2006_171_9402

Page 1


cy a

pe


A Y L I K

T İ Y A T R O

D E R G İ S İ

w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Yazı İşleri Müdürü: Ebru Seyhan Koordinatör: Duygu Atay Tiyatro Eğitimi Editörü: Ali Taygun Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrul Timur Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Hat Baskı Sanatları T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax:

L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e-posta: e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r

Abonelik İçin: (0212) 259 21 24 - 259 34 98 • e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 60 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangîr Şb. Tiyatro Y a p ı m ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245

Kapak Fotoğrafı: Aylin Özmete • "Simyacı" Kapak Tasarımı: Genco Demirer (57 elliyedi)

a

EDİTÖRDEN: / S. 3

cy

HABERLER: S. 4

ELEŞTİRİ: "Bana Mastikayı Çalsana" / Üstün Akmen / S. 6 ELEŞTİRİ: "Çılgın Dünya" / Beki Haleva / S. 9 ELEŞTİRİ: Tekmil-i Birden / Ragıp Ertuğrul / S. 12

pe

Yayın Türü: Yerel Süreli

ELEŞTİRİ: "Amedeus" / Eser Rüzgar / S. 16 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Umman Deniz-Ummayan Şişe /Aylin Özmete / S. 19 AVRUPA TİYATROSU: / Tilda Tezman / S. 23 SÖYLEŞİ: Ahmet Mümtaz Taylan / Yusuf Eradam / S. 26 İNCELEME: Yaratıcı Dramanın Modern Tiyatrodaki... / Sadık Arslankara / S. 30 TANITIM/SÖYLEŞİ: İstanbul'un Yeni Tiyatro Mekanları-I / Ebru Seyhan / S. 34 GENÇLİK TİYATROSU: Editör: Ertuğrul Timur / S. 37 ÇOCUK TİYATROSU: Editör: Nihal Kuyumcu / S. 41 İZLEYİCİ TEMSİLCİSİ: "Barut Fıçısı" Gökhan Esentürk / S. 44 YENİ OYUNLAR: / S. 47 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. 49

1


cy a

pe


Ramazan ayının getirdiği kısmi durağanlığın ardından, sezon tüm hızıyla devam ediyor, olumsuzlukları/olumluluklarıyla beraber. Kültür ve Turizm Bakanlığı artık alıştığımız suskunluğuna ve eksik/yanlış bilgilendirmelerine devam ediyor. 5018 Sayılı Yasa'nın sonucu olarak yürürlükten kaldırılan Özel Tiyatrolara Devlet Desteği Yönetmeliği aylar geçmesine ve her aşamada bir hafta içinde çözülecek sözlerine rağmen yine sessizlikle geçiştiriliyor. Bakanlık sessiliğini koruyor. TEB (Türkiye Eleştirmenler Birliği) Dünya Eleştirmenler Birliği Kongresi'ne katılamıyor. Türkiye, Kongre'de temsil edilemiyor. Sadece ve sadece Seul'e gidiş-dönüş uçak biletini temin edemediği için, Bakanlık'a başvurmasına rağmen yanıt bile alamadığı için. Bakanlık sessiliğini koruyor. ITI (Uluslararası Tiyatro Enstitüsü) Türkiye Merkezi Başkanı Refik Erduran: "Ya yükümlülüklerinizi yerine getirin ya da yakamızı bırakın!" çığlıkları atıyor. Bakanlık sessiliğini koruyor.

a

***

pe

cy

Bu sayıyla beraber iki arkadaşımız daha katıldı aramıza. Eser Rüzgar. Edebiyat öğretmeni ve bir tiyatro tutkunu, bugüne değin izlediği oyunları kendi arşivi için yazmış, bir kenarda biriktirmiş, bundan böyle sizlerle paylaşacak. Gökhan Esentürk. Gökhan'ı tiyatrodergisi.com.tr'yi takip eden okurlar İstanbul-Mekan-Tiyatro Festivali yazılarından hatırlarlar. Gökhan genç kuşağın temsilcsi olarak izlediği oyunları, oyunların yanısıra tiyatroların kendilerini bir izleyici olarak değerlendirecek. İzleyicinin sesi olmaya çalışacak. Gökhan, başlık olarak "Müşteri Temsilcisi"ni seçmişti ama epey düşünüp, tartıştıktan sonra "İzleyici Temsilcisi" olmasına karar verdik. Her iki arkadaşımıza da hoş geldin der, bizleri, sizleri zenginleştirdikleri için teşekkür ederiz.

***

İstanbul yeni tiyatro mekanlarına art arda kavuşuyor. Müjdat Gezen Tiyatrosu'ndan sonra bu sayıda da Tiyatro Z salonunu tanıtıyor Ebru Seyhan. Emre Kınay'ın Tiyatro Duru'su da artık yerleşik bir salona kavuştu. Önümüzdeki sayıda da Tiyatro Duru'nun salonunu, ardından da Garaj İstanbul'u aktaracak bizlere.

*** Tiyatro Ödülleri-2006, kısa bir gecikmenin ardından 18 Aralık'ta sahiplerini bulacak. *** Önümüzdeki ay görüşmek üzere, iyi seyirler dilerim.


Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül

Tiyatrolarına Sahip Çıktı

pe

cy a

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, kendi bölgesinde bulunan özel tiyatrolara maddi destekte bulunacak. Özel Tiyatrolara Devlet Desteği Yönetmeliği'nin yürürlükten kalkması ve bu yıl desteğin akıbetinin meçhul olması nedeniyle perdelerini açmakta zorlanan tiyatrolara sahip çıkan Sarıgül, 25 Ekim günü Hadi Çaman Tiyatrosu'nda bir basın toplantısı düzenleyerek tiyatrolara en az otuzar milyar yardım yapacağını duyurdu. Sarıgül, tiyatroların kendilerine ulaştıracağı davetiyeler ile, bölgesindeki eğitimcileri tiyatroya çekmekte kullanacağını da belirtti. Gencay Gürün (Tiyatro İstanbul), Gazanfer Özcan (Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu) Mehmet Birkiye (Kenter Tiyatrosu), Hakan Altıner (Tiyatro Kedi), Nedim Saban (Tiyatro Kare) ve Hadi Çaman'ın (Yedi Tepe Oyuncuları) katıldığı toplantıda, Sarıgül şöyle konuştu: "Sanatı, kültürü yok ettiğiniz zaman, bir ülkenin atardamarlarını da yok edersiniz. Sanat toplumun aynasıdır, bizler bu aynaya bakarak kendimizi görür ve önemli ölçüde de şekillendiririz. Bence bir yerel yönetici eğitime, sağlığa, sanata ne kadar önem veriyorsa o kadar önemli bir yöneticidir. Bir yerel yönetimin ve mutlaka ülkenin sanatına ve sanatçısına sahip çıkması demokratik toplumun da önemli bir göstergesidir. Düşünebiliyor musunuz, eskiden tiyatrolarda yer bulunamazken, televole kültürünün gelişmesiyle sandalyelerimiz boş kalıyor, bunun için de ben çok üzülüyorum. Bizlerin yetişmesinde büyük katkıları olan sanatçılarımıza çok teşekkür ediyorum. Onlar bizlere çok şey öğretiyorlar ve ama gençlerimiz televole kültürü ile sanattan kopartılıyor. Bu nedenle, Şişli Belediyesi olarak bölgemizdeki tiyatroların gelişmesine, güçlenmesine katkıda bulunmak ana görevimizdir. Tiyatrolarımıza geçmiş yıllarda olduğu gibi en az otuzar milyar olma şartıyla destek vereceğim. Bölgemizdeki. işadamlarıyla da görüşeceğim ve onlarında ayrıca katkılarım sağlayacağım. Sandalyelerin boş kaldığı günlerdeki boş sandalyeleri bölge halkımızın ihtiyaçları için kullanmak üzere tiyatrolarımızdan rica edeceğiz. Üstatlarımız kabul ederlerse belli akşamlarda, belli sandalyeyi bölge halkımıza ayıracağız." Başkan Sarıgül, Melih Demirkanlı'nın "Tiyatrolara destek verme fikri nerden geldi aklınıza?" sorusuna ise şu yanıtı verdi: "Tiyatrolara gittiğimde baktım, sanatçılarımızın moralleri bozuk, çünkü yurttaşlarımızın ekonomik gelir durumları da ortada, çok fazla paraları yok, tiyatrolara gidemiyorlar, hem sanatçılarımızı destekliyorum hem de bölge halkımızın tiyatroya gitmelerini sağlıyorum. Çünkü tiyatrolar ne kadar gelişirse, Türkiye de o kadar ileri demokratik ülkeler seviyesine çıkar." Tiyatro sahipleri ne dedi? Gazanfer Özcan: "Hiç alışık olmadığımız, duymadığımız, duymaya hasret kaldığımız bir konuşma yaptı Başkan, içimiz ferahlattı, aydınlattı, Allah da onu aydınlatsın." Hakan Altıner: "Bunun çok önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca tıkanmış bir yolu açacağını düşünüyorum, biz de o yolda sevinçle yürümeye devam edeceğiz." Gencay Gürün: "Bir mucize, diye düşünüyorum, harika bir şey diye düşünüyorum çünkü Türkiye'nin çağdaş olması, ileri gitmesi için sanat dallarında da ileri gitmesi lazım, tiyatro da bunlardan biri. Tiyatroya destek vermesini büyük bir teşekkürle karşılıyorum." Mehmet Birkiye: "Ben de çok olumlu ve şaşkınlıkla karşılıyorum Gencay Hanım gibi. İkincisi bunun bir yardım değil de bir karşılığının olması çok hoş." Nedim Saban: "Bence çok geliştirici, hem seyirci açısından önemli çünkü yeni seyirciler gelecek hem de tiyatrolara nefes aldıracak. Özellikle Kültür Bakanlığı 'nın desteğinin bu kadar gecikmiş olması karşısında bu girişim çok iyi oldu, Şişli bölgesindeki tiyatrolara nefes aldıracak." Hadi Çaman: "Ya bir mucize yarattı bize başkan. İnanır mısın şu anda kanımızı değiştirdi, yeniledi. İnşallah koşa koşa yolumuza devam edeceğiz. Sağ olsun Sevgili Mustafa Sarıgül."


IATC-UNESCO 50. Yıldönümü

Kutlamalarında Türkiye Yok UNESCO çatısı altında 1956'da Paris'te kurulan Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin (IATC) bu yılki olağan genel kurulu, UNESCO'nun 50. Kuruluş Yıldönümü kutlamaları kapsamında 21-26 Ekim tarihleri arasında Kore'nin başkenti Seul'da yapılacak. Birliğin Türkiye Merkezi (TEB) Başkanı Üstün Akmen ve Tiyatro Eğitim Komitesi (TEC) Başkan Yardımcısı Emre Erdem, Türkiye adına resmen davetli oldukları genel kurula mali nedenlerle katılamıyor. Ev sahibi ülke Kore'nin konukların tüm konaklama, iaşe, yurtiçi ulaşım masraflarını karşılamasına rağmen, oldukça önemli bir rakam olan Seul gidiş-dönüş uçak bilet ücretini karşılayamadıklarını ve bu konuda sponsor da bulamadıklarını açıklayan Üstün Akmen, destek için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Dış İşleri Bakanlığı'na resmi başvurularda bulunduklarını ancak yanıt alamadıklarını belirtti. IATC Genel Sekreteri Dr. Vais'in, üye ülke Türkiye'nin katılamayışını öğrenince gönderdiği mesajda TC Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın duyarsızlığını kınadığı ifade edildi.

11. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali, 17 Kasım-6 Aralık 2006 tarihleri arasında yapılıyor. Kısa adı TAKSAV olan, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf tarafından düzenlenen tiyatro festivali ile ilgili bir açıklama yapan Düzenleme Komitesi Başkanı Yener Aksu, Ankaralı tiyatroseverlerin bu yıl da birbirinden güzel oyun izleyeceğini söyledi. (Ayrıntılı bilgi ve program: 0312 419 83 98 / www.taksav.org ve www.tiyatrodergisi.com.tr'de)

Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Web'de

cy

a

Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (IATC) Türkiye Merkezi (TEB)'nin web sitesi www.tebbir.org adresinde açıldı. 1990 yılında kurulan birliğin Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu; Üstün Akmen, Hasan Anamur, Hami Çağdaş, Sibel Arslan Yeşilay ve Ragıp Ertuğrul'dan oluşuyor. Aralarında Füsun Akatlı, Dikmen Gürün, Zeynep Oral, Seçkin Selvi, Özdemir Nutku, Ayşegül Yüksel, Sevda Şener ve Zehra İpşiroğlu gibi 43 seçkin eleştirmenin özgeçmiş bilgileri ile eleştiri, makale, söyleşi, inceleme ve kitaplarının kayıtlı olduğu sitede, eleştirmenlerin fotoğrafları, 2005-2006 sezonu boyunca sahnelenen oyunlar hakkında yazılan tüm eleştiriler ve yitirdiklerimiz sayfası da bulunmakta. Sitenin tiyatro sanatımıza önemli katkılarda bulunması ve önemli bir boşluğu doldurması bekleniyor.

Tiyatro Pera Almanya'daydı

pe

Tiyatro Pera, Theater an der Ruhr'un 25. yıl kutlamaları çerçevesinde Almanya'nın Mulheim kentinde düzenlenen uluslararası tiyatro festivaline (Internationale Theaterlandschaften) katıldı. Ağustos-Aralık ayları arasında düzenlenen ve İran, Irak, Kazakistan, Tunus, Sırbistan, Fas, Macaristan, Slovenya gibi ülkelerle Theater an der Ruhr'un oyunlarının da yer aldığı festivalde Tiyatro Pera 27-28 Ekim günlerinde "Dobrinja'da Düğün" adlı oyununu sahneledi.


Alışılmış Bir Öykü Alışılmışın dışında bir çingene öyküsü değil Nilbanu Engindeniz'in anlattığı. Engindeniz, cümbüşü bol bir mahallede gelişen kimi dramatik sayılan öyküleri bir yandan güldürerek, diğer yandan seyircinin yüreğini acıtarak anlatmak istemiş.

pe cy a

Arzu Ateşiyle Yanan Bir Kadronun Müzikali:

"Bana Mastikayı Çalsana"

Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu, ülkemizde bir eksiği tamamlayarak iki bölümlük bir müzikal sahneliyor. "Bana Mastikayı Çalsana" başlıklı bu müzikal oyun, Nilbanu Engindeniz'in kalemiyle İzmir'in İkiçeşmelik semtinde, toplumdan genel anlamda dışlanmış, dolayısıyla kendilerini toplumdan soyutlamış Çingenelerin yaşamından kesitler sunmayı amaçlamış. Şimdi, bakalım amacına ulaşmış mı, ulaşamamış mı?

Alışılmış Bir Öykü Alışılmışın dışında bir çingene öyküsü değil Nilbanu Engindeniz'in anlattığı. Engindeniz, cümbüşü bol bir mahallede gelişen kimi dramatik sayılan öyküleri bir yandan güldürerek, diğer yandan

seyircinin yüreğini acıtarak anlatmak istemiş. İstemiş istemesine de, öncelikle düşüncede başlayan bir eylem olarak buna kendini hazırlamamış. Oyun yazan, aklına geleni, aklına gelen ilk anlatım biçimiyle yazamaz ki! Yani yazmaman. "Eee, sonrası" derseniz, "No Comment"... Abartılmış Makyaj Hakan Dündar, müzikal için işlevsel bir dekor tasarlamış. Baştan sona açık sahnede, donatımcıların ve kimi oyuncuların dekorları kendi özel pantomimleriyle getirmeleri, götürmeleri, yerlerini değiştirmeleri Dündar'ın işini ayrıca hoşlaştırmış. Makyajlar o denli abartılı ki, Yakup Çartık, fevkalade haklı olarak ışık seviyelerinin makyaja

etkilerini bilerek, isteyerek dikkate almamış, ışık açılarını da bu bakımdan es geçmiş. Gerçekten de, nedir o makyajlar, doğrusu anlayamadım. Tipler, duygular oyuncunun yüzünde yapılan değişiklikle yansıtılmıyor ki! Görevli makyaj uzmanları, neden Siyam tiyatrosunu örnek almış acaba? Bilenler, bana da anlatsın n'olur! Alabildiğine "hard grease paint" kullanılmış. Makyaj yapılırken, dekor ve kostüm renkleri hiç, ama hiç dikkate alınmamış. Bunun dışında Yakup Çartık'ın ışık tasarımı "dekorun iyilik perisi" niteliğinde. Sahneye ruh, dekora atmosfer vermekte. Funda Çebi'nin Kostümleri ve Müzik Funda Çebi, şıkır şıkır, rengârenk, göz alıcı kostümler hazırlamış. Hazırlamış hazırlamasına da,


Oynanış Benim oyunu izlediğim akşam, sanırım yaka mikrofonlarından bazıları açılmadı, açılanlarsa ayarsızdı. Bu aksamaya karşın, tüm kadronun istekli ve başarılı olduğunu rahatlıkla söylemeliyim. Eda Gülten'in, Şirin Sevinç'in, Berivan Karaman'ın, Esin

pe

Ve İşin Olmazsa Olmazı: Koreografı Koreograf Cihan Yöntem, kompozisyon ve koreografiyi oluşturan faktörleri fevkalade ayırt etmiş. Oyuncunun (özellikle Şebnem Köstem) kendini inşa etmesinin önemine inanmış. Koreografisini kodlarken, dikkat edilecek içgüdüsel hareketi ve kodladığı hareketi çok iyi

Ve de Sahneleme Ayşenil Şamlıoğlu, Cihan Yöntem ile el ele verince, ortaya fıkır fıkır bir müzikal oyun çıkarmış. İçimden: "Üç buçuk saatlik oyun süresinin hiç değilse bir saatini rahatlıkla atardı, atabilirdi, neden atmadı" diyorum da, Şamlıoğlu'nu övmekten gene de kendimi alamıyorum. Planları, girişleri, çıkışları ve temel öğeleri titizlikle hazırlamış Şamlıoğlu. Kanımca sahnede oynanacak olgunlukta olmayan metne, bir takım ölçüler, hareketler, ritimler katmış. Dramatik ekonomiye uygun düşen bir sahne ekonomisi sağlamış. "Slow motion" tabloların fazlalığı bir tarafa, kalabalık sahnelerin yönetiminde olabildiğince başarılı olmuş.

Doğan'ın, Banu Barutçugil'in, Olcay Çalışkan'ın, Ferhat Doğan'ın, Özgür Dereli'nin tiyatro sevdalarından kaynaklanan heyecanlarını oturduğum yerden de olsa paylaştığımı da sözlerime eklemeliyim. Oyuncular nedense Çingene lehçesi yapmıyor, gayet temiz bir İstanbul Türkçe'siyle oynuyor. Sadece Şebnem Köstem "yom"layarak Ege lehçesi

a

Oyunun müziklerine gelince, klarnet ustası Hüsnü Şenlendirici, bağlama üstadı İsmail Tunçbilek, ünlü maestro Orhan Şanlıel ve yıllardır tiyatro sahnelerinde besteci, düzenleyici ve icracı olarak izlediğim; müziğin kendi dinamiğini düşünen, aktarmak istediklerine bir de söylem katan müzisyen Çiğdem Erken birlikte hazırlamışlar. Kültürel birikimimizin kodlarını kullanıp, zihnimizde var olan Çingene müziği motifleriyle benzeş parçalar yaratmışlar. Ellerine, kulaklarına, beyinlerine dirlik.

anlatmış. Oyuncuları, bir müzikal oyunda koreografinin önemine inandırmış. Müziği önemsemiş, ancak yapmak istediğine yardımcı olarak kabullenmiş müziği, öne çıkartmamış. Sözü, hareketler aracılığıyla dile getirmeyi pek güzel başarmış.

cy

çingenlerle o kostümler arasında bir türlü bağ kuramadığımı itiraf etmeliyim. Papyon kravatlı, parlak kumaştan "gilef'li İkiçeşmelik berberi! Moliere döneminden kalma diz altından lastikli ve fırfırlı don! Jüpon! Parlak kumaştan takım elbise giyen Çingene bıçkını! Bir ayağında başka, diğerinde başka bir renk ayakkabı giyen Nesrin...

Ayşenil Şamlıoğlu, Cihan Yöntem ile el ele verince, ortaya fıkır fıkır bir müzikal oyun çıkarmış.


Kısacası, "Bana Mastikayı Çalsana", her şeyden önce oyun boyunca sanatsal arzu ateşini korumak için çaba gösteren bir kadroyu izlemek açısından önemli bir yapıt.

konuşuyor. Hale Akınlı "Hamiyefte, oyuncunun en yoğun anlatım aracının hareket olduğunu biliyor bilmesine de, nedense bazı yerlerde ağır kalıyor. Aysan Sümercan "Navina"da, vücut yapısının, canlandırdığı karakterin bir parçası olduğunun pek ayırtında değil. Emine Umar "Emine"ye ellerinin, sırtının, ayaklarının herhangi sözlü anlatımdan daha verimli ve etkili olacağının bilincinde olarak can veriyor. "Berber" karakterinde Doğan Turan, çok tutuk. Yıldırım Beyazıd "Anason Osman" karakterinin altından her göründüğünde, dramatik sürekliliğin kopacağını sezmiş, önlemini de almış. Bülent Polat, sevimli bir "Çiko" çizmekte, ama repliklerinin çoğu anlaşılamamakta. Güvenç Dağüstün'ün ses yeteneğini yadsıyamam, ama Dağüstün'ün "Ayhan" karakterinin fiziksel ve psikolojik yönelimlerini araştırmış olduğunu da söyleyemem.

Şebnem Köstem'in Duygu Paleti Yıldırım Fikret Urağ (İsko) oyuncunun sahne üzerindeki hareketlerini belirleyici temel kuralları biliyor ve bu kuralları doğru biçimde uyguluyor. Funda Şirinkal (Belma) konuşma ve tepkiyi aynı anda mükemmel dengelemesiyle dikkat çekmekte. Şebnem Sönmez (Sümbül) ve Günay Karacaoğlu (Nesrin) oyunculuğun özellikle komedide ön plana çıkması için, etkileyici

olmanın bireysellikle gerçekleşemeyeceğini nasıl olur da bilmezden gelirler, şaştım da kaldım! Gene de, seyirciyle olan iletişimi iyi sağladıklarını söylemeliyim. Şebnem Köstem'e gelince... Onun duygu paleti, "Sumru"yu mükemmel resmedecek kadar zengin, renkli ve çeşitli. Kısacası, "Bana Mastikayı Çalsana", her şeyden önce oyun boyunca sanatsal arzu ateşini korumak için çaba gösteren bir kadroyu izlemek açısından önemli bir yapıt. Bu arada, yaratıcı iradenin arzulan sahne üzerinde nasıl uyandırılır; arzulamak, yaratmak, oynamak neye denir tanık olmak isteyenler "Anlatıcı"da Iraz Yöntem'i mutlaka izlemeli. Hani, bir faydam olsun diye, bu sezon "Umut Veren Genç Oyuncu" dalında ödül verecek seçici kurul üyelerinin kulaklarına Iraz'ın adını usulca fısıldamak isterim. Fısıldarken: "Benden söylemesi" derim, başka da bir şey demem.

pe

cy

a

"Nazlı Abi"de Murat İpek, "Şoför

Tako Necmi"de Özgür Devrim Akçay, "Mehmet'te (ve kına gecesi tablosunda Şamlıoğlu'nun neden gerek gördüğünü bir türlü kavrayamadığım Zenne tiplemesinde) Erkan Avcı, "Aynuri"de N.Gonca Vuslateri, "Gülseda"da Şükran Ovalı, "Pat Murat'ta Erdinç Anaz oyuncunun büründüğü karakteri ancak kendi, biricik duygularıyla denetleyebileceğini ya da yaşayabileceğini pek güzel vurguluyorlar, benden de birer birer ve hep beraber kocaman bir "helal olsun" alıyorlar.

Tiyatro: Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu Yazan: Nilbanu Engindeniz Yöneten: Ayşenil Şamlıoğlu M ü z i k : Hüsnü Şenlendirici, Orhan Şallıel, Çiğdem Erken, ismail Tunçbilek Dans Düzeni: Cihan Yöntem Işık Tasarımı: Yakup Çartık Sahne Tasarımı: Hakan Dündar Giysi Tasarımı: Funda Çebi Müzik Direktörü: Çiğdem Erken

Oyuncular: Yıldırım Fikret Urağ, Şebnem Köstem, Hale Akımlı, Aysan Sümercan, Emine Umar, Günay Karacaoğlu, Şebnem Sönmez, Doğan Turan, Yıldırım Beyazıd, Bülent Polat, Güvenç Dağüstün, Murat İpek, Funda Şirinkal, Özgür Devrim Akçay, Iraz Yöntem, Erkan Avcı, N.Gonca Vuslateri, Şükran Ovalı, Erdinç Anaz, Eda Gülten, Şirin Sevinç, Berivan Karaman, Esin Doğan, Banu Barutçugil, Olcay Çalışkan, Ferhat Doğan, Özgür Dereli.


a

Şehir Tiyatroları'ndan Lope de Vega Oyunu

cy

"Çılgın Dünya" Oyun Valencia'da bir akıl hastanesi­ nin avlusunda geçiyor. Delilerin de, aşkından deliye dönmüşlerin de, deliliğe sığınanların da, aşk delilerinin de yolu hep bu avluda kesişiyor.

pe

Beki Haleva / bekihaleva@hotmail.com

Yeni tiyatro sezonuna yeni bir sahnede oynanan yeni bir oyun seyrederek başlama fırsatım oldu bu yıl. Geçtiğimiz günlerde aynı anda iki yeni tiyatro salonunu, Üsküdar Kerem Yılmazer ile Kâğıthane Sadâbat Sahneleri'ni hizmete sokan İBBŞT, iddialı bir açılış yaptı bu sezon. İstanbul'un kültür ve sanat yaşamı için çok sevindirici bir olay. Ben Sadâbat Sahnesi'ne gittim. Epeydir uğramadığım Kâğthane'nin çehresini hayli değişmiş bulduğumu söyleyebilirim. Sadâbat sözcüğü haliyle hoş çağrışımlar yapıyor insanın kafasında, hele eski İstanbul'un âşığıysanız ve o zamanların gravürlerine bakarken iç geçiren biriyseniz, dantel gibi işlenmiş konakların güzelliğini, insanların zarafetini, hanımların görünmez

şıklıklarını düşünmeden edemezsiniz. Yozlaşmanın kent yaşamının her alanını kapladığı günümüzde elbette öylesi bir beklentiyle gitmedim oraya. Beklentiniz az olunca da beğeniniz yüksek oluyor, dolayısıyla dışı kocaman tahta bir köşk, içi modern bu yapı, rahat koltuklu, büyük sahneli amfi şeklindeki tiyatro salonuyla hoş bir sürpriz oldu benim için. Biraz aceleye gelmiş bir hali ve birtakım eksikleri olsa da fuayeye yerleştirilmiş vitrinli masalarda sergilenen kıymetli eski kostümler, kaftan ve eski tiyatro broşürleri umut vericiydi. Gelelim oyuna. Çılgın Dünya, İspanyol "Altın Çağı"nın büyük yaratıcısı ve İspanyol oyun yazarlığının öncüsü, ünlü yazar

Lope de Vega'nın bir yapıtı. Osmanlı'da eğlence ve debdebenin altın çağı Kâğıthane ve Sadâbat'la örtüştüğüne göre, "Altın Çağ"dan bir oyunla açılış yapmak bilinçli bir seçim olmalı, diye düşünüyorum. Bin sekiz yüz komedya ile dört yüz kadar dinsel oyun (auto) yazdığı söylenen bu çok üretken yazar neredeyse yirmi dört saatte bir oyun yazarmış. Bu denli hızlı yazmasına karşın başkalarının işlediği olayları ele almayıp çoğunlukla konularını kendi yaratmış. İlginç yaşantısı olan bir adam. Hızlı yazdığı kadar, karıları, sevgilileri, çocuklarıyla da hızlı bir yaşam sürmüş. Bu arada deniz savaşlarına katılmış, fanatik denecek kadar dinsel görevlerini de yerine getirmiş biri De Vega. Tragedya ile komedyayı birleştirip toplumsal konulara, alt


a cy

Erifila, çapkınlık peşindeyken kıskançlık yüzünden Prens Raynero'yu öldürüp kaçan ve zoraki deliyi oynayan soylu Don Floriano, hastane müdürü Pissano ve yeğeni Dona Fedra ya da hastanenin hizmetçisi Laida her biri aşk hastalığına tutulmuş, her biri çılgın, her biri aşkından "deli"ye dönmüş. "Valencia'nın Delileri" olarak çevirebileceğimiz Los Locos de Valencia'yı Çılgın Dünya olarak duru Türkçe'siyle dilimize kazandıran Yeşilçam filmlerinin unutulmaz sesi Adalet Cimcoz.

pe

Bu müzikal komedyayı yönetense, Devlet Tiyatrosu'ndan İstanbul Şehir Tiyatroları'na geçen, oyuncu, eğitimci kimliklerini bir arada yürüten Burteçin Zoga

tabaka insanlarının sorunlarına eğilen, karakter yaratmaktan çok canlılığa, harekete, heyecana ve şiirselliğe önem veren bir yazar. Aşk tanrısı Cupido'nun oklarına sık sık hedef olmuş bir kişinin aşk olgusunu yapıtına taşımaması elbette beklenemez. Çılgın Dünya da dolayısıyla aşk ve delilik izleklerinin çevresinde gelişen bir müzikal komedya ve adı gibi çılgın! Yazarın ilk dönem yapıtlarından olan ve bir karnaval atmosferi yaratan oyunun bir özelliği de Avrupa komedyasında akıl hastanesini ilk kez konu almış olması.

Oyun Valencia'da bir akıl hastanesinin avlusunda geçiyor. Delilerin de, aşkından deliye dönmüşlerin de, deliliğe sığınanların da, aşk delilerinin de yolu hep bu avluda kesişiyor, delilik ile akıllılığın arasındaki o ince çizginin çevresinde. Babasının baskısından kurtulmak için çareyi uşağını kandırıp kaçmakta bulan zengin kızı Dona

Bu müzikal komedyayı yönetense, Devlet Tiyatrosu'ndan İstanbul Şehir Tiyatroları'na geçen, oyuncu, eğitimci kimliklerini bir arada yürüten Burteçin Zoga. Yönetmen, yukarıda sözünü ettiğim yazarın yaklaşımını, dönemin İspanyol tiyatrosunu belli ki özümsemiş. Ö denem İspanyol tiyatrosunda Commedia dell'arte'nin etkileri sıkça görülür. Yönetmen bunu

göz ardı etmeyip bir kere de olsa maske kullanarak, tiplemeleri olabildiğince gülünç bir hale sokarak, seyirciyi eğlendirmeye, sahnede harekete, canlılığa ağırlık vermiş ve bir cümbüş havası yaratmış. Ne var ki müzikler devreye girince tam bir "cümbüş" yaşanıyor! İspanya'da ortaçağdan kalma tipik bir avludasınız, orkestra müziğe başlıyor ve dönemin kostümleriyle donanmış oyuncular "Ah kalbim, ben senden ne çektim" diyerek Cici Kızlar'ın söyledikleri yetmişli yılların hit şarkısını söylemeye başlıyorlar. Daha şaşkınlığınızı üzerinizden atamadan ikinci parça geliyor, bu kez oyuncu, Yıldırım Gürses'in sevilen şarkısı "Yalan dünya, her şey bomboş" diye söylemeye başlamaz mı! İlk şoku atlattıktan sonra artık nostaljik bir müzik turuna çıkıyorsunuz. Belleğinize takılmaya başlayan tınılar takıntıya dönüşüyor bu kez! Tamam diyorsunuz "Hür doğdum hür yaşarım" Ajda'nın, "Sen arkadaşımın aşkısın" Juanito'nun


Oyuncular genelde tam bir uyum içinde ve belli ki eğlendirir­ ken eğleniyorlar.

ya da "Bak bir varmış bir yokmuş"u kim söylüyordu ya! diye hayıflanıyorsunuz. Selim Atakan'ın müzik düzenlemesinde neredeyse yirmi şarkılık bir seçki dönemsel-toplumsal bağlama uymasa da kabul etmek gerekir kişilerin ruh halleriyle tam bir uyum içinde! Artık oyunun sonuna geldiğinizde müziği bayağı kanıksamış oluyorsunuz, hatta şarkılar içerikleriyle repliklerden bile "sahne çalar" duruma geliyorlar!

başarılı çalışmada köylüsünden soylusuna 17. yüzyıl İspanyol kıyafetleri, ayrıntıları göz ardı edilmeksizin başarıyla tasarlanmış, giysiler kadar iç çamaşırlar da özenle hazırlanmış. Biraz uzun süren oyun son bulduğunda kocaman salondaki bir avuç izleyici büyük bir coşkuyla alkışlıyordu oyuncuları. Belli ki oyun çok beğenilmişti, bu beğenide müziğin katkısı çok gibiymiş gibi geldi bana, sonuçta eğlendirmekten başka bir amacı olmayan bir oyundu bu ve izleyici şarkılı, türkülü bir Lope de Vega oyunuyla eğlenmişti.

Nihal Kaplangı'nın kostüm tasarımı da övgüye değer. Bu

İyi ki geldin tiyatro mevsimi.

pe

cy

a

Oyuncular genelde tam bir uyum içinde ve belli ki eğlendirirken eğleniyorlar. İki sevimli deliyi oynayan Tarık Şerbetçioğlu (Tomas) ile Murat Bavlı

(Bellardo), hizmetçi Laida'da Semah Tuğsel, Dona Fedra'da Binnur Şerbetçioğlu, hekim rolünde Naci Taşdoğan oyunlarıyla iyi bir performans sergileyen bu kalabalık kadroda daha ön plana çıkıyorlar. Barış Dinçelin dekor tasarımı yine göz alıcı; kuyusuyla, atlı karıncasıyla, dönme dolabıyla, iri taşlarla döşenmiş ortaçağdan kalma bir avlu gerçekleştirmiş. Gerek ayrıntılara verdiği önemle, gerek kullandığı renkle tam bir atmosfer yaratmayı başarmış. Sabahattin Gündoğdu'nun ışık tasarımı da dekoru tamamlıyor.

Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Lope De Vega Yöneten: Burteçin Zoga Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımı: Nihal Kaplangı Müzik: Selim Atakan Dans Düzeni: Mikael Vidhi Işık Tasarımı: Sabahattin Gündoğdu

Oyuncular: Yiğit Sertdemir, Gürol Güngör, Selçuk Soğukçay, Berrin Koper, Selçuk Yüksek, Murat Bavli, Tarık Şerbetçioğlu, Semah Tuğsel, Binnur Şerbetçioğlu, Doğan Altınel, Naci Taşdöğen, Gökhan Eğilmezbaş, Hüseyin Tuncel, Ceylan Çete, Aslı Narcı.


cy

a

Al Gülüm Seyreyle Ankara'dan Üç Oyun;

Tekmil-i Birden Ama oyuncuların aynı bakışı yakalayabildiklerine şahit olmadım. Kalabalık kadrolu oyunu, kıyafet balosuna gelmiş ve kendileriyle ilgili inanmadıkları hikayeler uyduran insanlar gösterisi gibi algılayabildim ancak.

pe

Ragip Ertuğrul / ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr

Bir sonbahar hafta sonunu Ankara'da geçirmek ve banketteki atmosferi koklamak insana enerji veriyor. Kentin o kendine özgü sakinliği içinde inanılmaz bir dinamizm var. Bu hem üniversite gençliğinden, hem de kültürel bir kesişme noktası olmasından kaynaklanıyor. Bu kısa seyahatimde Ankara Devlet Tiyatrosu'nun üç oyununu izleme fırsatı buldum. Hayranlığı ve hayal kırıklıklarını da bir arada yaşadığımı itiraf etmeliyim. Bu Hayatlar Yaşanmamış İlk oyun, Akün Sahnesi'nde. Akgün'ün bulunduğu bina her Ankaralının olduğu gibi oldum olası benim de estetik hislerimi okşamıştır ve geçmişe özlem duyguları uyandırmıştır. William Saroyan'ın "Hayatı Yaşamak" adlı

oyunu, belli bir hikaye etrafında dönmediği gibi birbirinden farklı dünyaların insanlarını bir batakhane barında buluşturuyor. Anlaşılacağı üzere her birinin de ayrı bir hikayesi var. Oyunda John Steinbeck veya William Faulkner gibi klasik Amerikan yazarlarının eserlerinde sıkça yeralan karakterleri görüyoruz. Ama oyuncuların aynı bakışı yakalayabildiklerine şahit olmadım. Kalabalık kadrolu oyunu, kıyafet balosuna gelmiş ve kendileriyle ilgili inanmadıkları hikayeler uyduran insanlar gösterisi gibi algılayabildim ancak. Aslında her biri başlı başına zenginlik içeren rolleri nasıl değerlendiremediklerine de hayret ettim. Oyunun baş karakteri Joe, sürekli

içen, içmekle birlikte hayatını da sorgulayan, zaman zaman da bilgece laflar eden orta yaşta bir beyaz Amerikalı. Aykut Ünal, karakteri kör kütük sarhoş canlandırarak inanırlığını yok etmiş. Sarhoşu oynamak da klişelerden uzak ayrı bir bakış açısı gerektirir ki ona da ulaşamamış. Bar sahibi Nick ise her şeyin farkında olan, insanları yakından tanıyan, sözün özü 'kimin ne mal olduğunu' bilen biri. Selçuk Özdoğan'ın Nick'i büyük bir hiddet içinde ve bağırarak canlandırması Nick'in olması gereken müstehzi duruşuna zarar vermiş. Her oyun kişisinin tüm derdini ortaya anlatıyor olması, bir dramaturgi çalışması yapılmadığının göstergesi.


a

cy

gördük. Karakoldan merkeze geçmek isteyen polis, komedyenlikten para kazanmak isteyen adam, içindeki duygulan hapsetmeye çalışan sosyetik kadın, sevgisine karşılık verecek bir sevgili arayan adam, hayatın kıyısında yaşamak zorunda kalan ve kendine bir hayal dünyası da kurmuş olan Kitte... Tok rolündeki Bilal Gürle, Blick rolünde Aydın Uysal ve gazeteci çocuk Savaş Başar inandırıcı, sıcak bir oyunculuk sergiliyor. Bilgece laflar etmeye çalışan hafif tırlatmış adam, ayyaş, sonunda ölen haraççı... hep yeterince değerlendirilememiş figürler. İşlenen cinayet sonrasında hiç istifini bozmayan piyanistte ise bir kabullenmişlik değil, bir vurdumduymazlık seziliyor.

pe

Birbirinden farklı hayatların ortaya dökülmesi ve herkesin birbirini dinlemesi, odaklanılması gereken yaşamı algılayabilmemizi imkansız kılıyor. Gereksiz uzun tutulan telefon görüşmeleri, komedyenin aşırılığa ve kendini tekrara varan step dansı partileri, orospuların anlamsız geliş gidişleri hep öze bir değer katmayan fazlalıklar. "Her ne iş olsa yaparım" diye gelen adamın barın piyanistliğine soyunması ki müzisyenlikte oldukça başarılı, oyuna dahil edilmesi için öyle bir çaba içine girilmesi de yapay kaçmış. Başkadın oyuncunun dövmeli kolu ve ayak bileği, bara gelen kadın müşterinin çantasını sandalyenin sırtına asması, ki hele öyle bir izbe barda, sosyetik kadının filtreli sigarayı ağızlığa takması, kürkünü barda bırakıp gitmesi gibi göze batan ayrıntılar var. Kültür Bakanlığı sanatçıları 65 yaşında emekli etmekle çok akıllıca bir iş yapıyor (!); böylece perukacılara kazanç kapısı doğmuş oldu. Tak bir beyaz peruk oldu sana 60'lık ihtiyar. Bu oyunda da benzer bir örneği

Murat Gülmez'in tasarladığı dekor ortamı birebir yansıtıyor. Ancak kostümler için aynı yargıda bulunmak güç. Kostümlerde gereksiz bir cümbüş söz konusu. Funda Çebi bu çalışmada dönemi yeterince özenli yansıtmamış. Oyuncuların performanslarını yeterince ortaya çıkaramamalarında yönetmen

Kemal Başar'ın etkisi olduğunu düşünüyorum. Başar oyun kitapçığında (devletin bütçesiyle yapılan) oyunu, babası değerli tiyatro sanatçısı Savaş Başar için yaptığını belirtiyor. Seyirciyi ve oyuncuları neden unuttuğunu da bir yerlerde açıklar herhalde. Fırtınalı ve Hüzünlü Bir Yaşama Tanıklık Bana hafta sonumu keyifli geçirdiğimi düşündürten oyun "Modigliani - Işığın ve Hüznün Ressamı". Amerikalı yazar Dennis Mclntyre'ye ait metnin doyuruculuğunun yanı sıra oyuncu 'cast'ı özenle yapılmış ve oyun iyi bir rejiyle sahneye konulmuş. 36 yıllık fırtınalı yaşamına sanatı, aşkları, bohem bir çevrede oluşan dostlukları sığdıran ünlü ressamın yaşamının ele alındığı hikaye akıcılığı, dili, duygu ve eylemlerin dengeli dağılımı ile iki saate yakın süre sizi kendisine bağlıyor. Modeli ve aşkı Beatrice ressamın hitabıyla Bea ile olan ilişkisinin yanında, dostu ressam Utrillo ve resim tacirleriyle ilişkilerinin irdelendiği oyun, kendi dönemi için de

Bana hafta sonumu keyifli geçirdiğimi düşündürten oyun "Modigliani - Işığın ve Hüznün Ressamı". Amerikalı yazar Dennis Mclntyre'ye ait metnin doyuruculuğunun yanı sıra oyuncu 'cast'ı özenle yapılmış ve oyun iyi bir rejiyle sahneye konulmuş.


olduğu gibi sanat camiasının bugünkü durumu için de bir durum analizi sergiliyor. Picasso'ya ilişkin sarf ettiği "Pezevenk, fabrika gibi resim yapıyor" sözü ve yaşananlar hayatları daha derinden inceleme ve yakından tanıma heyecanı yaratıyor seyircide. Aynı adı taşıyan film de Modigliani'ye seyirci gözünde takdir kazandırırken, Picasso'nun insan tarafını sorgulatmıştı. Beatrice'in duyguları ve sanatçıya yaklaşımı ise psikolojik bir incelemeyi gerektiriyor. Eşi, sanatçıya sanatından dolayı mı bir aşk duyuyor, yaratıları mı onu bağımlı hale getiren? Yoksa salt insana duyulan aşk mı? Bu sorunsal da aslında günümüzde çok gündemde. Kısa süren sanatçı aşklarıyla durumun vahameti gözler önünde. Bunları oyunda gördüğünüz derin aşkla mukayese ettiğinizde farkına varıyorsunuz. Modigliani'nin Bea'sına "Tek bir çizgiyi bile şaşırmayacağım, ama lütfen beni terk etme " demesi de aşkın, özverinin ve tutkunun gücünü yansıtıyor. Modigliani ile Utrillo arasındaki ilişkiyi fark ettikten sonra sanat insanları arasındaki arkadaşlığa bakışım da olumlu yönde değişti dersem yalan olmaz. Modigliani'nin ön

ismi olan Amedeo 'Tanrının sevgili kulu' anlamına geliyormuş. Olcay Kavuzlu da bu rolüyle hem Ankaralı tiyatro severlerin sevgili kulu oluyor hem de performansıyla Ankara'da sezonu taçlandırıyor. Modi'nin yaşamı cam kırıkları ve kanla dolu olsa da, asıl önem kaydeden can kırıklarıdır. O can kırıklarından birine sahip olan da ressam Utrillo. Utrillo rolünde Orhan Özyiğit, Kavuzlu ile tam bir partner oluyor. Hastalıklı ruh halini, değişimi daha doğrusu yitişi, abartıya kaçmadan tam dozajında vererek, temiz ve pürüzsüz bir oyunculuk sergiliyor. Sahnelere fon oluşturan ve özenle seçildiği belli olan müzikler, Paris cafelerinden bohem yaşantıya kadar tüm ortamlara, melankoliden keyfe kadar tüm duygulara eşlik ediyor. Behlüldane Tor, dekoru hem minimalist bir anlayışla dönemi yansıtacak şekilde hem de sahne değişimlerinde seyirciyi sıkmayan süreler içinde yapılabilir formda tasarlamış. Zeynel Işık'ın, eylemi aşırı dramatize etmeyerek gerçekçiliği daha sıkı yakalamayı sağlayan ışık tasarımı ve Sevgi Türkay'ın sade olduğu kadar dönemselliği de barındıran kostümleri metinle bütünleşik durumda. Tüm bunlar yönetmen

pe cy

a

Modigliani'nin ön ismi olan Amedeo 'Tanrının sevgili kulu' anlamına geliyormuş. Olcay Kavuzlu da bu rolüyle hem Ankaralı tiyatro severlerin sevgili kulu oluyor hem de performan­ sıyla Ankara'da sezonu taçlandırıyor.

Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Dennis Mclntyre Çeviren: Yıldırım Türker Yöneten: Barış Eren Sahne Tasarımı: Behlüldane Tor Giysi Tasarımı: Sevgi Türkay Işık Tasarımı: Zeynel Işık

Barış Esen'in metne hakim olduğunun ve ekiple uyum içinde çalıştığının bir göstergesi. Ressamın yaşamıyla karşılaştırıldığı zaman bazı zaman kaymaları varsın olsun. Bu bir belgesel tiyatro değil çünkü, gerekli yerlerde kurmacaya gidilebilir. Kolaylıkla sıradanlığa dönüşebilecek ve sıkıcı algılanabilecek bir oyunu, izlenmenin ötesinde hafızada kalınır kılmak her zaman mümkün olmuyor. Oyunu bir kez daha izlemek için istek duyuyorum desem...

Memleket Değil Sanat İşgal Altında! En son, İşgal altındaki İstanbul'un hal-i pür melalini anlatmaya çabalayan, ancak bu anlatımda tutarsız kurmacalar yoluna giden Refik Erduran'ın yazdığı "El Ele"yi Ankara Devlet Tiyatrosu 'nun yeni sahnesi Çayyolu Tiyatrosu'nda izledim. Şehir merkezinden bir hayli uzak olması bir yana, binanın, salon ve sahnenin, fuayenin dizaynı ve işlevselliği, bazı yatırımların yerinde yapıldığının göstergesi. Oyuna gelince... 29 Ekim coşkusunu yaşayacağım diye oyuna geldim mi desem

Oyuncular: Olcay Kavuzlu, Orhan Özyiğit, Adnan Erbaş, Harun Özer, Savaş Tamer, Berfu Öngören, Aydın Şentürk, Füsun Demirden, Murat Öz, Serhat Çelik, Oğuz Avcıoğlu, Erkan Erkoç, Eda Ateş.


Bizleri konsolosluk balolarından, İstanbul sokaklarına, Anadolu'daki cephelerden İngiltere'ye gezdiren bir metin var karşımızda. Erduran, Kurtuluş Savaşı'nı farklı bir bakış açısıyla kaleme almış. Oyunun baş kişisi Yüzbaşı Affan, cepheden döndüğünde asker kaçağı ağabeyi Rüstem'in İstanbul meyhanelerinde süren sefil yaşamına ve bir zenginin kapatması olarak İzmir'e yerleşen nişanlısı Cihangül'ün Yunanlı subaylarla aşna-fişnesine tanık olur. Yunanlılardan birini öldürerek firar eder. Bunu duyan Rüstem, kardeşinin içine düştüğü trajik durumdan o kadar etkilenir ki vatan aşkına tutularak dağa çıkar. Affan'ın askerdeki emir eri Dursun da aslında haysiyetsizin

fark ediliyor. Dursun'a "Cennet var mıdır beyim? " gibi aptalca bir soru sordurmak, cephede yenilginin kabullenilmesi üzerine namaza durulmuşken, birden yardım kuvvetlerinin yetiştiği haberinin gelmesiyle birlikte Türk kadınlarının ellerinde yiyeceklerle çıkagelmesi ve tabii bu arada savaşın unutulması, tasvip etmesem de oyunun can alıcı mesajı olan ve AB karşıtlığını savunan "kanlarımızla gönderdiklerimiz geri geldiler" cümlesinin safahat uğruna onurunu ayaklar altına alan Cihangül'e söyletilmesi, çocukken kovboyculuk oynarken ata binen adamı "dıgıdık dıgıdık" diyerek taklit hareketimizin, Türk ordusunun savaşa giderken ki temsilinde koreografi diye yutturulması...

a

biri olan Rüstem'i komutanı beller. Bu arada nerden çıktığı belli olmayan Tijen adında bir kadın gazeteci, Rüstem'le tanışır ve yerini öğrendiği pek vatanperver(!) Affan'la röportaj yapmaya gider. Türk ordusu hizmet beklerken her nedense o kendini Affan'ın özel hemşireliğine ve sekreterliğine vakfeder. Affan, Rüstem'in kendini savaşa atmasına da engel olmak ister. Çünkü o ağabeyidir, canıdır; bir süre önce İstanbul'da karşılaştıklarında ona sarılamadığını ve tiksinti duyduğunu unutmuştur. Hikayede gezinip duran Kalyopi adındaki Rum karısını da önce meyhanede o kucaktan bu kucağa gezerken, sonra bir devlet dairesinde sekreterliğe talip olurken, en son ise cephede bir Yunan subayıyla gezintiye çıkmışken(!) görürüz; esir olur da kurtuluruz. Dönemin İngiltere Başbakanı Lyod George da işgalcilerin ruh halini ve yaklaşımını yansıtan bir figür olarak oyunda yer alır.

pe

bilemiyorum. Geçenlerde Kanal B'de aynı zamanda oyunun yönetmeni Murat Atak'in sunduğu ve Refik Erduran'ın konuk olduğu programa kulak kabartınca "El Ele"nin onlarca kadroya ve prodüksiyon maliyetine rağmen neden yerlerde süründüğünü anlamaya başladım. Yerlerde sürünmek derken, salonun dolup taşması veya alkış konusunda seyirciden tam destek almasını kastetmiyorum. Bazen bu kriterler, yapılan işin kalitesi yönünden yanıltıcı olabiliyor.

Oyuncular: Altan Gördüm,Yunus Emre Bozdoğan.Murat Çidamlı.Erdal Küçükkömürcü, Tomris Çetinel, Elvin Beşikçioğlu, Neşe Baykent, Gaye Filiz Çele, İpek Çeken, Haluk Cömert, Yavuz Sepetçi, Nihat Hakan Güney, Tolga Çiftçi, Erdinç Gülener, Tolga Tuncer, Erdinç Doğan, Sedat Keçeci

cy

Yazan: Refik Erduran Yöneten: Murat Atak Dekor Tasarımı: Sertel Çetiner Giysi Tasarımı: Sevgi Türkay Işık Tasarımı: Ersen Tunççekiç Müzik: Can Atilla Dans Düzeni: İhsan Bengier

Murat Atak, Refik Erduran'ın oyununu baştan yarattığını ve sahnelenebilir hale getirebildiklerini ifade ediyor da madem elle tutulamıyordu bu kadar ısrar neden idi oyunun sahnelenmesi için? Rejinin bir makyajdan öte olmadığı zaten

Ersen Tunççekiç'in ışık tasarımını ve nispeten oyunculukları bertaraf edersek, neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir sahneleme diyebilirim "El Ele" için. "Yaşa Mustafa Kemal Paşa" diye haykıracak, bayrak sallayacak, yersiz milliyetçilik söylemine girecekseniz ve bunlarla alkış kıyamet kopartacaksanız, tiyatro oyunu değil müsamere formatını kullanınız... Daha yakışacağı kesin.

Murat Atak, Refik Erduran'ın oyununu baştan yarattığını ve sahnelenebilir hale getirebildikle­ rini ifade ediyor da madem elle tutulamıyordu bu kadar ısrar neden idi oyunun sahnelenmesi için?


cy

a

Notaların Dostluğundan Ölümün Yalnızlığına...

"Amadeus"

pe

Eser Rüzgar / eser_ruzgar@hotmail.com

Perde, mavi bir fon ve Mozart'ın müziği eşliğinde açılıyor ve izleyicinin oyunun havasına girmesi sağlanıyor.

Avusturyalı ünlü ve dahi müzisyen Mozart'ın bu yıl 250. doğum yıldönümü. Avusturya'dan Avustralya'ya, Pekin'den New York'a pek çok ülkede ünlü müzisyenin doğum yıldönümü nedeniyle bir çok kutlama ve etkinlik düzenleniyor. İstanbul Devlet Tiyatrosu da bu etkinliklere "Amadeus" oyunuyla katılanlardan. Aslında oyunun 1983'te Yücel Erten rejisiyle Devlet Tiyatrosu'nda sahnelendiğini tiyatro severler hatırlayacaklardır. Alev Sezer ve Can Gürzap'ın başrollerde yer aldığı oyun o yıllarda oldukça büyük beğeni toplamıştı. Oyunu sahneleme fikri oluştuğunda dönemin Kültür Bakanlığı'nın engeline takılmış ama sonra sorun çözüme kavuşmuş, neden olarak da

Mozart'ın çok küfür etmesi gösterilmiş. Oyun, bu yıl Mayıs ayında 4. Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları kapsamında İstanbul'da görücüye çıktı. Mozart 1756 yılında Avusturya'nın Salzburg kentinde doğmuş ve sadece otuz altı yıl yaşamıştır. Bu otuz altı yıla da altı yüzden fazla eser sığdırmış ve dünyada klasik müzik denildiği zaman akla gelen ilk isimlerden biri olmuştur. Ünlü Alman yazar Goethe "Şiirde Shakespeare neyse müzikte de Mozart odur." diyerek müzisyenin önemini bir kez daha vurgulamıştır.

Ekim ayı içinde AKM Büyük Salon'da sadece iki kez sahnelenen oyuna gelince; perde, mavi bir fon

ve Mozart'ın müziği eşliğinde açılıyor ve izleyicinin oyunun havasına girmesi sağlanıyor. Oyunda zaman sıçramaları, geriye dönük anlatımlar var. Mozart ölmüştür ve Salieri vicdanıyla baş başa kalmıştır. Sahnede beliren Salieri ömrünün son yıllarındadır. Salieri' yi oynayan Celal Kadri Kınoğlu oyunun adı "Salieri" olmalıymış dedirtecek kadar oyunculuğunu konuşturuyor. Fakat ilk sahnede Kınoğlu'nun yaşlılığı makyajla daha iyi yansıtılabilirdi. Bu açıdan makyajın yetersiz olduğu söylenebilir. Celal Kadri Kınoğlu'nun ifadelerinde ömrünün son yıllarını yaşayan yaşlı bir insanın ses tonu da algılanmıyor. Eğer zihninizde Mozart ağır, karizmatik serin duruşlu, hatta


cy a ödüllerini almıştır. Yani metnin sağlamlığı su götürmez bir gerçektir.

Can Gürzap, normal şartlar altında bir oyunun altı yedi haftada hazırlandığını belirttikten sonra Amadeus için üç buçuk ay çalışmış olmalarının, beraberinde bazı zorluklan da getirdiğine değiniyor. Uzun süreli çalışmalarda oyuncular oyundan sıkılabiliyor, soğuyabiliyorlar. Neyse ki böyle bir sıkıntı oyuna yansımıyor.

pe

moda deyişle "ağır abi" biri olarak yer alıyorsa oyunda biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Çünkü oyun içerisinde Mozart'ı zıp zıp zıplarken, yerli yersiz kahkahalar atarken ve sekerek yürürken göreceksiniz. Aslında bu durum bir tezatlık göstergesi değil. Çünkü Mozart gerçekte Tourette Sendromu denen bir psikolojik rahatsızlığa sahip. Bu nedenle yer yer onun çocuklaştığı, ani parlamalar yaşadığı, kahkahalar attığı ve ağza alınmayacak küfürler ettiği biliniyor. Oyunda, orijinal metne ve filme göre bu küfürlerin biraz yumuşatıldığını görüyoruz. Yine de oyunda ayaklan yere basmayan Mozart biraz abartılı gelebilir izleyiciye. Oyunun metni Peter Shaffer'e ait. Shaffer bu metniyle 1984 Altın Küre'de "En İyi Senaryo", 1984 Oscar'da "En İyi Uyarlanmış Senaryo" ve yine 1984 yılında Los Angeles Film Eleştirmenleri tarafından "En İyi Senaryo"

Celal Kadri Kınoğlu, Salieri' nin kıskançlığını, öfkesini, pişmanlıklarını gayet ölçülü ve inandıncı bir oyunculukla aktarıyor. Kendisini bir müzik dehası yapmak için Tanrı'ya yalvarırken karşısına bir müzik dehası olan Mozart çıkınca sinsice planlar ve entrikalar yapmaktan kendini alamıyor. Öyle ki "artık benim savaşım Mozart'la değil, Tanrı'yla" diyecek kadar hastalıklı bir hal alıyor. Bu sahneleri

canlandıran Celal Kadri Kınoğlu, rolünün hakkını veriyor. Geçen sezon Anton Çehov' un "Çok Yaşa Komedi" oyunuyla izleyicinin karşısına çıkan Zafer Algöz, Mozart gibi önemli bir karakteri canlandırıyor bu kez. Algöz, oyuna hazırlanırken dört ay sürekli Mozart dinlemiş, hatta Requiem'in bir çok farklı yorumunu dinleyerek konsantrasyonunu sağlamış. İlk perdede zıp zıp zıplarken veya Constanze'nin peşinden koşarken dikkatimizi çekiyor. İkinci perde de ise ömrünün son yıllarındaki trajedisiyle içimizi burkuyor. Mozart'ın karısı Constanze rolünde izlediğimiz Meral Bilginer de komik ve trajik sahnelerde oyunculuğun gereklerini yerine getiriyor. Ancak oyunda zaman zaman bazı replikleri anlamakta güçlük çekiliyor. Özellikle saray erkanını oluşturan oyuncuların sesleri düşük kalıyor.

Celal Kadri Kınoğlu, Salieri' nin kıskançlığın ı, öfkesini, pişmanlıkla rını gayet ölçülü ve inandırıcı bir oyunculukla aktarıyor.


Dekor gayet zamanına uygun, asansörler yardımıyla inen çıkan dekorlar, şaşaalı avizeler oyuna renk katıyor. Figüranların çokluğu ve kostümlerdeki özen de oyunu izlenir kılan özelliklerden. Aslında kalabalık oyunlarda oyuna hakim olmak zordur, bu sağlanmadığı takdirde görsel şölen görsel kargaşaya dönüşebilir ama oyunda bu sıkıntıya düşülmüyor. Gerek aristokratların giydiği kostümler, gerekse halk kostümleri hakkını veriyor. Dönemsel olarak pudra kullanımı erkeklerde de yaygın olmasına karşın Salieri'nin uşaklarından özellikle birinin oyun

boyunca adeta pandomim sanatçısı gibi görülmesi biraz pudranın ayarını kaçırıldığını düşündürüyor. Oyun bir müzisyen hayatı olduğu için müziklerin daha yoğun kullanılıyor olması beklenebilir. Oyun bir müzikal değil elbette ama yine de ünlü ustanın müziğine daha çok yer verilebilirdi. Zira müziğin oyunla iç içe geçtiği bölümlerden biri olan Türk Marşı bestesinin çıkış sahnesi çok keyifliydi. Mozart dört yaşında ilk bestesini yapacak kadar yetenekli bir insan

ama Mozart'ın müzikal gelişiminde babasının da çok önemli bir yeri var. Kendisi de müzisyen olan baba, tam bir yol gösterici. Fakat oyunda baba figürüne yer verilmemiş olması Mozart'ın oluşum ve gelişim sürecini eksik bırakmış denebilir. 1983'te sahnelenen Amedeus'u kaçıranlar ayrıca Milos Forman imzalı filmi göremeyenler bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu'na uğrarlarsa "gökyüzünden yeryüzüne gönderilen deha"yı daha yakından tanıma fırsatına erişebilirler.

pe

cy a

Oyun bir müzikal değil elbette ama yine de ünlü ustanın müziğine daha çok yer verilebilirdi.

Yazan: Peter Shaffer Çeviren: Nüvit Özdoğru Yöneten: Can Gürzap Sahne Tasarımı: Ethem Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan Işık Tasarımı: Önder Arık Müzik Danışmanı: Gaye Çağlayan Dans Düzeni: Yeşim Alıç

Özbora

Oyuncular: Celal Kadri Kınoğlu, Zafer Algöz, Meral Bilginer, Nişan Şirinyan, Mahmut Gökgöz, Payidar Tüfekçioğlu, Ali Ersin Yenar, Ali Düşenkalkar, Levent Güner


pe cy a Umman Deniz-Ummayan Şişe Aylin Özmete "Tiyatroda An" Sergisi Yazı: Banu Akın


Umman deniz, ummayan belki bulur bir şişe.. İçinde aşk mektubu taşıyan.. Aniden, hiç beklemezken.. SANAT; tam bir kendini tanıma süreciydi hem de başkalarının önünde. Başkalarının gözleri önünde. Tartısı yoktu, terazisi. Tek göstergesi para olmuştu çoktan. Gizli kurullar vardı sanki. Halk için sanat, sanat için sanat (sanat için soyunanlar), ticari sanat, arkadaş için sanat vs.. Ayıklamak zordu birbirinden. Kanıtlamak zordu.. Hangisi?, Ne için?, Kim için?, Kim görmüş?, (bu böyle dağa kaçtı, dağı su içti filan diye gider)

pe cy a

En doğrusu buydu! Sanat bir; kendini tanıma süreciydi. Gördüğünü, hissettiğini, duygularını, acılarını, sevinçlerini, düşüncelerini ellerinden kağıda, kaleme, notaya, görüntüye, resme aktardığın.. Sanki seni de her adımda şaşırtan bir beğeni şöleni.. Bilmezdim bunları beğendiğimi. Ayıklamak gibidir sanat bütünün içinden beğendiğimiz parçalan. Yukarıda sanatın dallarını kendimce parçalara böldüğümden bu yazının konusunu açıklamakta biraz geciktim. Arkadaş gözüyle sanat! Aylin Özmete. Bir iki hafta önce Tiyatro Z 'de ilk kişisel sergisini açtı. "Tiyatro'da An" İşte bu yazıda en yakın arkadaşımı anlatacağım sanat gözüyle. Elimden geldiği kadar sizlerin gözleri önünde. Arkadaş deyip geçmeyin. Hele bu kişi çocukluktan bugüne yoldaş olabilecek kadar yakın ise. Hele bu iki çocuk bir yandan beraber büyüyüp, bu sanat camiasında körler gibi yol alıp, çarptığını elleriyle teşhis etmeye çalışan iki dert ortağıysa. Bir düşünün işim gerçekten zor. Onu tanıdığımda kıvırcık saçlarını topuz yapan ve her zaman mis gibi kolonya kokan, çocukluk-gençkızlık cenderesinde kendine yer arayan bir kız çocuğuydu. Ben onu tanıdığımda doktor olmak istiyordu. Beyaz önlüğü ve doktor çantasıyla çok güzel görünüyordu. Sonra yıllar onu hassalaştırdıkça kan görmeye dayanamaz oldu. Ortaokul-Lise derken ummadığım bir yön değiştirmeyle Yıldız Üniversitesi Fotoğraf Bölümü'nü kazandığında, ben de sanat dallarının kendimce en güzide parçasından kendime yer ayırtmıştım. Benim işim de müzikti. Ben duyacaktım, O görecekti. Sonra o görmeye, ben duymaya yola çıktık. Baktık yol yokuş. Bu yürüyüş boyunca; görmeyi ve duymayı hayal etmediğimiz şeyleri de birbirimize


sarılarak gidermeye çalıştık. Belki de kaymamak için birbirimize tutunduk. Ama kaymadık sanmayın. Hızlı toparlanmayı öğrendik. Bugünü anlamak ve anlatmak için önce düne bakmak lazım. Ben de sizlerle beraber dünün sayfalarını çevirdikçe neler görüyorum neler. Kahkahalarla güldüğüm de oluyor, hâlâ görünce şaşkınlığa düştüğüm sahnelerde.

Belki de o kadar şaşırmamalıydık. Çünkü üzerine yıllar geçti. Sonra o şaşkınlık bizde kaldı. Hala şaşkınız. Sonraki yıllarımız "Ne oldu? Artık niye sevdiğimiz iş bize para kazandırmıyor...?" diye konuşarak geçti. Sebep ne? Suçlu kim? Biz neyi eksik bıraktık? Piyasa koşulları çok önemliymiş yıllar içinde öğrendik.

cy

Neyse yazıyı daha fazla sulandırmadan biraz toparlanalım. Gülmek çoğu zaman bize tehlikeli bir ilaç oldu. Sonra gülmenin dozajını bile sorguladık bir ara.

a

Sene 1992! İlk profesyonel işime bir çocuk tiyatrosunda flüt çalarak başladım. Oyunun fotoğrafları için bir fotoğrafçı gerekli oldu. İşte Aylin ilk tiyatro fotoğraflarını orada çekmeye başladı. Hatırlıyorum da o işten ikimizde para aldığımıza şaşırmıştık. "Aa sevdiğimiz iş bize para kazandırıyor!" Ne bereketli paraymış ki hâlâ o parayla geçiniyoruz.

pe

Bu süreç zarfında bazen içinde, bazen dışında ama hep hayatının ortasında onun fotoğrafla ilişkisini gözlemleme fırsatım oldu, bazen de olmadı. Uzun süredir tiyatro fotoğrafları ile uğraştığını bilmeme rağmen onları çekerken yanında değildim mesela. Biraz da Aylin'in fotoğrafla ilişkisi gizlidir.

Çektiği fotoğrafları masalarda dolaştırıp övünme huyu yoktur. Hatta biz ısrar ederiz o gene sebepler örgüsünde göstermemeyi başarır. Evet! Sergilenen fotoğrafları ben de sizlerle birlikte sergide gördüm ilk.

Ben geri plana hakimdim.Genelde içsel sorgular bölümüne. En yukarıda anlattığı sanat, koşullar, piyasa dedikleri başarı göstergesi paranın bize niye nazlandığının içsel sorgulamaları. İnsanların nerede kırılma yaşadıkları vs vs... Ama sergiye gittiğimde en net hissettiğim şuydu; hiç gerek yoktu bu hesaplaşmalara, sorgulara. İşte Aylinciğimin ilk kişisel sergisi. Çok güzeldiler.. İşte karşımdaydılar. Ve şaşırtıcıydılar. Bir insanın yeniden tanımak gibi. Kırk yıllık dostunu, kırk ayrı fotoğrafta yeniden tanımak. Sonra içim umutla doldu


ve şunlar oldu. Denize atılmış bir şişenin içindeki aşk mektubuydu sanat! Aşığının bulmasını bekleyen.Ya da bulanın aşık olmasını uman. Aldığı keyfi vermeyi dileyen.

pe

cy

a

Atmak lazımdı şişeleri denize. Bir daha, bir daha, bir tane daha. Kimse bakmazken bir kucak dolusu şişeye sığdırıp kollarını koşa koşa denize gidip bırakmaktı onları denize. Ve sonucu beklemekle vakit kaybetmeden hep mektupları süslemekle uğraşmak, şişeleri süslemek, içine yazacağın kağıdın rengini düşlemek.. Keyif almak yaptığından, sevmek. Sadece bu uğraşı sevmek.. Denize atacağın şişelere kendince renk katmak. Yoksa nedir sanat? Sana manevi bir zevk vermek dışında. Mesajı satır aralarında olan. Herkes sanatına bir mesaj sıkıştırır istese de istemese de. En az bir kişiye ulaşma ihtimaline tutunduğu. Mesajı yazdın, şişenin içine koydun ve denize bıraktın. Ve unuttun. En unuttuğun sırada karşı kıyıdan biri gelir heyecanla. Bir şişe buldum. Aradığımdan değil. Derdimi unutayım diye denizi seyrediyordum. Öyle dalmışken, suyun yumuşak raksıyla, salına salına tam benim önümden geçiyordu ki yakaladım. İçinde isim yazmıyordu ama "BULANA" diyordu.. Ben bulduğuma göre bu şişe benim öyle değil mi? Bu şişe beni sana getirdi. Tesadüfen. Bugünüm farklı dünümden. Fotoğraf zamanı yanıltma çabasıdır. Çoktan geçmiştir zaman. Ama içinden bir saniyeyi alır ve dondurur. Yaşarken tutamadığın anı fotoğraf yakalar. Ve baktıkça sana hep o anı yaşatır. Bir başka açıdan baktığında tatlı bir yanılgıdır sana geçmişi anımsatan. Çünkü çok olmuştur o an geçeli. O oyun sahnelendi, o aşk biteli, o düğünün meyvesi olan çocuğun başım seveli. Ama hiç değişmemiş gibi yaşatır o anı. Eh bu serginin konusu da tiyatro sanatı, bir de onun üzerine fotoğraf sanatı eklenince görsel bir şölen olmuş. Umarım o denize atılmış aşk mektuplu şişe elinize geçer. Hiç ummadığınız, arayıp da unuttuğunuz bir anda. Çok gecikmeyin sergi 30 Kasım'a kadar Kuledibin'de Tiyatro Z'de. Yoksa adresi kaçırınca şişe sahibini bulmak zaman alıyor. Hayat bir sahne, sahnede bir oyun, oyunda bir fotoğrafçı, fotoğrafçıda bir sergi. Dağa kaçmış. Orada bir rol mutlaka herkese vardır. Şişeyi atan rolü, şişeyi bulan rolü, kalemi tutan rolü, kağıdı basan rolü... Bu böyle devam eder. Ben şişe doldurmaya gidiyorum. Bir tane buldum da aniden bana umut verdi. Mesajım da şişenin içinde. Boşuna sormayın buradan söylemem. Üzerinde bu yazıdan bir işaret taşıyacak. Bu başlığında gizli. "BULANA" Haydi deniz seyretmeye. Haydi sergiye. (Tiyatro Z Galeri 0212 249 16 65)


cy

a

Avrupa Tiyatrosu

Yasmina Reza ve Son İki Piyesi

Conversations Apres Un Enterrement (Cenaze Sonrası Sohbet)

Dans La Luge D'arthur Schopenhauer (Schopenhauer'ın Kızağında)

Yasmina Reza'nın yazdığı "Conversati ons apresun enterrement"'ı Gabriel Garran Mayıs ayında Paris'te Theâtre Antoine'da sahneye koydu.

pe

Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr

Yasmina Reza'nın yazdığı "Conversations apres un bir günlük gibi, nitekim ona göre yazmak, enterrement"'ı Gabriel Garran Mayıs ayında Paris'te gidilemeyen yerlere gitmeye benziyor. Theâtre Antoine'da sahneye koydu. Bu oyunda bir baba ölür ve geride kalan ailesi Yasmina Reza bu piyesiyle yirmi beş yaşında en iyi cenazeden sonra bir yas yemeği yapmaya ve hafta sonunu birlikte geçirmeye karar verir. Bu arada oyun yazarı dalında Moliere ödülü almıştı. nereden geldiği bilinmeyen bir kadın beliriverir. Yasmina Reza "Art" (Sanat) piyesinin getirdiği büyük Doğum kadar doğal olan ölüm ve ölümün sonrasında sükseden sonra 2000-2001 sezonunda "Trois Versions gelişen kırgınlıklar, zaaflar, duygu alışverişi bu piyese De La Vie"sini (Yaşamın üç şekilde yorumu) de yine hem Çehov hem de Woody Ailen lezzeti vermiş. Theâtre Antoine'da sahnelemişti. Reza, 1990'da "La Traversee de l'hiver" (Kışın Yolculuk) ile tiyatro sahnesine adım attı, ama onun adını dünyada duyuran piyesi 1994'te sahnelenen "Art"dır. Sırasıyla 1995'de "L'homme du Hasard" (Tesadüflerin Adamı), 2000'de "Trois Versions de la Vie", 2004'de "Une Piece Espagnole"ü (İspanyol Piyesi) sahneye taşıdı. İran kökenli bu Yahudi kadının üç romanı da okuyucudan büyük ilgi topladı. Reza'nın kalemi kişilerin yaşamını seyrederek tutulan

Margot Abascal, Jean - Michel Dupuis, Serge Hazanavicius, Mireille Perrier, Josiane Stoleru ve Bernard Verley'in rol aldığı bu piyesin dekorunu Florica Malureaunu, kostümlerini Pascale Bordet, ışığını Gaelle de Malglaive, ses düzenini ise Pierre - Jean Horville yapmış. Oyunu sahneye koyan Gabriel Garran, devlet tiyatrosundan özel tiyatroya konuk gelmiş. Garran "Andora" ve "Barrage contre le Pacifique"teki (Pasifik'e Karşı Baraj) başarısı ile çok tanınmış bir yönetmen. Bir cenazenin ardından bazen yakınlar acılarını bir


anda unutup kişisel hesaplaşmalara geçiveriyorlar. Öyle ki küçük kardeşin ağabeyden dolayı yaşadığı aşağılık kompleksi ortaya çıkarken, cenazeye gelen eski genç sevgilisinin aslında ağabeyine aşık olduğunu öğrenmesi ve onu ağabeyin kollarında yakalaması kardeşin yıkımı olur. Sırların, gizli itirafların, öldürücü eleştirilerin ortaya döküldüğü bu piyes günün yavaş ve ağır ritminde seyrederken, kişilerin davranışları ve mutları da değişiklik gösteriyor. Kişilerin tavırlı ve eleştirel davranışlarının arkasında hep gerçeği ve hakikati su yüzüne çıkarma hevesi yatıyor. Minimal bir oyun sergileyen aktörler teksin derinliğini vurgulayıp ailenin psikolojik dramını ortaya çıkarıyorlar. Oyuncular seyirciyi güldürmek için nükteyi de öne çıkarmayı ihmal etmiyorlar. Bir trajedi kadar tuhaf, bir komedi kadar dramatik bu oyunda erkek ve kız kardeşler, karı-kocalar, sevgililer hepsi bir aradalar. Bazı ilişkiler tersyüz dönerken, bazı çekişmeler çözülüyor, bazıları ise düğümleniyor. Bir saat elli dakika süren bu piyes Yasmina Reza'dan seyrettiğim dört oyununun en uzun olanı. Başarılı

oyuncularına rağmen bu piyes Paris'te çok tutmadı. Reza'nın son piyesi Dans La Luge d'Arthur Schopenhauer (Schopenhauer'ın Kızağında) 26 Eylül'de Paris'te Theâtre Ouvert'de başladı. Reza'nın bu oyununu Frederic Belier-Garcia sahneye koydu. Piyeste de oynayan Yasmina Reza'ya Maurice Benichou, Andre Marcon ve Christele Tual eşlik ediyor. Bedbahtlığa ve mutsuzluğa duyulan hoşgörüyü kınayan bu dörtlü sert bir çıkış yaparak hayatı farklı bir bakış açısından yaşamayı deniyor. Varolmak ve yaşamak için önerilen geçici iyileştirici bakımlara karşı olan ve bunlara felsefi-psikanalist bir görüşle savaş ilan eden bu piyeste çiftlerin bir çatı altındaki yaşamları, acınası ahlaki yaklaşımları hicvediliyor. Çevremizi saran entelektüalizmin bazen ne kadar tuhaf ve garip bir şekle girdiğini eğlenceli bir dille anlatıyor. Bir buçuk saatlik bu piyes çok yavaş akıyor, seyredeni sıkıyor. Reza'nın "Art" ile yakaladığı şöhret rüzgarı galiba yavaş yavaş düşüşe geçmeye başladı...

Mabou Mines Kumpanyası'ndan İbsen

a

Bebek Evi "Doll House" Avrupa, Avustralya ve Asya'da gösteriler yaptı.

cy

1879'da Henrik İbsen'in "Bebek Evi"ni Amerikalı Mabou Mines Kumpanyası oynuyor, usta Lee Breuer de sahneye koyuyor.

pe

Mabou Mines Kumpanyası 1970'de New York'da kuruldu. Elliye yakın orijinal yapıt yaratan bu çok ödüllü ekip New York, Amerika'nın değişik bölgeleri,

Mabou Mines Dollhouse'un özgün müziği Eve Beglarian'a, dekoru Norelle Sissons'a, ışığı Mary Louise Geiger'e, kostümleri Meganne George'a, kuklaları Jane Catherine Show'a, koreografisi Eamonn Fareli ve Erik Liberman'a ait. Lisa Moore

"Theatre National de La Colline'"de bu gösteriyi seyretmek üzere koltuğumu­ za oturduğu­ muzda sahnenin üzerindeki karmakarı­ şık eşyalar seyirciye sanki çoktandır terkedilmiş bir salon hissi veriyordu.


İbsen'in 1879'da yazdığı bu piyes kadının, Nora'nın, özgürlüğünü sorguluyor. Nora, iki çocuklu çok güzel ve genç bir kadın.

piyanoda muhteşem bir oyuncu kadrosuna eşlik ediyor. Fransızca üst yazının geçtiği bu İngilizce gösteri iki buçuk saat sürüyor. "Bebek Evi", ilk defa Brooklyn de (NY) 2003 Kasımında sahnelendi ve 2004'de Lee Breuer yönetmen olarak, Maude Mitchell de Nora karakteriyle "Village Voice Obie Award" ödülüne layık görüldüler. "Theatre National de La Colline'"de bu gösteriyi seyretmek üzere koltuğumuza oturduğumuzda sahnenin üzerindeki karmakarışık eşyalar seyirciye sanki çoktandır terkedilmiş bir salon hissi veriyordu. Fakat biraz sonra o koca salonun dört bir yanından aniden eskitilmiş kırmızı kadifeden perdeler teker teker, büyük askılardan aşağı yavaş yavaş düşmeye başladı. Biraz sonra salonun ve sahnenin duvarları bu kırmızı kadifeyle giydirildi; o andan itibaren klasik Colline Tiyatrosu'nun bilindik çizgileri silinip yerini bir rüyaya: "teatral büyünün beşiğine" bıraktı. O an İbsen'in piyesinin başlığı olan çocuklar için Bebek Evi'nin dekorunu gördük: Bebekler için yapılmış, onların boyuna uygun mobilyalar, kapılar, pencereler... O sırada kahramanlar adeta bir peri masalından fışkırırcasına sahneye girmeye başladı: Önce Nora, piyesin baş kadın kahramanı, sarışın bir bebek görünümünde; sonra kendini hep yaşlı hisseden arkadaşı Kristine, hakikaten yaşlı bir kadın karakter; hizmetçisi Helene ise hamile karnı ve iri cüssesiyle devasa bir karakter. Ama hakiki sürpriz, sahneye oyunun erkek karakterleri girince yaşandı: Nora'nın kocası Torvald, aile dostları Dr. Rank ve yaşanacak dramın başlıca sebebi Nils Krogstad: Bu üç karakteri hakiki cüceler oynuyor. Öyle ki erkeklerin ev dekoruna tıpatıp uyarken, kadınlar iki büklüm eğilerek ya da dizleri üzerinde sürünerek oynamak zorunda kalıyor.

saklıyor: Nora, kocasının sıhhatini korumak amacıyla, ondan gizli, babasının imzasını taklit ederek borçla para almıştır. Gizlice çalışarak borçlarını ödemiş ve son ödeme aşamasına geldiğinde Krogstad, ona borç veren kişi, kocasının bankasındaki işini ve kariyerini sağlamlaştırmak için Nora' ya şantaj yapar ve onu, gerçeği kocasına söylemekle tehdit eder. Noel gecesi büyük dram yaşanır: Nora boşuna Krogstad'ın menfaatlerini korumaya uğraşırken, Torvald onu, kocasının kariyerini ve şanını zedelemekle suçlar. O an Nora, bütün hayatı boyunca bir nesneden daha fazla değerli olmadığını, bir bebek evindeki oyuncak kadar sıradan olduğunu anlar ve kahrolur; öyle ki kocasını terk etmeye karar verir: O artık kocasının "kuşu" değil, kendi istediği hayatı seçmeye kararlı bir kadındır. Lee Brueur'in sahneye koyduğu bu kadın karakteri görülmeye değer: Mekanizma çalışsın diye anahtarla kurulmuş bir bebeğin keskin el, kol hareketleriyle oynarken etrafında olup biten kabusun farkında olan Nora'yı canlandıran Maude Mitchell sahneden hemen hemen hiç çıkmıyor. Onun ve de diğerlerinin oyunu fevkalade! Sanki anlattıkları hikayeyi bazen gerçek bazen de gerçek üstü bir dünyada yaşıyormuşçasına, bazen çocuksu bazen de ürkütücü, birbirine zıt algılamalar arasında, farklı boydaki erkek ve kadınların resmine uzaktan bakarak oynuyorlar.

pe

cy

a

Nora ile, İbsen modern bir kadın kahraman yarattı: O, kadının ezilmesine ve gizlice isyan etmesine, sımsıkı sarıldığı aşkına ve kişiler arasındaki mesafeye, umutlu bekleyişine ve hüsranına, mükemmeli ararken uğradığı hayal kırıklığına ve yaşadığı acı gerçeğe karşı mücadele veren ve başkaldıran bir "feminist". Lee Breuer'in sahnelediği "Bebek Evi"nde çocuk boyundaki erkekler, iri cüsseli kadınlara hükmeden, meydan okuyan maçolara 1960 senelerinin New-York avant-garde tiyatrosunun dönüşüyor. kurucularından Le Breuer' in bu fikri dahiyane, şaşırtıcı bir o kadar da hayal gücünün sınırlarını Metaforlarla dolu bu oyunun son sahnesi ilkinden zorlayıcı! de daha çarpıcı: Kukla seyircilerle dolu opera balkonları dekoru, sahne zemini içinde gövdesi İbsen'in 1879'da yazdığı bu piyes kadının, Nora'nın, gizlenmiş bir tek tuşların görüldüğü kuyruklu piyano özgürlüğünü sorguluyor. Nora, iki çocuklu çok güzel ve sıradışı piyanisti ve de balkonlardan birinde ve genç bir kadın. Ona "kuşum" diye hitap eden ve aniden androjen, dazlak ve çıplak Nora'nın görüntüsü ve duygu yüklü tiradları; aşağıda cüce kocası karısına sırılsıklam aşık bir bankacı ile evli. Nora Torvald'ın acılar için çırpınması muazzam! onu sevdiğini sanıyor ve kocasından büyük sırrını

Büyük Beckett Festivali

Paris Beckett 2006-2007

Yaşasaydı Samuel Beckett bu sene yüz yaşında olacaktı. Etkilendiği ve çok sevdiği Fransa, onu çok zengin bir festivalle anıyor ve tiyatro oyunlarının hepsi sahneleniyor. Eylül 2006'da başlayan bu festival, Haziran 2007'ye kadar sürecek. Comedie - Française sonbaharda "Oh! Les beaux jours" (Mutlu Günler) ve "5 Küçük Drama" ile festivale katılıyor. Peter Brook ise "Bouffes du Nord Tiyatrosunda" Ekim ayında Beckett'in dört kısa eserini sahneleyecek. Michael Lonsdale "Comedie - Pas Catastrophe" (Felaket Değil Komedi) oyununu yönetecek. Beckett'in "Fin de Partie"si (Oyunun

Sonu) Türkçe oynanacak. "Fin de Partie"yi Bernard Levy sahneye koyuyor. 28 Eylül'de "Athenee Theâtre"da başlayan bu oyunda, Beckett'in ölümsüz iki kahramanı olan Hamm ve Clov seyirciyle buluşuyor. Kör olduğu için tekerlekli iskemleye çakılı olan Hamm ve ondan delicesine korkan Clov'un hikayesinde Son'un lisanının önemini vurgulamak için Bernard Levy bir orkestra şefi titizliği ile yeni bir tını besteledi. "Krapp", "La Derniere Bande" (Son Kuşak), "May B" ile başlayan bu festivalde aynı zamanda film ve video gösterileri, söyleşiler, okuma, dans ve sergiler de olacak.


cy

a

"Halkımız Gibi Sanatçımızın da Acı Eşiği Yüksektir"

Ahmet Mümtaz Taylan

pe

Yusuf Eradam / yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr

Ahmet Mümtaz Taylan 1965 Ankara doğumlu. H.Ü. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. 198993 yılları arasında Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda çalıştı. Devlet Tiyatrolarında çeşitli zamanlarda, Sanat Yönetmen yardımcılığı, Sanat Yönetmenliği, genel Müdür Danışmanlığı gibi görevler üstlendi. Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği DETİS'in kurucu üyesidir.

Ahmet'ciğim, Ankara Devlet Tiyatrosu'nda on yedi yıllık bir hizmetin var, hem oyuncu hem de yönetmen olarak. Neden istifa ettin? Önce görünürdeki nedeni anlatayım; DT'de geçtiğimiz sezon, açılışı gerçekleştirilen son koordinasyon toplantısında 2006-2007 tiyatro sezonunda kasım ayından başlayarak Adana DT'de, Hans Ostarek'in "Don Kişot Maceralarının Dostları Tarafından Temsili" oyununu sahneleyeceğim ilan edildi. Ben oyunu geçtiğimiz sezonda yine Adana'da sahnelemeyi düşünüyordum, fakat tam da o sırada eski Genel Müdür Lemi Bilgin, bizce haksız ve yersiz biçimde görevden alındı ve yerine, atanması ilk günden bu yana tartışılan Mine Acar göreve getirildi. Bakanlığın bu uygulamasını protesto etmek üzere birçok yönetmen arkadaşım gibi ben de "Don Kişot'u sahnelemeyi belirsiz bir tarihe ertelemiştim. Sonuç olarak bu sezon oyunu sahnelemeyi kabul ettim ve yaz aylarında koordinasyon toplantısında oyunun tarafımdan kasım ayında Adana DT'de sahneleneceği genel müdürlükçe ilan edildi. Bu karar doğrultusunda kasım ayında Adana'da provaya başlamak üzere işlerimi planladım. Fakat 9 Eylül 2006 tarihinde


cy a

görevim olmasıdır. Adana DT'de "Don Kişot'u sahnelemek! Ben 2001 yılından bu yana sahneye çıkmadım. Her sezon yönetmenlik yaptım, sahnelediğim oyunların başarılı olup olmadıklarını anlamak için istatistiklere bakmak yeterlidir. Tiyatroya katkımı yönetmen olarak sürdürmek gibi bir kararım var ve buna bir sabah uyandığımda vehmetmedim. İlk rejimi 1989 yılında Diyarbakır DT'de stajyer sanatçıyken gerçekleştirdim. 1994 yılından başlayarak ustam Yücel Erten'in yanında yıllarca çıraklık ettim. Yücel Erten'den sınıf geçmek, el almak, onun ağzından 'mezun' ilan edilmek her babayiğidin harcı değildir. 2001 yılında İsmet Küntay "En İyi Yönetmen Ödülü"ne layık görülmüş olmak da belki bir işaret sayılabilir. Bu güne kadar oyunculuk, çeşitli dönemlerde, birçok kademede verdiğim idarecilik hizmetleri sırasında on oyun sahneleme fırsatım oldu ve hiçbir zaman ders çalışmadan oyuncunun, seyircinin karşısına çıkmadım, aksini iddia edecek bir kişi varsa işte buradayım. Ama mevcut DT yönetimi bunları ölçüt olarak kabul etmiyor. Mevcut idare benden yönetmen olarak faydalanmak istemiyor. Bu tercihlerini nesnel bir gerekçeye de dayandıramıyor. "Cadı Kazanı"mn üçüncü perdesinde iki replik söylememin daha verimli olacağını

pe

Ankara DT'den arandım ve provaları 12 Eylül'de başlayacak "Cadı Kazanı" adlı oyunda oyuncu olarak görevlendirildiğim bildirildi. Üçüncü perdede iki repliklik bir roldü. Genel Müdür ve Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürü ile yaptığım telefon görüşmelerinden anlamlı ve mantıklı bir sonuç çıkmadı. Koordinasyon toplantılarında alınan kararı yok sayıyorlar, ağustos ayında yönetmen kadrosuna geçmek üzere yaptığım başvuruyu cevaplama gereği duymadıklarını ifade ediyorlardı. Bana veya benim üzerimden birilerine bir mesaj vermeye çalıştıkları anlaşılıyordu. Meslekten olanlar bilir, bu küçültücü bir girişimdir ve kabul edilemez. Kabul etmedim, istifa ettim. Maaşlı çalışan bir oyuncuysan, rolün küçüğü büyüğü olur mu? Sebepler arasında Devlet Tiyatrosu yönetimindeki aksaklıklar mı yoksa belli kişilerle özel sürtüşmeler mi rol oynadı? Ne şekilde çalışırsanız çalışın, elbette rolün küçüğü büyüğü vardır. Herhangi bir figüranın oynayabileceği bir rolü o güne kadar yüklü rolleri taşımış bir oyuncuya veriyorsanız bunda örtük ya da açık bir mesaj var demektir. Kaldı ki burada mesele rolün küçüklüğünden ziyade benim zaten duyurulmuş bir

Ne şekilde çalışırsanız çalışın, elbette rolün küçüğü büyüğü vardır. Herhangi bir figüranın oynayabile­ ceği bir rolü o güne kadar yüklü rolleri taşımış bir oyuncuya veriyorsanız bunda örtük ya da açık bir mesaj var demektir.


düşünüyor. Eh bu görevin özgül ağırlığı, idarenin oyunculuğumla ilgili düşüncesini de açıkça ifade ettiğine göre, bana 'on yedi yılımı da alıp gitmek' düştü. DT için genel olarak bir değer taşımadığımı istifamın ardından iki üç arkadaşım hariç kimsenin arayıp sormamasından da anladım. Sonuç olarak, ortada benim iç hesaplaşmam dışında bir kayıp yok sanırım.

gelince; ben altı-yedi yıldır televizyon dizilerinde, sinema filmlerinde oynuyorum. Bu zaman zarfında onun üzerinde televizyon dizisinde, galiba on üç sinema filminde oynadım ve bu kadar işle birlikte her sezon oyun sahnelemeyi sürdürdüm. Yönetmenlik, DT'ye hizmet vermek ve maaşımı hak etmenin ötesinde beni mutlak anlamda tatmin eden tek iş. Yönetmenlik kendimi ifade edebildiğime inandığım tek alan. Televizyon ve sinemada da oyunculuğa devam etmemin iki nedeni vardır: Biri kızımın iyi bir eğitim almasını sağlayabilmekse, diğeri bir gün bu alanlarda da yönetmenlik yapabilme ihtimalini sıcak tutmaktır. DT'yi yönetenler değişimi reddediyor ve benim gibi düşünenleri yok sayıyorlar. On yedi yıl doğru bildiğimi savundum, kuruma oyuncu, yönetmen, idareci olarak aşkla hizmet ettim. DT bu ülke ve naçizane benim için çok değerlidir ve hep öyle kalacak ama iyi yaptığım bir işi yapamayacaksam, DT'nin kadrosuna da, maaşına da ihtiyacım yok. İşimi yapmak için dilencilik yapmam. Peki, ne yapmalı Ahmet? İki kimliğinle de yanıt verebilirsin, yönetmen olarak, oyuncu olarak... Hayat devam edecek. Sinemada televizyonda yönetmenlik fırsatı bulana dek oyunculuğu sürdüreceğim. İstifamı takip eden şu bir ayda diğer ödenekli ve özel birçok tiyatrodan yönetmen olarak davet aldım. Ayrılık travmasını atlatır atlatmaz işime döneceğim. DT'deki olası değişim süreçlerini dışardan da olsa her zaman ve dikkatle izlemeyi sürdüreceğim. DT'de kurumun aydınlık geleceği için çalışacak daha birçok arkadaşımız var, onların mücadelesine bir katkım olabilecekse başlarını kaldırdıklarında ben uzakta olmayacağım. Diyonisos onlara kuvvet versin!

cy a

İstifandan sonra sadece iki üç kişinin seni arayıp üzüntülerini bildirmelerine niye şaşırdın? Ben çalıştığını özel üniversiteden ayrıldığım zaman, ne dekan ne de rektör (ki her ikisi de benim orada çalışıyor olmamdan gurur duyduklarını söylerlerdi) bir telefonla bile arayıp üzüntülerini bildirmediler. Ben de şaşırmadım çünkü onları rahatsız ettiğimi biliyordum. Sen de mendeburun teki olmayasın? Böyle gelmiş böyle giden bir düzende bir şeylere çomak falan mı sokuyorsun, uslu durmazsın bilirim. Bir de, 'televizyondan aldığı dizi teklifine devlet çomak sokuyormuş az kalsın, onun için istifa etti' diyenler olmuş. Buna ne diyorsun? Bildiğim kadarı ile sen bankamatik oyuncularından değilsin. Televizyonda da geniş kitlelerce tanındıktan sonra da birçok işte, oyuncu ve yönetmen olarak hizmet verdin. Evet pek uslu birisi değilim. Kuruma girdiğim 1989 yılından itibaren DT'nin özerkleşme yolunda bir yeni yapıya kavuşturulması için aktif olarak taraf oldum. On yedi yıl boyunca yönetmen olabilmek dışında en tavizsiz çalıştığım ders, DT'nin özerk bir yapıya kavuşması için katkı sağlamak oldu. Birçok arkadaşımla birlikte yaptığımız o çalışmalar doğal olarak statükocularla çatışmayı hayatımızın bir parçası haline getirdi. Bu gerilim beni çok zaman asık yüzlü ve tartışmacı bir adam resmine hapsetmiş olabilir. Kısaca 'mendeburun teki' olduğumu söyleyen birileri çıkarsa itirazım olmaz, tabii nedenini de unutmamak kaydıyla!

pe

Şu 'televizyon işleri yüzünden istifa etti' geyiğine gelince; ben altı-yedi yıldır televizyon dizilerinde, sinema filmlerinde oynuyorum. Bu zaman zarfında onun üzerinde televizyon dizisinde, galiba on üç sinema filminde oynadım ve bu kadar işle birlikte her sezon oyun sahnele­ meyi sürdürdüm.

Şu 'televizyon işleri yüzünden istifa etti' geyiğine

Türkiye'de tiyatro adına neler sence iyi, 'önemli işlerdir bunlar' dediğin yapıtların (metin, sahneleme, oyunculuk, yönetim hepsi birden


aydın, bir entelektüel, özünde bir amatör ama her türlü iktidara karşı gerçeği söylemeye çalışan biri olarak tarif edebilirim. Bunu bir eşik olarak kabul ettiğimiz anda kaçınılmaz olarak şunu da belirtmek durumundayız; sanatçı, sanatının emrettiği temel zorunlu anayasa dışındaki her türlü kurum ve kuralla önünde sonunda çatışmak durumunda kalacaktır. İşte bu fiili durumun tam da kendisi belirgin bir pervasızlığı gerektiriyor. Evet bu gerçeği görmezden gelebilirsiniz ama o zaman da sanatçı olarak sorumluluğunuzu, etki yaratma konusundaki potansiyelinizi, başkalarının gözünde sahip olduğunu her türlü ahlâki otoriteyi, örneğin sekterlik, kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlıklar, her 'öteki' gördüğünü linç etmeye yeltenme türünden sürü örgütlenmelerine devretmiş olursunuz. O sığ suların korumasına gönül indirene de sanatçı denmez! Ben sanatçı olduğumu filan düşünmüyorum ama ben sanatımın işçisiyim, o sığ suların kıyısına sürüklendiğimi anladığım anda hayatıma çeki düzen verme kararı aldım. Bence kimlik ve duruş meselesinin açılımı budur! Devlet Tiyatroları'ndaki varlığım ve ayrılışım bu açılımın doğal sonucudur. Senin sorunun sonuna dönecek olursak; pervasızlığın bedeli kimi zaman mendeburlaşmak, çoğu zaman da izleyicilerin tahtında çekici ve sevilir olmak sanırım.

pe cy

a

düşün lütfen) hangi özellikleridir sana şapka çıkartan? Hükümetin başını, yurttaşına 'ananı da al git!' diyen Recep T. Erdoğan'ın, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın başını, sanatçısına 'bazı sanatçılar evlerinde ölsün!' buyuran Atilla Koç'un çektiği bir ülkede hala ödenekli/özel tüm tiyatrolar her gece perdelerini açıyor. 'Onlar' ve 'kurumlarımızın başına bela gibi sardırdıkları yıkımcılar' tersten girdikleri tarihimizden silindiklerinde de o perdeler açılmaya devam edecek. Yazarlarımız yazmayı, yönetmenlerimiz sahnelemeyi, aktörlerimiz oynamayı, seyircimiz salonlara gelmeyi sürdürüyorlar. Sürdürecekler. Halkımız gibi sanatçımızın da acı eşiği yüksektir. Umutsuz olmayacağız, herkes payına düşen acıyı çekecek ama her düzlemde bu kâğıttan kabadayıların ayağına dolanmaya devam edeceğiz. Budur!.. Bireysel durumun değil de, sanatçı kimliğin ile duruşun beni her zaman daha çok ilgilendirmiştir Ahmet! Yani sıra dışı düşünen, aykırı, uslu durmayan ve sinirleri bozan ve kimi zaman da belki lanet, geçimsiz bir adam olabilirsin! İzleyenler arasında sevilen bir sanatçı nasıl oldun sence? Bu 'kimlik ve duruş' meselesi, son zamanlarda kimilerince yersiz ve gereksiz meselelermiş gibi değerlendirilip, küçümsenmeye başlandı. Cümlenden hareketle konuya ilişkin bir iki şey söyleme fırsatını kaçırmak istemem doğrusu! Hepimiz kendi dili, gelenekleri, tarihi olan bir milliyetin mensuplarıyız. İyi, güzel ama örneğin sanatçılar bu fiili durumların ne ölçüde kölesi, ne ölçüde muhalifi olmalıdırlar? Benzer bir soru kuşkusuz, siyaset, din müessesesi ya da meslek örgütleri gibi dünyevi iktidarlarla olan ilişkilerimiz için de geçerli. Sanatçı dediğiniz kişi her türlü baskı karşısında 'görece bağımsızlığını korumak' durumundadır. Yani bir başka ifadeyle; sanatçıyı bir

Evet, derslerimde de her zaman alıntıladığım bir özdeyiş var sevgili Ahmet Mümtaz Taylan. Genç yaşta sevgilisi tarafından öldürülen İngiliz oyun yazarı Joe Orton'ın bir oyunundan: "Savunabileceğim işleri yapmaktansa, yaptığım işleri savunmayı nihayet öğrendim," der bir karakter. Kuşkusuz, bu sözün yanında duran da yazarın ta kendisidir. Senin tiyatrodaki duruşun da bana bunu anımsattı. Yolun, zihnin açık olsun. Sağol Yusuf. Senin de.

Ben sanatçı olduğumu filan düşünmü­ yorum ama ben sanatımın işçisiyim, o sığ suların kıyısına sürüklendi­ ğimi anladığım anda hayatıma çekidüzen verme kararı aldım.


cy a

Yaratıcı Dramanın

Modern Tiyatrodaki Anlam Çağrışımları Üzerine

Tiyatro oyuncuları, sözümona "sanat dışı" bir alana itmiyorlar mı yaratıcı dramayı işin başında, eğitimciler de (eğitimbilimciler değil) bununla örtüşen bir davranış sergiliyor işte.

pe

Sadık Aslankara / msaslankara@hotmail.com

Tiyatro sanatından söz açıldığında, bunu saltık duymuş değilim aslında. Hele tiyatrobilimcilerden anlamda yalnız "oyunculuk sanatı"na indirgeyenlerin böylesine bir sezinletme bile gelmiş değil kulağıma. değil, görüşlerini bütünsel kavrayışla aktaranların Ama nedense tiyatro yapanların, belki daha çok da da, gerek düşünce gerekse eylem bağlamında "yaratıcı oyuncuların bu biçimde değilse bile, buna yakın drama"ya hak ettiği yeri bir türlü veremediği seziliyor düşündükleri, kimi davranışlarına, tutumlarına nedense. bakıldığında yaratıcı dramayı, tiyatro sanatının kullanabileceği yöntem olmaktan uzak buldukları sezilebiliyor doğrusu. Bunu nereden mi çıkarıyorum? Tiyatro sanatının üretimi içinde yer alanlarla yaratıcı drama alanında çalışanlar arasında gözle görülecek biçimde kendini ele veren ayrılığa, ötesinde kopukluğa bakarak...

Buna karşılık yaratıcı dramayı, saltık anlamda neredeyse tekniğe indirgemiş görünen eğitimbilimciler demeyeyim, ama öğretmenlerle eğitmenlerin bulunmadığı da düşünülmemeli! Diyeceğim bunlarda gözlemlediğim tutumun da Gerçekten de dışardan bakıldığında, tiyatrocuların tiyatro oyuncularınınkinden pek farklı olmadığı. yaratıcı dramaya yaklaşımının kabaca şöyle olduğu Tiyatro oyuncuları, sözümona "sanat dışı" bir alana anlaşılıyor sanki: Tiyatro bir sanattır, buna taraf olan itmiyorlar mı yaratıcı dramayı işin başında, kişi sanatçıdır, yaratıcı drama ise dramanın yalnızca eğitimciler de (eğitimbilimciler değil) bununla örtüşen bir davranış sergiliyor işte. Gerçekten onlara "teknik" olarak, üstelik eğitim amacıyla kullanılışından öteye geçmeyen bir zanaattır, kalıptır. göre de bir teknik yalnızca, biraz daha ileri gederek söyleyecek olursak eğitimde bir yöntem, o kadar. Bunu, tiyatro yapanların hiçbirinden bu biçimiyle


Bir olumsuz yaklaşım daha söz konusu bana göre alanda. Bir biçimde yaratıcı drama eğitimi alanların, daha doğru söyleyişle tam anlamıyla da almayıp ucundan kıyısından çalışmalara bulaşarak alanda kendilerine yer açanların ancak malumatfuruşlarda gözlenebilecek cüretkârlıkla, densizlikle, fütursuzlukla yaratıcı dramayı tecimsel etkinliğe dönüştürme tehlikesi...

pe cy

a

İşin ilginç yanı şu ki, alana özgülenmiş yayınlar da bunu bu yönde kışkırtıyor denebilir. Gerçi dünyanın öteki dillerinde yaratıcı drama alanında verimlenmiş kitapları okuduğumu söyleyemem, ama özellikle son on beş yıl içinde, "yaratıcı drama" konusunda Türkçede yayımlanmış kitapların tümünü değilse de çok büyük bölümünü okuduğumu belirteyim. İşte bu kitapların yaratıcı dramayı, daha çok bir eğitim tekniği olarak aldığı, ama bu arada tiyatro sanatıyla aralarında kurulabilecek bağlara neredeyse hiç değinilmediği öne sürülebilir. Tiyatroyla drama arasında kurulabilecek kuramsal ilişkiden söz etmiyorum bir tek. Bu, sanatla eleştiri arasındaki ilişkiden söz açmak olurdu yalnız, oysa ben doğrudan yazın sanatıyla yazınsal eleştiri arasında kurulabilecek eylemsel ilişkilenişin özüne de getirmek istiyorum sözü. Yani tiyatro sanatıyla yaratıcı drama arasındaki alansal zorunlulukla gereksinirliğe, buluşup örtüşmeye... Bir başka ilginç nokta da şu: Tiyatro sanatı odaklı kuramsal ya da eylemsel kitaplarda da, yaratıcı drama, tiyatro sanatçılarını hiç ilgilendirmezmiş gibi bir yaklaşım yansıtılıyor sanki. Dilerim, benimki boşuna kaygıdır, öyle de kalır yalnızca... Ne var ki uzaktan uzağa bir sırt dönmüşlük görülmüyor da değil bu ikisi arasında. Özetle söylersek, şu son yıllarda tiyatro sanatını yaratıcı dramayla ilişkilendiren bir iki cılız yazı dışında bu konuyla neredeyse hiç ilgilenilmediği, yaratıcı dramanın da, görece en azından şimdilik eğitimbilimcilerle tiyatrobilimciler arasında ilgi oluşturduğu, konunun da bu yolla yaygınlık kazandığı söylenebilir pekâlâ.

Nitekim yaratıcı dramanın, kitlesel anlamda daha çok bu insanlar aracılığıyla somutlaşması, onların yaptığı biçimde uygulanacağı kanısının yayılması, özel, resmi kimi okullarla okulöncesi eğitim kuruluşlarında, gerekleri yerine getirilmeden biz yaptık oldu havasında gerçekleştirilen yaratıcı drama çalışmalarıyla halkın önüne çıkılması, ülkemizde çocuk tiyatrosu adına yola koyulan kimilerinin yaptıklarını anımsatıyor, bu insanların sergilediği olumsuz tablonun bir benzerini ortaya koyuyor kanımca.

Bizde çeyrek yüzyılı aşkın bir süre önce Ankara'da İnci San'ın çabalarıyla, belki de doğrudan kendi bireysel arayışlarıyla başlayan, ama kendi toplumsal yapımızla örtüşerek, bu yanıyla oldukça özgün sayabileceğimiz bir düzlem üzerinde gelişen, günümüzde gerek bilim gerekse sanat temelindeki yapılandırmalarla şu birkaç on yıl içinde, yanılmıyorsam eğer, dünyanın bir başka yerinde görülemeyecek yoğunlukta, debide aşama göstermiş olan yaratıcı drama çalışmaları, yine hâlâ açık arayla Ankara'nın öncülüğünde sürdürülüyor. İki bilimci kuruluş AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Anabilim Dalı ile AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, alana yönelik kuramsal, uygulamalı çalışmalarıyla bu doğrultuda ana omurgayı oluştururken iki sivil yapılanma örneği

Bir başka ilginç nokta da şu: Tiyatro sanatı odaklı kuramsal ya da eylemsel kitaplarda da, yaratıcı drama, tiyatro sanatçılarını hiç ilgilendirmezmiş gibi bir yaklaşım yansıtılıyor sanki. Dilerim, benimki boşuna kaygıdır, öyle de kalır yalnızca...


olarak Çağdaş Drama Derneği ile Oluşum Drama Notları 2001, Eğitimde Yaratıcı Drama. Enstitüsü, bu enstitüyle iç içe saymamız gereken Oluşum Drama Atölyesi, Oluşum Tiyatro bu alanda Yukarıda adlarını verdiğim bir düzine kitabın yanında yaratılan sinerjiyi yükseltiyor. iki de dergiden söz edeyim: "Oluşum", "Yaratıcı Drama Dergisi". Deneysel tiyatro çalışmalarında İstanbul, tartışmasız biçimde öncülüğünü nasıl sürdürüyorsa Ankara da "Oluşum" bir "iç bülten" olarak yayımlanıyor. Üç yaratıcı drama alanındaki öncülüğünü işte böyle ayda bir çıkan derginin elimde Nisan-Temmuz sürdürüyor bence. Ankara'nın bu öncülüğüne, yaratıcı 2004'te yayımlanmış 26-27. sayıları var. Sekizinci drama alanında verimlenen kitap yayıncılığındaki yıl denildiğine göre demek ki 1996'da yayımlanmaya öncülüğü de eklenmeli derim kendi payıma. başlamış "Oluşum". Öyle ya salt Oluşum Drama Enstitüsü'nce yayımlanmış yedi kitap var alana kazandırılan. İlkin bunların adlarını anayım: Türkiye 1.Drama Liderleri Buluşması (1999 [?]), Dramaya Çok Yönlü Bakış (2001), İlköğretimde Drama ve Tiyatro (2002), Drama ve Müze Pedagojisi (2002), Okul öncesinde Drama ve Tiyatro (2003), Drama Liderliği (2004), Dramada Arayışlar (2005). Bir de Çağdaş Drama Derneği'nin yayına hazırladığı kitaplar var. Bunların yayıncısı, alana gönül veren biri olarak Eren Tıraş'in sorumluluğunda yine Ankara'da kurulu bir yayınevi: Naturel Yayıncılık.

"Yaratıcı Drama Dergisi" ise çiçeği burnunda, "hakemli" bir dergi. Nitekim ilk sayısı Yaz 2006'da, geçtiğimiz aylarda çıkmış. Yukarıda adlarını andığım kitaplar üzerinde Tiyatro Tiyatro'nun önümüzdeki sayısında duracağım. Bu yazıda, yaratıcı dramanın modern tiyatro bağlamındaki anlam çağrışımları üzerinde durayım istiyorum ben daha çok. Bunun için şu bir avuç kitaptan ikisini öne çekiyorum özellikle: Forum Tiyatro / Devinim-Drama, Süreçsel Drama, Tiyatro Sporu, ve Dramada 'Zaman'. Luciano Iogna, Forum Tiyatro / Devinim-Drama'da yer alan "Yabancılaşma ve Kuralsızlık (Anomi)" başlıklı bildirisinde şöyle diyor: "Sanatçılar olarak topluma yaratıcı bir ayna tutma sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum, böylece toplum kendisini farklı açılardan görebilir -ve sanatçının aynasından gördüğü yansımanın sonucunda, umut ederim ki kendini daha iyiye doğru değiştirir." "Bu süreç, gerçekliğin provası adını alır." (16, 17)

a

Çağdaş Drama Derneğince düzenlenip Naturel Yayınevi tarafından basılan kitapları da ekleyeyim listeye: Prof.Dr.İnci San'a Armağan / Yaratıcı Drama /1895-1995 Yazılar (Yayına Hazırlayan: H.Ömer Adıgüzel, 2002), Drama ve Öğretim Bilgisi (Yayına Hazırlayan: İnci San, ikinci basım, 2003), VII. Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri (Yayına Hazırlayan: İnci San, 2003), Süreçsel Drama, Tiyatro Sporu, ve Dramada 'Zaman' (Yayına Hazırlayan: H.Ömer Adıgüzel, 2005), Forum Tiyatro / Devinim-Drama (Yayına Hazırlayan: H.Ömer Adıgüzel, 2005).

pe cy

Deneysel tiyatro çalışmala­ rında İstanbul, tartışmasız biçimde öncülüğünü nasıl sürdürüyor­ sa Ankara da yaratıcı drama alanındaki öncülüğünü işte böyle sürdürüyor bence.

Önümüzdeki aylarda yine H.Ömer Adıgüzel tarafından yayına hazırlanarak Naturel Yayıncılık tarafından yayımlanacak iki kitap daha var: Drama / Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri

Erik Szauder de andığım kitapta "Yabancılaştırma ve Drama/Tiyatro" üst başlığı altında "Anlayış Sarmalı" "ana not konuşması"nda şunları dile getiriyor: "Dramatik hareketler her zaman somut, fiziksel,


'burada ve şimdi' (yaşanan) olaylardır. Eğer somut bir şekli yoksa, ne kadar derin olursa olsun, bu sadece bir düşünce, bir fikir olur; (ancak) belirli bir dramatik hareket gene de bir düşüncenin özü olarak hareket etmelidir, yoksa anlamdan, önemden yoksun hale gelir."

Ardından şu değerlendirmeyi yapıyor Breiting: "1997'de geliştirdiğim TUSCH-(Tiyatro ve Okul) Projesi fikri okullar ve tiyatrolar arasında bir işbirliğinin kurulmasına dayanmaktadır: Okullar ve tiyatrolar kendi bireysel gerçeklerine uygun bir biçimde bir araya gelerek, ortak çalıştırmanın gerektirdiği biçim ve incelikler doğrultusunda gelişirler. (...) Her iki taraf arasında duyumsal bir temas oluşmalıdır! / Her iki taraf bu ortaklıkta rotasyon yoluyla gençleri tiyatroya yönlendirerek yeni bakış açıları edinmeleri için onları yüreklendirmeli." (1, 2)

pe cy

a

"Modern tiyatro tarzları -performanslar, okuyucu tiyatroları, forum tiyatroları vs.- seyircileri oyunla etkileşim kurmaya davet ederek oyuncu ve seyirci arasındaki iletişimsel daireyi yakınlaştırmayı amaçlar... Tabiatı gereği drama eğitimi bunu gerçekleştirir. Drama eğitiminde oyuncular ve seyirciler arasındaki etkileşim sürecin ayrılamaz, birleşmiş bir özelliğidir. Başka türlüsü olamaz, çünkü oyuncu ve seyircinin rolleri birbiri içine nüfuz eder. (...) İleriye giderken sürekli önceki basamaklarımıza atıfta bulunarak ve böyle yaparak kazandığımız bilginin üzerine yenilerini ekleyerek, sadece su yüzüne çıkan konulara dair anlayışımızı derinleştirmiyoruz, ayrıca bunları anlamak için bir yolculuğa çıktığımızı da fark ediyoruz."

hâlâ tek çatı altında bir araya gelerek ayakta kalmaya çalışan ve kapanan tiyatrolar söz konusu..../ Kamusal para yardımı gitgide düşüyor, yakında daha büyük kısıtlama tehditleri bekleniyor." (1)

"Drama eğitimi, eğitimdeki (.) ideolojik metodolojik eğilimlerle olan savaşında, (ve mümkünse genelde) bir şeyi anlamanın, onun hakkında soru sorabilmek anlamına geldiğine ve bir cevabı sorgulamanın engellemek amacıyla değil daha (gelişmiş) bir anlayışa sahip olmak için yapıldığına dair katılımcıların farkındalıklarını artırmaya çalışır." "Tiyatro ve drama, sembolleri yaratma (sürecinde) dünyayı anlama ve geliştirme mücadelemizde bize yardım eden sanat şekilleridir." (13, 14,15) Şimdi çok daha başka bir yanı üzerinde durmak istiyorum yaratıcı dramanın modern tiyatrodaki işlevselliğine değgin. Alman Renate Breiting, Süreçsel Drama, Tiyatro Sporu, ve Dramada 'Zaman' adlı kitapta yer alan, kendi deneyiminden yola çıkarak "Tiyatro ve Okul" konusunu ele aldığı bildirisinde ilkin şu saptamayı getiriyor: ".. .Berlin'deki okullar için tiyatro projesinin hayata geçirilmesine öncülük ediyorum. (...) Ülkenin ve Berlin'imizin hızla iyi yönde değişmesi kesinlikle bu olaya bağlıdır. // .. .Son yıllarda ne yazık ki tiyatrolar kapanmak zorunda bırakıldı ve şimdi de

"Tiyatro ve okul arasındaki işbirliği içinde tiyatro farklı bir yüzeyde kavranır. Bunun anlamı, tiyatroların özel sanatsal yaratı biçimlerine, sanata bir aracı olmaktan başka toplumsal gelişmeleri ve bunların etkilerini yansıtan tarih, mimari vs gibi somut bir alan olarak da bakmaktır. / Tiyatro, sanatsal, kültürel ve bilimsel yönleri sayesinde kurumsal yaşam alanım da temsil eder. TUSCH öğrencileri bunu tiyatro içinde (deneyleyebilirler)." (7) Alıntılar aktararak andığım son iki kitap, modern tiyatro ile yaratıcı drama arasındaki anlamsal örtüşme bağlamında önemli bir dipnot oluşturuyor bana göre. Çünkü yalnız oyunculuk sanatı ya da seyirciliğin geliştirimi yönünde değil, tiyatro sanatının, şu son çeyrek yüzyıl içinde yitirdiği konumunu yeniden kazanması için de düşünce üretmeye girişiyor. Oysa bizde, tiyatro sanatı ile yaratıcı drama arasında kurulan sınırlı ilişki düzleminin dışına çıkıp da rahat bir soluk alamıyor bir türlü söz konusu alanlar. Sonuçta tiyatrocular da, yaratıcı dramacılar da birbirini seyrederek, hatta birbirlerine değerek, ama asla birbirlerinden yararlanmaya kalkmadan, ötesinde buna gönül indirmeye bile gerek görmeden tiyatro sanatımızın erozyona uğratılmasına bilerek ya da bilmeyerek göz yumuyorlar. Bizler de bu erozyonun seyircisi olarak mı kalacağız peki?

Sonuçta tiyatrocular da, yaratıcı dramacılar da birbirini seyrederek, hatta birbirlerine değerek, ama asla birbirlerin­ den yararlan­ maya kalkmadan, ötesinde buna gönül indirmeye bile gerek görmeden tiyatro sanatımızın erozyona uğratılma­ sına bilerek yada bilmeyerek göz yumuyorlar.


cy a

İstanbul'un Yeni Tiyatro Mekanları 1

İhtiyaçtan Tiyatro: Tiyatro Z

Tiyatro kursları ve seminerler de düzenlen­ mesi planlanan mekanda, altmış beş kişilik tiyatro salonunun yanı sıra, çok amaçlı bir de cafe bulunuyor.

pe

Ebru Seyhan / ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr

kişilik tiyatro salonunun yanı sıra, 'çok amaçlı' bir "Çaresizlikten, ihtiyaçtan, tek elimizden gelen de cafe bulunuyor. Tiyatronun kadrosu; Gökçe Durat, tiyatro". Böyle söylüyor, Bengi Heval Öz ve Cem Kenar bu sezon hayata başlayan tiyatroları 'Tiyatro Gözde Akpınar, Aylin Ominç, Derya Aslan, Nurcan Yanık, Emek Büyükçelik, Elif Sert, Esra Ruşan, Özgür Z' için. Beyoğlu, Galata bölgesinin, bir demir Atkın, Gözde Koyuncu, Ece Metin 'den oluşuyor. atölyesinden tiyatro salonuna dönüştürülen 20x7 metre alana sahip yeni mekanı, 24 Eylül 2005 günü Sezonun ikinci oyunu Camda Duran Kadın, Yoldan Galatada Görünürlük Projesi kapsamında "İnşaatta Geçen Adam'ın galasından önce sohbet ettiğim Cem Tiyatro" konseptiyle Beckett'in "Krapp 'ın Son Bandı" Kenar ve Bengi Heval Öz, Tiyatro Z'yi ve yeni ile açılış yapmıştı. "Dört Bölü Dört", "Camda Duran mekanlarını anlattı. Kadın, Yoldan Geçen Adam", "Krapp 'ın Son Bandı" ve geçtiğimiz Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Nasıl oluştu Tiyatro Z fikri ve Tiyatro Olimpiyatları kapsamında sahnelenen Cem Kenar: Eşim Bengi ile evlendikten sonra "M.E.D.E.A. "sını bu yılki repertuvarlarına alan aslında gelişmeye başladı Tiyatro Z fikri. Bir süre grubun üyeleri, Tiyatro Z'nin; popülist yaklaşımlardan sonra burayı kurmaya başladık. Bu bina aslında bir uzak, yeni ve özgün olan çalışmalara açık bir demir atölyesiydi. Çok yıpranmış yorgun bir binaydı. karakteri olduğunu, ancak "kavramsal ya da O bina bu hale geldi. İlk kez geçen yıl 24 Eylül'de kuramsal olarak bir yere oturtulmak istemediklerini" Krapp'ın Son Bandı ile başladık. 'İnşaatta Tiyatro' belirtiyor. Her şeyden önce, tasasızca prova demiştik o zaman. Gerçekten de bazı bölümlerini yapabilecek ve oyun sahneleyebilecek bir mekana kapattığımız bir inşaattı. Daha sonra 15. Uluslararası sahip olmanın sevincini yaşayan Tiyatro Z kurucuları, İstanbul Festivali'nde benim yönettiğim mekanlarını başka tiyatrolarla da paylaşmaya açık M.E.D.E.A.'yı ortaya çıkarttık. olduklarını ilan ediyor. Tiyatro kursları ve seminerler de düzenlenmesi planlanan mekanda, altmış beş Ben buraya gelen arkadaşlarımızdan, bahanelerini kapının önüne bırakıp içeri girmelerini istedim. Bunu


içen bir insan çevresine baktığında bir serginin içinde olduğunu görecek. Dört Bölü Dört'ü oynarken fotoğraflar kalkmıyor. Dolayısıyla çok farklı bir atmosfer oluşuyor. Mekan tiyatro eksenli ama başka sanatların sergilenmesine de açık. Cem Kenar: Evet.

cy a

yaparlarsa çok şey yapabiliriz ama bahaneleriyle içeri gelirlerse bu kez "Godo'yu bekleriz." Herkes aynı anda farklı bir şey yapmak isterse yapılacak iş olmuyor. Bunu kabul edip yapanlarla çalışmalara başladık.

Salon kaç kişilik? Cem Kenar: Altmış beş kişilik.

Daha küçük görünüyor! Cem Kenar: Uzun olduğu için biraz göz yanıltıyor. Küçük bir kulisimiz var. Zaten kalabalık değiliz o yüzden sıkıntı yaratmıyor ama oyunlar çoğaldıkça malzeme artacak, bunları koymak için bir yer ayarlamamız lazım.

pe

Tiyatro Z, kurulmak için mekanını bekledi yani. Cem Kenar: Evet. Daha öncesi yok. Çünkü birçok tiyatro topluluğunun şu anda tiyatro yapacak yeri yok. Tiyatro bulamayan topluluklar, sahne bulup sahnede bir şeyler üretmeye çalışıyorlar. Onların ne şartlarda çalıştıklarını biliyorum. Burası da benim için bir üretim yeri. Yalnızca burada kalmayı planlamıyorum, buradan çıkıp her yere ulaşmak istiyorum. Üretim yerim var ve prova saati problemim yok. Benden sonra girecek bir grup yok, elektrik faturasını paylaşmak zorunda olduğum bir grup yok. Burası bana ait. Biraz da böyle bir şeyi bekledik. Belli bir kadro oluşturmaya çalışıyor musunuz yoksa prodüksiyon tiyatrosu mu olacaksınız? Cem Kenar: Kendiliğinden bir kadro oluşuyor zaten. Örneğin, bazı arkadaşlarımız birden fazla oyunda oynuyor. Kadro tiyatrosu ya da prodüksiyon tiyatrosu yerine üretim tiyatrosu diyeyim daha doğrusu.

Salonunuz dışında buradaki cafede de oyun oynuyorsunuz. Seyirciyle iç içe. Cem Kenar: Evet. Dört Bölü Dört'ü burada oynuyoruz. Geçen akşam bir seyircimiz oyundan sonra geldi ve "böyle bir şeyi bir daha ne zaman yapacaksınız" diye sordu. Seyircinin bu yakınlığı özlemiş olduğunu görüyoruz. Oyuncu arkadaşımız burada seyirciyle oynarken, yakınındaki seyircinin dizine yatabiliyor. Bunun İtalyan sahnede yaşanması imkansız. Cafede şu andan bir de fotoğraf sergisi var. Ben, sergiye gelen insanları tiyatrodan, tiyatroya gelen insanları da sergiden haberdar etmek istiyorum. Çay

Burayı sadece siz mi kullanacaksınız? Cem Kenar: Hayır, diğer gruplara da açık. Haftanın her günü oyun oynamıyoruz zaten. İsteyen tiyatrolar bizimle iletişime geçebilir. Peki sizin, yeni kurulan bazı tiyatro-sanat mekanları gibi iddialarınız var mı? Cem Kenar: Biz Müjdat Gezen'le de, DOT'un yaptığıyla da farklı düzlemlerdeyiz. İtalyan sahneler bize uzak geliyor. Elimizi uzattığımızda seyirciye dokunacak bir noktadayız. Bunun yanında, kuramsal veya kavramsal olarak ille de bir yere oturtulmak istemiyoruz. Çünkü kuramlar kavramlar falan başladığı zaman her şeyin statikleşmeye başladığını görüyoruz. Oyunlarımız birbirinden farklı, ancak 'hesaplaşmalar' üzerinden gittiğimizi söyleyebiliriz. Bengi Heval Öz: Biz çaresizlikten de tiyatro yapıyoruz. Bir şey deniyoruz. Seyirci de bizi deniyor ve karar veriyor. Şu ana kadar seyirciyle gerçek anlamda buluştuğumuz bir tek M.E.D.E. A var. Buradan kötü bir tepki gelmedi. Sahnemize gelenler,

DOT ya da Garajistanbul 'alternatif tiyatro' yapıyoruz diye çıktılar. Oysa bizim hiç öyle bir iddiamız yoktu. Biz önce tiyatromuz olsun istedik. 'Bize şöyle bir mekan lazım, alternatif bir mekan lazım' demedik. Bir imkanımız vardı ve burayı değerlen­ dirdik. O yüzden 'çaresizlik­ ten tiyatro' diyoruz.


Mümkün olduğunca popülizmde n uzak olmak istiyoruz. Sanat için sanat, ancak bunu popülizmin olmadığı sanat anlamında söylüyorum.

ne salonu beğenmemezlik etti ne de oyunu. DOT ya da Garajistanbul 'alternatif tiyatro' yapıyoruz diye çıktılar. Oysa bizim hiç öyle bir iddiamız yoktu. Biz önce tiyatromuz olsun istedik. 'Bize şöyle bir mekan lazım, alternatif bir mekan lazım' demedik. Bir imkanımız vardı ve burayı değerlendirdik. O yüzden 'çaresizlikten tiyatro' diyoruz. Oyun biletleriniz ne kadar? Bengi Heval Öz: Cafe-tiyatro oyunumuz Dört Bölü Dört'te tam 10, öğrenci 7.5 YTL. Salon oyunlarımız için tam 20, öğrenci 15 YTL. Nasıl çalışmaları tercih ediyorsunuz? Bengi Heval Öz: Mümkün olduğunca popülizmden uzak olmak istiyoruz. Sanat için sanat, ancak bunu popülizmin olmadığı sanat anlamında söylüyorum. Onun dışında alternatif fikirler olsun, olmasın, klasik olsun olmasın onlar önemli değil; yeni, özgün her şey iyidir. (Tiyatro Z: Hacı Mimi Mah. Dibek Sok. No: 10 Kuledibi-Beyoğlu / İstanbul. Telefon: 0212 249 16 65)

Bengi Heval ÖZ 1973'te doğdu. Lise ikinci sınıfı okurken Ankara Sanat Tiyatrosu'nda kursiyerlik yaptı. Aldığı eğitimin sonunda tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni Rutkay Aziz'in asistanlığını yapmaya başladı. İlk olarak Mephisto (Klaus Mann) oyununun asistanlığını yaptı. Lise son sınıfta kazandığı bir burs ile Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Lise son sınıfı orada okurken ilk kez sahneye çıktı. Başrolünü oynadığı "Oliver" müzikali ilgi ile karşılandı. Minneapolis Guthrie Tiyatrosu'nda üç ay oyunculuk eğitimi aldıktan sonra Türkiye'ye geri döndü. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Oyunculuk Anasanat Dalı'na girdi. Dört yıllık eğitimi süresince sayısız sahne çalışmalarının yanı sıra okul dışı profesyonel gruplarda da oynamaya başladı. 1996 yılından sonra İstanbul'a taşındı. Çeşitli TV dizilerinde ve tiyatro oyunlarında rol aldı. Cem Kenar 1970 yılında İstanbul'da doğan Kenar, 1996 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda sözleşmeli figüran olarak başladığı tiyatro hayatına 1997 yılının Nisan ayında İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın Prodüksiyon Ekibinin içinde yer alarak devam etmiştir. Kenar, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü mezunudur.

İBB Şehir Tiyatroları'na İki Yeni Sahne:

Sadabad ve Kerem Yılmazer

pe

cy

a

İstanbul Şehir Tiyatroları, bu sezon iki yeni sahneye ağırlanması planlanıyor. 1300 metrekarelik bir alan üzerine yapılan sahne otopark imkanına da sahip. daha kavuştu. Kağıthane Sadabat Sahnesi 1 Ekim Pazar, Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi ise 2 Ekim Kağıthane Sadabad Sahnesi, bu yıldan itibaren Çocuk Eğitim Birimi çalışmalarına da mekan olacak. Pazartesi günü yapılan törenlerle açıldı. Özellikle Çocuk Eğitim Birimi dersleri Sadabad Sahnesi'nde verilecek. Kağıthane Sadabad Sahnesi Kağıthane Sadabad Sahnesi, Kağıthane Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi Belediyesi'nin katkıları ile tamamlanıp, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'na devredildi. Eski Odeon Sineması'nın bulunduğu bina, Üsküdar İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nı Kerem Yılmazer Sahnesi olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ailesine katıldı. Özellikle Haliç Havzası'nda nüfus olarak hayli yoğun bir bölgeye taşıyan Kağıthane Sadabad Sahnesi, altı yüz Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi'nin yıkılarak bir kişi kapasiteli bir salon. Kağıthane merkezinde yeniden yapılması sürecinde, önemli bir işlev yer alan sahnede, ağırlıklı olarak Gültepe, Çeliktepe, görmesi planlanan sahne, bir terör eyleminde kaybettiğimiz Kerem Yılmazer'in adını yaşatıyor. Alibeyköy, Yeşilpınar, Taksim, Gayrettepe, Mecidiyeköy gibi yerleşim alanlarındaki seyircilerin İki yüz on dört kişilik salona sahip.


Editör: Ertuğrul Timur aetimur@tiyatrodergisi.com.tr

Isırılacak Köpek Aranıyor!

cy a

EDİTÖRDEN

Eskiden gazeteciliğe yeni başlayanlara neyin haber olup neyin olamayacağını izah etmek için haber müdürlerinin verdikleri tipik bir örnek vardı. "Bir köpek bir adamı ısınrsa haber değeri yoktur, ama bir adam bir köpeği ısınrsa haber olabilir"

Ama ay dediğiniz çabuk geçiyor ve biz açıkça söylemek istiyorum ki Gençlik bölümünü hazırlamakta güçlük çekiyoruz. Olmayan bir şeyin haberciliğini yapmaya çalışmak da bize özgü olsa gerek diye düşünmeye başladım. Eğer geçmişin habercilik ölçütüyle yer doldurabilmek için bir köpeği ısırmam gerekseydi hiç kuşkunuz olmasın bunu yapardım. Oysa biz daha zoruna soyunduk ve gençlik tiyatrolarına önce adım adım bu ülkede yer açmak ve bunun yanısıra da bu konunun haberciliğini yayıncılığını sürdürmek. Bu konuda bizlere katkı yapacak, düşünceleri olan tüm tiyatrocu ve tiyatroseverleri katkıda bulunmaya davet ediyorum. Gelin dünyanın pek çok yerinde onlarca yıldır sadece gençlik oyunu sahneleyerek var olan toplulukların örneklerini ülkemizde de oluşturalım. Belki de günden güne yozlaştırılan, seçeneksizliklere mahkum edilen ve dramatik olayların gençler arasında giderek tırmandığı bu ülkede, çözüm, gençler için sanatta, gençlik için tiyatrodadır ne dersiniz?

pe

Eskiden çok kullanılan bu deyimi artık pek duymuyoruz. Nede olsa haber ölçütleri günümüz medyasında değişti ve yaşanan rezaletin büyüklüğüyle doğru orantılı hale geldi.

bizim nefesimiz de hayal gücümüz de yetmeyecek" diyerek gençliği seferber ettiğimiz Gençlik Tiyatroları Oluşumu. Ama gelin görün ki gençlerin hayalleri ne kadar sınır tanımıyorsa erişkinlerin mevzuatları da o kadar hayal sınırlıyor ve ağır aksak ilerlemek zorunda kalıyoruz. Elbette umudumuzu kesmedik ve bu amaçla çalışmalarımız sürüyor.

Bam telini yazının sonuna saklayarak bu habercilik ölçeğini bir kenarda bırakarak konuya geçmek istiyorum. Dergimiz okurlarının bildiği gibi yayın kuruluna girmemin ardından Gençlik Tiyatroları bölümü benim önerimle konmuştu. İşimizin zor olduğunu elbette biliyordum. Ülkede hiç gençlik oyunu sahnelenmezken, gençlik oyunu yazılmazken, adında "Gençlik" ibaresi bulunan tiyatro dernekleri dahi Gençlik tiyatrosunu gündeme getirmezken yani bu ülkede Gençlik Tiyatroları adına neredeyse hiçbir şey yokken Gençlik Tiyatroları bölümü yapmak elbette zordu. Adeta olmayan bir şeyi önce var edecek ardından da haberini yapacaktık. Bu nedenle bazı girişimlerimiz de oldu. Yaş ortalaması elli civarında olanların kurduğu bir Gençlik Tiyatroları komisyonu gibi başarısız denemenin ardından, İBB Şehir Tiyatroları'nın sağladığı olanaklarla bir gençlik paneli ve ardından "bu işe

açıkça söylemek istiyorum ki Gençlik bölümünü hazırlamak­ ta güçlük çekiyoruz. Olmayan bir şeyin haberciliğini yapmaya çalışmak da bize özgü olsa gerek diye düşünmeye başladım. 37


Sağlıklı Bir Gençlik Tiyatrosunun Alt Koşulu:

Sağlıklı Bir Çocuk Tiyatrosudur

KONUK YAZAR Hayrettin Filiz (İzmir BTA -Bilimsel Tiyatro Atölyesi- Kurucusu, Yazar, Yönetmen)

bombardımanı, geleceğe güvensizlik sanata duyulan ihtiyaç gibi temel sorunların içinde ele alındığında, ortaya çıkan manzara gerçekten vahim. Zaten o yaşına kadar, önce OKS, sonra ÖSS gibi dağlan aşmak için bilinen, "nallanan" bu çocuklar, sağlıksız ekonomik ilişki modellerini hedef yaparak, bencil ve kişisel "kariyer" düşüyle o yaşlarına gelmişlerdir. Bu debdebe içinde, "aniden" tiyatro yapacakla öyle mi? Bana biraz uzak düş gibi geliyor bunlar. Çünkü ne eğitim sistemimiz bu tür yönelişlere bir kanal açıyor ne de ekonomik ilişkiler dünyası, (magazinki biz buna sanat demiyoruz-) erdemli ve çağlan etkileyen sanat üretimine izin veriyor. Bu fotoğraf içinde bende gençlik tiyatrosu diye bir şey yoktur, yapılamaz gibi bir sonuca çıkıyor gibi görünsek de... tabi ki böyle bir şey söylemiyorum. Açık, tartışmasız inandığım odur ki; bir ülkenin gençlik tiyatrosu ihtiyacı, tiyatro eğitimi veren üniversite bölümü ile tatmin edilemez. Her yıl tiyatro bölümünden mezun olan öğrenci sayısı nedir ki? Yetmiş beş milyonluk ülkede yirmi bir Devlet Tiyatrosu sahnesi var. Hadi bir o kadar da özel sahne olsun hadi elli kadar da belediye yada özel kurum sahnesi var diyelim. Yetmiş beş milyon kişi ve iyi ihtimalle üç yüz kişilik yüz sahne. Ortaya hazin bir görüntü çıkıyor. Bu sahnelerin parkesinde kaç genç oyuncu "yeni görüşlerini uygulama şansı" bulabiliyor ki? Yarısı profesyonel Devlet Tiyatrosu oyuncusu, diğer yansı (özel olanların çoğu) tanıdıklar, bir okul misyonu taşımayanlardaki şanslılar... Nerede o gençliğin delidoluluğu, nerede coşkulu "yeni atılımlar?"

Devlet Tiyatrosu'nun sadece çocuk tiyatrosu yapma adına, büyük, renkli ve teknik olarak son derece ışıltılı oyunlarının pedagojik formasyo­ nunu yada repertuarını belirleyenler kimlerdir? Çocuklar mı? Gençler mi?

pe

cy a

Gençlik tiyatrosu üzerine görüş üretmek demek; içeriğinde ön koşul olarak çocuk tiyatrosu üzerinde görüş taşımak anlamına geliyor bence. Çünkü o "genç" , az önce "çocuktu". Öncelikle, Bilimsel Tiyatro Atölyesi'nin bir alternatif çocuk tiyatrosu uzmanlığının peşinde olduğunu bildirmek zorundayım. Türkiye'de bugün tiyatro için birçok deneysel çalışmanın olduğunu işitiyoruz. Kimi çocuk tiyatrosunu, bir çeşit "teşhircilik", "çocuğun magazin düşlerinin tatmini" ya da, "bu işi çocuklarla yapanların tatmini" olarak görürken; daha büyük bir çevre, "çocuğu ahmak yerine koyan" bir geleneksellik çerçevesinin içinde dolaşıp duruyor. Bu çerçeve; cinli, devli masallar, tanrısal çözümler ya da yaşam gerçeğiyle ilgisiz sunumlar olarak karşımıza geliyor. Konu seçiminden repertuara, kostüm düzeninden, o artık senelerdir duymaktan midemizi ağzımıza getiren, aynı ritim sözüm ona canlı müzik denilen saçmalığa kadar... Yeni bir şey yok . Devlet Tiyatrosu'nun sadece çocuk tiyatrosu yapma adına, büyük, renkli ve teknik olarak son derece ışıltılı oyunlarının pedagojik formasyonunu ya da repertuarını belirleyenler kimlerdir? Çocuklar mı? Gençler mi? Eğer bu kişiler, bu işi ciddiye aldığını iddia ediyorlarsa, aynı oyuna hem anaokullarının dört-beş yaşındaki bebelerine, hem de ortaokulun son sınıfındaki çocuklarını nasıl organize ederler? Hem ortalıkta kaliteli çocuk oyunu yok derken, hem de Devletin Tiyatrosu'nun bu tuhaf ilgisizliğinin yanısıra ödenekli tiyatrolara Kültür (pardon), Turizm ve Kültür Bakanlığından ya da sponsorluk aldığı kurum ya da girişimcilerden, kaynağını kaybetmemek korkusuyla yapılan çocuk oyunlarından ancak bu kadar sonuç alınabilir. Bu sonuçlar yarnın yetişkin tiyatrosuna aynen böyle aktarılır ve ortaya politikasız, başı boş, ne yaptığı belirsiz bir gençlik tiyatrosu çıkar. Elbette ki ben de gençliğin girişimci ve eylemci tavrına inanıyorum. Ve hatta o girişimci tavrın yarının tiyatrosunun temeli olduğuna da... Ancak kaygılıyım. Önerim, bu işi en, en derinden ele almak gerektiğidir.

Başa dönmek zorundayım. Sağlıklı bir çocuk tiyatrosu, sistemli ve işlevli uygulanabilirse; (ki BTA elli bir kişilik kendi salonuyla, İzmir'de yedi yaşına girerken, ardından yüz bin seyirciyi sürüklemeyi başarmışsa) bunun özünde, pedagojik desteği ve tiyatral teknik ile çocuk yarına hazırlanırsa... Kuşkum yok ki, gençlik tiyatrosu üzerine konuşmak o kadar kolaylaşacak ki. Ortalık Gençlik tiyatrosu üzerine görüş üretmek; bağımsız toz duman; kuşkusuz bu tozun içinde yitip giden o düşünüldüğünde bana çok tuhaf ve anlamsız geliyor. kadar çok genç eylemci var ki... Gençlik tiyatrosu kuramı, "yitip gitmeye" değil, "yapıp üretmeye" Ne yani, -gençliği on sekiz yaş ve üstü kabul ettik dair olmalı, buna tüm yüreğimle inanıyorum. Ancak diyelim- bu genç hiçbir altyapısı olmadan o yaşa gelince birden bire "hidayete erip" şakır şakır sanat sağlıklı bir gençlik tiyatrosunun alt koşulu, sağlıklı mı üretecek? İnanılmaz! Gençlik tanımı genellikle, bir çocuk tiyatrosudur bence. (http://www.btasahnesi.net) deli doluluk asilik ve coşkulu olmakla şekillenir. Oysa ki bu özellikler ülkemizin ekonomik koşullan, aile ilişkileri, televizyon egemenliği, magazin


Dünyadan Gençlik Tiyatroları Honolulu Theatre For Youth ve Austin Theatre For Youth Eda Atalay / edaatalay@yahoo.com

Honolulu Theatre For Youth Dünyadan Gençlik Tiyatroları'nı araştırırken karşılaştığımız önemli gruplardan biri de "Honolulu Theatre For Youth" topluluğu. 1955 yılında kurulan bu topluluk Havai'nin tek profesyonel, kâr amacı gütmeyen tiyatrosu. Tiyatro Honolulu elli yılı aşkın bir süredir, gençlerin, eğitmenlerin ve ailelerin yaşamalarında farklı bir duruş sağlamak amacı ile drama eğitim programları ve tiyatro oyunları üretiyorlar. Topluluk, drama eğitimi ve tiyatronun genç izleyicilerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak sanat formları olduğuna inanır. İzleyici olarak, gençlerin empati kurmalarını sağlayan oyunlar ve bu deneyimler, gençlerin hayal güçlerim genişletir ve karşılaştıkları dünyaya daha hazır olmalarını sağlar. Topluluk gençlerin ileride, kritik düşünmelerini sağlamanın en büyük yardımcılarından birinin tiyatro olduğunu savunur.

Austin Theatre For Youth Araştırmaya devam ederken, tanıştığımız bir diğer grup da, Teksas'daki "Austin Theatre For Youth". Bulduğum diğer topluluklar gibi, Austin Tiyatrosu da, gençlere ve ailelere yönelik çalışmalar gerçekleştiriyorlar. Çalışmalarını sunmadan önce, gençlerin, sosyal, etik ve duygusal ihtiyaçlarını anlayan ve onların diliyle yazabilen yazarlara ulaşmaya çalışırlar. Her yaş grubu için, onların özel dünyaları için performanslar düzenlerler. İçerik bakımından zengin oyunlar yaratmaya ve geliştirmeye çalışan grup, izleyicilerinin algılarına ve zekâlarına saygı duymayı görev bilir. Gençlerin ve seyircilerinin hayal güçlerini içine alan, akıllarına uyan, kalplerine dokunan oyunlar sergiler, aynı zaman da, her şeye, herkese erişebilir ve herkesçe karşılanabilir olmak isterler. Grup gençleri oyunlarına davet ederken şunları söyler; "Tiyatronun büyülü ve eğlenceli dünyasına gelin! Kendi hayal gücünüzle sizi bir seyahate götüreceğiz. Bizim toplumumuzun içinde, siz gençlerin bulunduğunuz yeri, konumu anlatabilmemiz ve anlamanız için iyi bir fırsat."

cy a

Topluluk her sezon yüz bini aşkın seyirciye ulaşabilmek için, üç yüzün üzerinde okul performansı ve seksen tane de halka yönelik oyunlar sergiler. Coğrafi konum ve ekonomik durum gözetmeksizin her yaştan gençle buluşmaya çalışırlar. Üretimlerinin üçte birinden fazlasıyla dünya galaları gerçekleştiren grup, bu yüzdeliği giderek arttırıyor. Aynı zamanda, Havai gençliğinin dilini yakalayabilmek için de, yazı yazma yeteneklerini geliştirmek isteyen gençlere, atölye çalışmaları hazırlıyorlar.

kullanıyorlar. Sadece gençler için değil, aynı zaman da, okul öncesi çocuklar için de çalışmalar yapıyorlar. Bazı çalışmalarında rengârenk kuklalar kullanmaktan kaçınmayan topluluk atölye çalışmalarını sadece gençlere yönelik değil, öğretmenlere yönelik de kullanıyorlar.

pe

Oyunlarında klasik bir hikâyeyi, görkemli bir tiyatroya çevirebiliyor ya da bir oyunun kısa bir bölümünü gençlerin yazmasına olanak sağlıyorlar. Ayrıca, oyunun içeriğine göre, maskeler, orijinal müzikler, origami ve yöreye bağlı görenekleri

Tiyatronun genç insanlar için gerekliliğini bilen topluluk, tiyatronun canlı bir deneyim olduğunu düşünür. Genç insanların nasıl düşündüklerini ve kendilerinin ve etrafındaki diğerlerinin yaşamlarına nasıl özveri ile bakabileceklerini düşünür. Topluluk, Tiyatronun, gençlerin kendilerini tanımlarına ve potansiyellerini bilmelerine katkıda bulunması gerektiğini savunur.

Üniversitesi'nin Eyüp'teki yeni kampüsü Santral İstanbul, GePGeNç FeSTİVaL etkinliklerinin merkezi olacak. Ayrıca, üniversitenin Kuştepe ve Dolapdere kampüslerinin yanısıra, İstanbul'un çeşitli yerlerinde de etkinlikler düzenleniyor olacak. (Geniş Bilgi: www.gepgencfestival.net)

GePGeNç FeSTİVaL Dergimiz Gençlik Bölümünün Ve Gençlik Tiyatroları Oluşumunun Da Bir Seminer Ve Standla Yer Alacağı Gepgenç Festival Aralık Ayında Gerçekleştirilecek. GePGeNç FeSTİVaL, gençlik sivil girişimlerinin, "gençce" yanyana geldikleri, çalışmalarını tartışarak öneriler geliştirdikleri, kar amacı taşımayan beş günlük bir festivaldir. Festivalin ev sahipliğini İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesindeki Gençlik Çalışmaları Birimi yapıyor. Kasım 2005'te Gençlik Çalışmaları Birimi, GePGeNç FeSTiVaL'i beraber düzenlemek için alanda çalışan gençlik örgütlerine bir çağrı yaptı. Çağrıya yanıt veren yirmi dokuz gençlik örgütü ile beraber, GePGeNç FeSTİVaL Düzenleme Komitesi oluşturuldu. Festival 5-10 Aralık 2006 tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleşecek. İstanbul Bilgi

Artık Uluslararası Ödüllü Bir Gençlik Oyunumuz Var Dünya ASSITEJ'i (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği), ITI Dünya Merkezi (Uluslararası Tiyatro Enstitüsü) ve Uluslararası Oyun Yazarları Forumu'nun (IPF) birlikte düzenledikleri Gençlik Oyunu Yarışmasında, Anadolu Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hasan Erkek'in Çiçek Prenses adlı oyunu, birincilik ve ikincilik ödüllerinin ardından açıklanan dört oyunluk listede yer aldı. Oyunu Volga Yılmaz İngilizce'ye çevirdi. Birçok ülkeden yüzden fazla oyunun katıldığı yarışmada, ülkemizden bir oyunun dereceye girmesi bir ilki oluşturuyor. Aynı yarışmada dereceye giren öteki oyunlar, İsveç, Kanada, Fransa, ABD ve Danimarka'dan katılan yazarlara ait.

Honolulu Theatre For Youth" topluluğu, 1955 yılında kurulmuş. Havai'nin tek profesyonel, kâr amacı gütmeyen tiyatrosu. Teksaslı Austin Tiyatrosu da, gençlere ve ailelere yönelik çalışmalar gerçekleşti­ riyor


ITI, Bakanlık ve Erduran

Mustafa Demirkanli / mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi ve Başkanı Refik Erduran yıllardır eleştirilir. ITI'nin durumu üzerine biraz sohbet etme şansı bulduk geçenlerde Sayın Erduran'la. Bir dokundum, bin ah işittim. Meğer, ITI'nin sorunları bildiklerimizin de ötesindeymiş. Bu bir sohbetti, daha doğrusu Refik Erduran'ın sıkıntılarını dinlediğim bir çay içimlik paylaşımdı, yani söyleşi değildi, ben de soru sormak yerine dinlemeyi yeğledim. ITI, zamanında Kültür Bakanlığı olmadığı için Milli Eğitim Bakanlığı'nın katkısıyla kurulmuş, bir anlamda bu bakanlığa bağlı olarak, sonradan Kültür Bakanlığı kurulunca, bu bakanlığı ilgilendirdiği düşünülerek Kültür Bakanlığı'nın sorumluluğuna verilmiş ama yasa ile değil. Siz Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlısınız denir oraya gönderilir, Milli Eğitim Bakanlığı ise Kültür Bakanlığı'na gidin dermiş. ITI'nin yıllık aidatını Kültür Bakanlığı öder ama başkaca hiçbir şeye karışmazmış. Erduran, haklı olarak şu soruyu soruyor. "Madem tüzükte Milli Eğitim Bakanlığı 'na bağlıyız, o zaman neden Kültür Bakanlığı ödüyor aidatı, yasal olmadığına göre ödememeleri gerekmez mi?" Haklı bir soru bence.

ITI, ülke tiyatrolarına maddi destek sağlamazmış ama o ülkedeki tiyatro faaliyetlerini üye ülkelere iletir, kültürler arası ilişkilerin gelişmesine katkı da bulunur, önemli projeler için sponsor bulunmasına ön ayak olurmuş.

Fakat, Bakanlığın gerekli desteği sağlamamasından dolayı ITI uzun yıllardır Genel Kurul'lara bile katılamamaktaymış. Erduran, Bakanlık'tan şu talepte bulunuyor ITI için: "Ya üstünüze düşen görevleri yerine getirin ya da yakamızı bırakın, kendi yağımızla kavrulalım." Kısacası, ITI'nin yarı resmi konumundan kurtulmasını istiyor. Mevcut yapının kapatılması ve yerine sivil ITI Türkiye Merkezi'nin kurulması. Bu durumda sponsor desteği ile ITI'nin faaliyetlerini çok daha fazla yerine getirebileceğine inanıyor. Bu noktada sponsor desteğinin şu anki yapıda bulunmasında engel olup olmadığını soruyorum. Yokmuş, ancak Erduran, yarı resmi, devletin dümen suyundaki bir kuruluşa sponsor desteğinin bulunmasının güç olduğunu, sponsorların ilgi göstermeyeceğini düşünüyor.

pe

Refik Erduran, ITI Türkiye Merkezi'nin, UNESCO nezdindeki itibarının iyiden iyiye kaybolduğunu bir kaç yıldır, uluslararası verilecek tepkileri durdurmak için çaba harcandığını ama artık buna engel olacak güçlerinin de kalmadığının altını çizerek, Türkiye'nin yurtdışında yeni prestij kayıpları yaşayabileceği ni vurguluyor.

cy a

"Yani ITI işlevsiz mi kaldı bu durumdan dolayı?" dememe kalmadan Erduran, "İşlevsiz kalır mı, faaliyetsiz kaldı, bürokrasi elini çekse üzerimizden, kendi yağımızla kavrulsak, ITI'nin yapacağı çok şey var." dedi ve neler yapıyabileceğini anlatmaya başladı.

İnsan ister istemez düşünüyor, Kültür Bakanlığı gerekli gereksiz yerlere yapmış olduğu harcamaların yanında Türkiye'nin uluslararası bir kuruluşa üye hem de kendi sorumluluğundaki bir kuruluşa neden minicik destekleri vermez? Benzer bir durum, TEB'in de başına geldi. (Türkiye Eleştirmenler Birliği) geçtiğimiz ayın sonunda Kore'de gerçekleştirilen Dünya Eleştirmenler Birliği Kongresi'ne Türkiye'den kimse katılamadı, Türkiye'deki tiyatro eleştirisine yönelik panel de iptal edildi. Bu kadar prestij kaybının tek nedeni, Seul'e gidiş-dönüş uçak biletiydi, Bakanlık bunu da karşılamadığı gibi TEB'in başvurusuna yanıt bile vermemiş. Refik Erduran, ITI Türkiye Merkezi'nin, UNESCO nezdindeki itibarının iyiden iyiye kaybolduğunu bir kaç yıldır, uluslararası verilecek tepkileri durdurmak için çaba harcandığını ama artık buna engel olacak güçlerinin de kalmadığının altını çizerek, Türkiye'nin yurtdışında yeni prestij kayıpları yaşayabileceğini vurguluyor. Refik Erduran, Bakanlık'la son bir konuşma daha yapmaya çalışacağını belirtirken, çözüme yönelik umudunun olmadığını da vurguluyor. İşte Kültür Bakanlığı işte Türkiye'de tiyatronun durumunun başka bir resmi.


Çocuk tiyatrosu Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@yahoo.com

Çocuk Oyunuyla Bencilliğe Tepki

pe

cy

a

"Bencil Dev"

Hanife Benzer / hanifebenzer@yahoo.com

Ankara'nın, köklü bir tiyatro geçmişine sahip AST, kırk üç yıllık geleneğini bozmadı ve 2006-2007 tiyatro sezonunu "Bencil Dev" adlı çocuk oyunuyla açtı. "Bencil Dev", zaman zaman ağaç kavuğuna girip baykuş olan, zaman zaman da doğadaki canlıların dili olan bir anlatıcıyla başlar. Oyun, uzun süre evinden uzakta yaşayan bir adamın bahçesinde geçer. Başlangıçta oyunu özetleyen, ama sürprizleri de saklı tutan anlatıcının baykuşa dönüşmesinin ardından, sahneye oyunun kahramanları gelir: Erdem, Sevgi ve Barış... Çocuklar bahçede kendilerine mutlu bir oyun alanı yaratmışlardır ve doğaya da sevgili ve saygılıdırlar. Fakat bu mutlulukları adamın evine dönmesiyle bozulur. Adam, çocukların bahçesine

girip oyun oynamalarını istemez. Onları bahçesinde gördüğünde kovar ve onların bahçeye girmelerini engellemek için bahçenin etrafına duvar örer. Adam bunu yaparken mutludur da, daha sonra başına neler gelebileceğinin farkında değildir. Oyun, mesajı çocuklara ulaştırmada çok başarılı. Bencilliğin insanları olumsuz yönde etkilediği, somut örneklerle çocuklara etkili bir biçimde aktarılmaktadır. Bu da okul öncesindeki çocuklara hitap etmede çok önemli bir uygulamadır. Çocuk oyunlarında mesajı çocukların anlayabileceği seviyede vermek, onların ilgilerinden yararlanarak sahne yaratmak çocuk tiyatrosunun en önemli iki unsurudur. Mesajı başarılı bir şekilde yerine ulaştıran oyuncuları kutlamak gerek. Çocukları oyuna dâhil etmek de, çocuk tiyatrosunun

Oyun, mesajı çocuklara ulaştırmada çok başarılı. Bencilliğin insanları olumsuz yönde etkilediği, somut örneklerle çocuklara etkili bir biçimde aktarılmak­ tadır.

41


a pe cy

Kış mevsiminde kalın paltosuna ve şapkasına bürünen bahçe sahibinin, ilkbahar geldiğinde onları üzerinden çıkarmamış olması da, oluşan tezatlıklara örnek değil mi?

göz ardı edilemeyecek diğer önemli bir öğesi. "Bencil Dev" in oyuncularının bu konuda biraz eksik kaldıkları düşüncesindeyim. Sordukları soruların cevaplarını beklemeden ve çocuklarla konuşuyormuş gibi yaparak, ama onları duymadan oyuna devam etmeleri bu önemli öğeyi tam olarak oyunun içinde uygulayamadıklarını göstermektedir. Sormuş olmak için sorulmuş izlenimi veren sorular, çocukları oyuna dâhil edememektedir. Fakat bu eksiklik sadece oyuncuların değil, çocuklarımızın da. Çocuklarımızı tepki vermemeye öyle çok alıştırmışız ki, soru sorulduğunda cevap verebilme yeteneklerini yitirmişler. Sessizce bakan gözler de, oyuncuları böyle bir uygulamaya yöneltmiş olabilir.

Kış mevsiminde kalın paltosuna ve şapkasına bürünen bahçe sahibinin, ilkbahar geldiğinde onları üzerinden çıkarmamış olması da, oluşan tezatlıklara örnek değil mi? Oyuncuların da, yazın giydikleri kıyafetlerin üzerine geçirdikleri kışlık paltolarıyla kışın geldiğini ifade etmeleri kostüm açısından yeterli miydi acaba? Bencilliğin, kış ve yaz aylarındaki değişikliklerin kullanılarak anlatılmaya çalışılması, ister istemez bu sorular üzerinde düşünmeme neden oluyor.

Çocuk oyunlarında belirtilmesi gereken diğer önemli bir konu da, oyunun hangi yaş grubuna hitap ettiğidir. Oyun, yaş grubu belirlenerek yazılmalı, buna göre sahneye konulmalı ki, çocuğunu tiyatroya götürmek isteyen ailelere yol gösterici olsun. Her ebeveynin Dekor ve müzik de, oyunculuk kadar çocukların ilgisini canlı tutma konusunda başarılıydı. Yalnız kış çocuk tiyatrosunu yakından tanımadığını düşünürsek, bu konuda yazarın ve yönetmenin ailelere karşı geldiğinde, kışı belirtmek için bahçeye konulan beyazlıklar toplanırken, evin çatısındakiler yüksekte sorumluluğu olduğu kanısındayım. Oyununun yaş olduğu için görmezden mi gelindi, yoksa unutuldu grubu aralığının belirtilmemiş olmasına rağmen, mu? Her ne kadar yüksek olsa da, ilkbahar gelmesine okul öncesi çağındaki çocuklara hitap ettiği görülmektedir. rağmen evin çatısında kalan beyazlıkların tezatlık yaratacağı düşünülmedi mi? Her iki mevsimde de bahçede aynı tür çiçeklerin bulunması, acaba Birkaç eksikliğe rağmen Ankara'daki çocukların mevsimsel değişiklikleri çocuklara aktarmada "Bencil Dev" le tanışmasını salık veririm. Bugünün yeterince üzerinde durulmayan bir konu muydu? bencilliğini yarınlarında yaşayacak olan Yazın açan çiçeğin üzerinde beyazlık oluşturarak mı, çocuklarımızın geleceğine, hiç kimsenin duvar kış çiçeği belirtilmiş oluyor? örmeye hakkı olmadığını düşünerek!


Yeni Çocuk Oyunları Kitap Kurtları Tiyatro: Ankara Sanat Tiyatrosu Yazan: Alice Woster Uyarlayan: Cihangir Turantaş, Atila Oğltekin Yöneten: Atila Oğltekin Müzik: Kemal Günüç Dans Düzeni: Gülüm Pekcan, Giysi Tasarımı: Nur Alpagut Işık Tasarımı: Murat Atmış Oyuncular: Erdem Ulusal, Esin Önder, Onur Duru, Ebru Erten, Cem Okyay, Pınar Büyüköz

cy a

"Yaşadıkları ortamdan ayrılmak zorunda kalan kitap kurtlarının başına gelen olayları anlatan, danslı ve müzikli bir oyun. 3-12 yaş grubu çocuklara, kitap sevgisinin anlatıldığı, insanın okuyarak davranışlarının değişebileceğini ve çok az okuyan bir toplum olarak, kitap okuma alışkanlığının mutlaka kazanılması gerektiğini, yalnız bu alışkanlığın kazandırılırken kitap seçiminde çocuklarımızın yaşlarına uygun kitapları seçmenin önemini vurgulayan, çocuklarımızın geleceğin toplumunu oluşturacak nesiller olduklarından, küçük yaşta okudukları yanlış ve zararlı kitapların onların ilerideki yaşamlarında topluma ve çevrelerine zararlı ve uyumsuz kişiler olacaklarını gösteren, eğlendirirken düşünmelerini sağlayan oyunumuz, aynı zamanda sevgi ve kardeşliğin, birlikte hareket ederek tüm güçlüklerin altından kalkılabileceğinin mesajını vermekte."

Alice Harikalar Diyarında Tiyatro: Eti Çocuk Tiyatrosu Yazan: Lewis Carroll Uyarlayan: Eylem Canpolat Yöneten: Ünsal Sicilli Müzik: Targan Berk Türe Sahne Tasarımı: Şirin Dağtekin Giysi Tasarımı: Şebnem Kepkep Mask Uygulama: Yeşim Türkgeldi Oyuncular: Başak İşur, Gökhan Niğdeli, Mert Öner, Mine Özgen.

pe

Kibritçi Kız Tiyatro: Ankara sanat Tiyatrosu Yazan: Hans Christian Andersen Uyarlayan: Burak Tamdoğan Yöneten: Aylin Saraç Müzik: Nejat Başeğmezler Dans Düzeni: Gülüm Pekcan Giysi ve Mask Tasarımı: Aylin Saraç Sahne Tasarımı: Hakan Salınmış Oyuncular: Gökçen Cavga, Eray Cezayirlioğlu, N.Eda Erçin , Ozan Çelik, Demet Kızılay, Ahmet Alper Eralp

"Düşlemek, hayal etmek.... Bunlar yaşamda vazgeçilmezlerdir. Bizi ileriye taşıyan, mutlu kılan "Alice adlı zeki, meraklı, kabına sığmayan, cesur, şeylerdir. Kibrit satan küçük bir kız... Hayal eden biraz da yaramaz bir kız çocuğunun hayatı keşfetmek bir kız. Panayır, eğlence, müzik ve dans bu küçük arzusuyla içine girdiği ilginç macerayı konu alan kızın hayallerine eşlik ediyor. Acaba düşlediği şeylere oyun sonrasında çocuklar Alice 'in tiyatro sahnesinde kavuşabilecek mi? Onun renkli ve eğlenceli yaşadıklarını, interaktif bir ortamda tekrar yaşama hayallerine eşlik ederek öğrenebilirsiniz bunu." fırsatı buluyor."

Kitap Kurtları: "312 yaş grubu çocuklara, kitap sevgisini anlatıyor", Kibritçi Kız: "Hayal eden bir kızın öyküsü", Alice Harikalar Diyarında: "Alice adlı zeki, meraklı, biraz da yaramaz bir kız çocuğunun hayatı"


cy a

Patlamaya Hazır Bir Karışım

"Barut Fıçısı" Dejan Dukovski'nin anlattığı Balkanlar'a hoş geldiniz. Biraz araştırırsa­ nız metnin Goran Paskalyeviç tarafından sinemaya uyarlandı­ ğını, birçok festivalden ödüllerle döndüğünü görürsünüz.

pe

Gökhan Esentürk / gesenturk@gmail.com

Gri. Florya'nın tren istasyonuna giden kaldırımlarında ilerliyorum, üstümdeki grilikte uçuşan martılar az sonra göreceğim denizin habercisiler, bir anda kendi filmimin en görsel sahnesini oluşturuyorum, kışa yetişen İstanbul'un, iftara yetişmeye çalışan telaşının ortasında, huzurlu adımlarla ben. Son günlerini yaşayan emektar fotoğraf makinem "olric" ile yine son günlerini yaşayan banliyö trenlerinden bir poz yakalamaya çalışıyorum. Tam o anda hantal cüssesiyle masallarda poz veren bir dev edasıyla, ışıklarını yakıp selam veriyor koca ihtiyar, "bir kopyada bize gönderirsin" diyor makinist, sadece makinistlerin bileceği o tek kolu cama dayanmış duruşla. Güzel olacak bu akşam

diyorum içimden. "Olur" diyorum dışımdan. Bakır. Sırf vapura binmek için seçmemiş miydim sanki Kadıköy'de oynanacak olan "Barut Fıçısı" oyununu. Öyleyse boğazın, narin rüzgarın ve onu milyon kere kitaplarda andıran ışıklarının tadını çıkarmalıyım. Vapurumun arkasındaki güneş, gökyüzünü bakır rengine boyuyor defalarca. Mutluluk veren bir hüzün olsa gerek bu şehrin bize yaşattığı, Nobel ödüllü yazarımız (ben, bunun gurur duyulacak tarafı ile daha çok ilgiliyim) dediği gibi "Hüzün İstanbul'da ... önemli bir yerel müzik duygusu." Asya'nın başladığı noktaya ayağımı basıyorum, yine biraz erken geldim. Yeni olduğumuzdan mı

bilmem, ne kadar çabalasam da biraz mahcup "basın" diye fısıldayabiliyorum en çok, kapıdaki görevliye. Oysa Mustafa Ağabey'in (Demirkanlı) telefonda ağzına ne kadar da yakışıyordu, bana nasıl gireceğimi tarif ederken söylediği bu söz. "Basın". İçeri girip son anda koşturanları, biletin tarihine bakmadan yanlış günde gelenleri, boş yer bekleyen biletsiz öğrencileri (az yapmadık biz de) izliyorum. Siyah. Tam ortada duran kocaman fıçı kararıyor, bizim tarafın ışıklan sönüyor sonra. Pür dikkat kesilmişim, tek bir şey kaçırmamak adına. Elimde defter kalemim okula yeni başlamış gibiyim. Slogan mı atıyorlar şarkı mı söylüyorlar anlayamadan daha


vurulmaya hazır olun, bu sadece bir başlangıç. Dejan Dukovski'nin anlattığı Balkanlar'a hoş geldiniz. Biraz araştırırsanız metnin Goran Paskalyeviç tarafından sinemaya uyarlandığını, bir çok festivalden -buna Antalya Altın Portakal Film Festivali de dahil- ödüllerle döndüğünü görürsünüz. Yıldıray Şahinler'in rejisiyle İstanbul Şehir Tiyatroları sahnelerinin bu yeni oyunu, kara komedi türünün manifestosu sanki. Zengin oyuncu kadrosuyla, bir Barış Dinçel klasiği kah kompartımana kah otel odasına dönüşen zeka dolu dekoruyla, Özcan Çelik'in harika diye nitelendirebileceğim ışık tasarımıyla bu sene salonları doldurmaya ve her an patlamaya hazır bir barut fıçısı. Bora seçkin, Levent Üzümcü, Bahtiyar Engin, Selim Can Yalçın, İbrahim Gündoğan ise başarılı oyuncu kadrosu içerisinde, yaklaşım ve yorumlarıyla az daha öne çıkanlar olarak göze çarpıyorlar.

pe

giriyor oyuncular sahneye ve fıçı bir anda başka bir dünyaya dönüşüveriyor patlar gibi. Ağzı burnu dağılmış bir Bora Seçkin çıkageliyor, şu "Can Ateşinde Kanatlar" dan bildiğimiz canım, "sahiden kim dövmüş" onu. "Çok şükür" diyor "sağlığımız yerinde" bir kahkahadır patlıyor salonda. "Sana bir bira ısmarlayayım" diyorlar, "yok bir bira alayım" yanıtını veriyor ne ciddiyet kalıyor bende ne hazırlayacağım yazının fikri, katılıp herkese başlıyorum gülmeye. "Ben geceleri altıma kaçırıyorum" diye anlatırken, bir yandan da elindeki bira dökülüyor. Hay Allah, ne deniyordu sahne dilinde bu olaya... Gülüyorum. Gülüyoruz. "Seni ben dövdüm" diyor karşısındaki... Soğuk bir rüzgar esiyor salonda, gülümseme acı bir tat bırakıp ağzımızda, şaşkınlığa dönüşüyor, tam olarak üşüyoruz. İşte oyun boyu bu gelgitlerle oradan oraya

cy

a

Bir bütünü oluşturamayacak kadar farklı, birbirinden ayrılamayacak kadar bağlı on bir sahne, hep bu akıl-kalp ikileminde koşturuyor bizleri. Sıcak samimi dostlukların arasına giren soğuk ilişkiler. Peki "siz nasıl bu hale geldiniz?" Bu coğrafya ve ister istemez bizi de içine alan bu şiddet, kaçıp gidenlerin özlediği bu "barut fıçısıdır, anüstür". Kalanlaraysa sadece "buralardan kaçıp gitmek için yakılan mumların" verdiği ışık kalıyor aydınlık için. Peki kim suçlu "kim dövdü bizi?" Uzaklar mı kurtuluş? "zencisiniz lan hepiniz" Dönüp dolaşıp yine başa geliyoruz ama "başı neydi unuttum". Unuttuk ve gökten sadece bir elma düşmüş, o da diğerlerini dövüp alanın - sözde güçlü olanın, ta ki bir başkası gelip onu alana kadar. Tüm bu alış veriş sırasındaysa elimizde kalan tek şey, yerli yersiz ortaya çıkıveren şu insanlığımız, o da bir sonraki sahnedeki hesaplaşmamıza kadar. Var olmak için çabaladıkça, Balkanlar'da öldürülenin bedenlerden daha da fazlası olduğu, bundan daha estetik nasıl anlatılabilirdi ki? "Bir ölçü yüzde doksan sekizlik nitrik asit bulun. Sonra o köpüklü sıvıya üç ölçü sülfirik asit

Bir bütünü oluştura­ mayacak kadar farklı, birbirinden ayrılama­ yacak kadar bağlı on bir sahne, hep bu akıl-kalp ikileminde koşturuyor bizleri.


Var olmak için çabaladık­ ça, Balkanlar'da öldürülenin bedenler­ den daha da fazlası olduğu, bundan daha estetik nasıl anlatılabilirdi ki?

karıştırın... Sonra bir damlalıkla azar azar gliserin ekleyin. Nitrogliserin yaptınız. Nitroya biraz talaş tozu katarsanız mis gibi bir patlayıcınız olur." Patlamaya hazır bir karışım. Palahniuk'ın dediği gibi. Ya da buyurun "unutturmama" parolasıyla yola

çıkmış olan Şehir Tiyatroları'nın patlayıcı tarifine. İstanbul'un renk cümbüşünden bir parmak çalın ağzınıza, şehrin mutluluk veren hüzünlü müziğini duyumsayın benim gibi, sonra da bir adım atıverin "Barut Fıçısına", şu karanlığa.

Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Dejan Dukovski Yöneten: Yıldıray Şahinler Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımı: Duygu Türkekul Işık Tasarımı: Özcan Çelik Müzik: Selim Can Yalçın

Bir elmayı dişlemenin mutluluğuna hasret kalmamak için, haydi yeni sezonda tüm renkleriyle tiyatroya... ve özellikle Barut Fıçısı'na...

pe cy

a

Oyuncular: Özhan Gözel, S. Bora Seçkin, Bahtiyar Engin, Cengiz Tangör, Levent Üzümcü, İbrahim Gündoğan, Selim Can Yalçın, Yıldıray Şahinler, Murat Coşkuner, Yeliz Gerçek, Vildan Türkbaş.


Deli Dumrul Tiyatro: Adana Devlet Tiyatrosu Yazan: Güngör Dilmen Yöneten: Hakan Çimenser Sahne Tasarımı: Sertel Çetiner Giysi Tasarımı: Funda Karasaç Işık Tasarımı: Şükrü Kırımoğlu

Dans Düzeni: Handan Ergiydiren Özer Müzik: Can Atilla Oyuncular: M.Şekip Taşpınar, Tunç Yıldırım, M. Volkan Benli, Gökhan Doğan, Zeynep Hürol, Burçin Börü, E.Çağrı Turan, Sema Öner, Gökçen Gökçebağ

Mutlu Günler Tiyatro: Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu Prodüksiyon Tiyatrosu Yazan: Samuel Beckett Yöneten: Zurab Sikharulibze Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımı: Başak Özdoğan Pirim Müzik: Erdem Helvacıoğlu

Oyuncular: Ayşe Lebriz, Cemil Büyükdöğerli "Yalnızlık... Umutsuzluk... Yabancılaştırma... Belleğimizde parçalanmış geçmişin yansımaları... Zaman dışında kalmış mide bulandırıcı günler... Karanlıklar içinde kalan gelecek... Kaos!"

cy a

Şerefe Hatıralar (İstanbul 1955) Tiyatro: Tiyatro Pera Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya Sahne ve Giysi Tasarımı: A. Şirin Dağtekin Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Mehmet Aslan, Nesrin Kazankaya, Muhammet Uzuner, Başak Meşe, Aytunç Şabanlı.

Yuva

pe

"Oyun, 1955-56 yılları arasında İstanbul'da

Nişantaşlı soylu ve zengin bir ailenin yaşamı ekseninde gelişir. Köklü Celiloğulları ailesinin son iki temsilcisi Suat ve Sanay, birbirlerine olağanüstü bir sevgiyle bağlı iki kardeştir. Yükselen liberal kapitalist değerler ve yeni atılımlarla gelişmekte olan yeni Türkiye 'nin inançlı temsilcisi, Sanay'in kocası Celâlle oluşan aile, geçiş dönemi Türkiye 'si aydınlarının bir bileşkesidir..."

Tiyatro: Akbank Sanat Yeni Kuşak Tiyatro Yazan: Franz Xavier Kroetz Çeviren: Leyla Nazlı

Yöneten: Mehmet Ergen Sahne ve Giysi Tasarımı: Barış Dinçel Işık Tasarımı: Yakup Çartık Oyuncular: Evren Kardeş, Bekir Çiçekdemir

Antiloplar Tiyatro: Akbank Sanat Prodüksiyon Tiyatrosu Yazan: Henning Mankell Çeviren: Zeynep Avcı Yöneten: Işıl Kasapoğlu

Sahne Tasarımı: Duygu Sağıroğlu Giysi Tasarımı: Canan Göknil Işık Tasarım: Birol Gezici Müzik: Joel Simon Oyuncular: Cüneyt Türel, Lale Mansur, Bekir Aksoy


Başkasının Ölümü Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Muhsin Mahmelbaf Yöneten: Ulvi Alacakaptan Giysi Tasarımı: Buket Çokar

Oyuncular: Ulvi Alacakaptan, İhsan Ustaoğlu, Akın Güneş, Davut Akgül, Nedim Çağlar, Adnan Menderes Çelik, Oğuz Alper.

Yıldızlar Altında Cinayet-Katil Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Elçin Efendiyev Yöneten: Melahat Abbasova Sahne Tasarımı: Emra Albayrak Şahin Giysi Tasarımı: Feyza Zeybek Müzik: Selim Atakan Işık Tasarımı: Mustafa Türkoğlu Oyuncular: Elçin Altındağ, Emrah Özertem, Ezgi Sümer Yolcu, Nevzat Çankara, Radife Baltaoğlu

"Azeri yazarın oyunu, Sosyalizm sonrası oluşturulan yeni düzenle birlikte değişim sancıları taşıyan Azerbaycan insanını anlatıyor. Değişen dünya değişen insan ilişkisinde, çağdaş bir tragedya örneği sunuyor. Bakü'de geçen oyun, bir öğretmenle, ona on dokuz yıl sonra sevdiğini söyleyen öğrencisinin dramatik aşkını ele alıyor. Yazar, olay ve konuşma örgüsünde, oyun kişilerinin ilişkilerinde, yakın dönem Azerbaycan tarihinin ulusal konularına da dikkat çekiyor."

a

Ormanlardan Hemen Önceki Gece

cy

Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Bernard-Marie Koltes Çeviren: Hamdi Tuncer Yöneten: Philip Boulay

Sahne Tasarımı: Jean-Christophe Lanquetin Işık Tasarımı: Stephane Loirat Müzik: Thomas Lucas Oyuncu: Okan Şenozan

pe

Ormanlardan Hemen Önceki Gece

Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan: Bernard-Marie Koltes Çeviren: Hamdi Tuncer Yöneten: Philip Boulay

Sahne Tasarımı: Jean-Christophe Lanquetin Işık Tasarımı: Stephane Loirat Müzik: Thomas Lucas Oyuncu: Okan Şenozan

Kocasını Pişiren Kadın Tiyatro: İzmir Devlet Tiyatrosu Yazan: Debiie Isitt Yöneten: Metin Oyman Sahne Tasarımı: Sertel Çetiner Giysi Tasarımı: Günnur Orhon Işık Tasarımı: Seyhun Ayaş Oyuncular: İbrahim Raci Öksüz, Hülya Savaş, Hande Kılıç

"Bir koca neden pişirilmek istenir? Bir adamın hayatındaki kadınlar neden böyle bir şeyi düşünür? Kadınlar kocalarından kurtulmanın farklı yöntemlerini neden ararlar? Kadınlar diyor ki; "Bu gün ne pişirelim? " Düşünmeye gerek yok.. Ne pişirecekleri belli! Karısı Tarafından Fırınlanmış Koca. Tadı nasıl mı olacak? Bunu bilemeyiz!"


pe cy a


Ebru Seyhan

pe cy

a

KültürSanat / Söyleşi

Galeri Oda, Teşvikiye Fırın Sokak'ta bir sanat galerisi. Bundan 15 yıl önce, Fatma Ekeman tarafından kurulmuş. Bugünlerde bir telaş var galeride; Ekeman, galerisini bu kez 15. doğumgünü için hazırlıyor. 16 Kasım-2 Aralık 2006 tarihlerini kapsayacak 15. Yıl Kutlama Sergisi'nde, galeride bugüne kadar gerçekleştirilmiş sergilerin afişleri ile Yalçın Savuran'ın, İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı Müfettiş oyununun kulisinden çektiği fotoğraflar sergilenecek. Tarihi boyunca, ağırlıklı olarak Naif ressamların eserlerim sergileyen galerinin 15. yıl kutlamasında, bir tiyatro oyununun kulis fotoğraflarını sergilemesi sanatseverleri şaşırtmasın. Yalçın Savuran'ın fotoğrafları, "Yaptığım iş en çok tiyatroya benziyor" diyen Fatma Ekeman için güzel, güzel olduğu kadar özel de bir tesadüf. Kendisini galerisinde ziyaret ettiğim Ekeman'la, iki fincan kahve ve çokça anı eşliğinde Galeri Oda'nın on beş yılını konuştuk. Önce sizi okurlarımıza tanıtalım.

Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu'nda Tekstil okudum. Bu, Güzel Sanatlar Akademisi'ne bağlı bir okuldu. Fakat artık yok, kapandı. Profesyonel fotoğrafçıydım. On beş seneden beri de galericilik yapıyorum. Çeşitli yayın organlarında yayımlanmış yazılarım var. Galericiliğe nasıl başladınız? Profesyonel fotoğrafçılığım sırasında takı fotoğrafı, bale fotoğrafı ve tablo diaları çekiyordum. Zaten tanımakta olduğum bazı sanatçıların tablolarının fotoğraflarını çekiyordum. Onlar bana yeni ressamlar tanıma olanağı sundu. Bu arada çok eşzamanlı bir şekilde bu galerinin mekanı boşaldı. Rahmetli Selim Turan, -saygıyla sevgiyle anıyorum- beni bu işe çok inandırdı. Ben de onun sözlerinin verdiği enerjiyle bu işe soyundum. Galeri üç kez alanını büyüttü. Başlangıçta küçüklüğünden dolayı adına Oda demiştim. Bugün büyümesine karşın bu özelliğini kaybetmedi yine dört oda bir yer. Adı insanlarda çok küçük bir galeri fikri uyandırıyor ama bu beni çok fazla endişelendirmiyor. Galeri Oda'dan şimdiye kadar kimler geçti? Düşündükçe Yayın Sorumlusu Ebru Seyhan

Tel.: 0212 259 21 24 Fax: 0212 327 86 29 e-posta: ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr

Reklam ve Halkla İliş. Tel.: 0212 259 34 98 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr

Sanat Yönetmeni GencoDemirer (elliyedi.com)


KültürSanat / Söyleşi yüzünüzü gülümsetenler hangileri? Burası bir resim dükkanı olarak açıldı. Kitapçı gibi bir yerdi. Resim ya da ressam sınırlaması olmaksızın duvarlarımızda resimler vardı. Belki de İstanbul'da tam dükkan gibi olan ilk galeriydim ben. İzleyici geliyordu, herhangi bir çalışma hakkında benden bilgi alabiliyordu istediği resmi o anda alıp götürebiliyordu. O şekli o gün için Türkiye'de pek kabul görmedi. Oysa bugün buna ihtiyaç duyuluyor. Sonra normal düzene geçtik. Normal düzene geçince pek çok sanatçının birtakım galerilere angaje olduğunu gördük. Etik olarak herhangi bir sanatçıyı çalıştığı galeriden ayırmak doğru olmayacaktı, zaten böyle bir niyetim de yoktu. Fakat biraz rastlantı biraz da benim seçimim olarak Naillerle çalışmaya başladım. Ve Naifler dendiği zaman Galeri Oda, Galeri Oda dendiğinde de Naifler akla geliyordu. Burada sizin sorunuzla bağlantılı olarak, bir düşünür; "Bir sergiye girdiğim zaman yüzümde hafif bir tebessüm belirmişse anlarım ki ben Naif bir sergideyim" der. Naif 'in bir tanımı da budur, her şeyden önce benim gülümseten Naiflerim var yıllarca. Çok sayıda karma ve kişisel sergilerimiz oldu. Sonra buradan bir açılım yaptık, Naif tatlar içeren ama Naif olmayan sergiler yaptık; grafik tatlar içeren resimler sergiledik. Farkındaysanız hep figür ver sergilerimizde. Hâlâ bunu göz önünde tutuyorum.

a

Sergilenecek eserlerin türünü belirlemede, genellikle mekan sahibinin algısı-beğenisi belirleyici oluyor. Sizin Naillere yönelmenizde belirleyici olan şey neydi? Naif resim Türkiye'de, dünyada da az bulunan, kıymetli ancak bir o kadar da dışlanmaya müsait. Az bilindiği için dışlanabilen, sanki resim eğitimi olmayanların kolaylıkla yaptığı bir şey olarak algılanıp dışlanabilen bir resim türü. Naif dendiği zaman, Hüseyin Yüce'den başka akla gelen ressam yoktu. Burası boş bir kulvardı açıkçası benim için. Risk alma yapıma uygun olarak boş bir kulvar olarak gördüm ve oradan girdim olaya. Risk alma özelliğime uygun olarak Naifleri seçtim; bir de yapımda da biraz 'naiflik' varmış... açılışına-galasına gelmeleri için. Biz galamızda ışıkları duvara, resimlerin üzerine veriyoruz ve insanların izlemesini istiyoruz. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi. Sonra galanın dışında başka temsilleri vardır. Belirtilen tarihler arasında bazı insanlar gelir ve o temsili izler. Ve her gün, her izleyenle, her şeye rağmen yeniden varolur. Tıpkı tiyatro gibi.

cy

On beş yıl uzun bir süre yüz onu aşkın sergi açılmış durumda. Artık biraz başka şeylere yönelme durumu da söz konusu. Bir bu kadar daha Naif sergi açamam. Dolayısıyla Naiflerle çalışmamda biraz seyrelme oldu. Ancak birbirimize çok şey kazandırdık. Bu arada Naifler yeni galerilerle çalışmakta hiç zorlanmadılar.

pe

Dünyanın resim konusunda -yayınıyla, galerisiyle, tanıtımıylaönde gelen ülkeleri bugün üçüncü-dördüncü nesil, belki beşinci nesil tarafından yönetilen galeriler var. Türkiye'de o kadar eski değil. Dolayısıyla galericilik -aynı zamanda resim- Türkiye'de gerçek yerini bulabilmiş değil. Bütün bu alınan yol sırasında tabii ki galerinin sahibinin sezgileri, zevki, rastlantılar varsa danışmanı onun gösterdiği yol açılacak sergilerde belirleyici olur.

Teşvikiye'de çok sayıda galeri var. Diğer galerilerden farklı olarak Galeri Oda dendiğinde insanların aklına gelen ne? Buraya gelenlerin söylediklerinden tahmin ediyorum; bizim sanatseverimizin büyük kesiminin izlemekten zevk aldığı bir resmi bulacağından emin olarak geldiği bir galeri burası. Bunun sebebi de; bizim sanat altyapımız sonuçta halk resmi, nakış, minyatür gibi konulardan besleniyor. Benim sergilediğim bizim beslendiğimiz o kendi kültürel geçmişimizin bugüne uzantılarıyla buluşan resmi de izleyen çok insan var. O insanlar, "ben o galeriye gidersem o tür bir resim görürüm" diyor. Sanırım hayal kırıklığına da uğramıyorlar. Bunu çok izleyicimden duydum. Bir yazınızda "Yaptığım iş en çok tiyatroya benziyor" diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Ben tiyatroya aşığım. Bu gerçek bir aşk. Tüm sanatlar, resim de dahil tiyatronun içinde vardır. Tiyatroda, bir adam bir yere kapanır bir oyun yazar, sonra birileri bu oyunu okur beğenir ve oynamak ister. Bu ressamın resmini yapmasıyla tam örtüşür. Sonra o oyun, roller dağıtılır, ezberlenir herkes kendi rolünü ezberler sonra birkaç oyuncu bir arada çalışır ve sahne provasına geçilir. Sahne provasının ardından oyun izleyici karşısına çıkar. Konsantrasyon ve görüş kolaylığı için izleyici bölümü kararır, sahne aydınlanır. Biter, alkışlarsınız, çıkıp gidersiniz.

Dönelim bizim işimize. Ressam resmini yapar. Tıpkı oyun metni yazılması gibi. Sonra onun için bir sergi düşünülür, galeri bulunur. Sonra basın bülteni, davetiyesi hazırlanır, insanlara haber verilir. Ressam bazı yerlere göre bazı çalışmalar yapıyor. Sonra tıpkı tiyatroda olduğu gibi ressam provasını yapar tepkileri ölçmek için. Sancılı günler geçer. Ondan sonra davetiler insanlara ulaşır serginin

Galeri Oda'nın belli takipçileri var mı? Evet. Her ressamın, her resim anlayışının belli izleyicileri vardır. Ancak bir de galerilerin belli ziyaretçileri vardır. Bunlar, o galeride ne sergi açılsa gidip gören insanlardır.

Bir serginiz ortalama kaç kişi tarafından izleniyor? Burada da tiyatroyla benzeşiyoruz. Tiyatroları dünyada ya da ülkede beklenmedik bir olay, bir futbol maçı, ekonomik bir kriz çok etkiler. Bizi de bunlar etkiliyor. Dolayısıyla istikrarlı bir şey söylemek çok zor. O güne kadar sergisini açmadığınız, konusu ya da sanatçının kimliği açısından öyle biriyle çalışırsınız ki günlük ortalamanız on-on beş dolaylarındayken yüze çıkabilir. İzleyicinin ilgisinin yönelimi çok önemli. Biraz da 15. yıl serginizden sözedelim. Sekiz ay önce 15. yılımı kutlamayı düşünmeye başladığımda çok da parlak fikirler gelmedi aklıma. İşimi tiyatroya benzettiğim de sürekli aklımın bir kenarında duruyordu. Sonra bir gün buraya bir fotoğrafçı arkadaşımız geldi. O kişi Yalçın Savuran'dı. Sohbet ederken geçmişimde fotoğraf olduğunu söyledim. O da bu yakınlığımı öğrenince bir sergisinin albümünü gönderdi bana. DT'nin "Müfettiş" oyununun kulis fotoğrafları. Az sonra sahneye çıkacak, giyinen, soyunan, makyajını yapan, dinlenen oyuncular. Ben albümü görünce kendisini aradım ve 15. yılıma ilişkin birlikte bir çalışma yapmayı teklif ettim. Ancak 15 yıl boyunca açtığım sergileri, sanatçıları anmadan kutlama olmazdı. Elimde sergilerin afişleri vardı. Yalçın'la hem afişleri kullanmayı hem de sergiyi açmayı kararlaştırdık. Şimdi bunu geliştiriyoruz. 16 Kasım-2 Aralık tarihleri arasında 15. yılımızı kutlamak için bir araya getirdiğimiz, bugüne kadar burada açılmış bütün sergilerin afişleri ve Yalçın Savuran'ın "Yaptığım işi en çok tiyatroya benzetiyorum" görüşümün izdüşümü olan sergisini görebilecekler. Biz de Galeri Oda'ya uzun ömürler diliyoruz. (Hüsrev Gerede Cad. 102/B Fırın Sok. Teşvikiye-İstanbul / Tel: 0212 259 22 08lwww.galerioda.com)


KültürSanat Günlüğü Enric Monfort Ensemble

KONSER

İspanyalı sanatçı Enric Monfort, Castello Superior de Musica Konservatuarı'ndan 2002'de mezun oldu. Daha sonra Çağdaş Müzik dersleri almak üzere Amsterdam'a gitti. Sanatçı Katalan ve Hollanda Ulusal Gençlik Orkestraları'nın üyesidir. Kariyerini Hollanda ve İspanya'da sürdüren sanatçı, Hollanda Filarmoni Orkestrası, Amsterdam Senfoni Orkestrası, Cordoba Orkestrası gibi orkestralarda da görev almakta, Grup Instrumental de Valencia gibi modern topluluklarda da çalmaktadır. Oda müziği ve doğaçlama müzikle de ilgilenen sanatçı, Kimbala Percussion Group, bas klarnetçi Carlos Galvez gibi sanatçılarla yaptığı çalışmalarla yeni müziksel ve görsel deneylere girişmiştir. Güney Hindistan kompleks ritm teknikleri üzerinde yoğunlaşmış olan Monfort, sık sık Karnatik Lad'da çalmaktadır. Dörtlü, 2 Kasım Perşembe 20.00'da Akbank Sanat'daki konserlerinde günümüz çağdaş müziğinin önde gelen bestecilerinin eserlerini seslendirecek. (Enric Monfort: Perkusyon, Ere Liovonen: Prepared Piyano, Eabert Jan Louvverse: Flute. Tobias Klein: Bas Klarnet) (0216 556 98 00)

KONSER Muammer Ketencoğlu ve Zeybek

pe cy

a

Muammer Ketencoğlu ve Zeybek Topluluğu ağırlıklı olarak Rebetiko müziği icra eden Kompania Ketencoğlu grubundan doğdu. Topluluğun repertuarı Anadolu'dan Türkçe ve Rumca zeybekler, halk türküleri ve İzmir stili rebetikolardan oluşmaktadır. Konser, 3 Kasım Cuma 20.00'da CRR Konser Salonu'nda. (Muammer Ketencoğlu: Akordeon ,Vokal; Cengiz Onural: Gitar; Mithat Arısoy: Keman, Saz; Erdem Şentürk: Ud; İvi Dermancı: Vokal; Stelyo Berber: Vokal; Rahmi Göçmen: Vurma Çalgılar) (0216 556 98 00)

KONSER The Wailers

Bob Marley'in efsane grubu The Wailers hayranlarının ısrarı üzerine yeniden Türkiye'de. Geçtiğimiz yıl İstanbul'da ilk defa gerçekleştirdikleri konserle büyük bir beğeni toplayan ve The Wailers, üç konser için Türkiye'ye geliyor. Reggae tutkunlarını bir

araya getirecek konserler 3 Kasım 2006 Cuma İstanbul Yeni Melek, 4 Kasım Cumartesi Ankara Saklıkent'te ve 5 Kasım pazar İzmir Fuar Atlas Pavyonun'da gerçekleşecek. Çekirdek kadrosu Bob Marley, Peter Tosh ve Bunny "Wailer'dan oluşan 1960'ların ortalarında kurulmuş topluluk, 1973 yılında Jamaika dışında çıkardıkları ilk albüm olan Catch a Fire ile uluslararası ün kazandı. The Wailers'm şu anki kadrosunun tamamı zamanında Bob Marley ile birlikte turlayan veya albüm kaydeden elemanlardan oluşmakta. (0216 556 98 00)

Tayfun Erdoğmuş Atölyesi Sergisi Lisans, lisansüstü ve sanatta yeterlik öğrenimlerini tamamlayan bir grup genç sanatçının çalışmalarından oluşan 'Atölye Sergisi' daha önce tek tek sergilenme olanağı bulmuş projelerin yanı sıra son dönemde gerçekleşen yeni pek çok çalışmayı bir araya getiriyor. Sergi atölyenin çok disiplinli ortak potansiyelini belirginleştirirken, bu genç sanatçıların kendi tekil dünyalarını vurgulama, işleri aracılığı ile eğilimlerini birlikte görme, efkietkileşim alanlarını kavrama ve daha geniş bir kitleyle paylaşımını amaçlıyor. Sergide Lisans grubundan Ece Burgaz, Hera Büyüktaşçıyan, Lale Delibaş, Yegane Cabbarova, Uğur Esmer, Göksu Gül, Altuğ Katmer, Güneş Oktay, İpek Özarmağan, Sanatta Yeterlik ve Yüksek Lisans grubundan Bengisu Bayrak, Burcu Günay, Özlem Uzun, Murat Sezer'in çalışmalarının yanı sıra atölye öğretim üyeleri, Prof. Tayfun Erdoğmuş ve Yrd.Doç. Elif Çelebi'nin çalışmaları da yer alıyor. Sergi, 8-30 Kasım 2006 tarihleri arasında Goethe-Institut Teutonia'da ve eş zamanlı olarak 10 Kasım-1 Aralık 2006 tarihlerinde D Art & Design'da izlenebilir. (GoetheInstitut Teutonia: Yeni Çarşı Cad. 52 Beyoğlu/Tel: 0212 249 20 09)

KONSER Suna Kan Keman Resitali Suna Kan'a, 4 Kasım Cumartesi 20.00'da CRR Konser Salonu'ndaki konserde Piyanist Cana Gürmen eşlik edecek. Program: L. van Beethoven: Sonat, Op. 12, no.l, re majör; L. van Beethoven: Sonat, "İlkbahar", fa majör; L. van Beethoven: Kreutzer Sonatı, Op.47, no.9(0216 556 98 00)


cy

pe a


KültürSanat Günlüğü

Conscious in Coma

Erhan Muratoğlu, "Nigar", 2006

SERGİ-PROJE

Negar Tahsili, "Of one essence...", 2005

Bilincin Koma Hali (Conscious in Coma)

pe

cy

a

Nomad-tv network, Goethe-Institut İstanbul ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi işbirliği ile "Bilincin Koma Hali" isimli bir sanat projesi gerçekleştiriyor. "uzun dönemli bir şebeke kurmayı ve arşiv oluşturmayı" hedefleyen projenin ismi, "dengesiz bir şekilde ve kısmen tahrip edilen dünyanın şu andaki durumuna eşlik eden kollektif suskunluğa ve körlüğe doğrudan gönderme yapıyor" Proje, dokuz küratörün ortak çalışmasıyla şekilleniyor: Elena Veljanovska (Makedonya), Stefan Rusu (Moldavya), Nat Muller (Hollanda),Vera-Maria Glahn (Almanya), Başak Şenova (Türkiye), Jack Persekian (Filistin), Clare Davies (Mısır), Christine Tohme (Lübnan), ve Amirali Ghassemi (İran). Projenin ilk bölümü, GoetheInstitut İstanbul'da 23, 24, 25 Kasım 2006 tarihlerinde küratörlerden video seçkisi olarak gerçekleşecek. Projenin ikinci bölümü ise Mayıs 2007'de yapılacak toplantı ve panel serilerini kapsıyor. (Goethe-Institut: Yeni Çarşı Cad. 52-Beyoğlu/ Tel: (0212 249 20 09)

Üç Türk Tenor

İş Sanat'ın yedinci sezonu Türk opera dünyasının tenorlarının konseri ile açılıyor. Efe Kışlalı, Hakan Aysev ve Hüseyin Likos, şef Serdar Yalçın yönetimindeki İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası eşliğinde sahne alıyor. Program: Puccini, Verdi, Donizetti'den Aryalar ve Napoliten Şarkılar. (0216 556 98 00)

Sabri Berkel Dönemler II Duman

KONSER

SERGİ

KONSER

Mayıs 2007'ye kadar sevenlerinden uzak kalacak olan Duman grubu üyeleri, kasım ayında İstanbullularla üç konserde buluşuyor: 4 Kasım Cumartesi 24.00 Studio-Live, 5 Kasım Pazar 17.00 Bostancı Gösteri Merkezi ve 10 Kasım Cuma 19.00 Yeni Melek. (0216 556 98 00) KONSER

Sanat anlayışını "Yeni sanat eski sanat diye bir şey yoktur. İyi ve büyük sanat, kötü ve küçük sanat vardır" diye özetleyen Sabri Berkel, Kâzım Taşkent Sanat Galerisi'ne konuk oluyor. Berkel'in 1955-1990 yılları arasındaki eserleri Sabri Berkel Dönemler II (1955-1990) başlıklı sergiyle sanatseverlerle buluşuyor. 17 Kasım'da açılacak sergi, 30 Aralık'a kadar devam edecek. (İstiklal Cad. No:285 Beyoğlu/0212 252 47 00)


bölgelerinden İstanbul'da yollan kesişen biri Iraklı Arap, biri Iraklı Kürt, diğeri Nijeryalı üç ailenin öyküsü... Film, Türkiye'nin sadece Batı'ya mülteci gönderen bir ülke değil, aynı zamanda binlerce mültecinin geçiş noktası olduğunu gözler önüne seriyor." Gösterimin ardından, Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Göç Araştırmaları Programı Direktörü Prof. Dr. Ahmet İçduygu'nun katılacağı "İstanbul ve Yeni Göçmenleri: Bir Küresel Kentten Kesitler" başlıklı söyleşi gerçekleştirilecek.

cy a

2 Kasım 2006 "Toplumsal Hafıza / Belgesel Sinema"

pe

Karanlıkta Diyaloglar Melek Ulagay Taylan Türkiye / 2005 / 65' "İsveçli kameraman Ulla Lemberg ve Türkiyeli film yapımcısı Melek Taylan, Türkiye'nin güneydoğusunda, aileleri tarafından onaylanmayan ilişkileri ve davranışları nedeniyle ölüm tehdidi altında bulunan kadınların yaşam öykülerini dinler. Bu öyküler, kadınları ve erkekleri birer kurbana dönüştüren saldırgan ve ataerkil aşiret toplumunun geleneklerinin sorgulanması gerektiğini de ortaya koyar." Film gösteriminin ardından, Melek Taylan'ın katılacağı "Namus Kimin Namusu?" başlıklı söyleşi gerçekleştirilecek. 9 Kasım 2006 "Ülke ve Dünya Tarihinden Öyküler"

Zaharof - Avrupa'nın Gizemli Adamı Angelos Abazoglou Yunanistan / 52' / 2005 "Basil Zaharof kimdir? Bütün zamanların en büyük silah satıcısı mı, 1. Dünya Savaşı'nın tan vaktinde, müttefik devletlerin gerisindeki gizemli bir gölge mi, ya da sadece 1. Dünya Savaşı sonunda hastalanmış toplumların deyişiyle "Ölüm Ajanı" bir savaş yapıcısı mı? Aslında Basil Zaharof, savaşları kâr kaynağı olarak gören ekonomik sistemin bir ürünüdür. Filmde, günümüz silah ticaretinin kökleri, 20. yüzyıl başlarında bilinen gelmiş geçmiş en esrarengiz silah tüccarı Sir Basil Zaharof'un sıra dışı hayatı aracılığıyla araştırılıyor." Gösterimin ardından Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem'in katılacağı, "Zaharof Belgeseli Üzerine..." başlıklı söyleşi gerçekleştirilecek. 16 Kasım 2006 "Doğal-Kentsel Çevre" Transit Berke Baş Türkiye / 2005 / 50' "Batı'ya giden uzun göç rotasının en önemli transit

23 Kasım 2006 "Zaman, Mekan, Yaşamlar" Ağustos Karıncası Bingöl Elmas Türkiye / 2005 / 50' "Kırk beş yaşındaki İbo, küçük bir kasabada anons memuru, belediye çaycısı, çiftçi ve nikah memuru olarak çalışır. Bu kadar çok işi de neredeyse etrafındaki kimsenin inanmadığı bir hayali gerçekleştirebilmek için yapar. İbo, "Küçük bir kasabada yaşıyoruz, ne gibi hayalimiz olur ki?" diyenlere inat, hayalleri için verdiği mücadeleyle bazen bir karınca, bazen bir ağustos böceğine dönüşür. Hayatı, ona göre bir armoni, arkadaşları için ise akordu bozuk bir sazdır." Gösterimin ardından, Bilgi Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü Öğretim Görevlisi Nurşen Bakır'ın katıldığı "Yanıbaşımızdaki Öyküler ve Belgesel Sinema" başlıklı söyleşi gerçekleştirilecek. (0212 334 22 70)


KültürSanat Günlüğü Beyoğlu Hayal Kahvesi Konserleri

cy

İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) tarafından yirmi yedi yıldır ulusal düzeyde düzenlenen kısa film yarışması başvurulan başladı. Kurmaca, belgesel, deneysel ve canlandırma kategorilerinde gerçekleşecek olan yarışmaya başvurular 31 Aralık 2006 tarihine kadar devam edecek. Reha Erdem'in tek seçici olduğu yarışmanın Ön Seçici Kurulu'nda Ebru Ceylan (Kısa Film Yönetmeni), Murat Şeker (Yönetmen), Selim Evci (İFSAK Sinema Birim Sorumlusu-Yönetmen) bulunuyor. (Yarışmaya katılım koşullan ve ayrıntılı bilgi için: www.ifsak.org.tr, Telefon: 0212 292 42 01/292 18 07, email: iletisim@ifsak.org.tr)

Beyoğlu Hayal Kahvesi, Kasım ayı boyunca konuklarını saat 22.00'da başlayan konserler ile buluşturuyor. Mekandaki etkinlikler şöyle: 2 Kasım Perşembe: Hale Caneroğlu, 7 Kasım Salı: Ayşe Tütüncü Piyano Perküsyon Grubu, 8 Kasım Çarşamba: Redd, 9 Kasım Perşembe: Nem, 15 Kasım Çarşamba: Quartet Muartet, 16 Kasım Perşembe: Cem Adnan, 21 Kasım Salı: Dreamer, 22 Kasım Çarşamba: Bulutsuzluk Özlemi, 28 Kasım Salı: Sibel Köse Band, 29 Kasım Çarşamba: Sıfır Km, 30 Kasım Perşembe: Yeni Türkü. (Büyükparmakkapı Sok No 19, Beyoğluîstanbul/0212 244 25 58)

a

İFSAK 28. Ulusal Kısa Film Yarışması Başvuruları Başladı

The Exploited

KONSER

pe

'İkinci kuşak punk-rock dalgası'nın temsilcilerinden kabul edilen The Exploited (Walter Wattie Buchan: Vokal, Robbie Davidson: Gitar, Irish Rob: Bas Gitar, Willie Buchan: Davul), 11 Kasım Cumartesi günü 19.00'da Yeni Melek'te. Adaletsizlik, politikacılar gibi temalar üzerinden yazdıkları şarkıları ile 'The Exploited', konser öncesinde, İstanbul'da punk tarzını yansıtan amatör ve profesyonel grupları da bir araya getiriyor. Poster-iti, Not Made in China, Tampon ve Dead Army Boots The Exploited öncesinde sahne alacak gruplar. (0216 556 98 00)

SÖYLEŞİ Samarra, Abbasi Halifeleri ve Irak'taki Arkeolojik Mirasın Durumu Prof. Alastair Northedge'nin konuşmacı olarak katılacağı söyleşide, büyük risk altında bulunan Irak arkeolojisi ve Irak'ta İslam dönemine ait arkeolojik-kültürel mirasın durumu değerlendirilecek. Etkinlik, 14 Kasım Salı günü 18.30'da Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu'nda. (0212 252 47 00)

John Lee Hooker: O Benim Hikayem Joerg Docurama tarafından yayınlanan ve 2001 yılında kaybettiğimiz büyük blues adamı John Lee Hooker hakkında yapılan en kapsamlı belgesellerden birisi. Yapım, 14 Kasım Salı günü 20.30'da KargaART'ta gösterilecek yapım, ölümsüz sanatçının hayatını ve işini, kendisi ile yapılan röportajları, Eric Clapton, Carlos Santana ve Bonnie Raitt gibi dost olduğu müzisyenlerden gelen övgüleri, performans çekimlerini, arkadaşları ve ailesinin hatıralarını içeriyor. (0216 330 31 51)


KültürSanat Günlüğü 12. Uluslararası Eskişehir Festivali

FESTİVAL

Eskişehir Kentsel Gelişim Vakfı ve Zeytinoğlu Eğitim Bilim ve Kültür Vakfı işbirliğiyle gerçekleşen 12. Uluslararası Eskişehir Festivali, bu yıl 4-12 Kasım tarihleri arasında yapılıyor. Uluslararası Eskişehir Festivali, dokuz gün içinde altı klasik müzik, iki caz, bir rock konseri, iki kukla gösterisi, yetişkinler için dört, çocuklar için iki tiyatro oyunu, üç sergi ve dört atölye çalışmasıyla sanatseverleri, üç yüze yakın yerli ve yabancı ile buluşturacak. 12. Uluslararası Eskişehir Festivali'nin konuk ülkesi Finlandiya. Finlandiyalı şef Jari Hiekkapelto, Festival'in açılış etkinliğinde Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası'nı yönetecek. Küresel Yerel Helsinki Sergisi, Finlandiya'nın en tanınmış oda müziği gruplarından Tempera Dörtlüsü'nün konseri, tenor Ünüşan Kuloğlu'nun seslendireceği Finlandiyalı bestecilerden şarkılar ve Finlandiyalı konukların minik izleyiciler için getirdikleri dokuz kısa film, Finlandiya kültürünü aktaracak diğer etkinlikler. Etkinlikler, Anadolu Üniversitesi Spor, Sinema ve Atatürk Kültür Merkezi salonları ile Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Kültür Sarayı salonlarında gerçekleşecek. Konserler: Tempera Dörtlüsü: 5 Kasım Pazar 18.45, Carl Palmer Band: 5 Kasım Pazar 21.15, Camerata Saygun: 7 Kasım Salı 18.45, Anna Maria Jopek Grubu: 8 Kasım Çarşamba 21.15, Finlandiyalı Bestecilerden Şarkılar: 9 Kasım Perşembe 18.45, Bulutsuzluk Özlemi: 9 Kasım Perşembe 21.15, Mendelssohn Oda Orkestrası: 10 Kasım Cuma 18.45, incesaz: 11 Kasım Cumartesi 21.15

a

Sergi: Küresel Yerel Helsinki sergisi, on beş tasarımcı ve tasarım grubunun çalışmalarından oluşuyor Sergide seramik, ahşap ve cam gibi malzemelerin yanı sıra, grafik tasarım, moda ürünleri ve takılar da yer alıyor. (Festival Eskişehir Ofisi: 0222 237 27 04. web: www.eskfest.org)

pe cy

KONSER

Timuçin Şahin / Davit Kikosk

Son yılların caz dünyasının önemli isimleri arasında adı geçen piyanistlerden Dave Kikoski, besteci-gitarist Timuçin Şahin'in Çağdaş müzik günleri için özel yapılandırdığı Çağdaş cazimprovize müziğinin en seçkin sanatçılarını içeren projesiyle sahne alıyor. Timuçin Şahin Special 4, sanatçının New York'ta filizlendirdiği bir proje. Basta Thomas Lloyd Morgan ve davulda Tyswan Sorey bulunuyor. Konser, 15 Kasım Çarşamba 20.00'da Akbank Sanat'ta. (0216 556 98 00)

Gevende

KONSER

Eskişehir'de çalışmalarını sürdüren grubun müziği Türkiye'den, Balkanlar'a, oradan da Kuzey Avrupa'ya kadar uzanan bir yelpazede dolaşıyor ve 'Psychedelic Folk' olarak tanımlanıyor. Grup, geçtiğimiz aylarda EskişehirKatmandu yolunu (İran-Pakistan-Hindistan-Nepal) karayolu ile kat ederek bir çok yerel müzisyenle çalıştı ve bunu görsel bir müzik ve yolculuk hikayesi haline getirdi. Grup ilk albümleriyle 21 Kasım Salı 21.30'da Babylon sahnesinde. (Ahmet K. Bilgiç: Vokal, Gitar; Ömer Öztüyen: Viola; C.Ömer Uygan: Trompet; Okan Kaya: Bas Gitar; Gökçe Gürçay: Davul) (0216 556 98 00)

'Zavallı Zucker'

İflas etmiş bir kumarbaz olan Jaeckie Zucker'i annesinin cenazesinde Ortodoks kardeşi Samuel Zuckermann ve ailesi ziyarete gelir. Cenaze töreni sırasında Jaeckie, kazanacağı birincilik ödülüyle borçlarını ödeyebilmek için gizlice bir bilardo turnuvasına katılır. 15 Kasım günü 19.30'da Goethe Enstitüsü'nde gösterilecek filmin yönetmeni Dani Levy Türkçe altyazılı film ücretsiz izlenebilir. (0212 249 20 09) Güzel!.. SERGİ Siemens Sanat yılın son sergisi "Güzel!..."in küratörlüğünü Marcus Graf'ın üstleniyor. 31 Aralık tarihine kadar görülebilir. Sergi, Arzu Gündüz, Genco Gülan, Gülveli Kaya, Mehdi Sabouni, Mustafa Özbakır, Rudolf Reiber, Tuğçe Çubukçuoğlu eserleriyle kanlıyor. (Siemens Sanat Meclisi Mebusan Cad. No: 125 Fındıklıİstanbul/Tel: 0212 334 11 04)


GÖRSEL SANATLAR VE ELEŞTİRİ Hollandalı Rembrandt Pera Müzesinde...

Özkan Eroğlu ozkan@ozkaneroglu.com Ülkemize Picasso, Rodin derken şimdi de 17. yüzyıl Barok sanatın usta ressamlarından Rembrandt (1606-1669) ve onun desenleri getirildi. Bu tip önemli sergilerin gerçekleşmesi önemli bir konu, bu konunun Türkiye toplumuyla buluşması ise başka bir önem taşımaktadır. Fakat ben, toplumla bu tip sergileri buluşturma tarafını/boyutunu çok önemsiyorum. Neden? Çünkü Türkiye'deki eğitim siteminde ne yazık ki sanat tarihi ve onunla çok ilgili olan felsefe önemsenir bir pozisyonda değil, sanat tarihi hiç değil. O nedenle getirilen bu sergileri çok insan gezmesine karşın, sergiler anlaşılamadan ülkemizden çekip gidiyor diye düşünüyorum. Bu açıdan Türkiye toplumunu azıcık ta olsa bilinçlendirecek bir Rembrandt tanıtması yapmak istiyorum.

Rembrandt, ister kutsal kitaptan aldığı konuları işlerken, isterse diğer kompozisyonlarında, kişilerini Leyden'in günlük yaşamından seçmiştir. Sanatının ilk devresi, tek kaynaktan gelen ışık üzerindeki yarı ton araştırmalarından oluşur ve bu dönemi, Amsterdam cerrahlar loncasının sipariş ettiği "Dr Tulp'un Anatomi Dersi" isimli resmiyle belirginleşmiştir. Bu resmin bir başka önemi de, "dikkat hali"nin çeşitli insanlardaki belirtilerini ortaya koymasıdır. Böylece buradan sonra sanatçı için ifade, çok önemli bir konu haline gelecek ve buradan kaynaklanan başta birçok kendi portresi olmak üzere, portre sanatına müthiş eğilim gösterecek, böylece sanat tarihindeki portre ressamlarının da başını çekecektir. Özellikle ona resim-portre yaptırmak, 1630'lu yıllarda moda haline gelmiştir. Çok önemsediği ışık-gölgenin yanı sıra estetik anlamda birlik konusu da önemli bir özelliği olmuştur. 1632 yılında evlendiği Saskia, 1642 yılında ölünce Rembrandt, Geetghe Dircx isimli bir dul kadınla yaşamaya başlamıştır. Buradaki amacı oğlu Titus'a bakacak birini bulmaktır. Sonra bu kadınla anlaşamamış ve ayrılmışlardır. Onun yerini güzel ve genç bir kadın olan Hendrikje Stoffels almış ve ressam ölünceye kadar ona bağlı kalmıştır. Hatta Stoffels ona modellik de yapmıştır. O günlerde Hollanda'yı etkisi altına alan mali kriz, sanatçıya da etkilemiş, deniz ticaretine yatırdığı kapitali kaybetmesine neden olmuştur. Üstüne alacaklarını da toplayamayınca, borçları çoğalmış, öğrencileri dağılmış, siparişler durmuş, 1655 yılında borçlanın ödeyemeyecek duruma gelince de iflasını istemiştir. İşte tam bu sıralarda Rembrandt, kendi resim zevki için önemli eserler meydana getirmiştir. Bunlardan biri ve kanımca sanatçıyı çağının önüne taşıyan resmi, "Asılı Sığır Eti" kompozisyonudur. Konusu açısından ilk ve ilginçtir, ötesinde bu eser, çağdaş sanat içinde, özellikle de Chaim Soutine ve Francis Bacon gibi isimleri müthiş derecede etkilemiştir. Sanat tarihinde resim sanatına ifade(*) gücünü bu denli yoğun şekilde kazandıran Rembrandt'tır

pe cy a

Hollandalılar 2006 yılını, Rembrandt'ın 400. Doğum Yıldönümü olarak kutluyor. Bu bağlamda desenleri de olsa böyle bir serginin ülkemize ulaşması önemli. Rembrandt, değirmenci bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş, daha ortaöğrenimi sırasında resim yapmaya başlamıştır. Babası onun hukukçu olmasını istemiş, çünkü o günkü Hollanda'da tüccar sınıfından sonra para kazanabilen yegane alan hukuk idi. Rembrandt doğduğu şehir olan Leyden'in akademisine 1620'de girmiş, bir yıl sonra buradan ayrılarak Van Swanenburg'un atölyesine geçmiş, 1624 yılında da Amsterdam'da daha önemli bir hoca Lastman'ın öğrencisi olmuştur. Bir süre sonra Leyden'e tekrar dönen sanatçı, 1632 yılına kadar bu şehirde kalmıştır. Yaşamının ilk dönemlerinde bazı Hollanda gravürcülerine ve özellikle İtalyan karanlıkçısı Caravaggio'ya hayranlık duymuş; resimlerindeki karanlıkçı yapının alt yapısını da böylece Caravaggio ile oluşturmuştur. Gravür sanatını 17. yüzyıl Barok sanatı açısından geliştiren bir sanatçıdır. Rembrandt'm bir yönü de koleksiyonör ressam olmasıdır. Çünkü Joden Breestraat'daki evini dolduran birçok antika ve eski resimler içinde, özellikle İtalyan sanatçılara ve Michelangelo'ya ait parçaların bulunduğunu kaynaklar bize iletmektedir.

(*) 23 Aralık 2006 günü, saat 16.00'da Teşvikiye Nelli Sanat Evi'nde "Rembrandt ve İfade" başlıklı bir konferans gerçekleşecektir. (www.ozkaneroglu.com)


KültürSanat Günlüğü / Kitap Bir "Son İmparator" Öyküsü:

Kral Faruk

Koray Onur korayonur@hotmail.com

cy a

Geçen ayki yazımda, bir otobiyografiden (Kıldan İnce Kılıçtan Keskince) söz etmiştim. Okuyanlar hatırlayacaktır, Kıldan İnce Kılıçtan Keskince'yi tanıtırken otobiyografilerin insan hayatına olumlu etkiler yapacağından, eğer kişi iyi bir okuyucu, iyi bir "ders çıkarıcı" ise kişinin bu tarz kitaplardan ileriye dönük bir şekilde faydalanabileceğinden bahsetmiştim. Bu ay üzerinde duracağım kitap, türünün güzel bir örneği olmasının yanında, aynı zamanda geçen yazımdaki bir boşluğu doldurabilecek nitelikte. Elbette biyografiler bize hayatlarımız hakkında ipuçları verir. Ancak biyografiye konu olmuş kişinin hayatı, ülkesinin yahut ülkelerin siyasi yaşamında etkili olmuşsa? Bu, o kitabı farklı bir konuma sokar. Çünkü bu sefer o kişilerin penceresinden, onun coğrafyasına bakarak, kendi ülkemiz hakkında fikirler edinme ve "tarihin tekerrürü"nü bir kere daha yakalama şansımız olur. Bu önemli ve küçümsenemeyecek bir imkandır ve William Stadiem'in Kral Faruk adlı kitabı da, bu imkanı bize veren kitaplardan biri.

pe

Tam adı, Mısır'ın Son Firavunu Kral Faruk olan kitap, Mısır'ın son kralı Faruk ekseninde bir Ortadoğu tarihçesi (tanımın abartılı olduğu gerçeğini ne kadar göz ardı etmesem de, bu kitabı sadece bir biyografi olarak tanımlamak da haksızlık olur).

Elbette, "Mısır'ın son kralından bana ne?" denebilir. Ama Mısır'ın medeniyet tarihindeki yeri, bulunduğu coğrafya ve o coğrafyanın gayet hareketli politik hayatı da düşünüldüğünde bu kitabın önemi artıyor. Kral Faruk anlatılırken, sadece bir cümlede geçen bir ismin dünya tarihinde rol oynamış olduğunu fark edip, bundan, bir okuyucu olarak haz alıyorsunuz. Kitabın yazarı William Stadiem, Harward'da hukuk okuduktan sonra yazarlığa, daha doğrusu senaryo ve biyografi yazarlığına soyunmuş. Senaryo yazarlığından dolayı Hollywood'la kurduğu dirsek teması, yazarlığına farklı açılımlar sağlamış. Kral Faruk, yazarın dilimize çevrilen tek kitabı. William Stadiem, Amerika'lı bir yazar olduğunu her betimlemesinde, cümle kuruşunda hissettirse de, genelde "magazin" tuzağına düşen diğer Amerikalı yazarların yaptığını yapmıyor. Ama şunu da belirtmekte fayda var: Yazarın bu kitabını okuyanlar, Ortadoğu politikalarında sanki Amerika'nın hiç etkisi olmamış gibi bir yanılgıya düşebilir. Stadiem'i eleştirebileceğimiz en önemli nokta da burada karşımıza çıkıyor. Bu kitaba bakarsak, Filistin-İsrail; İran-Irak; İngiltere-Mısır birbirine girmişken, Amerika her

şeyi dışardan izliyor ve hiç müdahil olmuyor. Ortadoğu'nun tek "kötü adamı" İngiltere... Neyse ki, kitabın bir "tarih kitabı" ya da "tarihe ışık tutacak bir biyografi" olmak gibi bir iddiası yok. Zaten bu yüzden de yazarı mazur görmemiz mümkün olabiliyor. Kaldı ki, kitabın kahramanı Kral Faruk'un en içli dışlı olduğu ülkenin İngiltere olması da hafifletici bir sebep olarak karşımıza çıkıyor. Akademik bir kitap iddiasıyla yazmamasına rağmen Stadiem, kitapta adı geçen önemli kişilerden birkaç cümleyle bahsettiği bir bölümü kitabın başına ekleyerek, onları kafamızda daha iyi canlandırmamıza yardımcı olmayı ihmal etmemiş. Kitabın sonuna eklediği fotoğraflarla, anlattığı insanları ve olayları pekiştirmesi de bir başka artı. Yaklaşık 600 sayfalık bu eserin, Stadiem'in bazı gereksiz detaylara girmesinden dolayı şiştiği bir gerçek olsa da, kişilerin konuşma ya da mektuplarından yaptığı alıntılar gayet yerinde, dozunda ve anlatılmak istenenlere hizmet eder nitelikte. Kitabın Ömer Ekit tarafından yapılmış çevirisi gayet iyi, kapak tasarımı da gayet sade ve şık. Bu ebatlı kitaba, en küçük kitabın 15 YTL civarında fiyatlandırıldığı bir dönemde, sadece 20 YTL fiyat biçen Kaknüs Yayınları 'nı buradan kutlamak gerekir. Özellikle fiyat politikalarının okuyucu üzerindeki etkisini böyle olumlu yönde kullanan tüm yayınevleri gibi, Kaknüs Yayınlan da okuyuculara önemli bir hizmette bulunuyor. Kral Faruk, okunmayı hak eden eserlerden biri.


cy a

pe


a

cy

pe


a

cy

pe


a

pe cy


a

cy

pe


cy

pe a


cy

pe a


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.