a
pe cy
S A Y I : 1 7 7 Beş Y e n i T L
O R T A Y İ T
ISSN 1300-7963 MAYIS 2007
tiyatro A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
www.tiyatrodergisi.com.tr
Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Yazı İşleri Müdürü: Ebru Seyhan Koordinatör: Duygu Atay Tiyatro Eğitimi Editörü: Ali Taygun Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrul Timur Düzelti: Ayşe Nalân Özübek Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Hat Baskı Sanatları T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İ s t a n b u l Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) 3 2 7 8 6 2 9 e - p o s t a : e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r Abonelik İçin: (0212) 259 21 24 - 259 34 98 • e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 60 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245 Kapak Tasarımı: Genco Demirer (57 elliyedi)
Yayın Türü: Yerel Süreli EDİTÖRDEN: / S. 3
a
HABERLER: / S. 4 TANITIM: Kukla Festivali 10. Yaşını Kutluyor / S. 6 SÖYLEŞİ: Suna Pekuysal Gibi "Artist Aranıyor"! Pınar Erol / S. 9
pe cy
ELEŞTİRİ: "Karmakarışık" / Üstün Akmen / S. 15 ELEŞTİRİ: "İlk Göz Ağrısı" / Beki Haleva / S. 18 ELEŞTİRİ: Eskişehir'den Tiyatro İzlenimleri / Üstün Akmen / S. 20 BİR YAZI: Eleştiri ve Sakatlık Üzerine / Ahmet Levendoğlu / S. 24 SÖYLEŞİ: Volker Ludvig: "Cesaret Aşılama Tiyatrosuyuz" / Yalçın Baykul / S. 26 GÖRÜŞ: Bir Musibet Bin Nasihatten İyidir / Ali Berktay / S. 29 SÖYLEŞİ: Civan Canova / Selin Sabit / S. 30
SÖYLEŞİ: Tarık Güvenç ile Donkişot Prodüksiyon-Tiyatro / Ebru Seyhan / S. 34 E L E Ş T İ R İ : "Cam Adımlar" / H a n d a n Ergiydiren Özer / S. 37
ELEŞTİRİ: Semaver ve Kumpanya / Ragıp Ertuğrul / S. 40 ELEŞTİRİ: "Yeraltından Notlar" / Eser Rüzgar / S. 42 SÖYLEŞİ: Bekir Aksoy'un Antilopları / Özlem Özdemir / S. 44 İNCELEME: 1. Uluslararası Oyun Yaz Festivali'nin Ardından /Emine Özacar / S. 48 İZLEYİCİ TEMSİLCİSİ: Kendimize Ait Oda / Gökhan Esentürk / S. 52 SÖYLEŞİ: Beki L. Bahar'ı Bilir misiniz? / Neslihan Yalman / S. 54 AVRUPA TİYATROSU: / Tilda Tezman / S. 57 SADIK SEYİRCİ: Çarpıtılmış Gerçeklikten Tiyatrosal Dönüştürüme / Sadık Aslankara / S. 60 KİTAP TANITIMI: Yaşamın İzindeki Kadınlar / Metin Boran / S. 63 THESPİS'İN DELİLERİ: Oruç'u Şiir Tuttu /Yusuf Eradam / S. 64 YENİ OYUNLAR: / S. 66 ÇOCUK TİYATROSU: Editör: Nihal Kuyumcu / S. 67
İZLENİM: Ankara'da Çocuk Festivali / Mustafa Demirkanlı / S. 74 Çocuklar ve Festival / Melih Demirkanlı / S. 75
1
cy a
pe
Mustafa Demirkanlı / mdemirkanh@tiyatrodergisi.com.tr
*** Cengiz Özek'in ısrarla ve özenle sürdürdüğü Uluslararası Kukla Festivali 10 ncu yılını kutuluyor, biz de Cengiz Özek'i kutluyor daha nice on yıllara ulaşmasını diliyoruz. *** Yanlış yine Bağdat'tan döndü, Devlet Tiyatroları Eski Genel Müdürü Lemi Bilgin, üzerine atılmak istenen tüm suçlamalardan aklandı ve göreve iade kararı aldı mahkemeden. İki yıl önceye dönüldü yani, peki bu kadar karmaşaya ne gerek vardı? Onu da önümüzdeki günlerde göreceğiz. Hukuk tanımayan iktidar ve onun bakanı bakalım nasıl bir tavır alacak?
***
a
Afife Tiyatro Ödülleri, yine tartışmaları arkasında bırakarak sahiplerini buldu. Ben katılmadım törene, ama katılanlardan aldığım tepkiler bir iki satır yazmamı gerekli kıldı. Daha önce de bir iki kere dile getirmiştim, Yapı Kredi Sigorta böylesine bir ödül oluşturarak, tiyatroya gerekli önemi ve özeni gösterdi, gösteriyor ama tiyatro insanları aynı hassasiyeti ne yazık ki gösteremiyorlar. Işıl Kasapoğlu'nun ödüllerden çekilmesinin nedeni, Jüri Başkanı'nın özel nedenlerini işine yansıtarak, Semaver Kumpanya'nın aday gösterilmemesini istemesiyle başlayan tartışmanın sonucunda olduğunu tiyatro camiasında herkes biliyor, Afife Tiyatro Ödülleri yönetiminin bilmemesini düşünmek pek olası olmasa gerek. Sürekli kişiselliklerin öne çıktığı kararlar bir ödüle verilebilecek en büyük zarardır, bunu yapanlar ise tiyatronun kendi insanları. Ali Poyrazoğlu'nun sahne kostümüyle törene gelmesi ve ödül açıklanmadan hemen önce salona girmesi başka bir tartışmayı da gündeme getirmiş. Poyrazoğlu'nu yakından tanıyanlar, kazanmadığı bir ödül törenine sahne kıyafetiyle gelmesinin olanaklı olmadığını söyleyerek, önceden bilgisi olduğunu iddia ediyor. Bu davranışın böyle algılanacağını Ali Poyrazoğlu gibi zeki bir insanın düşünememesini kabul edemem, önceden biliyordu demiyorum ama böyle anlaşılma riski olduğu için, bu ödüle bu zararı vermemesi gerekirdi. Haldun Dormen, her sene bıkmadan, usanmadan noterden bahsedip, ödüllerin kimse tarafından bilinmediğini ısrarla vurgularken, bu tür gösteriler yapılmamalı, bu ödülü -Afife Tiyatro Ödüleleri'ni- daha fazla yıpratmamak tiyatro insanları.
pe cy
Editörden
Sezonu bitirirken art arda iki olumsuzluk içeren kapakla çıktık karşınıza. Önceki kapak beğenildi, hem de çok beğenildi, ölümü çağrıştırıyor olsa bile. Bu sayı da ise Sevgili Genco "Selamünaleyküm Tiyatro" diyerek, "Tehlikenin farkında mısmız?"ı bir başka biçimde anlatıyor. Bilmiyorum, tiyatronun üzerinde dolaşan kara bulutların muhtevasından kim ne kadar haberdar veya farkında? Haziran kapağı da hazır. Onu da haziran da görelim.
*** Bu sayımızda Pınar Erol bir başka çınarı, Suna Pekuysal'ı konuk ediyor. Selin Sabit'in konuğu Civan Canova, Özlem Özdemir Bekir Aksoy'la Antilop'ların içinden bir söyleşi gerçekleştirmiş, İzmir'den Neslihan Yalman ise Beki L. Bahar ile söyleşiyor. Ebru Seyhan da Tarık Güvenç ile yeni tiyatromuz Donkişot Prodüksiyon Tiyatro'yu konuşuyor. *** Önümüzdeki günler, sadece yaz sıcakları değil, seçim sıcakları ve seçimle birlikte tiyatroya siyasetin yansımalarının nasıl olacağına ilişkin beklentilerle geçecek.
3
Haberler
Lemi Bilgin'e Göreve İade Kararı Devlet Tiyatroları Eski Genel Müdürü Lemi Bilgin'in, 2005 Ağustos'unda görevden alınmasının ardından hakkında yapılan suçlamalarla ilgili Ankara 9. İdare Mahkemesi'ne açtığı dava ile ilgili gerekçe, 26.04.2007 tarihinde kendisine tebliğ edildi. Bilgin'in tebliğin ardından otuz günlük süre içerisinde görevine iade edilmesi gerekiyor. Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'un talep ettiği atamalara direnmesi nedeniyle apar topar müfettişlerin teftişine tabii olan ve verilen cezaların ardından görevden alınan Bilgin, tüm cezalara itiraz edip davalar açmış ve hepsini kazanmıştı. Bilgin'in Ankara 9. İdare Mahkemesi'ne açmış olduğu dava, yaklaşık bir buçuk ay önce oybirliği ile Bilgin lehine sonuçlanmıştı. Karar yazımı bittikten sonra kendisine tebliğ edildi. Tebliğde şöyle deniyor: "Davacının başka bir göreve atanmak üzere Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevinden alınmasına gerekçe gösterilen 1/30 oranındaki 3 ayrı aylıktan kesme cezasının disipline konu eylemlerinin değerlendirilmesi neticesinde yukarıda da açıklandığı üzere davacının görevden alınmasına gerekçe oluşturamayacağının, ve ayrıca kınama cezalarının da davacının Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevinden alınmasını gerektirecek nitelikte bulunmaması karşısında, davalı idarece de davacının görevinde başarısız olduğunu gösteren herhangi bir bilgi ve belgenin ortaya konulamaması nedeniyle tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle dava konusu işlemin iptaline 14.03.2007 tarihinde oy birliğiyle karar verilmiştir."
Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde Sessiz Protesto
pe cy
a
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sanatçıları, 5 Mart Perşembe günü 11.00'da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinin yıkılmak istenmesini protesto amacıyla Harbiye'de bir araya geldi. Muhsin Ertuğrul maskesi takan Şehir Tiyatrolular adına sanatçı Erol Keskin'in basın bildirisi okuduğu protestoya yaklaşık 150 kişi katıldı. Tiyatrocular, basın açıklamasının ardından bir süre sessizce bekledi. Suskunluklarının "matem suskunluğu" olmadığını belirten tiyatrocular, Şehir Tiyatroları'nın layık olduğu sanat ortamını yitirmesine izin vermeyeceklerini, bunun için sustuklarını belirttiler.
Gençlik Günleri 15-19 Mayıs'ta
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın her yıl düzenlediği Gençlik Günleri'nin yirmi üçüncüsü 1519 Mayıs tarihleri arasında Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde gerçekleştirilecek. Gençlik Günleri kapsamında tüm etkinlikler seyirci ile ücretsiz olarak buluşturulacak.
Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri
İstanbul Kültür Üniversitesi öncülüğünde, İBB Kültür AŞ. Desteğiyle 2-9 Mayıs 2007 tarihleri arasında Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri gerçekleşecek. Etkinliğin ilki geçtiğimiz yıl gerçekleştirilmişti. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve İstanbul Kültür Üniversitesi Ataköy Kampusu Prof. Dr. Önder Öztunalı Salonu'nda yapılacak etkinliklerde, karagöz-kukla-köyseyirlik alanlarında söyleşiler düzenlenecek ve örnek gösteriler sunulacak.
8. Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali 2-15 Mayıs'ta Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun sekiz yıldır düzenlediği Karadeniz Tiyatro Festivali, bu yıl 2-15 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşiyor. Açılışını İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun "Sersemler Evi" adlı oyununun yapacağı festivale, İran "Kıyamet Aşkı", Makedonya "Vahşi Aşk", Polonya "Unpacking", Rusya"İflas" (Voronezh), Ukrayna "İş", Bulgaristan "Albena", Romanya "Ivan Turbinka" (Botoşane), Gürcistan "Çocukların Gözüyle Dünya", Romanya "Altı Numaralı Koğuş/Oda" (Oradea), Moldova "Müfettiş", Slovenya "Medea Material", Rusya "Kuban Kazakları Dans ve Şarkı Gösterisi", Fransa Frederic Herrera "Cin ve Sihirli Lamba" ile katılıyor. Festivale bu yıl ilk kez katılacak olan Çin Shanghai Dramatic Art Centre "Köpeğin Yüzü" adlı oyunu oynayacak. Festival kapsamında Trabzon Devlet Tiyatrosu ise "Git Gel Dolap" adlı oyunu sahneleyecek.
4
2007 Afife Tiyatro Ödülleri Sahiplerini Buldu
Haberler
Afife Tiyatro Ödülleri 30 Nisan Akşamı, Lütfı Kırdar'da yapılan törenle sahiplerini buldu. İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı "Inishmaan'ın Sakatı" Yılın En Başarılı Prodüksiyonu ile birlikte dört dalda ödüle değer bulundu. Yılın En Başarılı Prodüksiyonu Inishman'ın Sakatı / İstanbul Devlet Tiyatrosu Yılın En Başarılı Yönetmeni Özgür Yalım (Yeraltından Notlar) / İstanbul Devlet Tiyatrosu Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Payidar Tüfekçioğlu (Yeraltından Notlar) / İstanbul Devlet Tiyatrosu
cy a
Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Hikmet Körmükçü (İyi Geceler Anne) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Atsız Karaduman (Inishman'ın Sakatı) / İstanbul Devlet Tiyatrosu
Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Sema Çeyrekbaşıoğlu (Inishman'ın Sakatı) / İstanbul Devlet Tiyatrosu
pe
Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu Erdem Akakçe (Kocasını Pişiren Kadın) / Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu Ayda Aksel (Omuzumdaki Melek) / Tiyatro Kedi
Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu Ali Poyrazoğlu (Tak Tak Takıntı) / Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu Ayşen Gruda (Papaz Kaçtı) / Tiyatro Komedi Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı Ali Cem Köroğlu (Yeraltından Notlar - Inishmanm Sakatı) / İstanbul Devlet Tiyatrosu Yılın En Başarılı Giysi Tasarımcısı Serpil Tezcan (Amadeus) / İstanbul Devlet Tiyatrosu Yılın En Başarılı Sahne Müziği Tolga Çebi (Tersine Dünya) / Bakırköy Belediye Tiyatroları Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı Fatih Mehmet Haroğlu (Ölümsüz Öykü) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları
5
6
Tayvan
pe cy
a
Tanıtım Festivalin 10. yılına özel olarak, geçen dokuz yıl içinde sergilenen gösteriler den ilgi çekmiş olan gruplar ve oyunlar bu yıl da davet edildi. Rusya, İtalya, İspanya, Bulgaristan' dan katılan oyunların yanı sıra Türkiye'den de oyunlar bir kez daha sevenleriyle buluşacak.
Kukla Festivali 10. Yaşını Kutluyor
Bu yıl, 9-16 Mayıs tarihleri arasında yapılacak İstanbul Uluslararası Ülker Kukla Festivali, onuncu yaşını kutluyor. Cengiz Özek'in sanat yönetmenliğinde on yıldır aralıksız devam eden festival, dünyadan ve Türkiye'den kuklacıları bir araya getiriyor. Dokuz ülkenin katılımıyla düzenlenen Festival, on bir yabancı ve yedi yerli gruba ev sahipliği yapıyor. Festivalde Bulgaristan, Fransa, İspanya, İtalya, Japonya, Kanada, Rusya, Tayvan ve Türkiye'den katılan kuklalar sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.
gösteri ise festivalin ilgi çekmesi beklenen gösterilerinden. Tayvan'dan Chen Xiuang ve Shadowlight Theatre'ın sanat yönetmeni Larry Reed, Cengiz Özek'le birlikte hazırlamış gösteriyi.
10. Yıla Özel Gösteriler Festivalin 10. yılına özel olarak, geçen dokuz yıl içinde sergilenen gösterilerden ilgi çekmiş olan gruplar ve oyunlar bu yıl da davet edildi. Rusya, İtalya, İspanya, Bulgaristan'dan katılan oyunların yanı sıra Türkiye'den de oyunlar bir kez daha sevenleriyle buluşacak.
Katılımcılar ve Gösteriler
Japon kukla sanatının en önemli ustalarından biri olan Hoichi Okamoto'nun Dondoro Tiyatrosu 2000 yılında 3. İstanbul Uluslararası Kukla Festivali'nde sergilediği Kiyohime Mandara oyununu bir kez daha kuklaseverlerin beğenisine sunacak. Özel olarak hazırlanan "Silk Road-İpek Yolu" isimli
10. İstanbul Uluslararası Ülker Kukla Festivali gösterilerinin biletleri tam 20, indirimli 15 YTL'den satılıyor. Biletler; Ticketturk'ten, Atatürk Kültür Merkezi Gişesi'nden ve oyunlardan bir saat önce salon girişlerinde açılacak gişelerden temin edilebilir.
Bulgaristan-State Puppet Theatre Bourgas Bon Bon Ole Şekerlerin şarkı söylediği, kruasanların dans ettiği ve turtaların güzel balerinler gibi salındığı renkli, eğlenceli ve büyülü bir gösteri bu. Ama bir anda, bir canavar bu eğlenceli partiye dalıyor ve şekerleri türlü oyunlarla kandırarak ihanete teşvik ediyor. Gösteri tehlikededir artık. Hayal dünyası nasıl kurtulacak dersiniz? 1954 yılında çocuklar için profesyonel bir tiyatro olarak kurulan Bourgas Kukla tiyatrosu 1962 yılında Devlet Tiyatrosu statüsüne geçti. O zamandan beri de Bulgaristan
ve dünya çocuk edebiyatının klasikleri arasına giren birçok masalın karakterleri sahne ışıklan altında can bulmaya başladı. Bourgas Devlet Kukla Tiyatrosu tüm Avrupa, Asya ve Afrika'da sergilediği iki yüzden fazla yapımla üç milyon seyirciye ulaştı. Rusya-Moscow Theatre Tehb Metamorphosis-Dönüşüm Küçük bir cam parçasının üzerinde beliren öykü perdeye projeksiyon vasıtasıyla yansıyarak müzikle birlikte durmadan değişip, dönüşüyor. Rusya-Penza Theatre The Fairytale Of A Mermaid-Denizkızının Masalı 2001 yılında 4. İstanbul Uluslararası kukla festivaline gelen ve ilgiyle karşılaşan Penza Theatre'ın oyunu Denizkızının Masalı bir kez daha izleyiciyle buluşuyor. Masal, kukla tiyatrosunun fantastik yönünü ön plana çıkarıyor. Fransa-Theatre De L'ombrelle Chasseurs De Lune - Ay Avcıları Grimm Kardeşler'in dünyaca ünlü masalını Afrika'ya uyarlayan Theatre de L'Ombrelle, gölge tiyatrosu teknikleri kullanılarak, müzik eşliğinde hayata geçirdiği bu gösterisinde evrensel bir temayı işliyor, ışığın doğuşunu anlatıyor. İtalya-Paolo Papporotto Arlecchino E Lo Starnuto Di Ercole
pe cy
a
İtalyan geleneksel kuklasının usta ismi Paolo Papporotto festivalin önemli isimlerinden birisi. Sanatçı bu kez "Arlecchino e Lo Starnuto di Ercole" adlı oyunuyla buluşacak izleyiciyle. Entrikalarla ve yanlış anlamalarla dolu bu oyunda Arlecchino'nun yaşadığı komik öykü, her yaştan izleyiciye hitap ediyor.
İtalyan geleneksel kuklasının usta ismi Paolo Papporotto festivalin önemli isimlerinden birisi. Sanatçı bu kez "Arlecchino e Lo Starnuto di Ercole" adlı oyunuyla buluşacak izleyiciyle. Entrikalarla ve yanlış anlamalarla dolu bu oyunda Arlecchino'nun yaşadığı komik öykü, her yaştan izleyiciye hitap ediyor.
İspanya-La Fanfarra Two Hands-İki El
İspanyol kuklacı Toni Rumbau festivale ikinci kez konuk oluyor. Akdeniz Kukla Birliği'nin başkanı olan Toni Rumbau, aynı zamanda önemli bir romancı. Rumbau'nun kendi tasarladığı el kuklalarıyla hazırladığı oyunu "İki El", kukla sanatının çağdaş bir ifade biçimi olarak yorumlanıyor. Paradokslar, çelişkiler, sürprizler, gerçeküstü sıçramalar ve yaşamölüm, neşe-keder, erkek-kadın gibi yaşamsal karşıtlıklar gösterinin ayrılmaz parçaları... Japonya-Dondorro Theatre Kiyohime Mandara
Japon kukla sanatının en önemli ustalarından Hoichi Okamoto, tüm dünyada tanınan, adı hemen her kukla festivalinde önemle anılan bir sanatçı. 2000 yılında 3. İstanbul Uluslararası Kukla Festivali'ne konuk olan Dondoro Tiyatrosu, kuklacı, maske ve kukla arasında kimin kimi idare ettiği anlaşılamayan gizemli bir ilişkiyi sahneye taşıyor. Kanada-Stranger Theatre And What Alice Found There Alice Harikalar Diyarında adlı romanı bilmeyen yoktur. İşte Kanada'dan festivale katılan Stranger Theatre yazar Lewis Carroll'un bu klasik eserini farklı bir bakış açısıyla yorumluyor. Tiyatro
sahnesinde kukla ve gölgeye bir oyuncu gibi rol biçen gösteri, güneşli bir günde bir ırmak kıyısında başlıyor ve karanlık bir dünyaya yapılan yolculukla devam ediyor. İspanya-El Retal La Nina Y La Luna Festivale İspanya'dan katılan El Retal, Fransız şair Jacques Prevert'in bir öyküsünden sahneye uyarladıkları "La Nina Y La Luna" ( Küçük Kız ve Ay ) adlı oyunu sergiliyor. Ayda yaşayan küçük bir kızın öyküsünü anlatan oyun görselliği ve şarkılarıyla izleyenleri yaşadıkları dünyadan alıp hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyaya götürüyor.
7
İtalya-Figli D'arte Cuticchio Ruggiero Dell'aquila Bianca
8
Tayvan-Tayvan Kukla Tiyatrosu Silk Road-Ipek Yolu
Türkiye-Tiyatro Tem Lahana Sarma
Dünyanın en iyi el kuklası tekniğine sahip Tayvan'dan Chen Xiuang ve Shadowlight Theatre'ın sanat yönetmeni, doğu kukla sanatı uzmanı Larry Reed, Cengiz Özek'le birlikte meydana getirdikleri İpek Yolu'nda farklı kültürlerin benzer kavramlarından yola çıkıyorlar.
Kukla, illüzyon, ortaoyunu, gölge oyunu gibi geleneksel türlerden yola çıkılarak oluşturulan Lahana Sarma, tasvirlerin/kuklalann 'renkli gölgeler' olmakla 'beyaz kuklalar' olmak arasındaki ikilemleri, oynatıcı-oynatıcı, oynatıcı-kukla, kukla-kukla, kuklatasvir çatışması ya da çakışması öykünün arka planını oluşturuyor.
cy
a
Riçırd Faciası, yapısal koşulların ortaya çıkardığı durumların yönetici sınıf üyelerinin kişisel hırslarını nasıl yönlendirdiğini araştırmaya yönelik bir yorum sunuyor.
Türkiye-Cengiz Özek Gölge Tiyatrosu Büyülü Ağaç
pe
Dünyanın en iyi el kuklası tekniğine sahip Tayvan'dan Chen Xiuang ve Shadowlight Theatre'ın sanat yönetmeni, doğu kukla sanatı uzmanı Larry Reed, Cengiz Özekle birlikte meydana getirdikleri İpek Yolu'nda farklı kültürlerin benzer kavramla rından yola çıkıyorlar.
Sicilya'ya özgü geleneksel "Pupi" kuklasının festivaldeki ilk örneğini sergileyecek olan Figli d'Arte Cuticchio'nun gösterisi, çağlar öncesinden gelen bir kahramanlık öyküsü. Fantastik unsurların ön plana çıktığı oyun, kahraman şövalye Ruggiero Dell'Aquila Bianca'nın dev bir hırsız tarafından kaçırılan Prenses Aladina'yı kurtarmak için giriştiği mücadeleyi anlatıyor.
Türkiye-Ahşap Çerçeve Notre Dame'ın Kamburu
18. ve 19. yüzyıl oyunlarından yola çıkarak hazırlanmış dinamik bir oyun. Klasik bir Karagöz Victor Hugo'nun ölümsüz eserinden yola çıkan oyununda yer alan ayrıntıları barındıran oyun, hareket Ahşap Çerçeve dramatik yönü zengin bir oyun olan ağırlıklı planlanmış. Karagöz'ün otantik çalgıları Notre Dame'ın Kamburu ile izleyiciyi kukla 'nareke' ve 'def, oyunun örgüsü içinde dramatik sanatının farklı bir yönünü sergileyecek. gerilimi sağlamak üzere etkin bir biçimde yer alıyor. Türkiye-Ahşap Çerçeve Türkiye- Cengiz Özek Kukla Tiyatrosu Varyeteler Çöp Canavarı Ahşap Çerçeve'nin yeni oyunu olan "Varyeteler" Siz denize çöp attınız mı? Peki denizlere atarken hiç sopalı kukla tekniği kullanılarak hazırlanmış. aklınıza gelmedi mi; bu çöpler ne oluyor... Denizleri "Varyeteler", dansçı, solist, ve balerin kuklaların temizlemekten sorumlu bir balık var! Bu balık o gösterilerinden oluşan bir kukla şovu. kadar çok çöp yemiş ki bir canavara dönüşmüş; ama iyi yürekli. Bütün çöpleri büyük bir iştahla yiyor. Türkiye-Ankara Devlet Tiyatrosu Yalnız pet şişeden nefret ediyor. Onları denizlere Keloğlan Keleşoğlan atanlara çok kızıyor... Ankara Devlet Tiyatrosu'nun geçtiğimiz yıl ödül Türkiye-Tiyatro Tem kazanan oyunu Keloğlan Keleşoğlan Anadolu'nun III. Riçırd Faciası bu bildik kahramanına yeni bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Sıradan bir hayatın içinden çıkıp birden III. Riçırd Faciası, Shakespeare'in Kral III. Riçırd sıradışı olaylar yaşamaya başlayan Keloğlan'ın Tragedyası adlı oyunundan hareketle beş oyuncu ve hayata ve olaylara bakışı değişir, kendi içindeki bir kukla için üretilmiş tek perdelik bir oyun. dinamikleri fark eder. Artık o eski tembel Keloğlan Shakespeare'in 1592-1593 yılları arasında yazdığı gitmiş yerine kendine güvenen, aklını kullanan ve düşünülen oyun, yazarın tarihsel oyunları içinde en insanları olumlu yönde etkileyen bambaşka bir çok sahnelenenlerden birisi. Tiyatro Tem yapımı III. Keloğlan gelmiştir.
Suna
Pekuysal
Gibi
pe cy
a
"Artist Aran覺yor"
pe
cy a
Söyleşi
Pınar Erol / pnrerol@gmail.com
"... sonra sonra fark ediyorum: "Artist Aranıyor'la girmişim ben tiyatroya. On üç yaşında neyin farkında olacaksın ki, uçuyorum ben havalarda." 10
hobisini bilmediğim için, yeni bir şey diye çok hoşuma gitti. Çok sevdim çünkü en azından Onlar çok değiller ama çok değerliler. Tecrübe, bilgi, duayenleri hatırlatmış oldu. Bir yerde eski tiyatrocuları ortaya çıkartmış oldu. Ona görgü dolular. Çok yüklüler. Usta onlar ama asıl müteşekkirim, teşekkür ediyorum. Başta pek gitmek ustalıkları usta değilmiş gibi davranmalarında... istemedim. İçeriğini anlattı, sonra o kadar mutlu oldum ki gittiğime. Sevindim, çok sevindim, Kendisine çok teşekkür ediyorum. üzülürdüm gitmeseydim. Orada Yıldız Hanım'ın, Okan Bayülgen'in "Pudra" sergisinde yer almak Gazenfer Özcan'ın, Nejat Uygur'un, Macide Tanır'ın, tüm diğer arkadaşların yanında olmak, nasıldı? Size neler hissettirdi? onlarla olmak ayrıca gurur verdi bana. Gururumu Ben televizyondan gördüğüm kadarıyla çok okşadı yani, Okan öyle yaptı. Sizin vasıtanızla tekrar beğendim, bayıldım. Kendisi zaten biliyorsunuz fanatik, bu işin hastası bir adam. Programdan ötürü teşükkür ediyorum ona da. Gidip göremedim. Gitsem seviyorum zaten kendisini. Onun bu fotoğraf çekme kafamı kaldırıp resimlere bakamayacağım. Ayakta
Bulunabilir mi?
durup gezmeme imkân yok bu halimle. Suna Abla seni oturtup gezdiririz sergiyi dediler ama sonra da kaldı. İstanbul Belediye Konservatuvarı Şan ve Bale Bölümü'nde öğrenim görürken 1947 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun çocuk bölümünde henüz on üç yaşında " Artist Aranıyor" adlı oyunla ilk kez sahneye çıktınız. Aranan artist siz miydiniz? Çok enteresan, hakikaten, piyesin adı "Artist Aranıyor". Allah Allah nereden nereye... Ama o zaman çocuğum, sonra sonra fark ediyorum: "Artist Aranıyor"la girmişim ben tiyatroya. On üç yaşında neyin farkında olacaksın ki, uçuyorum ben havalarda. Tesadüf işte ama ne güzel, istesek böyle olmaz, değil mi ama? Çok anlamlı. Rolümüz falan yok, sadece dans ediyoruz sahnede, şarkı söylüyoruz, o kadar.
hastalık. Kader arkadaşım o benim. İkimiz Cerrahpaşa'da panele çıktık. O da duvardan itilmiş, düşmüş. Zaten doktora gittiğimde ilk sordukları şey düştünüz mü Suna Hanım? Ya bebekten, ya sonra? Kalçadaki olay işte o, kireçlenme. Doktor ölene kadar yaz kış yüzeceksin, yürüyeceksin dedi. Bu hastalıktan ölen yok, süründürüyor ama. Romatizma, kireçlenme denen şey öldürmüyor, siz hiç duydunuz mu? Olmaz ki. Ama tedavi önerilerinin hiçbiri yapılmadı ki Suna tarafından. Çocuğun okulu, nereye yüzeceksin ayol? Onlara bakmaktan kendime bakmadım, bakamadım değil, bakmak istemedim. Çünkü dünyaya getirdiğin biri var. İsteyerek yapmışsın üstelik. Bakılacak bu çocuğa. "Hadi oğlum ekmek arası bir şey ye sokaklarda". Ben böyle bir şey hatırlamıyorum ki. Bir gün, bir öğünü aksasın, imkânsız bir şey. Üstelik çalışan bir anneyim. Bu minval çalışma olmasaydı nasıl yürüyecekti bu işler? Bakıcı yok, kardeşim rahmetli büyüttü zaten okul çağına kadar. Çok şükür şimdi torunum da var. Allah acılarını göstermesin, onlar hayata bağlıyor. Bir de mesleğim tabi. Hep önce işim gelmiştir. Bu kadar tiyatroyu seven, bu kadar aşkla bağlı bilmiyorum inşallah vardır başka birileri de, pek benim gibi olanı zannetmiyorum olsun. Çünkü aşırı düşkünüm ben işime, hatta bana kızarlar. Bu kadarı da iyi bir şey değil. Muhsin Hoca'nın dediği gibi söyleyeyim; tiyatro aşkla yapılır büyük bir sevgi yetmez. Aşık olacaksınız, mesleğinize aşık olacaksınız derdi, otuz yaşma kadar evliliğe hayır demişimdir, ben zaten tiyatroyla evliyim derdim. Ne güzel bir şey; işte tiyatro bu. Hiçbir zaman mesleğimi sanatçıyız diyerek kullanmadım; biz oyuncuyuz. Bir banka memuru gibi. Bankaya dokuzda girip beşte çıkmıyor musunuz? Ben 7.30'da gidip gece geliyordum eve. Farkı bu, öyle aldığım için, o yüzden muvaffak oldum sahnede. Ben şöyle oyuncuyum deseydim olmazdı, işini gidecek, yapacak, çıkacaksın. E ben bir de ödenekli tiyatro oyuncusuyum. On iki ay para alıyorum ben, dört ayı tatil bunun. Şimdi napılır? Belediyenin kolları yok mu? Ben ona bağlı bir birimde görev yapıyorum sadece. İşte böyle yola çıkarsak, her şey kendiliğinden halloluyor zaten.
pe
cy a
1952'de İstanbul Şehir Tiyatrosu dram bölümü kadrosuna geçtiniz. 1964 yılında tiyatro sanatçısı Ergun Köknar, ile evlendiniz. Doktorların tüm uyarılarına rağmen, çocuk sahibi olmak için sağlığınızı kaybetmeyi göze alarak oğlunuzu dünyaya getirdiniz. Anne olmak çok mu önemliydi? Evet, "Neşemizi Bulalım" diye bir film çekiyorum ben Suphi Kaner ile. Galatasaray Hamamı'nın önünde adamlar beni itecek, ben de aralarından çıkıp kaçacağım. O figüranlar elleriyle itmiyorlar da düşürüyorlar, anlayın ne derece. Figüranlık deyip geçmeyin, o da kültür gerektiren bir iş. Dünyada bu işi yapanlar belli bir eğitim almış, üniversite mezunu kişiler. Burada ise kahveden hadi bugün iş var, kalabalık çekim gerekiyor diye götürürler arkadaşlarımızı. Öyle oldu senelerce. Böyle de gidiyor hâlâ, değişen bir şey yok bugün de galiba. Şimdi aynı sistem dizilerde devam ediyor maalesef. Neyse, o arkadaşların itmesi sonucu düştüm. Kuyruk sokumunun üstüne düşünce nefessiz kaldım. Filmi çekemiyoruz, final kalıyor tabii. Ben doğru hastaneye, meğer omur oynamış. Cahillik tabii, çocukluk da var, gencim de çok. Tedavimden kaçtım. Bandaj yapacaklardı korktum. Tiyatromdan kalırım diye korktum. Belki de böyle olacağı varmış da ondan tedavimi yaptırmamışım demek ki. İleride omurga çocuğu taşıyamaz dediler. Ve nitekim öyle oldu, taşıyamadı. Böyleyken böyle çıktım hastaneden. (Dik girip eğilmiş çıktığını gösteriyor). Soru işaretiyle çıktım ben hastaneden. Sonra jimnastik, hareket, koşturma, çalışmayla falan daha bir iyiydi. Zamanla doktorların dediğini yapmadım çünkü ben biraz inatçıyım. Hem akrep burcuyum hem de Arnavut'um. İnadım yüzünden, belki de yaşam biçimimden, belki ben istemedim, takdir-i ilahi, Allah böyle istedi, böyle oldu. Gene de şükrediyorum halime. Çok şükür bugünlere kadar böyle geldim. Çocuğum benim her şeyim. Beni ayakta tutan şey o. Yaşamımın bir parçası, yaşama sebebim. Çünkü onun okulu, yemeği, ütüsü, işte yatılı çantası hazırlanıyor, yatağı yapılıyor, meyveleri geliyor, sütü içilecek. Bunların peşinde koşturmaktan dimdik kaldım. Yoksa bitmişti zaten. Ankilozan Spondilit'miş benim hastalığımın adı. Aslında erkek hastalığı bu. Mete Işıkara'da var bu
Muhsin Hoca'nın dediği gibi söyleyeyim; tiyatro aşkla yapılır büyük bir sevgi yetmez. Aşık olacaksınız, mesleğinize aşık olacaksınız derdi, otuz yaşına kadar evliliğe hayır demişimdir, ben zaten tiyatroyla evliyim derdim. Ne güzel bir şey; işte tiyatro bu. Hiçbir zaman mesleğimi sanatçıyız diyerek kullanma dım; biz oyuncuyuz.
11
Alkışımızı alacağız, perdemiz kapanacak, gideceğiz. Dekor yapanı ayrı, ışıkçı kendi işini yapıyor, yönetmen sahneye koyuyor. Yani tiyatro kolektif bir iş. Tek değilsin, show yapmıyorsun ki; birlikte oynuyorsunuz. Tiyatro her şeyiyle mükemmel, başka bir şey. Bilmiyorum arkadaşlarımda da var mıdır bu, rolüm ikinci perdenin sonunda da olsa ben oyuna girebilmek için tüm oyunu takip ederim. O kadife perdenin arkasındaki uğultu var ya, o bitiriyor insanı işte, müthiş bir şey. Hacıosman bayırda bülbül sesi o kadar güzel gelmez bana. Perde açılacak; oynayacaksın, ne güzel bir duygudur o. Bu duyguyu herkese versin Allah. Ben çok yaşadım ama iki senedir o yok, tiyatro yapamıyorum, çok üzgünüm çok, bu kazadan sonra, kesin yok artık, bu bir gerçek. Ancak oturarak olabilir. Ne rolü olacak ki öyle? En son "Sultan Gelin" ile kapatmış olduk. Halbuki oynayacaktım ben onu ama yine de oynayamayacakmışım demek ki kaza olacakmış. "Broadway'den İstanbul'a Müzikaller"de oynadınız sonra. Ne güzel ya, Açıkhavada çıktık. Böyle bir şey olamaz. Oraya da gene istemeyerek gidiyorum. Haldun Hoca'yı da kıramam, peki ne yapacağım hocam, dedim. Önde oturacaksın, çocuklar zaten seni alacaklar sahneye. Sen, Ömür Göksel, Muazzez Abacı konuk oyuncusunuz. "Lüküs Hayat"tan Ah Berelim'i, Adalar'ı söyleyeceksin, dedi. Perde açıldı, kırk kişilik bir orkestra. O anda dudağım uçukladı.
Ay dedim nereye geldim, Broadway'de miyiz? Orkestra çalmaya başladı, kalbim nasıl atıyor. Sıra Türkçe şarkılara geldi, şimdi de "Lüküs Hayat"tan... dendi. Daha benim ismim söylenmedi... Derken bir alkış, hayırdır dedim, kim çıkacak acaba? Meğer alkış banaymış. Sahneye çıktım, bir baktım tıkış tıkış kalabalık, ayakta hepsi, alkış devam ediyor. Durmuyor ki konuşayım, ben artık kalpten öleceğim, yeter, lütfen bitirin alkışı, dedim, Tiyatroya ara da vermişim, vücut böyle, onun heyecanı da var. Başladık Adalar'ı Keremcem'le söylemeye. Nasıl söyledim bilmiyorum. Sonra bir fenalık geldi, kalamadım sahnede. Yerime oturttular, ben başladım ağlamaya. "Lüküs Hayat"ı söylüyorlar, ben aralarında yokum. Bu acaba birilerine bir mesaj, bir sinyal verdi mi acaba diye düşündüm kendi kendime. Bu kadın ne yaptı da seviliyor diye. Rolün küçüğü büyüğü demeden sapına kadar oynuyorum. Görevimi yapıyorum. Seyircime saygım sonsuz, onlar için oynuyorum. Düşündüler mi hiç? İnşallah bunu düşünür, cevabını da bulurlar.
Aynı seyirci var mı? Var ama çok azaldı. Şimdiki seyirci herkesi alkışlıyor. İşte ben buna yokum arkadaş. O yüzden de oynayamıyorum. Kadın geliyor sarılıyor bana, yaklaştırmıyorum bile. Bir dakika, bana böyle şeyler söylemeyin, siz herkesi seviyorsunuz, bir ayrım yapın lütfen diyorum. Siz herkesi çıldırasıya seviyorsunuz. Yerinde alkışlayacaksın. Onu da bilmek gerekir. Oyunda da alkış sevmem ben, oyunumu böler. Onu bilmiyor daha seyirci, ne yapayım ben? Yine de içlerinden iki tanesi anlasa bana yeter.
pe
cy
a
Alkışımızı alacağız, perdemiz kapanacak, gideceğiz. Dekor yapanı ayrı, ışıkçı kendi işini yapıyor, yönetmen sahneye koyuyor. Yani tiyatro kolektif bir iş. Tek değilsin, show yapmıyor sun ki...
12
1933 yılında Ekrem Reşit Rey'in kaleme aldığı, Cemal Reşit Rey'in bestelediği ve Haldun Dormen'in rejisiyle 1984'te İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından tekrar sahnelenmeye başlanan "Lüküs Hayat" operetindeki Zeynep rolünü aralıksız on dört yıl oynadınız. Her sahnelenişinde kapalı gişe oynadı. Bu başarının sırrı neydi? Kapalı gişe ne demek, altımızdan iskemleler gitti, ayakta makyaj yaptığımız oldu bizim. İlk defa 1933'te oynanmış ilk operettir bu. Dikkat edin, müzikal değil. "Keşanlı Ali Destanı" müzikli oyundur, operet değildir. "Lüküs Hayat" ise operettir. Rey kardeşlerin yazıp bestelediği operet. Bunun ayrımını yaptığımız zaman daha iyi anlaşılır. Sanırım eski lezzeti kalmadı ama yine de kesintisiz oynandı. Tabii gençler oynayacak, bayrağı biz onlara vereceğiz, onlar da bizi gösterecekler, biz büyüklerimizi göstermiyor muyduk sahnede? Opereti seyircinin gözünün içine bakarak oynuyorsun. O güzelliği var. Tiyatroda bunu yapamazsın, yasak. Seyirciye baktın diye ceza kesilir o zaman, Oynuyorsun anında aynı sözlerle şarkısını söylüyorsun.Sözler Nazım Hikmet'in. Onun için de tuttu. Tatlılığı burada, Seyirci kaptırdı kendini, bizimle ayakta oynadı. İçine girdiler, sıcak geldiği için tuttu.
kendi oynadığı oyunlarla ilgilenmez. O sıra büyükler için oynanan bütün piyesleri de ezberler. Tek amacı vardır, oyunculardan biri hastalanır veya başına bir şey gelir de başkası aranırsa rolünü kapabilmek..." Bütün piyesi ezberlerdim. Bütün kadın rolleri bende. Ben odada oturmam hiç, orada lak lak, dedikodu olur. Orada konsantre olamam. Kuliste otururum hep, Oradan kopmam lazım ki oyunuma gireyim. Öyle paldır küldür sahneye çıkılmaz çünkü. Önceden hazırlığımı yapmam lazım. O alışkanlığım da kuliste çok seyretmekten geliyor galiba. Büyükler kulis faresi koydular adımı. Allahım Yarabbim ne zaman birisi hastalanacak da ben çıkıp oynayacağım, kendimi göstereceğim. Biz figüranız, daha rol verilmedi bize. Sıra mı gelmiyor, uygun rol mü yok... Kadroya da alınamıyorum sekiz sene. Seneler sonra bir hocam sen burada miydin kız dedi. "Ben hep buralardaydım hocam". Ağlamayan çocuğa meme yok. Yakalarına yapışacaksın, çaba vereceksin, ama rol kendiliğinden gelir, o ayrı. Ben yukarıya çok inanırım, Allah isterse olur derim. Fakir Baykurt hastasıyım ben. Tırpan'ı okuyorum. Ay, gece yatıyorum rüyamda oradaki kadın: Uluguş Nine. Çok dehşet bir kadın, bilgi ana. Ay bu dedim ne güzel oynanır. Okurken kaçırırım ben kitabı, bir bakıyorum hadi ben yine okurken Uluguş Nine'yi oynuyorum. Ben o kitabı genç kızken okumuştum. Seneler sonra; 1979'da bir telefon; Taner Barlas: "Suna'cım ben iki senedir Tırpan'ı oyunlaştırmaya çalışıyorum. Orada Uluguş Nine rolü var, seni ona düşündüm". Ben çığlık çığlığa, "hayır katiyen", "N'oldu, neden?" "Nasıl olur, katiyen oynayamam, korkuyorum". İyi roller gelince ben önce hayır derim. O korkum vardır. O korku olduğu için oyunlarımı güzel çıkarıyormuşum. O korku şart. "Suna sen ne yapıyorsun? Seni düşünerek piyes yapıyorum ben bu kitabı." "Dur, tamam, kendime geleyim" dedim. "Ben zaten okuduğum zaman kitabı o rolü oynuyordum. Bu benim rolüm, ben oynamalıyım diyordum." E, dedi daha ne istiyorsun? İşte rolün geldi. "Tatlı Çarşamba" dizisini çekiyorum o sene. İlgi büyük, orada da anayım ya. Eyvah dedim şansa bak ya. Şimdi diziyi seyreden gelip sahnede bana
pe
cy
a
Peki "Keşanlı Ali Destanı"? "Lüküs Hayat"ı oynarken Gencay Hanım demişti Haldun Taner tiyatrosu açacağız diye. Orada "Keşanlı Ali Destanı"nı oynayacaklar. Suna Hanım ikinci bir oyuna ne der diye sormuş. Bana haber gönderip rol teklif ediyor. Balıklama oradayım, dedim. Gencay Hanım delirmiş tabii. Çünkü ben oyunu AKM'de seyrettiğim zaman Rüştü Asyalı oynuyor Keşanlı'yı, Nurseli Çamlıbel Zila'yı oynuyor. Öyle bir kadro. Ben en önde oturmuş, seyrediyorum. Helâcı kadın çıktı, ben başladım kıpırdanmaya. Allahım Yarabbim, bu benim rolüm. Bu rol benim olsa, nasıl oynarım. Ben oynarım bunu ancak. O gözle seyrediyorum. Kadını seyretmiyorum, kendimi oynuyorum. Seneler geçiyor bak rol bana geliyor. İçim istiyor çünkü. İçimin, kalbimin istediği roller hep bana gelmiştir. Nasıl oynamam Gencay Hanım deyip AKM'de oyunu nasıl seyrettiğimi anlatıyorum. Bu rolü benden başkası oynayamaz ki! Ferhan Şensoy koyuyor sahneye. Keşanlı Ali; Erhan Yazıcıoğlu, İzmarit Nuri; Savaş Dinçel'dir inşallah diyorum, bir bakıyorum o! İnanılmaz kadroyu da ben yapıyorum. Aşkıma bak. Neyse, provaya giriyoruz. Ferhan ilk provada dedi ki: "Arkadaşlar yazar öyle iyi yazmış ki oyunu manzume gibi, noktası virgülü değişirse bozuşuruz. Ekleme, çıkartma yapamazsınız". Ona saygı duyacaksın. Ezberde bir de o zorluğu yaşıyorsun, taşırmamak için. Sancı başladı, neyse oyun bitti, ben dayanamıyorum, bir kriz, doğru Cerrahpaşa'dayız Hazım Körmükçü'yle. Böbrekte taş varmış. Acil ameliyat dedi doktor. Ama oyunum kalacak falan dedimse de, ben anlamam Keşanlı meşanlı dedi doktor. O tiyatroyu seven adam. Başka böbrek yok, tek böbreğim zaten, e ne olacak, provadayım, oyunum? Funda var, o çıkacak. Satılmış biletler, Zeynep rolüne çıkacaksın dediler ona. Ameliyatı oldum, kısmet değilmiş, 4 Ekim'de perde açılacak... Derken haber geliyor, Suna ablanın alternatifi yok. Bir başka oyuncu bunu oynayamaz. Bir an önce iyileşsin. Metin yastığımın altında zaten. 3. haftada sahnedeydim. Daha nekahat döneminden çıkmamışım. Ezberim hazır gideyim ki diğerlerini geciktirmeyeyim diye sürekli çalışıyorum hastanede. Bir gidiyorum, içinde papatyalar olan plastik bir oturakla karşılıyor arkadaşlar. Espriye bak. Gel de oynama ondan sonra.
Siz ne kadar aktarabildiniz kendinizi gençlere, usta-çırak ilişkisini sürdürebildiniz mi? O niyetle kitap yapmaya da kalktım. Macide Hanım'ın kitabı bitirdi beni, mahvetti, öldürdü. Çok seviyorum o kadını. O ne güzel şey. Hemen ardından kitap çıkarmak istemedim. Biraz ara olsun, millet o kitabı sindirsin dedim. Macide hanımın ardından Suna Pekuysal çıkardı, denmesin istedim. Ama sonra bir de baktım herkesin hayatını anlatan kitaplar çıktı. Ömrüm olursa belki daha sonra. Ders kitabı gibi olmalı bizim kitaplarımız. İbrahim Refik'in "Başarı Öyküleri" adlı kitabında şöyle diyor. "İstanbul Şehir Tiyatroları'nın emektar yıldızlarından Suna Pekuysal sahnenin tozunu çocuk yaşta iken yutmaya başlamıştır. Fakat bu tiyatro sevdalısı küçük çocuk sadece
"Şimdiki seyirci herkesi alkışlıyor. İşte ben buna yokum arkadaş. O yüzden de oynayamıyorum. Kadın geliyor sarılıyor bana, yaklaştır mıyorum bile. Bir dakika, bana böyle şeyler söylemeyin, siz herkesi seviyor sunuz, bir ayrım yapın lütfen diyorum." 13
14
cy a
gülerse. Ben ne yaparım, bu kadının gülünecek bir gel beni seyret diyor üstelik. Tabii bu bir süreç, tarafı yok. Mesaj vereceğim. Oyun başlasın bakalım geçecek, asıl tiyatrocular ayakta kalacak. seyirciden ne tepki gelecek. İlk gece gülmeleri duyunca ben elimdeki asayı yere vurup, seyircinin "Sanatçının emeklisi olmaz" ve "sahnede ölmek istiyorum!" sözleriyle tiyatroya ve sanata olan gözünün içine bakıp susturuyorum. İşte bu sahne sevginizi belirtiyorsunuz... hâkimiyeti. Kimse ondan sonra bana gülemedi. Oyuncuya bırakın onu n'olur. Kendi isteğimle Derken darbe oldu, 12 Eylül. Manga askerle oynuyoruz biz. İkinci sezon da oyun kalktı. Uluguş ayrılayım. En verimli çağında emekli ediliyorsun. Nine sonra çok ödül aldı ama ilki o sene verilen Avni Konuk oyuncu oynatılmıyor. Toron Karaca yetmiş dört yaşında zımba gibi oynuyor. Saltuk Kaplangı Dilligil Ödülü'dür. Şehir Tiyatroları'nın da ilk emekli, oyunları yok. Emeklilikten sonra üç oyun ödülüdür. Büyükler kaldırmışlar ödülü çünkü. çıkardım. "Hasır Şapka", "Ahududu", "Sultan Gelin". Siz beni kâğıt üzerinde emekli yaparsınız Sizin Ordu için ayrı bir öneminiz var. Ordu ama ben kapıdan çıkar bacadan girerim dedim. Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu kurulduğunda eşinizin sahneye koyduğu ve sizin konuk oyuncu Nitekim girdim de. Rol istiyorum dedim, verdirttim. olarak yer aldığınız "Hülleci" ile perdelerini açtı. Ben çalışmayı istiyorum Kenan Bey (Işık) dedim. Muhsin Hoca konuk oyuncu olarak beni, tiyatroyu Üç sezon kapalı gişe oynadık sonra. Artık son oyun, bitiriyoruz. Sahneye çıktım bir baktım salon taşmış, kurmak için de Ergun'u gönderdi. seyirciler sahneye çıkılan merdivenlere oturmuşlar. Uğur Görsoy, hocadan Ergun'u istiyor; o mimar bize İç içe, birbirimizin nefesini duyacak kadar yakın. Öyle bitirdik biz oyunu... lazım diyor. Biz yeni evliyiz. Balayı yerine oraya gidiyoruz. On dokuz gün içinde Halkevi'ni tiyatroya ... Ama ne söz bitiyor, ne oyun aslında. Emeklilik dönüştürüp perdeyi açtı Ergun. Ben kadınların başındayım. Ordu pazarından kostüm ayarlıyorum için gün sayan nice genç varken Suna Pekuysal'ın onlara. Oyuncuların hepsi öğretmen. Onlar da aynı tiyatro yapma isteğini ne yapacağız. Seyirci statüye getirildi Şehir Tiyatrosu ile. OBK Tiyatrosu. kalanların gözlerinin içine bakıp en iyisi bir kez de Karadeniz turnesine çıktık. Hopa sınıra kadar gittik. biz söyleyelim: Dört tane varil üstüne kalas koyup öyle oynuyoruz. "Lüküs hayat, lüküs hayat Sahne yok, sinemalarda oynuyoruz. Ne güzel Bak keyfine yan gel de yat günlermiş o günler. Tiyatroyu ayağa götürüyoruz. Bak şimdi bölge tiyatroları dolup taşıyor. Biraz eziyet Ne güzel şey, oh ne rahat çekilecek, biraz aç kalınacak tiyatrocu olmak için. Yoktur eşin lüküs hayat"... Salla başını al maaşını olmaz. Hiç tiyatrodan zengin olunur mu? Yoldan geçen bugün oyuncu olursa, şimdi ona tiyatrocu mu denecek? Şu tiyatrodayım,
pe
"En verimli çağında emekli ediliyorsun. Konuk oyuncu oynatılmı yor. Toron Karaca yetmiş dört yaşında zımba gibi oynuyor. Saltuk Kaplangı emekli, oyunları yok. Siz beni kâğıt üzerinde emekli yaparsınız ama ben kapıdan çıkar bacadan girerim dedim."
Nâzım Hikmet'in dediği gibi "ölümsüz gençliğin 'son' ' şövalyesi" bunlar. "Güzelin, doğrunun ve haklının fethine çıkmışlar". "Önlerinde mağrur, aptal devleriyle dünya; altlarında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ları", yani tiyatro tutkuları...
pe cy a
Eleştiri
Tiyatromuzun Yeni Don Kişot'larından Eski Fars
"Karmakarışık"
Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Ali Sunal'ı, inanın bana on yılı aşkın bir süredir mercek altında tutuyorum. "Şaban ile Şirin" oyununu yanılmıyorsam 1996-97 sezonunda izlemiştim. "Propaganda", "Banka", "Okul" gibi filmlerini de seyrettim. "En Son Babalar Duyar" başlıklı TV dizisinde de pek iyiydi. "İkinin Biri" adlı oyun ile Sadri Alışık Ödülleri'nin "Komedi Dalında En İyi Yardımcı Erkek Öyuncu"luğuna değer görüldüğünde, inanın ki pek sevindim. Ayrıca, Afife Jale ve Selim Naşit ödüllerine de aday gösterildi. Meğer şimdilerde yapımcılığa bulaşmış. Ankara Ekin Tiyatrosu'nun kurucularından Tarık Güvenç'in İstanbul'da kurduğu Donkişot Tiyatro ile Ray Cooney'in ünlü "Karmakarışık-Out of Order"ını sahnelemekteler. Nâzım Hikmet'in dediği gibi "ölümsüz gençliğin 'son' şövalyesi" bunlar. "Güzelin, doğrunun ve haklının
fethine çıkmışlar". "Önlerinde mağrur, aptal devleriyle dünya; altlarında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ları", yani tiyatro tutkuları... Böyle bir çabaya, ilk oyunları dahi izlenilmeksizin alkış tutulmaz mı? Ben tutarım! Tuttum da...
Sabun Köpüğü, Mabun Köpüğü... Bu Oyun Gişe Yapar Alkış tuttum ve tiyatroların özverilerle, büyük güçlüklerle ayakta durabildiği ülkemizde, yediden yetmiş yediye insanları düşündürtmeden güldürebilecek, sabun köpüğü mabun köpüğü, gişe yapabilecek böyle bir oyunu repertuvarına alarak bir kez daha sahneye taşımalarını eleştirmekten kaçınmaya özen göstererek ve düşünerek karar verdim. Hatta, ortam gereği saygıyla karşıladım. Ama hiç değilse iyi kotarılması koşulumdu, zira profesyonel bir yazardım ve yaptığım işi, amacına uygun olarak en iyi biçimde
sonuçlandırmaya çabalıyordum. Elbette kendime özgü düşüncelerim, eğilimlerim, ilkelerim vardı, ortam mortam, ana, baba, gardaş/arkadaş falan tanımamalı, değerlendirmelerimi düşüncelerim, eğilimlerim, ilkelerim doğrultusunda yapmalıydım. 1991 'in Şubat ayında Dormen Tiyatrosu yapımı olarak izlediğim, yanılmıyorsam 2005-2006 sezonu oyunu olarak da Eskişehir Belediye Tiyatrosu'nda gene Haldun Dormen yönetiminde sahnelendiğini bildiğim bir "vodvil/fars" örneği olan "Karmakanşık"ı, vallah billah işte aynen bu duygu ve düşünceler sarmalında izledim. Buyurun sonuçlan efendim. Oyuna Korkarak Gittiğimi İtiraf Ediyorum Fars ya da vodvil denilen oyun türü, bilindiği gibi, doğaçtan
15
16
cy
a
gerekli sahne trafiğini sağlayarak, koreografik komiklikleri Haldun Dormen'in ilk yapımından alıntılayarak da olsa başarıyla sahneye taşımıştı. Sahneye taşırken, farsın önemli öğesi "gerçek içinde saçma" komiğini hiçbir yabancılaştırmaya yaslanmadan vermeyi de başarmıştı. Durumları en yalın haliyle geliştirmiş, gerekli olan fevkalade hızlı ritmi sağlayarak, seyircinin bu sayede mantık arayışını engellemişti. Yaratıcı Kadronun Yaptıkları "Gel bakalım oyunun diğer yanlarına eleştirmen efendi," derseniz, Kaan Güreşçi'nin dekor tasarımından başlamak isterim. Eklerim: "Pek de iyi değil," derim. Neden: "Pek de iyi değil" diye sual edecek olursanız, "Güreşçi, öncelikle oda kapısının yerini yanlış kullanmış," diye yanıtlarım. 1991 yılındaki yapımda, dekor tasarımcılarının başbüyücügillerinden Osman Şengezer, yanlış anımsamıyorsam oda kapısını soldan içeri açıyor, oda kapısı açıldığında odanın numarası bile görünüyordu. Sahne önüne aldığı gardırop/dolap ise, cesedin saklandığı tablolara bu yapımdaki gibi sorun yaratmıyordu. Diğer taraftan, odanın görkemli olmamasını eleştirmemi lütfen beklemeyiniz benim Saygın Okurum. Emre Törün, oyuna bir replik ekleyerek sorunu akıllıca çözmüş. Ulaş Yatkın'ın ışığı ise tipik mi tipik fars ışığı. Cascavlak ve fazla beyaz. Duygu Kabaçam, bilinçli bir kostüm sentezi yaratmamış. Bakanın karısı, gecenin o vakti otele o kıyafette mi gelir a Canım Efendim? Bakanın kostümü öyle mi olmalı?
pe
Haldun Dormen oyunu, bu kere Kemal Uzun ile birlikte dilimize çevirmişti. Neden, raftaki çeviriyi yeniden çevirmişler elbette bilemezdim, ama 90'lı yıllardaki Haldun Dormen çevirisinde yer alan, bugün için kimi pörsümüş sözcükleri yeni çeviri metninden nasıl olmuş da çıkartma mışlar ne yalan söyleyeyim için için eleştirdim.
yaratılan güldürü öğesine dayanmakta. Kaba bir mizah anlayışı, kalıplaşmış karakterler, olmayacak durumlar, gereğinden fazla abartı... Bunlar farsın olmazsa olmazları sayılıyor, elbette bilirsiniz. Eee... Tür böyle n'apalım! Yapacak bir şey yok da, kaba tiplemeleri ve inandırıcılıktan uzak olay örgüleri, sadece paldır küldür açılıp kapanan kapılar, kendiliğinden kapanan pencereler, hızlı girip çıkmalarla dinamizmine kavuşturulmaya kalkışılırsa ve oyun oyunculuktan yoksun bırakılırsa, vodvil/fars, estetik açıdan komediye oranla pek zayıf, hatta solda sıfır kalmaz mıydı? Ne yalan söyleyeyim, oyuna korkarak gittim. Emre Törün'ün Yönetimi Haldun Dormen oyunu, bu kere Kemal Uzun ile birlikte dilimize çevirmişti. Neden, raftaki çeviriyi yeniden çevirmişler elbette bilemezdim, ama 90'h yıllardaki Haldun Dormen çevirisinde yer alan, bugün için kimi pörsümüş sözcükleri yeni çeviri metninden nasıl olmuş da çıkartmamışlar ne yalan söyleyeyim için için eleştirdim. Çevirisinin güncelleşmemiş olmasını eleştirdiğim ve 1980Tİ yıllarda Thatcher döneminde bir bakanın (ilk yapımda galiba başbakan yardımcısıydı) İşçi Partisi'nin sekreterlerinden biriyle bir gecelik kaçamak yapmak üzere bir otel odası tutmasıyla başlayan, kentin manzarasını da gecelerine katmak isteyen çiftin, perdeyi açtıklarında cama sıkışmış bir cesetle karşılaşmalarıyla karmakarışıklaşan oyunu Emre Törün, farsın gerektirdiği matematiği savsaklamadan ve
İngiltere'de otel müdürü öyle mi giyinir? Neyse!.. Oyunculuklara Gelinceee... Gazanfer Ündüz, Gazanfer Özcan&Gönül Ülkü Tiyatrosu'ndaki yardımcı oyunculuklarına hiçbir şey katmadan Otel Müdürü'nü canlandırmakta. Londra'daki bir otel müdürünü değil, adeta Sirkeci otellerinden birinin kâtibi gibi... Richard Phillips'te Volkan Ünal, kontrolün, zamanlamanın, oyuna yaşamsal disiplinle hazırlanmanın oyuncunun vazgeçilmezleri olduğunun bilincinde. Doğal fizikselliği dış aksiyonu mükemmel yansıtıyor. Ünal'ın tiyatrocu kimliğine ve komedi oyuncusu gömleğine hayran olmamak olanaksız. Tiyatrokare'den tanıdığım Deniz Oral (Ronnie), Garson'da Ali Uyandıran, gerçekdışılığın yansıması sırasında, doğrusu oyuncular arasındaki emniyet ve güven duygusu pekiştiren bir oyun vermekteler. Ama Ali Uyandıran'a artık bir çift sözüm var: N'olur "Bizimkiler" dizisindeki "Halis" tiplemesinden kurtulsun. Mandy Harmon'da Yasemin Öztürk, sahneye gerçekten estetik bir tat salıyor. Öztürk, belli ki "okullu". Dolayısıyla, onun komedinin oluşmasını ve komik karakter yaratımındaki özelliği daha bir belleyeceğine inanmam gerekmekte. O bir okullu ise; farklılığının, kişiliklerin yanında, çeşitli fiziksel özellik ayrımının belirginleşmesinden kaynaklandığını elbette biliyor olması kaçınılmaz. Ammaaa... Her şeyden önce aman sözcüklere, vurgulara dikkat! Bundan böyle "dal:kavuk" demek yok, sözcüğün doğrusu "dalkavuk" çünkü...
Zeynep Gülmez İyi Yolda Cansın Özyosun'a "kötü" diyemeyeceğim, ama tiyatro sahnesinde Hizmetçi'yi canlandırmanın TV'deki "dizi dizi incilerde" rol kesmekten, örneğin "Pelin"i oynamaktan çok daha zor olduğunu ve tiyatronun çoook çalışma gerektirdiğini anımsatacağım. Kırılmak, darılmak yok! Cansın Özyosun'dan kendisini geliştirmesini beklemek, anamın ak sütü gibi hakkım benim. Hemşire Gladis'te Nurkan Törün, bu rolün altından pekâlâ kalkmakta. Olanak bulabilirsem kendisini Tiyatro Ti yapımı "Başkan ve Hayalet"te de izlemek isterim. Yolu açık Törün'ün. Zeynep Gülmez, Oyun Atölyesi'nde izlediğim "Cimri"deki Mariane tiplemesi ertesi "amca" olarak
söylediklerime "itibar" mı etmiş, yoksa kendi kendini mi düzeltmiş bilemiyorum, ama Suzan Phillippe'yi belirginleştirdiğini, sesinin parametrelerini değiştirme sanatında başarıya ulaştığını açık yüreklilikle söyleyeceğim. Bu arada, Emre Törün'ün zor olduğuna inandığım "Ceset" rolüne bir anlamda beden dilini de katarak "can vermesini" kutlamadan edemiyorum. Ceset'e inanılırlığından hiçbir şey kaybettirmiyor. Emre Törün'ün her komedi oyuncusunda pek rastlanmayan bir tür yeteneği olduğu kesin.
Not: Nisan 2007 ayı içinde www.tiyatrodergisi.com.tr adresindeki portalımızda, yazarımız Üstün Akmen'in "Casablanca (Tiyatro Kedi); "Şerefe Hatıralar (Tiyatro Pera)"; "Bu Aşkta Bi'şey Var (Sadri Alışık Tiyatrosu)"; "Titanik Orkestrası (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları)" ve "Tak Tak Takıntı (Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu)" oyunlarına ilişkin eleştiri yazıları yayımlanmıştır.
Ali Sunal'a gelinceee: George Pigden'in doğallığını seyirciye aktarırken, yapay birtakım fiziksel illüzyonları fevkalade başarılı bir biçimde ön plana taşımayı başardığını söylemeden edemeye ceğim.
pe
cy
a
Ali Sunal Filiz Veriyor Mercek altındaki Ali Sunal'a gelinceee: George Pigden'in doğallığını seyirciye aktarırken, yapay birtakım fiziksel illüzyonları fevkalade başarılı bir biçimde ön
plana taşımayı başardığını söylemeden edemeyeceğim. Oyundaki sıradan tabloları ciddiyetle algılamakta Sunal. Ciddi yöne mizahi açıdan eğilebilmeyi başarması, genç oyuncunun ilerisi açısından daha ciddi anlamlarda umut vermekte. En azından beni gönendirmekte, iyiden iyiye ümitlendirmekte.
Tiyatro: Don Kişot Prodüksiyon Yazan: Ray Cooney Çeviren: Haldun Dormen - Kemal Uzun Yöneten: Emre Törün Sahne Tasarımı: Kaan Güreşçi Giysi Tasarımı: Duygu Kabaçam Işık Tasarımı: Ulaş Yatkın
Oyuncular: Ali Sunal, Volkan Ünal, Ali Uyandıran, Gazanfer Ündüz, Deniz Oral, Zeynep Gülmez, Yasemin Öztürk, Emre Törün, Nurkan Törün, Cansın Özyosun
17
pe cy a
Eleştiri
Hoşça Vakit Geçirten Bir Oyun
"İlk Göz Ağrısı" Beki Haleva / bekihaleva@hotmail.com
Bu yılki repertuvarını farklı türden ye dönemden oyunlara ayıran İBŞT sezonun başında Batı tiyatrosunun eski dönem yazarlarından Vega'dan bir örnek sunmuştu; sezon sonuna doğru yaklaştığımız bugünlerdeyse bu kez Batı modelinde gelişen Türk tiyatrosunun en eski örneklerinden Feraizcizade M. Şakir'in bir oyunuyla seyircisinin karşında.
Yönetmen bu eski oyunu "özüne sadık kalarak ama modernize edilmiş bir yorumla" sahneye taşıdığını vurgula makta.
Çağdaş türk tiyatrosunun gelişiminde Fransız tiyatrosuna özgü melodram ve vodvil çevirilerinin, Ahmet Vefik Paşa'nın Moliére'den yaptığı uyarlamaların katkısı yadsınamaz bir gerçektir. Bir komedya yazarı olan Feraizcizade Mehmet Şakir'in halk ağzı ve deyimleri kullanarak usta bir dille kaleme aldığı, döneminin toplumsal ve kültürel yapısını yansıtan yapıtında, gerek Bursa'da birlikte çalıştığı Ahmet Vefik Paşa'nın, gerek Fransız tiyatrosunun olduğu kadar dünya tiyatrosunun da yapı
taşlarından olan Moliere'in etkisi çok açıktır. Yazarın Batı tiyatrosuna özgü tiplemeler ile geleneksel Türk tiyatrosunun kimi özelliklerini bir potada eritip her ikisinin öğelerini içine alan bir yaklaşımla yazmış olduğu İlk Göz Ağrısı, Türk tiyatrosunun ilk oyunlarından biri olarak bilinmektedir. Bu eski oyunu günümüz diline uyarlayan T. Yılmaz Öğüt, sahneye taşıyansa Erhan Yazıcıoğlu. Bilindiği gibi Öğüt sahibi olduğu MitosBoyut Yayınevi'nde tiyatroya yönelik yayımladığı sayısız yapıtla Türk Tiyatrosuna sağladığı katkıdan dolayı, geçtiğimiz yıl Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin onur ödülüne lâyık görülmüştü. Dönemin toplumunu, kadın ve erkek kimlikleriyle bu toplumu oluşturan bireylerini, bu bireylerin birlikteliğinden doğan evlilik müessesini Molieresk bir
yaklaşımla ve eleştirel bir gözle irdeleyen oyunun merkezinde Osmanlı'nın son dönemlerinde rastlanabilecek türden bir aile yer almaktadır; hali vakti yerinde uyum içinde yaşayan bir çift ve onlarla birlikte aynı evi paylaşan ve mutlu oldukları anlaşılan kızları Naile ve damatları Burhan. Ne var ki iç güveysi damat dara düşüp kendisine hediye edilen karısının aile yadigârı saatini rehin bırakınca bu mutlu evliliğin temeli çatırdamaya başlar ve kısa sürede son bulur. Böyle olunca Burhan'ın olduğu gibi Naile'nin de yolu çöpçatan Akile'nin evine düşer, tıpkı karılarından bıkmış kahvehane müdavimleri Ceri Hasan ile Zaik ve yeni kısmetler arayan karıları Zevkiye ile Mukadder gibi. Her biri yeni bir aşk, yeni bir heyecan arayışında olsa da ilk göz ağrıları yine de ağır basar ve oyun Akile'nin paraya olduğu kadar sevgiye de önem veren akıllı manevraları sayesinde mutlu sonla noktalanır.
Oyuncuların her biri rollerinde başarılı. Ancak Laz damat Burhan'ı oyun boyunca hiç teklemeyen bir şiveyle oynayan Hazım Körmükçü daha ön plana çıkıyor doğal olarak. Yer yer kimi repliklerin anlaşılması zorlaşsa da, bu şive komedi unsuru olarak oyuna bir ivme kazandırıyor. Hazım Körmükçü'nün oyuna katkısı yalnızca oyunculuk düzleminde kalmamış, müzik düzleminde de kendini gösteriyor. Oyun şarkısının söz ve müziği de ona ait. Öne çıkan bir başka oyuncu da Akile'yi üstlenen Funda Postacı Kıpçak, paraya olduğu kadar sevgiye de önem veren sevimli, becerikli aynı zamanda alımlı çöpçatanı başarıyla canlandırıyor. Naile rolünde Bestem Türen, Beytiye'de Gül Akelli, Bahtiyar'da Uğurtan Atakan, Ceri Hasan'da Burteçin Zoga, Zevkiye'de Işıl Zeynep Tangör öteki oyuncuların bir adım önüne çıksalar da bu kalabalık kadroda tüm oyuncuların birbirleriyle uyum içindeki performansları hiç aksamıyor.
Kostüm Tasarımını gerçekleştirense Ayşen Aktengiz. Kostümler dönemi ve kişilerin konumunu yansıtmada başarılı ancak kadın kostümleri çok benzer olmuşlar gibi geldi bana. Hüseyin Tuncel'in müzik planlamasının ve bu müziğe eşlik eden Eftal Gürbudak'ın koreografisininse oyuna katkıları hayli fazla. Çünkü bana göre oyunun amacı hoş bir seyirlik gerçekleştirerek keyifli bir iki saat geçirtmek, böyle olunca da dans ve müziğin haliyle kulağa ve göze hoş gelmesi beklenir.
Kostüm Tasarımını gerçekleşti rense Ayşen Aktengiz. Kostümler dönemi ve kişilerin konumunu yansıtmada başarılı ancak kadın kostümleri çok benzer olmuşlar gibi geldi bana.
Sonuçta seyirciye önemli bir mesaj vermese de hoşça vakit geçirten ve tabii nostalji de yaşatan bir yapım çıkmış ortaya. Bu arada gala gecesi ara süresince fuayede leblebi eşliğinde sunulan geçmişin gözde içeceği boza, oyunun havasını fuayeye de taşıyan hoş bir ayrıntı olmuş diye düşündüm bozayı sevmesem de.
cy a
Oyunun dekor tasarımını gerçekleştiren Nilgün Gürkan gerek kostümde, gerek dekorda çok başarılı çalışmalara imza atmış bir isim. Bu oyunda da burjuva Osmanlı evini, eski
İstanbul sokağıyla iç içe kahvehaneyi başarıyla gerçekleştirmiş. Dekor değişimlerinde görev alan elemanların oyunla uyum içindeki kıyafetleri de ayrıntıya verilen önemi vurgulaması açısından olumlu bir yaklaşım. Ceyhun Ergül'ün ışık tasarımı dekoru destekler nitelikte.
pe
Bu eski oyunu ilginç kılmak ve sıkılmadan seyredilmesini sağlamak için yönetmen, seyirci ile oyuncuyu yakınlaştıran bir yol izlemiş. Resmi geçit yaparcasına salondan giriş yaparak sahne alan oyuncular, oyun boyunca da seyircilerin arasına dalmakta, sorularıyla onları repliklerine katmakta, hatta kimi kez seyirciden sorularına yanıt bile almaktalar. Bu açıdan bakıldığında oyuncu-seyirci etkileşiminin güçlü olduğu bir oyun İlk Göz Ağrısı. Yönetmen bu eski oyunu "özüne sadık kalarak ama modernize edilmiş bir yorumla" sahneye taşıdığını vurgulamakta. Kadın-erkek ilişkileri duygu bağlamında zaman içinde değişmemiş olsa da günümüzde içgüveysi (özellikle varlıklı aileler söz konusu olduğunda), çöpçatanlık gibi kavramlar artık fazla geçerli olmasa gerek. Ancak ışık efektiyle verilen yürek çarpıntısı, salonu çınlatan ses efekti ya da cinsel tercihi çok belirgin bir uşak gibi kimi öğeler az da olsa oyuna daha modern bir yorum getiriyor. Orta oyununu, tuluatı çağrıştıran diyalogların yanı sıra sazlı sözlü, çengili bir cümbüşe de dönüşebiliyor oyun zaman zaman. Kısacası yönetmen ikinci yarıyı biraz fazla uzun tutmuş olsa da seyirciyi güldürmeyi, eğlendirmeyi başarıyor.
Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Feraizcizade Mehmet Şakir Uyarlayan: T.Yılmaz Öğüt Yöneten: Erhan Yazıcıoğlu Sahne Tasarımı: Nilgün Gürkan Giysi Tasarımı: Ayşen Aktengiz Müzik: Hazım Körmükçü Dans Düzeni: Eftal Gülbudak Işık Tasarımı: Ceyhun Ergül Oyuncular: Bestem Türen, Hazım Körmükçü, Gül Akelli, Uğurtan Atakan, Burteçin Zoga, Gürol Güngör, Funda Postacı Kıpçak, Ümit İmer, Yonca İnal, Işıl Zeynep Tangör, Aslı Nara, Selçuk Yüksel, Esra E.Karabaş, Güneş Han, Yeliz Tozan Uysal, Pınar Aygün, Esra Ede, Gökhan Eğilmezbaş, Doğan Altınel, Yalçın Avşar, Oğuzboy Vedat Şahin, Mevlüt Demiryay.
19
a
Aşkın Karın Ağrısı
Eleştiri
Sanatın İçinden Geçen Kent Eskişehir'den
pe cy
Tiyatro İzlenimleri
Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Türkiye'deki ilk ve tek profesyonel üniversite tiyatrosu olan Tiyatro Anado lu'nun çağrılısıy dım. 20062007 sezonunda dört oyunla seyircileriyle buluşmayı sürdürmek teydiler... 20
Baharın cıvıl cıvıl, kımıl kımıl kendini gösterdiği şu günlerde, geçenlerde içinden sanatın lütfen ve "kısmen" geçtiği kentlerden birinde değil, ama sanatın içinden geçen kentteydim. Eskişehir'deydim.
İki üniversiteli kent, bilimsel ve sanatsal etkinlikler bakımından büyük kentlerle yarıştan kopmamıştı. Bilimsel kongreler için yeğlenen, senfoni orkestrası, operası bulunan gönül bağlantılı olduğum Eskişehir'de, Anadolu Üniversitesi kampusunda ağırlandım. "Yangın Yerinde Orkideler" Evet... Türkiye'deki ilk ve tek profesyonel üniversite tiyatrosu olan Tiyatro Anadolu'nun çağrılısıydım. 2006-2007 sezonunda dört oyunla seyircileriyle buluşmayı sürdürmekteydiler. Işıklar içinde kalası Memet Baydur'un "Yangın Yerinde Orkideler"ini tam on beş yıl sonra yeniden sahne ışıklarına
kavuşturmuşlardı. Yaklaşık bir yıl önce, 15. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Tiyatro Anadolu yapımı olarak izlemiştim. Yaşamın yol ayrımına gelmiş bir "Adam"ın (Polat Bilgin) köprü altına gelmesiyle başlayan oyun, kendisiyle ve hayatla yaptığı hesaplaşmanın son durağındaki Nuri (Arif Pişkin) ve Neriman'la (Aylin Aydoğdu) karşılaşmasıyla gelişiyordu. Bir kenara çekilmeyi seçmiş, samimi, güler yüzlü bir o kadar da hüzünlü olan; hayata tutunmanın yolunu burada bulan rıhtım insanlarıydı Nuri ve Neriman... Kısa süre de olsa kader birliği yapan üçlünün karşısında ise; tüm sahteliği ve riyakârlığıyla Nebati (Ümit Aydoğdu), Nezih (Süleyman Karaahmet) ve Nurçin (Nazan Yerli) durmaktaydı. Düşle gerçeğin birbirine karıştığı oyunda yaşam içinde yerini bulamayanların çatışması vardı Baydur'un oyununda. Gökhan Soylu, Memet Baydur'un çok katmanlı anlatımını son derece iyi kavramış; yaşam-ölüm, doğu-batı,
köy-kent, zenginlik-yoksulluk, varlık-yokluk, ezen-ezilen ve bunlar gibi pek çok karşıtlığı oyun-gerçek ikileminde ve de hem ironik hem de eğlenceli bir biçem içinde sahneye yansıtmıştı. Hakan Dündar, göz okşayan dekor ve kostümler tasarlamış, Enver Başar, Enver Başar gibi bir ışık düzeni kurmuştu. Oyuncuların tümünü başarılarıyla aklıma "nakşetmişim". Aralarından Aylin Aydoğdu'yu, Nazan Yerli'yi ve Arif Pişkin'i "mek parmak" öne çıkartarak... "Aşkın Karın Ağrısı" Mustafa Sekmen'in yazıp yönettiği "Aşkın Karın Ağrısı", bu gelişimde Eskişehir'de izlediğim ilk oyun oldu. Mustafa Sekmen, halk ve köy tiyatrosu geleneği ile Anadolu halk danslarından yararlanarak çağımız sahne ve oyunculuk olanaklarını kullanmayı amaçlamış. Biçimleri farklı bir gösterim biçimine dönüştürmek istemiş. Oyuncuların kendi bedensel arayışlarından
Yangın Yerinde Orkideler
düşmüşlerken, kellesi uçurulan bir valinin yeni doğmuş oğlunun anası kendi malının ve canının derdine düşünce ortada kalmasını anlatır. Oyunu, bölümün öğretim üyesi Ümit Aydoğdu sahneye koymuştu.
a
Kostümcüler Ne Yapmak İstemiş Diğer taraftan, Duygu ÖzgülSeçil Tekin ikilisinin kostüm tasarımlarında Adam'ın pantolonunun sol bacağında üst bacak kemiği, patella ve kaval kemiği "resmetmelerine" sözüm yok da, sağ bacağında neden sadece üst bacak kemiği çizdiklerini anlamadığımı açık yüreklilikle itiraf ediyorum. Arif Pişkin'in ve Yonca Ender Sekmen'in performanslarını kutlamadan da edemiyorum. Arif Pişkin'in güldürü yeteneğini bir kez daha takdir ederken, Yonca Ender Sekmen'in danslarıyla sahnede bir görsel şölen çıkarmasını, vahşi çığlıkları kafa sesi kullanarak atmasıyla kakofoni yaratmamasını asla görmezden gelmiyorum.
pe
"Performans"ın İçinden Çıkamadım Benim Değerli Okurum, "Aşkın Karın Ağrısı"m yazan ve yöneten Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sekmen'in, oyun metnini bilerek ve isteyerek oyunluktan çıkardığını, "performans" yaptığını öncelikle söylemeliyim. Sekmen'in sahne olgusu kolay betimlenemiyor, çünkü "performans"ın göstergeleri uygulamada küçük kalıyor, zor algılanıyor, hatta hiç algılanamıyor. "Performans" kapalı ve okunamaz durumda. Bastırılan vurgular, bakışlar, hareketler, anlam uyandıran anlar yok değil, yok değil ama anlamın yittiği ve pek az dışa vurabilen yerler fazlalıkla ağırlıkta. Örneğin, oyun öncesi "sahne hazırlama" tablosuna neden gerek görülmüştür anlayamadım. Haydi diyelim "elma" objesi Adem ile Havva öyküsüne gönderme, iyi de Samuray kılıcı, kovboy tabancası ve kılıfı, asker palaskası, Kızılderili'nin (oku olmayan) yayı ne demek oluyor? Adam ilkeldir. Bu olgu da davranış biçiminden, konuşamamasından, böğürür gibi sesler çıkarmasından bellidir. Tamam. Zaman da ilkel zamandır. Fonda birbirine karışan çakal uluması ve kuş sesleri zamanı vermektedir. İyi de ya sonrası? Mustafa Sekmen ne demek çabasında, hangi iletiyi seyirciye geçirmek istiyor? Bilmiyorum, bilemiyorum. Belki de ben anlamadım, o da olabilir elbette. Gel gelelim, illa soracak olursanız, Mustafa Sekmen'in öznel bakışının uçucu bir izlenimle yetinmemiş olmasını dilerdim. İzleyici için algılanan
nesnenin devinimlerini estetik açıdan görmek, hatta bedensel olarak oyuncu-dansçının gelişimlerini, gösterimini kendi dinamiği içerisinde izlemek yetmiyor derdim. Oyun katalogunda "farklı yeni bir hikâye ve ifade biçimi"nden söz ediyor, ama "Aşuk ile Maşuk"un da işe karışmasıyla "performans"m iyiden iyiye içinden çıkılmaz olduğunu söylerdim.
cy
doğaçlamaya yönelmiş. "Tehlike"yi konu edinmiş. Tehlikeden korunma güdüsünü öne çekerek dil oluşturmayı denemiş. İyi mi etmiş? Şimdi göreceğiz efendim.
Aydoğdu'dan "Kafkas Tebeşir Dairesi" Neyse!.. Emeklerine dirlik diyeyim. Bu arada, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü son sınıf öğrencilerinin de bir çalışmasını izleme olanağı buldum, onu da şuracıkta anlatıvereyim dilerseniz. Brecht'in, "Kafkas Tebeşir Dairesi" başlıklı oyunuydu bu çalışma. "Kafkas Tebeşir Dairesi", Brecht'in eski bir Çin efsanesini temel aldığı bir oyundur, bilirsiniz. Çökmekte olan feodal düzenin egemenleri birbirlerine
Umut Kıvılcımı Gençler Aydoğdu'nun, Brecht karakterlerinin ikilemlerinden kahraman-suçlu çelişkisini irdeleme yorumunu yürekten alkışladım. Aydoğdu, Brecht kuramlarının çözümünü sadece estetik ya da akademik araştırmalara bağlamamıştı ve Brecht'in dünya görüşü kuramlarını, giderek deneylerini yönlendirmeyi başarmıştı. Elindeki gencecik malzemeyi deneyler yoluyla ve belli bir dünya görüşünü aydınlığa çıkartarak yönetmişti. Brecht'in burjuva tiyatrosundaki alışkanlıkları ortadan kaldırmak için önerdiği tiyatral araçları bilinçli biçimde kullanmış, ama kalıp olmaktan da kurtarmıştı. Estetik kötürümlük yoktu yorumunda. Tiyatronun da her şey gibi her an değişebilir olduğunu kanıtlıyordu adeta. Dizgeleri kategorik düşünmemişti. Oyun metnini doğal olarak bir çalışma metni olarak yeniden düzenlemediğini, grup çalışmasını öne çektiğini sezinledim. Son derece yüksek enerjili, mükemmel bir ritim elde ettiği, anlatım olanaklarını yaratıcı bir biçimde kullandığı bir iş çıkarmıştı ortaya. Ne yalan söyleyeyim, oyunun sonunda gözlerim yaşardı,
Benim Değerli Okurum, "Aşkın Karın Ağrısı"nı yazan ve yöneten Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sekmen'in, oyun metnini bilerek ve isteyerek oyunluktan çıkardığını, "perfor mans" yaptığını öncelikle söylemeli yim. 21
kıvançtan ağlamaklı oldum. Gençlerin tümü elbirliğiyle içime umut kıvılcımları düşürdü. Haaa, sahi!.. Umut demişken, özel tiyatro yöneticilerimizin kulaklarına fısıldayıvereyim... Asker'i canlandıran Çağrı Mengüç de, Grusche'ye can veren Seçil Dedeyi de veee oyunun sefahat, rüşvet düşkünü serseri bilge Azdak'ı Pınar Şenol da bu yıl mezun olup hayata atılıyor. Hani, yani, ne diyeyim... Benden söylemesi...
Behiç Ak'ın Atılım Yaptığı Oyun Behiç Ak'ın, bu oyunuyla, "Tek Kişilik Şehir"e oranla müthiş bir atılım yapmış olduğunu daha önce "başka bir vesileyle" yazmıştım. İnce, insanın nesnel gerçekleri algılama yetisini doğrudan devindiren, sonuç çıkarma yeteneklerinin tümüne birden seslenen, temiz Türkçe'siyle kolay kapılan/kapılınan bir oyun bu. Yönetmen Erol İpekli, depremle ilgiliymiş gibi görünüp de, aslında insanlar arasındaki ilişkiler ya da ilişkisizlikler üzerine kurulu metni iyi yoğurup; komedinin altındaki trajediyi öne çıkarabilmeyi başarmış. Malın, mülkün, fonlara, repolara yatırılan paraların felaket karşısındaki değersizliğinin altını da iyi çizince ve metinde vurgulanan "öylesine yalnız insanlarız ki" iletisini sertleştirerek verince, doğrusu ortaya iyi iş çıkmış. Erol İpekli'nin, tüm tiyatro uygulamalarından yararlanması; gövdenin diline, ses ve hareketin koreografisine önem vermesi, sahnede düzen tanımaz, kendiliğindence yaşamsallık
cy
a
"Fay Hattı" Eskişehir'deki son akşamımda Behiç Ak'ın "Fay Hattı" başlıklı oyununu izledim. "Fay Hattı"nı 2003-2004 sezonunda Dostlar Tiyatrosu yapımı olarak da izlemiştim. 1982 yılından beri Cumhuriyet Gazetesi'nde "Kim Kime Dum Duma" bant karikatürü çizmekte ve 1986'dan bu yana çocuk kitapları yayımlamakta olan Behiç Ak'ın, Japonya'da yayımlanmış birçok çocuk kitabı yanı sıra, Devlet ve Şehir tiyatrolarında sahnelenmiş tiyatro oyunları da bulunmakta olduğunu biliyordum. "Bina" adlı oyununun 1993 yılında "Kültür Bakanlığı Özel Ödülüne", 1996'da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda sahnelen "Ayrılık" adlı oyununun, aynı yıl Cevat Fehmi Başkut ödülüne değer görüldüğünü anımsıyorum. 2002 yılında, "Tek Kişilik Şehir" adlı oyunu ile aynı ödülü almıştı. Ben, her ne kadar "Tek Kişilik Şehir"ini "haşin haşin" eleştirmiş olursam olayım, Türk tiyatro yazınına taze kan pompalamaya çabalayan bir yazar olduğunu hiç yadsımadım Behiç Ak'ın.
üzerine bir oyun. Oyun kişileri, uzun yıllardır evli Sibel (Arzu Turan) ile Ahmet (Enis Yıldız) ve on iki yıldır üst katlarında oturduğu halde, ancak deprem vesilesiyle tanıştıkları Murat (Süleyman Karaahmet). Karı koca, sıcak ve "güvenli" yuvalarında deprem felaketzedelerine gönderecekleri giysileri seçerlerken, yeni bir sarsıntı olur. Bu sarsıntı, aynı zamanda onların bir anlamda yaşamlarının da sallanması anlamını taşıyacaktır. Sahip olduklarını sandıkları hemen hiçbir şey esasında "sahici" değildir. Ne son model bilgisayarları ne dört güvenlik kilitli cipleri, ne hırsıza karşı üstün korumalı çelik kapılı evleri ne de çok mutlu görünen evlilikleri. Hiçbir şey...
pe
... özel tiyatro yöneticile rimizin kulaklarına fısıldayıvereyim... Asker'i canlandıran Çağrı Mengüç de, Grusche'ye can veren Seçil Dedeyi de veee oyunun sefahat, rüşvet düşkünü serseri bilge Azdak'ı Pınar Şenol da bu yıl mezun olup hayata atılıyor. Hani, yani, ne diyeyim... Benden söylemesi...
Giysi-Dekor-Işık-Oynanış Giysileri kim yapmış bilmiyorum, kötü değil, göz de tırmalamıyor. "İmece" usulü hazırlanan dekor tasarımı, tiyatro dekoru için yapılan "zenginlik sadece bolluk değildir," tanımına hiç mi hiç uygun değil. Yine elbirliğiyle kotarıldığı anlaşılan ışık düzeni de ne yazık ki aydınlatmadan öteye geçememiş. Gölgeler felaket... Oynanışa gelirsek, Süleyman Karaahmet'in, kol ve bacak hareketlerinde fevkalade kontrollü olduğunu söyleyeceğim. Uygun durumları iyi saptıyor, vücuduna uygun pozisyonlara imgeleminde yarattığı Murat'ı sindiriyor. İlle de: "Eleştir beni," derse, gülüş ve gülümsemelerinde bu oyunda daha cimri davranmalı derim. Genç oyuncu Arzu Turan, vücut yapısı, iç ve dış aksiyonun yansıması için uyarıcı etkilere mükemmel karşılık vermesiyle dikkat çekiyor. Burada "mükemmel" tanımını abartmadığımdan, son derece bilinçli olarak kullandığımdan emin olabilirsiniz. Aksini savlayacaklarla her ortamda karşılaşmaya hazırım. Arzu Turan, vücut yapısını bir atlet kadar iyi tanıyor. Sibel'in özelliklerini önceden ve titizlikle saptamış; saptadıklarını saptan samandan ayırmış. Enis Yıldız ise, fiziksel aksiyonları içsel özlerle süsleyerek Ahmet'e can veriyor. Enis Yıldız, Ahmet'i ruhsal yaşamıyla doldurmak için elverişli ve yeterli malzemeye sahip bir oyuncu. Oyunun içsel içeriğini iyi incelediği, iyi irdelediği de belli olmakta. Oyunun çok yüksek sesle oynanması sanırım yönetmenin yeğlemesi, ama bence yanlış.
Aşkın karın Ağrısı
Sahip Olduğumuzu Sandıklarımız "Fay Hattı", ilk bakışta deprem
yaratması metne gerçekten güç katmış.
22
Saat Kaç?: "Kıyamet Suları" Bu arada, zaman yarattım Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın da bir oyununu izleme olanağını buldum. Ne yalan söyleyeyim, bu grup da son yıllarda başarılarını gözlem altında tuttuğum tiyatrolar arasında yer almaktaydı. Civan Canova'nın 1996 yılında "Avni Dilligil" ve "İsmet Küntay" tiyatro ödüllerine değer görülen "Kıyamet Suları" başlıklı oyununu oynuyorlardı. "Reprisé" möpriz, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Yener Büyükerşen ile geçmiş yıllarda giriştiğimiz polemik molemik hepsi bir anda vız geldi, tırıs gitti. Özellikle genç oyuncuların gelişmesine tanık olmak benim için asla vazgeçilmezdi. 1996 yılı yapımını da görmemiştim. Gittim.
Ammaaa... İstanbul'a dönüş yolunda Nazan Yerli'yi, Arif Pişkin'i, Süleyman Karaahmet'i, Yonca Ender Sekmen'i, Mustafa Sekmen'i, E. Savran Perk'i, Polat Bilgin'i, ArzuTuran'ı, Enis Yıldız'ı, Mete Ayhan'ı, Özlem Akdoğan'ı, Murat Danacı'yı, Özlem Baykara'yı, Aylin Aydoğdu'yu, Ümit Aydoğdu'yu, Gökhan Soylu'yu, Hakkı Kuş'u yeniden ve uzun uzun düşündüm.
pe
Civan Canova'nın İlk Oyunu Civan Canova, kıyameti "hiçlik", "yok oluş" olarak algılamıştı. İnsan soyunun, insan emeğinin, düşüncenin, duygunun yok olmasını, hatta bir daha var olmamacasına karanlığa gömülmesini kurgulamış, yaşayan bizlerin yıllardır hem kendimize, hem de birbirimize yaşattıklarımızı konu edinmişti. "Kıyamet Suları", yine Civan Canova'nın olan "Ful Yaprakları" kadar sağlam temele basmıyordu, ama ne de olsa Canova'nın içinden çıkan "ilk çocuktu". Sahneleme anlayışındaki ayrıntılar ve aile bireylerinin iç yaşantılarından kesitler seyirciyi önce zorladı, sonra yanıt aramasını gerekli kıldı. Düşündüm de yüz yüze yakınken ne kadar da uzak düşüyorduk birbirimizden! En yakınımızdakiler, aile bireyleri bile olsak nasıl da uzak yaşıyorduk.
Oyuncular Benim her keresinde içime sindirerek izlediğim oyunculardan 2004-2005 sezonunda, 30. İsmet Küntay - En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü hak eden Özlem Akdoğan, Mete Ayhan, Murat Danacı, Özlem Baykara, E. Savran Perk, Hakkı Kuş yine kusursuza yakın oyun vermekteydiler. Hamile Kadın karakterine can veren Özlem Baykara'nın koşmasındaki atikliği, Murat Danacı'nın yün örer gibi ve babasının başını okşar gibi yapmasındaki "gibi"leri eleştirdim. İçimden dahi olsa, başka bir şey demedim, geçirmedim.
Yaratıcı Kadro Başarılı Enver Başar'ın ışık tasarımı yerli yerinde, Ayçın Tar'ın dekor tasarımı konuyu hazmettiren
Bozkırda Açan Çiçek
Tiyatro Anadolu Duygu Atay / duyguatay1@hotmail.com
Tiyatro sanatının bozkırda açan çiçeği Tiyatro Anadolu, serüvenini doludizgin sürdürüyor. Artık metropollerin bile yok sayamayacağı, on üç kişilik oyuncu-yönetmen kadrosuyla, içindeki cevherleri izleyicilerine aralıksız sunuyor. Gerektiğinde dışarıdan-hem de Şakir Gürzumar gibi önemli isimleri- konuk yönetmen olarak çağırıp, saptadıkları oyunları çalışıyorlar, repertuvar tiyatrosu biçiminde öğrencilere ve Eskişehir izleyicisine izletiyorlar. Hem yerel izleyiciler hem de İstanbul'dan çağrılan gazeteci ve yazarlar için dört oyununu sergiledi tiyatro: Memet Baydur'un "Yangın Yerinde Orkideler", Behiç Ak'ın "Fay Hattı", Malaparte'nin "Kadınlar da Savaşı Yitirdi" ve Mustafa Sökmen'in "Aşkın Karın Ağrısı". Bu oyunlardan ilkini ve sonuncusunu görme olanağını buldum. Oynanışlardaki profesyonelliğe ve izleyiciye hayran kaldım. Çok şanslılar doğrusu. Böyle bir izleyici kitlesi her tiyatroya nasip olmaz. Büyük çoğunluğu konservatuvar öğrencisi. Üstelik oyunları izlemeleri, ders açısından da zorunlu duruma getirilmiş. Oyunun başında ve sonunda, onlara verilen manyetik kartları makineye okutarak oyunu sonuna dek izlediklerini belgelemek durumundalar.
a
Evet... Öyle ya da böyle, "Fay Hattı," seyrederken sahnedekinden ayrı bir dünyada olmak isteyeceğimiz, bu dünyada bütünüyle düzensiz bir yaşamın fantastik psikolojisiyle dolu insanların bulunmasını dileyeceğimiz, bu insanların yanlışlarına, yanılgılarına, aldanışlarına, aldatışlarına katıla katıla güleceğimiz trajikomik bir oyun. Kendiliğinden doğan mizahın bir örneği. Yani bir anlamda bizim öykümüz, bizim oyunumuz!..
düzeydeydi. Gönül Sipahioğlu, kostümlerin tersini yüzüne çevirerek deforme etmişti. Neden böyle etmişti, anlamadım. Tolga Çebi'nin müzikleri yönetmenin yorumuna katkı sağlar nitelikteydi ve Turgay Kantürk, yazarın çizgisini bozmadan metni sahneye taşımıştı. Turgay Kantürk'ün altı oyuncudan dördünü çok bağırtarak oynatmasını, seyirciyi silkelemek adına dahi olsa yadırgadığımı söyleyebilirim, ama gerisi için "emeğine dirlik" derim.
cy
Yanlış çünkü doz aşılmış. Bence yeniden gözden geçirilmeli.
Tümünü birden başarının "iyi" yolunda görmüştüm. Onları gönlüme süzdüm.
Lions Tiyatro Ödülleri Jürisi, "Yangın Yerinde Orkideler"de Neriman'ı oynayan Aylin Aydoğdu'yu "En İyi kadın Oyuncu" ve "Aşkın Karın Ağrısı"nm yönetmeni Mustafa Sökmen'i de "En İyi Yönetmen" seçerek, bence hak ettikleri ödülü bekleyen, hiç de amatör olmayan ama amatör bir ruhla çalışan bu tiyatro insanlarını ödüllendirdi. Öğretmen-öğrenci birlikte, oluşturdukları model üzerinde imece usulü çalışıyorlar. Kompleks yok, tartışma-çatışma yok. Sahne tasarımı, kostüm yapımı, ışık dahil, her şey kendilerinden. Teşbihte hata olmaz, Tiyatro Anadolu bir makinenin bir yanından inek sokuyor, diğer yanından paketlenmiş salam dilimleri alıyor. Hem de çok lezzetli olarak...
"Kıyamet Suları", yine Civan Canova'nın olan "Ful Yaprakları" kadar sağlam temele basmıyordu, ama ne de olsa Canova'nın içinden çıkan "ilk çocuktu". 23
Eleştiri ve Sakatlık Üzerine Ahmet Levendoğlu / alevendoglu@tiyatrodergisi.com.tr
Derginizin geçen sayısında, bu tiyatro döneminde Devlet Tiyatrosu'nda sahnelediğim Inishmaan'ın Sakatı oyunu "Mercek Altı"na alınarak altı eleştirmen tarafından değerlendirildi. Bu eleştirilerden biri de bu dergide birkaç yıldır değerlendirme yazıları yazmakta olan Yusuf Eradam'ınki idi. Benim bu yazım, özde Eradam'ınkine bir yanıt içeriğinde ise de, amacım, eleştirinin temel gerekliliklerine ışık tutan bir belge olarak da okunması, algılanması. Değerlendirmenin değerlendirmesine girişmeden önce konunun geri planına ilişkin birkaç söz etmeliyim. 1967 yılından bu yana çevirdiğim oyunlar sahnelenmekte, 1975'ten bu yana da yönetmenlik yapıyorum. Kestirilebilir ki bunlar üzerine yüzlerce eleştiri yazıldı. Belgeliğime baktığımda görüyorum ki bugüne dek bunlardan yalnızca ikisine yanıt vermeyi gerekli bulmuşum. Çünkü ben, eleştirmenin beğenmeme hakkına, beğenmediğini de yerden yere vurma özgürlüğüne inanan, bunu savunagelen bir tiyatro insanıyım. Buna koşut olarak, ülkemizde yetersizliği bulunan tiyatro eleştirmeninin yetişmesi ve çoğalması için kendi adıma da, bu dergi çatısı altında da, uzun yıllardır azımsanmayacak çaba göstermekteyim. Bu nedenledir ki, dört beş yıl öncesinde bu alanda hiç ürün vermemiş olan kişiler şimdi bu sayfalarda -çoğunlukla nitelikleri giderek gelişmekte olan- değerlendirmeler yapmaktadır. Yusuf Eradam da andığım kişilerden biridir.
a
Geleyim, Eradam'ın "Dili Efendileştirmeyelim Efendiler!" başlıklı, madde madde ele alacağım yazısına:
pe cy
- Başlıktaki içerik, yazıda da "Dili efendileştirme telaşından kurtulamamış bir metin duydum ben." sözleriyle pekiştiriliyor. Bu "efendileştirme" savı öylesine gerçeğin tam tersi ve benim için öyle gülünç bir sav ki, geçmişin tanıklığına başvurarak yanıtlamalıyım: Süreklilikle izleyenler bilirler, sanat yönetmenliğimdeki Tiyatro Stüdyosu -bu tiyatro dönemi dışında- on yedi yıldır oyunlar sahnelemekte. Bu oyunların yarısından fazlasında, Eradam'ın "efendileştirildiğini" ileri sürdüğü "F word/Fuck"ın ve türevlerinin Türkçe'de tam karşılıkları kullanılmıştır sahnede. Öyle ki, bu tabuyu yıkan olmuştur Tiyatro Stüdyosu. Bu duruşunun en olaylı yansımasını oluşturan bir "tiyatroda Tarsus olayı" vardır ki, orada, devlet erkini temsil eden Tarsus Kaymakamı ile Tarsus Belediye Başkanı, "küfürlü" olduğu gerekçesiyle Bağla Şu İşi oyunumuzu kaba güçle durdurmaya kalkışmışlarsa da, kararlı direnmemizle bunu başaramamışlardır. 1999'un mayıs ayındaki bu olay medyada haftalarca geniş yer tutmuştur. Yusuf Eradam bunu bilmiyor olmalı ki, benim çevirdiğim ve yönettiğim bir oyunda "efendileştirme" çabası olabileceği gibi ciddi bir yanılgıya düşmüş. Eradam'ın o tarihte tiyatro eleştirisiyle ve belki de tiyatroyla yakın bir ilintisi olmadığını, yan uğraşlarının da başka alanlara yönelmiş olduğunu varsayabiliriz. Yine de, bir eleştirmenin, konusunun hiç değilse yakın geçmişine ilişkin temel olguları/bilgileri edinme sorumluluğu bu bağlamda akla gelecektir. Eradam'a, istemesi durumunda, olayın bir klasörü dolduran kesiklerini iletebilirim. - Yusuf Eradam, oyuna "sakat bacağı üzerinde yürüyen" ve "tahammül edilemez" tanımlarını yakıştırırken, bunun temel nedenini "İngilizce'de 'Fuck' ya da İrlandalının İngilizce konuşmasındaki 'feck'" sözcüklerinin çeviride "ittiğimin" sözcüğüyle karşılanıyor olmasına dayandırıyor ve bu noktada da ciddi bir yanılgıya düşüyor: - "'Feck' ile 'Fuck' iki farklı sözcük değildir." belirlemesi toptan yanlıştır. İngilizce sözlüklerin en saygını olan "The Oxford Dictionary"de bile yer almayan "feck" (aslında oyunda yaygın kullanılan türeviyle "fecking"), özgün bir güldürü anlayışının güçlü bir yer tuttuğu İrlanda kültürü ile saf ama "cin fikirli" İrlanda insanının yaman bir buluşu, bir yaratışıdır. Tek harfi değiştirilerek "fucking" yerine kullanılan "fecking", amaçlandığı yerde sövgü olarak geçerlilik kazanan, tersi durumda da -sövgü dokundurmasını yapmakla birlikte- "masum" sayılabilen bir sözcüktür. Bu nedenle, "kelimeyi söylüyormuş yapıp da söylememek" Eradam'ın savladığı gibi "oyunun özüne aykırı" değil, tam tersine, İrlanda insanının da, oyunun da özüne birebir uygundur. Aynı bağlamda, söz konusu sözcüğün "her yere iteklenişine... leblebi çekirdek gibi kullanılışına" karşı çıkarak "(...) dilimizde çeşitli küfür sözcükleri, ifadeleri mevcuttur ve bu çeşitlilik kullanılsaydı(...)" önerisinde bulunmakla bir kez daha olması gerekenle tam
ters düşüyor, Eradam. Çünkü, öncelikle, sözcüğü "her yere itekleyen" (herhalde ne yaptığını bilen) yazardır, çevirmen değil. Çevirmen, doğru çevirinin gereği olarak, yazar nerede "fecking" kullandıysa, onu (özgün örnekte olduğu gibi, yakın ses benzerliği gereğine de uyarak) "ittiğimin/ittirici" sözcükleriyle karşılamıştır. Bundan öte, sözü edilen "yineleme" yazar tarafından bilinçli olarak kullanılmaktadır. Bunun da iki nedeni var: 1) İrlanda İngilizcesinin en belirgin (ya da tuhaf) özelliklerinden biri çeşitli yinelemelerin çok sıklıkla kullanımıdır; o denli ki, karşılıklı konuşmaların "soruyanıtlı" bölümlerinin hemen tümünde, yanıtın başında soru yinelenir. 2) Genç yaşında (karanlık) güldürünün büyük ustalarından biri konumuna gelebilmiş olan yazarımız McDonagh, yinelemeyi oyunlarında güçlü bir güldürü aracı olarak, bilerek kullanır. Çünkü yineleme, Antik Yunan'dan başlayıp, Commedia Del Arte'den geçip, Dario Fo'lara uzanan tarihsel çizgide hep varolmuş bir güldürü silahıdır. İşleyişi de şu gelişimi gösterir: Bir sözün/söz kalıbının yinelenip durmasından izleyenin şaşırması.. sıkılması.. sinirinin bozulması.. bunun sonucu olarak gülme yoluyla boşalma.. alışma; hoşlanma; her yinelenişte gülme.
cy
a
- Eradam yazısının üç ayrı yerinde "çeviri hatası" nitelemesini kullanmış. Hayret! Oyun dergisinde yer alan oyunun dili üzerine iki sayfalık ayrıntılı, çok sayıda örneğe dayalı açıklamaları okumamış mı? Ama hayır, "(...) yapılan açıklamalara karşın, çevirisindeki hatalar (...)" demiş Eradam, demek okumuş! Oysa İrlanda İngilizcesinin tarihsel, sosyo-politik, kültürel-folklorik açıklanmasının ardından (iletisini çok açıklıkla ortaya koyduğunu düşündüğüm) şu bölüm yer alıyor: "İşte, oyunun çeviri metninde, bu kendine özgü "dilin" yukarıda açıklanan tüm özellikleri doğrultusunda, yer yer ayrıksılığını, tuhaflığını, aykırılığını, kuralsızlığını da korumak ve sahne diline yansıtmak amaçlandı. Bunu yapabilmek için, özgün metnin dilini "normalleştirmek" ya da (Türkçesinde) "düzgün" konuşma kalıplarına, kurallarına uydurmak tuzağından bilinçli olarak uzak duruldu. Çünkü bu, sözü edilen tüm özellikleri ortadan kaldırmakla kalmaz, hem oyunun, hem İrlanda insanının özünü, ruhunu taşıyan güldürü öğesini yok ederek oyunu kökünden zedelerdi." Buna karşın Yusuf Eradam "(...) yanlışlar, kasıtlı yapılmış dahi olsa, yanlış yanlışlardır." demiş. Ben de bu durumda kendisine şunu diyorum: Oyunun (Türkçe) dili, düzgün, "normal", kurallara uygun (yani "bozuk", "kırık dökük" olmayan, yani yanlışı olmayan bir dil olsaydı, asıl (ve büyük) yanlış işte o olurdu. Bunu kavrayamayan eleştirmen, yanlışa düşmektedir.
pe
Eleştiri olgusunun bir başka uzantısına yönelerek konuyu sonuca vardırmaya çalışayım. Inishmaan'ın Sakatı perde açtığı günden bu yana "kapalı gişe" oynuyor; balkonları bile doluyor. İzleyici coşkulu beğenisini her oyunda cömertçe sunuyor. Şimdiden iki ödül almış olan oyunun Afife ile Alışık ödüllerinde toplam dokuz adaylığı var. Bugüne dek çıkan epey sayıda eleştiri/değerlendirme yazısının tümü -Eradam'ınkinin dışında- "olumlu" ile "üst düzeyde övgü" çizgisinde uzanıyor. "Mercek Altı"ndaki değerlendirmelerin çoğunluğunda çeviri, övgüyle sözü edilen bir yanı, oyunun... Bunların sıralamamın nedeninin şişinme, böbürlenme olmadığına inanılmasını dilerim. Amacım sözü şu iki noktaya getirmek: - Genel ve yoğun övgünün "kesin iyi"yi belirlediğini/kanıtladığını savunamayız. (Doğal ki bunun tersi de geçerlidir.) Tiyatro tarihinde bu gerçeğin çok çarpıcı örneklerini biliyoruz. Harold Pinter'ın ilk oyununu, biri dışında tüm eleştirmenler yerin dibine batırmıştır. O "biri" olan Harold Hobson, oyunu "yeni tiyatronun öncüsü" övgüsüyle selamlarken, sonradan "yirminci yüzyıl tiyatrosunun en büyüğü" sayılacak bir yazarı çöpe atılmaktan kurtarmıştır. Diyeceğim, herkesin beğendiğini hiç beğenmeyebilirsiniz, kimsenin beğenmediğini pek beğenebilirsiniz, bu hakkınız ve özgürlüğünüzdür. Ne var ki, eleştirmen konumundaysanız, şu doğrultularda düzgün yürümeniz beklenir ve gerekir: - Beğenme(me), sevme(me) eğilimlerinizi dilediğiniz biçimde dile getirirsiniz, ama "hata"dan söz ediyorsanız onu somut ve inandırıcı biçimde ortaya koymak zorundasınızdır. (Oysa yukarıdaki açıklamalarımdan sanırım anlaşılmıştır ki, eleştiride "hata" diye nitelendirilenlerin tümü yazarının kendi ciddi yanılgılarını belirlemektedir.) - Yanlış seçilmiş ve "fazla!" kullanılmış olduğu ileri sürülen bir sözcüğün, tüm oyunculuklar da dahil, bir oyunun tümünü kötü ve katlanılmaz kıldığı gibi bir yargı "sakat" bir yargıdır; eleştiri ortamı gelişmiş ülkelerde o eleştirmenin uğraşmdaki sonunu getirebilir. - Söz konusu eleştiri bağlamında eksikleri görülmüş olan şu yükümlülükleri de eleştirmen gözden geçirmelidir: düzgün ev ödevi yapma (sunulan yazılı verilerden doğru yararlanma, yetmezse araştırma), doğru bilgi aktarımında titizlik, ayrıca algılama, kavrama, ve tabii ki değerlendirme yetilerinin artırılması yolunda çaba... İçtenlikle dilerim ki bu yazı içeriğinde sıraladıklarım eleştirmen Eradam'a "hatalarını" göstermekle kalmaz, kendisi için ileride yol gösterici olur.
cy a
Söyleşi
Grips Tiyatrosu Kurucusu Volker Ludwig:
Cesaret Aşılama Tiyatrosuyuz Volker Ludwig, 18 Mayıs 2007 tarihlerinde gerçekle şecek olan Çocuk Tiyatrosu Günleri'nin çağrılısı olarak İstanbul'a geliyor. Grips Tiyatrosu'nun kurucusu, "Nasıl Bir Çocuk Tiyatrosu" başlıklı panele katılacak.
pe
Yalçın Baykul / yalcin.baykul@istanbul.goethe.org
İstanbul, Önemli bir konuğunu ağırlıyor.
Bunu yaparkan de operetvari, balevari, ironik ve gözü yaşlı ambalajı bir kenara atıyoruz." diyen Ludwig'ten dinleyelim.
Volker Ludwig, 18 Mayıs 2007 tarihlerinde Alman Kültür Merkezi ve Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Anabilim Dalı Grips ne zamandan beri var? işbirliği ile gerçekleşecek olan Çocuk Tiyatrosu Ne zamandan beri Grips Tiyatrosu'nun var olduğu Günleri'nin çağrılısı olarak İstanbul'a geliyor. öyle kolay yanıtlanacak bir şey değil. 1966 yılında Ludwig, 21-22 Mayıs günleri düzenlenecek "Nasıl siyasal taşlamalar yaptığımız Reichskabarett bünyesi Bir Çocuk Tiyatrosu " başlıklı panele katılacak. Volker içinde bir çocuk tiyatrosu vardı. Ancak Grips adını Ludwig, kurucusu olduğu Grips Tiyatrosu ile birlikte 1972 yılından sonra aldık. Kesin kararımız Grips çocuk ve gençlik tiyatrosunun dünya çapında bir Tiyatrosu'nu 17 Mayıs 1969 yılında Stokkerlok ve duayeni olma özeliği taşımaktadır. Şimdiye dek Millipilli adlı oyunumuzun ilk gösterimiyle almak gerçekleştirdikleri yüzü aşkın kendi yapımıyla tüm yönündeydi. Çünkü Grips'in tarihi sahnelediği dünyaca tanınan Grips'in birçok oyunu da sayısız oyunlarının tarihidir ve bu da Stokkerlok ile başlar. dillerde sayısız sahnelenmeler biçiminde izleyici Onun ardından Islıksever Max gelir. Bu oyunda karşısına çıkmakta ve bu da benzersiz olan bu Max, özellikle, dişleri arasındaki devasa boşlukla tiyatroyu haklı olarak bir dünya tiyatrosuna oluşturduğu ıslıkla ailesi ve çevresini çocuk dostu dönüştürmektedir. Özellikleri saymakla bitmeyecek bir davranış sergilemeye zorlar. Bu durum, olan bu tiyatronun öyküsünü; "Çocuk Tiyatrosu, masalsever çocuk uzmanlarının öyle bir öfkesini bizim için tıpkı kabare gibi toplumsal durumlara çekti ki, tabiri caiz ise sıkılmış yumruklarla neredeye müdahale eden bir araçtır. Nasıl ki yetişkinler için üstümüze yürürdüler desem abartmış sayılmam. kapitalist sistemin türevleri eleştirinin odak noktasını Bize karşı söyledikleri şunlardı: Çocukları oluşturuyorsa, çocuklar için de dayak atan babalar, yetişkinlere karşı fişekliyorsunuz, onlara oyunu temizlik konusunda pimpirikli anneler, çocuk izledikten sonra evde uygulasınlar diye küstahlıklar düşmanlığı ve trafik işaretleri vs. gibi toplum yapmalarını öğretiyorsunuz, çocuklara eziyet kuralları. Yani ezilen bir sınıf olarak çocukların etmekten zevk alan sizler, çocukları kutsal masal tarafında yer aldığımızı ve bunu çocuk düşmanı bir dünyasına götürüp sakinleştirmek yerine onlara toplum içinde yaptığımızı vurgulamak istiyorum. zaten yaşıyor oldukları gerçekleri bir kez daha
göstermekten başka bir şey yapmıyorsunuz. Ancak bize hiç kimse, çocukların tiyatrodan aldıklarıyla bir şeyi yanlış değerlendirdikleri konusunda hiç şikayet gelmedi. Bu alanda çocuklar çok taktikçi insanlar zaten; neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiği konusunu çok iyi biliyorlar. Bunun yanı sıra çocukların bizzat kendi sorunlarıyla toplumun odak noktasında olup, bir bütün olarak tüm içtenlikle konu edilmeleri kadar da çocukların hoşuna giden bir şey yoktur. Bu arada da bu sorunları yaşayanların yalnızca kendileri olmadığını, aynı sorunla diğer çocukların da boğuştuğunu görmeleri onlara çok iyi geliyor.
Vatansız
Yani kısaca söylemek gerekirse -yaptığımız her oyuna damgasını vuran gizli kuraldır budünyanın değiştirilebilir olduğunu göstermek. Yani çocuklar gereksinim duydukları gücü, esprilerde buluyorlar. 1971 yılının yaz aylarında politik kabare yapmaya bir süre ara verdik, aslında çok da iyi gidiyordu çalışmalarımız. Ancak siyasal mücadelenin bir parçası olarak gördüğümüz kabare çalışmalarımız sırasında bir daha iyileştirilemez parçalanmalar yaşandı. O andan sonra çocuk tiyatrosuna daha çok yöneldik çünkü temel çalışmalar için ideal ve anlamlı bir hedef kitledeydi çocuklar. Oyuncularımız da çocuk izleyicilerden olağanüstü zevk alıyorlardı ve yetişkinlere oynamaya tercih ediyorlardı çocuk oyunlarını.
cy a
Bunun nedeni neydi? Çünkü çocuklarla olduğunuzda nerede olduğunuzu da hemen kavrarsınız. Onlar kibarlık taslamazlar, yalnızca kendilerini ilgilendiren şeyleri dinlerler, çılgınlık boyutlarında bir coşkuyu yaşayabilecekleri gibi, bize sırtlarını dönüp kavga ederek salondan çıkabilirlerdi de canları sıkıldığı takdirde. Aynı şey politik kabarede de vardır. İçsel bir angajman olmadan yapılması son derece güçtür. Ama onun izleyicileri ilgilerini çekmeyen yerleri de izlemeyi sürdürürler, çocuklar değil. 1971 yılında yaptığımız oyun (Trummi Kaputt) ile bir şeyin de bilincine vardık: Çocukların duygularını yükseltmek ve onlara ailelerinin ne denli bir halt karıştırdıklarını ye adil olmadıklarını göstermek yetmiyordu. İlke olarak çocuklar, ebeveynleri kavga ettiklerinde bir suçluluk duygusu içine giriyorlardı. Onlara ailelerinin neden öyle davrandıklarının arka planını göstermek gerekiyordu. Çocuklar kavradıkları bir şey karşısında korkmayı bırakıyorlar, daha sağlam basıyorlar yere ve daha özgür oluyorlar. Anne babalarına daha yakınlaşıyorlar ve onlardaki dalgalanmalardan daha az sorumlu tutup kendilerini, bağımsızlaşıyorlar.
eş anlamlısı demektir. Bu daha önce bazı çocuklar tarafından da söylenegeliyordu zaten. Sözlük anlamı 'kafa' demekti. Örneğin, bu bağlamda "Aptal, Yine Aptaldır" adlı oyunumuzdan söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu konu da çocuklar tarafından çok arzulanan bir konuydu.
pe
Çocukların okulda yaşadıkları gerilimi anlatan bir oyundur. Bu oyunun hazırlık aşamasında ilk kez olarak bir hazırlık defteri tutmuştuk ve gösterimden sonra geçenlerin de en az gösterimin kendisi kadar ilginç olduğunu keşfetmiştik. Çünkü sahnede kendi sorunlarıyla yüzleşen çocuklar bu defasında dışarıda kafalarına taktığı diğer şeyleri de anlatmaya başlıyorlardı. Bu konuyu gösterim sonralarında değerlendirmeye karar verdik.
Çocuklarla nasıl bir ilişki içindesiniz? Islıksever Max oyunundan sonra sürekli olarak çocuklar çevremize toplanıp nasıl oyunlar yapmamız gerektiği konusunda önerilerde bulundular. Bir konu sınıftaki erkek-kız ayrımı üzerineydi. Yaptığımız araştırmalar sonucunda bulduklarımız gerçekten de katlanılır gibi değildi: Çoğunluk olarak 'futbolu oynayan oğlanlar, bebekle oynayan kızlardı'. Ne olmak istedikleri sorulduğunda 'ev kadını' olmak istediğini söyleyen kızlara, neden bir meslek seçmediği sorulduğunda verdikleri karşılık 'erkek istemez ki' olmuştu. İşte böylesi olaylarla karşılaştığımızda asıl çelişkinin nerede aranması gerektiği konusunda hemfikir olmuştuk: Toplumdaki 'farklı rol dağılımı' idi irdelenmesi gereken ve bunun aile içindeki eğitimi. Bu aşamada Grips ne anlama geliyor? Grips, bizim için ilk önce, düşünürken zevk almanın
Örneğin daha sonraki çalışmalarımızdan biri olan Papadakis'te Şölen oyunu da yabancılar ve onların yaşamı üzerine oyun yapmamızı öneren çocukların arzuladıkları konular listesi içindedir. "Biz Dünyanın Tüm Çocukları" şarkısı da o zamanın bir sonucudur ve bu parça düzinelerce antolojide yer alan en başarılı iki parçamızdan biridir. Bütün bu başardı çalışmaların yanı sıra bildiğimiz "Kara Günler" de vardı. Biraz ondan söz eder misiniz? 1975 yılında yaptığımız kız öğrencilerin erkek öğrencilere karşı kendilerini kanıtlama savaşma girdikleri bir oyun nedeniyle Hıristiyan Demokratların şimşeklerini üzerimize çektik. Oyunu yetmiş bin öğrenci izlemişti. Hıristiyan Demokrat bir gençlik dairesi sorumlusu, kendi sorumluluk bölgesinde bizi yasakladı. Nedeni de oyunumuz değil, kendi anlatımıyla, "Grips Tiyatrosu oyuncuları şehrimizin
"Çocuklar kavradıkları bir şey karşısında korkmayı bırakıyorlar, daha sağlam basıyorlar yere ve daha özgür oluyorlar. Anne babalarına daha yakınlaşıyo rlar ve onlardaki dalgalanma lardan daha az sorumlu tutup kendilerini, bağımsız laşıyorlar."
27
komünist çevrelerinde dolaşıyorlar" biçimindeydi. Hele mahkemede bize "Bolşevik kültür devriminin sözcüleri" yaftası yapıştırıldığında gülmekten gözlerimiz yaşarmıştı. O olaydan sonra her gün Grips Tiyatrosu üzerine bir şeyler yazılmaya ve söylenmeye başlandı: "Komünist doktrini yaydığımız" ya da "savunmasız ve saf çocuklara sol ajit-prop tiyatro yaptığımız" doğrultusunda. Kısa zamanda Berlin'de Hıristiyan Demokratlarca yönetilen semtlerde birbiri ardına yasaklanmaya başladık. Sonunda olay çığırından çıktı ve bizim RAF ve Baader-Meinhof fraksiyonunun üyesi olduğumuz bile öne sürüldü. İzleyicilerimizin ve öğretmenlerin salık vermesiyle olayı mahkemeye taşıdım ve davayı kaybettik. Ancak olayın en abes yanı, bütün bu karalama çabalan öyle büyük bir reklam kampanyasına dönüştü ki, biz bile şaşırdık kaldık. Sonra nasıl gelişti her şey? Sonrasında beraatla sonuçlandı bu dava. 1977 yılında "Babaanneçocuk" oyunuyla yeniden günlük yaşam öykülerine döndük. Aile içindeki tabu olan konuları işledik, ardından "Kovadaki Su" ile çevre sorunlarına değindik. Eşitlikçi tiyatromuzun kuruluşunun 10. yılını 1979 yılında kutladığımızda artık bizden kopmayan ve bizi yeni yaşam öyküleri ve güncel konularla destekleyen bir izleyici kitlemiz oluşmuştu. Ardından küçük çocukların sorunlarını ele alan "Max ve Milli", engellilerin yaşam koşullarını ele alan "Süperman'den Daha Güçlü" adlı oyunlarımız ve hemen ardından da "Solcu Bir Öykü geldi" ve çok başarılı olduk. Bilindiği gibi Vietnam savaşı, Amerikan emperyalizmi ve soğuk savaş dünyayı kasıp kavuruyor her yanda gösterilerin ardı arkası gelmiyordu.
"Bugünden Sonra Adın Sara" isimli ırkçılık karşıtı bir oyun sahneledik, yalnızca Berlin'de on yıl içinde seksen beş bin çocuk izleyiciye ulaştık. Oyun halen oynanıyor. Birleşme ardından Doğu-Batı sorunsalını işlediğimiz "Duvarda Siperde" adlı oyunumuzu gerçekleştirdik, bizim için bu buluşma bambaşka bir hareketlilik getirdi. Kahkahaların daha özgürleştiği yeni dostlukların kurulduğu bir dönemdi. Werktheater Amsterdam'ın kurucusu Herman Vinc ile başlattığımız çalışma da ayrı bir dönem noktası oluşturur tarihimizde. Onunla kolektif bir çalışmayla gerçekleştirdiğimiz "Vatansız" projesi, yepyeni bir deneyimdi bizim için. Ardından İsveç'ten bir çocuk oyununu uyarladık. Sonra üç Bosnalı oyuncuyla "Bosana" adlı bir oyun yaptık. Sayısız ödüller aldınız. Oyunlarınız otuz yılı aşkın süredir sahnede, tüm dünyada çok sevilen bir tiyatrosunuz, Türkiye'de de Mitos Boyut Yayınevi tüm oyunlarınızı basmaya başladı. Nasıl bir duygu bu? Bu çok hoş bir duygu tabii ki. Ancak tiyatro yapmak tüm dünyada çok zorlaştı. Elli çalışanı olan büyük bir işletmeyiz. Her sabah yeni bir enerji ile uyanıp, savaşa yeniden başlamanız gerekiyor. İzleyiciler için her dolu sandalye için çaba sarf etmeniz gerekiyor. Genç oyuncular, dizi filmler ve tiyatro arasında bocalıyorlar. Önceleri insanlar çocukluklarında gördüğü oyuncuların çoğunu hâlâ sahnede görme olanağına sahipti, şimdi bu durum yavaş yavaş değişiyor gibi. Biz, her gösterimizi neredeyse kapalı gişe oynadığımız halde bu sorunları yaşıyoruz. Artık biraz da yorulduğumu hissediyorum. Yeterince çalıştım galiba. Çalışma yönteminizi kısaca özetler misiniz? Çocukları gözlemlemekle başlıyor her şey, onları ciddiye almakla ve onların da birer birey olduklarını ve hakları ve özgürlükleri, kendilerine ait bir yaşanılan olduğunu düşünmekle. Yapılanın kusursuz olması gerekmiyor ama gerçek olması şarttır. Bu anlamda tiyatro pedagogları ile birlikte çalışma zorunluluğu vardır. Bizim en büyük destekçilerimiz tiyatro pedagogları ve öğretmenlerdir.
a
"Yapılanın kusursuz olması gerekmiyor ama gerçek olması şarttır. Bu anlamda tiyatro pedagogları ile birlikte çalışma zorunluluğu vardır. Bizim en büyük destekçile rimiz tiyatro pedagogları ve öğretmen lerdir."
cy
Bütün bunların ardından Grips, dünyaya açılmaya başladı... Evet, Berlin metrosunda yaşananların odak noktasını oluşturduğu müzikalimiz "Metro l"in iki bini aşkın gösterimini gerçekleştirdik. Ayrıca İngilizce'ye de çevirerek yaklaşık yirmi ülkede turneler düzenledik. Aynı oyun Güney Kore Cumhuriyeti ve Brezilya'da da yüzlerce kez gösterildi ve halen de gösterimleri sürüyor. En büyük başarımızı bu müzikalle yaşadık.
pe
Grips'in 68,78 ve 88 gibi onar yıllık dönemleri var. Son dönemde artık soğuk savaşın sona erdiği, duvarların yıkıldığı bir ortam söz konusu, bu çalışmalarınıza nasıl yansıdı? 1989 yılında Doğu Almanya'nın sona ermesi veya iki Almanya'nın birleşmesi sonunda Nazizm eğilimli Cumhuriyetçi Parti, Berlin seçimlerinde yüzde dokuza ulaşınca herkeste bir şaşkınlık oluştu. O dönemde
Öğretmenlere parasız tiyatro pedagojisi/yaratıcı drama kurs ve seminerleri de sunuyoruz. Onlar olmadan ayakta kalmamızın olanağı yok. Biz bir 'cesaret aşılama tiyatrosuyuz' ve bu tür tiyatro da dayanışmanın iyi örgütlenmesiyle başarılın Grips'i deprem bölgesindeki çalışmalarının yanı sıra birçok oyununuzla da tanıyan Türkiye'ye geliyorsunuz... Evet, Goethe Enstitüsü ve Prof. Zeliha Berksoy'un çabalarıyla geliyorum. 21 ve 22 Mayıs tarihlerinde tiyatromuzu ve çalışma yöntemlerimizi ayrıntılı olarak anlatacağım. Geçen yıl aynı zamanlarda bir boğaz turu yapmıştık, ilkbaharda ailemle birlikte ve çok değerli dostlar kazanmıştık, onları yeniden göreceğime de ayrıca seviniyorum.
Çocuk Tiyatrosu Günleri 18 Mayıs-28 Mayıs 2007 tarihlerinde Goethe-institut İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Beşiktaş Belediyesi, Levent Kültür Merkezi, Akatlar Kültür Merkezi işbirliğiyle; M.S. Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde düzenleniyor. "Nasıl Bir Çocuk Tiyatrosu" başlıklı panelde, çocuk tiyatrosu yapanlar, oyun yazarları, akademisyenler ve oyuncular ideal çocuk tiyatrosu modellerini sergileyecekler ve geleceğin çocuk tiyatrosunu tasarlayacaklar. Çocuk tiyatroları yönetmenleriyle atölye çalışmaları düzenlenecek ve çalışma sonuçlan sahnede gösterime sunulacak. (Ayrıntılı bilgi: www.goethe.de/istanbul)
28
Görüş
Bir Musibet Bin Nasihatten İyidir Ali Berktay / aberktay@yahoo.com Türkiye'de giderek yaygınlaşan ve olumsuz sonuçlarına hep birlikte katlanmak zorunda kaldığımız bir eğilim var: Bir makama yeni atanan kişi, kendi görev süresi başlamadan önce yapılanları yok etmeyi, kötülemeyi marifet sayıyor. Masrafını hep birlikte vergilerimizle karşıladığımız için epey pahalıya patlayan bu olumsuz tutum, Devlet Tiyatroları'na da yansımış görünüyor. Örnek mi istiyorsunuz? İşte Ankara Devlet Tiyatrosu'nun çiçeği burnunda müdürü Kemal Başar. 20 Nisan 2007 tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberinde, aralarında "Antigone" gibi geçen sezon Sanat Kurumu'ndan beş ödül birden almış ve her gösterimi dolu giden bir oyunun, ayrıca henüz bu sezon sahneye konmuş, belki bazıları otuz gösterimi bile tamamlamamış yapıtların kaldırıldığını okuyunca, "Bu Devlet Tiyatrosu çok zengin herhalde" diye geçti içimden. Öyle ya, kaldırıldığı ilan edilen on dört oyundan benim bildiğim kadarıyla en az dördü bu sezonun yapımı: "Modigliani", "Cadı Kazanı", "7. Köpek", "Lysistrata." Ama belki de yeni müdürün sağlam gerekçeleri vardı. Yine Cumhuriyet'in haberine göre, Başar, "Kapalılıktan hoşlanmadığım için kararımızı çalışanların da bilmesini istedik. Sonuçta burada hep birlikte tiyatro yapıyoruz" demiş; güzel bir yaklaşım doğrusu. Aslında madem ki bu karar gazete sütunlarına ve röportajlara yansıyıp, kamuya da mal olmuş durumda, şu "kapalılıktan hoşlanmama" durumunu bir adım daha ileri götürsek de, kaldırılan oyunların toplam bütçeleri hakkında da bir fikir sahibi olsak hiç fena olmaz. Ne de olsa, özel bir tiyatrodan değil, halkın vergileriyle iş görülen ödenekli bir kurumdan söz ediyoruz. Yoksa bu memleket her değişen tiyatro müdürünün canı istemediği oyunları kaldırabileceği kadar zenginleşti de, benim mi haberim yok? Ama bütün bunların ötesinde, Kemal Başar'ın oyunları kaldırırken gösterdiği bir gerekçe var ki, üzerinde ayrıca durulması gerekiyor: Cumhuriyet'in haberine göre, oyunların "bazılarının ise, Ankara Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetimi'nin bugünün tiyatrosuna bakışıyla uyuşmaması" nedeniyle kaldırıldığı belirtilmiş.
pe cy
a
Tiyatroyla oyun yazarı ve dramaturg düzeylerinde uğraşan, Devlet Tiyatrolarının havuzunda bazı oyunları bulunan, ama en önemlisi Devlet Tiyatroları'nın bu memleketin sanat ve kültür yaşamı açısından hayati bir kurum olduğuna inanan bir insan, bir yurttaş olarak bu haberi okuyunca bir sürü soru takıldı kafama doğrusu: - Devlet Tiyatrolan'nda özerk bir yönetime mi geçilmiştir? Ankara Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetimi diye, Devlet Tiyatroları'nın genel sanat yönetiminden bağımsız bir işleyiş mi söz konusudur? Daha açıkça soralım: Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürü tasarruflarından kendi mi sorumludur, yoksa bu kararlar Genel Müdürlüğü mü bağlar?
Devlet Tiyatroları'nda özerk bir yönetime mi geçilmiştir? Ankara Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetimi diye, Devlet Tiyatrola rının genel sanat yönetimin den bağımsız bir işleyiş mi söz konusudur?
- Çeşitli platformlarda çeşitli savunularını dinlediğim, bazı açıklayıcı metinlerini okuduğum ve birçok yönden akla yatkın bulduğum, bazı yönlerini ise içinde yaşadığımız toplumsal, tarihsel, kültürel koşullardan dolayı ister istemez kuşkuyla karşıladığım özerklikten anlaşılan böyle bir şey midir? Her gelen müdürün, "Bana göre bu oyunların kalkması gerekiyordu" deyip, dünyanın emeği ve masrafıyla üretilmiş on dört oyunu istediği gibi kaldırıp atmak lüksüne sahip olması demek midir? Kemal Başar örneğinden bağımsız olarak, ama onun yarattığı izlenimden hareketle sormak istiyorum: Özerklik tasarısı içinde, müdürlüğe veya sanat yönetmenliğine getirilen bir yönetmenin başka yönetmenlerin oyunları hakkında değer yargısı cümleleri sarf etmesi, idari tasarruflara gitmesi, kıskançlık, çekememezlik gibi kişisel duyguların devreye girmesi olasılığı hesaba katılmış mıdır? Merkeziyetçi yapıdan kurtulalım derken, bir sürü küçük ve keyfî merkez, bir sürü derebey yaratma riskine karşı önlem düşünülmüş müdür? - Özerklik söz konusu olmadığı koşulda: Acaba ödenekli bir kurumda, rejisörlerin başrejisör, oyun yazarlarının Edebi Kurul üyesi, yönetmenlerin şu veya bu tiyatronun müdürü olması gerçekten bulunabilecek en iyi çözüm müdür? - Her Devlet Tiyatrosu'nun ayrı ayrı birer "bugünün tiyatrosuna bakışı" mı vardır? Şayet varsa, bu bakışları öğrenebileceğimiz bir kaynak kitap, yayın veya internet sitesi, vb. mevcut mudur? Mevcut değilse, bu bakışlar istihareye yatılarak tahmin mi edilecektir?
- Bırakalım bir Devlet Tiyatrosu'nu, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nün bile "bugünün tiyatrosuna bakışı" doğrultusunda olumsuz tercihler oluşturması, yani "ben şu veya bu sanatsal bakışa izin vermiyorum" demesi meşru olur mu? Bir "Sanat Yönetimi", tabii kanunlar ve mevzuatlar gereği buna hakkı varsa, belli bir tutarlılık içinde bazı sanatsal ve estetik tercihlere öncelik tanıyabilir diyelim, ama "ben şunu şunu istemem, tiyatroya bakışıma uymuyor" derse, "yasakçı bir zihniyet" tiyatroya egemen olmaz mı? "Bir musibet bin nasihatten iyidir" derler, doğrudur. Ama "musibef'in olumluluğa dönüştürülebilmesi için, üzerinde düşünülmesi, ders çıkartılması ve bunların uygulamaya geçirilmesi gerekir.
Mona Lisa'nın Erkek Kardeşi ile Dans ettim O Sabah
pe cy a
Selin'le Üçüncü Perde
Serbesttir Herkes Kıskanabilir
Selin Sabit / selinsabit@bestfm.com.tr
04:22. Ayaktayım. 'Uyku yok, vakit çok, ne yapsak' üçlemesinin içindeyim. Böyle durumlarda makyaj malzemeleri, olağanüstü bir eğlence aracıdır. Bir fırça allıkla aklındaki felaket senaryolarını yok edersin. İşi biraz abartırsan komik duruma düşebilirsin ama bu birilerini güldürecekse fena bir sonuç sayılmaz. 06.15. Hazırım. 09.20. Çok yorgunum, Kıyamet Suları 'nda yüzüp gelmiş gibi. Hava bulanık. Bir apartmanın kapısındayım, sakinlerinin soyadlarında tanıdık bir şey yakalıyorum, doğru yerdeyim. Kısacık bir mesajla yerimi belli ediyorum, hemen arıyor.
"Sahte gülmelerden dolayı gözlerimin kenarı eskidi ve alnım kırıştı. Bunlar da hep böyle karşımdakini kırmamak için gülmek zorunda hissettiğim için oldu gibi geliyor bana." 30
- Asansöre binin 4. kat, - Tamam... Pencere önünde, deniz manzaralı iki koltukta birbirimizi yokluyoruz önce, hani ne var, ne yok, ne olabilir, diye. Vurduğumuz yerden güçlü bir ses geliyor. Bir Kör Buluşma değil bu. Mutfakta oturalım mı diyorum, kabul ediyor. Masa iki kişilik gibi. Çay bardaklarımız ve küçük leziz kurabiyelerimizle beraber orda artık istesek de bizden başka kimseye yer yok. Uygun bir durgunluğu bekliyorum başlamak için, Civan Canova da beni...
Yüzünüz 'Dünyayı kurtaracak kahraman ben değilim. Bana ağır işler yüklemeyin. Aslında benim kahramana ihtiyacım var' diyor gibi. Bana öyle bakıyor. Dediklerin o kadar doğru ki... Hepsi suratıma sinmiş, suratımda da bu şifreler var demek ki. Nedenini de bilmiyor değil, biliyorum...
Neden ne? E her kasın belli bir işlevi vardır. Mesela göz kasların çalışmadığı zaman yapay bir gülüş oluyor. Bende de birtakım kaslar demek ki alışkanlık halinde yüzüme yerleşmiş ve benim kimliğimi ortaya koyan bir şekil çıkmış ortaya. Yüzünüzün eskiyen yerlerini ve sebeplerini söyleyin bana. Sahte gülmelerden dolayı gözlerimin kenarı eskidi ve alnım kırıştı. Bunlar da hep böyle karşımdakini kırmamak için gülmek zorunda hissettiğim için oldu gibi geliyor bana. 'Kendi iç dünyamdaki çalkantıları, ne olursa olsun dışımdaki insan istemediği sürece onunla paylaşmaya hakkım yok' diye düşünüyorum. Gönülsüz, formaliteden 'evet' dediği anlar mı geçiyor aklından... Hayır demeyi beceremiyorsunuz, anlamına mı geliyor bu? Becerebiliyorum ama kırk yaşımdan sonra böyle oldu. Yeni gibi, bu da iyi, memnunum. Memnun mu? O, memnunsa benim de aklımla dilim arasındaki yol çok kısa. Sormakta fayda var. Memnun mu? Siz kendinden memnun bir adam mısınız? Şöyle; Elli iki yaşındayım. Ve yaşadığım hayatı kendim çağırdığıma inanıyorum. Çocukluğumdan
beri kafamda iki hayal dolaşırdı. 'Şu an bir tiyatronun kulisinde olsam, tek başıma bir oyun çalışsam' derdim. İkincisi de 'Bir yazı masam ve bir odam olsa ve orada dünyalar yaratsam...' Tabii sıkıldığım zamanlar oluyor. Hemen hemen beş yıldır yalnızım. Ama hayallerimi, umutlarımı, yaşamak istediklerimi bir teraziye koyuyorum. O zaman 'Yok, ben istediğim hayatı yaşıyorum' diyorum. Mutluyum. Kendimden memnunum, çok memnunum. Tam olarak ikna olduğumu söyleyemem ama haklılık payı olabilir. Bilmediği bir şey var. Çocukça gel gitler gözümden kaçmaz. Nasıl bir çocukluk yaşamışsınız böyle. Sen kalk burun ile beyin arasındaki yola kolyenin boncuklarını diz. İnsan adının hakkını bu kadar iyi verir, bravo. Bak, düşünsene anneannem bayılmak üzere. Artık n'aptıysam? Hali yok, dövemez de. Teyzeme telefon ederdi, ' Hadi gel Civan'ı döveceğiz' diye. Teyzem gelirdi, anneannemin kız kardeşi Nono gelirdi, biri ellerimi tutardı, diğeri bacaklarımı. Yakalayamazlardı. Hepsi bana oyun gibi gelirdi. Peki karşımdaki adam nasıl şımarıyor şimdi? Bence hâlâ var o muzırlık bakışlarınızda. Kendimle kavga ederek şımarıyorum ben. Bir kere çok sakarımdır. Banyo kapısını tutarım, kapı ile birlikte elimde kalır. Fırını açarım, kapağı elimde kalır. Mutfağa ne zaman girsem, kafamı herhalde iki girişimden birinde dolaplara vururum. 'Sen ne adamsın' diye diye şımarır, sinirlenirim kendime.
a
'Dur bakalım, biraz da ben sinirlendireyim'diye düşünüyorum. Elimdeki en sıkı soru şimdi huzurlarınızda...
pe cy
'Armudun iyisi olmaya gayret ederken, armudun iyisini seçenlerden uzak durmaya çalıştım.' demişsiniz. Bu ne demek? Siz armudun iyisisiniz, ben de iyi armuttan anlayan bir tiyatro izleyicisi olarak karşınızdayım. Bana ihtiyacınız yok mu? Olur mu, size çok ihtiyacım var. Ders: Hayat Bilgisi. Öğretmen tahtaya tebeşirle 'Önyargı tehlikelidir'yazıyor.
Ama şu anda armutların iyisi ile bunları seçenler karıştığı için böyle söylüyorum. Dediğinize katılıyorum. Bu, ideal bir şey. Armudun iyisi olmaktan ve armudun iyisini de gerçek armut sevenlerin yemesinden yanayım.
Evcil bir adam. Evini seviyor. Bir odadan diğerine giden o kısa yolda herhangi bir casusla karşılaşmayacağını iyi bildiği için mi, kestiremiyorum. Belki de 'kendini emniyette hissetme kandırmacası...' Çünkü hayat bir mağarada da olsanız gelip buluyor sizi ve rüzgarı ile tablonuzdaki bütün renkleri birbirinekadar aksatıyorum?' Bu program niye verilmiş, çok kutsal bir program mı, hayır değil. Ama var olma karıştırıyor. sebebim. Karıncanın o yemi oradan alıp da yuvasına götürmesi gibi. Programı o. Yapacak onu. N'apacak, Hayata dair tespitleriniz var. Gizemli, vurdumduymaz, kutsal, lezzetli gibi. Kafası sorgu oturup yün mü örecek karınca? Benim programım masası gibi çalışan bu adamın yaşamdan sonrası da bu. (Çok gülüyoruz ) için bir tasarımı var mı? Bir gün olmayacağınız fikrinden korkuyor Çok sorguluyorum tabii. Niye yaşıyorum, niye musunuz? burayım, niye varım? O kadar güzel bir şey ki var Korkmuyorum. (Sessizlik...) Demeyelim. olmak. Yani bir madde olduğunun ve çevrendeki Korkuyorum... (Sessizlik)... da demeyelim. diğer bütün maddelerle ilişki halinde olduğunun Yatak odanızdan, kullandığınız diş fırçasına kadar bilincinde olmak çok güzel bir şey. Bunun bitmesi benimsediğiniz ve anlamlandırdığınız bir hayat var. insana her zaman acı veriyor. Bitmesini düşünmek. Bittiği anda ne olacak? Benim aklımdan geçen,' Şu Sevdiklerinizi özlüyorsunuz, onlarla beraber olmak istiyorsunuz. Bunların bir anda kopması işte. Ama anda şu taraftaki programım nedir, bu programı ne hiçlik de bir gerçek. Yoksanız yoksunuzdur.
"Çok sorguluyo rum tabii. Niye yaşıyorum, niye burayım, niye varım? O kadar güzel bir şey ki var olmak."
31
Peki bu iki arada, en pişmiş, kavrulmuş ve yabanilikten kurtarıp ehlileştirmeyi başardığınız duyguları sorsam... Artık her halini yaşadım, piştim, bundan sonra da yaşayamam dediğim duygu aşk. Ehlileştirilmiş duygum ise, kıskançlık. Çünkü zararlı. Yani insanın kendisini de, karşısındakini de mutsuz eden, çok ucu açık bir duygu kıskançlık. Düşünsene, istediğin kadar geliştirip kafanda hayali şeyler yazabilirsin. Yazıp inanabilirsin. Ama ben kurtuldum.
Kaplanlar avlarına önce güzelliklerini gösterir, onları güzellikleri ile tesir altında bırakırlarmış. Ve sonra saldırıya geçen kaplan karşısında zavallı av hiçbir yere kıpırdayamazmış. Yalan! Av'a ne canım kaplanın güzelliğinden? Ne yani, geyik bakıyor, 'Ay ne kaplan ama, Allah özene bezene yaratmış' mı diyor? Durun ama ben başka bir şey soracağım. Aaa, evet sor sor...
"Hiçbir şey çığrımdan çıkarmıyor beni. Bir tek trafik. Çok sinirleni yorum, gergin oluyorum. İnsanların tam karakterleri çıkıyor trafikte ortaya." 32
pe
cy
a
Üstesinden gelemediğiniz bir haliniz, durumunuz Hayatı kolaylaştıran bir sürü şey varken insan var mı? güzellik karşısında çaresiz, korunaksız mı acaba? Var. Dengesizlik. Genetik dengesizliğim var. Yaptığım Civan Canova'nın sabit fikirleri güzellik karşısında ne kadar sarsılır, ne kadar esner? işi yarım bırakabilirim mesela. Bıkmak da var işin içinde. Ve ne zaman bıkacağınızı da bilmiyorsunuz Esneyemez. Kendini o güzelliğin emrine amade eder, tabii. Bu da dengesizlik yapıyor. O duygularla 'Al beni ne yaparsan yap' der. Kilitler beni estetik. yaşamaktan. Yani mantık ikinci planda kalıyor benim Bunu da aşk yapar. Başka bir şey kilitleyemez beni. yaşamımda. Adımladıkça bahçeyi, topraktan nefese koşan Gördüm. Aklının ve kalbinin tüm armağanlarını alıp ayçiçekleri çarpıyor gözüme. 'Sokağa Çıkma Yasağı' pencerenin kenarına dizmiş. Sanki her gece 'Gizli kaldırıldı. Ayağımızda 'Kırmızı Pabuçlar', 'Kızıl Oturum'da buluşuyor anıları ile. Bu 'Gece Ötesi Aydınlık 'a yürüyoruz. Oyun vakti yaklaşıyor. Yürüyüşü 'nden kimsenin haberi olmuyor sanki. Ya Evden çıkıyoruz. Ancak sohbet, yolda da devam da hepsi benim kuruntum... ediyor. Unutmadan... Biz sohbete devam ederken, 'Bir Düğün İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışındadır Şarkısı' duyulmuştu uzaktan. Ağıta dönüşmeyen bir ya, insanın alacasını ne kadar görebiliyorsunuz rüya, çığrından çıkan bir aşk dilemiştik onlar için. ilk bakışta? Sezgilerim var. Bu adam biraz içten pazarlıklı Çığrınızdan çıkar mısınız? dediğim zaman gerçekten o insanın öyle olduğunu Hiçbir şey çığrımdan çıkarmıyor beni. Bir tek trafik. görüyorum. Yapay bir içtenliği hemen algılayabilirim. Çok sinirleniyorum, gergin oluyorum. İnsanların tam Çünkü kendi içimden o duruşun ifadesini, yüze nasıl yansıması gerektiğini biliyorum. Karşımdaki insanın karakterleri çıkıyor trafikte ortaya. içinden kaynaklanmadan yüzde o içtenlik formunu E, tam o anda telefonunuz çaldı, hayatınızın kadını oluşturmaya çalıştığını görürüm. arıyor... O'na mı patlarsınız? Kazı çalışmalarım sürüyor. Aaa, yok. Yok canım, patlamam. Telefonu sessize alırım. (Çok gülüyoruz) Kokularla aranız nasıl? Herhangi bir kokuya düşkünlüğünüz var mı? Trafikten konuşurken aklıma neden bu soru geliyor? Koku hafızam vardır. Bir yeri hatırladığım zaman kokusu ile hatırlıyorum. Annemlerin evi, kardeşim Küfürle aranız nasıl? Off! Çok seviyorum. Ama küfrün de bir üslubu var kokusu ile aklıma gelir. Kokular önemli benim için. Çünkü, yaşadığınız anla bütünleşiyor. Ve o kokuyu canım. Ağzı bozuk değilimdir. Hem yararlı görüyorum. Gerginliğe yöneltecek bir başka bir yerde duyunca mutlu oluyorsun. Mesela gerilimden kurtarıyor seni. Ya da espri olsun, ortamı aşık olduğunun sürdüğü koku, senin kafanda kodlanıyor, dünyanın en güzel kokularından biri yumuşatsın diye de kullanılabilir. olarak ömrü billah aklında kalıyor. Bir avcı için yumuşak havalarda avlanmak daha Ve tiyatro tiyatro... Bizi bir araya getiren, bizi oyuncu kolaydır. Mis gibi bir çimen kokusu dururken kim - seyirci diye ayıran sebep. ister ki kardan adamlara yem olmayı?
'Kaktüs Çiçeği' oyunu için düşüncem şu; 'Aşk'ı pembeye uygun görmüştüm, sarı da buldum. Ama her ikisinde de yalan vardı...' Sen oyunu çok ciddiye almışsın. Güldürü mü yani Kaktüs Çiçeği? Bence çok duygusal. Durum duygusal çünkü. Hangi karakterin durumu daha içler acısıydı peki? Ay, nerelere dalmışsıııın! Hayata nerden bakıyorsan oyunda da onu görmeye çalışmışsın. Genç kız, kadın, adam... E sonuca baktığın zaman hepsi mutlu oluyor. Tahmin ediyorum ki bakışlarım bir tuhaf, bana sorduğu sorudan belli. 'Ben yardımcı olabiliyor muyum sana?' 'Ful Yaprakları'nı yazarken sizi dürtükleyen neydi? Burukluk olabilir hayata karşı. Yani olması gereken hayatın şu anki hayatla denk düşmediğini düşündüğüm için bunun yarattığı bir hayal kırıklığı olabilir.
Gidesiniz mi var İstanbul'dan? Sevmiyorum İstanbul'u. Bodrum'da bir evimiz var babadan kalma. Oraya giderim herhalde. Yani gideceğim demekle, daha uzun zaman oralarda zaman geçirmeyi, şu hır gür'ün içinde olmamayı, daha çok yazı yazmayı kastediyorum. Ne fark edecek giderseniz? Şu ortamı Bodrum'da yaşayacağım. Yine böyle bir evim olacak. Ama dışarıda İstanbul sokakları varmış, Bodrum sokakları varmış, fark etmeyecek. Oralarda olmak benim için koruyucu olacak. Oralarda bir ot olsanız, adınıza ne derlerdi? 'Kafan karışsın otu' iyi giderdi bana. Doğru. Kafam karışmıştı biraz. Ama yalnız değildim ki. Beterin beteri olduğunu kanıtlayan deliller ele geçirdim birkaç gün sonra. Niobe adlı oyununu okuyordum. Bir pazar sabahı kahvaltısında ve evde yalnızdım. Bakın ne diyor, "Kafamız karışıyor. Arap saçına dönüyoruz. Kafamız karıştıkça başkalarına saldırıyoruz. Birbirimizi yok edip bitiriyoruz hayatı yavaş yavaş. Sonuç. Ölü bir toprak, yeknesak bir yalnızlık..." Kaynaklara dayanarak şunu söyleyebilirim. Sohbetimiz hedefi on ikiden vurmuştur. Neden? Çünkü, kafamız karıştığında işlerin her zaman da kötü gitmeyebileceğinin bir ispatıdır. Şimdi ne zaman gözümü yumsam, o günün anısı bir gelincikle karşı karşıya geliyorum. Bu, örtülmeye çalışılan bir kırılganlığın mı yoksa gözünüzün önünde yerçekimi kadar gerçek duran bir zarafetin mi armağanıdır bilmem. Bildiğim, benim gelincikleri pek sevdiğim, işin doğrusu bu...
'Ful Yaprakları'nı yazarken sizi dürtükleyen neydi? "Burukluk olabilir hayata karşı. Yani olması gereken hayatın şu anki hayatla denk düşmediğini düşündü ğüm için bunun yarattığı bir hayal kırıklığı olabilir."
pe cy a
'Dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok...' Bu cümle Richard'ın olamaz, siz yaşamasaydınız, Richard söyleyemezdi? Tabii ki. Zaman zaman düşündüm bunları, düşünmez olur muyum? Hatta, 'Acaba benim fotoğrafımı şimdiye kadar kimse cüzdanında taşıdı m ı ' diye bile düşündüğüm zamanlar oldu. Kimi sevgilisinin, kimi çocuğunun, kocasının fotoğrafını taşır ya cüzdanında, bu bir sevgi göstergesidir işte. Yani, tanınmak bilinmek bir paylaşım oluşturmuyor insan hayatında. Aylardır 'Paylaşım nedir'i sorgulayan bir oyun yazmaya çalışıyorum. Neredeyse bitirdim sanırım. Tek korkum kafamdaki "Acaba 'Ful Yaprakları'nı andırıyor olabilir mi?" sorusu. Bu nedenle sürekli tartışıyorum kendimle.
Şaşırdı...
Kendinizi farklı hissediyor musunuz? Şöyle hissediyorum. Ben çok farklıyım, çok nev-i şahsına münhasırım, herkes gibi. Kendime değer veriyorum ve aynı değeri karşımdakine de veriyorum, onun da farklı olduğunun farkındayım. Bakalım şaşıracak mı?
Yüz, insanın görünen sırrıdır. Hele ki, iflah olmaz bir masumiyetin yükü ile yaşıyorsanız hâlâ, yüzünüz sizin aynanızdır. O'nun yüzündeki aynaya baktığımda gördüm; insanların bir gün uçabileceğini ve karıncaların konuşabileceğini... Tuhaf. Bu yüzden, 'Bir dilek tut' hakkımı, bu yüzdeki çizgilerin dökülmemesinden yana kullandım. Son olarak; içimden geçen cümleyi, aklımın düzenleyici etkisinden kurtararak yazıp bitiriyorum. 'Oyunun sonunda salonu dolduran alkışların hepsi usta tiyatrocu Mahir Canova 'dan olma, Gündüz Canova 'dan doğma Civan Canova'yadır. Saygılarımla...'
Başka bir türlü bir şey benim istediğim, burası gibi değil gideceğim memleket... Aaaaa, evet ben çok severim o şiiri...
33
Don Kişot Prodüksiyon-Tiyatro Ebru Seyhan / ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr
pe
Ankara Ekin Tiyatrosu'nun kurucularından Tarık Güvenç, kısa bir süre önce Don Kişot Prodüksiyon Tiyatrosu'nu kurdu. 2001 yılından bu yana Don Kişot Organizasyon şirketindeki çalışmalarını sürdüren Güvenç'le 'tiyatro organizatörlüğü've Don Kişot Tiyatro 'yu konuştuk. Güvenç, herkesin her şeyi bildiğini ileri sürüyor olmasının tiyatroya zarar verdiğini belirtirken, tiyatro işletmeciliği ve organizatörlüğü hakkında önemli tespitlerde bulunuyor.
"Herkes bildiği işi yapsa problem kalmaz. Bu ülkede iyi bir organizatör olmak başka bir şey, yapımcı olmak başka bir şey." 34
Don Kişot Organizasyon'dan söz edelim mi önce? Ben tiyatroda kendimi tiyatroda patron değil işletmeci olarak yer bulmamın daha doğru olacağını düşündüm ve bu işin organizasyonu, işletmesi nasıl oluyor diye araştırmaya başladım. O dönemde Ankara Sanat Tiyatrosu'nun eski müdürlerinden Aydın Çelenk vardı, organizasyon hakkında ne öğrendiysem ondan öğrendim. Türkiye'nin her tarafına gitme şansım oldu. Neler yapılacağına kendimiz bakıyorduk. Çünkü başta organizatörlerle çalışıp felaketlere uğramıştık. Bütün bunlar olup biterken, özelikle ağabeyimin inadı vardı. Bana kalsa çoktan pes etmiştim. Bir ara bıraktım, daha sonra yeniden döndüm. Ben ara verdim ama Ankara Ekin Tiyatrosu hiç ara vermedi. Döndüğümde, çalışan herkesin işi bırakmasını istedim ve yönetimi elime aldım.
Ankara Ekin Tiyatrosu'nun bu kadar uzun soluklu olmasının tek nedeni, Anadolu'yu karış karış gezip, gittiği her yerde gönül dostları edinmesidir. Sivil toplum örgütleriyle, siyasi partilerle, kurumlarla olan ilişkileridir. Çok sayıda yasak, tutuklanma yaşandı ama tiyatro bitmedi. En büyük düşümüz bir tiyatro salonu açmaktı. 2001 yılında bu düşümüzü de gerçekleştirdik, salonumuzu açtık. 2002-2003 arasında yine ara verdim, Mersin'e gidip bir yıl boyunca kafamı dinledim. Her şey çok güzeldi ama bir eksik vardı. İstanbul'a gezmeye geldim, bir-iki oyun izledim. Herkes tiyatroyla ilgili bir şeyler yapmayı teklif etti. Tabii, ben farkında değildim bunun, ama bu, İstanbul'dan nasıl göründüğümün fotoğrafıydı. Ben tamamıyla Ankara Ekin Tiyatrosu ile birlikte yollardaydım, iyi şeyler yapıyordum ama bu iyi şeylerin ne anlama geldiğinin farkında değildim. Nedim Saban'la karşılaştım, beni bu piyasada neden olmam gerektiğine, ardından da birlikte iş yapmamız gerektiğine inandırdı. Altı ay birlikte çalıştık. Ona çok borçluyum. İstanbul'un ne olduğunu ve ne olmadığını görmem konusunda bana çok büyük katkıları olmuştur. Bu arada geçmişten gelen bir sürü ilişki burada canlandı. Onların da ne olduğunu ve olmadığını gördüm. Bu altı ayın sonunda Don Kişot Prodüksiyon'u kurdum. Bir arkadaşımla birlikte yola çıkmaya karar verdik
Fotoğraflar: Ebru Seyhan
cy
a
Söyleşi
'Kan Uyuşmazlığı'Tiyatro Kurdurdu
şey bilmiyorum dedim ve tiyatro kurmaya karar verdim. Şakir ve Metin şaka yaptığımı zannetti. Onlara bu şirketin adı ne diye sordum, 'Don Kişot' dediler, o zaman "Neden şaşırıyorsunuz, bu ismin Ankara Ekin Tiyatrosu gibi tesadüfen mi konduğunu sanıyorsunuz?" dedim. Evet, her iki isim de tesadüfen konmamıştı. O gün Şakir Gürzumar'ı fahri olarak Don Kişot Tiyatrosu'nun Sanat Yönetmeni ilan ettim. Bir gün çıkıp diyecekti ki, "madem her şeyi çok iyi biliyorsun, neden kendi tiyatronu kurup da yapmıyorsun?" Onlar söylemeden ben yapayım, dedim.
cy
a
ve genelde çıkış noktamız da profesyonel tiyatroların Anadolu'daki izleyiciyle buluşmasının organizasyonu ve tiyatrolara proje üretmekti. Bunun ilk adımı da Ağır Roman olsun dedik, Sadri Alışık Tiyatrosu'ndaki. Bunu teklif ettik, içinde olduk ve hayata geçti. Tiyatro İstanbul'la bir projemiz olacaktı. Başladık ama ben bıraktım, bir süre sonra onlar devam ettiler. Birkaç tiyatroyla gönül bağım vardı, onlarla organizasyon anlamında birkaç iş yaptım. Birkaç müzik organizasyonumuz oldu. Şu anda da Don Kişot Prodüksiyon çalışmalarını sürdürüyor.
Neler yapacağımızı konuşurken, ben Ankara Ekin Tiyatrosu'nda yapamadığımız işler olduğunu anlattım. Çünkü Ankara Ekin'in bir misyonu vardı ve bazı şeyleri yapamıyordunuz. Bununla birlikte Ankara Ekin Tiyatrosu'nda yapabileceğimiz oyunları da burada yapabilirdik. Birkaç proje vardı. Raşit Çelikezer'in Mutlu Beraberlik isimli oyununu yapmaya karar verdik. Çok açık konuşuyorum, Tamer Karadağlı oynarsa oyunun tutacağını söyledim. İyi bir oyun, iyi bir yönetmen iyi bir prodüksiyon, ama kimsenin umurunda olmayacaktır. Seyirciyi gişeye getirip bilet aldıracak birileri olmazsa oyunda yaptığınız iş boşa gidebiliyor. Türkiye'nin gerçeği bu oldu maalesef. İnsanlar Tamer Karadağlı bir oyunda oynuyor diye gelecek ama iyi bir tiyatro oyunu nasıl oluyormuş görüp gedeceklerdi. Çalışmalara başladık, ama sıkıntılarımız oldu, yarım kaldı. Sahneleyemedik.
pe
Ben şuna inanıyorum, bir projenin başarısı masa başında bitiyor. Halkı tanıyorsanız, ne istediğini biliyorsanız, iyi iş yaparsınız. Ben bunu bütün tiyatrolarla paylaştım. Ama ne var İstanbul'da; insanlar benim tabirimle fare olmadan çuval delmeye çalışıyorlar ve batıyorlar. Yine bizim orda bir laf vardır, 'at binicisine göre kişner'. Herkes işini yapmalı. Ben yazar değilim, oyuncu değilim, yönetmen de değilim. Ben iyi bir işletmeci ve organizatörüm. Benimle çalışan ekipler hayatlarından memnundur. Her koşulda alacakları parayı alırlar ve en insani koşullarda turnelerini yaparlar. Bütün bunlar olup biterken Ağır Roman döneminde bir kaza geçirdim ve birlikte devam etmek istediğimiz arkadaşlarla da aramızdaki kan uyumu tutmadı ve ben Don Kişot'u kendi adıma şirket olarak resmileştirdim Yeni bir çıkış noktasıyla başladım, organizasyonlara devam ederken herkesle kavga etmeye başladım. Kimsenin yaptığı işi beğenmez oldum. Tam bir felaket tellalı olmuştum ama 'ben demiştim' demekten de yoruldum. Don Kişot Prodüksiyon Tiyatrosu'nu Kurmaya Nasıl Karar Verdiniz? Şakir Gürzumar ve Metin Coşkun'la otururken ben tiyatro kurmaya karar verdiğimi söyledim. Çıkış noktam, tiyatrolarla ortak projeler ve organizasyonlar yapmaktı. Ya herkes her şeyi biliyor ya da ben hiçbir
Ankara Ekin Tiyatrosu'nu herkes biliyor, çizgisini, karakterini. Ama siz İstanbul'da Ankara Ekin Tiyatrosu mensubu olarak yaptığınız bir işte Tamer Karadağlı oynarsa tutar diyorsunuz. Bu noktada, Ankara Ekin'in ruhundan başka bir yere gitmiyor musunuz? Hayır gitmiyorum. Kendi işletmeci mantığım ile ilgili ipuçları veriyorum. Ben tiyatronun, tiyatro
"Yıllarca yapılan işlere baktığımız zaman, insanları küstürmü şüz. Belki birtakım insanlar bayrağı bir yere dikmişler, onun gölgesinde kalan insanlar da bu bayrağı aşağı çekmek için ellerinden geleni yapmışlar." 35
İstanbul'daki tiyatrolar yüzde seksen kişilerle var. Yarın o kişiler olmadığı zaman o tiyatrolar da olmayacak. Kurumsal anlamda yaşayacak olan tiyatrolar zaten kendi kadrosunu oluşturuyor. Don Kişot Tiyatro'nun bir dramaturji kurulu var. Bu kurul araştırıyor. Ben onlardan ne yapmalıyızdan çok ne yapmamalıyızı istiyorum. Yapılması gerekeni herkes biliyor zaten. İnsanlar bir oyun buluyorlar ve çok inanıyorlar. O andan sonra, inandıkları işi inandıkları insanlarla yapmaktansa, başarıya götürecek insanlarla yaparsalar her şey çok daha güzel olur. Bir tiyatro var ve orada sadece bir yönetmen var, o da tiyatronun sahibi. Başkası oyun yönetemez. Oyun yönetmek için kurmuş tiyatroyu. Başka bir yerde bir oyuncu var, hem oyuncu hem yönetmen hem işletmeci hem de organizatör. Nasıl olacak?
a
Yapılan işler neden tutmuyor? Yıllarca yapılan işlere baktığımız zaman, insanları küstürmüşüz. Belki Başka kimlerin organizasyonunu yaptınız? birtakım insanlar bayrağı bir yere dikmişler, onun Biraz da alternatif işlere destek vermeye çalıştık. gölgesinde kalan insanlar da bu bayrağı aşağı çekmek İstanbul Kraliyet Tiyatrosu'na, Bi Tiyatro'ya, Tiyatro için ellerinden geleni yapmışlar. Bugün gidin Z'ye destek vermeye çalıştım. Kendimle, duruşumla Anadolu'daki temsillerine bakın hiç kimse izlemiyor. ilgili sahip çıkılması gerektiğine inandığım işlere Ülkede insanlar neden tiyatroya gidiyor, bunun sahip çıkmaya çalıştım. İstanbul'da da şöyle bir şey yanıtını bulursak sorun da ortadan kalkacaktır. Son var, birinin ya dostusunuzdur ya da düşmanı. Arası dönemde çıkan bütün oyunlar batmıştır, neden? Ya yok. Geçmiş yıllarda çok ciddi sıkıntılar yaşadım, bu işi yapanlar iyi bilmiyor ya da ben yanlış birileriyle el sıkışıyorsunuz, üç dakika sonra yapılan düşünüyorum. anlaşmanın başkasıyla yapıldığını öğreniyorum. Bunları kara tahtada siliyorum ama üç yıl sonra Bugün İstanbul'da kiminle karşılaşsam organizasyon dağılıyorlar, başka iş yapamıyorlar. Bir ekip var yapıyor. İlke diye bir şey yok. Bir tiyatro gidiyor ederken hangi organizasyon şirketiyle çalıştığını da bir organizatörle iş yapıyor, parasını alamıyor. "Ben soruyorlar. bir daha bununla çalışmam" diyor. Ama üç gün sonra öğreniyorsunuz ki yine el sıkışmışlar. İlke İstanbul'daki bazı tiyatrocularla kan uyuşmazlığı yok. İşverenler bu kadar ilkesiz olduktan sonra organizasyon piyasası da kirleniyor. yaşadığınızı söylüyorsunuz, bunun nedeni ne? Çünkü herkes her şeyi biliyor. Herkes bildiği işi yapsa problem kalmaz. Bu ülkede insanlar oyun Don Kişot Tiyatro ilk oyunu Karmakarışık'ı oynamak için tiyatro patronu olmuşlar. Bu ülkede sahneliyor. Ray Cooney'in oyununa nasıl karar iyi oyuncu olmak başka bir şey, iyi işletmeci olmak verdiniz? başka bir şey. Bu ülkede iyi bir organizatör olmak Ali Sunal'la geçtiğimiz mayıstan bu yana başka bir şey, yapımcı olmak başka bir şey. Bu ülkede görüşüyorduk ve sürekli bir şeyler yapmayı çok iyi organizasyon yapan insanlar, yapımcılığa planlıyorduk. Benin bir ahtım vardı, Ray Cooney'in soyundukları zaman batıyorlar. Neden? Çünkü başka nasıl yapılacağını göstermek istiyordum. Ve yapmaya bir şey bu. Güvendiğiniz, inandığınız bir ekibiniz ve karar verdim. Haldun Dormen de geldi izledi ve öngörünüz olacak. elinize sağlık dedi. Çok büyük bir dekor yapmadık ama güzel oldu. Başta insanlar, neden Ray Cooney yapıyorsunuz, diyordu. Ama ben oyunun ne olduğundan çok, nasıl sahnelendiğiyle ilgileniyorum dedim. Ciddi bir repertuvar sıkınsıtı var ve insanlar sürekli kendilerini tekrar ediyor. Karmakarışık'ı birçok ekip oynamıştır Dormen'lerden sonra. Biz de oynadık. Her rejisör ve yapımcı başka bir yere getirir prodüksiyonu.
cy
piyasası da kirleniyor."
eğitimi almış insanlarla yapılmasından yanayım. Mutlu Beraberlik Türkiye'de oynanması gereken bir oyun. Oynanan bir oyun, seyircisiyle buluşmuyorsa hiçbir anlamı yok bence. Bir oyunu seyircisiyle buluşturmak, ticari anlamda kendi kendini de döndürmesi demek. Ben şurada şöyle bir strateji izliyorum: bir oyunu hakkıyla; oyuncu ve teknik kadrosuyla çıkarıp seyirciyle buluşturmalı. Tamer iyi bir oyuncu. Belki onu iyi oyunlarda izleme şansımız olmadı ama Ankara'dan Tamer'i tanırım ve Mutlu Beraberlik'teki o karakteri hakkıyla oynayacağına da eminim. Tamer'in hem popüler kültürdeki hem de oyunculuktaki artısını kullanmak istedim ben. Ve oyundaki cast sadece tiyatro kökenli sanatçılardan oluşuyordu. Sadece görüntüsü ile olsun sanatsal anlamda ne olduğu önemli değil, mantığı yoktu. Onu görmeye gelen insanlar iyi bir oyunprodüksiyon izleyeceklerdi. İnsanları doğru yerlere monte etmeniz gerekiyor.
pe
"Bugün İstanbul'da kiminle karşılaşsam organizas yon yapıyor. İlke diye bir şey yok. Bir tiyatro gidiyor bir organizatör le iş yapıyor, parasını alamıyor. 'Ben bir daha bununla çalışmam' diyor. Ama üç gün sonra öğreniyor sunuz ki yine el sıkışmışlar. İlke yok. İşverenler bu kadar ilkesiz olduktan sonra organizas yon
Don Kişot Prodüksiyon ve Tiyatro'nun nasıl bir yapısı var? Prodüksiyon şirketimizde tiyatro ve müzik organizasyonları yapıyoruz. Şirket bünyesinde küçük yüzdeleri olan insanlar var. Bunlar da yakın dostlarımız. Faaliyette değiller ama hisse sahipleri. Don Kişot Tiyatro'da ise Ali Sunal'la proje ortağıyız. Karmakarışık için ortağım Ali. Ama ben birçok tiyatroda iş yapacağım gibi, beraber iş yapmak istediğim insanlarla da çalışacağım. Uç gün sonra bir arkadaşım elinde bir projeyle çıkagelir ve projenin yapılması gerektiğine inanırsam, onun koşulları oluşur. Riski yalnız almam gerekiyorsa yalnız yaparım, ortak gerekiyorsa ortak bulurum. Tekliflere de açık olduğumuzu da böylece belirtmiş oldum.
36
cy
a
Dans / Eleştiri
Çoklu Okumalara Elverişli Zengin Bir Yapıt:
"Cam Adımlar" Baştan sona kadar, artan bir heyecanla izlenen yapısal kurgusu, dansın neredeyse tüm dogmala rından arındırılmış devinim malzeme siyle, 'Cam Adımlar'son dönemde karşımıza çıkan en tutarlı işlerden biri oldu.
pe
Handan Ergiydiren Özer / handanergiydiren@gmail.com
Türkiye tarihinde ilk kez çağdaş gösteri sanatlarına kalıcı bir adres sağlayan Garaj İstanbul, bir sivil toplum örgütü olarak, sanata dayalı bir eylem dizgesi gerçekleştiriyor. Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran öncülüğünde pek çok ileri görüşlü sanat üreticisi ve tüketicisi, haftada altı gün aralıksız gösterimlerin yapıldığı mekanda, soluksuz bir çalışma enerjisiyle altı aylık ilk program diliminin son ayına ulaşıyorlar. Garaj İstanbul, devlet eliyle oluşturulmuş ve sürekli zihinsel sınırlamalara maruz kalan gösterim sanatına, hak ettiği alternatif üretim ortamını sağlıyor. Her şeyden önce Garaj İstanbul'un mimari önermesi, geleneksel sahnelemenin dışında çok taraflı kullanılabilen bir açık mekan olduğu için çok önemli. Tüm
unsurların taşınabilir olması sayesinde her etkinlikte yeni bir mekana gelmiş oluyorsunuz. Tavanın yüksekliği, beton zemin ve gri duvarlarla tasarımın geneline hakim olan metal aksamlar; ortama, gerçekçi, yalın, dönüşmeye gönüllü bir endüstriyel kimlik kazandırıyor. Çağdaş nitelikli sanat önermelerini mekan kullanımından bağımsız düşünmek artık olası değil. Bu nedenle geleneksel, kırılgan ve tutucu mekânlar içine sıkışmış pek çok yaratıcı düşünce Garaj'da özgürleşiyor, çoğalabiliyor. Mekânla somutlaşan sanat görüşü, altı aylık seçkide de kendini açığa vuruyor. Garaj İstanbul, programını kurum dışı oluşumlar ve bağımsız sanatçıların işlerinden oluşturuyor. Böylece, sanat ediminin özündeki düzen dışı olma hali, 'gerçek'leşiyor.
Her hafta, pazartesi ve salı günlerini çağdaş dans gösterimlerine ayıran Garaj'daki ikinci işbirliği projesi Beden-ek Mart ayında seyirciyle buluştu. Beş koreograflı dört yapıttan oluşan projenin ana söylemi; bedene ne eklenebilir ya da ne eklenemez sorusuydu. Dört yapıtın dördü de değişik çizgi ve niyetler taşıyan işlerdi. Ancak seyircinin yürekten ve dolu dolu alkışlarını toplayan İlyas Odman koreografisi 'Cam Adımlar', en dikkat çeken yapıt oldu şüphesiz. Baştan sona kadar, artan bir heyecanla izlenen yapısal kurgusu, dansın neredeyse tüm dogmalarından arındırılmış devinim malzemesiyle, 'Cam Adımlar' son dönemde karşımıza çıkan en tutarlı işlerden biri oldu. Sahne tasarımı ve kostüm,
37
cy a
38
çok şey doğru düzgün yerlerinde durabilecekken, baş aşağı davranıyor nedense. İzlerken cam bardakların üzerinde durma ya da duramama halinin yanı sıra, sürtünürken yerde çıkardıkları ses, gerginliği aralıksız artırıyor. Kimi zaman devrilen bardaklar, eğer kırılmadıysa rahat bir nefes veriyorsunuz ama hemen sonra düşünüyorsunuz, mutlaka bir yerlerde bir zaman, kırılmak zorunda. Bu süreyi uzatmaya mı uğraşmalı yoksa tükenene dek yerine bir yenisini mi koymalı?
pe
Sahne tasarımı ve kostüm, dansçıların anlatımlarını yalınlaştıran iddiasız ama isabetli seçimler. Müzik, beklenme dik anlarda kesintiye uğratılan, izleyicinin dikkatini tetikleyen ikincil bir unsur.
dansçıların anlatımlarını yalınlaştıran iddiasız ama isabetli seçimler. Müzik, beklenmedik anlarda kesintiye uğratılan, izleyicinin dikkatini tetikleyen ikincil bir unsur. Tüm öğeler, salt bedensel dışavuruma odaklanmamızı sağlayacak sadelikte düşünülmüş. Yaratım süreci, geleneksel dans eğitiminin dışında olgunlaşan İlyas Odman'ın öncülüğünde, dans dramaturgu Evren Erbatur ve oyunculuk kökenli, Çağlar Yiğitoğulları'nın zihinsel ortaklığına dayalı. Bu nedenle de çoklu okumalara elverişli zengin bir yapıt ortaya çıkmış. Zemin üstüne köşeleme yerleştirilmiş bembeyaz bir plakadan oluşan sahne tasarımı, bir yol'un varlığını işaret ediyor basitçe. Bu yol üzerinde, baş aşağı, yan yana dizilmiş bira bardaklarına basarak devinen iki eril beden, tedirgin, belirsiz ve ürkek bir gidişi somutluyor. Bardakların baş aşağı duruşu, yaşamımızın gündelik 'saçma'sına denk düşüyor. Pek
Bedenler bardakların üzerinde usta değil ama durumla tanışık oldukları kesin. Her ikisi de dikkatli, tedirgin, hatta hafifçe ürkek. Yol boyunca bardaklara yanlış davrandıkları da oluyor. Ters giden şeylerin varlığını da, fark ettiriyorlar bize. Yaşadığımız her şeye, öncelerden bir yerden aşinalık duymamızı anımsatıyor halleri. Ne yazık ki aşinalık, yeterince güvenli bir alan sağlamıyor kimseye. Yaşamın en seçili durumlarında bile güvenilir olan seçtiğimiz ortam mı yoksa o
ortamdaki tutumumuz mu emin olamıyoruz. 'Cam Adımlar'a tanıklık ederken cümleyi kolayca kuruyorsunuz; Mustafa Avkıran'ın dediği gibi "Kim daha kırılgan? Bardaklar mı yoksa üzerindeki adamlar mı?" Yapıtın ilk anından itibaren sahnedeki iki kişinin birbirlerinden ne denli başka olduklarını duyumsuyorsunuz. Tedirginliği, cesareti, sürati ve tehlikeyi, durmayı, beklemeyi ve ertelemeyi apayrı yaşıyorlar. Aynı devinimleri yaparlarken bu fark daha da ortaya çıkıyor. Dansın temel dogmasının tersine, bu bedenlerde, bozukluklar değerli, kendine özgü yanlış anlamalar geçerli. Aynı uzayda hiçbir ortak noktada buluşamadan sürüklenip gidiyorlar. İki bedenin bardaklar üzerindeki bulunuşları, tesadüfen tam da şu anda aynı zaman ve aynı mekânda. Sanki önceleri hep tek başlarına yakalanmışlar bu tuzağa ve hep tek olduklarını sanmışlar. Tek ortak yanları bu anlamsız esaretin nerede başladığını ve sonlanıp sonlanmayacağını bilemeyişleri.
Bu iki adam sonunda bir ilişkiye giriyor. Ortak noktalarını çabucak geçip, dokunma ve yaslanmayla somutlanan boyutun içine düşüyorlar. Dedikleri gibi
olmaya kalkması, her birinin tekilliğini pekiştirip duruyor. İlyas ve Çağlar aralarına bir üçüncüyü aldıklarında, bardaklardan birini bedenleri arasına sıkıştırdıklarında, birbirlerine mecbur oluyorlar. Bir taneyi düşürüp kırdığınızda, ikinciyi de yitirmeyi göze alamıyorsunuz. Bir üçüncü varlık ilişkinin sürmesinin gerekçesi oluyor böylece. Artık ikisinin de bir sorumluluğu var, tıpkı normal ilişkilerdeki gibi!.. 'Cam Adımlar' Mayıs ayında Garaj İstanbul'da dört sunum daha gerçekleştirecek. Çağdaş dansın, nitelikli bir işine tanıklık etmek için çok doğru bir seçim olur.
a
pe
Dansa bardakların dışında ayakları yere basarak başlayan İlyas ise bardakların üstüne kendi istemiyle çıkıyor. İlk adımından itibaren, onu daha seçili bir tutum içinde izliyoruz. İlyas, önceleri de oynadığı bir oyunu yineliyor gibi. Bardaklarla ilişkisinde daha dikkatsiz ve umarsız, hatta bu 'saçma'nın tadını çıkartıyor. Ancak o da tamamen rahatlamış değil, çünkü her tekrarın taşıdığı tehditlerin bilincinde. Daha önce pek çok kere bu yüzeylerde gezinmiş olsa da, hesaplayamadığı tekinsiz alanlar hep var. Yanıtlayamayacaklarından emin, bir sürü soru soruyor bardaklara... Korkusunu, ancak soru sormakla yenebiliyor. Yolunda gitmeyecek bir ilişkinin eşiğinde oyalanıp duruyor. Bardakları yönetebildiğim gösteriyor bize ama, bile bile çocuksu bir beceri seçiyor kendine. Anlatısındaki incelik de bu oyunsu tavrı belki de.
birbirlerine değmeye korkuyorlar mı emin değilim. Belki bu dokunma korkusu değil de ikinci birinin hayatına girince kendinden olmak korkusu. Yapıtın tanıtım metnindeki son söz şöyle; "...itmek ve çekmek yerine birbirlerine yaslanıp her şeye rağmen ve her şeye karşı ileriye yönelmeye ne ikna edebilir iki kişiyi?" Evet birbirlerine yaslanıyorlar doğru, ama bence bu bir tür, çaresizlikten ötürü, durumun dışına çıkmaya kalkışamadıkları için kurulan bir beraberlik. İki kişinin birlikte bir yere doğru gidebildiği görülmüş müdür gerçekte? Birbirleri yüzünden ileri gidiyor insanlar, ama birlikte değil. Ne kadar zorlarsak zorlayalım ikinin bir
cy
Sahne aydınlandığında Çağlar'ı bardakların üzerinde görüyoruz. Belli ki o, bir zamandır zaten orada. Sanki bardakların üzerine habersizce bırakılmış. Bardaklarla ilişkisi; içinde kendini buluverdiği 'saçma'yı, sorgulamadan yaşamaya razı bir adamın hali gibi. Bundan sonra başka türlü bir yaşam olanağı yokmuşçasına kabullenilmiş, bir bira bardağı kadar yüksekteki bu sınırlı dünyadan bir daha yere hiç basmayacakmış gibi bir sürgün hali. Cam adımları cesur, alışkın ama korkuyu da beraberinde sürüklüyorlar. Durumunu ciddiye alıyor ama sadece, bardakların üzerinde ilerlemesine yetecek kadar. Yüzü ve bedenindeki kıpırtılar her bir adımında bir şeyler söylüyor ama kendi kendine. İzleyeni dışarıda bırakmasa da, asla kendine doğru çekiştirmiyor da. Bir zaman sonra bedeninin bir sürü farklı noktası bardaklara yaslandığında, olası tuzakları daha bir göze alır gibi hafifçe tedbirsiz. Bardaklara muktedir olmaya da kalkışmıyor. Sanki iktidar oyunlarından arınmış bir ara yüzeyde geziniyor.
'Cam Adımlar' Mayıs ayında Garaj İstanbul'da dört sunum daha gerçekleştir ecek.
pe cy
a
Fotoğraf: Banu Kaplancalı
Sait Faik'in İnsanları Etiyle Kanıyla Sahnede
"Semaver ve Kumpanya" Ragıp Ertuğrul / ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
Yavuz Pekman, oyunu yazarken, Sait Faik'in hikayelerinin yanı sıra Haldun Taner'den yararlandığı gibi Çehov'dan ve Molier'den de esinlenmiş.
Kocamustafapaşa Çevre Tiyatrosu'nda Işıl Kasapoğlu'nun genel sanat yönetmenliğiyle sanat yaşamını sürdüren Semaver Kumpanya, Sait Faik'in, grubun adından esinlendiği hikayesinden hareketle Yavuz Pekman tarafından sahneye uyarlanan oyunla, seyircisiyle buluştu. Bir kumpanyanın kuruluş hazırlıklarıyla başlayan ve bir turne macerasıyla gelişen oyun, özelde 1940'lı yıllarda geçse de geçen yüzyılın başından bugüne kadar yaşananlar aslında Türk tiyatrosuna emek veren sanatçıların yaşamlarının aynı sorun ve zorluklarla geçtiğini de gözler önüne seriyor. Bu değişmeyen fotoğrafın hem maddi hem de manevi boyutunu
irdelemekte fayda var.
Sanata yatırım yapanların, pazarlama diliyle 'sponsor olanların' az olması değişmeyen bir gerçek. Hele ki "bir koyup üç kazanma" devrinde sanata yapılan yatırımlar bir kuyuya taş atmak gibi algılanırken... Sanatın bir ülkenin geleceğe taşınacak en öncelikli mirası olan kültürünün temelini oluşturduğu görmezden gelinirken... Sanatçıların maddi imkansızlıklarına rağmen gönül verdikleri bu işe devam etmeleri sanat için "nasıl bir sevdadır ki bu?" dedirtiyor. Ailelerin çocuklarının sanat yapmalarına karşı durmaları da temelinde sefalet çekmelerine gönülleri razı
olmadığından ileri geliyor. Günümüzde bu yargıyı ifade ettiğimizde çoğunluk katılmayacaktır. Zira sanattan anlaşılan maalesef popüler kültür pastasının büyük bir dilimidir. Müzikle başlayan 'pop'laşma, tiyatroyu, müzikalleri, 'stand up' adı altında meddahlığı ve tuluatı da kıskacına almıştır. Hiçbir aile oğlunun veya kızının manken sevgililerle galadan galaya koşmasına, sudan programlarda zeki gezinen şam şeytanlarının maymunu olmalarına, görgüsüzlük ve bilgisizlikle her işe soyunmalarına, edepsizlikleriyle sanata bir ömür harcayanları mat ettiklerini sanmalarına ses çıkartmıyor. Buna karşın derme çatma sahnelerde toplumla buluşmaya, gençler
Semaver Kumpanya'nın her oyununda tercih ettiği, işlevi öne çıkaran ve mekanı simgesel olarak temsil eden ışık ve dekor tasarımıyla Cem Yılmazer, çizgisel tablolarıyla da Nehir Çinkaya yönetmenin rejisini destekleyen bir çalışma çıkarmışlar. Semaver ve Kumpanya, daha önce dinlememiş olanlar için Gevende'nin müzikleriyle tanışmak için de bir fırsat yaratıyor.
günlerde artık hiçbir ödülü kabul etmeyeceklerine ilişkin açıklamasını ve bu açıklamanın altında yatan sitemi samimi bulduğumu belirtmeliyim. Jüri üyeliğini mal bulmuş mağribi gibi sahiplenivermiş sanat değil sanatçı dostları, dost ahbap ilişkisini eksen alan adaylıklar, nedeni anlaşılmaz şekilde medyada yer alma gayretiyle paylaştırılan ödüller, bir rant kavgası içindeymişçesine çıkarılan tartışmalar... Kasapoğlu'nun ve özellikle hocalığını yaptığı güzel insanlardan kurulu grubun bir ödüle değil, bu sisteme tamah etmeyeceği gün gibi aşikar. Çünkü onlar zaten 'beyaz'jüri üyelerinin ayak basmadığı Kocamustafapaşa semtinde tiyatro yaparak BeyoğluHarbiye hattını bir merkez olarak kabul etmediklerini ortaya koyuyorlar. Semaver ortada... Bu semaverin başka yerde bulamayacağınız demli çayını içmek size kalmış.
Kmpanya'nın her oyununda tercih ettiği, işlevi öne çıkaran ve mekanı simgesel olarak temsil eden ışık ve dekor tasarımıyla Cem Yılmazer, çizgisel tablolarıyla da Nehir Çinkaya yönetmenin rejisini destekleyen bir çalışma çıkarmışlar.
pe cy
"Semaver ve Kumpanya"nın konusunun bir bölümünü oluşturan, gruba kadın oyuncu seçimi ve bu seçimin diğer sanatçılar arasında yarattığı dengesizlikler, günümüzde de karşılığını buluyor. Bunun tek nedeni bildiğim kadarıyla Gencay Gürün'ün Tiyatro İstanbul'u dışında tüm özel ve ödenekli tiyatro gruplarının yöneticilerinin "errkekk" olması; çift 'r'li ve çift 'k'lı. Çünkü kaymaklı ve kaynaklı oldukları zannıyla, dışarıda kimsenin umursamadığı ama tiyatronun veya bir sanat barının kapısından girildiğinde kral oldukları anında fark edilen karizmatik değil 'kadınmatik' tiyatrocular bunlar. Sait Faik'in eserinde bu karakterlerin en nahiflerini görüyoruz. Sanatıyla itibarı hak eden sanatçıları tenzih ederek, 'iş çıkarırım' niyeti ve sanat piyasasının değişmeyen arzusuna hizmet maksadıyla özellikle turneye, güzel kadın oyuncuların yer aldığı oyunların götürülmesi de bu yüzden. En son bir tiyatro portalında rastladığım habere göre bir sanat grubunda yaşanan taciz olayı da en son örneklerden biri.
Yavuz Pekman, oyunu yazarken, Sait Faik'in hikayelerinin yanı sıra Haldun Taner'den yararlandığı gibi Çehov'dan ve Molier'den de esinlenmiş. Pekman'ın bu derleme ve uyarlaması, dramaturjik bir bütünsel yaklaşımı da gayet net içeriyor. Yönetmen Işıl Kasapoğlu, özellikle Sait Faik'in güncelliğini koruyan, halkın içinden ancak toplumun büyük kesiminin fark etmediği konu ve karakterleri ele alan hikayelerini sahneye taşırken yazarın tasvire dayalı üslubunu korumayı başarmış. Ana karakterde Tansu Biçer, çok da özelliği olmayan bir hikaye kişisini hem karikatürize ederek hem de etiyle kanıyla bizden biri olarak sunuyor. Bu performansıyla rolüne çok iyi hazırlandığını belli ediyor.
a
üzerinde farkındalık yaratmaya gayret gösteren, gece-gündüz demeden didinerek yer edinmeye çalıştıkları sanat camiasında emeklerinin karşılığını sadece alkış olarak alanlar arka planda tutuluyor.
Kasapoğlu'nun geçtiğimiz
Tiyatro: Semaver kumpanya Yazan: Sait Faik Uyarlayan: Yavuz Pekman Yöneten: Işıl Kasapoğlu Sahne Tasarımı: Cem Yılmazer, Nehir Çinkaya Giysi Tasarımı: Funda Çebi
Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Müzik: Gevende Oyuncular: Asil Büyüközçelik, Aylin Çalap, Burcu Doğan, Melis Şeşen, Mete Horozoğlu, Nadir Sarıbacak, Nilüfer Alptekin, Serkan Keskin, Sibel Atlan, Tansu Biçer
41
Aşağılanmanın Zevki Olur mu?
cy
a
Fotoğraflar : Banu Kaplancalı
"Yeraltından Notlar"
pe
Eser Rüzgar / eser_ruzgar@hotmail.com
İstanbul Devlet Tiyatrosu, Rus edebiyatının hatta dünya edebiyatının önemli isimlerinden Fyodor Mihailoviç Dostoyevski'nin "Yeraltından Notlar" adlı eserini sahneliyor bu sezon. Romanın ve aynı zamanda oyunun karakteri Bay X'i içine gömüldüğü yeraltından çıkarıp İstanbul izleyicisiyle buluşturuyor. Bu buluşma ise izleyiciye kusursuz diye niteleyebileceğimiz bir tiyatro olayı olarak yansıyor.
42
Tiyatro sanatının tüm ayrıntıların verimli ve etkili bir şekilde kullanıldığı "Yeraltından Notlar", sezonun en iyilerinden.
"Yeraltından Notlar", Dostoyevski'nin 1864'te yayımlanan büyük metafizik romanlarının ilki ve tüm yapıtlarının anahtarıdır. Özellikle de iki yıl sonra 1866'da yayımlanacak olan "Suç ve Ceza"nın temelidir. Peki Dostoyevski kimdir? 1821'de Moskova'da doğmuş, zorba, sarhoş bir baba ve hasta bir anneyle çocukluk geçirmiş, aşırı duyarlı yapısıyla bir köşeye çekilerek kitap okuyan ve hayatın gerçeklerinden kaçmaya çalışan
zayıf sinirli, duygusal, coşkudan hüzne geçişleri yoğun olan manikdepressif diye niteleyebileceğimiz bir kimsedir. İlk sinir buhranını babasının ölümünden sonra yaşamıştır, sebebi de babası hayattayken onun ölümünü dilemiş olması babası öldüğünde de suçluluk psikolojisine girmesidir. Ayrıca ölüme çok yaklaşmışken idam sehpasından indirilmiştir. Bu durum da elbette onu derinden etkilemiştir. Kendi çalkantılı ve uç noktalardaki yaşantısının edebi kişiliğini etkilemesinde çok büyük rolü olmuştur. Dostoyevski için, "bir romancıdır" dersek O'nu eksik tanımlamış oluruz. Çünkü Dostoyevski çok iyi bir edebiyatçıdır, iyi bir gözlemcidir, bir felsefecidir ve özellikle çok başarılı bir ruhsal tahlil ustasıdır. Ruhsal tahlil ustası olduğunu birçok yapıtında çok net olarak fark ederiz. Özellikle "Suç ve Ceza"nm kahramanı Raskolnikov'un işlediği suçun
ardından girdiği suçluluk psikolojisini anlatmadaki ustalığı dikkate değerdir. "Yeraltından Notlar"m kahramanı Bay X de derinliğine işlenen, hastalıklı yapısı çok net anlatılan, çalkantılarla, aşağılanmalarla, gerilimlerle dolu bir karakterdir. Orhan Pamuk, Yeraltından Notlar'ın önsözünde (İletişim Yayınları, İstanbul 2006) "Yeraltından Notlar'a asıl enerjisini veren şey, Avrupalı olamama kıskançlığı, öfkesi ve gururudur" diyerek eseri ikinci okuyuşundaki algılama farkından bahsettiğini de belirtelim. Oyun, Bay X'in odasında başlıyor. Sağ tarafta bir yatak, sol tarafta ise bilim, ahlak, hukuk, matematik kitaplarıyla dolu bir masanın olduğu, gerçekçi tasarlanmış, aynı zamanda derinliği olan oda. Yatağındaki Bay X, "Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum karaciğerimden
"Çayhane" ile en başarılı sahne tasarımı ödülü alan, bu sezon "Inishmaan'ın Sakatı" oyununda sıcak, samimi ve İrlandalı bir dekor oluşturan Ali Cem Köroğlu bu oyunda, sahneleri kalın bloklar halinde ayıran dekorlar kullanıyor. Bay X'in kasvetli odasına, Petersburg'da bir sokağa, gösterişli ama sade bir yemek salonuna, votkaların içildiği bir bilardo salonuna, genç bir fahişenin odasına götürüyor izleyiciyi.
pe cy
Kalın blokların değişimiyle oluşan sahnelerin birinde bir bilardo salonuna gidiyoruz Bay X'le. İnsanlarla iletişim kurmaya çalışıyor ama sağlıklı iletişim kurma amacında değil. Bilardo masasındaki insanların onu aşağılamalarım, itip kakarak dışarı atmalarını istiyor. Çünkü kendisine böyle davranılmasının onu önemsediklerinin göstergesi olduğu düşüncesinde Bay X. Onlarla arkadaşlık yapma, onlar gibi olma düşüncesi ise ütopya bile olamayacak kadar imkansız.
küçük adam oluşunu, tutarsızlıklarını, zavallılıklarını, hesaplarını, takıntılarım etkileyici bir oyunculukla aktarıyor. Aydınlanma çağının en önemli isimlerinden aynı zamanda bir sanat eleştirmeni olan Diderot, oyucunun rolünü kavramasıyla ilgili olarak şöyle der: "Bir role yaklaşmak hislerle değil, bilinçli bir anlamlandırma çabasıyla yürüyecek bir etkinliktir. Bir rolün yazarı tarafından incelikle belirtilmiş bile olsa -ki Dostoyevski bunu yapıyorsahneden sahneye değişen ruh hallerini kavramak için, oyuncu gözlemlerinden, role ait kuramsal çalışmadan ve entelektüel birikimden yola çıkar." Rolüne çok iyi hazırlandığını görebildiğimiz Tüfekçioğlu, Diderot'un bu yorumuna oldukça uygun bir oyunculuk çıkarıyor sahnede. Yeraltındaki Aziz Nesin Sahnesi'nden çıkarken, Bay X'i yanı başımda hissetmeme neden oluyor bu oyunculuk.
Daha önce yine bir Rus yazar olan Maksim Gorki'nin "Ayak Takımı Arasında" oyunundan hatırladığımız, "Hünkarın Bir Günü" adlı filmde Fatih Sultan Mehmet'i canlandıran Payidar Tüfekçioğlu, Bay X'in sancılarım,
Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu Yazan: F. Dostoyevski Çeviren: Mehmet Özgül Uyarlayan-Yöneten: Özgür Yalım Sahne-Giysi Tasarımı: Ali Cem Köroğlu Işık Tasarımı: Önder Arık Müzik: Alexander Petihof
Bay X, odasının duvarına asılı olan paltosunun içine giriyor ve bir anda iki kişi oluveriyor. Yanılsama tekniğiyle eşya vücut bulup insan oluyor. Bay X, yalnızlığı içerisinde kendini sarıp sarmalıyor, okşuyor ve yine kendi boğazına sarılıyor. Oyunun olumsuz yönde eleştireceğim belki de tek yönü kar sahnesiyle ilgili. Sahne oldukça estetik. Bay X ve arabacının bindikleri araba ve yağan kar fotoğraf karesini andırıyor. Fakat görselliğe engel bir durum var ortada, o da kar yağdırma makinesinin sesi. Bu ses dikkati dağıtıyor ve sahnenin etkileyiciliğine gölge düşürüyor. Teknolojinin harikalar yarattığı günümüzde bu sesi yok edecek veya en aza indirecek bir yöntem bulunamaz mı diye sormaktan alamıyorum kendimi. Tiyatro sanatının tüm ayrıntılarının verimli ve etkili bir şekilde kullanıldığı "Yeraltından Notlar", sezonun en iyilerinden. Dostoyevski'ye has o asosyal, insanlardan korkan, tiksinen, nefret eden yeraltı adamını, yönetmen Özgür Yalım'ın sahneye uyarlayışını, metnin zenginliğini, dekorlardaki özeni, balalaykanın huzur veren sesini, fotoğraf gibi kareleri görmek özellikle de ve Payidar Tüfekçioğlu'nun oyunculuğunu alkışlamak için "Yeraltından Notlar"ı izleyin. Ayrıca; kolay elde edilmiş bir mutluluk mu yoksa insanı yücelten bir acı mı daha iyi, sorusunun kafalarınızı kurcalamasına izin verin.
BayX, odasının duvarına asılı olan paltosunun içine giriyor ve bir anda iki kişi
oluveriyor. Yanılsama tekniğiyle eşya vücut bulup insan oluyor. Bay X, yalnızlığı içerisinde kendini sarıp sarmalıyor, okşuyor ve yine kendi boğazına sarılıyor.
a
hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum." diyerek başlıyor sözlerine. Bay X yalnız, mutsuz ve hasta. Tedavi olmayı istememekle izleyici onun rahatsızlığının sadece karaciğeriyle ilgili olmadığını fark ediyor, ruhsal çökkünlüğünün sinyalini veriyor sözleri. Bay X, monologlarını izleyiciyle paylaşıyor. Oyunculuktaki dördüncü duvarını yıkıp yüzünü izleyiciye dönüyor. Kendini anlatıyor, kırk yaşından fazla yaşamanın ahlaksızlık olduğunu, rüşvet almayan memurun kaba memur olduğunu söylüyor.
Oyundaki palto sahnesine ise değinmeden geçemeyeceğim.
Oyuncular: Payidar Tüfekçioğlu, Alptekin Serdengeçti, Ömer Hüsnü Turat, Saydam Yeniay, Ali Fuat Çimen, Tayfun Savlıoğlu, Ayhan Anıl, Sadık Takır, Rezzak Aklar, Ezgi Çelik, Seyhan Zemberek Tuna Öztunç, A.Tevfik Hiçyılmaz, Hande Günak, Nevşim Erzat, Yıldız Durucan, Gözde Okur.
43
"Tiyatro çok güzel bir akşam yemeği gibi, güzel bir müzik eşliğinde, kaliteli bir şarapla yenen bir yemek, sohbet ettiğin, haz aldığın, seçerek yapacağın bir iş." 44
pe
Özlem Özdemir / ozlmozdmir@gmail.com
Antiloplar, benim de eleştirdiğim yanlarına rağmen düşündüğünüzde içinde derin yaralar barındıran bir oyun. Bekir Aksoy'la söyleşimizin sonunda bunu daha net fark ettim. Sahnede ilk kez seyrettiğim Bekir Aksoy, oyunu sindirmiş. Karşımda durduğu yeri bilen ve işinin önemine sahip çıkan bir oyuncu vardı. Siz de bu söyleşiden sonra sanırım hem Bekir Aksoy'u hem Antiloplar 'ı farklı değerlendireceksiniz.
nedenle de Afrika'ya gelmiş olabileceğini düşündünüz mü? Hayır. Ben onun çok güçlü bir adam olduğunu düşünüyorum. Asıl travma burada. İşinde çok iyi olan bir adamı görevlendiriyorlar. Zaten adam dört yüz tane kuyu açıyor Özlem. Adam bunu başarıyor ama oradaki sistem yüzünden işini gerektiği gibi yapamıyor.
Antiloplar'da Afrika'ya iyilik amacıyla çıkılan bir yolculuğun baş kahramanını oynuyorsunuz. Adam amacına ne kadar ulaşıyor? Hiç ulaşmadı. Oyunun ana konusu o. On dört sene boyunca dört yüz kuyu açıyor, tulumbalardan dolayı sadece üçü çalışıyor. Zamanla o da sisteme ayak uydurmak zorunda kalıyor.
Adam kaçmadı yani? Tuttuğunu koparan bir adam, aslında tutkusundan dolayı o travmaları yaşamaya mahkum. İstediğine ulaşamayınca sürekli hayal kırıklığı yaşamak onu psikolojik olarak çökertiyor.
Aslında oyun -yeri ve mekanı değiştirsek dedünyanın her yerinde yaşanan bir insanlık ayıbı anlatılıyor. Evet, günümüzde en değersiz şey insan. Öldürülmesiyle öldürülmemesi fark etmiyor. Bu karakteri analiz ederken aslında İsveç'te çoktan yenilmiş bir adam olabileceğini ve bu
Dolayısıyla sisteme yenilmiş bir adam mı? Tamamen. Çok güçlü olmasına rağmen sistemin içinde kendini eriten bir adam. Antiloplar hızlı koşan ve yaşadığı ormanı terk etmeyen hayvanlar. Yazar da bunu düşünerek adını koydu belki. Bu insanlar da gitmek isteyen ama gidemeyen, sevse de sevmese de kalan insanlar.
Fotoğraflar: Ebru Seyhan
cy
a
Sahne Tozu
Bekir Aksoy'un Antilopları
Çok doğru düşünmüşsün. Antilopların yaşam biçimi bu. Onlar da o ortamı sevmese de kaçamıyorlar, kendilerine doğal bir hücre yaratıyorlar. Adam da saldırgan aynı zamanda kendini geri çeken, cesareti olamayan aynı zamanda çok cesur olan, ilginç bir adam.
Ben kadınla ilgili bunu düşünmedim. Adamı sinir etmek için aldatabileceği yönünde cümleler kuruyor ama aldatmaz bu kadın diye düşündüm. Kadın belki başka türlü var olamıyor, o yüzden de gidemiyor! O da bir şekilde sistemin içine girmiş belki.
cy a
Kendini kaybetmiş bir adam aynı zamanda, kendini kabullenmekte zorlanan. İdealistçe çıkılan bir yolculukta insanlara yardım edeceğiz duygusunun mutlaka payı vardır. Yine de iyilik ediyorum diye düşünüp kendini iyi hissetmek de olabilir mi bunun altında? Adam gerçekten yardım için geliyor aslında. Ama Afrika'da korkunç bir sistem hakim. Dünya bankasından yardım yağıyor, insanlar leopar, fildişi kaçakçılığı yapıyor, fahişenizi kadın mı erkek mi istersiniz diye soruyorlar, isteyen çocuklarla yatıyor. Böyle bir sistemin içinde ne kadar iyilik için gidersen git, bu travmayı yaşıyorsun. On dört sene boyunca öldürülme korkusuyla yaşıyorlar. Ciddi bir ekonomik sorun var çünkü, kapılarda kilitler, evin içinde dışında korumalar. Adamın hiç mutlu olduğunu sanmıyorum.
yenilir yutulur bir şey değilken kadın neden adamı terk etmiyor? Çok doğru bir şey soruyorsun. Ben de oyunun başından beri Elizabeth rolünde bu durumu düşünüyorum. Aslında rolü yorumlarken de bunu düşünmeli. Adam aldatabilir ya da hırsız olabilir. Ama küçük bir çocukla yattığını bilirken kadın kalıyorsa kadının da bir açığı var demek ki.
Biraz da birbirlerine tutunuyorlar galiba. Ne kadar sakladıkları şey varsa, onları anlatsam da o beni sevmeye devam eder ama başkası etmez duygusunun da güveni var biraz da gibi geldi bana. Artık birbirlerinden başka kimseleri yok. Bence adamın kafası çok karışmış. Kesinlikle çok karışık.
pe
Kadın bir yerde, "Biz onlara yardım etmiyoruz, aslında kendimize yardım ediyoruz ve bunu onlar da biliyor" diyor. Bu çok ciddi bir yüzleşme değil mi? Evet çok doğru. İhtiyaçları olmayan şeyleri veriyorlar onlara, ceket, derece vs. Burada biraz vicdanlarını rahatlatma var, ben verdim demek için veriyorlar. Amaç bir şey hediye etmek değil.
Adam kadını hâlâ seviyor mu? Bazen seviyor, bazen hiç sevmiyor. Kafasının karışıklığı gibi. Belki çok seviyordu, belki kendini onu sevdiğine ikna etmeye çalışıyor. Ama adam kendini sevmiyor zaten.
Adam küçük kız çocuklarının fotoğraflarını çekiyor değil mi? Konuşmuştuk ya, burada fahişenizi kız mı oğlan mı istersiniz formları dolduruluyor diye, adam da bir oğlan çocuğu seçeneğini işaretliyor ve sonra da kız çocuklarına olan ilgisini fark ediyor sanırım. Kız çocuklarının fotoğraflarını çekiyor, onlarla yatıyor.
Bekir Aksoy adamı nasıl algılıyor? Bu adam çok güçlüymüş. Bu tıpkı konaklarda yaşamaya alışmış bir insanın varoşlarda yaşamaya başlaması gibi. Kaosun içine giriyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar belki. Kafası karışmış ama Afrika'ya kafası karışık gelmiyor, o gerçekten doğru bir şey için geldi. Bu adam insan tarafını kaybedip son gün acaba mı diyor? O intiharla yaşama arasında gidiş geliş, yok oluşla varoluş arasındaki sınırda yaşıyor adam. Hatta son sahnede kafama silahı dayıyorum ama yine tetiği çekemiyorum. Bu adam öldürmek isteyebilir kendini ama öldüremiyor çünkü ölümden korkuyor. Afrikalılardan korkuyor. Silah yastığının altında duruyor, ölmekten korkup silahlarla yaşıyorlar. Aslında intihar etmek istiyor ama ölüm korkusu ağır basıyor.
Kadın bunu biliyor ama buna rağmen adamı terk etmiyor. Bu olaydan bu kadar rahatsız olurken bunu içinde tutup son gün adeta kusuyor. Bu
Kadın ve adam zenginlik içinde yaşıyor görünüyor, hatta adam "hayal edemeyeceğim kadar çok para kazanıyorum" diyor. Oysa
Bu gerçeği ikisi de biliyor bence. Evet biliyor. Asıl hedef oradaki yeraltı zenginliğini sömürmek. O yüzden oranın gelişmemesi beyazlar için iyi. Adam belki cinsel anlamda da kendini tatmin ediyor, ruhsal anlamda bir sapkınlık yaşıyor.
"Tuttuğunu koparan bir adam, aslında tutkusundan dolayı o travmaları yaşamaya mahkum. İstediğine ulaşama yınca sürekli hayal kırıklığı yaşamak onu psikolojik olarak çökertiyor."
45
nerdeyse on kilitli bir evin içinde yaşıyorlar, Ben düzene sokmak isteğini anlamadım oyundan. zenginlik bu durumda neye yarıyor? Sadece karısının bu anlamdaki rahatsızlığını bildiği için onu rahatlatmak için söylüyor sanki. Evet, çok para kazanıyor. Oraya giden insanlara yüksek maaşlar ödeniyor. Ancak adam kuyu açmak Aslında o biraz benim yorumumdan da için bir kova, bir zincir, bir kaldıraç yeter derken kaynaklanıyor. Seyirciye Edith'le yattı imajı vermek tulumbalar gönderiliyor. Oysa tulumbalar sefalet için yapıyorum ki bence yatmış olmalı. Çünkü yüzünden çalınıp satılıyor ve geriye çalışan üç kuyu oyunun sonlarına doğru "ben Edith'e hiçbir şey kalıyor. Adam tüm zenginliğe rağmen sisteme yapmadım, ondan özür dilemem asla" diyor. Aslında inancını yitirmiş birine dönüşüyor. yaptı ama. Karısı da yalan söyleme, doğru insan olmak ya da yanlış insan olmak arasında seçimini Bazı yerlerde sanal durumlar var. İçtiğiniz viski yap artık diyor, yap diyor. O da seçimini yapamıyor! gerçek ama tabaklarda yemek yoktu. Öte yandan görünmez kahramanları var oyunun. Edith, Adamın ayağında solucanlar var, var mı Stalin... gerçekten? Yazar onlar kullanılmayacak diye yazmış ama oyunun Bu da bir soru işareti. Bana sorarsan var, bunu belki asıl kahramanları onlardır. Metinde sahneye girenlerle yazar da bilmiyordur. Asıl sorun topuğundaki değil beraber içeriyi otlar sarmaya başlıyor. Oyunun kafasındaki solucanlar. Var mıydı dersen seyirciye sonunda evin her yeri otlarla kaplanıyor. Ama teknik bağlı her şey. altyapımız yeterli olmadığı için yapılamadı. Oyunun sonunda o vahşi ortamı yaşamalıydı seyirci, olamadığı Aslında seyircinin adamı nasıl algıladığına göre için etkisi az olmuş olabilir. değişir. Benim algıladığım adamın ayağında solucan yoktu. Kafasının karışıklığıyla yarattığı Ben ilk başta Edith'le konuşurken kendi kendinize sorunların imgelemi diye düşünüyorum. Kadın konuştuğunuzu düşündüm. Sıkıntıdan hayali bir da buna var diyerek katılıyor. Kadın da var diyerek bunu kullanıyor olabilir. kahraman yaratmışsınız gibi. Bu kadar gerçeğin içinde ona ne gerek var diyorsun? Bazı sahnelerde müzik artıyor, adamın bedenini bir hayvan ele geçiriyor ya da adamın içindeki Hayır ama bir tek Edith'in olduğu sahnelerde hayvan ortaya çıkıyor. Bu neyi anlatmak istiyor? kapı açılıp kapanması onu gerçek kılmış. (Çıkardığı seslerden gerçekten bir leopara Teknik altyapıdan dolayı bunların etkisi azalmış dönüşeceğini düşünecek kadar iyi buluyorum olabilir. onu oyunda) Peki viskinin gerçek yemeklerin sanal oluşu? Adamın yaşadığı travmalardan dolayı beyni öyle bir hale geliyor ki, bir leopar beni ele geçirmek Gerçekliği azaltan bir durum değil mi? Biz de bunu düşündük. Ama Edith de sanal dedik. istiyor diyor. Orda vahşilikle insan olma arasında gidip gelme durumu var. Çok sağlıklı olmasına Sonuçta Işıl ağabeyinin düşüncesi bu, ona sormak imkan yok, ruhsal anlamda çökmüş durumda. Deli lazım. Oyunda çok ufak bir nokta aslında ama bu belki de konsa mıydı? Ben hâlâ soruyorum, sen de de diyebilirsin, değil de diyebilirsin. İçindeki leopar kafasını yiyip duruyor, yapabilme enerjisi var ama öyle düşünüyorsun, olmalıymış demek ki. (Gülüyoruz, Işıl Kasapoğlu'nun vardır bir bildiği) hücrenin dışına çıkamıyor.
cy a
"Antilopların yaşam biçim bu. Onlar da o ortamı sevmese de kaçamıyor lar, kendilerine doğal bir hücre yaratıyorlar. Adam da saldırgan aynı zamanda kendini geri çeken, cesareti olamayan aynı zamanda çok cesur olan, ilginç bir adam."
pe
Bir de adam Edith'in memelerine takmış bir durumda. Üstelik karısının üzerinden tavır yapıyor. Aslında bu bir rahatsızlık değil, bence bundan rahatsızlık duymuyor. Ben bundan rahatsız oluyorum tavrını karısını sakinleştirmek için kullanıyor bir bakıma, çünkü kadın bunun farkında. Belki de. Karısına bir şeyleri itiraf edemez. Öte yandan da onları bir düzene sokmak istiyor. Ama adamın fetişi de var. Aslında bundan hoşlanıyor.
46
Ben orada şunu düşündüm: Oyunun adı
Antiloplar, Afrika'da antiloplar var ve adam orda yaşaya yaşaya antiloplarla özdeşlik kuruyor. Aslında o biraz da öfkesini dışarı vurma şekli orada Afrikalılaştığı için böyle. İnsan belki özüne döndüğü için böyle.
"TV'de nasıl olduğundan çok ne yaptığıma önem veriyorum, iyi bir iş olmasına gayret ediyorum. Tiyatroda ise nasıl yaptığın ve ne yaptığın çok önemli."
cy a
diyaloglar sergiliyorlar. Ben oyunun ilk yarısında konsantre olmakta zorlandım, belki gerginlikten hoşlanmayan biri olduğum içindir. Şundan da olabilir; biz Lale ile ilk defa çalışıyoruz. Bu biraz avantaj biraz devantaj. Ayrıca karakterler de birbirinden kopuk oyunda. Böyle bir oyunda ana Yerlerine yeni biri geliyor, on dört yıl sonra nihayet iki karakter çok önemli. Üstelik prova için de çok dönüyorlar. O gelmeden önce gergin bir bekleyiş az süre vardı önümüzde, bu da zorluk yaratmış olabilir. Az önce söylediğim gibi seyirciye de biraz var, hesaplaşmalara giriyorlar, konuşmaktan o iş düşüyor. Afrika'da nasıl bir sömürü var güne kadar kaçtıkları şeyleri hem konuşmak bildiklerinde kavrama zorluğu yaşanmayacaktır. istiyorlar hem kaçmayı deniyorlar. Sana bir şey söyleyeyim mi onlar gitmek istemiyorlar. Gidecek güçleri yok, her şeylerini kaybetmiş Antiloplar ne zamana kadar sergilenecek? durumdalar aslında. Çünkü insan olarak kimliğini Haziran ortasına kadar oynayacağız gibi görünüyor. kaybettiğinde nereye gidersen git o boşluğu yaşarsın. Aslında gidecek yerleri de yok. O gelmezse burada TV'de olmakla tiyatroda olmak, duygu anlamında kalmak zorundayız biliyorsun di mi, derken bile nasıl bir fark var sizin için? gitmek istemiyorlar aslında. Kendileriyle hesaplaşmak Tiyatro çok güzel bir akşam yemeği gibi, güzel bir istemiyorlar. müzik eşliğinde, kaliteli bir şarapla yenen bir yemek, sohbet ettiğin, haz aldığın, seçerek yapacağın bir iş. Yeni adam geldiği zaman önce ürkek, anlamaya Küçültmek anlamında söylemiyorum ama TV fast çalışıyor, ona yakın tavırlarınızdan tedirgin oluyor. food bir iş, yedim bitti, aa haftaya gene acıktım gibi Bir taraftan da hevesli görünüyor çünkü aynı çok çabuk tüketilen işler. TV'de nasıl olduğundan düşüncelerle geliyor. çok ne yaptığıma önem veriyorum, iyi bir iş olmasına Martin çok titiz, derli toplu, hastalık hastası bir adam gayret ediyorum. Tiyatroda ise nasıl yaptığın ve ne yaptığın çok önemli. İkisinde de performansın üst ama Afrika'ya geliyor. Afrika'nın pis bir yer düzey olmak zorunda. Dizi yaparken mutlaka tiyatro olduğunu, su olmadığını hepimiz biliyoruz. Yazar bu adamı özelikle o kadar titiz, sürekli banyo yapan yapmak isterim, aslında tiyatro yapmak isterken dizi bir adam haline getirmiş. Bu adam Afrika'yı sevemez, yapmak zorunda kalmak isterim! zaten sevmiyor, buraya maaş için geliyor, her şey çok ucuz, kadınlarla isterse yatıyor isterse yatmıyor, isterse fildişi, leopar kaçırıyor.
pe
Oldukça ironik bir durum. Martin son sahnede ise güç gösterisine girip 'benim sözüm yasadır' diyor. İnsanı sorgulayan bir oyun bu. İlk başta "doğayı gördüm, sefaleti gördüm, onun için geldim" derken sonunda patron benim diyor. Oyunun altında çok şey var ama seyircinin de kendim zorlaması gerekiyor. Teşekkür ederim sen düşünmüşsün. Yoksa oyun izledim gidiyorum gibi bakılırsa hiçbir şey anlaşılmayabilir. Ben kendi açımdan konuşmak istiyorum: Ben bu oyunu anladım! Ama ne kadar aktardım onu bilemem, elimden geleni yaptım. Hepimiz elimizden gelen çabayı göstermeye çalışıyoruz.
İlk yarı daha ağır ilerliyor, kadınla adam gergin
Özlem'ce Bekir Aksoy: Futbol oynayan genç bir adamken konservatuvarda okuyan ablasının yanına gidip gelirken arada ona verilen tiradları oynarmış. "Benimle eğleniyorlardı işte" diyor. Yine de aklında oyuncu olmak hiç yokmuş, sınavlara on beş gün kala onu zorlamasalar, şimdi belki başka bir iş yapıyor olacakmış. Tiyatroya başlamadan öncesine şans demiş ama başladıktan sonra şansını kendi yaratmış Bekir Aksoy. Öğrenciyken "Tohum ve Toprak" adlı oyunda dev bir kadro ile birlikte sahneye çıkmış ilk kez Sonra Cüneyt Gökçer'le "Damdaki Kemancı" gelmiş, "iki cümlem bile vardı" dediği rol için çok uğraşmış. Bir gün "çocuğun oldu diye aramışlar" Dormen Tiyatrosu 'ndan, önce anlamamış, meğer bu bir deyimmiş yani oradan bir teklif gelmiş... Ve tiyatroda hızla ilerlemeye başlamış. Gülriz Sururi ve Kenter Tiyatrosu 'nda pek çok oyunda oynadıktan sonra Işıl Kasapoğlu 'nun teklifiyle Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu 'na gelmiş. İki yıldır Aksanat'ta oynuyor. Tiyatro yolculuğu onu hep mutlu etmiş. Ustalarla çalışma fırsatlarını yakalamış. Devlet Tiyatroları'ndan gelen tekliflere rağmen o "özgür çalışmayı" seçmiş. Çünkü özgürlüğü seviyor. Motoru var, boş vakitlerinde onunla gezmeyi seviyor. Özel hayatında ise yalnızlığı tercih eden birisi. "Çok arkadaş canlısıyımdır ama yalnızlığı tercih ederim çünkü yalnızken kendimi çok kalabalık hissederim " diyor. Ayrıca iyi müzik dinlemeyi ve kaliteli şarap içmeyi seviyor, yani hayattan zevk almayı biliyor. Tiyatro ise hayatında ilk sırada yer alıyor ve "sanata yatırım yapan her yerde varım " diyor!
47
Fotoğraflar: Aris Nalçı
pe cy
a
İnceleme
Türkiye'de Oyun Yazarı Yetişmediğine İnananlara Karşı Bir Gösteri
1. Uluslararası Oyun Yaz Festivali'nin Ardından
Emine Özacar / emineozacar@hotmail.com
Oyun Yaz Festivali'nin Birincisi, 31 Mart - 8 Nisan 2007 tarihleri arasında gerçekleş tirildi.Dört yüz kadar adayın arasından seçilen on bir oyun, okuma tiyatrosu olarak seyirciye sunuldu. 48
Sanat yönetmenliğini Mehmet Ergen'in ve Proje yapımcılığını Seçil Honeywill'in yaptığı Oyun Yaz Festivali'nin Birincisi, 31 Mart - 8 Nisan 2007 tarihleri arasında gerçekleştirildi.
problemleri; bunu konuşan karakteri oldukları gibi sahneye koyan, sıradan gibi görünen ama Türkiye 'nin iç çalkantılarını, kimlik, siyasi mücadelelerini, cinsel sapkınlıklarını vs. bizim kendi halimizi sergileyen çağdaş ilerici oyunlar Festival, Fence tarafından Avrupa 'nın dört şehrinde arıyorum."* gerçekleştirilen oyun yazarlarının buluştuğu projenin İstanbul ayağını oluşturuyor. Festivalde, British Oyun Yaz Festivali Proje yapımcısı Seçil Cuncil işbirliğiyle Türkiye 'de düzenlenen Oyun Yaz Honeywill'le festival üzerine konuştuk.** projesine katılan dört yüz kadar adayın arasından seçilen on bir oyun, okuma tiyatrosu olarak seyirciye Oyun Yaz Festivali 2004 yılında British Council sunuldu. Oyunların okuma tiyatrosu olarak desteğiyle başladı. Bu destek nasıl sağlandı. Onlar yapılmasının sebebini M. Ergen: "Oyunların mı sizi buldu siz mi onları ? tanıtılması tiyatrocular ve dramaturglar tarafından 2004 senesinde Mehmet Ergen'in teklifi ile ortaya bu potansiyelin görülmesi", olarak açıklıyor. çıktı Oyun Yaz Projesi ve bu destek hâlâ devam etmekte. Oyun Yaz projesi British Council'in desteğiyle 2004 yılında başladı. İstanbul, Van, Ankara, Diyarbakır, İstanbul'da yapılan bu festivalin Fence tarafından Kocaeli'nde gerçekleştirilen atölye çalışmaları iki Avrupa'nın dört şehrinde gerçekleştirilen oyun yıl sürdü. Atölye çalışmalarına İngiltere'den yazarlar yazarları buluşmasının bir durağı olduğunu ve yönetmeler de katıldı. Projenin amacını Mehmet söylediniz. Bu oyun yazarları buluşması nedir? Ergen şöyle tanımlıyor: "Çağdaş yaşamımızı, The Fence, kendi ülkelerinin dışında da seslerini Türkiye 'nin bugün sokaklarda, cafelerde konuştuğu duyurmak isteyen oyun yazarlarını destekleyen bir
proje. Dünyanın farklı şehirlerinde, yazarların bu şehirlerdeki başka yazar, yönetmen, oyuncu ve yapımcılarla bir araya gelip, bağlantılar kurup çalışma alanlarını genişletmelerini sağlayan bir organizasyon. Biz de o duraklardan biri olduk. Bu yazarlar burada bulundukları süre içerisinde yazarlarımız ile tanıştı, yazdıkları oyunlardan parçaları paylaştılar.
oldukça çoktu. Galataperform'da yapılan workshoplara da katılım oldukça iyiydi. En güzeli tabii ki oyunları birçok kişinin sahnelemek için yazarla ya da bizimle bağlantıya geçmesi oldu. Festival bitti diye bizim yazarla işimiz bitmedi, oyunların ödenekli ve özel tiyatrolarda sahnelenmesi için çalışıyoruz.
Bu festival Türkiye ve İngiltereli oyun yazarları arasında nasıl bir köprü kurdu? İngiltere'den gelen oyun yazarları burada workshoplar yaparak yazım teknik ve tecrübelerini Oyun Yaz yazarları ile paylaştılar. Sadece yazarlar değil, yönetmenler de geldi proje kapsamında bu geçen iki sene içerisinde.
Festivalde seyirci ile buluşan on bir oyun yazarına, Festival öncesi oyunlarını çalışma süreçleri ve oyunları üzerine sorular sorduk. ***
Atölye ve çalışmalar Van, Diyarbakır, Kocaeli, Ankara, İstanbul'da yapıldı. Neden bu şehirleri seçtiniz? İki doğudan iki tane de batıdan şehir olsun diye. Aynı zamanda ödenekli tiyatroları olan yerler olsun istendi. Yazarların seçiminde kriterleriniz ne oldu? Bir oyun olabilecek iyi hikayesi olan herkese açık bir proje. Bu anlamda çok özel bir kriterimiz yok.
Cem Düzova: İlk kez bu projeden sonra yazmaya başladım. Roman, öykü, hatta şiir bile yazmadım bu projeye kadar. "Tamar. Ah Tamar." Benim ilk oyunum. Yalnızca yerel gazetedeki köşemde köşe yazıları yazardım. Toprak Işık: Bu projenin öncesinde oyun yazarlığı ile ilgili deneyimim yoktu. Sadece isteğim vardı ve bu yüzden tiyatro eserleri okurdum. Şahan Ağar: Hayır. Bundan önce uğraşmadım tiyatro yazımıyla. Meltem Yıldırım: Oyun Yaz Projesi'ne girdiğim 2004 yılında, Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü, Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı 4. sınıf öğrencisiydim. Dolayısıyla zaten yapmak istediğim ve işim buydu.
a
Atölye çalışmalarından sonra seçilen ve festivalde okuma tiyatrosu olarak gösterilen on bir oyun var. Bu oyunlarda seçilen yazarlarla çalışma süreci nasıl gerçekleşti? Seçilen on bir yazar zaten iki senedir diğer bütün katılımcılarla aynı çalışma sürecinden geçti. Oyunlar seçildiğinde zaten bitmiş oyunlardı. Festivalde okunması yapılmamış fakat iyi oyunları olan diğer yazarlarımız da var. Bu sene programa bu kadarını sığdırabildik. Çalışmalar dediğim gibi, her ay düzenlenen workshoplar, gelen yabancı yazar ve yönetmenler ile yapılan atölye çalışmaları, Mehmet Ergen'in her aşamada oyunları okuyup değerlendirmesi ve eksik kalan yanlarını yazarlar ile konuşmasıyla oluştu.
Oyun Yaz projesi başlamadan önce tiyatro oyunu yazımı ile uğraştınız mı?
Özüm Hatipoğlu: "Bu projeden önce de oyun yazımı ile uğraştım. Yazdığım kısa bir oyunu bir arkadaşımla birlikte Bilgi Üniversitesi Sahnesiz Amatör Tiyatro Günleri'nde oynamıştık ama yoğun ve ciddi biçimde ilk kez bu projeyle başladım."
cy
Irmak Bahçeci: Projeden önce DTCF Tiyatro Bölümü'nde Dramatik Yazarlık okuyordum. Ancak festivale hazırladığım oyun benim ilk oyunum.
pe
Asmin N. Singez: Diyarbakır Şehir Tiyatroları'nda kurs aldığım dönemlerde, çeşitli dönemlere ait oyunları okuyup bunların üzerinde çözümleme çalışmaları yapardık. Her zaman aklımın bir köşesinde kurmuş olduğum tiyatro oyunu yazmalıyım düşüncelerim işte bu kurs dönemlerinde netleşmeye başladı.
Oyunlarda öne çıkan temalar neler? Türkiye'de yazılmamış ve öne çıkabilecek bir sürü konu var tahmin edersin ki. Festival kapsamında kısaca, töre cinayetleri, güneydoğudaki meseleler, inanç özgürlüğü, gençlerin sorunları, aile içi şiddet ve İstanbul halleri diye kısaca özetleyebiliriz sanırım.
Festivalden beklentileriniz ne kadar gerçekleşti? Festival gayet iyi geçti diyebiliriz. Okumalara katılım
Mehmet Ergen(solda) ve Cem Düzova
Festival kapsamında, Aiste Ptakauskaite, Oladipo Agbouluaje, Mehmet Ergen ve sizin katıldığınız atölye çalışmaları gerçekleşti. Bu çalışmalarda ne yapıldı? Çalışmalara kimler katıldı? Yapılan workshoplar herkese açıktı. Aiste, ve Oladipo oyun karakterlerinin gelişimi, olay örgüsü yaratmanın temel kuralları üzerine kendi deneyim ve tekniklerini gösterdiler. Mehmet daha çok ilk defa bir oyun yazmayı düşünenler için pratik bir atölye çalışması yaptı. Benim yaptığım bir workshop değildi aslında, Fence yazarları ve oyun yazarlarını buluşmasında aracılık ettim. Söyleşiydi yani.
Özüm Hatipoğlu: Bu projeden önce de oyun yazımı
49
Durumu duyan kızın babası bu birlikteliğe karşı çıkar ve bir gece kızı bir odaya hapseder. Tamar'ın yaptığı gibi feneri yakar ve genç gölde iyice derinlere ulaşınca ışığı söndürür. Karanlıkta yönünü bulamayan genç boğularak ölürken "Tamar. Ah Tamar" diye bağırır. Tamar da kendini kayalıklardan göle atarak intihar eder.
pe cy
a
ile uğraştım. Yazdığım kısa bir oyunu bir arkadaşımla birlikte Bilgi Üniversitesi Sahnesiz Amatör Tiyatro Günleri'nde oynamıştık ama yoğun ve ciddi biçimde ilk kez bu projeyle başladım. Deniz Altun: Çocuk oyunları oynadığımız bir tiyatrom var. Bu tiyatroda sahneye koyduğum oyunları kendim yazıyordum. Pek çok oyunum ve şiirlerim vardı. Ayrıca projeye başladıktan bir yıl sonra yirmi dakikalık 'Elifin Hikayesi' isimli bir küçük oyunu yazdım ve Avcılar Belediyesi Kültür Merkezi'nde sahneledim.
Cem Düzova: "İlk kez bu projeden sonra yazmaya başladım. 'Tamar. Ah Tamar' Benim ilk oyunum. Yalnızca yerel gazetedeki köşemde köşe yazıları yazardım." 50
Toprak Işık: Oyun ülkenin doğusundaki gergin ortamda bir köyün yaşam mücadelesini anlatıyor. Çatışmaların onların hayatına girme sürecini ve devamında yaşantıları üzerindeki etkilerini konu ediniyor. Sorunun izleyicisi konumundaki insanlar, kahramanlık nutuklarının heyecanıyla Barış Toraz: Proje başlamadan önce sadece değerlendirmeler yapmayı tercih edebiliyorlar. Oysa düşünüyordum. "Ben Patronum"un hikayesi aklımdaydı ama bir kelime dahi yazmadım. Projenin problemin resmi ya da ideolojik bakıldığında gölgede kalan bir yönü olduğuna inanıyorum. Olayların son başvuru tarihine on beş gün kala başladım ve yükünü evinde, bahçesinde, tarlasında her an yirmi sayfalık kısmı yazdım. hisseden insanların gözünden bir manzara Alper Pala: Ve kendi kendime yazmaya başladım. yakalamaya çalıştım. Kısacası soruna, yarattığı hasarların önem sırasını farklı koyan bir bakış Kim okudu dersiniz? Cevabını vereyim, annem, babam ve kız arkadaşım! Baktım Oyun Yaz projesinin önermiş olmak için seçtim bu konuyu. hayata geçmesi için 2004 senesi henüz gelmedi. Ben de o süre gelene kadar reklam yazarı olmaya karar Şahan Agah: Özel olarak etkileyen bir şey yok. Bir fikir ile başladım, sonra da o fikirde ısrar ettim. verdim; hem yazıp hem para kazanma babında. Meltem Yıldırım: Fesleğen Çıkmazı'nı Chekhov okumalarıma borçluyum. O aralar Chekhov metinlerini inceliyordum. Kurgu tekniklerini, Oyunuzun konusu ve konu seçimizi etkileyen Chekhov'un nasıl ustalıkla kullandığını gördüm ve nedir? bazı kalıplar çıkardım kendimce ve üzerinde Cem Düzova: "Tamar. Ah Tamar." İsimli oyunu Van oynamaya başladım. Aynı günlerde odaklandığım, Gölü'nde yaşandığı iddia edilen bir efsaneden yola Türk - Yunan ortak tarihi, özellikle de 1924, Türkçıkarak yazdım. Müslüman bir genç, adı Tamar olan Yunan Nüfus Mübadelesi üzerine okumalarımla da Hıristiyan (Ermeni) bir kıza aşık olur. Her gece kızın birleşince ortaya Fesleğen Çıkmazı çıktı. tuttuğu fener rehberliğinde sahilde gizlice buluşurlar. Volkan Sarıöz: Evet, daha çok senaryo gibiydi.
Irmak Bahçeci: Oyunumun konusu, ölümünden sonra gömülmek değil yakılmak isteyen, Şamanizm'e inanan bir karakter ve ona yardım etmeye çalışan iki arkadaşı hakkında. Bu konuyu seçmemin sebebi ise, öldükten sonra bedenin belediyenin tasarrufunda olduğuna dair bir yasa olduğunu öğrenmem. Bunun son derece gülünç ve çağdışı olduğunu düşündüm. Bedenlerimiz bizim birinci mülkiyetimiz ve onun üzerinde sadece kendimiz söz sahibi olmalıyız. Asmin N. Singez: "Kısır Döngü"yü yaşanmış olan gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenerek yazdım. Beni derinden etkileyen-dürten, aile içinde yaşanan fiziksel, psikolojik şiddet olayları oldu. Oyunumda alkole düşkün, sonraları bağımlı hale gelen, sert, zayıf karakterli, etki altında kalabilen bir koca, kendi kişiliğini henüz kavrayamamış özgüven eksikliği olan, buna rağmen zor bir evliliğe adım atabilme cesaretine sahip kadın, akraba çekişmeleri, kaynana müdahaleleri, kıskançlık, şiddet, bütün bunlara rağmen mutluluğu yakalamaya çalışan ama onu dışlamak içinse elinden geleni yapan insanların hayati ilişkileri, üçüncü şahısların etkileriyle, dedikodularla, iftiralarla bozabilme durumlarına değindim.
Alper Pala: Oyunumun konusu, HSBC Genel Müdürlüğü'nün önünde El Kaide adlı terör örgütü tarafından patlatılan bombadır. Her gün o güzergahı kullanıyorum. O gün şans eseri kullanmadım ve hayatta kaldım. Mesela hayalim tiyatrocu olmak. Eğer o gün o güzergahı kullansaydım, ölecektim. Kim bilir kimin ne hayali vardı ama bilmiyordu o gün orada öleceğini. Oyunda dört farklı muhitte, dört ayrı taksi ve müşterisi söz konusu. Hepsi bir şekilde Levent'e gitmek istiyor. Bu müşterilerden kimi soyguncu ve taksiciyi soyuyor, kimi işkadını, kimi yeni mezun, kimi siyasal görüşe sahip... Farklı sınıflardan insanlar. İşlediğim hikayelerin tamamını taksi şoförlerinden dinledim diyebilirim. Volkan Sarıöz: Yaşadıklarım. Düşlemimle yeniden kurgulamak... bazen bir sözün peşine düşmek. Bazen bir olayın, bazen bütün bir hikayenin peşine düşmek. Oyun Yaz Festivali 'nin, genç yazarların bundan sonraki yazarlık hayatlarına neler kattığını ve okumaları yöneten yönetmenlerin görüşlerini ise sonraki sayıda aktaracağız. * (Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, Yeni Kuşağın Tiyatrosunu Arayan Adam: Mehmet Ergen, Söyleşi: Ebru Seyhan, sayı 163, sy:8)
cy a
Deniz Altun: Oyunum bir genç kadının, Gül Dünya Tören'in kardeşi tarafından öldürülmesiyle ilgili. Fakat ben bu olay gerçekleşmeden evvel (olayın olduğu gün) evde durup dururken ablasını töre nedeniyle öldürmek zorunda kalan gencin ağzından bir şiir yazdım. Şiir şöyle başlıyordu;
Barış Toraz: Oyunumu bir hikayeden ya da bir kişiden yola çıkarak yazmadım. Popüler kültür eleştirisi yapmak istedim. Oyun içerisindeki kişileri ve olayları bu fikir üzerinden oluşturdum.
'abla, ben seni en çok bana gökçe erik toplarken severdim, Elimden tutup kaldırdığında bir de yüzüstü düştüğümde toprağa,
*** Yazarlar ve Oyunları: Cem Düzova, "Tamar. Ah Tamar", Irmak Bahçeci, "Alevli Günler", Toprak Işık, "Köy Minübüsü", Asmin N. Singez, "Kısır Döngü", Deniz Altun, "Gül 'e Ağıt", Şahan Ağar, "Ölüyü Tekmelemek", Özüm Hatipoğlu, "Kuduz", Barış Toraz, "Ben Patronum", Volkan Sarıöz, "Ağaç" Meltem Yıldırım, "Fesleğen Çıkmazı", Alper Pala, "Taksimetre"
pe
Beni, bütün çocuklukları bir arada geçmiş, sayısız ortak hatıraları bulunan iki kardeşin nasıl olup da can alacak, can verecek duruma geldikleri ilgilendiriyordu. Bir gün hastanede yaralı kalan Gül, ertesi gün kardeşinin ikinci girişiminde kurtarılamayarak hayatını kaybetmişti. Gül'ün evlilik dışı çocuğuyla gelinlikli olarak çektirdiği fotoğraf çarptı beni. Kendini savunmamış, kaçmamış, kirletilememiş, bir şeycikler diyememiş Gül'ün tek mesajı, dilsiz dudaksız konuştuğu tek şeydir aynı zamanda. Öldürüleceğini bilen ama asla korkmayan, tecavüze uğrasa da asla kirlenmediğini sessiz çığlıklarıyla haykırdığı onurlu bir fotoğraftır. Bu fotoğrafı suya bırakılan son mektup, Gül'ün söyleyemediği son sözleri olarak algıladım. Benim görmem, insanların görmesi için çektirilmişti. Top artık görenlerdeydi. O ölmüştü ve diyeceğini de bu fotoğrafla deyip gitmişti kimsesizce. Ben onun kimsesiydim. Ne yaşadığını anlamaya, algılamaya çalıştım. Onun gibi kardeşini de anlamaya, belli bir hümanizmayla bakmaya çalıştım. Bu hikayeden esinlendim ama birebir aynen yansıtmaktan ziyade, yazar olarak benim yaralarıma çarpıp dönenler girdi tekste. İki düşmanın birbirine zarar vermesi olağandır. Ama aynı karında can bulmuşların birbirine kıyması, kıyabilmesi trajedidir.
** Daha ayrıntılı bilgi için: www.oyunyaz.com
Barış Toraz: "Oyunumu bir hikayeden ya da bir kişiden yola çıkarak yazmadım. Popüler kültür eleştirisi yapmak istedim. Oyun içerisindeki kişileri ve olayları bu fikir üzerinden oluşturdum."
cy a
İzleyici Temsilcisi
Kendine Ait Oda, No:104
Kendimize Ait Tiyatro Gökhan Esentürk / bilgi@gokhanesenturk.com
52
Lush Otel yönetiminin bu projesi ne sadece otellerini tanıtmak adına tiyatroyu kullanan bir pazarlama tekniği ne de tiyatroseverlerin gönlünü hoş tutmak için bir amme hizmeti. Bu iki uç nokta arasında takdir edilecek bir konumda duruyor.
pe
(www.gokhanesenturk.com)
Nevi şahsına münhasır denir ya işte sadece bu odaya ait olan bir oyun bu da. Lush Hip Hotel'in "Sedirli Oda"sında 20 Mart Salı akşamı on yedincisi oynanan "Kendine Ait Oda, No: 104" isimli çalışmadan bahsediyorum. Değerli davetleri üzerine izleme şansını yakaladığım şu oyun. O gün, benimle birlikte oyunu izleyen Robert Schild'in de fuayede (hayır! resepsiyon) söylediği gibi izleyiciden çok eleştirmen var salonda. (Hayır! odada.) Zaten seyirci kapasitesi 21 olan oda için izleyici (Hayır! Müşteri.. .Neyse! Hâlâ izleyici) konusunda sıkıntı çekmediklerini söylüyorlar hem de sadece hafta içi tek gün -Salı-sahnelenirken. Çok şükür demek ki o kadar vahim değil yani durum. Projelendiren, yöneten, yapan, oynayan, izleyen için tam
anlamıyla bir deneyim. Ben de kendisine yeni bir yol arayan (aramak zorunda bırakılan) yeni tiyatronun, ileride "öncü sarsıntısı" diye anlatılacak bu hamlesini gözlemlemekten çok zevk aldım. Bu bir karşı çıkış, elbette elverdiğince. Tiyatroda "uzam" birimine getirdiği güncel bakışla bu Yeni Tiyatrodaki yapılanma, çeşitli biçimlerde tutuculara karşı hortlamaktan hiç çekinmemekte. Bu da o biçim bir hortlak. (Kendime not: Hamlet'teki hortlağa gönderme yap.) Yoksa siz, hantal yapılara belediye dozerlerinden önce indirilen bu büyük darbeyi görmüyor musunuz? Görmek için bazen kafanızı o yıkılacak binalardan çıkarmanız yeterli olacaktır, tabii sizi çıkartmaları için belediye ekiplerini de bekleyebilirsiniz. Zaten zor değil, kadro beklemek gibi sadece orada
bulunmak yeterli. Görün bak sokaklara, evlere, odalara taşıyor tiyatro. Yeniyi arıyor. Aratılıyor. Artık izleyenler de kendisine Anadolu tanıtımı yapan programın TRT mikrofonu doğrultulmuş küçük esnafı gibi yıllardır bıkıp usanmadan seyircisizlikten ve parasızlıktan ağlanıp duran Tiyatrodan-Tiyatrocudan haz almıyor. Acıyor onlara. İlk defa gidenler "ve son" diyorlar cümle aralarında. Bayi toplantısı gibi geçen oyunların sözde vefakar seyircilerinin silik ve ağlak alkışlarının arasına, yeni olanın çığlıkları karışıyor. Vandalizm ya da belediye yıkım ekibi adı önemli değil. Sarsılıyor her yer. Her geçen gün yeni mekanlarda tiyatro kaçınılmaz biçimde dönü(şü)yor. Ayr.bkn. İnternet üzerinden online bina yıkımı.
Ayr.bkn. Bunu yıkan bunları da yıktı. Lush Otel gibi geçmiş ve geleceğin zarafet noktasında buluştuğu mekânlarda, aynı kendisi gibi geçmiş ile gelecek arasında kendi sınavında ayakta kalma mücadelesini veren hassas bir tiyatro anlayışı selamlıyor bizi. Yeni Tiyatro. Emperyalizm ile insanın çatışması kendi tiyatrosunu yaratıyor. Globalleştikçe büyük iletişim ağları, küçülüyor dünya ve küçültüyor her şeyi. Seyirci sayısını, oyun süresini, oyuncu sayısını, dekoru ve ışığı ayar düğmesinden kısıyor. Optimal kullanıyor ödenekle beslenmeyen bütçesini.
tiyatroyu kullanan bir pazarlama tekniği ne de tiyatroseverlerin gönlünü hoş tutmak için bir amme hizmeti. Bu iki uç nokta arasında takdir edilecek bir konumda duruyor. Yani bir yandan tanıtım yaparlarken bir yandan da tiyatro için önemli bir katkı sağlıyorlar, üstelik hem işletme hem de tiyatro bu işten karlı çıkıyor. Fakat bir tiyatrosever olarak bu tiyatroişletme ortaklığında, işin tiyatro kısmının otelin vizyonundan bir adım önde durmasını dilerdim. Emre Koyuncuoğlu kendisinden beklenen o çarpıcı vuruşu odadaki LCD Televizyonda görünen çok uzun video kaydını izlettikten
sonra oyunun sonuna saklamayı tercih etmiş. Sabırla bekleyin. Oyun boyunca provokatifçe bir kadının odasında röntgenciye dönüştürülmenin utancını yakalayın, zaman zaman kaçırdığınız gözlerinizde. Bazen bu dönüşümün zevkini yaşayın. Yalnız bir kadının otel odasında varken, yok hissetmenin şeffaflığını tadın. Yok oldurulun. Alışın. Oyun sonunda ekiptekiler ve seyircilerle evinizin sıcaklığında bir sohbete koyulun. Alkışlamaya ilaveten gözlerinin içine bakarak elini sıkın oyuncunun. Tebrik edin. Dönüşün. Değişin. Düşünün. Alışın.
Tek kişilik oyunda çeşitli kişiliklere can katan Güzil Gençoğlu, kuşkusuz çok ama düşündü ğünüzden daha da çok zor bir sınavdan geçiyor her sahneye çıkışında.
pe cy a
Lush Otel'in odasında da sahneyle kıyaslandığında, elbette tahmin edebileceğiniz gibi tüm birimler için çok kısıtlı imkânlar geçerli. Metin, bu oda için Emre Koyuncuoğlu tarafından kaleme alınıp yine kendisince yönetilip odaya konulmuş. (Sahneye koymak gibi odaya koymak terimini de kullanmak zorunda bıraktınız ya beni daha neler olacak bakalım...) Kısa tutulmuş öykü, iyi de yapılmış ama bu kısa öykü bölünmelere maruz kalmış, işte bu biraz can sıkıcı. Hatta şeffaflaştırılamamış olan sahne geçişleri ile daha da zedelenmiş bütünsellik.
Tek kişilik oyunda çeşitli kişiliklere can katan Güzil Gençoğlu, kuşkusuz çok ama düşündüğünüzden daha da çok zor bir sınavdan geçiyor her sahneye çıkışında. Genel olarak başarılı ya da şöyle de denebilir: Başarısız değil. Metine gelince, yapısı gereği sonundaki şaşırtıcı anı vurgulamak için devamlı olarak kendini sadece büyük finale bilemekte. Böyle olunca da kimi yerlerde gücünü kaybedip, çekicilik özelliğini yitirmekte ya da şöyle de denebilir: Anlatının çekiciliği doğrusal devam etmekte zorlanıyor. Bir otel odasında tiyatro yapmanın getirdiği çağdaş bakış heyecan verici ama oyun finalindeki o çarpıcılık oyunun tamamına dağıtılarak metinsel içerik olarak da aynı heyecan sağlanamaz mıydı acaba? Lush Otel yönetiminin bu projesi ne sadece otellerini tanıtmak adına
Tiyatro: Lush Tiyatro Yazan-Yöneten: Emre Koyuncuoğlu Sahne Tasarımı: Elif Özdemir Giysi Tasarımı: Fulya Tekin Oyuncu: Güliz Gençoğlu
53
cy
a
Söyleşi
Türk Tiyatrosundan Renkli Bir Sima
Beki L. Bahar'ı Bilir misiniz?
pe
Neslihan Yalman / y_neslihan@yurtlanmaz.biz
Beki L. Bahar'ın tarihi ele alış biçimi, bu topraklarla kurduğu derin bağ oldukça etkileyici... Oyunların daki her bir katman çözülmeye değer. 54
Tiyatro Tiyatro Dergisi'nin 155. sayısında, 'Onları Hatırlayanınız Var mı?'başlığıyla yayımlanan röportaj beni derinden etkilemişti. Meliha Savaş 'ın Oktay Güzeloğlu 'yla yaptığı konuşmalar önemli sosyolojik veriler ortaya koyuyordu. Sohbet, evinde çıkan yangında kendisi de yanan Yakup Sarıçam'la başlıyordu. Güzeloğlu 'nun deyişiyle, "yüzünde yanık izleri olmasına rağmen, yine de güldürmeye devam ediyordu" emektar oyuncu. Onunla başlayan sohbet, tiyatro yapmak için huzurevinden kaçan ve büyük sanatçıdır herhalde diye öldüğünde içi boş bir cenaze töreni yapılan Kofti Keman Nusret'e geliyordu. Oradan da, seksen yaşında olduğu halde, ruhu genç Yahudi oyuncu Madam Kokoraça'ya uzanıyordu. Burada röportajın kısa içeriğini verebildim. Bunun yetersiz kalacağını düşünüyorum. Nitekim, beş sayfalık olsa da, röportaj muhtevasını oldukça geçiyor. Yine de aynen alıntılayarak, sayın Oktay Güzeloğlu 'nun değindiği şu konunun altını ısrarla çizmek isterim:
sanat dalı, o koşullarda tiyatrodan başka bir şey yapmamış bu tiyatro emekçilerinin günümüze kadar sırtlandıkları bir emek var. Altmış-yetmiş yıllık. Hatta Cumhuriyet'ten önce de tiyatro yapanları, kim yok sayabilir ki... Tiyatro, yöneticiler tarafından toptan tüfekten daha tehlikeli bir silah olarak görülüyor...." (s.43)
Bu girişi yapma gereği duydum. Çünkü bahsedeceğim yazar da Türkiye 'de henüz yeterince fark edilmemiş bir İstanbul hanımefendisi Beki L. Bahar. "Ezan, Çan, Hazan" şiiri Dolmabahçe Sarayı 'nın 150. yılı dolayısıyla Ali Kocatepe, "O muydu" şiiri Şekip Ayhan Özışık, iki "Ladino" şiiri de Cihat Aşkın tarafından bestelenmiş. Denemeler ve gazete yazıları yazmış. Ayrıca, birçok inceleme kitabı da bulunuyor. Üstelik, sekseninci yaşında hâlâ düşünebilen ve üretebilen bir zihne sahip... Şu noktada; Dr. İsmail Tufan'ın "Asıl önemli olan yaşlanmak değil, yaşlanmaya götüren yoldur." önermesini önemsiyoruz. Sosyal gerontolojinin "... Ben burada bir tarihe parmak basmak istiyorum. sanatla etkileşimi anlamında, Beki L. Bahar gibi Literatüre girmemiş bu tiyatrocuları, bugüne kadar isimlerin Türkiye akademisinin/sanatının özneleri konumunda, araştırma konularına dahil edilmelerini hiçe sayılmış bu insanları gün ışığına çıkartmak istiyorum. Madem ki tiyatro bir yaşam biçimi, ana arzu ediyoruz. Böylesi, deneyim sahibi isimlerin
Özellikle "Senyora (Grasya Nasi)" oyununuza değinelim. Oyunu, Türk Tiyatrosu adına çok önemli buluyorum. Nitekim, Pax Otomana geleneği içinde tarihsel ve pek de bilinmeyen bir Beki L. Bahar 'ın tarihi ele alış biçimi, bu topraklarla döneme ışık tutuyor. Üstelik, Beatrice Mendes De kurduğu derin bağ oldukça etkileyici... Oyunlarındaki Luna (yani Senyora) Osmanlı topraklarındaki ilk her bir katman çözülmeye değer. Onların sahneyle kadın tüccarlardan... Bu oyunun şimdi ve tarihle ilişkisinin öneminin altını nasıl çizersiniz? buluşması da Türk seyircisine kazandırılacak perspektif açısından ilgi çekici görünüyor. Kendisiyle Grasya Nasi, Portekiz'de Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Dinine sadık kalarak yaşarken, bir zelzelede doktor oyunları hakkında konuştuk. ağabeyi yıkıntılar arasında halkı kurtarmaya çalışır. Nitekim, bu doğal afetin nedeni gibi görülüp linç Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Bu serüven edilir. Ardından birtakım başka tatsız olaylar, Yahudi içinde tiyatro oyun yazarlığına nasıl başladınız? Bize biraz bu konudan bahseder misiniz? oluşu, göç yılları, zor koşullar, bir kadın olarak yaşadıkları... Çok küçük yaşta oyalamak için elime kalem vermişler, önüme kağıt koymuşlar. Ben kağıdı boş verip duvarları boydan boya çizmeye başlayınca, Ne yaparsanız yapın, kökeniniz unutulmuyor. Bu, pişman olmuşlar. Evdekiler kalemleri saklamağa iyi yönde kullanıldığı zaman iyi bir bağlılık örneğidir. başlayınca da, ben kıyametleri koparmışım. Yazarlık Ne yazık ki, tersi de oluyor. Din veya ırka dayalı serüvenim kalem aşkıyla başlamış anlaşılan. Okurken bağnazlıklar dünyanın birçok noktasında bile elimde kalem olur. süregitmektedir. Mesela, Nazi Almanya'sı... Olaylar ortadadır. Annem ve babam sinemaya, tiyatroya pek meraklıydılar. Girişlerde bilet kontrolleri de sıkı Grasya Nasi'den sonra, değineceğimiz bir isim Pududeğildi. Annem ilk sesli sinemaya, kucağında bir Hepa... O da tarihte önemli bir isim.. .Hitit tarihinde bebek olan bendenizle gitmiş. Biberonla sustururum de önemli bir yer teşkil ediyor. Ayrıca, diğer oyun sanmış, olmamış. Ben gür bir sesle 'ingaa inguu!..' karakteriniz (Senyora) gibi mücadeleci... Sizin de diye başlayınca, çaresiz filmin ortasında çıkmış. Bu bir kadın olduğunuzu düşünürsek, kadın sevda bana da geçti. Bu konuda eşimle de iyi karakterlerinizle nasıl bir bağ kuruyorsunuz? anlaşırdık. Ankara'da hiçbir oyunu kaçırmazdık. Kadın eğitimli, ekonomik bağımsızlığını kazanmış, Şiirlerim ve yazılarım yayımlanmaya başlayınca, bir de mücadeleci olursa her alan ona açık olur. eşim bir oyun yazmamı önerdi. İlk sahnelenen oyunum "Alabora", böyle bir denemenin sonucu ortaya çıktı.
"Annem ve babam sinemaya, tiyatroya pek meraklıy dılar. Girişlerde bilet kontrolleri de sıkı değildi. Annem ilk sesli sinemaya, kucağında bir bebek olan bendenizle gitmiş. Biberonla sustururum sanmış, olmamış."
cy a
Türk Tiyatrosu 'nda önemli yapı taşları olduğu kanaatindeyiz ve kendilerinin genç kuşaklarla bağlantısının kurulmasını diliyoruz.
pe
Oyunlarınızın başında genel açıklamalar var. Bir nevi önsöz... Bu, oyun yazarlarında alışık olmadığımız bir tarz... Karakterlerinizin tarihte yaşamış kişiler olmasının bu açıklamalarda etkisi var mı? Tarihe meraklıyım. Günümüzle paralellik kurabilecek olaylar içinde bazı karakterler sadık kalınarak tarihten aktarılmıştır. O kadar ki; Grasya Nasi'yi bir belgesel gibi niteleyen incelemeciler vardır. Ben okuyucuların, oyuncuların okuyacağını düşünerek bu bölümleri eklerim. Kafalarında daha net canlanması açısından... Bize oyunlarınızdan biraz bahseder misiniz? Oyunlarınız daha önce nerelerde oynandı? Metniniz ve sahnedeki oyun arasında büyük bir fark gördünüz mü? "Alabora", Ankara DT'de 1970 yılında oynanan ilk oyunum. "Alabora" dışında, derneklerde oynanan oyunlarım da var. Oyun sahnelenme konusuna geleyim. Bence son söz sahneye koyucunundur. "Alabora"da da böyle olmuştur. Oyunda önemsiz birkaç değişiklik olmuştur. Sahnede farklı bir vücuda giriyor oyunlar. Bu da tiyatronun kendisi zaten!
Diğer oyunlarımdan bahsedecek olursam efendim... "Ölümsüz Kullar", DT Edebi Kurulu'ndan 1997 yılında geçmiştir. "Senyora" da, 1995 Bakırköy Belediyesi Oyun Yazma Yarışması Yunus Emre Başarı Ödülü almıştır. "Demokles'in Kılıcı", bir akademisyen/tarihçi tarafından İngilizce'ye de çevrilmek üzeredir. Çevirisi hemen hemen bitmiş gibidir. Bu oyunlarım, MitosBoyut Yayınları tarafından toplu halde iki kitap şeklinde basılmıştır.
55
Yahudiler, her türlü oyunu geliştirdiler. Özellikle; ülkeye, hokkabazlık ve cambazlık oyunlarını getirdiler. Büyük şenlikler iki yüz kişiyi bulurdu. Yahudiler, kol denilen kumpanyalarda hafif konulu oyunlar sergilerlerdi. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nin II. cildinde bu konulara genişçe değinir. Metin And misali önemli bir tiyatro uzmanı var. Orta Oyunu 'na da değinir. Hatta, İberik Yahudileri tarafından, Venedik üstünden getirilme ihtimalinden de söz eder.
Günümüzde bunu birçok alanda görüyoruz. Tarih boyu büyük kadınlar kraliçeler arasında çıkıyor. Neden? Ayrıcalıklı durumları kadar, eğitimli de olduklarından. Eşleri onlara danışıyor, onların fikirlerini önemsiyor ve kendilerini sayıyorlar.
a
Yazarken yoğun araştırmalar yapıyorum. Karakteri oluştururken, ister istemez kendinizden de bir parça ekliyorsunuz. Bu yüzden de, karakterlerimle etkileşim halinde olduğumu söyleyebilirim. Birçok yazar gibi.
Daha önce de belirtmiştim. Özellikle, "Senyora (Grasya Nasi)" ve "Ölümsüz Kullar (PuduHepa)" oyunlarınızı Türkiye ve Türk tarihi açısından önemli buluyorum. Ülkemizdeki arkeotarihsel katmanlarla kimliğinizin etkileşimi açısından, bu oyunlar büyük nüveler barındırıyor. Ölümsüz Kullar (Pudu-Hepa) 1997'de Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu'ndan da geçmiş. Belirttiniz. Şu noktada, oyunlarınızı sahnelemek isteyecek 'özgün perspektifli rejisörlere' önerileriniz nelerdir? Engizisyondan kaçıp, Osmanlı'ya sığınan Yahudiler hakkında yazılanlar, ülkemizde oldukça azdır. Buna karşılık, 1492 ve 1497 göç sonrası-aynı yıllardaAmsterdam'a yerleşmiş İberik Yahudileri hakkında oldukça zengin bir arşiv vardır. Araştırmacılar, tarihçiler bunlardan yararlanıp, çeşitli yapıtlar vermişlerdir. Grasya Nasi devrini yansıtmak benim için pek kolay olmamıştır. Oyunun yazılmasından önceki araştırma evresinden bakılınca, bibliyografyası uzayıp giden bir listedir. Ayrıca, oyun metninin sonunda yer alan açıklayıcı dipnotlar vardır. Rejisörler ve okuyanlar için konulmuştur. Çok araştırma yapıldı. Bazen bir ekonomi kitabından, bazen bir Avrupa ülkesinin tarihinden... Her birinden bir-iki kırpıntı. Mesela; bir Ancona boykotunu ele alalım, oyunda geçiyor. Bu durum, o zamanın Bursa tüccarlarının gücünü de gösterir. Osmanlı'nın gücüne değinirsek, inanılmaz bir güçtür! Venedik'e bir elçi gönderen devrin padişahı (Kanuni), Grasya ve ailesinin hapisten çıkarılmasını buyurabiliyor. Bu yetkiye sahip...
56
cy
pe
"Yazarken yoğun araştırmalar yapıyorum. Karakteri oluşturur ken, ister istemez kendinizden de bir parça ekliyorsu nuz. Bu yüzden de, karakter lerimle etkileşim halinde olduğumu söyleyebi lirim. Birçok yazar gibi."
Yazdığınız ve basım aşamasında olan oyunlarınız var mı? Yeni bir oyun yazmayı düşünüyor musunuz? "Demokles'in Kılıcı (Flavius ile Demokles)" oyunundan bahsetmiştim. Yeni bir oyun sayılır. MitosBoyut tarafından tek kitap olarak basıldı. İki kitaptan biri budur. Oyunun önsözünde uzunca açıklayarak değinmiştim. 'Demokles'in Kılıcı' deyişini sorguluyorum. Yıllar yılı Demokles'in bir tiran sanılmasını... Onu, İ.S 1. yüzyılda yaşamış Pudu Hepa'ya gelince... Bu topraklardan gelip tarihçi Flavius ile karşılaştırıyorum. Oyunda çarpışan geçmiş, rengini bırakmış imparatorlukların, fikirler var. Araştırmalarım, okumalarım sürüp uygarlıkların hepsi bizimdir. Her biri, bizim gidiyor. Tezgahta her zaman başlanmışlar ve yarım değerlerimizdir. Hitit Dönemi'nden kalmış binlerce kalmışlar vardır. tablet var. Bazı gelenek görenekleri ele alalım. Bunlar, halen Anadolu halkı arasında yaşamaktadır. Türk Tiyatrosu'na dönelim. Oyunlarınızın Türk Sarayda bulunan vakanüvisler, olanı biteni tabletlere Tiyatrosu'nda önemli bir yer teşkil ettiğini yazarlardı. Deyim yerindeyse, tarihi yıllıkları düşünüyorum. Türk Tiyatrosu'nun çatısını oluştururlardı. Orada her şey yazıyordu. M.Ö 2000 Ermeniler başta olmak üzere, azınlıkların yıllarından bahsediyorum. Devletlerarası ilk oluşturduğunu söylersek... Bu azınlıklar dahilinde Saldırmazlık Kadeş Paktı'nı Mısır'la imzalayanlar Yahudileri de kabul edersek... Konu hakkındaki ve o paktta, kraliçenin de imzasına yer veren gene fikirlerinizi alabilir miyiz? Tiyatromuz içinde Hititler'dir. Bu da Anadolu'nun bir gerçeğidir. Bizim kendi yerinizi nerede tanımlıyorsunuz? tarihimizden bir sayfadır. Oyunda vurgulamak Öncelikle, size bazı noktalarda katılmayacağım. Türk istenilen bu çeşitlilik ve geçiştir. Tiyatrosu'nda önemli bir yerim olduğunu düşünmüyorum. Üstelik, Yahudi yazarlar içinde oyun yazarı da oldukça az... Tabii kolektif çalışanlar var. Sorunuzun ikinci bölümüne gelirsek... Oyunlar Ben, belki dil veya konu seçimi açısından daha farklı sahnelenme aşamasına geldiğinde, bu sorunun cevabını vermenin daha isabetli olacağını bir tarzda yazıyorum. düşünüyorum. Öncesinde pek bir şey ifade edemem. Ama, bana bir danışan olursa tabii yardımcı olurum. Tanzimat'la beraber batı türünde tiyatroyu geliştirenler ve Türk Tiyatrosu'na katkıda bulunanlar Teşekkür ederim Beki Hanım. Ermenilerdir. İberik'ten 15.-16. yüzyılda gelen
Michel Aumont Şubat 2007'den beri Paris'te Théâtre de L'OEuvre'de tek başına muhteşem bir solo gerçekleş tiriyor. Vincent Delecroix'nın "Kapıda" piyesini Marcel Bluwal sahneye koydu.
pe cy a
Avrupa Tiyatrosu
A La Porte (Kapıda) İrresistible (Dayanılmaz) Le Talisman (Tılsım) Balzac-Beethoven
Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr
Michel Aumont'tan Muhteşem Solo
A La Porte (Kapıda)
Otuz yedi sene boyunca Comédie-Française'in kadrosundaki oyuncularla sahneyi paylaşmış olan büyük aktör Michel Aumont Şubat 2007'den beri Paris'te Théâtre de L'CEuvre'de tek başına muhteşem bir solo gerçekleştiriyor. Vincent Delecroix'mn "Kapıda" piyesini Marcel Bluwal sahneye koydu. Bir pazar günü yaşlı bir felsefe profesörü kendi evinin kapısının önünde kalıverir. Profesöre derse gelen genç öğrencisi evden çıkarken yanlışlıkla kapıyı çekmiştir, anahtar kapının arkasında olduğu için profesör kendini ansızın kapının eşiğinde buluverir. Önce öfkelenen sonra da çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen profesör ona yardım edebilecek insanları aklından geçirmeye başlar. Kapıcıda yedek anahtar
mevcuttur ama pazar olduğu için izinlidir. Seine Nehri'nin karşı kıyısında oturan kız kardeşinde de yedek anahtar vardır ama garip bir dürtü ile tam zıt istikamete gitmeye karar verir. Homurdanarak, ekşimiş bir ifadeyle, başına gelenlere kızgın Paris'te dolaşmaya, bu şehirde kaybolmaya başlar. Hafızasında yaptığı bu yolculukta, düşünceleri onu bazen tanıdık mekânlara, bazen de hiç bilmediği yerlere sürükler. Aklından geçirdiklerinde, gerçek olaylar, hayal mahsulü olaylara karışıverir, öyle ki profesör kâh duygusal kâh komik kâh buruk durumlarla karşı karşıya kalıverir. Bu gerçeküstü ve garip gezintide, yaşama sıkı sıkıya sarılmaya kararlı bir adamın itirafları, kara mizah ve ince nükte ile harmanlanıp yüreğimize derinlemesine işler.
57
kâh gülüyor kâh eğleniyor kâh zıvanadan çıkıyor kâh hırlayıp protesto ediyor kâh kıyameti koparıp bağırıp çağırıyor; ama o anı en ince ayrıntısına kadar ta derinden yaşıyor ve de seyirciye yaşatıyor. Bir buçuk saat süren bu monologda bir yandan mükemmel ve duygusal bir tekst, diğer yandan da Michel Aumont'un müzikal bir ezgi tadındaki sesi ve sahnedeki heyecanı, zarafeti ve oyun gücü. Bu sahne devinin oyunculuğuna tanıklık eden seyirci, onun metni yorumlayışı karşısında allak bullak oluyor.
58
pe
Oyun iki kişilik: Kadın rolünü sinemadan tanıdığımız, güzelliğiyle gönüllere taht kurmuş Virginie Ledoyen. Erkek rolünü ise yine sinemanın yaramaz ve yetenekli oyuncusu Gad Elmaleh'in kardeşi Arie Elmaleh oynuyor.
cy
a
Birtakım mekânları çağrıştıran birkaç beyaz iskemlenin dışında, çıplak bir sahnenin üstünde oynayan bu tiyatro duayeni sanatını konuşturuyor,
İnsanın iç dünyasına yaptığı bu yolculuk, aynı zamanda bu yüzyılın örf ve adetlerini ortaya çıkaran felsefi bir keşif. Sanki Harikalar Diyarındaki Alis'in yanı başında rüya, hayal, kâbusun kol gezdiği garip bir gezegene yapılan bir yolculuk. Ama bu Alis ölümün korkunç hayaletini de yanı başında taşımakta. Bu Alis macera dolu pistlerde dolaşıp, yoldan çıkarak, bilinmedik yönlere, beklenmedik olaylara, gidilmedik yerlere, iç dünyasını bir ayna gibi yansıtıyor.
Bu piyesin, bu sezon çok iyi reklamı yapıldı. Basın organları sürekli bu oyundan bahsetti; öyle ki ben de, hemen gidip göreyim ve sizlere aktarayım dedim. Ama her yerde çok şişirilen bu piyes beni tatmin etmedi. Oyun iki kişilik: Kadın rolünü sinemadan tanıdığımız, güzelliğiyle gönüllere taht kurmuş Virginie Ledoyen. Erkek rolünü ise yine sinemanın yaramaz ve yetenekli oyuncusu Gad Elmaleh'in kardeşi Arie Elmaleh oynuyor. Fabrice Roger-Lacan'ın bu piyesini İsabelle Nanty sahneye koymuş. Paris'te Théâtre Hébertot'da 30 Ocak 2007'de başlayan bu oyun bir apartman dairesinde geçiyor. Konusu çok basit bir aşk ve kıskançlık hikayesi. Adam avukat, kadın editör. Dört yıldan beri beraber
yaşamaktalar. Kadın, yayımlayacağı kitabın yazarıyla yaptığı uzun bir görüşme sonrası eve sevgilisinin yanına döner. Sevgilisi, dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru kadının fark etmemiş olmasından yola çıkarak kıskançlık krizine girer. Yağmuru fark etmediğine göre kadının aklı o uzun öğleden sonraki toplantıda kalmıştır. Hep dayanılmaz bulduğu o yazardan muhakkak etkilenmiştir. Şayet yazardan etkilenmemiş olsaydı, yazarın akşam yemeği davetini gözünü kırpmadan kabul ederdi. Yemek davetini reddettiğine göre kadın, yazarın cazibesine karşı koyamayacağını anlamıştı. Bu varsayımlar öyle bir noktaya gelir ki adam kadını yazarla yemek yemeğe adeta zorlar. Bu sınavdan kaçacağına onunla yüzleşmeyi tercih etmelidir. Kadın evden çıkıp, yazarla buluşmaya gider. Evde yalnız kalan adam içinde dindiremediği şüphe ve kontrol
başarılı, sahnede olmaktan duyduğu mutluluk seyirciye geçiyor. Arié bir önceki piyesi "Preliminaires"deki başarısını bu oyunda da sürdürüyor, vücut dilini çok iyi kullanıyor. Gregori Czekinski'nin ölçülü ve gerekli müzik düzenlemesi çok yerinde. Sevgilisini, bir başkası için henüz hissetmediği ya da henüz farkında olmadığı bir arzu Cravate-Club'ün yazan Fabrice Roger-Lacan bu çok hakkında suçlayan bu adam tam bir paranoyak vaka. aşina olduğumuz lüzumsuz ve bağnaz kıskançlıkları Hastalıklı bir ruh haliyle, hayal mahsulü suçlamalar, tehlikeli gerçeklere dönüşüp huzurlarını kaçırıyor. bu piyeste çok güzel ve çok natürel dile getirmiş. Böyle bir risk alarak sadakat sınırlarını zorlamak Virginie Ledoyen bu ilk tiyatro deneyiminde oldukça ikili ilişkilerde bazen büyük felaketlere yol açabilir. edemediği kıskançlıkla deliye döner. Kadının kapalı cep telefonuna sürekli "geri dön" mesajları ve aşk cümleleri bırakan ve geceyi ayakta kriz halinde geçiren adam, kadının ertesi sabah eve dönmesiyle yine kendini kontrol edememeye ve kadını soru yağmuruna tutmaya devam eder.
a
Le Talisman (Tılsım) Balzac-Beethoven Goriot Baba 'dan Vanquer Pansiyonu /13. Quatuor Opus 130 Goriot Baba 'dan Vautrin / 11. Quatuor Opus 95 Goriot Baba'nın Ölümü / Adagio Opus 18 Tılsım / 15. Quatuor Opus 132
pe cy
İzleyici olarak Talisman (Tılsım) bir yandan Beethoven'in eserlerinin dinlenip, bir yandan da Balzac'ın romanından pasajların okunduğu farklı bir tiyatro macerası...
Yaşamımızdan yüzlerce kesitler keşfedip, ruhumuzu müzik notalarıyla yıkadığımız bu yolculuk Paris'te Théatre de La Madeleine'de 20 Mart'ta başladı. Bir saat süren gösteride Balzac'ın romanından öyküleri Jean-François Balmer anlatıyor. Ona üç keman ve bir çellodan oluşan dört kişilik Quatuor Ludwig oda orkestrası eşlik ediyor. Oyunu Françoise Petit uyarlayıp sahneye koymuş. Hervé Gary başarılı bir ışık düzeni kurmuş.
Balzac'ın büyülü dünyasından yola çıkan oyunda, gerçek bütün çıplaklığıyla anlatılıyor: Balzac gerçekleri saptırmadan, üstlerini örtmeden, onlara farklı bir giysi giydirmeden ortaya döküyor; bilenlere ya da görmeye çalışanlara gerçeği açıklıyor.
Paris sokaklarının insanlık hallerine benzetildiği ilk tablo benim çok hoşuma gitti. Namı kötü olup insanların oturmak istemediği ya da asil bir ismi olup da fahişelerin oturduğu; ferah bir ismi olup da dar olan sokaklar; genç ismi olup yaşlıların oturduğu sokaklar gibi... Paris sokaklarıyla insan ruhunun iç içe geçmesi güzeldi. Kesintisiz, çarpışmadan, müziğin tekste, tekstin müziğe kaydığı bu gösteri kopukluk olmaksızın bir bütün olarak sahnelenmiş. Kısa tutulduğu için de seyirciyi bunaltmadan seyrediliyor.
Oyunu Françoise Petit uyarlayıp sahneye koymuş. Herve Gary başarılı bir ışık düzeni kurmuş.
Balzac ve Beethoven, biri edebiyatın, biri de müziğin en büyük dehaları arasındadır. 1799'da Balzac doğduğunda Beethoven otuz yaşında ilk senfonisi ile ilk quatuorlarım bestelemiş bir kompozitör. Quatuor'lar Beethoven'in eserinin temel taşını oluşturur, özellikle tarihsel açıdan dört yaylı enstrümana yazılıp, 20. yüzyıla aktarılması açısından. Bu eserler Beethoven'in adeta kanı ile yazılmıştır. Bu eserlerde insanoğlunun tüm problemleri bir günlükte yazılmış gibidir. Bu notalara yaşam, ölüm, tutku, öfke, sıkıntı derin bir şekilde yansır. Beethoven'in insan ruhuna işleyen bu müziği, tıpkı Balzac'ın 1842'de yazdığı "İnsanlık Komedisi"ni çağrıştırır. İnsanı özgür kılan duyarlılık ve irade olguları irdeleyen Balzac'ın "İnsanlık Komedisi"nden kesitler: Ferragus 'tan Paris Sokakları /8. Quatuor Opus 59
59
cy
a
Sadık Seyirci
Çarpıtılmış Gerçeklikten Tiyatrosal Dönüştürüme
Inishmaan'ın Sakatı, Titanik Orkestrası, Evridike'nin Çığlığı
pe
Sadık Aslankara/ msaslankara@hotmail.com
Herhangi nesnenin, olayın ya da ilişkinin kendisi ile bunun estetize edilmesi birbirini tutmayabilir, ötesinde itebilir de... Estetik olan, gerçekliğin bu bağlamdaki dönüştürümüdür aslında. İsterseniz bunu, görece "çarpıtma" olarak da niteleyebilirsiniz...
60
... söz konusu oyunların sırasıyla olgusal, imgesel, tragedik yapı çerçeve sinde temellendirildiği söylenebilir.
Bu çelişki, bütün sanat türlerinin ana sorunsalı kuşkusuz. Ne ki tiyatro sanatı, uygulayımdaki sınırsız, sonsuz olanaklarıyla öteki sanat dallarının tümünü geride bırakıyor... Shakespeare oyunlarının sahnelenişindeki çeşitliliği düşünelim bir an için, hangi şiir, hangi müzik, hangi resim böylesi olanağa sahip? Ancak yine de eklememiz gerekiyor. Diyelim Hamlet gibi kült yapıttan söz ediyoruz, Shakespeare'in bunu hangi olaylardan, hangi etkilerden kalkarak, nasıl bir esinle verimlediği biliniyor.
Söz konusu somut verilerin Shakespeare estetiği çerçevesinde birbiriyle ne ölçüde bütünleştiği ayrı soran, ama bu arada dünyaya yayılmış Hamlet yorumlarıyla ortaya çıkan çarpıtmanın da geniş bir değişkeler yelpazesi biçiminde kendini göstereceği açık değil mi? 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde sunulan Güney Kore yapımı, yönetmen Lee Jun-Ik imzalı Kral ve Soytarı adlı film, şaşırtıcı bir Hamlet yorumu bağlamında alınabilecek ilginç örnekti, buna benzer daha nice örnek üzerinde durulabilir pekâlâ. Shakespeare'deki çarpıtmanın dışında, bu değişkeli örneklerdeki çarpıtmalar dikkate alındığında, çarpıtılmış gerçekliğe de bin bir farklı estetik pencerenin ufkundan bakılabileceği, buna göre işlenebileceği kestirilebilir kolayca... Bu sıralananların ardından sanatın bir çarpıtma eylemi olduğunu söylemek sakıncalı değil herhalde!
Ancak çarpıtmanın çarpıklaştırma, saptırma, sapkınlaştırma olmadığı da eklenmeli hemence! Geçmişte sıkça yinelenirdi, izdüşüm, yansıtım olduğu vurgulanırdı sanat yapıtının! Nesneyi, olayı, ilişkilenişi sanatlaştırmanın yolunun bu olamayacağı biliniyor artık. Ama şu da biliniyor. Sanat, bizim yaşamımızda çeşitli izdüşümler, yansıtımlar aracılığıyla bir ayna işlevi görebilir elbette. Demek ki söz konusu çarpıtmanın soyutlayım, dönüştürüm olduğunu, ama bu yanıyla yaşama aynalık yapacağı gözden ırak tutulmamalı! Öyleyse çarpıtma, dönüştürümün karşılığı olarak alınmalı daha çok! Şimdi bütün bu sözlerin ardından Martin McDonagh'dan Ahmet Levendoğlu'nun çevirip yönettiği İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı Inishmaan'ın Sakatı, Hristo Boytchev'den Hüseyin Mevsim'in
çevirdiği Macit Koper'in yönettiği IBB Şehir Tiyatroları yapımı Titanik Orkestrası, Şahika Tekand'ın yazıp yönettiği Stüdyo Oyuncuları yapımı Evridike 'nin Çığlığı adlı oyunlardan hareketle bir düşünce uçkunları gezintisine çıkalım birlikte... Gerçekliğin Bin Bir Yüzü... Deneysel arayışlara çıkmış, farklı serüvenlerle aykırılıklara koşmuş oyunlar da gerçekliğin bin bir kesitinden biriyle yüz yüze getiriyor elbette bizi. Benim burada vurgulamaya giriştiğim, deneysellikle sunulan değil böyle bir sav taşımaksızın verimlenip yorumlanmış oyunlarda gözlenen çarpıtım yalnızca.
Başka başka yazarlara verilseydi bu konular, herhalde onlar da kendilerince ele alıp öyle işlerler, böylelikle de farklı çarpıtmaların sonsuzca ortaya çıkışı biçiminde süregiderdi tiyatrodaki yorumlayış. O halde bu yazarları, ortaya koydukları oyunlarda biricik kılan yanları bağlamında ele almak gerekiyor ilkin.
Inishmaan'ın Sakatı
gerçekliğin açılımıyla. Şahika Tekand ise metninde tragedik olanın kaçınılamaz vurgusunu getiriyor önümüze...
pe cy a
İşte bu çerçevede üç farklı oyun var önümüzde... İlki, Inishmaan'ın Sakatı, olgusal olandaki dramatik dolantıyla öteki Titanik Orkestrası, imgelemeyerek kurduğu üst dille, üçüncüsü Evridike 'nin Çığlığı da tragedik yapısıyla tiyatrosal yoğunluk sağlamaya girişiyor denebilir. Buna göre söz konusu oyunların sırasıyla olgusal, imgesel, tragedik yapı çerçevesinde temellendirildiği söylenebilir. Bunlar, yazarların oyunlardaki gerçekliği çarpıtma biçimini ele veren ipuçları aynı zamanda. Bir de yönetmenlerin çarpıtımı var; gerçekten üç farklı yönetmenin atak, tutkulu ama aynı zamanda soğukkanlı yorumlarıyla karşı karşıyayız...
Burada Ahmet Levendoğlu'nun, Macit Koper'in, Şahika Tekand'ın çalışmalarını, öteki yönetmenlerden ayırdığım, bu üç çalışmayı öne çıkardığım düşünülmemeli. Bu mevsimin tiyatro hareketliliği içinde gerek metin, gerek yorum gerekse kavramsallık bağlamında dikkat çekmeyi hak etmiş öylesine çok oyun var ki... Bütün mevsimlerde görülegeldiğince... Bu nedenle andığım üç oyunu, aralarında ortaya çıkan farklı tutumlardan ötürü öncelediğim göz ardı edilmesin isterim doğrusu. Inishmaan'ın Sakatı, bir adada Titanik Orkestrası, imgesel bir istasyonda, Evridike'nin Çığlığı ise törensel bir salonda ya da alanda geçiyor denebilir. Bu çerçevede Martin McDonagh Inishmaan'ın Sakatında. minnacık adayı evleri, işyerleri, iskelesiyle, atan yürek halinde bir bütün olarak yansıtırken Hristo Boytchev, Titanik Orkestrası'nda bir "araf" olarak aldığı istasyon çeşitlemesinde yüzleştiriyor bizi
Hemen belirtmeliyim, okunan metin ayrıdır, seyredilen ayrı, dinlenilen, anlatılan, öykülenen ayrı... Bütün bunlar gerçekliğin çarpıtılışında görüldüğünce ayrı ayrı çıkar önümüze. İlk söylemem gereken, oyunları okumadan, ama seyrettiklerime, üstelik yalnızca birer kez izleyişin bende bıraktığı izlenimlere, sanılara dayanarak bu yazıyı kaleme alıyor olduğum. Okuyabilseydim, kuşkusuz metnin kendi iç bağlantısı, kimi ayrıntıların oyundaki yönlendirici işlevselliği üzerine herhalde farklı pek çok söz edebilirdim... Martin McDonagh başlangıçta temele aldığı odağa göre yapılandırıyor oyununu, bu nedenle de Inishmaan'ın Sakatı'nda karakterler önem taşıyor. Hristo Boytchev içinse olay değil önemli olan, dışımızdaki o en genel hayata karşı bizim tutumumuz. Bu nedenle karakterler önem taşımıyor kesinlikle. Yazar için önemli olan üst dilin çözümüne yönelik imgeleme örgüsünün seyirci tarafından alımlanabilmesi. Şahika Tekand ise, tragedik yapının alışılagelmiş klasik vurgusu dışına çıkarak bunu günümüz toplumlarındaki tragedik yapı koşutluğu içinde
göstermeyi önemsiyor. Bu çerçevede kadın ve savaş gerçekliğinin modern toplum içindeki tragedik yüzünü göstermeye girişiyor oyununda bize. Yukarıdan bu yana yazarları bağlamında yaklaştığımız oyunlara şimdi de yönetmenleri açısından yönelmeye çalışalım... Yönetmenin Yedi Rengi... Oyunlar, estetik somutlanışları dikkate alındığında dört başlıkta toplanabilir: 1. Seyredilmesine gerek olmayanlar, 2. Okunmasına gerek olmayanlar, 3. Hem seyredilmesine hem okunmasına gerek olmayanlar, 4. Hem seyredilmesi hem okunması gerekli olanlar. Buna göre oyunlar alımlayıcıda, seyretme veya okuma dürtüsü uyandırmayabilir ya da seyretme, okuma dürtüsü uyandırmayabileceği gibi bunun tam tersi, hem seyretme hem okuma dürtüsü de uyandırabilir. Bütün bunları yani estetik somutlanışı, yönetmenin tayf ışığından süzdürüp oyuna soğurduğu yedi renk getirecektir kuşkusuz. Bu açıdan bakıldığında her üç yönetmenin de oyun yazarlarıyla birebir örtüştüğünü söylemek
Hemen belirtmeliyim, okunan metin ayrıdır, seyredilen ayrı, dinlenilen, anlatılan, öykülenen ayrı... Bütün bunlar gerçekliğin çarpıtılışında görüldüğünce ayrı ayrı çıkar önümüze.
61
Evridike 'nin Çığlığı
evrene topluca omuz vererek çalışmaya büyük bir şölen havası getiriyor! McDonagh, adayı tutucu bir yaklaşımla alırken Levendoğlu, üstelik hiçbir zorlamaya gitmeden, salt doğayla örtüşen yanını öne çekerek iyimser bir eğri yakalıyor. İnsan ruhunun derinlerinde yatan karmaşayı açığa çıkarıp küçük çıkar ilişkilerinin üzerine giderek belki de McDonagh 'ı daha bir yerli yerine oturtuyor... Macit Koper de Titanik Orkestrasında buna benzer bir başarı sergiliyor. Hristo Boytchev'in metnindeki farklı karakterleri, kişilik yapılarını korumakla birlikte özdeş, bağdaşık yelpaze açılımına yerleştirerek büyüleyici bir imgelem ortamı yaratıyor. Doğrusu ya buna, somutla soyutun her an birbirine akışı katkı sağlıyor yanılmıyorsam. Düşle gerçeğin iç içe barındığı, bu nedenle gerçekliğin her an, her an değişip dönüştüğü bu evrende biz, tam da o araf sıkıntısını yaşıyoruz...
a
olası. Gerçekten de yazarların olgusal, imgesel, tragedik odaklarından milim sapma yok, yok ama yine de her yönetmen, kendi sihirli parmağıyla farklı dokunuşlar sergiliyor oyunlar için. Ahmet Levendoğlu, Inishmaan'ın Sakatı'nı ada insanları müzesine dönüştürüyor neredeyse. Ayrılan yanları çok elbette bu insanların, ama o, birleşen yanlarının altını çiziyor daha çok. Birbirine düşman tüm adalılar. Çatışmaları da dolandırılan da kaçınılmaz bu nedenle. Bu hırçınlıkları, tıkılıp kalmışlıktan, cendere altında süren çatışmalı yaşamdan, ikizil duygulardan kaynaklanıyor kuşkusuz.
62
pe cy
Ancak bu oyunlar, ötekilerle birlikte tiyatronun o sınırsız gücünü ele veriyor yine de! Bu güç, tiyatro sanatının kendi gücü kuşkusuz! İnsanoğ lunun uygarlık sahnesine çıktığı günden bugüne, genetik formuna işlenmiş büyücülüğü onun!
Levendoğlu, ada insanlarına değil ama adaya, dıştan bakanların tutumuyla yaklaşıyor yazara sıkı sıkıya bir bağlılık göstergesi olarak. Gerçekten Martin McDonagh'ın oyunda koşut kurgu olarak kullandığı Robert Flaherty'nin Aranlı Adam belgeseliyle belki bir çalım içerden yaklaşabiliyoruz adaya, o kadar. Bunun dışında sinir bozucu bir ada konservesiyle karşı karşıyayız sürekli. Levendoğlu'nun bunu pekiştirmek adına adayı sert bir yumruk, tek yumak halinde balyoz gibi beynimize indirişi üzerinde özellikle durulmalı. Öyle bir vurgu ki bu, insanlar, böyle bir cehennemde birbirinin gırtlağına sarılacaktır çaresiz. Levendoğlu, ada insanlarını, ayrı ekollerden gelen, bu nedenle birbiriyle çatışabilecek oyuncularla da bir denge kuruyor sanki. Oyuncular da yönetmen de büyük başarı gösteriyor sahnede. Oyuncuların adını anmamak büyük haksızlık olur doğrusu: Deniz Gönenç Sümer, Atsız Karaduman, Gılman Kâhyaoğlu Peremeci, Hanife Şahin, Pelin Gülmez, Seda Yıldız, Mertcan Semerci, Sema Çeyrekbaşıoğlu, H.Ergun Akvuran. Çünkü bu oyuncular, McDonaghLevendoğlu ikilisinin kurduğu
Terk edilmiş, belki de sırt dönülmüş bir istasyon, bu istasyonla uyumlu görünse de, bir an sanki oraya konduruluvermişçesine iğreti duran beş benzemez insanın sarmal döngüyle birbirine karışımı, belki de girişmesi... Kim bilir, yeni bir Godot yorumundan da söz edilebilir burada. Sahneye yayılan bağdaşıklıkla arafta duruşun çatışması bu arada. Bu yanıyla iyi bir sahne gösterisine dönüşen oyun, yönetmenden oyunculara el birliğiyle durma yükseliyor. Inishmaan'ın Sakatı'nda olduğu gibi Titanik Orkestrası'na da yine görkemli bir oyunculuk orkestrası eşlik ediyor: Ahmet Uz, Naşit Özcan, Bensu Orhunöz, Can Başak, Burak Davutoğlu. Şahika Tekand'ın kendi oyununa yaptığı yönetmenlik bu iki örnekten farklı bir yan getiriyor
önümüze. Levendoğlu ile Koper McDonagh'la Boytchev'in oyunlarını uçurmak için ayrı, farklı katkılar koyabiliyor. Oysa Tekand, Evridike 'nin Çığlığı için oyunu çoğaltan, onu kabartan bir tutum takınmak yerine, ayırdında olmaksızın baskılayıp tıkızlaştırıyor. Elbette oyun, tragedik yapı olarak özdeşleşse de Gülbin Yeşil'le Mustafa Avkıran'ın metninden Mustafa Avkıran'la Övül Avkıran'ın yönettiği Övül Avkıran'ın sunduğu 5. Sokak Tiyatrosu yapımı Kassandra gibi bir sahne çalışması olmak zorunda değil! Aynı şekilde Aiskhilos'tan Güngör Dilmen Kalyoncu çevirisiyle Theodoros Terzopoulos'un yönetiminde, daha doğru bir deyişle yorumunda sahnelenen Persler gibi de olmak zorunda değil! Ne var ki biz, Terzopulos'un yorumunda da Övül Avkıran'ın bedeninde yansılanan Avkıranlar yorumunda da, tragedyanın içine sızabilmiş, sızmak ne bunların altında ezilmiştik neredeyse. Oysa Tekand, Evridike'nin Çığlığı'na bir radyo oyunu olanağı biçiyor bana göre ne yazık ki! Belki bir ölçüde koro tragedik oluşumun ışığını, rengini, sesini yansıtabiliyor, ancak biz oyunu, acının somutlanışı yerine seslendirilişi biçiminde alınılıyoruz daha çok. Ama yukarıdaki iki oyundan eksik kalmamak üzere Evridike 'nin Çığlığı'nda da yine aynı şekilde görkemli bir oyuncu desteği olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Ne ki topluluk sorumlularından istediğim halde, elimde oyuncu adlarının sıralandığı rollük bulunmadığından bunları aktaramıyorum. Buradan şu sonucu çıkarmak olası görünüyor: Yönetmenler tarafından sahneye taşınan her yedi renk, oyunu uçurmaya yetmiyor! Tiyatronun Sınırsız Gücü... Ancak bu oyunlar, ötekilerle birlikte tiyatronun o sınırsız gücünü ele veriyor yine de! Bu güç, tiyatro sanatının kendi gücü kuşkusuz! İnsanoğlunun uygarlık sahnesine çıktığı günden bugüne, genetik formuna işlenmiş büyücülüğü onun! Tiyatronun bilimcileri, sanatçıları, oyuncuları bu büyünün içinde yol alıyorlar işte. Tiyatro sanatı bu sınırsız gücüyle var zaten, üstelik hep var olacak!
Kitap
Metin Boran
"Yaşamın İzindeki Kadınlar" Toplumcu tavrı ve düşünsel-pedagojik sistematiği ile çocuk yazınına önemli yapıtlar kazandıran şair, öykü yazan ve eğitimci Gülsüm Cengiz Akyüz, yazdığı "Yaşamın İzindeki Kadınlar" adlı oyun ile tiyatro ortamına dahil oldu. Daha önce Gerçek Sanat yayınlarından çıkan tekstil işçilerinin çalışma koşullarını anlattığı "Makas Kesmez İğne Dikmez Ellerimiz Olmasa" adlı oyun denemesi de yayımlanan Gülsüm Cengiz, yeni oyununda Türkiye'nin yakın geçmişinde yaşanan olayların izini sürerek hafıza tazeliyor. Kalabalık bir kadro ile kurgulanan belgesel nitelikteki Yaşamın İzindeki Kadınlar, Türkiye'de özellikle 12 Eylül asker darbesinin akabinde yaşanan ve çoğunlukla kadınların başından geçen olayları belgelere dayanarak özenli bir dille kaleme alıyor.
cy a
Yazar olayları kurgularken gerçeği birebir ele alıyor ve çarpıtmadan ve kendi öznel değerlendirmesini yapmadan her olay yaşanıldığı gibi sayfalarda yerini alıyor. Avukat Halit Çelenk'in eşi Şekibe Çelenk, Metin Göktepe'nin annesi Fadime Göktepe, gözaltında kaybedilen Hasan Ocak'ın annesi ve eşi başta olmak üzere yanımızda yöremizde bir şekilde yaşanan olayların tanığı olan ve karda kışta cezaevleri ve kışlaların önlerinde aç susuz çocuklarından, eşlerinden ve yakınlarından haber almaya çalışan kadınların, eşlerin ve kız kardeşlerin dramını ve yaşadıkları her türden eziyeti bütünlüklü bir dramatik kurgu ile dizgeliyor. Bu anlamda, Yaşamın İzindeki Kadınlar, bir sahne oyunu olmasının yanında askeri yönetimlerin topluma yaşattıklarının bir dökümünü yapmasıyla da tarihsel bir belge niteliğinde.
pe
Gülsüm Cengiz oyununda epizodik kurguya paralel olarak didaktik olmayan politik bir dil kullanıyor, olaylarda adı geçen herkes kendi sınıfsal ve politik duruşuna göre inandırıcı bir söylem ve tavırla oyunda yerlerini alıyor.
Oyun 1950 yılında Şair Nâzım Hikmet'in tutuklu olarak bulunduğu cezaevinde başlattığı açlık grevine annesi ressam Celile Hanım'ın destek arayışı ile başlıyor ve bu süreçte verdiği mücadele anlatıcı bir kadının gözünden seyirciye aktarılıyor. Bu tarihsel olay ile başlatılan oyun ardından 12 Mart süreci ve 12 Eylül'de yaşanan vahşetlerle devam ediyor. Gerçek kişilerin adları ve yaşadıkları olaylar yer, tarih ve zaman belirtilerek veriliyor oyunda ve karşılaştığımız her olay ve isim, okuyanı geçmişe götürerek hüzünlendiriyor ve faşizme olan öfkesi bir kat daha artıyor.
Oyunda olaylar kurgusal olarak bir anlatıcının gözünden aktarılıyor. Bu aktarıma paralel olarak oyunda bir de günlük tutan kadın var. Bu kadın aynı zamanda yeni doğmuş çocuğunu büyütüyor ve yaşanan olaylara tanıklık ediyor ve kendi çocuğunun yetiştiği ve üzerinde büyüdüğü topraklarda yaşanan vahşetin gerçekliği ile tedirginliği artıyor ancak korkmadan inancı doğrultusunda mücadelesine devam ediyor. Gülsüm Cengiz oyununda epizodik kurguya paralel olarak didaktik olmayan politik bir dil kullanıyor, olaylarda adı geçen herkes kendi sınıfsal ve politik duruşuna göre inandırıcı bir söylem ve tavırla oyunda yerlerini alıyor. Hiçbirinde abartı veya zayıflık ya da gerçeğe uygun olmayan bir özellik bulunmuyor. Ancak yazar olayların bolluğundan olsa gerek, oyunu gereğinden fazla uzatmış ve teknik olarak çok sahne değişimi var, oyun bu yanıyla iyi bir dramaturgi ve rejiye gereksinim duyuyor. 12 Mart'ta yaşanan olaylar ve 12 Eylül'den bugüne askeri yönetimler, 'sivil' siyasal iktidarların da katkısıyla Sıkıyönetim Komutanlıkları ve DGM'lerde yaşanan adaletsiz yargılamalar, polis merkezlerinde yaşanan işkence ve gözaltında kayıplar konusunda sanat ve edebiyat alanında bir yığın eser yazıldı, üretildi. Ancak bu olayların belgesel bir tatla sahneye uyarlanmak üzere tiyatro metni olarak yazılması, bir ilk oluyor. Gülsüm Cengiz'in bu eseri bu anlamda tiyatro alanında önemli bir boşluğu dolduracak düzeyde özenle kotarılmış bir oyun olarak repertuvar kurulundan geçmeyi bekliyor.
63
Thespis'in Delileri
Karakterler: Okuyan oyuncular/seslendirmeciler yazarın sesiydiler (mouthpiece). Bu anlamda da, iki okuyucunun sesine bölünmüş de olsa tek bir oyuncu vardı, yazar Oruç Aruoba ya da metnin ta kendisiydi oyuncu/karakter.
a
Oruç'u Şiir Tuttu!
cy
Yusuf Eradam / yeradam@gmail.com
dayatmadan başkalaşmayı başaran bu sanat kümbeti mekânda okundu Oruç hocamın şiirleri, metinleri, meşe palamutları gibi düştü her birimizin yüreğine, ciğerine, iliğine de işledi tabii ki.
pe
Oruç Aruoba, dilini düşünen, diliyle düşünen, dil bilinçli yazan söz ustalarımızdan. Kuyumcunun hasıdır. Düşünürün ("seer"anlamında) ustası olur mu bilmem ama ben de dahil birçok okuruna göre şair o. Yaşama ilişkin kafa yorarken, düşünürken dil ile dilin uzamlarına kafa yoran bir şair o. Tevazunun artık tadını kaçıracak kadar "Ben şair değilim" demeyi bir meziyet bilse de, o bir şair. Bunu kendi de biliyor, bizler de. Kitapları niye şiir ödüllerine aday gösterilmez bilmem, onun buna ihtiyacı olmadığını(!) bilmekten mi kaynaklanıyor, onu da bilmiyorum. Onun yoksa bile, bizim, biz Oruç Aruoba metinlerini okuma serüveni yolculuğuna çıkıp onunla-birlikteoluş halindekiler için bir gereksinim bu. Birileri vermemeli de bu ödülü, Oruç Aruoba'nın bir büyük şiir ödülünü alması sağlanmalı. Bu "tecelliden", sanırım o da bizler kadar kıvanır. "Aman da aman, biliyorduk için için, haklıymışız bak," deriz biz de. Onun aldığı şiir ödülü de değerlenir böylelikle.
64
"Metis Okumaları" başlığı altında sunulan Oruç Aruoba metinleri Meşe Fısıltıları bir gösteriye, "teyatral" bir performansa dönüştü.
İşte—Garaj İstanbul gibi İstanbul'un "seçkin", "deneysel" performanslar için mekânı cömertçe gençlere de açan bir oluşumda, hemen her gösteride kendiliğini, öznelliğini
"Metis Okumaları" başlığı altında sunulan Oruç Aruoba metinleri Meşe Fısıltıları bir gösteriye, "teyatral" bir performansa dönüştü. Bu yazımda, bu performansın "teyatral" yanlarını, uzam eşiklerini ve bu eşiklerin uzandığı başka uzamları ve çoğaldığı, çoğaltıldığı noktalarda işe dahil ve müdahil kılınan anlam ve yan anlamları incelemeye çalışacağım. Metinleri/şiirleri okuyan Memet Ali Alabora ile Roza Erdem'i kıskandık. Kıskandığımız için de, "Vay, ne güzel okudular." dedik kimi zaman, "Var git, ben daha iyi okurum." dedik kimi zaman da. Sebep? O metnin bizimle buluştuğu anlara doğru müdahale edildiği ya da edilmediği ile ilgili yorumlarımızdı haliyle. Kıskançlık. Ustanın sözüne halel getiriyordu onlar benim iradem dışında. Beğensem de, kıskandım işte. Usta Aruoba bilir, öğrenci hocasının canına okumak, onu cinaslı cinaslı "hak etmek" de ister; ben o evreden geçmişim, çoğaltmak ihtiyacındayım ustamın sözünü. Haset değilse de, metinleri okuyanlara gıpta bu yüzden.
Metinlerin okunması için hazırlanan mekânın, merdivenlerle çıkılan izleyici/dinleyici kitlesinden yüksekte bir sahnenin her iki yanı da metinleri okuyacak sanatçılara ayrılmıştı. Bu sahne ortasında ise, bir "altar" gibi, ya da taht gibi duran kırmızı kanepe ise metinlerin yazan Oruç Aruoba'nın "erkli" oturuşu, duruşu için hazırlanmıştı. Bu düzenek işte, sahneyi, ya da metinlerin okunma mekânını oluşturuyordu. Böylelikle, metinleri bir mihraptan sunuluyormuş gibilik kazandıysa da, Oruç Aruoba tanrısal erk mekânına çıkıp da ışık saçar gibi konuşmadı. Dinledi sadece. Usulca sigarasından bir nefes aldı, birasından da bir yudum. Onun usul aksiyonu performans bitene değin bu kadardı. Usulluğu bize de geçti. Dinlemekle kalmadık, izleyişini, dinleyişini de izledik, dinledik. Herkes o dizelerin başka dillerden ve seslerden, tonötümlerinden kendi kurgularında kesiştiği, örtüştüğü ya da çatıştığı yerlerden anlam çıkardı. Usta dil kuyumcusu, usuldu yine de. Ve performansı gerçekleştiren sanatçıların okuma yorumlarına birkaç yerde karşı çıktığını söylese de, takdirlerini sunmaktan kaçınmadı. Bu durum, bir metnin, yaratıcısı dışında takdimini tartışmaya açmayı gerektirir ama bu kez yaratıcı sunumun tam ortasında "du bakali n'olcak?" diye bakıyordu sözün uzamında kendiliğinin başkalarınca çınlatılmasına, tanrısal erkiyle o dizelerinin dile getirilişini izleyenleri izliyordu da, üstelik. Ağlayanları gördüğünü belli etmedi, sonra söyledi. Bunu da bir gün bir iki dizeyle dile getirecektir kuşkusuz. Belleğine kazınmıştır, ağlayan da, kınşıklıklarını gizleyen de... Gizlendikçe açığa çıkma ihtiyacı doğuyor... Tanrıyı açmak gibi... Görmeye çalışmak gibi. Doğadan örnek verir ya inançlılar, tanrının varlığını kanıtlamak için, bizler de sözden kanıt gösteriyoruz, Oruç'un varlığını, oluşunu kanıtlamak için. De ki, işte — Spot ışığı altında usulca oturup bekler dil kuyumcusu, sigarasını bir kez daha tüttürür (ve bu bir yönetmenin dayattığı bir mizansen değildir, biliriz) birasından bir yudum daha alır, aynı sahicilikle. (Performansın otantikliğini bizim algılarımız belirler. Oruç Aruoba, bu sırada bu sunumun otantik olup olmadığı konusunda ne düşünmüştür, ona sormak gerekir. Belki de metnin sunuluşu kendiliğini, otantikliğini, sahiciliğini tehdit eden bir uygulamadır, bu da ayrı bir tartışma konusudur). Onun aksiyonu şimdilik bunlarla kısıtlıymış gibi gelir
Meşe Fısıltıları okuma gösterisi, bu durumda "...dilin birliği sorununu geçerli bir biçimde ele alabilmek için, önce, ortak özelliği düzanlamının içinde ve o anlam yoluyla bir dolaylı anlama da işaret etmek ve böylece bir tür şifre çözümü, kısacası 'yorum' gerektirmek olan bir grup anlatıma tutarlı bir biçim vermek" (Ricoeur, s. 24) çalışmasıydı. "Söylenenden başka bir şey kastetmek: Simgesel işlev işte budur." (s.24) İmlerin okunamazlığı, görsel simge olarak okuyucunun ya da dinleyicinin bilgisi kadar anlam kazanan simgesel işlevler olarak görsel düzlemde çokanlamlılık kazanmalarına yol açıyordu, metnin anlambilimsel uzamını genişleterek, değiştirerek. Seslendirilemezlikleri, imlerin yokluğu ya da anlamsızlığı anlamına gelmiyordu, çünkü arkadaki beyazperdede metnin tamamını imleriyle birlikte görüyorduk. Noktaları, virgülleri vb. bütün imleri metin içi ve dışındaki tüm göstergelerle birlikte büsbütün olarak kavramaya, anlamlandırmaya çabalıyorduk. Bizler de, kendi seçimimizle salonda özgürce istediğimiz yere yerleştirdiğimiz sandalyelerde oturduğumuz yerde, kendi duruşumuz ve öznelliğimizle, kimimiz sigara içerek ya da elimizdeki kadehten şarap yudumlayarak, o simgesel işlevin bizi götürdüğü uzamlarda anlam çoğaltma edimini gerçekleştiriyorduk. Haliyle de, edilgen değildik. Ludwig Wittgenstein'ın yine Metis'ten yeni çıkan kitabı Felsefi Soruşturmalar'ından (Çev. Haluk Barışcan) bir alıntı ile bu gösteriyi teyatral bir etkinliğe olduğu kadar "zihinsel, tinsel" (s. 38) dönüştürüyordu.
pe cy
İmler okunur mu? Şiir okunur mu? Okunursa, bu şiirler, metinler kağıt üzerindeki metinlerle aynı mıdır? Metin okuması, bu yüzden aynı nehre ikinci kez girebilme denemesi miydi? Uzam bu anlamda nedir? İmgelemin sınırları ile uzam sınırlarının akrabalık derecesi nedir? Sorular yanıtlarını da ima eder elbette, ama ben bu konulara kafa yorarken, Metis'ten yeni bir kitap daha çıkageldi: Paul Ricoeur'ün Yoruma Dair (Çev. Necmiye Alpay). Henüz kitabı okumayı bitirmeden, sırtımı yaslayabileceğim akıllı adam sözleri buldum kitapta. Tiyatronun özündeki -mış gibiliğe ve gösteri ile ilgili her şeyin simge olarak algılanabileceğine ve metnin yorumlarına olduğu kadar, yorumların yorumlanışına ilişkin de bir şeyler diyen bir kitap bu. Sadece Oruç Aruoba metinleri için geçerli değil kuşkusuz, tüm okumalar, hatta sunulan her tür metin ile ilgilidir; film, piyes, sokak, bedenimiz, yerdeki bir hayvan ölüsü, bir müze, şarkı klibi vb. her tür metin için geçerlidir yorum. Metin, içinde simgeleri, göstergeleri barındırıyorsa, yorum kaçınılmazdır. Dilin kendisi simgeler dizgesi olduğuna göre, bu araca/gösterene ilaveten renk simgelemi, ışık kullanımı, merdivenlerden oluşma yükseltili sahne, oyuncu-okuyucuların giyim kuşamları, oturuş biçimleri, metinleri sunulan metnin yaratıcısının oturduğu kırmızı koltuk, sol yanından onu belirleyen lamba ışığı, arkasındaki beyaz perde, perdeye yansıtılan metinlerdeki söz, metnin yazı karakteri, sözcükler, dizeler arasına konan duraksamalar... her şey simgeye dönüşür, imgelemimizi çalıştıran, uzamı genişleten ya da
daraltan göstergeler olur hepsi. Okunan metin "kendisi olarak, tam olduğu gibi gerçeklik" (Ricoeur, s. 23) gibi sunulmaktaydı, öyle olmadığını hepimiz biliyorduk tabii ki. Bu nedenle, sunum, simgesel bağlamda gerçeklik kavrayışımızı yönlendiriyordu. Bir tür, sözün nesnelleştirilme çabasıydı performansın tamamı. Tekanlamlı bir sunum-muş gibiliği teyatral kılıyordu gösteriyi; çünkü bu tekanlamlıymışlık arkasında gösteri, çokanlamlı bir yoruma teşne göstergeler bütününden oluşmaktaydı.
okumaktan, okunmasına tanık olmaktan gelen deneyimle de itiraf etmeliyim ki, ben bu okumaların gerekliliğine inansam da (şiir çevirilerinin gerekliliği gibi), kendi başımayken yaptığım bireysel okumalarıma kıyasla bu simgesel işlevli algılama yönlendirmesi yüzünden "başkalaşan", sahibine zaaf sayesinde "sahiplendiğim" bu metinlerin sunumundan bu yüzden rahatsız da oldum. Tek değilse de, en önemli nedeni, metnin azaldığına inanışım, sunum kuralları ve ayrıntılarının metni kısıtlanması, ya da benim öyle olduğunu zannedişimdi bu rahatsızlığın sebebi. İşte bu yüzden içimden bir ses, "Ye yağlıyı, iç suyu, dondurursa dondursun; ye tatlıyı, içme suyu, yandırırsa yandırsın!" diyor. Lıkır lıkır su içmiş olduk, Oruç Aruoba tatlısı üstüne. Bu sunumla, tatlıdaki şekerin kana hızla karışması sağlandı. Oruç Aruoba'dan bir şiir okuması istendiğinde, kendi metinlerinden birini "şiir" niyetine okumaması da bence aynı sebeptendi. Kendisini şair addetmeyişinden çok, bu sebeptendi. Bu yüzden Keats'ten İngilizce bir şiir okudu Oruç Aruoba. İmgelemimizi kısıtlamamak için de şiiri dümdüz okuyuverdi. Salt anlamı iletmek ister gibi, imgelemi sınırlayan simgesel işlevleri asgari düzeyde tutmak istermiş gibi hızla okuyup bitirdi Keats'ten sevdiği şiiri. Aşka dair bir şiirdi. İngilizce bilenler, şiiri tuttu.
a
bize önce. Tanrısal erkin duruş performansı, yazarın çoğalma performansına dönüşür. Bizler, performans sanatçıları, metni okuyanlar, onun sözünü nasıl çoğaltır ya da nasıl azaltır diye düşünürken anlarız ki yazarın erki ve "okuma yoluyla yorumlanışını" usul dinleyişi ve aynı zamanda benzer (aynı değil) usullukta dinleyip izleyenleri izleyişi de performansın bir parçasıdır. Yazar düşünür, bu performansta edendir de, oyuncudur da. Tasarımı önceden yapılmamış gibi görünen bir mizansendi gösterinin tamamı, çünkü okuma alanı/uzamı bir sahneye sahipti. Her iki okuyucunun kırmızı koltuğun her iki yanında konuşlandığı, kırmızı koltuğun sol yanından Aruoba'yı yandan ışıtan spot ile dikkatlerimiz eden yazara da odaklanıyorsa da, bakışlarımız her iki okuyucunun ses tonları kadar, oturuş biçimlerine, okudukları dizeleri bitirdikçe "işi biten" sayfalan yere bırakışları ile başka bir mizanseni gerçekleştirdikleri için sahnedeki performans tek metni sunan üç karakterli bir oyuna/piyese dönüşüyordu. Biz izleyici/dinleyicileri de katarsak, dört karakterli bir piyesti sunulan.
Evet, bir performanstı Oruç Aruoba'nın metinlerinin okunması. Teyatral, tinsel, zihinsel uzamlara felsefi, anlambilimsel, dilbilimsel, yorumbilgisel bir yolculuktu. Ama ille de gösteriydi. Dolduk, yükseldik, yüceldik. Usta söz kuyumcusunun, fark ettiklerini fark ettiğimizi kanıtlamaya çalıştık için için. Empati kurduk, çoğaldık, hatta katarsisten geçtik ağlayarak. Ustayı bir kez daha gördük, onunla aynı mekânı paylaştık, her şey harikaydı. Ama şiirlerimi, öykülerimi çeşitli etkinliklerde
Gösteri sonunda, iki sevgili yanaştı Oruç Aruoba'ya. Kız, "Sevgilim, o kadar etkilendi ki, bana bu sunum sırasında evlenme teklif etti, ben de kabul ettim" dedi. Oruç Aruoba ise, gösteri sırasında gelen teklife sevindi tabii ki ama bana göre insanoğlunun para gibi, devlet gibi hatalarından biri ve acizliğinin de bir göstergesi olan evlilik kurumuna karşı gençlere şu öğütte bulundu: "Evlenin tabii, herkes sizin evlendiğinizi görsün, bilsin; ama sonra, hemen boşanın, sevgili kalın!" Evliliğin de teyatral bir dışasunum, bir gösteri, simgesel işlevi bulunan ve ancak o işlevlerde var olabildiği uzama sıkıştığının bilincindeki birinin öğütüydü bu. Dışavurumsal tiyatroyu ya da saçma/uyumsuz (absurd) tiyatroyu daha çok sevişim bu yüzdendir. Metis okumalarında Oruç Aruoba'yı şiir tuttu. Şiir çevirisi gibi, gerekli olduğu kadar ihanet diye de yorumlanabilecek bu sunumda, imgelemim de yelken açması için sunulan uzam göstergelerinin simgesel işlevlerinde yelken açtıkça oruç tuttu, orucu yemek için de aldı başını sunumun uzam göstergelerinin ötesine gitti; gitti gitti, geri geldi. Meşe Fısıltıları, kitap olarak elime geçene değin, metinle yapacağım tek başıma yolculuğumun sancısı da beni tuttu.
Aruoba tanrısal erk mekânına çıkıp da ışık saçar gibi konuşmadı. Dinledi sadece. Usulca sigarasın dan bir nefes aldı, birasından da bir yudum. Onun usul aksiyonu performans bitene değin bu kadardı.
Yaban Ormanı Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Alexandre Ostrovski Çeviren: M. Sait Kılıççı Yöneten: Engin Gürmen Sahne-Giysi Tasarımı: Ayşen Aktengiz Bayraşlı Işık Tasarımı: Murat İşçi
Oyuncular: Ç. Defne Gürmen, Kubilay Penbeklioğlu, Ali Gökmen Altuğ, Elçin Altındağ, Candan Sabuncu, Nevzat Çankara, Kahraman Acehan, İbrahim Gündoğan, Ahmet Uz, U.Arda Aydın, Mehmet Gürhan, Murat Garibağaoğlu
Üç Kızkardeş Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan: Anton Çehov Çeviren: Ataol Behramoğlu Uyarlayan ve Yöneten: Nikita Mılıvojeviç Sahne Tasarımı: M.Nurullah Tuncer Giysi Tasarımı: Duygu Türkekul Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Oyuncular: Cengiz Tangör, Özge Özder, Aslı İçözü, Bennu Yıldırımlar, Yeliz Gerçek, Bora Seçkin, Hüseyin Köroğlu, Ozan Gözel, Yiğit Sertdemir, Haldun Ergüvenç, Cemal Ahhan Şener, Ali Mert Yavuzcan, Turgut Arseven, Ayşegül Devrim, Ersin Sanver
Benden Sonra Tufan Olmasın Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları Yazan-Yöneten: Taner Barlas Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan, Rıfkı Demircili, M. Emin Kaplan Giysi Tasarımı: Aysel Doğan, Sabahat Çolakoğlu Işık Tasarımı: Vahit Geyik Oyuncular: Derya Çetinel, Elçin Altındağ, Esin
Umulu, Hülya Karakaş, Neslihan Öztürk, Özgür Kaymak Tanık, Özlem Türkad, A. Gökmen Altuğ, Caner Çandarlı, Cem Karakaya, Cem Uras, Eftal Gülbudak, Emre Narcı, Ergun Üğlü, Erhan Özçelik, Ertuğrul Postoğlu, İbrahim Gündoğan, İskender Bağcılar, Kutay Kırşehirlioğlu, Mert Turak, Murat Coşkuner, Rahmi Elhan, S. Bora Seçkin
cy a
Bu Aşkta Bi'şey Var! Tiyatro: Sadri Alışık Tiyatrosu Yazan -Yöneten: Çetin Akcan Sahne Tasarımı: Pierre Cornemau Giysi Tasarımı: Çolpan İlhan
Oyuncular: Sibel Turnagöl, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Levent Unsal, Melda Gür, Özgür Özgülgün, Ortans Kıvanç, Atilla Sarıhan, Başak Koyuncuoğlu
Küçük Burjuva Düğünü
pe
Tiyatro: Beşiktaş B. KSP Prodüksiyon Tiyatrosu Yazan: Bertold Brecht Yöneten: Saliha Şirvan Akan Sahne Tasarımı: Başak Pirim Özdoğan Giysi Tasarımı: Gizem Betil Müzik: J. Strauss
Dans Düzeni: Saliha Şirvan Akan Oyuncular: Gün Koper, İpek Ayaz, Fatih Sönmez, Berk Yaygın, Gözde Çetiner, Deniz Celiloğlu, Bedir Bedir, Tuğçe Tamer, Selin Zafertepe
Kara Kaplı (L'Aide - Mémoire)
Tiyatro: Tiyatro Yüzleşme Yazan: Jean-Claude Carriere Çeviren: Zeynep Utku
Yöneten: Musa Uzunlar Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Sahne ve Giysi Tasarımı: Zeynep Utku Oyuncular: Zeynep Utku, Musa Uzunlar
Vahşi Batı Tiyatro: 0.2 Yazan: Sam Shepard Yöneten: Eyüp Emre Uçaray Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Sahne Tasarımı: Metin Deniz
Giysi Tasarımı: Seyhan Doğrusöz, Aytekin Gedik Animasyonlar: Turgut Akaçık Oyuncular: Mustafa Murat Özçelik, Adil Onur Yurtçu, Mehmet Nuri Yavuzer, Banu Çulha
Başkan ve Hayalet Tiyatro: Tiyatro Ti Yazan: Sevgi Saygı Yöneten: Hakan Pişkin, Özlem Güveli Türker
66
Sahne-Giysi Tasarımı: Şirin Dağtekin Oyuncular: Gafur Uzuner, Hakan Pişkin, Evren Duyal, Emre Törün, Nurkan Törün, Kaan Dinç, Murat Muslu
Çocuk tiyatrosu
Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@yahoo.com
İstanbul'daki Tiyatrocu Dostlarımız Heyecanlarını Yitiriyorlar mı Acaba?
Bizler, büyük şehirlerde yaşayanlar hayatın koşuşturması içinde galiba biraz heyecanlarımızı yitiriyoruz. Bir yerlere koşmak, yetişmek ya da yerimizi koruma kaygısı ile çevremizdekilere dirsek atarak ilerleme heyecanı bazı şeyleri unutmamıza, kaybetmemize neden oluyor. Bunu Eskişehir'de 2025 Mart tarihleri arasında düzenlenen " 2. Uluslararası Eskişehir Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali"ne katıldığım zaman daha iyi anladım. Herkes heyecanla sağa sola koşturuyor ve gelen konuklara kendi özel konuğuymuşçasına sahip çıkıyor, olabilecek her konuda yardımcı olmaya çalışıyordu. Oyunları izliyorlar, değerlendiriyorlardı, tartışıyorlardı. Bu nedenle öncelikle tiyatro ile yaşayan bu genç arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum. Dilerim bu heyecanlarını hiçbir zaman kaybetmezler. Festivale gelince programda dört yerli, iki de yabancı topluluk yer aldı, ayrıca üç de atölye çalışması vardı.
Yerli gruplardan ilki ev sahibi olan Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları topluluğu idi. Emre Basalak'ın sahneye koyduğu açılış oyunu "Cuco Bilmiyor" iki enstrümanın eşlik ettiği tek kişilik bir oyundu. Daha önce benzerini Bursa'da Danimarkalı bir gruptan izlediğimiz, bizim çocuklarımız için uyarlanmış, bizim çocuklarımızı nasıl gördüğümüze örnek olabilecek özelliklere sahip incelemeye, karşılaştırma yapmaya değer ilginç bir oyun. Çocuklar baştan sona soluklarını tutarak izlediler. Sokağa çıkma uğraşı veren Cuco'nun her defasında karşılaştığı dış dünyadaki gürültü, karmaşa onun geri eve sığınmasına neden olur. Bu süreçte yapmaya çalıştığı şeylerin giderek üstesinden gelebilmesi, bunu çizdiği bir resimle somutlaması ve en sonunda sokağa çıkması çocukların bu gelişme sürecine tanık olması açısından iyi bir örnekti. Ayrıca çocukların sözden çok hareketle ilgilendiklerini bir kez daha kanıtlıyordu bu oyun. Cuco'yu oynayan Ali
Anatole Sokak Oyuncuları
pe cy a
Eskişehir Festivali
Programda dört yerli, iki de yabancı topluluk yer aldı, ayrıca üç de atölye çalışması vardı.
67
Çocuk tiyatrosu yine her zamanki özeni ile sahne üstüne hazırlanan özel bir platformda iki yaşından itibaren çocuklar için "Bencil Dev" oyununu sergiledi. Zaman zaman, akordeonunun eşlik ettiği şarkılarla, kullandığı küçük materyallerle çocukları da oyuna katarak onları soğuk kış günlerinden ilkbaharın çiçekli bahçelerine götürdü. Curcunabazlar ise "İstanbul Hatırası" adlı sokak gösterileri ile Eskişehirlilere güzel bir gün yaşattılar.
a
Bulgaristan
Yabancı gruplara gelince... Şimdiye dek katıldığım festivallerde genellikle yabancı oyunların ilginç sahnelemelerini, oyunculuklarını, yaratıcı yaklaşımlarını hep gıpta ile izlerdim. Bu defa hiç öyle olmadı... Gelen gruplardan Bulgarların "Nevena Kokova Tiyatrosu"nun on beş yaş ve üzeri için hazırladıkları oyun "Kahin Orfeus" dans ağırlıklı ve sahne görselliğinin ön planda olduğu bir oyundu. Sahnelerde gerçekten çok güzel resimler, ışık efektleri vardı. Ancak bu görüntüler çok uzun süre sahne üstünde kalarak büyüsünü kaybediyordu. Sahnenin yanında yer alan simultane çeviri panosu bile oyunun bütünlüğünü yakalamamıza yardım etmedi. Bir diğer grup Fransa'dan gelen Etreinte Tiyatrosu Lafontaine'den masallar sundu. Bildiğimiz ağustos böceği ve karınca, kurt ile kuzu gibi masallar asıllarına bağlı kalarak sergilendi. Uzun kıvırcık saçlı peruğu ile Lafontaine'in sahne üstünde yer aldığı oyun yaratıcılıktan oldukça uzaktaydı, çocuklar da kendi aralarında konuşarak bunu belli ettiler zaten.
Herkes heyecanla sağa sola koşturuyor ve gelen konuklara kendi özel konuğuymuşçasına sahip çıkıyor... 68
Fransa
pe
Bulgaristan
cy
Atölye çalışmalarından biri gençlere ve öğretmenlere yönelik olarak hazırlanan Serap Antepli'nin hazırladığı "Öyküden Oyuna" Drama, bir diğeri ise "İçimizdeki Ritim" başlıklı beden perküsyonu atölyesi idi. Anadolu Üniversitesi Engelliler Entegre Yüksek Okulu'ndan katılan bir grup genç Tugay Başar ve Timuçin Gürer ile hem çok keyifli bir çalışma yaptılar hem de grupla birlikte hazırladıkları Eyidoğan'ın "çocuk" rolünü hiçbir abartıya kaçmadan gösteriyi akşam izlettikleri seyircilere bedenimizin sergilemesi, Cuco'yu destekleyen müzikler, renkli de, özel vurmalı bir enstruman olabileceğini gösterdiler. Haluk Yüce'nin sunduğu Temel dekorlar tümüyle konuya hizmet edecek şekilde düzenlenmişti. Yönetmeni başka çocuk oyunlarında pandomim ve Jonglörlük teknikleri atölyesi sanırım bu alana ilgi duyanlara keyifli anlar yaşattı. Sevinç da görmek isteriz. Sokullu hocamızın yaptığı söyleşi enerjisi, esprileriyle birleşince bizleri çok farklı yerlere Bir diğer yerli grup Lüleburgaz'dan gelen "Uçan Eller Kukla Tiyatrosu". Bu grubun sergilediği "Gün götürdü. Işını" adlı kukla oyunu son yıllarda izleme şansı Son olarak Yılmaz Büyükerşen'in, başta onararak bulabildiğim nadir güzel oyunlardan biriydi. Bir dostluk, arkadaşlık öyküsü bu kadar basit bir dille tiyatroya kazandırdığı Haller binası olmak üzere, kente kazandırdığı sanat alanları; Büyükşehir bu kadar güzel anlatılabilir ancak... Grup ayrıca kuklaları oynatmada gösterdikleri beceri ile zaman Belediyesi Sanat ve Kültür Sarayı gibi merkezleri, sokaklarında karşılaştığınız opera, konser, tiyatro zaman bizlere onların birer kukla olduklarını unutturdular. Dileriz bu başarı çizgilerini sürdürürler. afişleri, yine sokaklardaki günlük yaşamı yansıtan heykelleri ile Eskişehir, küçük modern bir şehir. Eskişehirliler çok şanslı... Ankara'dan katılan Haluk Yüce "Tiyatro Tempo"
Çocuk tiyatrosu
Uçan Eller Kukla Tiyatrosu'nun
pe cy a
"Gün Işını"
Evin bodrumunda yaşayan küçük fare Muf, ayağı kırıldığı için artık işe yaramayan, bu nedenle bodruma atılan porselen balerin bebek Odilya ile karşılaşır. Odilya, ayağı kırıldığı için dans edemez, yerinden kalkamaz, canı sıkılır, çok mutsuzdur. Muf yeni bir arkadaş geldiği için çok mutlu, onunla dost olmak için bildiği bütün numaraları göstererek onu güldürmeye çalışırsa da başarılı olamaz. Odilya hareket edememenin yanı sıra karanlıktan da sıkılmıştır, gün ışığına ihtiyacı vardır. Minik fare pencerenin kenarını kemirerek ışığın içeri girmesini sağlar. Odilya biraz rahatlasa da mutsuzluğu sürmektedir. Muf'un aklına Odilya'nın ayağını yapıştırmak gelir ve önceden bodruma atılmış olan yapışkan kovasını bulur. Ama yapışkan kurumuştur. Minik Fare gözyaşlarıyla bu yapışkanı tekrar kullanılır hale getirerek Balerinin ayağını yapıştırır. Balerin artık dans edebilmektedir. Ancak bir tehlike onları beklemektedir. Muf'un kemirerek büyüttüğü delikten içeri giren kedi...
Balkan ülkelerinde birçok festivale katılmış.
Önce oyunun adından başlayalım. Oyunun adı " G ü n Işını". Burada kelimelerin kullanılışında kulağa Türkçe açısından bir yanlışlık var gibi geliyor. Sanki " G ü n Işığı" olması gerekiyormuş gibi. Sözlükte (TDK) "ışın" bir kaynaktan çıkıp giden ışık çizgisi olarak açıklanmış, dolayısıyla evin bodrumunda karanlıkta dışardan gelen ışık bir çizgi olarak karanlığı deler gider. Belki çevirmen bunu düşünerek bu ismi koydu. Ancak oyunda Odelya, farenin pencerenin kenarını kemirmesiyle bütün olarak aydınlanıyor. O nedenle yine de " G ü n Işığı" daha doğru gibi geliyor.
Dostlar güçlerini birleştirince karşılarında hangi engel ayakta kalabilir ki?
Oyun dediğimiz gibi bir dostluk hikayesi ile baştan sona bir mücadele, bir çaba, üzerine kurulmuş. Yardımlaşma, dostluk belli süreç içinde hiçbir slogana yer vermeden, didaktizmin sığlığına kapılmadan sergileniyor. Çocuk seyirci o mücadeleyi yaşayarak kavrıyor. Çocukların anlayacağından emin olan, onlara, çocuklara güvenen bir oyun. Bu da sahnelerde görmeyi arzu ettiğimiz bir özellik.
" G ü n Işını", basit bir dostluk hikayesi üzerine kurulmuş olan, okul öncesi çağından itibaren tüm insanları içine alan sıcacık, eğlenceli elli dakikalık bir oyun. Romanyalı yazar Popescu'nun yazdığı oyunun kuklalarını senograf Veseline Anev hazırlamış, Bulgar yönetmen Peter Petkov sahneye koymuş. G r u p , bugüne dek birçok ülkede, özellikle
Muf'un ip üstünde yürüme çabaları, dans etmesi, saklambaç oynaması Odilya'yı eğlendirmese de çocukları çok eğlendirdi. Kukla oynatılırken sergilenen maharet, hareketlerin minimal düzeyde en ince ayrıntılarına kadar düşünülmesi onları kukla olmaktan çıkarıyor gerçek birer canlıymışçasına seyirciye duygulu, eğlenceli anlar yaşatıyordu. Ayrıca
Dostlar güçlerini birleştirince karşılarında hangi engel ayakta kalabilir ki? 69
Çocuk tiyatrosu Işığı İstiyorsanız
Ona Doğru Yürümelisiniz Nihal Kuyumcu Bu ayki konuğumuz Lüleburgaz'dan "Uçan Eller Kukla Evi". Bir grup insan bir araya gelmiş sessiz sedasız, güzel ilginç şeyler yapıyorlar. Eskişehir 'de izleme fırsatını bulduğumuz gruba kulak vermek istedik bu ay. Grubun kurucusu Mesut Sarıoğlu sorularımızı yanıtladı. Grubunuzu tanıtır mısınız? Kimlerden oluşuyor, meslekleri, nasıl bir araya geldiniz? Lüleburgaz Gençoyuncular 1991 doğumlu bir ekip. On altı yıldır sahnede doğru durabilmeyi öğrenmek için çaba harcıyoruz. Uçan Eller Kukla Evi ise daha çocuk sayılır. Kukla yolculuğumuz 2003'te başladı. Lüleburgaz Gençoyuncular'ın düşlerinden doğan ve bizim hep çocuksu kalmasını istediğimiz bir başlangıçtı bu. Şimdilik bunu başarıyoruz.
pe
cy
a
Trakya bölgesinde ve Balkanlarda süren yolculuğumuzu yeni yeni Türkiye'deki festivallere katılarak ülke geneline doğru sürdürmeye başladık. Grubun en temel özelliği sahnede ya da meydanda seyirci olmaya gönüllü insanları bulduğunda dekorunu kurup ışıklarım yakarak söyleyecek sözlerini söylemesidir diyebiliriz. Halk eğitim merkezlerinin bizim ortak deyimimizle F tipi salonlarının yetmediği bir bölgede yaşamanın getirdiği pozitif bir hal bu. Sokakta, meydanlarda, traktör römorklarının üzerinde, köylerde kasabalarda kısacası insan olan her yerde sahne açıyoruz.
Oyun, bir dostluk hikayesi ile baştan sona mücadele, çaba, üzerine kurulmuş 70
grup kendilerini amatör olarak isimlendiriyor. Mâli yönden bilemem ama düşünce olarak, tarz olarak amatör bir ruhla çalıştıkları bir gerçek. Onları İstanbullu çocuklar bir aksilik olmazsa İstanbul Belediyesi Elim Sende çocuk şenliğinde bir başka oyunla Alaadin ve Sihirli Lambası oyunu ile izleyecekler, ayrıca Uluslararası Kukla festivalinde de "Gün Işım"nı izleme fırsatı bulacaklar. Dileriz çocuklar, bu grubu, bu çizgide uzun yıllar izleme fırsatı bulurlar.
Grup, hayatlarını sürdürdükleri mesleklerini boş vakitlerinde yapan insanlardan oluşuyor. Aramızda işçiler, gazeteciler, eczacı kalfaları, matbaa ustaları, avukatlar, esnaflar ile öğretmenler var. Bu boş vakit esprisi aslında yaşadığımız hayatın özeti. İşlerimizin bir an önce bitmesini ve sahne ışıklarına ulaşmayı bekleyen insanlarız hepimiz. Artık tiyatro yaşamımızın dayanak noktası halini aldı. Nasıl bir araya geldiğimizi iki tümceyle özetleyebiliriz. Her yan çok karanlıktı ve bizim ışığa ihtiyacımız vardı. Sahne ışıklarından küçük ateşler çalıp izleyenlerin karanlıklarına bırakabildiğimizi görünce de birbirimizden ayrılmamaya ve sahneden inmemeye karar verdik. İlk yola çıktığımız arkadaşlarımızın bir kısmı yorulunca yerlerini genç arkadaşlara bıraktılar. Üç yıldır yetenek sınavları ile oyuncu seçip bir yıllık eğitimden sonra kadroya geçmeye hak kazananlarla kalabalıklaşmaya çalışıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla hepinizin mesleği var. Tiyatroyu amatör olarak yapıyorsunuz, en azından maddi bir beklentiniz olmadığı gibi üstüne para harcıyorsunuz. Neden? Işık için... Karanlıkta zengin olmanın ya da hayatı sürdürmenin bir anlamı yok. Bu geçici körlüğü kırabildiğimizi keşfetmiştik. "Gün Işını" ile bundan emin olduk. İnsanın yaşamını sürdürmesi için çok karmaşık şeylere ihtiyacı yok. Hepimiz yaşamımızda bir sadeleştirme yapmak zorundayız. Matematikteki gibi çok haneli kesirlere benziyoruz. "1 bölü üçle, 3333 bölü 9999 arasında fark yok."
Çocuk tiyatrosu O zaman telaşsız bir sadeleştirme yapmalıyız. Tabii ki sadeleşirken rakamların çoğu çöpe gidiyor. Biz projelerimizi yaparken kaybedeceklerimizi değil de kazanacaklarımızı hesaplıyoruz. Bunun için çevremizde birçok insanın, delisiniz siz, dediği işlere girişiyoruz. Eğer ışığı istiyorsanız ona doğru yürümeniz, yorulmamz,ve terlemeniz gerek. Türkiye'den çok Balkan ülkeleri ile ilişkiniz var, festivallere katıldınız, katılıyorsunuz. Bunu neye bağlıyorsunuz? Gruptaki hemen hemen herkes Balkan kökenli. Tabii ki tek neden bu değil. Sınırlarda yaşayan insanlar içerlerde yaşayanlardan daha çok öteki tarafı merak eder. 1992 yılında ilk kez Bulgaristan'a gittiğimizde on beş gün boyunca Türk kökenli insanların yaşadığı kentleri, kasabaları hatta köyleri gezip sahneye çıktık. Bulgaristan'ın kimlik değiştirdiği tarihlerdi ve biz o zamanlar çok genç bir ekiptik. Sınırın ötesi bizi çekiyordu. Bir milyondan fazla insanın bizim ülkemize göç ettiği zamanın hemen ertesinde büyük cesaret isteyen bir işti ama denedik ve arkası geldi. Şimdilerde yılda yedi-sekiz kez Balkan ülkelerindeki festivallere gidiyoruz ve oradaki ekipler bizim kentimize geliyor. Yaptığımız festivallerin üst başlığı "Sınırsız Balkanlara Doğru" sanırım sorunuzu yanıtlıyor.
pe cy a
Lüleburgaz'da düzenlediğiniz festivallerden söz eder misiniz? Resmi kuruluşların Lüleburgazlıların bu konuda destekleri oluyor mu? Bu organizasyonların altından nasıl kalkıyorsunuz? Festivallerden önce Lüleburgaz'dan söz etmek gerek sanırım. Yüz bin nüfuslu küçük bir kent Lüleburgaz. Bu küçük kentte yıl boyunca üç uluslararası festival yapılıyor. İkisi çocuk eksenli biri ise tiyatro festivali. 1991 yılında küçük bir çoban ateşi gibi başlattığımız Uluslararası Çocuk Şenliği bu yıl 17. kez düzenleniyor. Geçtiğimiz Kasım ayında "Sınırsız Balkanlara Doğru Tiyatro" festivalinin dördüncüsünü gerçekleştirdik. Kukla Festivali'nin ise ikincisi geçen yıl yapıldı. Bu yıl kukla tiyatrosu salonumuzu hazırladığımız için bu festivale ara verdik.
Festivallere Lüleburgaz Belediyesi'nin teknik desteği yanında az bir oranda da mali desteği var. Gerisini biz kasabada yaşayan insanlarla paylaşıyoruz. Belediye ilk kez bu yılki tiyatro festivalinin bütçesinin yüzde yirmi beşini karşılamak üzere bir karar aldı. Ama işin sonunda başkanla kapışmak zorunda kaldık. Uluslararası festival formatının küçük bir kasaba belediye yönetimince kavranması çok zor. Sanatla kaldırım ya da kanalizasyon yapmayı üst üste koyup bakanlarla ancak amatörce ya da popüler işler yapan ajanslar aracılığı ile çalışabileceğini öğreneli çok oldu. O yüzden genelde biz kendi göbeğimizi kendimiz kesmeyi tercih ediyoruz. 2007/2008 sezonundaki işleri artık yerel yönetimden bağımsız olarak sürdüreceğiz. Bu sanırım bizi daha özgür kılacak.
Bu arada merkezi yönetimden bugüne dek tek oyunluk bir proje desteği dışında bir teşekkür yazısı dahi almadık. Uluslararası festivallerde ödüller alıp bunları valiliğe ve bakanlığa göndermemize rağmen kimse yüzünü bize dönmedi. Açacağınız tiyatro salonundan söz etmiştiniz bunu biraz açabilir misiniz? Biz 1993 yılında bir hangardan oda tiyatrosu inşa etmiştik. İki yıllık bir maceraydı. Pazartesileri hariç her akşam sahne açıyorduk. Kasabadaki insanlar bize plastik sandalyeler almıştı. O iki yıl bizim sürekli sahnede kalmamızı ve gelişmemizi sağladı. Ancak bu işin ekonomik tarafını bilmediğimiz için ciddi bir kira
borcu ile perdelerimizi kapattık. Kendimizi sokaklara, meydanlara ve köylere vurduk. Şimdi on iki yıl sonra yeniden zamanın geldiğini düşünüyoruz. Ancak bu kez bir kukla tiyatrosu salonu açacağız. İnşaat başladı. Mayıs ayına yetiştirme telaşındayız. Yüz yirmi kişilik bir salon olacak burası. Grup artık yüzünü kuklaya dönmeye başladı. Gün Işını ve Alaadin'in Sihirli Lambası ile hem bu işin uzmanları hem de çocuklardan çok iyi tepkiler aldık. Uluslararası festivallerde aldığımız tepkiler de bu iş üzerine yönelmemiz gerektiğine ilişkin düşüncelerimizi perçinledi. Kukla tiyatro salonumuzda bir de kukla yapım atölyesi olacak. Yurtdışından getireceğimiz senegroflarla ve ressamlarla burada kukla yapım teknikleri üzerine çalışacağız. Bu kez bir çoban ateşi değil, bir ülkeyi ısıtacak işlerin çıkacağı bir fırın inşa etmek istiyoruz. Umarız başarırız. Hem yetişkin hem de çocuk oyunları yapıyorsunuz, ilgi nasıl? Bizim seyirci sorunumuz hiç olmadı. Çünkü eğer seyirci bize gelmiyorsa biz ona gidiyoruz. Yetişkinlere dönük oyunlarda şu an bizi izleyen seyircilerimizle bundan birkaç yıl önce mahallelerinde kurduğumuz sahnelerde tanışmıştık. Geleceğe ilişkin de bir kaygımız yok. Çünkü çocuk izleyicilerimiz gelecekte yetişkin seyirci olacaklar. Aslında biz çocuk oyunlarından uzun yıllar uzak durduk. Çünkü bu alan çok özel ve iyi bir birikim istiyor. Kuklaları keşfettiğimizden beri çocuklarla bir aradayız. İyi yönetmenlerle, iyi tasarımcılarla çalışmaya özen gösteriyoruz. Gün Işını'nda çok basit bir konuyu çok basit bir dille anlatmışsınız? Bu çok zor bir şey. Nasıl başardınız? Bu oyun nasıl ortaya çıktı?
"Karşımızda çizgilerle bombalan mış çocuklar oturuyor. Bu yüzden iyi olmaları gerek. Biz, uçurumdan aşağı uçup yeniden ayağa kalkan çizgi kahraman ların karşısına, düştüğünde canı acıyan bir fare ile çıkıyoruz."
71
Çocuk tiyatrosu Daha önce de söylediğim gibi karanlık ve çok kalabalık bir zamanı yaşıyoruz. Bizce gereksiz kalabalık geçici bir körlüğe neden oluyor. Bu arada tepede duranlar da istediklerini alıyorlar. Biz yaşamı sadeleştirme çabasında olan bir ekibiz. Bu tekst önerisi ilk kez geldiğinde biz bile yadırgamıştık. Çok kısaydı, çok basitti ama çok temel şeyleri doğru ve dümdüz söylüyordu. Bu bir çocuk masalı aslında. Ama içinde krallar, devler, kötü yürekli büyücüler yok. Bir fare ile porselen bir balerinin birkaç saatleri var. Hüzün, korku, umut, bir arkadaş için verilen mücadele ve zafer. Çocuklarımızın ve belki de hepimizin ihtiyacı olan şeyler bunlar. Lafı sakızlatmadan küçük bir farenin bize arkadaşlığı bu kadar yalın anlatması oyunu daha güzel kılıyor.
hissediyoruz kendimizi. O kitapta bir grup çocuğun düşleri için yaptığı mücadele anlatılır. Bunun başka yolu yok gibi geliyor bize. Eğer çocuklara öyküler anlatacaksınız onlarla birlikte yürümek zorundasınız. Teknik olarak söyleyecek çok sözümüz yok. Çünkü biz bu konuda akademik bir eğitimden geçmedik. Yine de dört yıldır sürekli olarak bu işin uzmanları ile çalışmalar yürütüp iyi oyunlar izliyoruz. İyi bir çocuk oyunu için şaşırtıcı olmak temel koşul bence. Çocuklar şaşırmadıkları sürece sahnede olan biteni ciddiye almıyorlar. Onlara bildikleri öyküleri anlatmak ancak şaşırmalarını sağlarsak mümkün. Yaşadığımız çağda çocuklar da hızla büyüklerin dünyasına dalıyorlar. Teknoloji onları olması gerekenden hızlı büyütüyor. İnsana ait değerleri çoğu kez ezberleyerek geçiyorlar ve büyüyünce de unuttukları için kötü bir çağda yaşıyoruz. Çocukların ezberlerini bozmak için onların şaşırmalarını sağlamak zorundayız. Bizim şu an oynadığımız iki gösterimiz de çok basit ve sade öyküler üzerine kurulu. Onları öykümüze inandırmak için kuklalardan yararlanıyoruz. Bunlar iyi tasarlanmış kuklalar. Karşımızda çizgilerle bombalanmış çocuklar oturuyor. Bu yüzden iyi olmaları gerek. Biz, uçurumdan aşağı uçup yeniden ayağa kalkan çizgi kahramanların karşısına, düştüğünde canı acıyan bir fare ile çıkıyoruz. Kıran döken, öldüren çizgilere karşı arkadaşı porselen balerinin kırık ayağını ıslak gözyaşları ile yapıştıran bir fare ile öykümüzü anlatıyoruz. Bu samimi ve gerçek. Galiba en sonunda yine bu sadeleştirme meselesi karşımıza çıkıyor. Hayatı sadeleştirip çocuklara sunduğumuz oyunlar iyi çocuk oyunları oluyor.
cy a
Tabii ki oyunun sahnelenişi de çok önemli. Petar Petkov kukla dünyası için önemli bir yönetmen. Bizim katıldığımız festivallerde oyunlarını en çok beğendiğimiz yönetmendi ve onunla çalışmak istediğimizi söyledik. O da kabul etti. Gün Işını kukla oynatma tekniği olarak en zor tekniklerden biriyle sahnelendi. Petar bu riski bizim gibi bu alanda akademik eğitim almamış bir ekiple yaparak ciddi bir risk aldı. Ancak biz bu iş için çok istekliydik. Bir buçuk aya yakın her gece dört saatten az olmamak üzere prova yaptık. Takım olmayı biliyor olmamız hem bizim hem de yönetmenimizin işini kolaylaştırdı sanırım. Oyunun ilk gösteriminden sonra insanların boynumuza sarılmasına bir anlam verememiştik. Ancak oyunun CD sini izleyince biz de birbirimize sarıldık. İyi bir iş yapmak bize güç verdi. Sanırım buna herkesin çok ihtiyacı var. Çocuk seyirci söz konusu olduğunda size göre olmazsa olmaz nedir? İyi bir çocuk oyunu için gerekli olan şey nedir? Son dört yılda şunu öğrendik. Herkesi aldatabilirsiniz ya da herkes sizi aldatabilir. Ama çocukları kandıramazsınız ve onlar asla size yalan söylemezler. Eğer kötü bir iş yapıyorsanız çocuklar buna katlanmıyorlar. Sürekli iyi olmak zorundasınız. Sürekli içinizi beslemeniz gerek. Bizce insanlar büyüdükçe düşlerini ve yaratıcılıklarını yitiriyorlar. Yaratıcı olmayan hiçbir oyun çocukların ilgisini çekmiyor. Bunun için biz ekip olarak sürekli çocuk kitapları ile besleniyoruz. Türkiye'de yayımlanan çocuk kitaplarını yakından takip ediyoruz. Onlar gibi düşünmeyi hatırlamanın başka yolu yok. Aslında zor bir iş değil bu. Çünkü yeniden öğrenmek değil hatırlamak üzerine kurulu. Çocukların dünyası büyüklerinki kadar kalabalık değil. Sade ve hayata dair şeyler var onların kafalarında. Kralların şekil değiştirdiği ve çocukların bunu çok iyi bildiği bir çağda hâlâ krallı kötü büyücülü masallar anlatmaktan vazgeçmemiz gerek. Biz ekip olarak sanki Pal Sokağı'nda yaşıyoruz. Pal Sokağı çocukları gibi
pe
"Çocukların dünyası büyüklerinki kadar kalabalık değil. Sade ve hayata dair şeyler var onların kafalarında. Kralların şekil değiştirdiği ve çocukların bunu çok iyi bildiği bir çağda hâlâ krallı kötü büyücülü masallar anlatmak tan vazgeçme miz gerek."
Tiyatro: Uçaneller Kuklaevi Yazan: Aleksandır Popescu Yöneten: Petar Petkov Senograf: Vesilin Anev Müzik: Deteline Petkov Oyuncular: Mesut R. Sanoğlu, Bircan Sarıoğlu, Elif Sarıoğlu, Utku Çorbacı, Egemen Göksu. Erdoğan Anıl Tekin
Son olarak, çok ilginç şeyler yapıyorsunuz, çok iyi yapıyorsunuz. Bundan sonrası için en büyük hayaliniz nedir? Biz oyuncaklarımızın peşine düştük. Oyuncaklarını yitiren ulusların özgürlüklerini de yitireceğine inanıyoruz. Çizgilerle kuşatılmış dünyamızda şansımızın ve vaktimizin az kaldığının farkındayız. Ama çizgilerle kuklalar arasındaki yarışı kuklaların kazanacağını da biliyoruz. Yeni yönetmenlerle çalışacağız. Kukla salonumuzu açınca her gün çocukların gidebileceği bir yere kavuşacak bizim küçük kasaba. Bu işte olgunlaşmak için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Bu süreci yeni teknikler öğrenerek geçireceğiz. Dünyanın değişik ülkelerinden yönetmenlerle yeni oyunlar üzerine çalıştıktan sonra bütün oyunlarımızı bir sirk çadırı ile ülkenin ve belki de dünyanın dört bir yanına götürmek, şimdilik yakın hedefimiz. Uzakta ise tüm grup çalışanlarının ortak bir hayali var. İşini iyi yapmış, oyuncaklarını çocuklara teslim etmiş, mutlu çocukların yaşadığı bir ülkenin yurttaşı olarak yaşlanabilmek. Son kez de hiç yaşlanmamış çocuklar olarak bizim öykümüz olan "Pal Sokağı Çocuklarını" kendi yaptığımız kuklalarla oynayabilmek.
Bunlar olmaz gibi geliyor ilk bakışta. Yine de başaracağımızı düşünüyoruz. Çünkü biz 1991'de yola çıkarken uzun bir yolun yolcusu olduğumuzu söylemiştik kasaba halkına. Onlara ve kendimize verdiğimiz sözü tutmak için çok çalışıp düşlerimizin hepsini işe dönüştüreceğiz. Teşekkürler... (Bircan Sarıoğlu: Yılmaz Mah. İ.Hakkı Yücel Sk. No:l /B - 0288 412 26 10-412 45 74)
72
cy a
pe
Ankara'da Çocuk Festivali
pe
Mustafa Demirkanlı/ mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen, 3. Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Tiyatro Festivali 24 Nisan günü açılışını yaptı.
Festival'in biraz daha uzmanlaş maya gereksinimi olduğunu sanıyorum. Bu konudaki detaylı görüşlerini önümüzdeki sayı Nihal Kuyumcu'nun değerlendir melerinden öğreneceğiz.
74
Festival'in açılış etkinliklerine katılarak, Çocuk Tiyatrosu Editörümüz Nihal Kuyumcu'yu Festival'in bütününü izlemesi için Ankara'da bırakarak döndük. Bu yıl 3 ncüsü gerçekleştirilen Festival'in biraz daha Festival'in biraz daha uzmanlaşmaya gereksinimi olduğunu sanıyorum. Bu konudaki detaylı görüşlerini önümüzdeki sayı Nihal Kuyumcu'nun değerlendirmelerinden öğreneceğiz. Festival Açılış Ankara'nın varoşlarında okuyan çocukların ağırlandığı açılış törenleri, DT Sosyal Tesisleri'nde, Kemal Günüç'ün şefliğinde Ankara Büyükşehir Kent Orkestrası'nın verdiği konser eşliğinde çocuklara ikram edilen öğle yemeği ile başladı. Sonrasında İrfan Şahinbaş Sahnesi'nde Vestfalya Müzik Okulu Yaylı Çalgılar Çocuk Orkestrası'nın verdiği konser ile devam etti. Konser'in ardından açık alanda İtalyan sanatçılar tarafından, İnfiorata (Kocaman bir alanda seyirciler tarafından, boyanmış talaşın, yine seyirciler tarafından yerleştirilerek, yerde, devasa resimler oluşturma sanatı) Sokak Resimleme etkinliğinde konuk çocuklar tarafından dev festival afişi oluşturuldu.
Fotoğraflar: Melih Demirkanlı
cy a
İzlenim
3. Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Tiyatro Festivali
Festival Oyunları K.K.T.C, Lefkoşe Belediye Tiyatrosu "Ormanların Barış Ateşi" Adana Devlet Tiyatrosu "Sokak Kedisi Marilu" Bursa Devlet Tiyatrosu "Karagöz Salıncak" Objektif Kültür Merkezi "Akıllı Soytarı" Ankara Devlet Tiyatrosu "Bozkırdirliği" İzmir Devlet Tiyatrosu "Yedi Köyün Yargıcı" Antalya Devlet Tiyatrosu "Tankinivi Adası"
İSVİÇRE, Figurentheater Michael Huber, "Huketi Sirki"
İstanbul Devlet Tiyatrosu "Yıldız Tarihi"
Ankara Devlet Tiyatrosu "Siz Ne Dersiniz"
FRANSA, Theatre De L' Ombrella "Ay Avcıları"
Ankara Devlet Tiyatrosu "Keloğlan Keleşoğlan"
ALMANYA Habbe&Meik, "Kayıp Burun "
Ankara Devlet Tiyatrosu "Mor Gece Mavi Gün"
FRANSA, Compagnie des Atomes "Cin ve Sihirli Lamba"
İSPANYA, Teatro Los Claveles "Kırmızı Başlıklı Kız"
Eskişehir B. Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, "Cuco Bilmiyor"
Ankara Devlet Opera ve Balesi "Çizmeli Kedi"
Tiyatro Tempo "Bencil Dev"
FRANSA, Theatre De L' Ombrella "Çocuk Mozart"
Ankara Devlet Opera ve Balesi "Pamuk Prenses ve Yedi cüceler" Saat 15:00
Anıtkabir'de gruplar halinde dolaşıp birlikte otobüslere binmeliydik. Ondan sonra gittiğimiz yerde belli bir seviyede oynama lıydık. Konserde de herkes koltuklara oturmalıydı. Resimde de sırayla seçilmeliydik.
a
Çocuklar ve Festival Melih Demirkanlı/ melih_demirkanli@hotmail.com
pe
cy
Gittiğim 23 Nisan Çocuk Festivali'nde güzel bir organizasyon bekliyordum ama hiç de beklediğim gibi değildi. Herkes birbirine karışmıştı, ben de hiçbir şey anlamadım. Örneğin Anıtkabir'de kimin Devlet Tiyatrosu'ndan kimin değil anlamadım. Otobüsle giderken de hangi otobüs bizi alacaktı onu da bilmiyordum, yani hiç güzel bir organizasyon değildi. Diğer gittiğimiz yerde de (D.T. Sosyal Tesisleri) birkaç okul çağırmışlar, oradaki çocuklar balonları kopardı, eşyaları yıktı ve bu konuda hiçbir şey yapılmadı. 23 Nisan çocuk festivali olmasına rağmen her şeyin bir sınırı vardır ve çocuklar bu sınırı aştılar. İyi tek yanı vardı, o da keman konseriydi, orda bile bazılarımız yerde oturdu ve herkes bağırıyordu. Ondan sonra resim yapacaktık. Orada da 10'arlı guruplar halinde sıraya göre seçeceklerini söylediler ama hiç de öyle olmadı. Onun yerine kafalarına göre seçtiler. Biz babamla giderken, bizi götürecek arabanın nerede olduğunu bile söylemediler. Arabayı zorlukla bulduk. Bunların yerine Anıtkabir'de gruplar halinde dolaşıp birlikte otobüslere binmeliydik. Ondan sonra gittiğimiz yerde belli bir seviyede oynamalıydık. Konserde de herkes koltuklara oturmalıydı. Resimde de sırayla seçilmeliydik. Giderken de araba şurada, şuradan bineceksiniz demeliydiler ama yinede az çok eğlendim.
75
cy a
pe
a
cy
pe
cy a
pe
a
cy
pe
cy a
pe
cy a
pe
cy a
pe