olmadığı gerçeğinden yola çıkarak "Gençler için yapılan veya gençler tarafından yapılan, araştırmacı, yenilikçi, özgür ve özgün, yaşadığı toplumun kültürüne, sorunlarına duyarlı, evrensel nitelikli ve tiyatro sanatının isterlerine uygun tiyatro etkinliklerine Gençlik tiyatrosu denir." tanımında ortak karara vardı. Kısa zamanda 2 toplantı gerçekleştiren ASSITEJ-Türkiye komisyonu yaptığı genel durum değerlendirmesinde şu konulara dikkat çekti: • Ülkemizde "Gençlik Tiyatrosu" konusunda üzerinde buluşulmuş bir tanım henüz yoktur. • Tiyatro yaşamını sürdüren ödenekli ve/veya özel tiyatro topluluklarının repertuarlarında özellikle 12-22 yaş arası genç seyirciyi hedef alan yapımlara rastlanmamaktadır. • Bu alanda daha çok "gençlerin yaptığı" nitelikli ve amatör çalışmalar görülmekte ancak bu çalışmalar çok az sayıda seyirciye ulaşabilmektedir. • Gençlik Tiyatrosu alanında çok ciddi bir potansiyel bulunmasına rağmen, oluşmuş bir "Gençlik Tiyatrosu" politikası yoktur. Öte yandan komisyon ülkemizde Gençlik Tiyatrosu yapılan ve yapılabilecek olan alanları gözden geçirilmiş ve dört alan tespit edilmiştir.
a
Tiyatro dünyasıyla ilk yakınlaşmam Genç Tiyatro sitesiyle olmuştu. Tiyatro dünyasının giderek merkezine doğru yol aldıkça gençleri ve gençliğin tiyatrosunu biraz ikinci plana itelemiş olmanın mahcubiyetini duydum. Geçtiğimiz ay Tiyatro... Tiyatro... Dergisi beni son derece onurlandırıp yayın kurulu üyeleri arasına alınca, Yayın Kurulu'nda yaptığım ilk öneri gençlik sayfaları hazırlamak oldu. Gerek Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı, gerekse diğer Yayın Kurulu üyeleri bu öneriyi hiç tereddüt etmeden hemen onayladılar ve iki benim sayfa isteğim daha da geliştirilerek bir bölüme dönüşüverdi. Sanıyorum bu dergimizin "gençlere ve iiyatromuzun yarınına" verdiği değerin en güzel kanıtı olsa gerek. (Üstelik günlerden 19 Mayıs değil ve bu da sembolik bir seremoni değil.)
cy
1) Ödenekli tiyatrolar (Devlet Tiyatroları, Şehir tiyatroları...) ve Özel tiyatrolar, 2) Üniversite tiyatroları, 3) Lise tiyatroları, 4) Bağımsız gençlik tiyatroları
pe
Artık bir "Gençlik Tiyatroları" bölümümüz var. Kabul ediyorum, bunu başlatan biz orta yaş grubu olduk. Ama niyetimiz asla sizin adınıza hareket etmek değil, sizlere yolu açmaktır. Umuyorum ki bu bölüm, sizlerin aktif katkısıyla hızla gelişir. Bakalım bizim size verdiğimiz değeri sizler kendinize veriyor musunuz? Bunu sizin bu sayfalan sahiplenmeniz ölçüsünde göreceğiz. Ülkemizde gençlik tiyatrosunun ihmal edildiği katı bir gerçek. Henüz üzerinde anlaşılabilmiş bir "Gençlik Tiyatrosu" kavramı dahi yok. Gençlik tiyatrosu "Gençlerin yaptığı tiyatro faaliyetleri midir?" yoksa "Gençler için yazılan, sahnelenen oyunlar mıdır?" Bu konuda tartışmalar süredursun biz sayfalarımızda her ikisine de sahip çıkacağız elbette.
Gençlik oyunu örneğinin neredeyse hiç yok denecek kadar az olduğu ülkemizde, ülkenin tek tiyatro dergisinde bir "Gençlik Tiyatrosu Bölümü" ayırmak bana göre radikal bir çıkıştır. Gençlik oyunu örnekleri bile yokken bu sayfaları neyle ve nasıl dolduracağız? Belki de ilk akla gelecek soru olacaktır. Ama umuyoruz ki bu sayfalar bu alana dikkatleri çeksin ve bir canlanmanın başlangıcı olsun. Önce siz gençlerin, sonra tiyatro dünyamızın bu sayfaları ve gençlik tiyatroları konusunu sahipleneceğine olan inancımızla sayfalarımız gençlere ve Türk tiyatrosunun yarınına hayırlı olsun diyoruz© A.Ertuğrul Timur
ASSITEJ-Türkiye Gençlik Komisyonu kuruluş amaçları ve hedeflerini ise aşağıdaki şekilde belirledi: • Gençlik Tiyatrosu alanında daha çok 'tiyatro çalışması' yapılmasına önayak olmak. • Gençlik Tiyatrosu alanında çalışma yapan/yapabilecek olan kurum, kuruluş ve topluluklara kuramsal düzlemde destek olmak. • Gençlik Tiyatrosu alandaki "şenlik- yarışma- buluşma" adı altındaki oluşumların daha nitelikli ve 'alana faydalı' olmaları için çalışmalar yapmak. • Bu alanda üretim yapacak kurum-kuruluş ve topluluklara repertuarları için 'gençlik oyunları' listesi oluşturmak. • Gençlik Tiyatrosu kavramını, bu kavramın açılımlarım yaygınlaştırmak; bilgi-görgü, deneyim paylaşımı sağlamak amacıyla panel, seminer, söyleşi, atölye çalışmaları, şenlikler, tiyatro buluşmaları vb. düzenlemek. • Gençlik Tiyatrosu'nun ne olduğu, parametrelerinin, ölçütlerinin ve kapsamının neler olduğu konusunda araştırmalar yapmak. Bu araştırmaların sonuçları doğrultusunda bir "Gençlik Tiyatrosu Stratejisinin oluşmasına katkı sağlamak. • Gençlik Tiyatrosu ve Gençlik kavramları bağlamında uzmanlarla ve pedagoglarla hizmet içi eğitim düzenlemek. Alanda çalışan kişi ve kuruluşlarla bu uzmanların buluşmasını sağlamak. • Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, yayınevleri, sponsor kurum ve kuruluşlarla işbirliği sağlamak. Bu kurumların "Gençlik tiyatrosu" alanına daha duyarlı olmaları için girişimlerde bulunmak. • Yayınevleri ve sponsor kuruluşlar aracılığıyla oyun yazma yarışması düzenleyerek "Gençlik Tiyatrosu" alanına yeni eserler kazandırılmasını, yeni çeviriler yapılmasını sağlamak • Gençlik Tiyatrosu alanda çalışan kişi-kurum ve topluluklarla öncelikle 'bölge çalışmaları' düzenlemek.
> Söyleşi: Ceren Aşkın > cerenaskin@hotmail.com
Galatasaray Lisesi Tiyatro Topluluğu Kuruluşu 1481 yılına dayanan ülkemizin en köklü okullarından Galatasaray Lisesi ciddi anlamda ve uzun soluklu okul tiyatrosu geleneğinin yerleştiği bir eğitim kurumudur. Aslında Galatasaray Lisesinde bir tiyatro topluluğundan değil Tiyatro topluluklarından söz etmek daha doğrudur. Okulun bünyesinde haftaiçi ve haftasonu olmak üzere 2 topluluğun yanı sıra Fransızca oyun sahneleyen topluluklar da yer alıyor. Ama biz ne yazık ki yayın tarihimizin yaklaşması nedeniyle farklı zaman dilimlerinde çalışan bu gruplardan sadece birinin çalışmalarına katılabildik. Haftasonu tiyatro grubuyla bir araya gelmiş olsak da biz onları tüm Galatasaray Liseli Tiyatrocu gençlerin temsilcileri sayıyoruz. Tiyatro topluluğunun provalarına kısa bir süre eşlik ettikten sonra mezun öğrencilerden oluşan reji grubuyla okul bahçesinde söyleşimizi sürdürdük.
Mezun GSLTT' liler ve Reji Grubu: İrem Yeşilyurt, Pınar Üstel, Özlem Yıldız, Gökçe Algan.
Peki ama çalışmalarınızın okul ve aileler dışına taşınabilmesi için bir çalışmanız oluyor mu? Bu konuda sıkıntı yaşadığımız bir gerçek. Ama yarışma dışında olanak olursa kullanmaya çalışıyoruz. Örneğin deprem sonrası kendi olanaklarımızla deprem bölgesine gidip dışarıda oyunumuzu sahnelemiştik. Birde 13 yıldır sürdürdüğümüz Tiyatro Günlerimiz var burada hem dışarıdan oyunları konuk ediyoruz hem de biz oyunumuzu izletme şansı buluyoruz.
a
Sizin Tiyatro Günlerini diğerlerinden ayıran nedir? GSLTT Tiyatro günleri bir yarışma değildir. Okul topluluklarıyla da sınırlı olmayan pek çok oyunu konuk eden bir çeşitlilik içinde sürer. Tiyatro Günlerimiz de tamamen bizlerin kontrol ve sorumluluğunda gerçekleştiriliyor. Afiş hazırlanmasından, çağırılacak topluluklara, sponsor bulmaktan gelen konuk toplulukları ağırlamaya dek her yönden tamamen öğrencilerin çabası ve kontrolüyle gerçekleştirilmekte.
pe cy
Topluluklar neden haftaiçi, haftasonu grupları olarak ayrılıyor? "Okul yatılı ve gündüzlü öğrencilerden oluşuyor. Yatılı öğrenciler akşam dersten sonraki zamanlarını okul içerisinde geçirip haftasonları kısmen ev iznine çıktıkları için haftaiçi akşamları çalışma olanağı buluyor. Bizim içinse tersi söz konusu. Bizler ders saatinden sonra evlerimize gidip haftasonlarını tiyatro çalışmalarına ayırıyoruz."
Galatasaray Lisesi Tiyatro topluluğunu diğer okullardan ayıran en büyük özellikler nelerdir ve Tiyatro anlayışınız üzerine bir şeyler söyleyebilir misiniz? "Galatasaray Lisesi'ni diğer bir çok lise tiyatrosundan ayıran en büyük özellik bizim bu alanda dışarıdan yada okul içinden çalıştırıcı bir hocanın olmayışıdır diyebiliriz. Okulumuzda tiyatro çalışmaları tamamen mezunların birbirine görev devri şekliyle sürer. Bizim büyüklerimiz bizi çalıştırmıştı, bizde onlardan devraldığımız gelenekle bugün buradayız ve bizden sonra gelip yerimizi alan bizden daha genç arkadaşlarımızı çalıştırıyoruz. Galatasaray Lisesinde artık kökleşmiş bir tiyatro geleneği var. Örneğin biz yıldız oyuncu kavramına karşıyız, kumpanya ruhuyla hareket ettiğimizi söyleyebiliriz."
Sizin okulunuzdan çok sayıda ünlü tiyatro insanı çıktığını biliyoruz. Kimler var mesela?
Haldun Taner, Metin And, Erol Günaydın, Şevket Altuğ, Ferhan Şensoy, Işıl Kasapoğlu , Mehmet Ulusoy, Acar Başkut ve tabi daha bir çok isim. Tümünü saymamız olanaksız ama hemen müjdeleyelim ki mezun ağabeylerimizden Atilla Alpöge yakında "GS Lisesinde Tiyatro Geleneği" ismiyle bir kitap çıkarmaya hazırlanıyor. Dergimizde oyunlarınızı yıllarca haber yapmak dileğiyle teşekkür ediyoruz.
Okul yönetiminin tiyatroya bakışı konusunda neler söyleyeceksiniz? Okul birden fazla tiyatro topluluğunu bünyesinde bulundurup hiç bir zorluk yaşatmadan salonlarda çalışma ortamı sunmakla tiyatroya desteğini veriyor. Ama bunun dışında tamamen bağımsız hareket ediyoruz. Herhangi bir hoca, yada çalıştırıcı gözetimi olmadığı gibi bunun dışında artı bir destekten de, engellemeden de söz edemeyiz. Okul topluluklarının en önemli sorunlarından birisi de aileler ve okul arkadaşları dışında seyirciye açılamamaları. Bu anlamda gençlik festivalleri bir fırsat oluyor fakat sizi festivallerde de göremiyoruz son yıllarda. Evet biz GSLTT olarak yarışmalı festivallere sıcak bakmıyoruz. Bu karan aldık ve bu tür festivallere katılmıyoruz.
1960-61 ders yılı. Fotoğrafın sol yukarısında el sallayan Mehmet Ulusoy da sahneyle ilk bu salonda tanışmış. Geleneğe uygun olarak yönetmenlik yapmış, tiyatro yolculuğu Sorbonne Üniversitesi'nde tiyatro hocalığına dek uzanmıştı.
Genç Kuşak Avrupalı Türklerden "Norway.Today"
> Hülya Karcı > hkarci@yahoo.com
ucunda hissetme çabasıyla mümkün." diyor. Şair Kleist'la başlayan, birlikte ölme romantikliği günümüzün araçlarını kullanarak devam ediyor. Mutlu olmak istiyoruz her gün ve günün her saatinde. Ama günümüzde mutlu olmak için daha ez neden bulabiliyoruz. Yaşamı bize sunulmuş değerli bir zaman parçası olarak kabul etmediğimiz sürece onu har vurup harman savuracağız. Refah toplumunun bize sunduğu doyumsuzluğu bir özgürlükmüş gibi algıladığımız noktada, bizi dünyaya bağlayan tek şeyin bu teknoloji olduğunu ve aslında tek kişilik cumhuriyetlerimizin, büyük birader tarafından izlenen tek kişilik hücrelere dönüştüğünü farketmeyeceğiz. İki kişilik bir oyun olan "Norway.today" ilk defa geçtiğimiz yılın Ekim ayında Berlin'de Türkçe olarak Türkiyeli sanatçılar tarafından sahnelendi. Geçtiğimiz günlerde de Hebbel Tiyatrosu'nun sahnesinde Şermin Langhoff'un kuratörlüğünde, "Beyond Belonging Migration 2" çerçevesinde iki gün oynandı. Genç kuşak Türkiye kökenli oyuncuların rol aldığı oyun Almanca alt yazılı.
cy a
Oyunun dramaturjisinde Berlin'deki yaşam göz önünde tutuldu. Oyunun kahramanları Avrupa'da doğmuş, büyümüş bir genç kız ve bir delikanlı. İntihar etmek için internet aracılığıyla birini arayan Eylül rolünde N e ş e Demir ve Ekim rolünde Fahri Ogün Yardım genç olmalarına rağmen başarılı bir çok çalışmada yer almış iki oyuncu. Oyunun yönetmem Türkiyeli sinema seyircisinin de "Duvara Karşı" ve "Bir İstanbul Masalı" filmlerinden tanıdığı İdil Üner. İki farklı kültürün çeşitliliği içinde yetişmiş genç kuşak sanatçıların elinden çıkmış, günümüz medya olanaklarını sahnede hiç çekinmeden kullanan bir çalışma. Oyunda, ölümün soğukluğu metalde, insanın yalnızlığı iletişimin mekanikliğinde ve televizyon görüntülerinde, gençliğin, aşkın, cinselliğin ateşi insan sesinde ifadesini buluyor.
pe
2000 yılının Ağustos ayında Avrupa'da gazetelerde bir haber yayınlandı: 24 yaşındaki Norveçli Daniel ile 17 yaşındaki Avusturyalı Eva internet üzerinden birlikte intihar etmek üzere anlaşırlar ve Oslo'da buluşurlar. Bir taksiyle fiyortlarda bulunan Tau'ya ulaşırlar. Birlikte kayalıklardan aşağıya atlayarak intihar ederler. Daha sonra bir seyahat rehberi tarafından orada bıraktıkları eşyalar bulunur. Bir çadır, uyku tulumu, isomat, yiyecek-içecek, cep telefonu, bira kutuları, teyp, makyaj kutusu. (Spiegel gazetesi, 9/2000) Bu haberi takip eden başka intihar olayları da sık sık gazetelerde okunur oldu.
1964 Prag doğumlu, İsveçli yazar, mimar, müzisyen, rejisör Igor Bauersima "Norway.today " oyununu bu gerçek olaydan yola çıkarak 2000'de yazdı. Yazdığı tüm oyunları ilk önce kendisi sahneye koyan yazar bu oyunu da aynı yıl Düsseldorf'da sahneye koydu. O zamandan beri dünya çapında yüzden fazla sahnede oynandı ve hâlâ oynanmakta. Şimdiye dek, batı dilleri, Rusça ve Lehçe de içinde olmak üzere on altı dile çevrildi. Radyo tiyatrosu olarak yayınlandı. Igor Bauersima, 2001 yılında "Theater Heute" tiyatro dergisi tarafından yılın umut veren genç oyun yazarı seçildi. Web - generasyon, chat dünyası, konuşma ve düşünmeye ihtiyaç duymayan virtüel dünya, gerçeğin değil "mış gibi" olanın çekiciliği, her şeyi filme alma, fotoğraflama, tv dizilerinin, kahramanlarını gerçek karakterler gibi algılama, yaşam yorgunluğu, insanın yalnızlığına yalnızlık katan, kusacak kadar bol iletişim olanakları, partnerbörse sayfalan, yaşamak için neden bulamamak, Suizid hakkı isteyen, itiraf ediyorum, intihar ediyorum internet sayfalan... Her şey var, her şey inanılmaz süslü paketlerde sunuluyor. Değerlerin içi boşaltılıyor, yaşanmadan modası geçiyor. Saniyede binlerce olay vukuu buluyor. Hiçbirine üzülüp, nedenini araştıracak zaman bulamıyoruz. Zaman, saniyenin binde biri olan nano saniyeyle ölçülebiliyor artık ve can sıkıntısı büyüyor. Öte yandan doğa bütün ritüel faaliyetleriyle ölümü kusursuz kılıyor. İnsan, kendi iradesiyle yaşamına son vererek bu kusursuzluk mertebesine ulaşmak, hayatın bütün anlamlarını dolu dolu yaşamak istiyor. Jean Baudrillard, "Hayatı algılamak, onu parmaklarının
Birlikte ölme fikrini ortaya atan Eylül her şeye doyduğu, artık hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için ölmek ister. Her şey ona istemeden sunulmuş, yaşamda karşılaşabileceği tüm tehlikelere karşı ailesi ya da arkadaşları tarafından korunmuştur. Yaşamı tüm boyutlarıyla algılayabilen "akıllı" biridir de aynı zamanda. İşte bu yaşamı akıllıca algılayış biçimi onun artık yaşamda kalmasını cehenneme çevirmektedir. Bunun için yaşamı terk etmek ister. Şimdi onu heyecanlandıracak tek şey, bunu biriyle birlikte yapmak olacaktır. "Ölürken başka birinin ölümüne de tanıklık etmek." Eylül'ün birlikte intihar etme çağrısına olumlu cevap veren Ekim'in yaşamı algılayış biçimi Eylül'e göre daha naiftir. Yaşamak onun için bir yüktür. Bu nedenle ölümü tercih eder. Bunu tek başına yapamayacağını düşünmektedir. Birine katılmak onun kolayına gelir. İkisinin de ortak noktaları, artık kendilerine ihtiyaçlarının olmadığını fark etmiş olmalarıdır. Bu kararın ya da fark edişin trajik bir yanı yoktur. Farkında olmak ve yapılması gerekeni yapmak. Olay budur. Ölmek için Eylül'ün seçtiği ortam, onun dünyasını yansıtacak kadar boş ve insansız bir yerdir. Norweç'in fiyortlarla dolu kuzey kıyılan. İnsanın kendini doğanın karşısında bir hiç olarak hissedebileceği ya da onun büyüsüne kaptırıp şair olabileceği bir coğrafya. Tek gidiş biletiyle ulaştıkları yerde nerdeyse bir gün kalırlar. Ekim'in birbirlerini tanıma çabasını önce reddeden Eylül yavaş yavaş açılır. Ailelerine bırakacakları video kasetin kaydı sırasında birbirlerini daha yakından tanırlar. Felsefeden sekse kadar her şeyden konuşurlar. Yarının olmadığı, kendilerinden başkasının onları duyamayacağı bu yerde gerçek, yalan ve sanal dünya önce birbirine karışırsa da giderek davranışları doğallaşır, duygular ortaya çıkar. Karlarla kaplı fiyortlarda felsefe yaparken, tartışıp didişirken yavaş yavaş tanışırlar ve birlikte eleştirdikleri "faken" dünyayı eritirler. Kendilerinin dışında başka birinin varlığını hissetmek, sanıldığı kadar yalnız olmadıklarını fark ettirir onlara. Tüm teknoloji bağımlılıklarından soyunup teknoloji öncesi dünyanın büyüsünü yeniden keşfederler©
> Fatma Keçeli > fa_keceli@yahoo.com
Amatör Tiyatro "Tiyatro Karşı Kıyı" ve
Savaş Baba
Amatörlük; Gönüllülük... Özgürlük... Öncülük... Acemilik... Ekonomik kazanç baskısı olmadan etkinliklerini sürdürebilen, mevcut tiyatro yaşantısına alternatif olabilecek arayışlara girme ve deneme özgürlüğü olan ve bu yüzden -gişe hasılatını gözetmek zorunda kalan- profesyonel tiyatrolar karşısında güçlü bir seçenek oluşturabilecek olan tiyatro toplulukları amatörler...Varlıkları çoğu zaman yukarıda anılan olumlu özellikleri barındırmasına rağmen, kimi zaman da yaptıkları işin gereksindiği teknik/zihinsel/bedensel donanıma sahip olma yönünde yeterli gayret sarfetmedikleri için "acemi heveskarlar" olarak da anılanlar...Profesyonellikte, bir alanda uzmanlaştıktan sonra "kendini tekrar etme, değişen dünyayla birlikte yapılan işi yeniden tanımlama ihtiyacı ve heyecanı duymama" gibi mesleki deformasyonlardan bahsedilirken, amatörlüğün deformasyonu da; alanın gereklerini yerine getirmek için emek harcamak yerine "nasıl olsa asıl işim bu değil" kolaycılığına "acemiliğine" sığınmakmış gibi geliyor...
cy
a
Bir amatör tiyatro grubu/oyunu nasıl değerlendirilmeli? Neredeyse sınırsız olanaklara sahip olan ödenekli tiyatro topluluklarının değerlendirilme kriterleriyle aynı olabilir mi? Adaletsiz olmaz mı böylesi? O zaman beklentimizin bir kısmını fuayede bırakıp mı girmeliyiz amatör grupların oyunlarına? Olası mıdır böyle bir şey? Olasıysa da haksızlık olmaz mı gruba? "Hoşgörünün" dozunu arttırmak, "beklentiyi" azaltmak, onlarla kendimizi, onlarla mevcut tiyatro gruplarını denk görmediğimiz anlamına geleceği için, haksızlığın en büyüğünü yapmış olmaz mıyız? Hiç kimse onları buna zorlamıyorken, herhangi bir çıkar ve kazançları olmamasına karşın -özellikle kollektif iş yapmaktan iyice uzaklaştığımız/uzaklaştırıldığımız bir dönemde- bir araya gelip ortaya bir ürün çıkarmayı beceriyor olmaları bile baştan hayranlık uyandırıyor. "Olanaksızlıkları olanağa" çevirmede gösterdikleri azim ve yaratıcılığı heyecanla alkışlarken, çıkan ürünün eksik, gedik yerleri gözümüze ve gönlümüze batmıyor çoğu zaman.
Tiyatro: Tiyatro Karşı Kıyı Yazan: Yakovos Kambanellis Çeviren: Panayot Abacı Yöneten: Ali Kırkar Giysi Tasarımı: Feyza Zeybek Sahne Tasarımı: Sırrı Topraktepe Işık Tasarımı: Özlem Çolak Müzik: Tothemo Oyuncular: Tuğrul Şenol Önsel, Milay Ezengin, Erdal Kantarcı, Emre Tezel, Ali İhsan Eren, Hüseyin Erdal Demir, Onur Ereren, Emir Gürbudak, Nurçin Karabıyık, Yüksek Özçil, Alper Yılmaz, Ceren İmren, Sencan Oytun Tokuç, Nalan Erol, Ali Kırkar.
pe
Tiyatro Karşı Kıyı... Büyük bir çoğunluğu öğrencilik yıllarında, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi tiyatro topluluğunda (BAALOY) beraber çalışmış olan genç oyunculardan kurulu amatör bir topluluk. Edebiyat öğretmeni Ali Kırkar bir tiyatro geleneği oluşturmuş okulda. Mezuniyetlerinin ardından şimdi de hep beraber Tiyatro Karşı Kıyı'da üretmeye devam ediyorlar. Bu yıl, Yakovos Kambanellis'in İlkçağ Yunan tarihinden esinlenerek yazdığı "Savaş Baba" adlı traji-komik bir oyunla seyircileriyle buluşuyor. Oyun "görünür" ve "görünmez" emperyalist güçlerin deşifre edilmesi üzerine kurulu. Olayların, İ.Ö. 3. yüzyılda geçiyor olması, olan bitenin tanıdık gelmesini engellemiyor, metni değerli kılan da bu zaten. Bugün artık sermayenin yoğun bir biçimde uluslararasılaşmasıyla, kapitalizmin geldiği aşama doğrudan egemenlik kurmaya dayanmıyor. Artık bu düzen çok uluslu sermayenin ekonomik, kültürel ve politik yönden nüfuz etmesi üzerine kurulu. Yani sanayileşmenin ardından, kapitalin birikmesiyle, iş gücü ve yeni pazar ihtiyacının artmasıyla, l6.yy'da başlayan kapitalist sömürgecilik bugün yöntem ve araçlarını değiştirerek varlığını sürdürmekte hala. Sömürgeciliğin değişen çehresiyle birlikte, "Postkolonyalizm" tartışmalarının yapıldığı böylesi bir dönemde, oyun seçimi oldukça anlamlı... Post sözcüğü kolonyal sözcüğüne eklendiğinde sömürgeciliğin ve sömürünün bittiği, sömürgecilik sonrası bir döneme girildiği yanılsaması yaratabilir. Böylesi bir yanılsama, ister yeni tip (ekonomik, kültürel), isterse de eski tip (toprak işgaline dayalı) sömürgecilikte olsun, sömüren toplumun gücünü sürdürmesine yardımcı olmak gibi bir tehlikeyi taşıyor. "Savaş Baba" oyunu bir kez daha, insanlık tarihinin; bireysel çıkarlara toplumsal kılıf uydurularak; görünürde kalıcı bir barış getirmek adına yapılan vahşice savaşlardan, büyük küçük fetih öykülerinden ibaret olduğunu hatırlatıyor olması açısından önemli..
Oyunda birbiriyle çatışan iki emperyalist güçten bahsedilebilir; Rodoslular ve Makedonyalılar...Makedonya'da Büyük İskender'in ölümünün ardından Ptolemeos ve Dimitrios arasında bir iktidar savaşı başlar. Rüştlerini ispat etmek isteyen komutanlar, birbirleriyle yarışırcasına dört bir yanı istila etmekte, yağmalamaktadırlar. Henüz Rodos'a dokunmamışlardır. Çünkü komutanların askeri güçlerini sınamaları, kendilerini ispat etmeleri açısından, bir ordusu bile olmayan Rodos'un kuşatılmasının cazip bir tarafı yoktur. Bu arada Rodoslular, etraflarında cerayan eden -onlara henüz dokunmayansavaşı, kendileri için avantaja dönüştürmüşlerdir. Rodos, turistler için güvenli bir tatil adasıdır artık. Rodoslular barış yanlısı, tarafsız bir tutumun arkasına gizlenip daha fazla turizm geliri elde edebilmek için, kendi coğrafyalarını yağmalarlar; kültürel ve tarihi miraslarını alınıp satılır hale getirip yok ederler; tapınakları otel, surları ise meyhane ve berber dükkanına dönüştürürler. Henüz ekonomik olarak büyüme kaynaklarını tüketmedikleri için, dışa yayılma ihtiyacı içinde değillerdir. Bu yüzden ne saldın ne savunma güçleri vardır; ordusuz ve silahsızdırlar... Ta ki Dimitrios onlara saldırmaya karar verinceye kadar. Ve birden barışı dillerine pelesenk etmiş Rodoslular'ın nasıl en acımasız işgalcilere dönüştüklerini görmeye başlarız. Yazar iki emperyalist güce de eşit mesafede yaklaşmış. İkisinin de zaaflarını, açmazlarını belirginleştirerek komikleştirmiş. Rodosluların kendilerini tanımlarken kullandıkları "tarafsız olmak, barış yanlısı olmak" kavramlarını soyarak iktidar hırsını görünür hale getirmiş. Makedonya cephesinde ise komutanla birlikte anılan "iktidar hırsı", "yağmacılık-saldırganlık" gibi kavranılan çıplaklaştırmış ve bunların altında yatan "korku, yalnızlık ve zavallılık"ı gün ışığına çıkarmış. İşte bu çok kritik bir nokta; korku ve yalnızlık, acıma duygusu yaratabilecek, kolaylıkla özdeşim kurulabilecek duygular. Makedonyalıları seyircinin gözünde daha avantajlı bir konuma taşıma tehlikesini içeren, çatışan taraflarla seyirci arasında kurulan eşit mesafeyi Makedonyalılar lehine bozabilecek trajediye özgü
duygular. Yazar bunun dozunu iyi ayarlamış. Ancak aynı başarıyı yönetmenin gösterdiğini söylemek güç. Sahne üstünde, Rodos'da bir komedi yaşanırken, Makedonya'da neredeyse bir trajedi yaşanıyor. Oysa yazar her iki komutanı da traji-komik çizerek seyircileri duygusal olarak belli bir mesafede tutmaya ve olan bitene eleştirel yaklaşmalarını sağlamaya çalışmış. Peki bu mesafe sahne üstünde nasıl yok olmuş?
Bir oyunun başarısı, elbetteki tiyatronun sözel/işitsel/görsel tüm anlatım olanaklarının kendi içindeki diyalektik bütünlüğüyle sağlanabilir. Tabii ki ışıksız, dekorsuz, kostümsüz, müziksiz, yalnızca oyuncu merkezli bir oyun da kurulabilir. Ama eğer oyuncu dışında diğer öğelerden de yararlanılıyorsa, seyircinin gözü, kulağı ister istemez onların işlevlerini sorgulayacaktır. İşte tam bu noktada teknik ve ekonomik olanaksızlıklarla boğuşan amatör tiyatro gruplarından neyi/ne kadar beklemek gerek sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz yine. Sahneye oynayacakları gün ulaşan bir gruba, "niye ışık tasarımınız yok" demek, ellerinde belki de sadece o kumaş olduğu için tüm kostümleri tek renk, tek tip yapan bir gruba "kostüm, karakterler arasındaki farklılıkları ve değişimi vurgulamıyor" demek dışarıdan ahkam kesmekmiş gibi geliyor. Böyle bir ortamda söylenebilecek tek şey; madem salonlara ulaşmak, ulaşınca da onların olanaklarından yararlanmak güç, alternatif mekanların düşünülmesinin gerekliliği. Çerçeve sahnenin dışına çıkmak, seyirciyle buluşacak alternatif mekan arayışlarına girmek, var olan mekanları dönüştürmek, daha nitelikli, yaratıcı oyunların çıkmasını sağlayacakmış gibi geliyor... Savaş Baba, savaşların görünür ve gerçek nedenleri üzerine tartışma açan, genellikle kişisel sorunları ulusal sorunlara dönüştürerek savaşları başlatan, sonra da savaş zengini olup çıkan güçlerle, ülkesinin bütünlüğünü savunduğuna inandırılan ve asıl kayba uğrayan halkların traji-komik öyküsünü anlatan, izlenmeye değer bir oyun©
cy a
Rodoslu Fileksenos hükümet konağını lokantaya, tapınakları otele çevirip her yıl da -tıpkı haris bir mütahhit gibi çalışarak- var olan otellerin üzerine bir kaç kat daha çıkıp kazancına kazanç katma derdinden olan "Yüksek Otelcilik Konseyi Başkanı"dır. O bildiğimiz anlamda bir hükümet başkam değildir artık. Bu tablo, yani olması gerekenle var olan arasındaki mesafe -uyumsuzluk- komiğin kaynağını oluşturur Rodos'ta..Makedonyalılar'ın saldırısı karşısında ordusunu berberlerden, aşçılardan kuran hükümetle, bu komik durum beslenmeye devam eder... Savaşın kazanan tarafı olunca kendisini dev aynasında görmeye başlayan Fileksenos, tüm dünyayı ele geçirme planları yaparken, haritada uzun bir arama döneminin ardından, Rodos'un dünyada bir nokta kadar yer işgal ettiğini farkettiğinde yaşadığı şok da traji-komik bir etki yaratır. Makedonyalı komutan Dimitrios, yakın çevresine ve dünyaya korku salmasına rağmen, karısının ciddiye almadığı bir adamdır. Bir çocuk gibi geceleri çişini tutamayan, bıkmadan usanmadan sürekli "elepolis"ten, savaş oyuncağından bahseden, aşçısı tarafından kaşık kaşık kaymakla beslenen bir adam ne kadar ürkütücü olabilir ki. Yazar dünyaya dehşet saçan komutanın, üzerindeki üniformasını kazımış, gülme/korku ve acıma duygularını bir arada yaşatan "grotesk" bir figürü gün ışığına çıkarmıştır. Ancak sahnede kantarın topuzu acımaya, trajik olana doğru kaymıştır...
amaçladığı gibi, üniformadan kurtulan Dimitrios -görsel olarakdaha fazla insanlaşmıyor, savunmasız kalmıyor seyircinin gözünde. Bunlar sözle, görüntü arasında uyumsuzluk yaratan ya da görüntünün söze eşlik etmekte aciz kaldığı anlar. Yazarın ve yönetmenin iletisinin seyirciye geçmesine engel olan tuzaklar...
* Fatma Keçeli; Yeditepe Üni. Sanat Yönetimi Bölümü Araş.Görevlisi
pe
Altı tablodan oluşan oyunun ilk iki tablosu Rodos'ta geçer. Sahne üstünde bu tabloların ritmi oldukça hızlıdır. Dış aksiyonun yüksek olduğu bir telaş hali egemendir Rodos'a...Sonra Makedonyalı Dimitrios belirir üçüncü tabloda. Öyle ağır, öyle sakin, öyle dinmiş bir hali vardır ki; her şeyin fazlaca farkındadır. Tonuna, duruşuna, bakışma sinen farkındalık hali ona gülmemizi engeller. Karikatür tiplerin ardından bir "insan" belirivermiştir sahnede. Dış aksiyon yerini, iç aksiyona bırakmıştır. Daha en başından etrafındaki güruhun arasındaki yalnızlığına öyle ciddi bir vurgu yapılmıştır ki, o güruhu yaratının da, onların mutsuzluk kaynağının da bizzat kendisinin temsil ettiği totaliter rejimin, saldırgan ve yayılmacı anlayışın sorumlu olduğu üzerine kafa yoramaz artık seyirci; gülmenin eşlik ettiği eleştirel göz kaybolmuştur...Sahnedeki tek yalnız ve anlaşılması gereken kişi Dimitrios'tur artık...
Savaş Baba, oldukça "konuşkan" bir metin. Bu yüzden budanıp, ferahlatılmaya ve sözel olanın görsel olanla daha fazla destelenmesine ihtiyaç var gibi gözüküyor....Dimitrios'un ve Filoksenos'un el değiştiren dünya haritası üzerinde -kendi ülkelerini ve işgal ettikleri/edecekleri ülkelerin yerlerini arama hallerindekiacemilikleri, beceriksizlikleri, hala dünyadaki/hayattaki koordinatlarını tanımlayamamış olmalarındaki zavallılığı göstermesi açısından, belleklere kazınan oldukça iyi iki sahne.Görsel açıdan güçlü başka bir sahne de; Haris'in yaptığı heykellerde, canlı oyuncuların kullanıldığı ve istenilen formlara dönüştürüldüğü sahnedir. Keşke bu tür sahneler "buluş" düzeyinde kalmasa ve oyunun geneline yayılabilseydi. Belki de altı tablodan oluşan bu oyunun her tablosunun akla kazınan bir fotoğrafının olması gerekiyordu. Ne yazık ki oyun süresince görsel dilin avantajlarından yeterince iyi yararlanılamamış. Rodosluların kendi coğrafyalarını nasıl yağmaladıklarına ilişkin en ufak bir iz yok sahne üstünde. Dimitrios'un Urania ile sevişebilmek için komutan üniformasını çıkardığında giydiği, etrafındaki herkesi hayrete düşüren ve oyunun final sahnesine kadar üstünden çıkarmadığı kıyafetin, seyircinin kavrayamadığı simgesel bir anlamı var. Seyirci, Dimitrios'un etrafındakilerinin niye bu kadar hayret ettiğini anlıyamıyor, çünkü giydiği yeni kıyafetin üniformadan pek bir farkı yok; üniformayla benzer bir tasarım, aşağı yukarı aynı renkler, aynı tonlar. Yazarın
"Savaş Baba", Mart Programı/Afife Jale Sahnesi-Ortaköy 17 Mart Cuma, 20.00 26 Mart Pazar, 15.30 (Gençlere ücretsiz) 31 Mart Cuma, 20.00
Ulusal Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Günü Bildirisi > Ahmet Önel
Günümüzde bir gerçeğin altını çizmekte yarar var; her şeyi onun üstüne bina ettiğimiz, kendisini gelecekle özdeşleştirdiğimiz çocuklarımızın "çocuk ömürleri" giderek kısalıyor. Uzak değil, yakın çevremize dikkatle baktığımızda da görebileceğimiz bir gerçektir bu. Aslında, "çocuk ömrü", insan hayatının belki de en dokunulmaz, en günahsız, en kutsal dönemi değil midir? Ne ki, yine içinde yaşadığımız dönemin tüm değerleri yerle bir eden hoyrat tavrı, sözünü ettiğimiz çocuk ömrünün kısalmasının başlıca gerekçesi. Sonuçta küçük insan, daha gözünü açmadan, dünyayı tam olarak algılayamadan ve en acısı öz benliğini zenginleştirecek düşler inşa edemeden kendisini hayatın tam ortasında buluyor. Kimi hanelerde evin giderlerine katkı çabasının soğuk yüzü, düşlerin sıcaklığını acımasızca boğuyor. Biraz daha şanslı olanlar ekonomik kaygıyı değilse bile, belki ondan daha da acımasız olan sınav sistemlerinin amaçsız birer yarışmacısına dönüşüyorlar.
a
Sonuç olarak, günümüz dünyasında evde ya da sokakta giderek büyüyen bir yalnızlık, öncelikle küçük insanları tehdit ediyor. Sokak oyunları çoktan ölmüş; bireyler renkli camların, yapay aydınlıkların karşısındaki yalnızlığa mahkum edilmişlerdir.
ki, çocuk tiyatroları bu eksikliğin farkında olmakla yetinmeyip mızıkçılık yapma ve kuralları sarsma hakkını hala kullanabiliyor. Çünkü onlar dünyanın gidişatını iyi izliyor, antenlerini yeni yetişen kuşaklara ustalıkla doğrultabiliyor ve algılarını sürekli açık tutabiliyorlar. İçinde yaşadığımız dönemde düş gücünün coğrafyasını alabildiğine genişletmeye çalışan savaşımcılara her zamankinden daha çok gereksinim var. Günümüzde çocuk tiyatrosuna gönül veren sanatçılar yeni arayışların peşine düşüyor, farklı anlatım yöntemleri deneyerek arayışlarını sürdürüyorlar. Şanslıysak, karşılarına çıkan her boy rakiple kıyasıya mücadele edeceklerine, daha da önemlisi bu çabalarını dünden yarına usanmadan sürdüreceklerine de tanık olacağız.
pe cy
Tiyatro bu umutsuz fotoğrafın farkında olan ve çözüm olmaya hazır bekleyen bir sanat dalıdır. Çünkü tiyatro, tıpkı sahneye çıkanların da örnekledikleri gibi, hayat karşısında paylaşmayı, dayanışmayı ve sevgiyi önerir. Özellikle başlangıcından bu güne değin, çocuk tiyatrolarında sahnelenen oyunların sözünü ettiğimiz bu temalar doğrultusunda hazırlandığı bir gerçektir. İnsan ve doğa sevgisi, barış içinde yaşanan bir dünya özlemi, paylaşma ve dayanışma duygusu yeni öyküler ve anlatım biçimleriyle küçük izleyicileriyle buluşmayı bu gün de sürdürüyor. Bu nedenle çocuk tiyatrosu yapan sanatçılar, meslek aşkının ve tiyatro sevdasının da ötesinde, bilgiyle donanarak yeteneklerini hayatla buluşturmakla yükümlüdürler.
Çocuk tiyatrosu özveri isteyen bir uğraştır. Sahnede varolma egosunun çok ötesine geçmeyi başarıp evdeki, sokaktaki, okuldaki çocuğun yanında olabilmeyi zorunlu kılar. Bundan ötürüdür ki, rastlantıyla olsun çocuk oyunu izleyen bir yazar mutlaka çocuk oyunu yazma arzusu duyacaktır; keza bir oyuncu çocuk tiyatrosu projesinde yer almanın çağdaş bir insan olma bilinciyle örtüştüğünü fark edecek, bir yönetmen böylesi bir çalışmada öncülük etmenin doğal bir görevi olduğunu düşünecektir. Sonuçta bu duyguyu hayata geçirecek tek olgu sorumluluk bilincidir. Tıpkı çocuk tiyatrosuna toplum olarak sahip çıkma sorumluluğumuzun olması gibi.
Çocuk tiyatroları söz konusu olduğunda ilk elde akla gelen her düşüncenin ışığa boğulması, renkler barındırması, gülümseme yüklenmesi kaçınılmazdır aslında. Ne ki, sıklıkla yinelenen bu temiz ve masum düşünceler insanı bambaşka bir yanılgının da içine çekiyor. Yaşadığımız dünyanın , bir zamanlar çocuk olan biz yetişkinlerin de paylaştığı masallara hiç benzemediğini fark ediyor ve bu tuhaf yanılgının bedelini çocukluklarından çalmak suretiyle yine onlara ödetiyoruz. Günümüz dünyasında sürekli kazanan , ipi her yarışta önde göğüsleyen ve tüm rakiplerini bertaraf eden yeni masal kahramanlarına gerek duyuluyor. Sunduğumuz modeller, içinde yüzdüğümüz yanılgı nehrinde bizlerle birlikte sürükleniyor ve çocuğuyla yetişkiniyle o hiç saygı duymadığımız değerlere kolaylıkla teslim oluyoruz. Belki de yanlışı ayırt etmemiz için elinden tutulup çocuk tiyatrolarına götürülenler yetişkinler olmalı ; çünkü en az çocukları kadar onların da masallara gereksinimleri var. Bu denli kıyıcı bir dünyada yaşamakta oluşumuzu başka nasıl açıklayabiliriz ki? Öyleyse bu gerçeğin altını bir kez daha ve hep birlikte çizmenin tam zamanı: sözünü ettiğimiz türden bir yabancılaşma yalnız küçük insanları değil, dünyanın geleceğini de tehdit ediyor. Ancak ne güzel
İyi niyetli yinelemeler kimi zaman yenilginin göstergesidir aslında. Savaşsız bir dünya, kirlenmemiş doğa, insanca yaşanacak bir gelecek, sıklıkla yinelediğimiz beklentiler arasındadır. Çaresiz bir biçimde dile getirdikçe yenilgiyi pekiştirse de yinelemekten asla vazgeçmeyeceğimiz düşüncelerdir bunlar. Ancak, unutmamamız gereken bir gerçek var; düş gücünden beslenmemiş hiçbir düşünce yarını hazırlayamaz. Bu nedenle çocuk tiyatrolarında iyi, yetkin ve içtenlikle dile getirilmiş bir söylem, genel geçer kurallarla çatışsa bile eninde sonunda bir yolculuk başlatacaktır. Evet, adresi düş kurmanın güzelliğine çıkan gerçek bir yolculuk! Yediden yetmişe gereksinim duyduğumuz gıda bu değil mi yoksa? "Bir zamanlar bir çocuk varmış..", diye başlayan bir masal duymak en büyük korkumuz olmalı bu yüzden. Çocukluğun yalnızca masallarda kalması düşüncesi uykularımızı kaçırmalı. Nükleer tehlike, ölüp giden doğa, kaybolan bir çocukluktan daha az tehlikeli değil. Günün birinde masalını yitirmiş bir dünyanın çölleşmiş bir göktaşına dönüştüğünü görmek karabasanımız olmalı. "Çocuk ömrü" olabildiğince hayatta kalmalı bu nedenle; yeşertilmeli, yaygınlaştırılmalı. Evrenin yaşam vadeden yegane bahçesindeyiz ve bu eşsiz bahçeyi rengarenk ve canlı tutacak çabalardan birinin çocuk tiyatroları olduğunu unutmamalıyız. Bu tespit çocuk tiyatrolarının önemini bir kez daha belirliyor. Çünkü geleceği güzel kurulmuş düşler, iyi anlatılmış masallar ve özenle hazırlanmış nice güzel oyunlar kuracak.
Çocuklar İçin...
Çocuk Tiyatrosu > Editör: Nihal Kuyumcu > nihalkuyumcu@tiyatrodergisi.com.tr
Çocuk tiyatromuz tıpkı diğer çocuklarla ilgili alanlarda olduğu gibi her zaman üvey evlat muamelesi görmüştür. Çocuk tiyatrosu atlama tahtası olarak kullanılan bir yerdir. Çocuk tiyatrosu çocukça(!) şeylerin yapıldığı, iki komiklik, iki şaklabanlık yapılarak çocukların oyalandığı bir yerdir. Çocuklar için okuma yazması olan herkes oyun yazabilir. Herkes çocuk tiyatrosu yapabilir. Devlet desteği hiç verilmese de olur. 1935 den bu yana çocuklar için perde
Tiyatro Yeniden, "Çocuk Kültür Merkezi" projesini UPS'in desteği ile Zeytinburnu'nda hayata geçiriyor. "Çocuğun küçük yaşlarda sanatla tanışması, onun gerek hayata bakışı, gerekse estetik duygusunun gelişimi açısından çok önemli. Bu yaşlarda kazanılan sanat sevgisi süreç içinde güzellik sevgisine, bilgi sevgisine, insan sevgisine dönüşebiliyor. Birkaç iyi örnek dışında, çocuklara yönelik sahne çalışmaları tümüyle el yordamıyla yapılıyor. Ne bir akademik birikim, ne de uzmanlaşmış kadrolar mevcut. Bu konuda uzmanlaşmak isteyen sanatçılar için yeni bir üretim alanı açmak gerekiyor." diyen proje sorumluları, Kültür Merkezi'nin gerekli altyapı çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte, 23 Nisan 2006 tarihinde açılacağını duyurdu.
a
açan ülkemizde çocuk tiyatromuzun genel durumuna baktığımızda
Zeytinburnu'nda Çocuk Kültür Merkezi
ne yazık ki bu iddiaların, bu düşüncelerin hiç de havada kalmadığını
cy
görüyoruz.
Dergimiz "Tiyatro.. .Tiyatro..." geçmişte bu alana sahip çıkmış, Türkiye'de Çocuk Tiyatrosu'nun gelişme sürecine ivme
kazandıracak önemli noktalara imzasını atmıştır. Örneğin
Cumhuriyet tarihinin ilk çocuk tiyatrosu kurultayı 1998 de derginin girişimleriyle düzenlenmiştir. Yine aynı dönemde düzenlediği bir
pe
dizi seminerle yurt dışından getirdiği uzmanlar, katılımcılara çocuk tiyatrosu yapmanın o kadar da kolay olmadığını göstermiş, bir
çocuk oyununun ortaya çıkma sürecinde neler yapılması gerektiğini atölye çalışmalarıyla uygulamalı olarak anlatmışlardır.
Kültür Merkezi'nde, çocuklarla ilgili kaliteli ürünlerin sergilenmesinin yanısıra; çocuk tiyatrosunun gelişimi açısından bilgi alışverişi, iç eğitim çalışmaları, ulusal ya da uluslararası deneyimli sanatçıların atölye çalışmalarının gerçekleştirileceği; uzman akademisyenlerin, sanatçıların katılımıyla paneller, söyleşiler yapılacağı, ASSITEJ (Uluslararası Çocuk Ve Gençlik Tiyatroları Birliği Türkiye Merkezi) ile ortak projelerin hayata geçirileceği belirtiliyor
Çocuk tiyatrosu ile ilgili bir iki sayfalık bir eleştiri yazısı hatta
zaman zaman iki paragraflık bir tanıtım ya da bir duyuru yazısı çoğu kez yazılı basında yer bulamazken Dergimiz her zaman
GÖLGENİN CANI
sayfalarını açmıştır. Yeni aldığı bir kararla bundan böyle Çocuk Tiyatrosu konusunda daha çok eleştiri, duyuru, tanıtım yazılarına yer verecektir. Bu bağlamda bu konuda çalışan herkesin katkıları bizim için önemli. İstanbul dışında oynanan çocuk oyunları ile ilgili yazılar sayfalarımızı zenginleştirecektir. Ayrıca "Dünya çocukları neler seyrediyor" başlığı altında diğer ülkelerden çocuk tiyatrosu grupları ile oyunlarının tanıtımlarına yer vereceğiz. Tabi bu alanın gerçek sahipleri olan çocuklarımızın, anne-babaların oyunlar hakkındaki düşünceleri de önemli. Dileriz bu sayfalar, bu alanla ilgisi olan herkese ulaşır. Nihal Kuyumcu
Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Fikret Terzi Yöneten: Osman Nuri Ercan Sahne ve Giysi Tasarımı: Özge Şenol Işık Tasarımı: Kemal Sağlam Müzik: Kemal Günüç Oyuncular: Arzu Balcı, Murat Ateş, Atilla Kılıç, Mehmet Fatih Demirel, Murat Özgen, Celal Murat Usanmaz, Seda Özgiş, Serap Eti, Banu Gülsüm, Güngör İnal. "Geleneksel Türk Gölge, Kukla Tiyatrosu ve Orta Oyunu kahramanlarıyla; kötü karakter Binbirkılık'ın çatışmasıyla sevgiyi, dostluğu, dayanışmayı örnek alarak, 'barışa sahip çıkmak' gibi evrensel bir temayı içeriyor." İletişim: 0312 309 24 12
Kedi ile Palyaço
> Başak Erzi > basakerzi@yahoo.com Oyunun Adı: Kedi ile Palyaço Tiyatro: İ.B.B. Şehir Tiyatroları Yazan: Erhan Özçelik Yöneten: Hikmet Körmükçü Sahne-Giysi Tasarımı: Aysel Doğan Işık Tasarımı: Cengiz Özdemir Müzik: Deniz Noyan Oyuncular: Selin Türkmen, Çağatay Çakıroğlu. söylemekte fakat Palyaço ile dostlukları geliştikçe aralarındaki güven ilişkisi de artmaktadır. Oyunun geneline yayılan arkadaşlığın önemi, insan - hayvan sevgisiyle de birleşerek oyunun dostluğa önem veren ana izleğini oluşturmaktadır. Bu yapılırken, "hayvanları sevin" ya da "dostlarınıza önem verin" gibi didaktik ifadeler kullanmak yerine insana dair samimi bir hikaye anlatılmaktadır.
Erhan Özçelik'in yazıp Hikmet Körmükçü'nün yönettiği "Kedi ile Palyaço" isimli çocuk oyunu, 2005-2006 sezonunda İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sergilenmektedir. İki kişilik oyunda, Selin Türkmen kedi, Çağatay Çakıroğlu ise palyaço rolünde seyirci karşısına çıkıyorlar. Temelde palyaçoluk yapan bir tiyatro okulu öğrencisiyle bir kedinin dostluğunu konu alan oyunda, oyuncular çocuklarla sürekli iletişim halinde olarak onları da oyunun bir parçası haline getiriyorlar. Oyun iki perdeden oluşuyor ve yaklaşık 1 saat 15 dakika sürüyor.
a
Oyun henüz başlamadan, seyirciler salondaki yerlerini alırken sahnede, kendi kendine dolaşan, oynayan bir kedi gözümüze ilişiyor. Derken, ışıklar azalır, Palyaço telaşla sahneye gelir ve geç kaldığı için çocuklardan özür dileyerek oyunu başlatır. Daha sonra neden geç kaldığını anlatmaya koyulur. Bu sırada sahnede bulunan Kedi ile başlayan kaçma kovalama oyunları, giderek aralarında bir dostluğun oluşmasına neden olur; Palyaço ile Kedi birbirlerine hikayelerini anlatırlar. Palyaço, aslında çok sevdiği fakat kaybettiği kedisi Çörek'i aramaktadır, Kedi ise sahibini bulmak için yollara düşmüştür. İkilinin arkadaşlığı ilerledikçe, Kedi, Palyaço'nun Çörek'i ne kadar çok sevdiğini ve evden ayrılırken Çörek'i yanına almadığına ne kadar çok pişman olduğunu öğrenince gerçek kimliğini açıklar. Kedi aslında Palyaço'nun aradığı kedisi Çörek'tir ve kılık değiştirmiştir.
Palyaço karakteri, oyunun genel akışını belirlemektedir. Hikayeyi anlatmaya başlayan ve çocuklarla konuşan, sorular soran ve hatta oyunun bir bölümünde ufak ısınma egzersizlerini çocuklara yaptıran kişi Palyaço'dur. Çocukları güldüren espriler de daha çok Palyaço'nun sakarlığı ve yanlış anlamaları üzerine kuruludur. Basit bir hikayeye sahip olan oyun da zaten olay akışından çok Palyaço ve Kedi'nin birbirleriyle uğraşmaları ve Palyaço'nun komik tavırları ve esprileri üzerinden akmaktadır. Oyunun bu yönüyle sağlam bir öyküye sahip olmaması başlıca eksikliği olarak belirtilebilir. Çatışma, Palyaço ve Kedi'nin birbirleriyle olan ilişkileri üzerine kurulmuştur, fakat, daha çok Palyaço'nun sakarlıkları üzerine kurulan espriler oyunun bütününe çok fazla hizmet etmemekte, oyun, sadece çocuktan güldürmeye çalışan bir Palyaço gösterisine dönüşmektedir. Diğer yandan, Palyaço karakterinin doğru kullanılmasının konu bütünlüğündeki eksikliklerin giderilmesi açısından oyuna katkıda bulunduğu söylenebilir ki bu noktada oyunculukların da ön plana çıktığı görülmektedir.
cy
Palyaço rolündeki Çağatay Çakıroğlu ile Kedi rolündeki Selin Türkmen, iki genç oyuncu olarak beden kullanımları ve çocuklarla kurdukları sıcak diyalogla dikkat çekmektedirler. Selin Türkmen'in doğru gözlemlerle kedilerin belirgin hareketlerini başarıyla canlandırılması çocukların sahnede gerçekten bir kedi olabileceğini düşünmelerine yardımcı olmuş, böylece sahnede yaşanan gerçekliğe daha çabuk adapte olmalarını sağlamıştır. Diğer yandan Çağatay Çakıroğlu'nun sahne sempatisi ve yaptığı işten zevk alması çocuklara da yansımakta, oyunun başarısını destekleyen unsurlardan biri olmaktadır.
pe
Oyunun, kimi eksikliklerine rağmen, özenli bir şekilde sahneye konulduğu görülmektedir. Gerek ödenekli tiyatrolarda gerekse özel tiyatrolarda sergilenen çocuk oyunlarında çoğu kez önemsenmeyen fakat oyunun doğru yere ulaşarak doğru algılanması için gerekli olan hedef yaş grubunun oyunun broşüründe belirtilmesi bunun en önemli göstergelerinden biridir. Bununla beraber, yaş grubu belirtilirken yalnızca alt sınırın belirtilerek, oyunun bu yaş ve üstüne tüm insanlar için olması gerekirken, Kedi ile Palyaço'da 5 ile 8 yaş olmak üzere hem alt sınır hem de üst sınır belirtilmiştir. Yine de oyuna 8 yaşından büyük çocukların da gelmesi ve bu çocukların da oyunu diğerleri kadar ilgiyle izlemeleri ve zevk almaları oyunun başarısını göstermektedir. "Kedi ile Palyaço" çocuklarla iletişime geçmesi ve onları sürekli olarak oyuna katılmaya teşvik etmesi açısından başarılı bir oyun görünmektedir, ancak, oyunun Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesi gibi büyük bir salonda oynanması, oyuncuların çocuklarla etkileşimim olumsuz yönde etkilemektedir. Arka sıralara kadar dolu olan salonda, arkada kalan çocuklar oyunu takip edemeyerek bir süre sonra sıkılmaktalar. Gerek metin gerekse seyirciyle iletişim kurma özellikleri açısından ufak bir salonda ya da bir oyun alanında sergilenmeye daha uygun olan oyun, salonun dezavantajları nedeniyle etkisini kaybetmektedir.
Oyunun didaktik bir yapısının olmaması ve bunun yerine güzel bir dostluğu anlatması da olumlu yönlerinden birini oluşturmaktadır. Kedi, oyunun başlarında insanlara güvenmediğini çünkü insanların kedilerin kuyruklarına konserve kutuları bağlayarak ya da patileri arasına gazoz kapağı sıkıştırarak onlara kötü davrandıklarını
Sahnede dekor ve kostüm olarak gösterişli bir mizansenden kaçınılmıştır. Dekor olarak iki adet tekerlekli kafes iskele kullanılmıştır. Bu kafes görünümlü iskeleler oyunculara, özellikle de Kedi'ye uygun oyun alanları yaratmaktadır. Gerekli olan aksesuarlar sahneye yayılmış, sahnede fazla bir kalabalıktan kaçınılınmıştır. Oyuncuların kostümleri ise kim olduklarını betimlemeye yardımcıdır. Palyaço ise klasik bir palyaço kostümünün her unsurunu taşımamakla birlikte, palyaçoluk yaptığım belli edecek kırmızı bir burun ya da farklı renkte pabuçlar gibi aksesuvarlar kullanmaktadır. Benzer olarak ışık kullanımında da sade bir ışık rejisi tercih edilmiştir. Yalnızca yağmurlu ve fırtınalı havayı anlatmak için hızlı yanıp sönerek kesik bir görüntü yaratan ışık kullanılmıştır. Oyunda zaman zaman Kedi ile Palyaço'nun söylediği şarkılara da yer verilmiştir. Oyunun bütününe bakıldığında, genel olarak çocuklarla etkileşim içerisinde ilerleyen bir yapıya sahip olması ve çocukları oyundan soğutacak bir didaktiklikte olmaması, oyunun en önemli avantajlarıdır. Bununla beraber, oyunun konu bütünlüğünün zayıf olması ve sahnenin oyunun yapısına ters düşmesi oyunun başarısını engelleyen unsurlardır. Buna rağmen, yaş grubunun belirtilmesi ve çocukları da oyuna katmaya çalışan bir yapıya sahip olması, ülkemizde önemli eksikliklerle ilerleyen çocuk tiyatrosu için olumlu adımlardır.
Bir masal kolajı A l t ı n
> Yasemin Özcan > ysmn_ozcn@yahoo.com
Kız
Oyunun Adı: Altın Kız Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: Keva Apostolova Çeviren: İsmail Bekir Ağlagül Yöneten: Aleksander Berovski Sahne-Giysi Tasarımı: Marina Yaneva Kukla Tasarımı: Hannah Swartz Işık Tasannu: Önder Arık Müzik: Özgür Devrim Akçay Oyuncular: Deniz Atlaş, Bihter Gülgeç, Burcu Barutçuoğlu, Destan Batmaz, Utku Güneş, Elif Verit, Reha Kadak, Gökhan Esentürk, Senem Karabıyık, Ethem Tuncay.
"Bulgar Artistler Birliği"nce 2000 yılının en iyi oyunu seçilen, Keva Apostolova tarafından yazılan ve Türkçe'ye İsmail Bekir Ağlagül'ün çevirdiği "Altın Kız" adlı oyun İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenmektedir.
Babası da Altın Kız kadar pasiftir. Devamlı ezilmekte ve horlanmakta fakat buna karşı gelememektedir. Üvey Anne ise yerleşmiş bir kanının kurbanı olmuş ve kötü sevimsiz kadın imajını yüklenmiştir. Üvey Kardeş de böyledir. Oyunda kişinin kendi kanından olmayan, aileye sonradan dahil olanlara karşı süre gelen güvensizlik duygusu pekiştirilmiştir. Her üvey anne ya da kardeş kötü olmak zorundadır gibi bir alt düşünce verilmiştir. Günümüzde, parçalanmış ailelerin hiç de azımsanmayacak sayıda olduklarını ve seyircilerin arasında bu sorunu yaşayan çocukların olduğunu düşündüğümüzde bu durum, önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla böyle sorunlar yaşayan çocuklarda bu durum sonucu oluşan bir önyargı oluşması kaçınılmazdır. Çocuklara, yeni anne ya da babanın kötü kalpli ve sevimsiz olabileceği, korkusunu, kaygısını yaşatacak, çocukta böyle duyguların ve düşüncelerin pekiştirilmesine neden olacaktır.
a
"Altın Kız" adından da anlaşıldığı gibi iyi yürekli, merhametli, sevecen, yardım sever bir kızın masalıdır. Babası, Üvey Anne'si ve Üvey Kız Kardeş'i ile yaşamaktadır ve tıpkı Külkedisi masalında olduğu gibi Altın Kız, Üvey Anne'si ve Üvey Kız Kardeş'i tarafından hiç sevilmez. Yaşadıkları yere Prensin kendine bir eş seçmek için geleceğinin haberinin alınması ile olaylar gelişir. Üvey Kız Kardeş, Prens'in kendisini seçmesini istemektedir. Prens'i şarkı söyleyerek etkilemeyi düşünür. Altın Kız'dan ona şarkı söylemeyi öğretmesini ister. Fakat Altın Kız bunu yapmak istemez. Üvey Kız Kardeş, Altın Kız'ın bu tavrıma öfkelenir ve Prens'in resmini göstererek onu kandırır. Altın Kız resmi görür görmez prense aşık olur. Üvey anne prensin öz kızını seçme şansını artırmak için Altın Kız'ı evden uzaklaştırmaya karar verir. Kocasını bu konuda ikna ederek onları ormana yollar. Ormanda babasından ayrılan Altın Kız kaybolur ve Kanatlı Karınca ile karşılaşır. Kanatlı Karınca'yla perilerin şarkılarım dinlemeye ve danslarını seyretmeye gider. Periler Altın Kız'ı çok sever ve kardeşleri olmasını isterler. Buna Altın Kız'ı çok seven Horoz izin vermez. Kanatlı Karınca, Altın Kız, Horoz perilerin yanından ayrılır ve Kanatlı Karınca'nın ninesinin evine giderler. Altın Kız'ı seven nine, onu yaratıklarını beslediği ve evini temizlediği ayrıca da iyi yürekli ve akıllı bir kız olduğu için dereye götürerek altın suyuna batırır. Evine dönen Altın Kız'ı bu şekilde gören Üvey Anne kendi kızının da altın olması için onu da ormana yollar. Lakin iyi yürekli olmayan öfkeli ve sabırsız kız nine tarafından derenin siyah sularına batırılarak kapkara bir kız olarak evine döner. Prensin karşısına çıkan Üvey Kız, kardeş prens tarafından beğenilmez. Prens tabii ki(!) görür görmez Altın Kız'a aşık olur ve onunla evleneceğini ilan eder. Altın Kız, Üvey Annesi ve kız kardeşini affettiğini söyler ve masal mutlu sonla biter.
önemli şey ise herkese karşılıksız yardım etmesidir. Sadece Üvey Kız Kardeş'ine şarkı söyleme konusunda yardım etmez, ama, onun için de gerekli mazereti vardır. Nazik ve kırılgan yapısı zedelenmiş üzülmüştür, şarkı söyleyecek havada değildir.
pe cy
Oyundaki önemli noktalardan bir diğeri Altın Kız'ın yaptığı iyilikler karşısında, kalbi gibi bedeninin de altınla kaplanmasıdır. Bu durum her iyilik maddi çıkar beklentisi ile mi yapılmalıdır veya iyilik yapan her insan iyiliğinin karşılığını almalı mıdır sorularını akla getirir. Oyuna göre, yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz. İyilik de kötülük de. Ama günümüzde kötülükler karşılıksız kalmasa bile iyilikler en azından maddi anlamda, altın kadar değerli şeylerle karşılık bulmamaktadır. Ayrıca oyunda, soyut-manevi- değerlere illaki maddi bir karşılık bulmak ya da vermeye çalışmak zorunlulukmuş gibi gösterilmiştir. Birilerine yardım eden kişinin muhakkak ki bunun karşılığını almaya hak kazandığı ve hatta bunu talep etmeye hakkı olduğu gösterilmiştir. Karşılıksız yardım yapılmaz/yapılamaz gibi bir durum olumlanmıştır. Ayrıca, Altın Kız'a bedeni altınla kaplanmadan önce bunu isteyip istemediği hakkında da hiçbir şey sorulmamıştır. Birileri onun yerine düşünmüş karar vermiş ve uygulamıştır. Altın Kız da her zamanki iyi niyeti ile pasif kalmış kabul etmiştir. Bu durum çocuklara, her iyilik sever insanın, ona yapılacak her şeye razı olması gerektiği fikrini verebilir. Oyunda en azından Altın Kız'a fikri sorulmalı, gerçekten altın olmaktan memnun kalıp kalmayacağı sorulmalıydı. Böyle bir konuda bile kızın kendi hakkında söz sahibi olabileceğinin altı çizilmiş olurdu böylece.
Başlangıçta Külkedisi'ne benzer bir konuya sahip gibi görünen masal, ilerleyen olaylarla bir başka çok bilinen masal olan Hansel ve Gretel'le benzerlik gösteriyor ve ardından iyiliğin altın gibi değerli bir şeyle mükafatlandırılması ve iyilerin mutlu olması ile her masal gibi klasik bir sonla noktalanıyor. Özgün özelliklerin pek yer almadığı ve masal kolajını andıran öyküsü ile "Altın Kız" en azından sahnelemede ufak tefek de olsa özgün birkaç detaya sahip. Masalı oluşturan ayrıntıların, çok bilinen diğer ünlü masallardan alınmasına rağmen "Bulgar Artistler Birliği" tarafından yılın oyunu seçilmesi ise düşündürücüdür. Altın Kız melek gibi saf ve masumdur oyunda. Hiç kimseye ve hiçbir şeye kötülüğü dokunmaz. İyi niyetli ve iyilik severdir. Aslında fazlaca iyidir -saftır-. Kaderci bir yönü de vardır. Babasının Üvey Anne'si hakkındaki yakınmalarına "Bizim de yazgımız böyleymiş, babacığım" diyerek boyun eğer. Elindeki ile yetinme, olana razı olma, sabretme gibi özellikler onu olumlayan yönlerdir. Ayrıca iyiliğinin bir simgesi olarak çok da güzeldir. Onu olumlayan diğer
Oyunda çocukların interaktif katılımını sağlayacak hiçbir özellik yoktu. Ne çocuklara sorular sorulup cevaplar arandı ne de oyun sırasında gelişen olaylarla ilgili yardım talep edildi. Çocuklar da oyun kahramanı kadar pasiftiler katılım konusunda. Çok sade ve ilgi çekmeyen bir dekora sahipti oyun. Ev izleniminin sadece iki saksı çiçek ve bir masa ile sağlanması, ayrıca orman sahnelerinin de sahneyi boydan boya kaplayan çubuklardan oluşmuş perde ile oluşturulmaya çalışılması özensizdi. Ev sahnelerinde olay evden ziyade evin bahçesinde meydana geliyormuş gibi gösterilebilir, böylece bahçe dekoru orman olarak da kullanılmış olurdu. Orman dekoru da sıradan iki ağaç bir çalı biçiminden ziyade oyunun masalsı
> Yeni Oyunlar yapısını da destekleyecek ölçüde sıra dışı renklerle boyanmış ağaç, sarmaşık, çalı vb. malzemelerden oluşabilirdi. Sahnenin tepesinden sarkan çiçekler ve sarmaşıklar Altın Kız'ın ormanda kaybolduğu ve perilerin dans ettikleri karanlık sahnelerde yapılan fosforlu ışıklandırma ile çubuklu perdeden daha dikkat çekici ve masalsı atmosferi destekleyici olabilirdi. Çocuk oyunlarındaki görselliğin çocuğun ilgi ve merakını zinde tutmada ne kadar önemli olduğu ve Devlet Tiyatrosu gibi bir kurumun olanakları düşünüldüğünde dekordaki özensizlik hemen ortaya çıkmaktadır. Müzikler ve şarkılar akılda kalacak kadar vurucu değildi. Özellikle orman sahnesi öncesinde söylenen şarkının sözleri hiç anlaşılmıyordu. Horozun açılışı yaptığı şarkı ise hoş ve eğlenceli idi ama onun da akılda kalacak kadar dikkat çekici bir yanı yoktu.
BENCİL DEV Tiyatro: AST Yazan: Bilgin Adalı Yöneten: Cengiz Sezgin Sahne Tasarımı: Kena Ürüt Giysi Tasarımı: Özge Şenol Işık Tasarımı: Murat Atmış Müzik: Ali Seçkiner Oyuncular: Ozan Çelik, N. Eda Erçin, Erdem Ulusal, Şenol Önder, İlkay Kayku, Ebru Erten, Esin Önder, Ayşegül Ünlü, Petek Ocakçı, Vedat Baltacı, Hande Ağaoğlu, Nalan Güreş, G. Cavga, G. Aldemir.
Kostümler ise çocukların ilgisini çeken parlak renklerden seçilmişti. Altın Kız'ın sevimliliğini yansıtan kırmızı çizmeleri, Babasının her hapşırdığında burnunu sildiği kocaman mendili, Üvey Anne'nin koca poposunu ve göbeğini simgeleyen balon elbisesi, yüksek topuklu çizmeleri, horozun fosforlu çizmeleri ve kırmızı tüylü kostümü oyundaki yaratık kuklaları kadar ilgi çekiciydi. Ayrıca oyunda Altın kızın zayıf olması ve parlak güzel bir elbise giymesine nazaran Üvey Anne'nin koyu renkli balon elbisesi "şişman olan kötüdür, zayıf olan iyidir" düşüncesini pekiştirmekteydi. "Hayatın paylaşarak güzelleştiği dünyamızda, çıkarlarımızı düşünerek bulunduğumuz davranışlar, bencil bireyler olmamıza neden oluyor. Bu oyun 'Sevgi'nin ve 'Paylaşım'ın ne kadar önemli olduğunu anlatıyor." İletişim: 0312 417 76 76
a
Salon fazla karartılmadığı ve karanlık orman sahnelerinde fosforlu kostümler ve yaratıklar kullanıldığı için çocuklar olumsuz bir tepki göstermediler. Özellikle orman sahnelerinde yer alan göz şeklindeki yaratıklar çok dikkat çekiciydi. Sahnelemedeki ilginç ayrıntılardan olan fosforlu ışık aydınlatmaları orman sahnelerindeki gizemli atmosferi iyi yansıtmıştı. Keşke dekor da bir o kadar özenli ve gizemli olabilseydi.
CEVİZ İLE KARINCA
Tiyatro: Fatih Belediyesi Tiyatro Topluluğu Yazan: Taner Barlas Yöneten: Ferhat Arslan Sahne Tasarımı: Mehrdad Enayati-Araz Vahit Giysi Tasarımı: Sevgi Tuba Işık Tasarımı: F.B.T.T., Muaz Ete Oyuncular: Pınar Yalman, Melda Narin, Yunus Emre Yıldırımer, Melih Yıldırım, Cengiz Eşiyok, Esra Tan, G. Fırıncıoğlu, Ö. Say.
pe cy
Hangi yaş grubuna hitap ettiğinin belirtilmediği oyun, genel itibari ile anaokulu çağı çocuklarının pek de ilgi ile izleyebilecekleri görsellikte değildi. Ayrıca her ne kadar orman sahnelerinde salon karanlık olmasa da fosforla renklendirilmiş yaratıklardan korkma ihtimalleri vardı. Oyunun buraya kadar yazdıklarımızdan yola çıkarak alt yaş sının olarak yediyi önerebileceğimizi söyleyebiliriz. Masalsı öğelerin yer aldığı bu oyunda, sloganlara ya da açık öğütlerin parmak sallanarak verildiği bir ileti göze çarpmamaktadır. Ancak incelendiğinde bütüne yedirilmiş kaderci bir yaklaşımın varlığı söz konusudur ki, verilecek bir iki öğütten daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
"Ailesini kaybeden ceviz, örümcek ve yardımcısı Ağustos Böceği ile tanışır. Bu tanışmada cevizin kötü günlerinin başladığı andır. Zeki ve çalışkan karıncanın gelmesiyle umut bulan ceviz, tırtılın da aralarına katılımıyla yıkılması güç bir dostluk duvarı oluşturur." İletişim: 0212 533 15 55
HAYALLER CANAVARA KARŞI Tiyatro: Sarıyer Belediye Tiyatrosu Yöneten: Zuhal Öztürk Oyuncular: Zuhal Öztürk, Alper Kadayıfçı, Fatih Ayhan, Gülçin Fırtına, Tansu Yıldız, Gülşen Becerikler, Pınar Işık "Ormanın en güzel köşesine fabrika yapıp çocukların oyun alanlarını elinden alan kara adama karşı Kosti ile Musti'nin verdiği mücadeleyi anlatan müzikli çocuk oyunu." İletişim: 0212 271 60 99
> Yeni Oyunlar
NATHALİE
DÖNME DOLAP
Tiyatro: Aysa Prodüksiyon Yazan: Philippe Blasband Yöneten: Işıl Kasapoğlu Çeviren: Zeynep Avcı Sahne Tasarımı: Hakan Dündar Giysi Tasarımı: Canan Göknil Müzik: Joel Simon Oyuncular: Zuhal Olcay, Tilbe Saran
Tiyatro: Tiyatro İstanbul Yazan: Eric Assous Çeviren-Yöneten: Gencay Gürün Sahne Tasarımı: Nilgün Gürkan - Ersin Satgan Oyuncular: Cihan Ünal, Berna Laçin "Juliette ile Pierre bir akşam üstü aynı bara gelmiş, birbirleri ile konuşmaya başlamış, birbirlerine kısa zamanda ısınıp Pierre'in daveti üzerine bir içki içmek üzere onun evine gitmişler. Gece ancak başlamaktadır." İletişim: 0212 216 40 70
"İki kadının erkekler konusunda bir araya gelmeleri bildik bir şeydir belki;ama bu kez durum hiç de tanıdık değil. Kadınlardan biri olan Sonia eşinden ayrı yaşayan bir opera sanatçısıdır, eşi (Jean-Lue) ise viyolonsel sanatçısı. Sonia boşanmaya doğru giden ayrılıklarından eşini sorumlu tutar, durumun altından kalkmak için de kendine bir çare arar." İletişim: 0212 293 08 09
ASKERİN ÖYKÜSÜ
pe
cy
a
Tiyatro: Tiyatro Anadolu&Anadolu Senfoni Orkestrası Yazan: Ferdinand Ramuz Çeviren: Cevat Çapan Yöneten: Erol İpekli Koreografi-Dans: Senem Oluz Oynayan: Erol İpekli Orkestra: Şenol Aydın, Gökhan Gençler, Volkan Coşar, Kaya Kılıç, Sevginur Tandoğdu, Esra Gümüştaş, Berk Şençolaklar. "20. yüzyılın önemli müzisyenlerinden biri olan Igor Stravinsky 'Askerin Öyküsü'nü gezgin, küçük bir tiyatro için besteler ve onun okunmasını, oynanmasını, dansa dönüştürülmesini ister. Bir masal ortamı içinde, Faustus temasına göndermelerde bulunan yapıt, sonsuz bir zenginliğin karşısında ruhunu şeytana satan genç bir askerin öyküsünü anlatır. Sahnede dile getirilenin ardında ise çarpıcı bir 'savaş karşıtlığı'yatar; ünlü düşünür Adorno'nun söylemiyle: tek inandırıcı gerçeküstü manifesto"
İletişim: 0222 330 71 65
KADINLAR SAVAŞI (bu bir oyun değildir!)
Tiyatro: Tiyatro Boyalıkuş Uyarlayan: Zeynep Kaçar Yöneten: Jale Karabekir, Ülfet Sevdi, Bilge Açıkgöz Sahne Tasarımı ve Realizasyon Dan.: Bünyamin Bozkuş Sahne Karikatürleri: Tan Yücel Özel Giysiler: Fisun Bölat Işık Tasarımı: Bilge Açıkgöz Müzik: Murat Hasarı Oyuncular: Burçak Karaboğa, Elif Ongan Tekçe, Aynur Tokluoğlu, Hasret Canan Tutuş. "Oyununda, Antik Yunan tragedya ve komedyalarını kadın bakış açısıyla ele alınıyor. Aristofanes'in ünlü komedyası Kadınlar Savaşı 'ndan esinlenerek yazılan 'Bu Bir Oyun Değildir', kadınların savaşa ve şiddete karşı nasıl mücadele ettiklerini komediyle sunarken, diğer yandan da binlerce yıldır süregelen bu savaşları kadınlar açısından sorguluyor" İletişim: 0216 418 51 62
OLACAK ŞEY DEĞİL Tiyatro: Sarıyer Belediye Tiyatrosu Yazan: Michael Cooney Yöneten: Zuhal Öztürk Oyuncular: Zuhal Öztürk, Alper Kadayıfçı, Ünan Fatih Ayhan, Gülçin Fırtına, Zafer Çaltekin, Gökhan Türkal, Caner Kadayıfçı, Ecem Uzun, Arzu Yüce, Tülin Erkaltal
"Elektrik Şirketinde çalışan Eric Swan, işten çıkartılması ile sigorta şirketinden gelen çekleri haksız yere kullanmaya başlar ve amcasının yardımıyla inanılmaz kazançlar sağlar. Bir gün sigorta şirketinden teftişe gelen müfettiş Jenkins işleri iyice zorlaştırır. Eric durumu kurtarmak için hiçbir şeyden haberi olmayan Norman'ı işin içine karıştırır ve olaylar karmakarışık bir hal alır." İletişim: 0212 271 60 99
Yeni Oyunlar <
7 KADIN
ŞİDDET MARKET Tiyatro: Trabzon Devlet Tiyatrosu Yazan: Ben Elton Çeviren: Tarık Günersel Yöneten: İlkay Akdağlı Sahne Tasarımı: Tayfun Çebi Giysi Tasarımı: Funda Çebi Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Kadri Özcan, Mesut Yüce, Z.Ekin Öner, Utku Ölmez, Sinem Şahin, Aslı Artuk, Duygu Dokgöz.
İletişim: 0232 489 01 58
İÇERDEKİLER Tiyatro: Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Yazan: Melih Cevdet Anday Yöneten: Mustafa Kurt Sahne Tasarımı: Sertel Çetiner Giysi Tasarımı: Özge Şenol Işık Tasarımı: Kazım Öztürk Oyuncular: Selim Bayraktar, Fatih Topçuoğlu, Gaye Filiz Çele. "Tutuklama kararı olmadan 345 gün siyasi bölüm başkomiseri tarafından sorgulanan ve suçlanan öğretmenin direnci..."
cy a
"Oyun, Amerikan emperyalist sisteminin silahlarından biri olan sinema ve medyanın yarattığı şiddetin sonunda nasıl kendine döndüğü anlatılıyor." İletişim: 0462 326 56 91
Tiyatro: İzmir Devlet Tiyatrosu Yazan: Barbara Schottenfeld Çeviren: Sevgi Sanlı Yöneten: Metin Oyman Sahne-Giysi Tasarımı: Candan Günay Işık Tasarımı: Hasan Yalman Koreografı: Neslihan Öztürk Müzik: Zafer Çebi Oyuncular: Alev Soysal, Aylin Önal, Canan Erener, Nalan Örgüt, Neşe Arat Zindan, Seval Erözmen Kip, Yasemen Büyükağaoğlu. "Oyun, sorunlarına çözüm arayan kadınların öyküsüdür. Beklentileri hemen hemen aynı doğrultuda olan bu yedi farklı kadın, buluştukları terapi salonunda birkaç saate sığdırılan serüvende iç dünyalarını anlatırlar."
İletişim: 0462 326 56 91
HELİKOPTER
pe
Tiyatro: Sivas Devlet Tiyatrosu Yazan: Tuncer Cücenoğlu Yöneten: Erdal Gülver Sahne Tasarımı: Suar Seylan Giysi Tasarımı: Nalan Türkoğlu Işık Tasarımı: Mehmet Kumru Oyuncular: Mehmet Demiralp, H. Emre Başer, Fatih Özyiğit, Kerem Yücel, Menekşe Bendeş, Özgür Cengiz, Gülçin Çakır.
"Politika, bürokrasi, medya ilişkilerinin irdelendiği oyunda olaylar, yalnızlık, ölüm korkusu, kurtuluş ümidi ve umutsuzluk temalarıyla, birbiriyle çatışan ve uzlaşan güçler arasında gelişir." İletişim: 0346 225 79 94
HİTİT GÜNEŞİ Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Turgay Nar Yöneten: Zafer Kayaokay Sahne Tasarımı: Ali Cem Köroğlu-Berk Başak Giysi Tasarımı: Sevgi Türkay Işık Tasarımı: Zeynel Işık Müzik: Can Atilla Dans Düzeni: Nil Berkan Oyuncular: Cem Arabacıoğlu, Nazan Kırılmış, Demet Oran, Süheyla Elbaş, Elif Nutku, Serdar Seçkin, İbrahim Şahin, Taner Turan, Jale Çiçek, Turan Günay, Meltem Evcioğlu, E.Sitare Tuna. "İnsanoğlunun doymazlığı, elindeki ile yetinmezliği, aç gözlülüğünün evrensel teması içinde, doğum ve ölüm serüveni, ritüelik bir anlatımla binlerce yıl öncesini günümüzle özdeşleştiriyor." İletişim: 0224 221 29 44
SAYGILI YOSMA
Tiyatro: İ.B.B. Şehir Tiyatroları Yazan: Jean Paul Sartre Çeviren: Orhan Veli Kanık Yöneten: Hüseyin Köroğlu Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımını: Duygu Türkekul Işık Tasarımı: Özcan Çelik Oyuncular: Bennu Yıldırımlar, Burak Davutoğlu, Taner Barlas, Cengiz Tangör, Hakan Arlı, İbrahim Can, Mevlüt Demiryay, Caner Bilginer, Samet Hafızoğlu. "Fahişe Lizzie trende bir cinayet tanık olur. İki beyaz seyahat eden iki zenciden birini öldürmüştür. Diğer zenci kaçmıştır, neden olarak zencinin Lizzie 'ye tecavüze yeltenmesi olduğu iddia edilmektedir. Hayatta kalan zenci tüm şehir tarafından aranmaktadır. Lizzie ise ilk müşterisiyle geçirdiği mutlu gecenin ardından onun nelerin beklediğini henüz bilmemektedir." İletişim: 0212 219 10 78
> Yeni Oyunlar
KÖPEK, KADIN, ERKEK Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Sibylle Berg Çeviren: Sibel Arslan Yeşilay Yöneten: Hakan Çimenser Sahne Tasarımı: Suar Seylan Giysi Tasarımı: Funda Karasaç Işık Tasarımı: Şükrü Kırımoğlu Müzik: Can Atilla Oyuncular: Ekin Turan, Levent Şenbay, Mert Tanık "Yalnızlığa cesareti olmayan bir kadın ve bir erkek, onları yalnızlıktan kurtaracak bir sıradanlıkta buluşurlar. Gittikçe absürd bir hal alan ilişkilerinin tek tanığı olan köpek ise, kadın-erkek ilişkisinde kaçınılmaz olan iletişimsizliğin felsefesini anlatıyor." İletişim: 0312 309 24 12
BATAKHANE GÜZELİ Tiyatro: Erzurum Devlet Tiyatrosu Yazan: Erman Canatan Yöneten: Halil Akarsu Sahne Tasarımı: Sertel Çetiner Giysi Tasarımı: Özge Şenol Işık Tasarımı: Duran Güngör-Eser Dursun Müzik: Kemal Günüç Koreografı: Neslihan Öztürk Oyuncular: Fulya Yalçın, Sedat Şenoğlu, Serkan Kunter, Yasemin Ebrulun, Gökhan Kocaoğlu, Ergin Özdemir, T. Kutay Sungar, İrfan Kılınç "Bir kabadayı olan Aksaray'lı, pavyon kadını Gülperi'ye aşık olur ve onu pavyondan kurtarmaya çalışır. Ona düşman olan Kasapoğlu ise Gülperi'yi kaçırarak, ondan intikam almak isterken, gelişen durumlar olayları başka yöne sürükler..." İletişim: 0442 234 80 64
UÇURUMDA
NOTRADAME'IN KAMBURU
cy
a
Yazan: Ferhat Aslan Yöneten: Mehmet Benan Ülgen Koreografi: Eftal Gülbudak Sahne Tasarımı: Cem Kalkan-Rıza Hoşgör Giysi Tasarımı: Sevgi Tuba Işık Tasarımı: Cengiz Eşiyok Oyuncular: Cem Kalkan, Benan Ülgen, Ferhat Aslan, Binnaz Kaya, Zeynep Girgin, Melih Yıldırım, Hülya balcı, Şener Peksayılır, Ercan Erden, Birgül Bal, Sevgi Tuba, Zevcet Baytöre, Sonay Bahçekapılı, Şeyma Gümüş, Ceylan Okman, Songül Çık, Rıza Hoşgör, Şevki Sözen.
İletişim: 0212 533 15 55
pe
Tiyatro: Antalya Devlet Tiyatrosu Yazan: Victor Hugo Çeviren: Nilgün Temren Uyarlayan-Yöneten: Erdoğan Aydemir Sahne ve Giysi Tasarımı: Hakan Dündar Işık Tasarımı: Namık Gürsoy Oyuncular: Nihal Esen Özmanav, Mehmet Şahin, Hilmi Mutaf, Ayhan Demirtaş, Orkun Yılmaz, Y. Murat Sarı, R. Reha Özcan, Fadik Sevin Atasoy, Sedat Mayadağ, Nemci Çavdarlı, Ali Meriç, Ahmet Açıkgöz.
"Erdem, varlıklı bir ailenin iyi yetişmiş iki çocuğundan biridir. Henüz lise çağında olan Erdem, ailesinin güvendiği çalışkan, uysal ve yardımsever bir delikanlıdır. Sağlık durumu iyi olmayan Gonca 'ya yardım etmeye karar verir. Ancak neyle karşı karşıya olduğunun farkında değildir..."
MİSAFİR Tiyatro: Van Devlet Tiyatrosu Yazan: Bilgesu Erenus Yöneten: Nurhan Karadağ Sahne Tasarımı: Sertel Çetiner Giysi Tasarımı: Fatma Görgü Işık Tasarımı: Ahmet Karademir Müzik: Hasan Yükselir Koreografi: Selçuk Göldere Oyuncular: Uğur Çavuşoğlu, Mustafa Şen, Mustafa Çolak, Özgür Öztürk, Hüseyin Baylan, Caner Kadir Gezener, Esat Tanrıverdi.
VATANDAŞ
"Türkiye'den Almanya'ya giden Musa'nın Türkiye ve Almanya'da yaşadığı sosyal uyumsuzluk ve toplumsal dışlanmışlığının Türkiye'deki görüntüsü traji-komik bir dille
"Biçimini, ortaoyunu ve mask oyunculuğundan alan 'Vatandaş Oyunu', açık biçimin, hem evrensel, hem de geleneksel yönlerinin bolca sergilendiği, ayrıca türkülerin çalınıp söylendiği bir oyun." İletişim: 0216 414 22 39
anlatılıyor." İletişim: 0432 214 41 06
Tiyatro: Değişim Atölyesi Oyuncuları Yazan: Genç Oyuncular Yöneten: Harun Güzeloğlu Sahne Tasarımı: Kenan Ürüt Giysi Tasarımı: DAO Masklar: Oya Gülsöken, DAO Oyuncular: Hasan Tanay, Harun Güzeloğlu, Sibel Pekdemir, Özgür Gügül, Aliye Karahan, Edip Tüfekçi, Yılmaz Angay, Kenan Şener.
pe cy a
KültürSanat / Gezi
Veni Vidi Çayırda Yepyeni Bir Şehir Disneyland Paris
pe cy
a
Genco Demirer
Paris sanırım Avrupa'ya gidenlerin bir çoğunun gördüğü klasik bir şehirdir. Ama Paris'in bu klasikliğine tezat biraz dışında koca bir çayırda kurulmuş geçici panayırlar tadında bir mini şehir Disneyland.
Mini şehir dediğim bir kasaba havası aslında. Soğuk bir hafta sonu etkinlikleri incelemek amacı ile gittim Disneyland'a. Dedim kim olur ya burada bu tarihte. Ama park dolmuş taşmış, millet yağmur, çamur ve dondurucu soğuk demiyor geziyor. Biz yağmur yağarken dışarı çıkmayan, kar yağdığında her şeyi tatil eden milletiz, şaşırıyorum. Direktör ile toplantım var ama toplantı parkta değil Holliday Inn otelinde. Otelde bir Disneyland zaten. Dünyanın tüm
büyük otel zincirleri konseptlerini bozarak nefis otel kimliklerini Disneyland hayal dünyasının çizimleri ve şekilleri ile birleştirmiş ve yepyeni bir mimari prensip yaratmışlar. "Varyemez Amca" vardı bilenler bilir onun şatosu şeklinde otel. Neyse toplantı çok eğlenceli geçti, fikir aldık fikir verdik sonra tabana kuvvet parka gittik. Direktör abi sıkılmış zaten parktan bana verdi bir kart, dedi "bununla takıl istediğin yere gir çık" sonra gitti. Bende tura başladım. Bu parklar aslında büyükler için yapılmış (hani tiyatrocular der ya "alt metin" diye işte tüm bu parkın alt metni yetişkinler için ama şekil şemal çocuksu. Park kocaman, tamamını bir tam günde geziyorsunuz, hemen yanında da Studios var ki buda bir tam günü
KültürSanat / Gezi alıyor. Disneyland genel olarak eğlence tabanlı. Studios tamamen canlandırma, film çekimleri canlandırmaları gibi animatif bir görünüş içinde. Disneyland yolculuğu belediye başkanının evinin önünde başlıyor. Paris'te bir Amerikan kasabası ve bir belediye sarayı. Hayırlısı artık diyerek devam ediyorum. Bir tren var eğer trene bilirseniz tüm gün sizi programdan programa taşıyor, çünkü her şey çok güzel planlanmış, senkronize diye biliriz ama ben programlı biri değilim "ben yürürüm kardeşim" diyerek yürüyorum.
pe
cy
a
Bir sürü show var, eğer trene binseydim hepsini size anlatabilirdim ama ben 3 boyutlu sinemayı ve uzay yolculuğunu aa birde Karayip Korsanları showunu gördüm. 3 boyutlu sinema İstanbul'da yapmak istediğimiz bir şey. Ve olmalı da. Aksini düşünen varsa Harbiye'de bir sürü tur şirketi uygun fiyata Disneyland turu yapıyor gidin görün derim. Diğer showlar ise oyunculukları ile, dekor uygulamaları, teknikleri, ışık düzeni ve kostümleri ile şiddetle bu derginin prosefyonel okuyucularına, yazarlarına tavsiye edilir. Mustafa Abi (Demirkanlı) gitmese de olabilir. Ve benim asıl oraya gitme amacım "Sokak Karnavalı" gerçi kapalı mekanda karnaval olur mu bilmiyorum ama Türkçe tercümesi budur kızmayın. Nefis bir şölen, renkler, kocaman arabalar, kostümler ve müzik. Hiçbir şeyi görmeseniz bile onu görmeye gitmeğe bile değer. Karnavalın üzerine "Kurbağa Kral'ın Evi"nde "Fish n Chips" (balık ve patates kızarması) yerken kendime geldim. Bol bol hediyelik eşya büfeleri var. Çok orijinal parçalar var. Şehrin 70 km dışında bir çayır ama Belediye çalışmış (gerçekten çalışmış ama) metro getirmiş çayırın ortasına. Ulaşım problemi diye bir şey yok. Zaten benim gibi Disneyland otellerinden birinde kalıyorsanız hiç sorun yok. Dediğim gibi işi sahne üzerinde yada üzerindeki bir şeylerle ilgili olanların mutlaka ve mutlaka gitmesi gereken ve üstüne üstük çok ta eğleneceği bir mekan. Düşündüm de bence Mustafa Abi'de gitmeli. (Bu yazımı Sofya bulunduğum sırada beni huzursuz ederek "bir tek senin yazın kaldı hadi gönder" diyenler için gecenin 3'ünde Sofya'da sessiz bir Bulgar gecesinde tuşladım. Eğer Ebru bu notu çıkarırsa olay çıkar ama çıkarmazsa herkes görür. Burası çok ikilemsi bir yer dönmek istiyorum.)
KültürSanat / Festival SERGİ
Bir Usta Bir Dünya: Vüs'at O. Bener Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu, 25 Mart 2006 tarihine kadar, "Bir Usta Bir Dünya: Vüs'at O. Bener" sergisine ev sahipliği yapacak. "Bir Usta Bir Dünya" sergisinde, Bener'in Erika marka daktilosu, kalemliği, çakısı, kasketi, babasından kalma bastonu, gözlüğü, kol saati, resmi belgeleri, fotoğrafları ve arşivinden seçmeler yer alıyor. "Küçük Ev" diye andığı çalışma mekânı, tutkulu okurları ve edebiyatseverler için yansıtılmaya çalışılıyor. (İstiklal Caddesi No: 285 Beyoğluİstanbul. 0212 252 47 00)
KONSER
Mercan Dede-Akustik Mercan Dede, müzik bahçesini oluşturan elektronik-ambient seslere, sanatçının yıllardır birlikte çalıştığı müzisyenlerin sazları eşlik ediyor. Geleneksel müziğimizdeki icra tarzına referanslar içeren solo taksim ve icralarla örülü gece, Mercan Dede'den uzun zamandır özellikle akustik ses ve sazlardan oluşan bir performans bekleyen dinleyiciler için 1
KONSER
Dennis Matsuev
cy a
Mart Çarşamba 21.30'da Babylon'da. (0216 556 98 00)
KONSER
pe
Deniş Matsuev, 11 .Uluslararası Çaykovski Yarışması'ndaki başarısından sonra uluslararası konser sahnesinde aranan isimlerden birisi haline geldi. New York'ta Carnegie Hall ve Lincoln Center, Washington'da Kennedy Center, Paris'te Salle Gaveau, Salzburg'da Mozarteum, Hamburg'da Musikhalle, Viyana'da Musikverein, Londra'da Royal Festival Hall, Moskova'da Konservatuar Büyük Salonu, St. Petersburg'da Filarmoni Büyük Salonu ve Tokyo 'da Metropolitan Şehir Operası gibi prestijli birçok salonda çok sayıda resital verdi. Sanatçı, 2 Mart Perşembe 20.00'da CRR Konser Salonu'nda. (0216 556 98 00)
Dede Efendi'yi Anma Konseri
Nilgün Doğrusöz Dişiaçık'ın hazırladığı Dede Efendi'yi Anma Konseri, 3 Mart Pazartesi 20.00'da CRR Konser Salonu'nda. Konser "Avâze" Klasik Türk Müziği Kadınlar Topluluğu tarafından gerçekleştirilecek. 2005 yılında kurulan topluluk, İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı öğretim üyeleri, mezunları ve öğrencilerinden oluşuyor. (0216 556 98 00)
BALE
Kuğu Gölü Balesi Rusya
Federasyonu
Devlet Akademik Bolshoy Tiyatrosu Natalia Vıskubenko ve Dmitry Rikhlov'un
başrollerini
üstlendiği Kuğu Gölü Balesi'yle 3 Mart Cuma ve 4 Mart Cumartesi 21.00'da Türker İnanoğlu Maslak Show Center'da. (0216 556 98 00)
pe cy a
KültürSanat / Festival SERGİ
Murat Tolga Ressam Murat Tolga'ya ait çalışmalar 16 Mart 2006 gününe kadar Mor Sanat Sergi Salonu'nda görülebilecek. Tolga, 1966 İstanbul doğumu. Marmara Üniversitesi A.E.F. Resim Bölümü'nden 1990 yılında mezun oldu. Yeni biçimlemelere açık bir sanatçı olan, çağdaş düşünme mantığından yola çıkarak geliştirdiği resimleri, tuvalindeki işlemsel serüvenleri yaşayarak toplumun beğenisine sunmakta. (Moda cad. Güneş Apt. No: 19 kat: l. (0216 450 17 69)
KONSER
Dee Dee Bridgewater Dee Dee Bridgewater, 'En iyi caz vokalist'i dalında Grammy ödülüne aday gösterilen yeni albümü 'J'ai Deux Amours'daki şarkılarını paylaşmak üzere 4 Mart Cumartesi 20.00'da İş Sanat Kültür Merkezi' nde sahne alacak. (Dee Dee Bridgewater: vokal, Patrick Manouguian: gitar, Minino Garay: davul ve vurmalılar, Marc Berthoumieux:
KONSER
Güneşin Doğuşu
cy a
akordeon, Ira Coleman: bass) (0216 556 98 00)
14. yüzyıldan günümüze Türk müziğinin klasik ve modern formda bestelenmiş seçkin eserleri yorumlanacağı konsere; Mehmet Bitmez Sazkâr Topluluğu ve Jarrod Cagwin (Perküsyon) Derya Türkan (Kemençe), Şükrü Kabacı (Klarnet), Ahmet Toz (Ney), Furkan Resûloğlu (Tambur), Hakan
pe
Güngör (Kanun), Küçük Hasan Çakan (Kaba Zurna), Osman Çakan (Dem Zurna), Bekir Sakarya (Asma Davul) katılıyor. 5 Mart Pazar 20.00'da CRR Konser Salonu'nda. (0216 556 98 00)
KONSER
Jerry Lee Lewis
Jerry Lee Lewis 6 Mart Pazartesi 21.00'da Hilton Convention Center 'daki konseriyle ilk kez Türkiye'de sahneye çıkıyor. 1935 yılında Louisiana'da doğan Jerry Lee Lewis, henüz küçük yaşlarda piyanoya karşı doğal yeteneğini gösterdi. Lewis' in Sun Studios ile 1957 yılında yaptığı ilk albüm ve aynı albümden çıkan ilk single olan 'Whole Lotta Shakin Goin On' içerdiği saf rock n roll soundu sayesinde sanatçıyı uluslararası üne kavuşturdu. (0216 556 98 00)
BALE
Güldencaz Sanat danışmanlığını Yekta Kara'nın
üstlendiği
Sabancı
Üniversitesi
Gösteri Merkezi, 9 Mart Perşembe
20.00'da
Piyanist Gülden Gökşen ve gitarist Nurkan Renda 'nın "Güldencaz" isimli albüm konserine ev sahipliği yapacak. (Sabancı Üniversitesi OrhanlılTuzla-İstanbul) (0216 556 98 00)
cy a
pe
KültürSanat Günlüğü SERGİ
Aslan Asker Svayk Aslan Asker Svayk, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarından birini, I. Dünya Savaşı 'nı tüm anlamsızlıkları ve gülünçlükleriyle yerden yere vuran bir yergi başyapıtı ve Çek yazar Yaroslav Hasek'in, savaş çığırtkanlığını, militarizmi, devlet buyurganlığını gözünün yaşına bakmadan eleştirdiği bir mizah klasiği. Can Yayınları, Celâl Üster'in çevirisiyle yayınladığı kitap dolayısıyla, Can Kitabevi salonlarında bir sergi düzenliyor. Sergide, Hasek'in yakın dostu ve ünlü ilüstratör Yosef Lada'nın Aslan Asker Svayk için çizdiği resimler yer alıyor. Svayk resimlerinden oluşan sergi 16 Mart 2006 tarihine kadar görülebilir. (Hayriye Cad. Galatasaray İstanbul. 0212 252 56 75)
KONSER
Testament 1980'li yıllarda, San Fransisco Bay Area bölgesinden yayılan Thrash Metal akımının ünlü gruplarından Testament 14 Mart Salı 21.00'da Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde. Grup, 1983'te vokalist Steve Souza, gitaristler Eric Peterson ve Derrick Ramirez, bas gitarist Greg Christian, ve davulcu Louie Clemente tarafından 'Legacy' adıyla kuruldu. Daha sonra Alex Skolnick'in katılımıyla adını Testament olarak değiştirdi. Grubun, her biri efsane olan kadrosuyla izlemek
KONSER
Bülent Ortaçgil
cy
a
isteyenler için önemli bir konser. (0216 556 98 00)
"Pencere Önü Çiçeği", "2. Perde", "Benimle Oynar Mısın", "Oyuna Devam", "Bu Şarkılar Adam Olmaz", "Light", "Şarkılar Bir Oyundur", "Gece Yalanları" gibi
pe
albümleriyle müzik dünyasına çok sayıda şarkı armağan eden Bülent Ortaçgil, 9 Mart Perşembe 20.30'da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde sahne alacak. (0216 556 98 00)
KONSER
Dinar Bandosu & Clique
2003 Mart'ında Ali Ece ve Kerem Tansever tarafından kurulan Dinar Bandosu, ilk olarak Syd Barrett'ın Vegetable Man serisinde Türkiye 'yi temsil etti. Daha sonra 2005 yazında Belçika'da "İstanbul için İsyan Vakti" adlı EP'sini yayınladı. Grup, Ali Ece (gitar), Yılma Karatuna (davul, darbuka, bendir, kaşık), Asaf Zeki Yüksel (ney, trompet, saksofon, geri vokal), Burcu Oztaşkın (bas) ve vokalde Aslı 888'den oluşan kadrosuyla 16 Mart Perşembe 21.00'da Balans Music & Performance Hail'da. (0216 556 98 00)
KİTAP
Aynur Doğan İlk albümü Seyir'i 2002 yılında yayınlayan Aynur Doğan, çok sayıda sanatçının albümünde televizyon ve sinema filmlerinde vokaliyle yer aldı. Yurtiçi ve yurtdışında Kürtçe ve Türkçe dinletiler verdi. 2004 yılında yayınlanan Keçe Kurdan adlı albümüyle beğeni topladı. Doğan, 21 Mart Salı 21.30'da Babylon sahnesinde. (0216 556 98 00)
a
cy
pe
KültürSanat / Kitap Kurtlarla Koşan Kadınlar
Arzu Özköse arzu_ozkose@yahoo.com
"Ona her zamanki gibi gitme diye yalvardım; bunu yapmaktan hoşlanmadığım halde yaptım. Bazen bazı şeyleri bozduğumu ve belki uğraşırsam düzeltip telefi edebileceğimi düşünmek büyük bir kaosum benim. Bunu biliyorum. Benim de suçum var böyle davranmasında."
Yazarın uzunca bir özgeçmişi kapağın hemen sonrasındaki sayfada bulunabilir ancak biz şu kadarını buraya almakla yetinelim: "Dr. Clarissa Pinkola Estes, uluslar arası platformda tanınan ve ödül kazanmış bir şair, İsviçre Zürih'deki Uluslar arası Analitik Psikoloji Kurumu tarafından Jungcu Psikanalist Diplomatı seçilen bir psikanalist ve bir Cantadora'dır (Latin geleneğinde eski öyküleri toplayıp saklan kişi.)" Bütün bir Batı kültür tarihinin önemli ölçüde üzerinde yükseldiği, toplumsal bilgi ve mitlerin kaynağı olan bu öyküler dolayındı da olsa yüzünü Batı'ya daha çok döndürmüş bizimkisi gibi toplumlar için de anlam ifade etmekte. Bu nedenle göreceğimiz üzere, kitap boyunca ele alınmış öykülerin bireysel tarihimizde yeri olması konuyu evrensel hale getiriyor. İsimler ve mekanlar değişik de olsa öykülerin tümünde anlatılan duygular ve insanlık durumlarına yabancı değiliz. Böylesi bir ilişki kitabı beşyüz küsur sayfa boyunca okunur kılıyor ya zaten.
pe
cy a
Bu tanıdık bildik sözler, sadece yaşadığımız topluma özgü bir bireyin olmadıkları gibi sadece belli bir cinse ait psikolojik arka plana da ait değiller. Bu sözler samimi dostlar arasında ilişkilere dair iç dökmeler olarak hepimizin bir çok kez işittiklerine benzemiyor mu? Böylesi bir duruma çoğumuz sıkışıp kalmışızdır hayatımızın bir döneminde. Tanıtacağımız kitabın ilk öyküsü La Loba, (kemiklere şarkı söyleyen kadın), yazar Estes'in bu kitapta öne sürdüğü tezlerin tümüne ışık tutacak ve toparlayacak bir öykü olmakla birlikte aslında sadece kadınların ruhsal dünyalarına bir aydınlanma amacı gütme eğiliminde imiş gibi gözükse de erkeklerin de ihtiyacı olan bilgiler içeriyor ve yukarıda tırnak içindeki sözlerin sahibi olan bir bireye ruhun arketipik imgelerinin izinin sürüldüğü mitsel öyküler üzerinden açılımlar sunuyor;
"Vahşi doğa ruhumdan iki kere geçti: İlk olarak tutkulu bir Meksikalıİspanyol kanı taşıyan bir ailede doğmamla, sonra da ateşli Macarlardan oluşan bir aile tarafından evlat edinmemle. Michigan eyaletinin sınırında, ormanlıklar, meyve bahçeleri ve çiftliklerle çevrili, Büyük Göllere yakın bir yerde büyüdüm. Orada, gök gürültüsü ana besinimdi. Geceleri buğday tarlaları hışırdayıp yüksek sesle konuşurdu. Uzaklarda, kuzeyde ay ışığıyla birlikte açık alanlara gelen kurtlar oradan oraya atlayıp zıplar, adeta Tanrı'ya yakarırlardı. Hepimiz korkusuzca aynı derelerden su içebilirdik."
"Hepimiz yola çölde bir yerde kaybolmuş bir kemik yığını, kumun altında yatan dağınık bir iskelet olarak başlarız. Bizim işimiz geçmişi yeniden gün yüzene çıkartmaktır. Ancak gölgeler yerli yerinde olduğunda gerçekleştirilebilen, zahmetli bir süreçtir bu, çünkü uzun uzun bakmayı gerektirir. La Loba, bize neye bakmamız gerektiğini gösterir: Tahrip edilemeyen hayat kuvvetine yani kemiklere bakmamız gerektiğim öğretir."
Kitapta hemen hepsi insanın yaşamsal arketipine dair tüm psikolojik ve tarihsel süreçleri peşi sıra sürükleyen öyküler, Jungcı psikanaliz ışığında ele alınarak bu günün toplumsal rollerinin kökeninde yatanları gün ışığına çıkarıyor. Bir diğer anlamda toplumsal tarihin üzerinde psikolojik ve arkeolojik bir kazı çalışması yürütüyor tüm bu öyküler yardımıyla. Mitlerin ve poetikanın kültür tarihimizde ve bireysel tarihimizde ne denli önemli bir yeri olduğunu bildiriyor örtük olarak da. İlk basımı 2003 yılında yapılan kitap, Estes'in şiirsel dilini dilimize çok özenle aktarmış olan Hakan Atalay'ın çevirisi ile Ayrıntı Yayınlarından çıkmış. Şiirselliğin ötesinde Estes'in çok samimi, içten ve umut verici bir dili var. Sanırım bunda en önemli etken onun çocukluğunun geçtiği çevre olsa gerek. İlginç bir yaşamöyküsüne sahip yazar:
Uzun yıllar vahşi hayatın biyolojisi ile ilgili çalışmalar yürüttüğünü belirten Estes, bu kitabın isminin de bu çalışmalarından çıktığını söylüyor bize: "Canis Lupus ve Canis Rufus kurtlarına yönelik çalışmalar, gerek ateşli tabiatları, gerek zahmetli hayatları düşünülürse, kadınların tarihini tutmaya benzer. Sağlıklı kurtlar ve sağlıklı kadınlar belirli ruhsal karakteristikleri paylaşırlar: Keskin bir duyarlık ve güce sahip olmaları bakımından yakın akrabadırlar. Sezgileri çok güçlüdür; yavruları, eşleri ve sürüleriyle yoğun bir biçimde ilgilenirler. Sürekli değişen koşullara uyum sağlamakta deneyimlidirler; tuttuklarını koparmanın yanında çok da cesurdurlar. Ancak ikisi de sürekli avlanmış, taciz edilmiş ve yanlış bir şekilde obur, sapkın, son derece saldırgan ve hasımlarından daha az değerli olarak tanımlanmıştır." İşte kitabın tümünde kendisini alttan alta sürükleyen bir duygudur Estes'in bu tezi. "Kurtların ve kadınların kendilerini yanlış anlayanlar tarafından yok edilmesi çarpıcı bir benzerlik taşır" diyen yazar ele aldığı öykülerin toplumsal bilincin altına işlemiş oldukları dinamiklerin de ışığında yok edilme/var kalma çekişmesi içindeki mücadeleci bireyin yapması gerekenleri vahşi kurtun ayakta kalma mücadelesiyle kıyaslayarak, onun yaptıklarını bu mücadele için bir eylem pratiği olarak önererek çözümler üretiyor. Kitapta yer alan ve çoğumuza tanıdık, bildik geleceğine inandığım öykülerdeki imgeler yardımıyla bilinç altında örgütlü bir yer altı faaliyeti sürdüren psişik öğelerin neler olduklarını ve bilinç üstüne hangi kılıklarda çıktıklarını şaşırarak izliyoruz. İlk öykü La Loba ile bize, ruhu harekete geçirecek doğru şarkıyı bulmakla başlamayı öneriyor. İçimizde gizil olarak bulunan vahşi ruhun psişik kalıntılarına bu şarkı yoluyla ulaşacağımızı ve ona yeniden canlanma olanağı verebileceğimizi söylüyor. La Loba, bu yaşlı kadın, vahşi ruhun bir metaforu olarak akılcılığın dünyası ile mitosun dünyası arasında durmaktadır. Estes'nin, "ruhun psişik derinleri" olarak betimlediği çölde yola koyulmanın bir yöntemi olarak sunduğu şey, yaratıcı doğamızı harekete geçirici işler, bilinçli bir yanlızlık ve herhangi bir sanatla uğraşmak. İşte tam bu noktada
bizi başka bir öykünün çatallanan bahçesine sürüklüyor yazar: Ezeikel'in Çarkı öyküsüne. Detayları kitapta saklı...
3. Yıldız Kısa Film Festivali
Vahşi ruhun kemiklerine hayat verecek doğru şarkıyı bulana dek sorulması gereken bazı sorular öneriyor yazar: Ruh sesime ne oldu? Hayatımın gömülmüş kemikleri nelerdir? İçgüdüsel benlikle ilişkim ne durumdadır? En son ne zaman özgürce koşmuştum? Hayatı tekrar nasıl canlı kılarım? La Loba nereye gitti? Tüm bu soruları sorduktan sonra yapılması gereken ilk şey olarak da şunu söylüyor: "Gidin kemik toplayın!" Estes'nin kitabının, kişilik geliştirme araçlarıyla donatılmış, bireyi sisteme uyarlanmış bir nesneye dönüştürmekten başkaca bir nihai amaç taşımayan, verilen reçetenin mutluluğa açılan tek kapı olduğu vaatleriyle dolu, popüler kültüre katkıda bulunan psikolojik kitaplarla uzak yakın bir ilişkisi yok. Tek yapmak istediği, hepimizin içinde birikmiş bulunan yaratıcı enerjinin eyleme ve cümlelere dönüşerek dışarı çıkabilmesinin yollarını hep birlikte bulabilmek. Bu yolda okurlarıyla yirmi yıllık birikimini tüm samimiyeti ile paylaşmak ve bir Cantadora olarak öykülerin ışığını yolumuza tutmaya çalışmaktan başka bir amaç gütmediği anlaşılıyor.
a
Kitap boyunca ele alınan mitsel öykülerin tümünden bir çırpıda bahsetmek geliyor insanın içinden ama malum sayfa dar. Ben en çok Mavi Sakal öyküsünü sevdim. Bu öyküde psişenin doğal yokedici gücüne dair bir fantasma kurulduğunu görüyoruz. Bu içsel güce karşı koyabilmenin yollarını şöyle özetliyor yazar: "Psişenin doğal yokedicisine gem vurmak için kadınların tüm içgüdüsel güçlerine sahip çıkmaları gerekir. İçgörü, sezgi, sabır, inatçı sevgi, keskin bir duyarlık, uzağı görme, net bir işitme duygusu, ölüler üstüne şarkı söyleme, sezgisel iyileştirme ve kendi yaratıcı ateşlerine yönelme bu güçlerden bazılarıdır."
pe cy
3. Yıldız Kısa Film Festivali 6-16 Mart 2006 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Amatör sinemacılara destek olmayı hedefleyen festival; panel, söyleşi ve atölye çalışması gibi etkinliklerle eser sahiplerinin, sadece katılımcı olmaktan ziyade, izleyici ve profesyonellerle etkileşim içinde olacakları bir zemin oluşturmayı da hedefliyor.
Bilinç altında bulunduğu söylenen bu türden güçlerin sadece bir ön varsayımdan ibaret olduğu düşünülebilir ilk elden. Bunun sağlamasının yapılmasının yollarından biri Jungcu psikolojinin felsefi ve arkeik bağlamlarını diğer psikolojik ekollerle karşılaştırmak olabilir sanırım. Ancak tam da bu noktada Estes bize Dünyanın çeşitli memleketlerinden topladığı öykülerin benzerliğinin ve tümünde ortak olarak bulunan bilinç altı imgelerinin savının temel dayanağı olduğunu göstermekle bu şüphelerimize son noktayı koyuyor.
Bir sosyal özne olarak kadınların arkeik doğasını tezinin temel konusu yapması dolayısı ile Estes'nin bir feminist yargılar bütününe varmak istediği de lütfen sanılmasın. Tam tersine toplumun diğer cinsden öznelerinin birbirlerinin en derinlerde saklı doğalarının anlaşılmasının gerekliliğinin daha sağlıklı bir toplum için kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu birkaç kez vurguluyor yazar. Bu nedenle de sadece kadın okurlara değil erkek okurlara da aynı ölçüde hitap ediyor. Kitabı her kesimden okura hararetle tavsiye etmekle birlikte bu kitapta yer alan konuların kitap bağlamında tartışılmaya açıldığı bir internet alanından da söz etmeme izin verin. İlgilenenler için adresi: kurtlarlakosankadinlar@yahoogroups.com gruba bu adresten üye olarak görüş ve yorumlarınızı bildirebilir, tartışmaları izleyebilirsiniz. Grubun ana sayfasında yeralan yazıda internet ortamında başlanan sohbetlerin daha geniş bir platforma doğru evrileceği, çeşitli yaş ve sosyal gruptan katılımcıya açık olacak yüzyüze sohbetlere dönüşmesi hedeflendiği belirtiliyor. Bu yazıyı burada istemeden sonlandırıyor ve kaçıyorum. Nereye mi? Tabii ki kemik toplamaya...
Festival kapsamında düzenlenen "sinema toplulukları buluşması" ile amatör sinemacılar arasında iletişim ve dayanışmayı güçlendirmeyi planlayan festival komitesi, katılımcı filmleri filmlerin, YTÜ Sinema Kulübü danışmanı Yard. Doç. Serhat Kiraz başkanlığında oluşturulan ön jüri tarafından değerlendirileceğini, ön jüri değerlendirmesinden geçen filmler arasından kurmaca, canlandırma ve deneysel dallarında ilk üçe giren filmler esas jüri tarafından belirleneceğini duyurdu. Yarışmanın esas jürisi; Barış Pirhasan, Sabri Kaliç, Füsun Demirel, Sadi Çilingir, Natali Yeres, Alper Maral ve Mustafa Preşeva'dan oluşuyor. Festivale kabul edilen tüm filmlerin gösterimi yapılacak ve eser sahiplerine katılım belgesi verilecek. Festival bünyesinde düzenlenecek tüm etkinlikler ücretsiz ve Yıldız Teknik Üniversitesi Yıldız Kampüsünde gerçekleşecek. Festivale yollanan kısa filmlerin yanında, sinema tarihinden seçkin kısa filmler ve uluslararası festivallerde yayınlanmış nitelikli kısa film örneklerinden oluşan gösterimler ile izleyiciye profesyonel örnekler izleme olanağı sunulacak.
İletişim: Adres: Yıldız Teknik Üniversitesi Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Sinema Kulübü Barbaros Bulvarı, PK: 34349, Yıldız / İstanbul Tel: 0555 650 01 48 Faks: 0212 327 37 69 iletisim@yildizkisafilm.org
a
pe cy
cy a
pe
pe cy a
pe cy a
pe cy a
cy a
pe
cy a
pe