cy a
pe
ISSN 1300-7963 EKİM 2007
tiyatro
S A Y I : 1 8 2 Beş Y e n i TL
A Y L I K
T İ Y A T R O
D E R G İ S İ
w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Yazı İşleri Müdürü: Ebru Seyhan Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrul Timur Düzelti: Ayşe Nalân Özübek Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Hat Baskı Sanatları T i y a t r o Yapım Yayıncılık Tic. ve San. L t d . Şti.: M u r a d i y e Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 e-posta: e d i t o r @ t i y a t r o d e r g i s i . c o m . t r
Deresi
Sok.
No:47/6
Beşiktaş
İstanbul
Abonelik İçin: (0212) 259 21 24 - 259 34 98 • e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 60 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245
Kapak Tasarımı: Genco Demirer (57 elliyedi)
Yayın Türü: Yerel Süreli EDİTÖRDEN: / S. 3
a
HABERLER: / S. 4
cy
ANISINA: Haluk Şevket Ataseven Güle Güle Hocam I Orhan Alkaya / S. 6 Yalnızca Anlaşılabileni Anlayan, Çok Şey Anlıyor Demektir I Mehmet Ergen / S. 7 GÖRÜŞ: Anayasa 64 ve 'Mahalleliler' I Ali Taygun / S. 10 SÖYLEŞİ: Tiyatronun Havarileri: Nevre-Metin Serezli I Pınar Erol / S. 12
pe
GÖRÜŞ: Tiyatro Caz İlişkisi ve Grotowski Tiyatrosu I Üstün Akmen / S. 19
İZLENİM: Bir İtalyan Yazı I Özen Yula / S. 24 AVRUPA TİYATROSU: / Tilda Tezman / S. 27 SAHNE TOZU: Söyleşi: Alper Kul I Özlem Özdemir / S. 30 İZLENİM: Picasso'nun Bursa'daki Fırça Darbeleri I Burçin Çakmak / S. 35 TANITIM: 2007-2008 Tiyatro Sezonu I S. 38 ANISINA: Marcel Marceau ile Söyleşi / Handan Güntürk / S. 43 SÖYLEŞİ: Ziya Azazi İle Bir Ben Var Benden İçeri I Pınar Toker / S. 46 GÖRÜŞ: Çevirmenin Adı Yok I Duygu Atay / S. 48 THESPİS'İN DELİLERİ: Bienaldeki Teyatral Uzamlar I Yusuf Eradam / S. 50 SADIK SEYİRCİ: Sahnenin Boğuntusu, Tiyatronun Sonsuzluğu... I Sadık Aslankara / S. 55 ÇOCUK TİYATROSU: Editör: Nihal Kuyumcu I S. 58
1
cy
pe a
Uzun bir aradan sonra sezona merhaba dedik, dedik ama bu kez sezon önemli eksiklerle, gereksinmesi çok fazla duyulan mevcut salonlardan da yoksun olarak başladı, onun için Sanat Yönetmenimiz Genco Demirer, sanatçılar için tatili uzattı. Havaların serinlemeye başladığı bugünlerde, kim güneşin batışını nerede izler bilemiyorum ama, hiç değilse hayal kurmaya yasak yoktur sanırım. Taksim Sahnesi'nin ardından, sizler bu satırları okurken Muhsin Ertuğrul Sahnesi de boşaltılmaya başlanmış olacak. Belediye'nin açıklamalarına göre, aynı alanda, biraz daha büyük ve gelişmiş yeni Muhsin Ertuğrul Sahnesi inşa edilecek, altında da üç adet çok amaçlı salonla birlikte. Umarım, umuyoruz, ummak istiyoruz bir şaka ile karşı karşıya kalmayız. Bugüne kadar, Başkan Kadir Topbaş'dan bu denli ciddi şakalar görmedik, ben kendi adıma, inanıyor ve güveniyorum. ***
cy a
Geçtiğimiz ay iki devi yitirdik: İstanbul Şehir Tiyatrosu emekli sanatçılarından, Tiyatro... Tiyatro... 'nun da uzun yıllar yazarlığı yapmış olan Haluk Şevket Ataseven ve dünyaca ünlü mim sanatçısı Marcel Marceau. Marceau 1992 yılında Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin konuğu olarak İstanbul'a gelmişti, gelmeden önce de arkadaşımız Handan Güntürk, Paris'te Tiyatro... Tiyatro... için özel bir söyleşi yapmıştı. 15 yıl önceki söyleşiyi Mercel Marceau'nun anısına tekrar yayımlıyoruz. Dünya Marcel'i ararken, biz de Haluk Hoca'yı çok ama çok arayacağız. ***
pe
Pınar Erol'un bu sayıdaki konukları Nevra-Metin Serezli. Tiyatromuzun bu iki çınan ile Pınar'ın yaptığı söyleşiyi zevkle okuyacaksınız, ama şunu itiraf edeyim ki, fotoğrafları izlerken çok ama çok kıskandım, birbirlerine bakarken, gözlerindeki ışıltıyı görmek onlar adına sevindiriciydi, kendi adıma kıskanılacak, imrenilecek tablolar oluşturduğunu hissettim ve gizleme gereği de duymuyorum. Serezli'lere daha nice mutlu ve verimli yıllar dilerim.
***
Yeni sezonla birlikte tiyatromuz yeni bir dergiye daha kavuştu, Yayın Yönetmenliği'ni Erbil Göktaş'ın yaptığı "Yeni Tiyatro Dergisi" iki ayda bir yayımlanacak. Önemli bir boşluğu dolduracağına inandığım "Yeni Tiyatro Dergisi"ne ve emeği geçenlere başarılar ve derginin uzun ömürlü olmasını dilerim. Aramıza hoş geldin "Yeni Tiyatro Dergisi".
***
Tiyatro Ödülleri-2007 adayları belli oldu, önümüzdeki sayı açıklayacağız ve 26 Kasım'da da ödüller yine Şişli Belediyesi'nin desteğinde Lütfi Kırdar'da sahiplerini bulacak. *** Her şeye rağmen, yeni sezonun tüm tiyatro insanlarına ve izleyicilere keyifli ve dopdolu oyunlar getirmesini dilerim.
3
Muhsin Ertuğrul Sahnesi de Yıkılıyor İstanbul'da 'Harbiye Kongre Vadisi Avan Projesi' hayata geçiriliyor. Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılıp yerine Lütfi Kırdar Kongre Binası ile uyumlu yeni bir bina yapılacağı açıklandı. Proje, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve Rumeli Salonu, Hilton Convention Center ve Gümüş Caddesi, Harbiye Orduevi ve Askeri Müze, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu ve Taşkışla Caddesi arasında kalan 17 bin metrekarelik alanı kapsıyor. Toplam inşaat alanı ise 83 bin 695 metrekare. Yapılacak yeni tiyatro binasının 5 katı yer üstünde, 6 katı da yer altında inşa edilecek. Mevcut binadaki 600 kişilik seyirci kapasitesinin, yeni binada 696'ya çıkacağı belirtiliyor. Projeye göre, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nun önünde bulunan alan araç trafiğine kapatılıyor ve alanda sanatsal açık hava etkinlikleri için bir meydan oluşturuluyor.
'Yeni Tiyatro Dergisi'Yayın Hayatına Başladı
cy
a
Genel Yayın Yönetmenliği'ni Erbil Göktaş'ın üstlendiği "Yeni Tiyatro Dergisi"nin 1 nci sayısı çıktı. Yayın Kurulu'nu Hayati Asılyazıcı, Yalçın Baykul, Yusuf Eradam, Erbil Göktaş ve Sema Göktaş'ın oluşturduğu dergi, ilk sayısıyla birlikte Varlam Nikoladze'nin Gürcü yazar Davit Kldiaşvili'den çevirdiği "Bela" ve "Darispan'ın Çilesi" oyunlarını da "kitap eki" olarak okurlarına sundu. İnceleme yazılarının yanı sıra söyleşilerin ve tiyatro haberlerinin de yer aldığı dergi, şu adreslerde bulunabilir: İstanbul, Mephisto Kitabevi, Galatasaray İnsan-Kitap, Kadıköy Nazım Kültür, Kadıköy Akmar Pasajı Cem Yayınevi; Ankara, Dost, Turhan, Bilim-Sanat, Dipnot ve İmge Kitabevleriyle Ankara Sanat Tiyatrosu Fuayesi; Kocaeli, Belsa Kelepir Kitabevi, Nurkan Kitabevi; İzmir, GSF Kitapçısı; Bursa, Heykel Sönmez İş Sarayı Girişi Bursa Kitapçısı.
pe
Şükran Güngör Ölümünün 5. Yılında Anıldı Tiyatro ve sinema oyuncusu Şükran Güngör, 15 Eylül günü Kenter Tiyatrosu'nda düzenlenen bir törenle anıldı. Beş yıl önce kaybettiğimiz sanatçının anıldığı etkinliğe, çok sayıda dostu katıldı. Töreni Mehmet Birkiye sundu. Etkinlikle, Güngör'ün eşi ve rol arkadaşı Yıldız Kenter bir konuşma yaptı. Ardından, Kent Oyuncularından Hakan Gerçek ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü Başkanı Suat Özturna, Güngör'ün sevdiği şiirlerden küçük bir dinleti sundu. Kompozitör Serdar Yalçın'ın piyanoda eşlik ettiği tenor Hüseyin Likos, Kenter Tiyatrosu'nun sahnesinden, selam gönderdi Güngör'e. Salonda bulunan da küçük anılarıyla geceye katkıda bulundular. Anma, fuayede düzenlenen kokteylle sona erdi.
Ragıp Savaş Kocaeli Şehir Tiyatroları'ndan Ayrıldı Yaklaşık üç yıldır Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni olarak görev yapan Ragıp Savaş görevinden ayrıldı. "Kendisine ve ailesine daha fazla vakit ayırmak için böyle bir karar aldığını" söyleyen Savaş, "Görev yaptığım süre içinde başta Başkan Karaosmanoğlu olmak üzere herkesten büyük destek aldım. Böylesine samimi, müdahalesiz bir davranışı hiçbir belediyede görmedim" dedi. Savaş'ın yerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolan sanatçısı Nejat Birecik atandı.
4
a
cy
pe
Haluk Şevket Ataseven'i Kaybettik İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları 'ndan emekli sanatçı, şair, araştırmacı, eğitimci, yazar Haluk Şevket Ataseven 15 Eylül 2007 günü aramızdan ayrıldı. Ataseven'in naaşı, 17 Eylül Pazartesi günü saat Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde düzenlenen törenin ardından, cenaze namazı için Karacaahnet Camii'nde götürüldü. Ataseven, Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
Güle güle Hocam Orhan Alkaya / oalkaya@yahoo.com
a
Sizi tanıdığımda on dört yaşındaydım Hocam. Lisenin ikinci sınıfındaydım, okulu kırmanın ve cep kanyağının muazzam tadına nihayet varabilmiştim. Fenerbahçe'nin efsane kadrosundan Yaşar Ağabey'in Caddebostan'daki kahvehanesinde bilardoya henüz başlamış, tavlayı ilerletmiştim. Okul tiyatrosunda oyunculuk hevesim de o sıra başlamıştı. Asude sokaklarımızda, caddemizde uzun yürüyerek kitap okuyordum ve kendimi devrimci hissediyordum. Ne seneydi ama...
pe cy
Siz, ağır ağır, tane tane konuşan, uzunca boylu, atletik yapılı, açık alınlı, mavi gözlü, hayli itinalı bir adamdınız ve bir liderdiniz. Lisemin eski müdürü Orhan Baha'nın (Okay) başlattığı muazzam enerjiyi devralmış, daimi sükûnetinizin zıddı bir fırtınaydınız. İstanbul Liselerarası Tiyatro Örgütü'nün (İLTÖ) ve hepimizin lideriydiniz. Ne çok şey öğrendik sizden Hocam, Haluk Şevket Ataseven'im.
"Herkesin anladığı bir şeyi anlayan, hiçbir şey anlamış sayılmaz" diyordunuz, bizi kışkırtıyordunuz ve hep gülümsüyordunuz. Biz o sıra, aşkın, kızların kalbini çalmak, çalamaz isek bedbaht olmak gibi bir şey olduğunu zannediyorduk. Kızlar da tersini tabii... Sizden en çok, aşk halinin indirgenebilir olmadığını öğrendik. Sükûnetle ve anlayacağımızdan emin olarak psikiatri profesörü Süleyman Velioğlu'nun ontoloji tezlerini anlatıyordunuz, biz tüysüz taifesine. Haydi, futbol erbabı Simon Kuper'den esinlenelim, sanatın asla sadece sanat olmadığını öğretiyordunuz. Öğreniyorduk. O Liselerarası Tiyatro Şenliği de bir mucize idi. Kimler yetişmedi ki oradan. Rutkay'dan Cezmi'ye, Ali'ye, Işıl'dan, Salih'ten, Ümit'e, Turgut'a, Nurseli'ye, naçiz bendenize, işte öyle.
Siz hep alan açtınız. Sizin için kapatılan birçok alanı, inandığınız diğerlerine açtınız hep.
6
Tiyatromuzun ismi Kadıköy Deneme Sahnesi idi. Üstü hiç kapanmayan külüstür otomobilinde, yağmur altında şemsiyeyle dolaşmaya bayılan, sarı saçlı ve İtalyanca bilmesi ile sanrımı artıran Bilgin en aykırımızdı galiba. Bizim liseden Mahmut, Reha, Alev, Tangül, Küçümen Cem, PTT'den Orhan, Ercan ilk hatırladıklarım. Bugün, birer ikişer sahnelerimizden olduğumuz sırada, bize mükemmel bir sahnede doğaçlama çalışmaları yaptırdığınızı, kulis adabını öğrettiğinizi filan nasıl unutabildik, bilemiyorum. Nejad isimli bir şizofren yazarın Doktor Na-go oyununu tam iki yıl prova etmiştik. Bir türlü gövde bulamadı o oyun. Biz sabırsız taifesi delirip durduyduk ama siz hiç tavizkâr olmadınız. Baktınız olmuyor, rotayı Gogol'e çevirdiniz. Bir Delinin Hatıra Defteri'ni dört Aksenti İvanoviç ile yorumladınız. Bende ve hafızamda müthiş bir iş olarak kalmış. O yıllarda modern dans ile dans tiyatrosu ayrımını dahi bilmiyorduk ama siz büyük bir inançla, göze almışlıkla Cem Ertekin'in Çağdaş Dans Grubu'na alan açmıştınız. Sonra bu alanı, Sanat Yönetmenliği'ni üstlendiğiniz Kadıköy Şehir Tiyatrosu'nda da sürdürdünüz.
İki Zeynep'i ve arkanızdan en samimi acısı ile bakakaları Alim'i, bir de ismini bir türlü çıkartamadığım, Ferhat ile Şirin'de, Şirin rolünde, galiba on beş yaşında sahne alan o muhteşem çocuğu hatırlıyorum en fazla. Siz hep alan açtınız. Sizin için kapatılan birçok alanı, inandığınız diğerlerine açtınız hep. Bilsak Tiyatro Atölyesi'nde Beklan Algan ve ihtişamlı sürekliliği ile paylaştığınız eğiticilik döneminizden, bugünün birçok yaratıcısı boy verdi. Naz, Kerem, Mehmet, Nihal, Ceysu, Şerif... ne çok... Kapı kilidi hoyratça değiştirilen ve mecazî anlamda değil, düpedüz kapı önüne konulduğunuz Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarı'nda da ısrarınızdan vazgeçmediniz. Orası Beklanlı, Aylalı, Erollu, Sizli bir lükstü. Hepiniz fazla geldiniz. Halûk Şevket Ataseven, canımın ta içi Hocam, siz buraya fazla geldiniz. O kadar ki, tenha gittiniz. Beni, sonradan erbabı kesildiğim Haldun Taner ile siz tanıştırmış ve arkasından da pişman olmuştunuz. Ben ergen, küstah ve ukalâ, o bereli çelebi adamı çileden çıkartmış, öfkeden yanaklarını filan kızartmıştım. Bir de Muhsin Ertuğrul var tabii. Saye-i âlinizde ilk kez el sıkıştığım büyük ustam... Şimdi Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nu da yıkacaklar ya, iyi ki zamanında gittiniz Hocam. Sizi kıskanıyorum. Sümerbank paviyonunu İstanbul'un en donanımlı bağımsız tiyatro binasına çevirip, ta öldükten pek pek sonra ismiyle de onurlandıran büyük ustamızın kınayan hissine maruz kalmadınız. Halûk Şevket Ataseven; siz şiir yazdınız, makale yazdınız, Yakup'u yazdınız, bizim alnımızı yazdınız. Sizin için ise, esasen, bunlardan yalnız birisi yazılabilir. Sizin için yalnız şiir yazılabilir, canım! Sizi yalnız şiir anlatabilir. Güle güle Hocam. Bu uğursuz günden, iyi ki kurtuldunuz.
a
* 20 Eylül 2007 tarihli Birgün Gazetesi'nden alınmıştır
pe cy
"Yalnızca Anlaşılabileni Anlayan, Çok Az Şey Anlıyor Demektir" Mehmet Ergen / mehmet@arcolatheatre.com
1985 - 86 yıllları sanıyorum, Bilsak'ta hocamızdı Haluk Şevket Ataseven. Belki o dönem tam olarak kavrayamadığım denli önemli bir akademiydi Bilsak. Semiyoloji, Antropoloji, Dramaturji derslerinin yanı sıra belki de en kavrayamadığım derslerden biri de Ataseven'in verdiği Estetik dersiydi. Sanki bazılarımızın bu dersten pek bir şey anlayamayacağını çaylak bakışlarımızdan sezdiği için sınıfa 'öncelikle defterlerinize şunu yazmanızı istiyorum' diyerek yazdırdığı ve halen zaman zaman göz gezdirdiğim ve yirmi yıldır o not defterinde yazılı olan şu cümle hep benimle kaldı: Yalnızca anlaşılabileni anlayan, çok az şey anlıyor demektir. Sanıyorum ben, o günkü gençlik ve cehaletimle dersin gerisini pek anlayamamıştım. Ama iyi ki derslerinin birçoğunu not almışım. Daha sonra bana çok kez rehber oldu sözleri. Yıllar sonra onu tekrar TAL'de gördüm. O gün Ayla Algan hocanın da midesinde bir kramp vardı sanıyorum, odadaki kanepede kıvranıyordu, Haluk Şevket dee çaresiz ve beklediğimden daha da yaşlanmış olarak bir köşede oturuyordu. Son üç yıldır çok daha sık çalıştığım İstanbul'da, o kıvranış ve çaresizliğin bugün bana sahiplenilmemiş değerlerin bir sancısı olarak yansıdığını düşünüyorum. Tragedyayı 'iki yüce değerden birini seçme durumu olarak da tanımlayabiliriz' demişti bir derste Ataseven. Tiyatro camiamızı paylaştığımız birçok meslektaşımızın hangi yüce değerleri seçip seçemediğini de bize tarih gösterecek. Haluk Şevket Ataseven'in yüceliğini görememiş olanlar ise kendi tragedyalarını seyircisiz oynamaya devam ediyorlar. Onu geçen hafta Kadiköy'de Haldun Taner Sahnesi'nden genç tiyatrocuların uğurladığını görünce, ölümün bile alkışlanası olabileceğini bir kez daha yaşadık.
Haluk Şevket Ataseven'in yüceliğini görememiş olanlar ise kendi tragedyalarını seyircisiz oynamaya devam ediyorlar.
7
HALUK ŞEVKET ATASEVEN Hazırlayan: Ümran İnceoğlu
cy a
1 Ocak 1931 yılında İstanbul'da doğdu. Sanatla kurduğu ilk gerçek ilişkiyi 1950'li yıllarda Şişhane'de bulunan Belediye Konservatuvarı'na Türk ve Batı müziği şan bölümüne sınava girerek başladı. Daha sonra sanatsal etkinliklerini şiirle sürdürdü. Şiirlerini; Yeditepe, Dost, Türk Dili, Pazar Postası, Ataç, Somut, Mülkiye vb. yayımladı. Yine 1950'li yıllarda Melih Cevdet Anday'ın yönettiği "Akşam Gazetesi Şiir Yarışması"nda birincilik ödülünü aldı.
pe
1958 yılında Afif Yesari'nin ortaya attığı "Düşünce Tiyatrosu" çalışmalarına katıldı ve aynı yıl deneme yayınlarını sürdüren İstanbul Teknik Üniversitesi televizyonunda sanat üzerine konuşmalar yaptı. 1971 yılında başta Haldun Taner olmak üzere, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde seçkin tiyatro eleştirmenleri ve sanatçılarıyla birlikte İstanbul Liseleri Tiyatro Örgütü'nün (İLTÖ) kuruluşuna katıldı ve yedi yıl başkanlığını yaptı. Aynı yerde bir 'Deneme Sahnesi' kurdu ve her yıl yapılan şenliklerde ödüllendirilen gençleri bu kuruluşa kattı. Her yıl yapılan İLTÖ şenliklerine katılan liseli gençlerin tiyatro genel kültürü ve eğitimine yaptığı katkılarından ötürü 1978 yılında "Avni Dilligil Jüri Özel Ödülü"nü aldı. 1978/1980 yılları arasında İLTÖ bağlamında liselerarası dram çalışmaları düzeyinde, şiirimizin geçirdiği evreleri ele alıp öğrencilerle birlikte araştırmalar ve çalışmalar yaptı ve bunları diğer kültür kurumlarında da sürdürdü. 1978 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, Kadıköy bölümüne sanat yönetmeni olarak atandı. Bu dönem içinde Mimar Sinan Üniversitesi "Mimari Sanatlar" üzerine öğrenciler ile yaptığı dram çalışmaları konusunda kendisine başarı sertifikası verildi.
8
Ayrıca ilkokullardan liselere kadar ders programlarına drama çalışmalarının konması hususunda dikkat çekici uğraşları için kendisine İstanbul Valiliği ve Milli Eğitim Müdürlüğü'nün ortak olarak verdiği "Kültür ve Eğitim Onur Ödülü"nü aldı. 1982/1984 yılları arasında, Üsküdar "Bizim Tiyatro"da 'Duygu Eğitimi Gösterileri' adı altında gençlere yönelik, kültür ve eğitim çalışmaları düzenlendi. 1984 yılında seçkin sanatçı düşündaşlarıyla birlikte BİLSAK Tiyatro Atölyesi kuruldu, orada kuram/uygulama/yorum çalışmalarını yürüttü. 1986 yılında yine Bizim Tiyatro'da, Dramatik Sanatlar Araştırma ve Oyunculuk Atölyesi'ni kurdu ve "Kuram-Uygulama-Yorum" çalışmalarını yürüttü.
1988 yılında yeniden İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'na geçti ve Beklan Algan'ın Şehir Tiyatrosu bünyesinde kurduğu Tiyatro Araştırma Laboratuvarı (TAL) çalışmalarına eğitimci ve araştırmacı olarak katıldı. TAL çalışmaları sırasında kendisini yeni bir düşünce ve ona bağlı olarak yeni bir sanat dünyasına götürecek yaratım gücünü Süleyman Velioğlu'nun "Sanat ve Ontopsikiyatri" çalışmalarına katılarak kazandı.
cy a
1990 yılında İLYADA çalışmaları doğrultusunda kurduğu, Kültürlerarası TROYA Sanat Şenliği kapsamında "Troya'yı Dinliyorum" adlı oyunu Türkçe ve Almanca olarak, canlı müzik eşliğinde Troya harabelerinde oynandı. Alman müzik ve tiyatro sanatçılarıyla birlikte her yıl tarihi yörenin dört ayrı bölgesinde tekrarlanan bu şenliğin müzik ve tiyatro gösterilerini yürüttü. 1992 yılında "İstanbul Tıp fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı" mezuniyet sonrası eğitim kursları kapsamında düzenlediği "Sanatsal Alanda Yaratma Edimi" konulu sempozyuma, "Dram Sanatında Aktörün Yaratıcılığı" bildirisiyle katıldı. Bu bildirisi Psikiyatri Ana Bilim Dalı başkanı Prof. Dr. Süleyman Velioğlu tarafından doktora tezi verilmek üzere alındı.
pe
Bütün bu kuramsal ve deneysel çalışmaları "Tiyatroca Düşünmek" ana başlığı altında çeşitli dergilerde yayımlandı. 2002 yılı Haziranı'nda gençlik tiyatrolarına ve onların Kültür Sanat çalışmalarına yaptığı katkılarından ötürü kendisine "Terakki Vakfı, Tiyatro Onur Ödülü" verildi... 2005 yılında Şehir Tiyatroları "Sanat Hizmetleri Ödüllü'nü aldı. 2005 yılında Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde kuram ve uygulama çalışmaları yaptı. Son olarak Şehirdışı Tiyatrosu'nda kendi ifadesiyle "Tiyatrolog" olarak sanat danışmanlığının yanı sıra Anatole Sokak Oyuncuları ile de ortak çalışmalar sürdürmekteydi.
9
Anayasa 64 ve 'Mahalleliler' Ali Taygun / alitaygun@superonline.com
Sanatçı arkadaşlarımın birçoğu, biliyorum, ülkemizde kamu kaynaklarının sarfı konusunda yetkiyi elinde tutan üst düzey bürokratlar ya da siyaset erbabının tiyatromuzdaki yönelişleri değerlendirdikleri ve sahnelerimizde kendi görüşleri doğrultusunda eserler sergilenmesi için bu iktidarlarını kullandıklarına inanırlar.
cy a
Harbiye Sahnesi'nin yıkılacağı kesinleştiği gün bir haber kanalı sanatçılardan görüş istedi. Sevdiğim bir oyuncu arkadaş hüzünlü bir ifadeyle, "bizi," dedi, "banliyölere gönderiyorlar!" Hatırladım. Mesele ilk gündeme geldiğinde İstiklâl Caddesi'nde sahne açan tiyatro aşığı bir başka oyuncu arkadaş da bir açık oturumda aynı görüşü dile getirmişti. "Bizi," demişti, "varoşlara sürüyorlar!" İki kere şaştım bu hükümlere.
Harbiye Sahnesi'nin yıkılacağı kesinleştiği gün bir haber kanalı sanatçılar dan görüş istedi. Sevdiğim bir oyuncu arkadaş hüzünlü bir ifadeyle, "bizi," dedi, "banliyölere gönderiyor lar!" 10
pe
Önce, 'onlar'ın bizi, tiyatrolarımızı şehir merkezinden çevreye zorlamaları fikrine şaştım. Bunda maksatları ne olabilirdi acaba?
Bu kanaate nereden varırlar anlayamıyorum. Yukarıda sözü geçen 'etkililer'i oyunlarımızı seyrederken gören olmuş mudur? Hayır! Başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, müsteşarlar tiyatroya giderler mi? Yoo! Ödenekli tiyatrolara milyonlarca YTL bütçe ayıranlar buralarda neler yapıldığını bilirler mi? Buna ilgi duyarlar mı? Şu yazdığım yazıyı hükümetinden belediyesine hiçbir yetkili okuyacak mı? Hadi canım sen de!
Vasıf, rahmetli, bir keresinde Brecht hakkında tez yazan bir genç Amerikalı'nın bir panelde Bunlar, olsa olsa, harcı alem gazetelerde üç beş köşe söylediklerini ciddiyetle dinlemiş, yorumuna öfkelenmiş ve "CIA," demişti uzun uzun bıyıklarını yazarının magazinsel değerlendirmelerine göz atarlarsa eğer, bütçe tartışmalarında söz konusu yolduktan sonra, "bunları epik tiyatroyu sulandırmaları, devrimci içeriğinden soyutlamaları ederler. O da ederlerse... için yetiştirip Türkiye'ye yolluyor." Çoğunluğu öğrencilik günlerinde belki birkaç kez Onu ikna etmem mümkün olmadı. Ne CIA içinde, tiyatroya gitmişlerdir kız arkadaşlarıyla, o kadar. bırakın böyle bir entrika kurmayı, Brecht'in adını duymuş bir memur olmasının imkân dışında Basınımızda iki üç gazetenin tiyatro köşesi vardır. kaldığını; haydi duydular diyelim, Türkiye'de Buralarda da eleştiri ya da fikir yazıları değil bizim devrimci tiyatronun etkisinden ürküp bunu yazdığımız basın bildirileri yer alır. TV'de sanat zayıflatmak için özel burslar vererek tiyatro programı hazırlayanlardan bir ahbabınız varsa iki eleştirmenleri yetiştirmelerinin tasavvur ya da üç dakikalık bir tanıtım yapmaya fırsat edilemeyeceğine onu inandıramamıştım. bulursunuz.
Yani, aziz okuyucu, tiyatroyu ne idare ne kamuoyu hiç mi hiç ciddiye almaz! Onun için de kimse tiyatrolar aleyhine komplo kurmaz. Kurmak aklına bile gelmez. Olsa olsa gelenekselleşmiş bu bütçe kaleminden ne yapıp edip kurtulmak hariç, tiyatroyla, tiyatrocularla uğraşmazlar. Buna karşılık biz, tiyatrocular, kendimizi mübalağa ciddiye alırız. Kimilerimiz dünyanın tiyatro etrafında, kendilerinin etrafında döndüğüne inanır. İstanbul şehrinin en değerli gayrımenkullerinde (vaktiyle bunlar o kadar değerli değilken) kurulmuş tiyatro salonlarımız bugün yıkılıp getirişi kat kat yüksek işletmelere arsa olarak verilince de vaveylayı koparırız, gösteriler yaparız. Ama kimse duymaz. Kimse yanımıza gelmez. Buldozerlerin önüne atılmayı düşünürüz de seyircilerimizden, halktan hiç kimsenin bu buldozerlerin önüne atılmaya neden gelmediklerini sorgulamak aklımıza gelmez.
başkası denesin," dedi? Elhak tiyatrolar okullar, hastaneler kadar önemlidir. Nasıl kamu kaynakları okullara, hastanelere harcanıyorsa tiyatrolara da harcanmalıdır. Ama kim kalkıp da bizim yaptığımız işin öğretmenlerin, doktorların yaptığı iş kadar mübrem bir ihtiyaca cevap verdiğini söyleyebilir? Kaçımız bir öğretmen, bir doktor kadar çalışıyoruz? Ve en mühimi: Kamu kaynaklan kamu ihtiyaçlarına karşılık harcanır. İhtiyaç en fazla neredeyse kaynak oraya yöneltilir. Kentimizde tam ödenekli tiyatroya ihtiyaç en fazla Sultanbeyli'de vardır, Sarıgazi'de vardır, Gündoğan'da, Esenler'de vardır... Her aybaşı trink diye yatıyorsa maaşımız bankaya; dekor parası nereden bulacağız diye düşünmüyorsak; servisler bizi evlerimize taşıyorsa bizim de görevimiz hizmettir. Banliyöye hizmettir. Varoşa hizmettir. Mahalleye hizmettir. Özel tiyatro merkezde çalışabilir. Özel tiyatro sahibi verdiği yanlış kararın bedelini kendi öder. Onun için de canı ne istiyorsa yapar. Ama kamu hizmetindeyseniz yanlış kararınızın bedelini kamu öder. Tam ödenekli tiyatro sorumlusu, sanatçısı "ben derin sanat yapıyorum, isteyen gelir," diyemez. O kültür hizmetçisidir. Kafasına eseni değil, ihtiyaç olanı yapar. İstediği yerde değil, ihtiyaç olan yerde çalışır.
cy a
Bin üç yüz elli kişilik salonda yüz kişiye oynanan, onca emek, onca masraftan sonra üç temsilde kapanan operaların hesabını bir gün vereceğimizi düşünmeyiz. Altı yüz kişilik salonda dört sıraya oynanan oyunlar koyarız, derin sanat yaptığımızı iddia ederiz. Buradan kapı dışarı edilince de birbirimize sarılıp ağlaşır, şairane ağıtlar yakarız. Kimse katılmaz cenazemize, kimse kulak asmaz feryatlarımıza!
yitirince, "Ben başarısızım. Bari kalkayım da bir
Sanatçı arkadaşla rımın birçoğu, biliyorum, ülkemizde kamu kaynakları nın sarfı konusunda yetkiyi elinde tutan üst düzey bürokratlar yada siyaset erbabının tiyatromuzdaki yönelişleri değerlen dirdikleri ve sahneleri mizde kendi görüşleri doğrultusu nda eserler sergilenme si için bu iktidarlarını kullandık larına inanırlar.
Yetmiş yıldır kamu tam ödenekli tiyatroları
Ve ihtiyaç duyulanı yapıyorsa, kimin haddine binasından bir taş yıkmak! Binlerce seyirci sahip çıkar tiyatrolarına! Ödü patlar siyasetçinin ona tek laf etmeye.
pe
destekledi. Binlerce sanatçıya baktı. Biz ne yaptık? Hele şu son yirmi, otuz yılda?..
"Abi, bir dizi/dublaj/film yakaladım, beni yazmayın oyuna!", "Onca yıllık sanatçıyım. Bu rolü mü layık gördünüz bana. Oynamıyorum işte!", "Rapor alırım ha!", "Şu bizim komşunun kızı çok iyi taklit yapar, bir deneseniz?", "Ben de biliyorum, başımızdaki on para etmez. Ama herifler teşvikleri kesiyorlar. Karıştırmayın beni, n'olur.
Biz vaktiyle doğru kararlar veremedik, şimdi bizim için kararlar veriliyor. Ya da Richard II.'nin zindanda söylediği gibi, "Biz zamanı israf ettik, şimdi zaman bizi sarf ediyor." Bu dediklerime, biliyorum, çok arkadaşım kızacak.
Arabanın/evin/buzdolabının taksitleri var," deyip deyip ATM'lerimize koşmadık mı her ay başı? Kulislerde homur homur homurdanıp adamı/kadını görünce saygılar sunmadık mı? Sahnelerde su koy verip tuttuğumuz takım gol atınca seyircinin gözü önünde "beş, beş" diye karşımızdaki oyuncuya el hareketi yapmadık mı? Buna ceza verilince de işçi hakları deyip efelenmedik mi? İçimizdekilerden hangi biri makam teklif edilince, "bu benim haddim değil, benim bilgim bu koltuğa oturmaya yetmez," dedi? Oturup da salonları boşaltınca, halk ilgisini
Ama yıllardır söylendi söylediklerim. Son pişmanlık para etmez. (Pişman olan da pek yok ya!) Yeni anayasa hazırlanıyor. 64. madde unutuluyor. Öylesine lüzumsuz buluyorlar bizi. Lüzumlu muyuz? Mahalle duvarındaki yazı bizi öyle bulmuyor. Genç, yeni mezun arkadaşlarıma acıyorum tek. Bizim gafletimiz, bizim dalâletimiz onların istikbâline mani oluyor.
11
cy a
Tiyatronun Havarileri
Metin ve Nevra Serezli Pınar Erol / pnrerol@gmail.com
kalacak.
Bizleri kendilerinden mahrum etmedikleri için şükranla onları izlemeye devam edeceğim... 12
Tiyatro ustalarımızla yaptığım söyleşiler benim için geçişime çok katkısı olmuştur diyebilirim. Yani neredeyse bir yıllık konservatuvar eğitimi almış gitgide tadına doyulmaz bir hâl almaya başladı. gibiydim. Onun için eğitime çok önem veririm. Teybimin 'off' düğmesine basıp yanlarından ayrılırken, aslında söyleşinin bitmediğini, uzun süre Döndüğümde LCC'de kurslara devam ettim. Orada inanılmaz değerli bir eğitimci kadrosu vardı. Yıldız daha onlarla birlikte olmaya devam edeceğimi Kenter, Müşfik Kenter, Haldun Taner, Haldun biliyorum. Anlatılmaya değer onca deneyim, anı, Dormen, Melih Cevdet Anday. bilgi arasından buraya geçebilenler olsa olsa anımsatma çabasıdır, bir saygı duruşudur. YüzlerindeMetin S.: Ben futbolla ilgileniyordum.Benim beliren, hatta derinleşen her bir çizgiye gerçek tiyatro okullarımda tiyatro bölümü yoktu. Ben ancak üniversitede tiyatroyla ilgilendim. Bir üniversite aşkının eşlik ettiğini bilmek, o yüzleri büstlere genci, sosyal bir faaliyetle ilişki içinde olmalı diye dönüştürüyor. Ne mutlu ki tiyatro Serezli'lerin hayatına erken girmiş ve çıkıp gidecek gibi de değil. düşündüğümden, ne yapabilirim, nasıl çare bulurum derken tiyatro faaliyetini öğrendim. Yine de oyuncu Onlar sahnede kaldıkça tiyatro ayakta kalacak. olarak tiyatroda olacağımı katiyen tasavvur dahi Bizleri kendilerinden mahrum etmedikleri için etmiyordum. Dekor taşırım, efekt yaparım, böylece şükranla onları izlemeye devam edeceğim ve bu aralarında bulunurum diye düşünüyordum. Böyle kadar yakınımda nefes alıp verdiklerini bilmenin bir tesadüfle başladı tiyatro hayatım. şımarıklığıyla kendimi ayrıcalıklı sayacağım...
pe
Ne mutlu ki tiyatro Serezli'lerin hayatına erken girmiş ve çıkıp gidecek gibi de değil. Onlar sahnede kaldıkça tiyatro ayakta
Tiyatro ile okul yıllarında ilgilenmeye başladınız, değil mi? Nevra S.: Ben kolejde okurken Amerika'ya öğrenci değişim programı çerçevesinde gittim ve orada tiyatro eğitimine katıldım. Ancak benim asıl tiyatro eğitimi aldığım yer burasıdır, kolejdir. Profesyonel tiyatroya
Her ikinizin de ilk profesyonel tiyatro yaşamı Haldun Dormen ile başlıyor. Özel hayatınızda da önemli bir yere sahip olmalı. Metin S.: Benim hayatımda çok önemli bir yeri var ama ilginç de bir durum var. Ben Dormen Tiyatrosu'nda profesyonel oldum; Dormen Tiyatrosu kapandı. Ben kendi tiyatromu kurdum; Dormen
Tiyatrosu açıldı. Tekrar Dormen Tiyatrosu'na geçtim; Dormen Tiyatrosu kapandı. Biz köşe kapmaca oynadık. Tabii bu anlattığım çok uzun bir süre zarfında oldu. Ondan sonra da son 9 yıldır Tiyatro İstanbul'dayım zaten. 1971'de Altan Erbulak ile Çevre Tiyatrosu'nu kuruyorsunuz. Hem de öyle bir çevrede kuruyorsunuz ki... Metin S.: Kocamustafapaşa'da kuruyoruz. Bu bize Muhsin Ertuğrul'dan kalmış bir düşünce yapısıydı. Tüm tiyatrolar Osmanbey civarında toplanmış; çevrede hiç tiyatro yok ama O halka yakın yerlerde tiyatro olmasını arzu ediyordu. Biz o niyetle kurduk tiyatroyu. Halkla tiyatro iç içe olsun istedik. Başka arkadaşlarımız tiyatro açmaya karar verdiklerinde kimisi Sarıyer'de, kimisi Üsküdar'da, kimisi Ümraniye'de yapacaklardı. Çevre Tiyatrosu çok enteresan bir tiyatrodur. Özel tiyatroların tarihinde olmamıştır böyle bir şey: Ben tiyatroyu kapatmaya maddi sebeplere dayanarak karar vermedim; aksine kâr ediyorduk. Sene 78, inanılmaz bir kaos vardı ülkede. 80 öncesi tırmanan anarşik olayların neticesi olarak tiyatromuza atılacak bir bombadan yaralanacak ya da ölecek kişilerin vicdan azabını taşıyamayacağımı anladım. Şu olaylar durulana kadar tiyatroyu kapatalım, sonra devam edelim dedik. Edemedik ayrı.
pe
cy
a
her şeyimiz fark eder. Yani özel bir düğmem yok, basayım da enerjik olayım diye. Ama ben beslenmeme, uykuma o günkü gidişatıma çok dikkat ederim. Kendimi sporcu gibi yetiştirdiğim için de aslında iddialı bunu söylemek ama 15-20 sene evvel oynadığım bir oyunu şu anda hâlâ çok büyük rahatlıkla oynayacak iç enerjiyi zaten içimde hissediyorum. Bunu sadece tiyatro için Dormen Tiyatrosu, Devekuşu Kabare ve Tiyatro söylemiyorum. Bir diziye bile başlarken haftalar İstanbul gibi güldürü öğesini öne çıkaran öncesinden kendimi disipline ediyorum. Sabah eğer tiyatrolar ve müzikaller ile birlikte anılıyorsunuz. 7'de çekimim varsa, beni gece yarılarına kadar Hiç dram yönü ağır basan oyunlara iç sokakta gezerek, içki içerek katiyen göremezsiniz. geçirmediniz mi? Yani bir okul talebesinin ertesi günkü okul imtihanına Nevra S.: Hayır hiç öyle bir şey olmadı. Çünkü hazırlanması gibi erkenden yatarım, beynimi sağlam biliyorum ki bugün bile istesem o rollerde tutarım ve sabah dimdik ayakta, fırlayarak başlarım oynayabilirim. Ben o rolleri çok severek oynadım. işe. Yani tamamen bir iş disiplini. Çok şanslıydım, gerçekten hep sevdiğim rolleri oynadım. Ben her zaman komediyi sevdim, hatta Son yıllarda Tiyatro İstanbul'da rol aldığınız komedyen olarak anılmak hoşuma gidiyor. Hayat oyunlar hep bulvar komedileri olmuş. Bu oyunlar zaten çok zor, ben komediyle deşarj oluyorum. hem tür hem de yıldız oyuncularıyla eğlendirmeyi Gülmek, güldürmek, insanları mutlu etmek, beni de amaçlıyor ve hafif oyunlar gibi görünüyor. Bu mutlu ediyor. hafif oyunları oynamak mı asıl ağır olan? Metin S.: Gerçekten çok iftihar ettiğimiz değerli Metin S.: En büyük klasiklerden, en büyük yazarların oyuncu arkadaşlarımız var ama kolay değildir aynı eserlerinden daha zordur basit oyunları oynamak. anda hem dans edebilen hem şarkı söyleyebilen hem Hakikaten herkesin yapabileceği şey değildir. Çok de oynayabilen bir aktör/aktrist olabilemek. Sayıları özel bir eğitim ister. Bütün vücudunla, zekânla, gerçekten çok azdır bu oyuncuların. Dolayısıyla kafanla, aklınla, her şeyinle onu irdelemen ve sahneye böyle oyunlarda ilk akla gelen isimlerdendir Nevra. yansıtman gerekir. Çehov'un, Shakespeare'in ya da Dostoyevski'nin bir oyununu oynarken o büyük Nevra Hanım, "Acaba Hangisi'nde ikiz kardeşleri yazarın büyük sözlerini sadece söylemeniz dahi canlandırırken her iki role de yetebilen bir yeterli. Onları doğru söyleyin, zaten çok iyi oyuncu enerjiyle oynuyorsunuz. Metin bey, siz de gibi görünürsünüz sahnede. Ama son derece basit oyunlarınızda oyun gücünüz kadar dinçliğiniz ve bir olayı anlatırken, onu renklendiremezseniz, hareketliliğinizle takdir alıyorsunuz. Herkes dinamizminizle, sıcaklığınızla, sahnedeki merak ediyor bu enerji nereden diye. rahatlığınızla gerçekleştiremezseniz; berbat, kimseyi Metin S.: Geçen günler içinde yalnız tiyatroda değil ilgilendirmeyecek bir şey çıkar ortaya. Seyirciyi ki; dünyanın politikasında, dünyanın ekonomisinde, ayakta tutmak için siz uğraşmak zorundasınız. dünyanın sporunda daha çok enerjiye ihtiyaç Halbuki Çehov'u oynarken zaten Çehov onları ayakta gösterilmeye başlandı. Bu enerjinin içinde siz âtıl tutuyor. Ben hepsi için çok rahat konuşabiliyorum kalamazsınız, daha enerjik olmak zorundasınız. Nevra S.: Metin de ben de açıkçası bunu bir iş olarak çünkü aşağı yukarı benim oynamadığım tarz oyun kalmadı. Yani Gogol da oynadım, Peter Shaffer de kabul ettiğimiz ve bir sporcu mantığıyla bu işe yöneldiğimiz için bir oyuna başladığımızda; bizim oynadım, Brecht de oynadım. Oynamadığım yazar hayatımız, beslenmemiz, yatma kalkma saatlerimiz, da kalmadı. Bir tek Shakespeare oynamadım şimdiye
Metin S.: Gerçekten çok iftihar ettiğimiz değerli oyuncu arkadaşla rımız var ama kolay değildir aynı anda hem dans edebilen hem şarkı söyleyebilen hem de oynayabilen bir aktör/aktrist olabilemek.
13
kadar. Ama komedilerden çok büyük keyif aldım. Geçenlerde kendi kendimi kontrol ettim de son 15 yıldır devamlı bu oyunlarda oynamışım. Araya "Bu Filmi Görmüştüm" gibi, "Muhteşem İkili" gibi oyunlar da girmiş, bu arada bir Moliere oynamışım ama daha çok bu farslar üzerinde yoğunlaşmışım. Bu sene işte bunların tamamen dışında, bambaşka bir oyun oynamaya karar verdim zaten. İki tane oyun seçtik bu yıl. Bir tanesini Nevra oynayacak, bir tanesini ben oynayacağım. Nevra yine Tiyatro İstanbul'da oynayacak. Ben başka bir tiyatroya konuk olacağım. İkisi de tamamen farklı ve inanılmayacak kadar hoş oyunlar. Bize çok büyük keyif verecek. Türkiye'de ilk defa oynanacak. Benim oynayacağım oyunda ağırlığı olan bir genç kız rolü var ki o genç kızın kim olması gerektiği konuşulmakta. Nevra "Durdurun Dünyayı" oyununu oynamaya giderken, böyle bir rol ancak 10-15 senede bir oyuncunun eline geçer demişti. O genç kız rolü de hakikaten bir oyuncunun eline 10-15 senede ancak geçecek bir rol ve oynayanı yıldız yapacaktır muhakkak. Nevra'nın oyununa gelince, muhteşem güzel bir oyun o. Onu kendisi anlatsın istiyorsa. Nevra S.: Adı henüz konmadı. Orijinal adı "6 Haftada 6 Dans Dersi". Hakları alındı, provalara başlanmak üzere çalışmalar yapılıyor. Tam benim yaşıma, konumuma, her şeyime uygun bir oyun. Orada dans edeceğim. Komedi değil, oyun denilen oyun ama içinde komedisi yok demek değil, ben yine
komedisini çıkarırım rolün. Şu anda çekimler olduğu için artık birinci sezona mı, ikinci sezona mı yetişir bilmiyorum. Oyuncu sıkıntısı, sahne sıkıntısı falan, onlar çok engelliyor bizi. Daha önceden verilmiş sözümün olması diziyle ilgili, böyle bir projenin içine girmiş olmak, aynı anda provaya girmek bizim son zamanlarda yaşamış olduğumuz sıkıntılardan biri maalesef. Çünkü dizilerde oyuncu ve tiyatrocu olanlara teklif gidiyor, hepsinin bir oyunu oluyor. Çekimler zorlanıyor. Tiyatroya oyuncu aranırken de herkesin mecburen bir dizide rolü olduğu için onların da provalara gelmesi zor oluyor. İki taraf da böyle çatışa çatışa iş çıkarmaya çalışıyor. Aslında çok zor bir devir şu anda. Oyuncu bulamıyorsunuz; dizim var diyor. Diziye oyuncu arıyorsunuz; tiyatrom var, çekime gelemem diyor. Daha geçenlerde "hocamız tiyatro okuyanın televizyon dizilerinde çalışması çok yanlış bir şey, sakın ha yapmayın gibi bir söz söyledi" dedi bir genç. Dizide oynamak tecrübeyi çok artırdığı gibi sinemayı, televizyonu, kamerayı, açıyı, televizyon oyunculuğunu öğretmek açısından da önemlidir. Bir oyuncu bir sürü yerde olarak kendi oyunculuğunu geliştirme şansını yakalayabilir. Onun için, böyle bir şey düşünemediğim gibi, küçümsemek de çok ayıbıma gidiyor. Sinemada veya televizyonda oynamak oyuncuyu nasıl küçültür? Nasıl onu kötü yöne götürür anlamış değilim. Üstelik de her televizyon dizisinde oynayan tiyatroda oynayamayabilir ama her tiyatro oyuncusu rahatlıkla sinemada ve televizyonda oynayabilir.
pe cy
a
Nevra S.: Seyirci kaçtığı için oyuncu kaçıyor. Oyuncu kaçmıyor tiyatrodan, seyirci kaçıyor. Marifet iyi prodüksi yonlar yaparak televizyonun önündeki halkı kaldırıp tekrar tiyatro koltuklarına getirmek.
14
Tiyatronun altın çağını geride bırakıp, tiyatro can çekişiyor söylemlerine geldiğimiz bugünlerde, belki de oyuncuların kendilerince sebeplerinden, televizyonda iş ve yer bulabildiğinden oraya kaçmaları... Nevra S.: Hayır tam tersi, seyirci kaçtığı için oyuncu kaçıyor. Oyuncu kaçmıyor tiyatrodan, seyirci kaçıyor. Marifet iyi prodüksiyonlar yaparak televizyonun önündeki halkı kaldırıp tekrar tiyatro koltuklarına getirmek. Metin S.: Ama Nevra'cım, televizyonun tiyatroya zararı sadece insanların evlerinde koltuklarında rahat rahat oturup, trafikten, para ödemekten vesairden kurtulup da büyük rahatlıkla bir şey seyretmeleri değil sadece. Televizyonun tiyatroya zararı, mükemmel tiyatro oyuncularını gerçekten çalmasıdır. Bakın Türkiye'ye, ne kadar mükemmel aktörlerimiz, aktrislerimiz televizyondaki dizilerde oynuyorlar da tiyatroda görev almıyorlar. 5-6 tane havari kaldı ben diziyi de yaparım ama aynı zamanda da tiyatroyu asla ihmal etmem diyen ki ben bunlardan bir tanesiyim. Benim gibi arkadaşlarım da var Allah'a şükür. Onlar tiyatroyu ayakta tutuyorlar. Tabii televizyondaki kötü olayların seyirciyi yozlaştırmasını hiçbir zaman göz ardı etmiyorum. Seyirci müthiş kalite kaybediyor. Çünkü iyi tiyatro oyununa gitmeyen seyirci basit şeyler izlediği zaman, kendisi onunla özdeşleşiyor artık. E bir zahmeti de var tiyatroya gitmenin. Ama tiyatro can çekişiyor lafını asla kabul etmiyorum. Siz tiyatroda işinizi en iyi şekilde ve de dünyanın bilmem neresindeki problemini değil de kendi ülkenizin meselelerini,
a
kendi halkınızın anlayacağı ve hoşlanacağı bir şekilde ortaya koyarsanız tiyatronun can çekişmesi diye bir şey söz konusu değildir. Siz yeter ki işinizi iyi yapın, seçiminizi doğru yapın. En iyi oyuncularla, en iyi yönetmenlerle oynayın. O tiyatroya her zaman seyirci var. Nevra S.: Ben "insanlar tiyatro yapmıyor, diziye kaçıyor"u kabul etmiyorum. Ona bakacak olursan Nurseli mesela, bütün bir sezon dizide oynuyor fakat bir Hakan Altıner ona rol teklif ettiği için kız ona koşa koşa geliyor. Can Gürzap, hem gidiyor tiyatrosunu yapıyor, Gencay'la oynuyor, Devlet Tiyatrosu'nda konuk oyuncu oluyor, reji yapıyor hem de dizisinde başrol oynuyor. Yani ikisini aynı anda yürüten de var. Metin S.: Ama ben birkaç tane havari olduğunu zaten söylüyorum. Ben hemen saymaya devam edeyim: Cihan Ünal, Genco Erkal, Müşfik Kenter, Yıldız Kenter, işte Gazanfer, işte Haluk... Nevra S.: Ama bugün yeni başlayan bir gence tiyatro ve diziyi teklif etseniz, o tabii ki diziyi tercih ediyor. Ben onu da kınamıyorum çünkü hayat pahalı, geçim zorlaşıyor. Gençler de bir şekilde karınlarını doyurmak zorundalar. Ama dikkat edin tüm bu zorluklara rağmen şimdi sezon geliyor ve tüm oyuncular harıl harıl oyun çıkarmaya çalışıyor, casting yapılıyor, provalar başlıyor, yine de bir biçimde devam ediyor. Metin S.: Çünkü oyuncunun içinde yatan aslan tiyatrodur.
cy
Er meydanı tiyatrodur. Metin S.: Er meydanı tiyatrodur başka bir şey meselesi. O da şu: Konservatuvar okuyorsunuz, oradan çeşitli bilgilere sahip olarak çıkıyorsunuz ortaya. Tıp okuyorsunuz, doktor olarak mezun oluyorsunuz. Hukuk okuyorsunuz, avukat olarak mezun oluyorsunuz. Mezun olan avukat dava açmasını bilmez. Mezun olan doktor, cerrah olacaksa eğer, hocalarının yanında 4 sene daha çalışmadan gelen işleri alamaz. Konservatuvardan çıktıktan sonra da ya televizyon dizilerine başlarsınız ya da tiyatroya başlarsınız. Tiyatroda büyük tecrübe sahibi olursunuz. Ne kadar zamanda? En az 10 yılda. Dizi kendi starını kendi yaratır. Sinemada, televizyon dizisinde oynayamayacak oyuncu yoktur. Kapının önünden geçen bir hamala da, restoranda gördüğünüz garsona da dizide rol verebilirsiniz ve o halkın sevgilisi olan bir star haline gelebilir. Bu tiyatroda mümkün değildir. Sahneye çıktığınız zaman yürüyemezsiniz bile. Onun için ustalarla birlikte çalışmanın çok büyük rolü vardır. Biz çok iyi ustalarla çalışmasaydık bugün iyi oyuncu olamazdık. Bugünkü gençler de çok iyi ustalarla çalışmazlarsa usta oyuncu olamazlar.
pe
orada başarı gösterecekse, içinde bir yetenek varsa kişinin manken olması, kömürcü olması, bakkal olması hiçbir şey ifade etmez. Dünyada da çeşitli örnekleri var. Aysun Kayacı isimli manken arkadaşımız için Gencay ile tartışmamızda yanlış anlaşma var. Bir piyeste iki tane rol vardı. Bir tanesi başrol, diğeri de oyunun en son sahnesinde gelip bir renk getiren ve son derece güzel bir kadın olması gereken bir roldü. Ben Gencay'ın başrol için Aysun Kayacı'yı kastettiğini sanmıştım, halbuki diğer rol için Aysun fevkalade olurdu. Çünkü o bir renkti, bir görüntüydü, olabilirdi. Kalkıp da ama onun güzelliğindeki, çarpıcılığındaki birine Leydi Macbeth'i veremezsiniz yani. Aramızda son derece basit bir tartışmaydı, başkasının kulağına nasıl gittiğinin de farkında değilim. Bugün yine Gencay bana Eva rolü için Aysun Kayacı'yı düşünüyorum derse benim tüylerim dilken diken olur ama diğer küçük rol için düşünüyorum derse ay ne kadar memnun olurum.
Ünlülerle tiyatro yapmak nasıl? Gencay Gürün ile Aysun Kayacı hakkında bir tartışmanız olmuştu. Bu tartışma genelde dünyada tartışılıyor gerçi. Metin S.: Mankenden tiyatrocu olur mu olmaz mı diye bir sürü polemik oldu. Eğer içinde tiyatro aşkı varsa ve kendisine çok uyan, çok yakışan belirli bir rol ile başlayıp, yine ustaların yanında çeşitli piyeslerde oynayarak basamak basamak çıkacak ve
Geçen sene çekilen "Unutulmayanlar" filmiyle 22 seneden sonra, üstelik de canlandırdığınız o neşeli karakterlerin çok dışmda bir rol için akıllara geldiniz. Bunca yıl sonra olması yine de sevindirdi mi sizi yoksa üzdü mü?
Metin S.: Mankenden tiyatrocu olur mu olmaz mı diye bir sürü polemik oldu. Eğer içinde tiyatro aşkı varsa manken olması, kömürcü olması, bakkal olması hiçbir şey ifade etmez.
15
a
16
pe cy
Nevra S.: Metin hep böyle olumlu ve iyi niyetli bakar ama aslındada öyle bakmak gerekir. Bir taraftan tiyatro yıkılıyor, tiyatro kapatılıyor, bambaşka bir yerde yeni bir tiyatro açılıyor. Ölümle doğum gibi bir şey.
Nevra S.: Hiç üzülmedim, neden? Bunca sene içinde çekilen filmlerin içinde, ya bu rolü bana nasıl düşünmediler, ne de güzel şunu oynardım dediğim pek bir şeyle de karşılaşmadım. Çünkü belli bir yaşın üzerine gelince roller çok kısırlaşır. Böyle bir teklif gelince de ilk sorum bu oldu, neden ben? Genç bir rejisördü filmi çeken, Ayhan Sonyürek: "Nevra Abla ben seni her zaman çok iyi bir oyuncu olarak gördüm. O duyguları çıkarabileceğini hissettiğim için." dedi. Bu büyük bir iltifat tabii benim için. Demek ki ne kadar komedi de oynasam, benim gerçek oyunculuk yeteneğimi keşfedebilmiş bir göz olarak gördüm. Çok gururlandım, senaryoyu çok sevdim ama sonunda çıkan, düşündüğümüz etkiyi yaratabilen bir duygu filmi haline dönüşmedi. Ben aslında çok samimi olarak sinemada çalışmaktan çok fazla keyif almadım. Geçenlerde televizyonda Cameron Diaz'ı izledim. O da aynı şeyi söylüyor. Diyor ki: "...ben bu yüzden tiyatro yapmak istiyorum. Çünkü başından sonuna aynı duygularla, değişen olaylarla devam etmek istiyorum. Halbuki sinemada son planı ilk gün çekip birkaç gün sonra orta planı kopuk kopuk çektiğim zaman ve ancak film bitince seyrederken, a demek ki ben bunun için böyle yapmışım, demek ki sonunda bu oluyormuş demeyi sevmiyoram". Aynı şeyden şikayet ediyoruz. Üstelik o sinema oyuncusu olarak bundan şikayet ediyor. Ben de baştan sona devamlılığı seven bir oyuncu oldum. Dizi bile çekerken, sesli çekilen sahneleri, oynaya oynaya akıttığımızdır benim sevdiğim. Şimdiki dizim de öyle, "Sihirli Annem"de öyleydi. Ezberliyoruz, sahne
sahne prova yapıyoruz. Bütün sahneyi akıtıyoruz. Gerçek, birebir oynuyoruz, sonra planlara bölünüyor. Ben sinemanın kopukluğunu, plan plan gidilmesini, sadece yakın planın, uzak planın ayrıştırmalarının yapılmasını, ona göre oyun bölmeyi falan çok keyifli bulmadım. Benim keyif almam hep önemlidir diyorum ya başından beri, biraz egoist bir oyuncuyum. Hep keyif almak istiyorum, benim sevdiğim olsun istiyorum. Yoksa sinema çok önemli bir sanat dalı tabii. "Belki iki kişinin yapacağı işi tek başımıza sırtladık ama işte bu yüzden tiyatronun havarileriyiz biz." diyorsunuz. Havari olmak yormadı sizi anlaşılan. Metin S.: Havari derken ben aslında şunu demek istiyorum. Ben sevmediğim bir iş yapıyor değilim ki, aktörlerin hepsi böyle. Düşünün hayatta en sevdiğiniz, hobiniz olan şey mesleğiniz oluyor. Bundan daha mutlu ne olabilir dünyada. Nevra S.: Diyorum ya, istediğim rolü seçmek, istediğim oyunda oynamak hoşuma gidiyor. Metin S.: İstediğimiz rolü seçmek ve istediğimiz rolü oynamak da öyle pek kolay olmadı. Yıllarca yönetmeniniz size hangi rolü verirse onu oynamak zorundasınız. Nevra ne diyor? Şanslı bir oyuncuydum hep sevdiğim rollerde, sevdiğim oyunlarda oynadım. Ben de çok şanslı oyuncuyum. Galiba 76 oyunda oynamışım bugüne kadar. Şimdi bu sene 77'nciyi oynayacağım. Bu 76 oyun içinde bunu üzülerek söylüyorum: Sadece 2 oyunda ne
rolümü ne oyunumu sevmeyerek oynadım. Aksi gibi o iki oyun da çok tuttu, çok uzun süre oynamak zorunda kaldım. Bu büyük mutluluk çünkü bu çok minik bir oran. Ama "artık ben bu oyunu oynarım, bu rolü oynamak istiyorum"a varabilmek için bir 40 yıl geçiyor.
pe cy
a
Sezon açılıyor ve bu sezon yeni tiyatro sahneleri de perdelerini açmaya hazırlanıyor. Bunlardan biri de temel atma töreninde de bulunduğunuz Feridun Karakaya Sahnesi. Son dönemde üst üste yaşanan olumsuzluklar arasında bu nefes aldıran bir gelişme değil mi? Metin S.: O benim devamlı ilgilendiğim bir proje oldu. İlgilenmek için ben müracaat etmedim ama Beykoz Belediye Başkanı, Kültür Müdürü'yle birlikte beni ziyaret ederek birtakım bilgiler aldılar. Çok mutluyum tabii. Nasıl Kocamustafapaşa Tiyatrosu'na gittiysek, Beykoz Belediyesi'nin bir tiyatro kurması, bir ilçe olarak diğer ilçelere de örnek olması beni ayrıca mutlu ediyor. İnşallah diğer ilçeler de kendi belediye tiyatrolarını kurarlar. Fakat bir ilçede tiyatro yürütmek çok zor bir şeydir. Gerçi Beykoz Belediye Başkanı'nın eskiden Şehir Tiyatroları'nın müdürü olması dolayısıyla Şehir Tiyatroları kendilerine çok yardım edecektir. Ben doğma büyüme Teşvikiye Tiyim, şimdi 10 yıldır Anadolu Hisarı'nda oturuyorum ve artık burada mücevher gibi bir tiyatro binası var. Tabii benim başta çok büyük itirazım oldu. Koltuk adedini küçük tutuyorsunuz, ah bunu 500 kişilik yapsanız diye. İmkanlarımız bu kadar dediler. Eğer tiyatroyu başarılı bir biçimde yönetebilirlerse yakında 1500 kişilik bir tiyatroya ihtiyaçları olacaktır Beykoz'da. Nevra S.: Metin hep böyle olumlu ve iyi niyetli bakar ama aslında da öyle bakmak gerekir. Bir taraftan tiyatro yıkılıyor, tiyatro kapatılıyor, bambaşka bir yerde yeni bir tiyatro açılıyor. Ölümle doğum gibi bir şey. Hayat bu aslında. Onun için 'tiyatro ölmez'in altını çizmek lazım. Bu ışığın altında, olumlu düşünceler içinde hareket edip öyle gitmekte fayda var. Metin S.: Tiyatro konusunda Türkiye'nin en büyük eksiği, amatör tiyatrolardır. Bir ülkede amatör tiyatrolar ne kadar çok faaliyet gösterirse, gerek tiyatro seyircisi gerek profesyonel tiyatro kendisine başka türlü bir çekidüzen vermek mecburiyetindedir. Ben amatör tiyatrodan yetiştim. Bizim üniversite yıllarındaki İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu haftanın 4 gecesi bilet satarak ve dolu oynayan bir amatör tiyatro idi. Aynı zamanda Robert Koleji Tiyatrosu ki bugün Türkiye'nin en büyük oyuncuları o tiyatrodan yetişmiştir. Güzel Sanatlar Akademisi'nin tiyatrosu, Yeşilay cemiyetinin tiyatrosu. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin tiyatrosu, Maden Fakültesi'nin tiyatrosu, Haldun Dormen'in kurduğu Cep Tiyatrosu, bütün bunlar seyirciler tarafından haftalar öncesinden biletleri alınan, gidilen tiyatrolar. Hatta zaman zaman gazetelerde -o zaman ülkemizde her gazetenin mutlak suretle bir tiyatro kritiği vardı- "hey profesyonel tiyatrolar kendinize gelin amatörler sizi geçti, geçiyor" derlerdi. Siz de kritik yaptınız öyle değil mi?
17
rastladığı bir olayı geçiştirmiş gibi görünür ama sonra onu bir oyununda, bir rolünde mutlaka kullanır.
çıkacak iki
cümleye, eleştiriye bakacak, kulağını verecek genç olduğu zaman diyorum ki o muhakkak ilerde iyi bir oyuncu
olacak.
18
a
cy
pe
Nevra S.: Sana kulak veren, dinleyen, 'ne güzel, küçücük bir tecrübe de oradan kaparım' diyen gençlerle bir arada olduğum zaman çok büyük keyif alıyorum. Arkasına dönüp gidecek olana değil de, ağzımdan
Metin S.: Ben üniversitede okurken Dünya Gazetesi'nde ve Tan Gazetesi'nde, Türk Sanatı gibi dergilerde tiyatroyu çok sevdiğim, hiçbir oyunu kaçırmadan izlediğim için, büyüklerimden gelen teklifler doğrultusunda aşağı yukarı bir yıl kadar tiyatro kritiği yazdım. Fakat ne zaman ki kendim profesyonel oyuncu oldum, artık siz beni kritik edin diye işi diğerlerine devrettim. Benim kritik yazdığım dönemdeki tiyatro eleştirmenlerinin isimleri çok önemli. Sabri Esat Siyavuşgil, Adnan Benk, Hasan Ali Ediz, Orhan Hançerlioğlu, Metin And. En başta da Muhsin Ertuğrul gelir. Muhsin Ertuğrul'un oynadığı oyunlar hakkında bir kritik yazılırdı. Muhsin Ertuğrul'un cevap olarak yazdığı makale yazılandan çok daha önemli bir kritik yazısı olurdu. "Önce her şeyi bileceksiniz, ondan sonra yazacaksınız" düsturu altında. Ben bunu beğenmedim yok. Neden beğenmedin, nasıl olmalıydı? Nevra S.: Hâlâ geçerli bu. Çünkü bilmeksizin karalamak çok kolay. Metin S.: O dönem hakkınızdaki kritiği okuduğunuz zaman, ona inanırdınız. Sizin için ya da sahne koyucu için yazdıkları kritik ağır da olsa, evet doğru söylüyor ben bunu dikkate almalıyım derdiniz. İyi şeyler yazıldıysa da onu iltifat kabul etmeyip doğru savlarda bulunmuş, aferin bana derdiniz.
Tiyatro, yapısı gereği geriye kalamıyor, kaydedilemiyor. Sizlerden bize ne kalacak? Nevra S.: Ben hiçbir zaman bir yerde öğretmenlik yapayım, talebe yetiştireyim gibi bir şeyin içine girmedim. Çünkü eğitimci yapımın olmadığına karar verdim ama Metin sabırlıdır ve çok güzel anlatır. O böyle bir şeyi yapabilirdi mesela. Ben de çalıştığım işte, ne bileyim bu dizi olur, dublaj olur, radyo tiyatrosu olur, piyes olur, ne olursa olsun elimde olmadan yanlış gördüğüm şeylerin altını çizmekten, ikaz etmekten, -bu kişi benden küçük, tecrübesiz biri de olabilir, benden yaşlı, 40 senelik aktör de olabilir- hiç çekinmem, hemen fikrimi söylerim. Tutamam kendimi çünkü ortaklaşa iyi bir iş yapmanın anlamına inananlardanımdır. Hiç ben tek başıma ön planda olayım, diğerleri geri planda kalsın kafa yapısında olmadım. Ne hayata öyle baktım ne evliliğe öyle baktım ne tiyatroya öyle baktım. Çok verici bir tarafım, öğretmen gibi olmayan bir öğretici tarafım var. Hep birilerine bir şey verme hevesindeyimdir. Bunu kapanlara, benimle birlikte olup, benden feyz alanlara ne mutlu ama arkasını dönüp dinlemeyen de maalesef kendine zarar verir diye düşünürüm. Hep, bildiğim çok iyi bir şeyi öğretmekten yanayımdır. Belki içimde dolmuş olan bilginin, yeteneğin, tecrübenin bu şekilde aktarılması bana şu anda yeterli oluyor. Bunca yıllık tiyatrocuyuz hâlâ daha bir oyuna çalışırken, yeni başlayan konservatuvar mezunu talebe gibi heyecanlanıp, korkup, birbirimize soru sorup, Metin benden daha tecrübeli, koskoca rejisör, ödüllere doymuş bir insan: "Nevra ya, burayı nasıl yapsam" diye karısına sorma inceliğini ve komplekssizliğini gösteren bir oyuncu olarak çalışırız. Çalışma, ilerleme bu şekilde ancak olur. Eğer ben onu çoktan biliyorum, dinlemem havalarında olursak zaten 40 sene sonra şu koltukta oturup röportaj yapıyor olmayacaktık. Geçenlerde "yeni piyese başlıyorum, acaba becerebilecek miyim, korkuyorum" dedim ve konuştuğum insanlar gülmeye başladılar. "Nevra Abla, ne matraksın ya, böyle laf edilir mi" diye. Bu benim samimi fikrim. Metin S.: Nevra'ya ilave olarak, çok tecrübeleri oyuncuların çağı yakalamak değil de çağdan uzaklaşmamak için, çağın en azından ortasında olabilmek için, çağın asla gerisinde kalmaması için gençlerden de öğrenecekleri çok şeyler var. Bunun da bilincine sahip olmak lazım. O kadar çabuk geçiyor ki her şey. İlk uçak uçtuğu zamanki heyecan ile bugün bilgisayarın yapabileceği şeyler arasındaki durum ne büyük bir ilerleme içinde olduğumuzu gösteriyor. İnsanların beyin yapısı da çok ilerliyor. Onun gerisinde kalmamak için de gençlerden bizim öğreneceğimiz çok şeyler oluyor. Mesela benim bu sezon oynayacağım oyun orta yaşlı bir adamla, genç, tam günün mantalitesine sahip bir kızın macerası. O piyesin yazarının, çağın içerisinde oluyor olması, o kızı kağıda dökebilmesi, çok önemliydi. Sadece kendi çevremizde değil, bütün dünyada neler oluyor, her yaşta, her katmanda neler oluyor diye devamlı araştırmak, devamlı gözlemek, devamlı takip etmek zorundayız. Bu size hayatiyet veriyor ayrıca, çok güzel bir şey.
Tiyatro "o anlık" olduğu için belki de, usta-çırak ilişkisine, gelecek nesillere aktarılması anlamında en gereksinen sanat dalı. Yoksa bu yükle nasıl yaşayacaksınız? Nevra S.: Sana kulak veren, dinleyen, 'ne güzel, küçücük bir tecrübe de oradan kaparım' diyen gençlerle bir arada olduğum zaman çok büyük keyif alıyorum. Arkasına dönüp gidecek olana değil de, ağzımdan çıkacak iki cümleye, eleştiriye bakacak, kulağını verecek genç olduğu zaman diyorum ki o muhakkak ilerde iyi bir oyuncu olacak. İşin aslı bu. Çünkü ben de aynı şekilde yetiştim. Kuliste otururken çay molasında bile bir Nisa Serezli neden bahsediyor? Erol Günaydın ne anlatıyor? derdim. Haldun zaten hocam... Olan bir olayı dinleye dinleye, ha böyleymiş, ha şöyleymiş diye değerlendirirdim. Bunlar aslında akılda kalmıyormuş gibi görünüyor ama beynimde yer ediyor ve yıllar sonra bir şeyi denerken, evet kuliste bu konuşuluyordu, sen o sene bu lafı dinlemiştin, böyleydi, diyorum. Metin S.: Ama Nevra'nın oyuncu olarak en büyük özelliklerinden biri, gözlemciliğidir. Nevra kadar iyi bir gözlemci oyuncu da ben az tanırım. 30 yıl önce
pe cy a
Neydi doğaçlama? Doğaçlama, bilimsel olarak hazırlıksız, içten geldiği gibi yani irticalen çalmak ya da söylemek olarak tanımlanı yor, tamam da, hiç kuşkusuz caz müziğinin temel unsurların dan biri.
Tiyatro Caz İlişkisi ve Grotowski Tiyatrosu Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Sabah 08.30 gibiydi, denize girdim. Suya daldığımda vücudumun "cosss" ettiğini duyumsadım. Çeşme'deyim, tatildeyim.
Kahvaltı ettim, gazeteleri okumaya koyuldum. Bu arada, nereden nereye, gittim CD çalara bir disk koydum. John Lee Williamson'un bir albümüydü elime gelen. İlk parça "Good Morning School Girl"... Sonrasında "Jackson Blues"...
yaptıktan sonra gazete "kıraat eylemekten" caydım. İrdelemeye değer bulduğum konuya nereden başlamalıyım diye düşünmeye başladım. Belki de tiyatronun nereden doğduğunu araştırarak kollarımı sıvamalıydım. Cazın tiyatroyla ilgisine, ilintisine belki buradan ulaşabilirdim. Peki, caz tiyatrodan ya da tiyatro cazdan etkilenmiş olamaz mı? Bilemiyorum.
Gazeteyi bıraktım, başladım düşünmeye. Tiyatro sanatıyla, caz müziğinin ilişkisi, ilintisi var mıydı acaba? İrdelenmeye değer miydi? Tiyatronun Geçmişine Eğilmek Değer buldum ki, tiyatro sanatının bir öyküyü, sahne olarak ayrılmış bir yerde, oyuncuların söz ve hareketleriyle canlandırma sanatı olduğunu düşünmeye başladım. Tiyatronun kısa tanımını böyle
Onu bilemiyorum, ama tiyatro dinsel törenlerden doğarken, cazın doğal çevresinden toplumsal ve coğrafi olarak koparılmış Afrika yerlisinin müzikle anlatım olanağı bulmasından doğduğunu biliyorum. O halde, işe tiyatronun geçmişine eğilerek başlamalıyım.
19
temsil edilir olmuş. Başlangıçta, canlı insanların kurban edildiği, bu kan revan içeren boğuşma ve Tiyatronun Sanatlaşması ölümler, giderek simgeselleşmiş. Simgeselleşince Evet... Gel zaman git zaman, tiyatro dinden de, iki ayrı gücün çatışması, yerini tek bir gücün bağımsızlaşmış, sanatlaşmış. Sanatlaşan tiyatronun ölüm ve yeniden dirilme törenlerine bırakmış. kökeninde, meğerse ilkel insanın doğa olaylarını, kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabalan yatmaktaymış. Bilim, günümüzde bunu Dünyalar Arasında Aracı Olmak pek de güzel kanıtlamakta. Baksanıza, bilim adamları, Bu arada, okuyor ve öğreniyorum ki, tiyatronun İsa'dan taaa kırk-elli bin yıl öncesinden kalma mağara kökeninin tanımı bu kadarla kalmıyor. Keşke kalsa... resimlerinde, ellerine ve yüzlerine hayvan postları Kimi başka kuramlara göre, tiyatronun kaynağını Şamanlık inançları oluşturmakta. İnsanlık tarihinin geçirmiş insanların ritmik hareketler yaptığını gözlemlemiş. Yani, bilgeler düşünmüşler, taşınmışlar, en eski dinlerinden biri olan, Kuzey Asya'daki ve incelemişler maske ve kostüm kullanımının tiyatronun Orta Asya'daki Türkler arasında eski çağlardan günümüze değin süregelen, doğaya tapma, doğaüstü ilk örneği sayılmasında karar kılmışlar. Üzerinde düşünülen, taşınılan, incelenen bu insanların maske güçlere, ruhlara inanma temeline dayanan ilkel din Şamanlık törenlerinin özelliği, izleyici ya da kullanarak, bir anlamda kişinin kendi kimliğini aşarak, başka kimlikleri temsil etmesini amaçladığını katılımcılara, tanrısal gücün simgesi yerine, kendisini göstermesindeymiş. Bu törenlerde, belirli kurallara saptamışlar. Diğer taraftan, maskenin, daha genel uygun davranışlarla kendinden geçen şaman, öte varlık biçimlerini temsil etmesinin en etkili dünya ile bu dünya arasında bir aracı rolü üstlenirmiş. yollarından biri olduğunu, daha sonraki yıllarda, insanlık, neyse ki kabul buyurmuş. Tiyatronun Simgeleştirici İşlevi Öyle ya da böyle, ama bir gerçek var ki, tiyatro Kurallı Oyunun İlk Örnekleri İlk toplumların, olup biten her şeyin ruhlar alanının sanatı bugün de, kökeninde bu iki eğilimin izlerini gizli güçlerince yönetildiğine inanan ve günümüzde taşımakta, bu iki eğilim arasındaki gerilimden güç kısaca "animist" olarak adlandırılan ilkel inançlarına almakta. Bir yanda doğa güçlerini simgesel olarak göre, tekrarlanan doğal olguların ruhları, kişilikleri canlandırma, temsil etme işlevi; öte yanda, doğaüstü güçlerin görünmesine aracılık etme işlevi. Doğaya varmış; bu kişiler, sonradan tapınma nesnelerine, tanrılara dönüşmüş. İnsanlar, belli zamanlarda yapılan öykünme kuramına göre, tiyatronun en önemli öğesi kılık değiştirmek, değişmek değil mi? Bu, kişinin törenlerde bu tanrıları simgeleyen maskelere bürünerek, kendi yaşamlarını etkileyen doğa olayları kalabalığa seslenirken ses tonunu değiştirmesinden bile belli olmuyor mu? Konuşma, doğallığını yitirip üzerinde denetim kurmaya çalışmışlar. Örneğin, yağmur yağdırmak ya da avda başarılı olmak için "teatral'leşmiyor mu? Bütün bu soruların toplu yanıtı, hiç kuşkusuz "evet". Aristoteles bile, yoldan yapılan törensel danslar, kurallı oyunun ilk örneği çıkmayıp, tiyatroyu, eylemin kendisi olarak değil, sayılmış. Eski inançların hemen hepsinde görülen "eylemin taklidi" olarak tanımlamış. Eee... O halde? "ölme ve yeniden dirilme" teması da, insanlara verdiği kılık değiştirme ve kişileştirme olanaklarıyla, Bütün klâsik tiyatroda, 19. yüzyılda romantizme karşı çıkan ve 1948 işçi hareketleri etkisi tiyatronun çıkış noktalarından biri olmuş. doğrultusunda Avrupa'da yaygınlık kazanan, çelişkili bir burjuva tiyatro akımı ve estetik anlayışı olan Kışın bahara, baharın sonbahara, sonbaharın yaza, "natüralist tiyatro"da da, hatta Brecht'in "epik yazın yeniden bahara dönüşmesi gibi, yinelenen doğa tiyatro"sunda da, işte tiyatronun bu simgeleştirici olayları, eski yılı temsil eden kralın, yeni yılın kralı işlevi hep öne çıkmakta. karşısında yenik düştüğü bir törensel boğuşmayla
pe
cy
a
Batı Afrika'dan Kuzey Amerika'ya köle akışı olmasaydı, caz ne ABD'de ne de Afrika'da gelişecekti...
"Mimesis"in Ötesine Geçmek Buna karşılık, Birinci "kapitalist" Dünya Savaşı'nın hemen öncesi "ideolojik bunalım" sürecinde, gerek natüralist tiyatroya gerekse izlenimci tiyatroya ve yeni-romantizm'e karşı manevi bir tepki olarak Almanya'da ortaya çıkmış avangard ve gerçekçi olmayan bir tiyatro akımı olan "dışavurumcu tiyatro"da, hele hele Artaud'un 1938 yılında aşırı bireyci bir avangard tiyatro eğilimi "vahşet tiyatrosu"nda, yansıtma kuramının temelini oluşturan ve sanatın niteliğini açıklamak amacıyla antik Yunan'da ortaya atılmış estetik kavram "mimesis"in ötesine geçme çabalarını da elbette gözden kaçırmamak gerek. Karmaşık Konuların İrdelenişi Bu gerçeği gözden ırak tutmazsam, tiyatro ilk kez İ.Ö. 6. yüzyılda Yunan toplumunda dinsel törenden
20
a cy
Gelelim Caza Ya caz... Cazın çok ırklı kökeni apaçık ortada. Batı Afrika'dan Kuzey Amerika'ya köle akışı olmasaydı, caz ne ABD'de ne de Afrika'da gelişecekti; çünkü caz, doğal çevresinden toplumsal ve coğrafi olarak koparılmış Afrika yerlisinin müzikle anlatım bulmasından başka bir şey değil...
pe
özerkleşerek bir sanat türü haline gelmiş diyebilirim. Dinsel ya da pratik ölçütlerle değil, estetik ölçütlerle değerlendirilen bir "oyun"a dönüşmüş. Yunan toplumuna gelinceee... Tiyatronun öncülü olan (şarap, bereket ve bitkiler tanrısı) Dionysos'u kutsamak için yapılan "Bacchanalia" şenliklerinde koronun söylediği "Dithyrambos" şarkılarında, farklı kişilerin konuşmasını canlandırmak için, söz ve tavır değişikliğinden yararlanır olmuşlar. Oyuncu ve oyun yazarı Thespis'in, koronun karşısına farklı kişilikleri, farklı maskelerle temsil eden bir oyuncu koyduğunu anımsıyorum. Böylece, daha karmaşık konular ele alınabiliyor, farklı anlatım biçimleri denenebiliyormuş, şimdi anlıyorum.
Sözlü Kültürün Tiyatrodaki Yeri Î.Ö. 5. yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde, bu kere Aiskhylos, koroyu 50 kişiden 12 kişiye indirerek ve oyuna ikinci bir oyuncu ekleyerek, bugünkü batı tiyatrosunun temelini atmış. Böylelikle, artık birden fazla kişi arasında yaşanan bir olayın, bir ilişkinin, sahnede canlandırılması olanağı doğmuş. Dionysos şenliklerinin bir parçası haline gelmiş olan tragedya, azgın ve utançsız kökeninden koparılmış. Tiyatro, önemli kişilerin başından geçen olayları yüceltilmiş bir üslupla temsil etme sanatı haline gelmiş. Sözlü kültürün tiyatrodaki yeri, işte böyle saptanmış, gelişmiş, yayılmış.
Batı Afrika kabilelerinde özellikle vokal ve vurmalı müzik, akademik batı kulağının tümüyle yabancısı olduğu bir biçimde gelişmiş. Diziler ve armoni sırf sezgiye dayanıyor, müzik soyut estetik anlatımdan çok, anlam ve duygulardaki ince ayrımları ileten özel bir dil olarak kullanılıyormuş. Yorumcu, notanın perdesini ya da sesin tonunu değiştirerek, eğitim görmüş batılı meslektaşlarından daha fazla, dinleyene çok daha somut mesajlar iletir olmuş. Geleneksel doğruluk ya da önceki örneklere benzeme kaygısının kısıtlamalarından kurtulmuş bu müzik dilinin esnekliği, batı kültürüne tümüyle yabancı bir ses dizisinin gelişmesine yol açmış. Bazen "mavi notalar" olarak da tanımlanan bu dizi, cazın temelini oluşturmuş. Notaları eğip bükerek insan sesinin çeşitliliğini yakalayan "blues" geleneği cazda sürmeye başlamış. Ruhani Huzura Kavuşabilmek Batı Afrika kabile geleneklerinin ABD'nin
Bir gerçek daha var ki, caz ustalarının büyük çoğunluğu öyle okula falan gitmemiş. Yani temel bir müzik eğitimi almamışlar. Bu nedenle de müzik dilini ve armoni dağarcığını "denemeyanılma" yöntemiyle geliştirmiş ler. 21
Bir gerçek daha var ki, caz ustalarının büyük çoğunluğu öyle okula falan gitmemiş. Yani temel bir müzik eğitimi almamışlar. Bu nedenle de müzik dilini ve armoni dağarcığını "deneme-yanılma" yöntemiyle geliştirmişler. Kuralları belirlemeye, sanatçının anlatım özgürlüğü ile topluluğun dağılmasını önleyecek ortak yükümlülükleri bağdaştırmaya uğraşmışlar. Caz, her zaman görünürdeki bu büyük aykırılıktan güç almış, hem bireysel müzikçinin sanatı hem de komünal bir deneyim halini almış.
Gelelim Grotowski Tiyatrosuna Şimdiii... Sabah sabah konumu caz ve tiyatro olarak saptadığıma göre, acaba doğaçlamadan yola çıkarak bir benzerlik bulabilir miyim?
Oyunun merkezine oyuncuyu koymak... Psiko-fizik oyunculuk yöntemiyle oyuncunun "aşkın bir iletişim'I gerçekleş tirmesi... Caz'da doğaçlama. .. Grotovvski tiyatrosun daki benzeri öğeler... 22
pe cy
a
güneyindeki pamuk tarlalarına, demiryollarına ve ırmaklara taşınması, hem kölelere, hem de efendilerine hizmet etmiş. Köle, kendi kolektif geçmişinin kültürel anısıyla avunurken, köle sahibi de çalışma temposu üzerindeki uyarıcı etkisi nedeniyle iş şarkılarını desteklemiş. İlkel vokal cazın pek çok örneği yapılan işlerle ilgili olmuş ve güftelerinin içeriği, yalnızca pamuk tarlalarının değil, Güney'in ırmak ve rıhtımlarının da köle emeği ile yaratıldığını anımsatmaktaymış. Şu da var, AfroAmerikan vokal biçeminin gelişiminde önemli bir etken de, hiç kuşkusuz Hıristiyanlık. Öyle ya, köle, efendilerinin "bırakınız- yapsınlar" felsefesiyle refaha ulaşamasa da, en azından onların diniyle ruhani huzura kavuşabilir olarak tanımlanmış.
Doğaçlama Dedikleri Balkonda çayımı yudumlarken, bir biçem olarak özel çalgı yapısına dayanan kolektif doğaçlama geleneğinin 20. yüzyılın başlarında Louisiana'da ortaya çıkmasının toplumsal ve işlevsel etkenlere bağlı olduğunu da düşündüm. Neydi doğaçlama? Doğaçlama, bilimsel olarak hazırlıksız, içten geldiği gibi yani irticalen çalmak ya da söylemek olarak tanımlanıyor, tamam da, hiç kuşkusuz caz müziğinin temel unsurlarından biri.
Misyoner İlahilerinin Afrikahlaştırılması 19. yüzyılın başına kadar kilise kurumu, gülünç düşünce cambazlıklarıyla Hıristiyanlığı köle sahipliği ile bağdaştırmayı başarmış, bir Hıristiyan'ın bir başka Hıristiyan'ı köleleştiremeyeceğini, ama bir vahşiyi köleleştirebileceği savunulmuş. 18. yüzyıl ilerledikçe saçmalığı ortaya çıkan bu görüş, 1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında kuzey eyaletlerinin köleliği yasa dışı ilan etmesiyle gücünü yitirmeye başlamış. Sonunda, o güne değin bir ruhu olduğuna inanılmayan insanların ruhlarını kurtarmak üzere 1790'larda "metodist" hareketin başlattığı misyonerlik kampanyası, yüz yıl kadar sürmüş ve tarihteki hiçbir haçlı seferinin yol açmadığı, Hıristiyan kilisesinin önceden hiç tahmin edemeyeceği şaşırtıcı bir sonuç doğmuş. Köleleri Hıristiyanlaştırmaya çalışırken, misyonerler kendi ilahilerinin Afrikalılaştırıldığını görmüşler.
Aklıma 1933-1999 yılları arasında yaşamış olan çağdaşımız Grotowski ve yaptıkları geliyor. Oyunun merkezine oyuncuyu koymak...
Psiko-fizik oyunculuk yöntemiyle oyuncunun "aşkın bir iletişim"i gerçekleştirmesi... Caz'da doğaçlama... Grotowski tiyatrosundaki benzeri öğeler... Örneğin, dış dünya gerçeği ile iç dünya gerçeğinin bütünlükle birbirinden ayrı var olduğu sanısından ve oyunculuk deneyinin mutlaklaştırılmasmdan yola çıkışla, oyuncunun fizik gücünün ve olanaklarının üstesinden gelmesine, kendi bilinçaltı derinliklerine inerek "trans hali'ne geçmesine, zihni ve fizik güçlerini birleştirerek bir anlam ve hareket bütünlüğüne ulaştırmasına; kendi gövdesini en küçük ayrıntılarına kadar kullanarak "iç varlık"ı görünür kılmasına; dolayısıyla seyirci ile kendisi arasında dolayımsız bir iletişim, bir "tüm oyuncu", bir "aziz oyuncu" olmasına çalışılmakta.
Ortak Yükümlülükleri Bağdaştırmak Siyah ayin müziğini Hıristiyan kilisesinin ayin kitabına uyduran, cemaatin bir üyesi olarak yeni Caz ile tiyatro arasındaki ilişki, ilinti işte sadece bu ezgiler yaratan ve var olanları kendi çeşitlemesiyle küçük ayrıntılardan ibaret. söyleyen köle ile onun özgür ardılları "spirituaf'i sonuna kadar geliştirmiş; ilahiler, kamp şarkıları ve Gerisi "laf-ü güzaf... cenaze şarkıları giderek dinsel müzik yavaş yavaş din dışı geleneğe karışmış.
cy a
pe
Bir İtalyan Yazı
a
Özen Yula / ozenyula@yahoo.com
İtalya'da bu yaz ilginç festivaller ve gösteriler birbirini kovaladı. Kendi oyunumun dünya prömiyeri için gitmiştim İtalya'ya. 24
pe
cy
İtalya'da bu yaz ilginç festivaller ve gösteriler birbirini kovaladı. Kendi oyunumun dünya prömiyeri için gitmiştim İtalya'ya. İstanbul Tiyatro Festivali Yöneticisi Dikmen Gürün ile İtalyan akademisyen Mimma Galina'nın ortak projelerinin ürünü olan Türk yazarların ve tiyatrosunun İtalya'da tanıtılması projesine Murathan Mungan'la beraber katıldık. İlk aşamada 2006 yılında Tuncer Cücenoğlu ve Yeşim Özsoy Gülan'ın oyunları bizimkilerle beraber okuma tiyatrosu olarak sunulmuştu. Sonra ASTI Festivali bir davet yaptı ve ortak yapım şartlarını araştırdı. Bu konuda Murathan Mungan ile benim oyunlarımız proje olarak seçildi ve bu oyunlar İtalyan yönetmenler tarafından yapıldı. Ama hepsinden önemlisi çizmenin kuzeyinde bayağı bir gezindim. Öncelikle küçük ama zengin ve sevimli bir kent olan ASTI'deki festivalde ilginç oyunlar izledim.
1961 doğumlu yazar-yönetmen Duccio Camerini, "Bambinacci" adlı oyununda farklı bir dil arayışına girmiş. Eski Roma dili, İtalyanca, argo ve anlamsız seslerin karışımından oluşan oyunu İtalyan seyirciler dahi tam olarak anlayamamışlar. Eski bir kilisede sahnelenen oyun beş oyuncu üzerine kurulmuştu. Yaşlı ve mutsuz bir kadının şiddet kullanarak hüküm sürdüğü bir evde baskı altında dört çocuğun aralarındaki iletişimsizliği konu ediniyordu oyun. İyi çalışılmış, kotarılmış bir oyundu.
sorgulayan bir oyun. Usta oyuncu Eugenio Allegri'nin tek basma vasat bir performans sergilediği bu oyunda cinayet işleyen bir adamın vicdanıyla ve adalet kavramıyla hesaplaşması anlatılıyordu. Seyirci açısından sabır gerektiren bir oyundu.
Murathan Mungan'm "Geyikler ve Lanetler" adlı yaklaşık 7 saat sürebilecek epiği ise "La Maledizione del Cervo" adıyla 100 dakikalık bir gösteriye dönüştürülmüştü. Riccardo Sattili farklı gölge oyunlarıyla, müziklerle desteklemesine rağmen bu özetleme çabası oyunun asıl yapısını ve iletisini farklılaştırmıştı. Yine de Mungan'ın şiirsel diline yakışan bir şiirsellik anlayışıyla sahneye getirilmişti. Bir de gösteri, yapıldığı mekâna çok yakıştı. Altı yüz koltuklu eski ve nefis bir tiyatroda yapıldı gösteri.
İtalyan Tiyatrosu'nun harika çocuğu Fausto Paravidino'nun yeni oyununun provasını izleyebildim. Ama anlaşıldığı kadarıyla polisin işkenceci yapısını ve azınlıkların hikâyesini anlatan oyun, azınlıktan bir polisin kendisiyle hesaplaşması aracılığıyla yansıtılıyordu. Gelelim benim oyuna. "Sahibinden Kiralık" adlı oyunum kozmopolit bir kentteki merkezi bir parkta jigololar ve 14 yaşında olduğunu söyleyen bir kız arasında geçiyor. Bu oyun Mauro Avogadro adlı tanınmış bir tiyatro oyuncusu tarafından parkta "L'innocente Colpevole", İtalyan Tiyatrosu'nun yeni sahnelendi. Oyuncular genç ve oyunu doğru ümidi Lucia Grosso'nun yazdığı, "adalet" kavramını yansıtmak konusunda hırslıydılar. Konuk gay
oyuncular çeşitli randevu ve sevişme sahneleri ile asıl oyun sahnelerini birbirine bağlıyorlar. Bu arada çeşitli ikonlaştırılmış şarkılar çalıyor. Sonuçta bu oyun iki kez ASTI Festivali'nde, iki kez de bir sonraki durağım olan Trento kentindeki festivalde sahnelendi. Gazetelerde "Parkta Skandal" başlıklı yazılar çıktı. Yaşlı kuşak seyircilerden birkaçı oyunu terk ederken bazıları da bekleyip oyundan sonra dille ilgili beğenilerini söylediler. Bu da Serra Yılmaz'ın başarı hanesine yazıldı elbette! İtalyanların gözbebeği Serra Yılmaz'ın, Murathan Mungan ve benimle katıldığı, yazarlık ve tiyatro anlayışlarımız üzerine yapılan panel ise genelde Serra Yılmaz'ın Orhan Pamuk yapıtından bir bölüm okuması üzerine gerçekten ilgi topladı. Bu arada rejilerin genelinde dikkati çeken durum ise yönetmenlerin sahne plastiğinde genelde enstalasyon (yerleştirme) ağırlıklı bir ya da iki yapıta yer vermeleri ve rejiyi bu yerleştirmeler üzerine inşa etmeleriydi.
İkinci gösteri bir okulun kapalı spor salonunda izlediğimiz "Drum and Dance" isimli gösteriydi. Dansçı Thomas Hauert, perküsyoncu Michel Debrulle'in ritimleri eşliğinde genelde dairesel hareketlerde ve daha çok zeminde sürünerek geçen bir gösteri düzenlemişti. Üçüncü gösterim ise Niconote'nin çocuklara beş masal okuması üzerine kurulmuş bir performanstı. Ancak gece 21.30'da on çocuğu ve onları oraya getiren ailelerini kutlamak istedim. Niconote gerçekten iyiydi. Sabırla okudu, sabırla dinlediler. Niconote deyince şunu düşünün lütfen: Ayten Gökçer ile Altan Karındaş'in olanca sempatilerini toplayın, buna biraz Samime Sanay'ın hülyalı bakışlarını ve hanımlığını ekleyip hepsini Akrep Nalan'ın vücuduna oturtun. Sanırım anladınız. Ama yine de çocukların onu izlerkenki halleri ve Niconote Hanım kurbağa taklidi yaparken onu izleyen gay çiftin küçük olarımın kurbağadan tiksinmesi, ancak salondan çıkamamasınm yarattığı trajikomik durum, bu gösterinin gerçek anlamda performans boyutunu getiriyordu. Gece 22.30'da Odeon Club'daki beni benden alan iki konser performansına hiç değinmek istemiyorum. Kulaklar sağır, gözler kör, bu satırları yazan ise serseeeeem!.. Yeniden düzenlenmiş bir Asil hikâyesi seyrettim bundan sonra... Oyuncu Mariano Dammacco bu hikâyeyi "Assedio" adıyla tekrar kaleme almış. Bölgesel lehçeleri kullandığı söylenen oyun, seyirci genelinin hoşuna gitti. Bizdeki Laz lehçeli dizilere benziyordu.
pe cy
a
Rimini ise Federico Fellini'nin kenti. Elbette Fellini ile gurur duyan bir kent. Rimini'ye 15 dakika uzaklıkta Santarcangelo da uluslararası bir festivale ev sahipliği yapıyor. Dünyanın farklı yerlerinden 45 sanatçı performans, müzik, görsel sanatlar, mimari, dizayn, grafik sanatlar, moda alanlarının kesişme noktasındaki bu festivalde yapıtlarını sahneliyorlar. İzlediğim ilk gösteri başarılı dansçı Alessandro Garboni'nin yapıtı olan "Mechanical Extesion in 4 Mathematical Operations"tı. Fazlaca zorlama, altı felsefi anlamlarla doldurulmaya çalışılan ve Beckett'i referans alan, ancak bunca zorlamayı taşıyamayan bir yapıydı bu. Gösteri, kumların üstüne yerleştirilmiş çemberle bu kumların üstünde benzer hareketleri ve
döngüyü tekrarlayan günümüz insanının hikayesiydi.
İtalyanların gözbebeği Serra Yılmaz'ın, Murathan Mungan ve benimle katıldığı, yazarlık ve tiyatro anlayışla rımız üzerine yapılan panel ise genelde Serra Yılmaz'ın Orhan Pamuk yapıtından bir bölüm okuması üzerine gerçekten ilgi topladı.
25
İtalya'da gittiğim son festival ise Mittel adlı küçük ve sevimli bir kasabada yapılan Mittel Festivali'ydi. Bu festival "İnsan Hakları" konusunu temel almıştı. 26
pe
cy
a
üzerine yansıtılan John F. Kennedy, George W. Bush, Hitler gibi adamların görüntüleriyle Fransa'nın "eşitlik", "özgürlük" gibi değerleri nasıl da başaramadığını anlatan gerçekten güzel bir gösteriydi. Isabelle Huppert buğulu bir Fransız aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle, rol sırasının gelmesini beklerken seyircilerle kurduğu iletişimle Santarcangelo Festivali'nin sürprizi ise son gecemde hayranlık topladı. gerçekleşti. Kentin dışında büyük çabalarla orman Sonra Amos Oz'dan uyarlama bir çocuk oyunu içinde kurulan "Laboretum" denen dans/tiyatro izledim. Roberto Piaggio'nun yönettiği "D'un Tratto araştırma laboratuvarında usta koreograf Roberto Nel Folto Del Bosco" adlı oyunda iki kadın oyuncu Castello'nun yaptığı nispeten hafif işlerden birini izledik. Laboretum'un tavanı bir yaprağın yüzündeki sahne üstünde bir kasabayı kurup, çocuğun hikâyesini anlatıp gidiyorlardı. Çocukların da, yetişkinlerin de damarlardan esinlenilerek damarlı bir biçimde beğendiği bir oyundu, yapılmıştı. Asıl önemlisi bütün bina doğayla uyumlu a malzemeden inşa edilmişti. İzlediğimiz hafif iş, bir İtalya'da izlediğim en güzel ve özel gösteri ise kabare ortamının canlandırıldığı, dansçıların aynı Mittel'deki son gecemde bir kapalı spor salonunda zamanda yemek servisi yaptığı çok hoş ve keyif veren bir oyundu. "II Duca Delle Prugne" genelde sergilenen, Sırp koreograf Sonja Vukiçeviç'in Shakespeare kahramanlarını en önemli tiratları hepimizi eğlendiren, güzel vakit geçirmemizi eşliğinde bir sirkte bir araya getirdiği "Circus sağlayan bir gösteri oldu. Tabii bütün dansçılar aynı History" adlı yapıttı. Dansçılar çok iyi birer zamanda çok iyi birer oyuncuydular. oyuncuydular. Bütün seyircilere beyaz önlük giydirildi. Elimize birer pamuk şekerle birer kutu İtalya'da gittiğim son festival ise Mittel adlı küçük patlamış mısır verildi ve sirke sokulduk. Nefisti! ve sevimli bir kasabada yapılan Mittel Festivali'ydi. Alınlarının akıyla bütün alkışları hak ederek aldılar. Bu festival "İnsan Hakları" konusunu temel almıştı. İzlediğim festivaller arasında en politik içerik taşıyanı Mittelfest'ti. En güzel sürprizle de orada karşılaştım. İyi bir festival gezisi oldu. Hem Kuzey İtalya'yı Oradaki ilk gecemde gittiğim oyun Roberto Ando'nun etraflıca gezdim hem de gerçekten iyi oyunlar seyrettim. Şanslıydım. Belki İstanbul Tiyatro yönettiği "Natura Morta Per I Diritti Umani" adlı Festivali Murathan Mungan'la benim oyunlarımın gösteriydi. Bu gösteri eski Çimento Fabrikası'nda İtalyan prodüksiyonlarını beraberce İstanbul'a, gerçekleştiriliyordu ve Fransız-İtalyan ortak Festival'e davet eder de hep beraber izler, onlara yapımıydı. Fabrikaya ilk girenlerden biriydim. hadlerini bildiririz! Ne demekmiş Türk oyunlarının Karşımda kanlı canlı Isabelle Huppert bu küçük prodüksiyonlarını gerçekleştirmek! Avrupa kasabasında kurulmuş bir platformun üzerinde oturmuş, rol sırasının gelmesini bekliyordu. Bacaların Aklı selim kalalım efendim!
61. Avignon Tiyatro Festivali'nde Afrikalılar Sahnedeydi
cy a
"Attitude Clando"
(Mülteci Duruşu)
Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr
pe
Sanatçı bu teksti yazarken kendini bir hastanedeymiş gibi göstermiş, zira ona göre bu yüzyılda, hastaneler bireyin yaşayıp yaşamadı ğına karar veren merciler.
Kongolu Dieudonne Niangouna, "Attitude Clando" zencilerle bir olmadığını ama kendisi olduğunu (Mülteci Duruşu) adlı tek kişilik politik gösterisini anlatmaya çalışan sanatçıya göre "mülteci" olgusu 20. yüzyılın en büyük buluşu; farklı vücut ve Mons Bahçesi'nde gerçekleştirdi. beyinlerle yaratılan bu farklı insan türüne bir de Karanlık bahçede yakılan ateşin ortasındaki zenci formül geliştirilmiş, "Öldüm, o halde çürümekten başka seçeneğim yok". sanatçıyı seçmekte, seyirci olarak zorlandık. Gözlerimiz alışınca Dieudonne'nin yabancı bir ülkede, bir yabancı olarak yaşadığı zorluklan anlatan Brazzaville doğumlu sanatçı bu tekstini Fransızca yazdı. Brazzaville'de konuşulan "kikongo" monologunu dinleyip onu karanlıkta seçmeye lisanmdaki bazı deyimleri Fransızca'ya uyarlayan başladık. Sanatçı bu teksti yazarken kendini bir hastanedeymiş gibi göstermiş, zira ona göre bu sanatçı, 1 saat boyunca farklı olmanın sancılarını yüzyılda, hastaneler bireyin yaşayıp yaşamadığına seyirciyle paylaşmaya çalışıyor. karar veren merciler. Doğum ve ölüm belgesini imzalayan doktorlar, nefes alsanız bile ölüm raporunu verdikleri anda sizi morga yollayabilirler. Bu sembollerden yola çıkan sanatçı bir mülteci olarak yaşamaya çalıştığı ülkenin sınırlarını dikenli tellere benzetiyor, girince çıkması, çıkınca girmesi adeta imkânsız bir hapishane gibi... Bir yabancının vize alma zorluklan ve bitmez tükenmez engellerin olduğu bir tımarhane. Mültecinin bu hapsolmuş mekânlarda konuştuğu insanlar ona hiçbir zaman kulak asmadığı için Dieudonne iç dünyasına dönük, iç sesiyle bir monolog yapıyor. Sanatçıya göre bu ürkütücü gerçekten kaçışın tek yolu şiirsel ve lirik bir ortam yaratmaktan geçiyor. Zenci olarak sınıflandırılmaya başkaldıran ve diğer
27
Studios Kabako / Faustin Linyekula Kumpanyası:
"Dinozor"
Mozart'ın, Arvo Part'ın, Jimi Hendricks'in, Joachim Montessuis'in müzikleri eşlik ediyor. Gösterinin adının Dinozor olmasının sebebi, ırkının son temsilcisi olmasından kaynaklanıyor: Moliere'in son tiradı, Mozart'ın Requiem'i, virtüözün son temsili gibi... Antropoz öncesi en son sperm kırıntısı, imparatorluğun en son kralı, nehrin üstündeki en son gemi, en son öpücük, en son aşk gibi... Uzun yıllar Nairobi'de yaşayan Faustin Linyekula, vebadan ölen şair arkadaşı KABAKO'nun ismini kumpanyasına vermiş.
pe cy
a
Afrika kökenli Studios Kabako / Faustin Linyekula Kumpanyasının, "Dinozor" gösterisini Mistral Lisesi'nde seyrettim. Faustin Linyekula ülkesinin hikâyesini anlatıyor: 16 Mayıs 1997 yılına kadar doğduğu ülkenin adı Zaire idi. 17 Mayıs 1997'den itibaren ülkesinin adı Kongo Cumhuriyeti oldu. Bir günde bireylerin yaşadıkları kimlik değişiklikleri, ait olunan köklerin yok edilmesinden yola çıkan Linyekula, tiyatro, müzik, dans ve video aracılığıyla etnik bir gösteri sergiliyor. 7 kişilik oyuncu kadrosuna
Bu gösteride anlatılan hikâyeye göre senede bir gece Patagonya'da köylüler toplanıp, gece boyunca birbirlerine yalan masallar anlatırlarınış. Dansçı ve koreograf Linyekula, bir cumartesi gecesi Kinhasa barında rumba ve ndombolo eşliğinde yiyip içen, dans eden, kırıştıran, masalar üstünde sızan ahalinin anlattığı kısa hikâyeleri seyircisine aktarırken, paralelinde yıllar içinde değişimler yaşayan Kongo Cumhuriyetinin tarihçesinin de altını çiziyor.
"En Attendant le Songe"
(Rüyayı Beklerken) Peter Brook'un kızı Irina Brook, Avignon'da OFF Festival kapsamında Shakespeare'in "En Attendant le Songe" (Rüyayı Beklerken) gösterisini kendi tiyatro grubuyla açık havada oynadı ve çok alkış aldı. "Bir Yaz Gecesi Rüyası"nm çok değişik bir yorumu olan ve dış mekânda oynanmak üzere yorumlanmış bu "Rüya"yı babası Peter Brook 1960 yıllarında sahneye uyarlamıştı. Irina Brook babasının bu değişik uyarlamasına o yıllarda aşık olmuş ve ezberine almıştı. Fransa ve İngiltere arasında büyümüş olan Irina'nın tiyatrosunda bu iki kültürün karışımı çok iyi ortaya çıkıyor. İnsanlara sosyo-politik bir bakış atan Irina, beynelmilel bir gösteriyi sokakta sergiliyor.
28
L'acte Inconnu
(Bilinmeyen Gösteri) "L'acte Inconnu"de, Novarina bizi lisanın evreninde çok yeni ve farklı bir yolculuğa çıkarıyor. Lunaparkı andıran bu tiyatroda sirk, bale, klasik tragedya, komedya, drama, müzikhol, kuklalar, varyete aynı anda kullandığımız lisanda yaşıyor. Lisanın, sadece kelimelerin art arda sıralanmasından ibaret olmadığını anlıyoruz. Lisanın "bir arada yaşamak" olduğunu ve lisanda kendimizi tanımlayacağımızı, kriz ve mutluluk anlarımızda yine lisanda kendimizi bulabileceğimizi keşfediyoruz. "L'acte Inconnu"'deki kişiler bu lisan sayesinde kendilerini canlı hissedebiliyorlar. Novarina'nın sahnesi, konuşan keyfin ve zevkin yeri haline geliyor. Kelimeler ve mimiklerle, konuşan vücutlara, keşfedilmemiş mekânlar sunuyor.
Fransız kökenli Novarina, ressam ve tasarımcılığının yanı sıra, kendi değişik faaliyetlerini bir araya getirerek, tiyatro sahnesine farklı bir soluk getirmeyi başardı.
(Gözenek)
seyircisine çok heyecanlı, çok kuvvetli bir zaman yaşatıyor. Dediği gibi "Bir teksti alın, mahzenin derinliklerine atın ve yankılanmasını bekleyin..." Kullanılan bu sıkışık, dar, karanlık, neredeyse müphem mekân sayesinde akustik, yankı, titreşimler, taşın soğukluğu ortaya çıkıyor. Sahnenin darlığı, sanatçının hareketini kısıtlarken, sahnenin uzunluğu koşma isteği veriyor. Niş ve basamaklar ise aktörlerin boşlukta asılı duruyor ve tehlikede imiş hissini uyandırıyor. Tavandan kare bir gözenekten sızan gün ışığı zemine, beyaz bir ışık olarak yansıyor.
pe
"Ajour"
2 saat 12 dk. süren gösteride sahne dekoru büyüleyiciydi. "Papaların Sarayının" kat kat yüksek pencerelerinin hepsi oyun sırasında sanatçılar tarafından kullanılıyordu. Bu dinamik sayesinde, seyirci lisandan kaynaklanan zorlukları daha bir hoşgörü ile karşılayabiliyordu.
cy a
2007 Avignon Tiyatro Festivali'nde, "Papaların Saray Avlusunda" oynama şansını yakalayan Valere Novarina, bu büyülü mekânda L'acte Inconnu (Bilinmeyen Gösteri)'yi on dört kişilik bir oyuncu kadrosuyla sergiledi.
"Masa Altında Bir Kış" piyesinden tanıdığım, Moliere ödüllü Dominique Pinon'un bu piyeste başrol oynaması, bu oyuna güzel bir renk katıyor. Valere Novarina, bu başarılı aktöre cuk oturan bir rol yazmış: "Madde Raymond". Yönetmen sahnede Dominique Pinon'u adeta kuklaya dönüştürüyor. Pinon, yüzü-kafası-başı-maskları arasındaki metamorfozlar sayesinde hem kendi hem de bir başkası olmayı olağanüstü iyi başarıyor.
"Masa Altında Bir Kış" piyesinden tanıdığım, Moliere ödüllü Dominique Pinon'un bu piyeste başrol oynaması, bu oyuna güzel bir renk katıyor.
Valere Novarina'nın bir diğer oyunu ise Avignon'a on beş dk. mesafede bulunan ve o yörenin en güzel mekânlarından biri olan Chartreuse de Villeneuve'de yer alan bir mahzende sergileniyordu: "Ajour" (Gözenek) iki aktör, bir soprano ve bir çello ile sahnelenmiş bir saat on beş dk. süren olağanüstü etkileyici bir oyun.
Mahzenin ortası uzunlamasına bir sahne olarak tasarlanmış. Elli kadar seyirci bu uzunlamasına taş sahnenin sağına ve soluna karşılıklı oturuyor. Ortadaki parlak siyah halı, soğuk bir suya ya da donmuş bir gökyüzüne benziyor. Mahzenin sonunda bir çıkış olduğu hissine kapılıyoruz, onun üstündeki bir nişte bir aktör iki büklüm oturuyor. Seyircinin salona girdiği mahzenin zıt köşesindeki karanlık bölümünde ise bir soprano ile bir çellist duruyor. Bu oyunda yine Novarina'nın vazgeçemediği "Logoscopie" (lisanın görüntüsü) tekniğini kullanılıyor. "İletişim cehenneminden" lisanı dışarıya çıkarmaya bir davet niteliği taşıyan bu oyunda, insan vücudu, manevi bir maddeye dönüştürülüyor. Bu piyesi Chrıstıne Dormoy sahneye koydu. Dormoy bundan önce de, 1995'te Valere Novarina'nın başka bir tekstini (Kaybolmuş Dansçı) sahneye koymuştu. Dormoy,
Philippe Dormoy'un oyunu parmak ısırtmyor. Katy Deville'in diyaframını kullanarak çıkardığı iç sesler çok etkileyici. Chris Martineau'nun müzikal kompozisyonunu soprano Geraldine Keller'in sesi olağanüstü güzel yorumluyor. Valere Novarina'nın "Lumıeres Du Corps" (Vücudun Işıkları) adlı kitabından yola çıkarak yazılan Ajour tekstinde tiyatro ve bu sanata gönül vermiş sanatçılar öyle güzel anlatılıyor ki, insanın tüyleri diken diken oluyor. "Zaman tiyatronun işlenecek kumaşıdır. Bu kumaşı aktörler, sözcüklerle, sessizliklerle, gidiş gelişleriyle, iniş çıkışlarıyla dokur." "Tiyatro boşlukların mimarisidir."
Mahzenin ortası uzunlaması na bir sahne olarak tasarlanmış. Elli kadar seyirci bu uzunlaması na taş sahnenin sağına ve soluna karşılıklı oturuyor. 29
a
Alper Kul'la Böcek
30
Nasıl Olur? Ya İçime de Girmişse? Özlem Özdemir/ ozlmozdmir@gmail.com
pe
Oyun zor olunca bu zor oyunu birbirini tanımayan iki insanın konuşması da pek kolay olmadı. Oyunla ilgili emin olmadığım bazı şeyler netleşirken, oynadığı karakteri bu kadar sahiplenen ve yaşayan biriyle konuşmanın da deneyimini yaşadım.
cy
Böcek mi Dediniz? Nerde? Her Yerde,
Bu kelimeler bir oyun repliği değil, benim bu Agnes'ın evinde bir arkadaşı sayesinde söyleşinin başlığı olarak yazdığım repliktir. Buradan tanışıyorlar. Peter bir kaçak, ikisi de gergin, anlayacağınız üzere geçtiğimiz sezon DOT'ta oynayan diyaloga geçmekte zorlanıyorlar haliyle. Peter'in ve bu sezon da oynamaya devam edecek olan gideceği yer yok, o yüzden o gece orada kalıyor "Böcek" adlı oyun ile aralıyorum yeni sezonun ama aralarında bir şey geçmiyor. Peter'ı buradan perdesini. Konuğum oyundaki başarılı performansı yola çıkarak sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz? ile Alper Kul'du. Oyun zor olunca bu zor oyunu Dört yıl askeri hastanede tedavi görmüş, yetkililere birbirini tanımayan iki insanın konuşması da pek göre şizofreni tedavisi görmüş fakat kendi tabiriyle kolay olmadı. Oyunla ilgili emin olmadığım bazı Amerikan ordusu üzerinde birtakım deneyler yapmış, şeyler netleşirken, oynadığı karakteri bu kadar dört yıl sonra hastaneden kaçmış ve Agnes'm evine sahiplenen ve yaşayan biriyle konuşmanın da dahil olmuş biri Peter. Eve geldiğinde aralarında bir deneyimini yaşadım. Alper, bazı anlarda aslında etkileşim var aslında. Agnes'ın Peter'a, Peter'ın da Peter 'di sanki, içinde bulunduğum gerçeklik yer yer ona çok ihtiyacı var. İlk sahnede birbirlerinin zararsız karıştı. Böcek, hem oyuncuları hem de seyircileri olduğundan emin oluyorlar ve birbirlerini hayatlarına için zor ve alışılmadık bir oyun, ama mutlaka kabul ediyorlar. Sonrasında Peter, Agnes ile orda görülmeli. Eğer geçtiğimiz sezon izlemediyseniz yaşamaya başlıyor çünkü onun için en güvenilir yer mutlaka görmenizi tavsiye ederim. orası. Agnes'ın da Peter gibi bir güce ve dayanacağı Bitirmeden: Nihayet perdeler yeniden açılıyor ve birine ihtiyacı var. Hüzünlü bir hikaye. Yazık, ben izleyeceğim ilk oyunu sabırsızlıkla bekliyorum. diyorsun ikisine de. 2007-2008 tiyatro sezonunda tüm tiyatroculara şans, tiyatro seyircilerine iyi seyirler diliyorum. Perde Hayatlarına ayrıntılı olarak değineceğiz. Bence açılsın o halde!.. aralarındaki yakınlaşmayı; iki sınırda yaşayan insanın ummadıkları bir zamanda karşılaşıp birbirine tutunmaya çalışmaları olarak Oldukça irkiltici diyebileceğim Böcek'te düşündüm ben. oynuyorsunuz. Peter ve Agnes oyunun baş Tracy Letts çok garip bir yazar. Durumlardan, tek kahramanları. Oyun bir otel odasında geçiyor.
pe cy a
tek isimlerden, en çok kullanılan kelimelerden yola çıkarak yoğun bir dramaturgi çalışması yaptık. Goss Latince'de yatak bitinin kısaltılmış adı, Agnes aslında anne - anaç - Meryem - kutsal - kadın - doğurganlık anlamlarını içeriyor. Yani her şeyi içinde barından bir alt metinle karşılaşıyorsunuz. O zaman tek bir kelimenin bile kolaylıkla geçilemeyeceği ile ilgili bir heyecan kaplıyor sizi. Peter'in sığındığı liman Agnes, yaşça kendisinden büyük bir anne motifi de içeriyor, kadın motifi de içeriyor, kaçak olduğu için sığınabileceği tek liman da o, o yüzden ona muhtaç, onsuz eksik, mutsuz ve o olmazsa ölür. Aynı şey kadın için de geçerli oluyor sonra. Kadın için de tüm hayatındaki eksiklikleri dolduran özellikler paket halinde Peter'la geliyor. Doğru yerde doğru zamanda bir araya geldiler ve kendilerini bir odaya kapattılar. Bu odada kendilerine daha ufak alanlar yaratıp kendi alanlarını orda da daraltıyorlar. Çok hüzünlü hikaye dediğim gibi, niye bu insanların bu hale geldiğinin cevabını da tekstin içinde sistemin yarattığı insan modeli olarak Goss ile yeni dünya düzenini temsil eden ABD olarak ortaya koyuyor ve kaçtığı o gücün ne kadar büyük olduğu ile ilgili bir çıkmazı ortaya koyuyor. Tüm kapılar kapalı. Şöyle cümleler geçiyor oyunda: ABD işgal ettiği ülkelerde seyreltilmiş uranyum kullanıyor, bu uranyum insan bedeninde şizofreni ve paranoyayı ortaya çıkarıyor. Paranoya korkuyu getiriyor ve bulaşıcı. Paranoyadan bahsettiğiniz zaman karşınızdaki insana da bunu aşılamış oluyorsunuz. Korku kültürünün ilk temel
adımıdır paranoya. Eğer karşınızdaki insanı paranoya ile aşılarsanız teslim olacaktır ve kaçmayacaktır. Kendini kahraman olarak gösterebilecek son kalesini de işgal etmiş oluyorsunuz. Bunu sadece seyreltişmiş uranyum kullanarak yapabiliyorsunuz. Bunu deneylerini 1948'den beri dünyada istilacı ya da emperyalist ülkeler laboratuarlarında deniyorlar.
Anlıyorum. O geceden sonra da Peter'ın gideceği bir yer olmaması yüzünden birlikte yaşamaya başlıyorlar. Peter bir süre sonra kaşınmaya başlıyor. Önce Agnes'ın ve izleyicinin görmediği böcekleri görüyor. O noktada izleyici olarak bunun bir sinirsel oluşum ya da otelde kalıyorlar tahtakurdu da olabilir varsayımlarını taşıyordum, böceğin gerçekliğine inanmamıştım. Hatta belki şizofrenliğinin bir yansıması da olabilir? Bu adam kesinlikle bir şizofren değil, sonuna kadar arkasındayım bunun. (Rol kişisine sahip çıkıyor sonuna kadar, aslında yer yer Alper yerine Peter 'la konuştuğumu söylesem abartmış olmam.) Burada ilk başta böceklerin belirdiği yerle ilgili olarak şunları söylüyor: 29 Mayıs 1954'te bir grup bankacı işadamı Hollanda'da üç gün süreyle bir araya geldiler ve toplantı yaptılar. Nüfus artışı, kurulu düzeni, dinleri, her şeyi kontrol etmek için ve o yıldan sonra her yıl toplanmaya devam ettiler. Onların emriyle Nazi bilim adamlarını ABD'ye soktular ve bu bilim adamları Amerikan ordusuyla birlikte deri altına giren mikroçiplerin geliştirilmesi için çalışmalara başladılar. 1982'den sonra bu gezegende doğan herkesin deri altına bu mikroçiplerden koydular. Bu bilgi herkesin ulaşabileceği bir bilgi. Bunlar ilk askerler, üzerinde uygulanıyor, kaybolan askerlerin üzerinde ortaya çıkıyor. Daha sonra bu cipler geliştiriliyor. Burada izleyicinin Peter'ı şizofren olarak algılayabileceği bir durum yok. Kurgu ile ilgili çok büyük bir silahtan
"Tracy Letts çok garip bir yazar. Durumlar dan, tek tek isimlerden, en çok kullanılan kelimeler den yola çıkarak yoğun bir dramaturgi çalışması yaptık."
31
bahsediyor Tracy Letts. Tekstte geçen tüm bilgiler gerçek. Sadece kurgu önemli. Peter o cümleleri peş peşe sıraladığı için normal bir insana göre bu insan şizofreni hastası diyebiliyorlar fakat tekstteki hiçbir şey yalan değil. Böceklerle ilgili algılarını tetikleyecek çok fazla done var, algıda seçicilik... Tekstte yaşanan her şey gerçek mi yani? Evet her şey gerçek. Kurgu yok, kurgu yazarın anlatmak istediğinin kurgusu sadece. Metni okumamış, oyunla ilgili hiçbir şey bilmeyen biri olarak seyrettiğinizde, gerçek miydi değil miydi bilmeden çıkıyorsunuz oyundan. Bana şimdi onayını veriyorsunuz gerçekliğiyle ilgili... Aslında bunlar korku kültürünün birer parçaları, gücün ne büyük olduğunu destekleyen dedikodular. Bu oyun da korku kültürüne hizmet ediyor. Gerçekten kaçacak yer kalmadı! Ben yine de böcekler yokmuş gibi devam edeceğim ki oyunu anlatabilelim. Böceklerin varlığıyla ilgili bir açıklama getirilmiyor zaten. Bilgiye ulaşmak için çok çaresizler, o hüzünlü işte...
gerçekten kapılıp gitmiştim oyunun seyrine, oyun bitiminde İstiklal Caddesi 'nde yarım saat öylece yürümüştüm kendime gelebilmek için) İnanmak istediğinize inanırsınız. Dinler olmazdı yoksa. Böceği görüp görmekle ilgili noktada milyarca insanın görmediği güçlere inanması yeterli bir örnektir, bu sizin ne yaşamak ne görmek istediğinizle ilgili bir şey. Böcekler çok önemli değil yani!.. Agnes'a da değinmek istiyorum, ki yaşadıklarını daha iyi anlayabilelim. 6 yaşında oğlunu kaybeden bir kadın, bir barda çalışıyor ve bir otel odasında yaşıyor. Peter'a göre Agnes nasıl bir kadın? Oğlunu süpermarkette kaybetmesi de aslında tuhaf. Tüketim toplumu olan Amerikan hikayesi bir kaybetme. Kurdukları düzen içinde insanların sosyalleştikleri ender yerlerden biri süpermarketler. Bu da çok gerçekçi değil aslında, Peter'in vücudunda böcek bulma hikayesinden daha ilginç bir hikayedir. Çünkü çocuk kaybolmaz, kasalarda bulursun, bir şey olur mutlaka çocuğa.
Ne olmuş peki çocuğa? Peter ve Agnes ne olduğuna dair varsayımlar üretiyorlar. Çok büyük bir güçten bahsettikleri zaman Peki hüzünlü, kabul ediyorum. (Ben hüzünden anlamadıkları her şeyi o güce yıkmak istiyor insanlar, çok acı dolu olduğunu düşünüyorum çünkü) çünkü başka türlü kendilerini iyi hissedemezler. Böcekler her yeri sarıyor. Az önce konuştuğumuz Çocuk kaybedilemez, ancak çalınır. Kim çalar, niçin paranoyanın etkilemesi durumuna Agnes da dahil çalar dediğiniz noktada ihtiyaçlarınız doğrultusunda oluyor ve o da böcekleri görmekle kalmayıp aynı kendi kurgunuzu kendiniz yapabilirsiniz. etkileri yaşamaya başlıyor. Oradan anladığım şey, iki insanın birlikte yaşarken birbirlerini ne Doğru, aslında insan kendine çok güzel nedenler kadar etkileyebilecekleri ve aralarındaki aşk çok bulabiliyor. İnsanın bilinç işleyişine dair pek çok hastalıklı... örnek var bu iki insanda. Hastalıklı geliyor ama sevdiğiniz insanı kusurlarıyla İkisi de çok mağdurlar. Çok kırılganlar, birbirlerinin seviyorsunuz, aslında onlar kusur da olmayabiliyor, yaralarını sarmaya çalışıyorlar. Peter Agnes'ı seviyor, kime göre kusur? Algı ile ilgili şöyle bir şey öyle bir sıkıntımız yok. söyleyebilirim. Oyunun sonunda iki galon yani kırk litre su dökülüyor ve izleyicilerden şöyle tepkiler Aslında insanların bir neden bulma istekleriyle alıyoruz: "az kalsın her yeri yakacağınızı sandık, her yazar alttan bir ABD eleştirisi yapıyor biraz da? taraf buram buram gaz kokuyordu" diyorlar. Orda Alttan mı? Yahu 90'ların ikinci yarısı yazılan İngiliz ilk başta gaz kokusunu verelim mi diye de konuştuk, ve Amerikan oyunlarının çoğunda ağır sistem gerek olmadığını düşündük ama suyun gaz gibi eleştirileri var. Biz bu sert ifadeleri kendi iktidarımız kokması bizim de hoşumuza gidiyor aslında. (Burada ile ilgili kullanıyor olsak ya pasaportumuz elimizden kendimi tutamayıp güldüm, algı tüm hayatı gider, muhtemelen yüklü miktarlarda tazminatlar değiştiriyordu işte her zamanki gibi...) Eğer su öderiz ya da hapse gideriz. 90 sonrası İngiliz ve izleyicide o etkiyi bırakabiliyorsa Peter'in üzerinde Amerikan yazarlarında beni çok mutlu eden sistem böceklerin varlığı ve yokluğu ile ilgili ikna durumu eleştirileri var ve okudukça kendimi iyi çok da şaşırtıcı değil. hissediyorum, yalnız değilim.
pe
cy
a
"Burada izleyicinin Peter'ı şizofren olarak algılayabi leceği bir durum yok. Kurgu ile ilgili çok büyük bir silahtan bahsediyor Tracy Letts. Tekstte geçen tüm bilgiler gerçek."
İnandırıcılığınız konusunda şüphe yok. Oyunun sonunda o adamı gerçekten öldüreceğinizi bile düşündüm bir an, diyorum kahkahalarla. (Ki
Bu da gayet insani bir duygu. Agnes'ın bir de kocası var, hapiste ve bir gün çıkageliyor. Bu arada o arkadaşınızı da tebrik etmek isterim çünkü ona gerçekten çok sinir oldum, sahneye girip boğazını sıkmak istercesine, söylemek isterim. Agnes ondan neden korkuyor? Agnes ve Peter'in birlikteliklerinden iki karakter de bir yol alıyor ve ortak bir geçmiş oluşturabiliyorlar. Hikayenin ilk başında Goss, Agnes için onu döven, hayatında bir yük olan eski kocası. Agnes geçmişinden kurtulmak istiyor. Niye hapiste koca? Çünkü Agnes onu dövdüğü ve evine zorla girdiği için şikayet etmiş. Sadece öyle bir sıkıntı iken Peter'la birlikte olmaya başladıktan sonra Goss bir sistem sembolü olarak geliyor. Goss'u üreten sistem Goss şekline girerek onların tek korunaklı olabildikleri yer olan odalarına sızmaya çalışıyor. Kapıyı kırarak değil sakince açarak, zorlamadan. İrkiltici olan da bu galiba? Kaçabilecekleri hiçbir yer yok! Aslında güvelik kalkanlarının da kaybolması söz konusu?
32
Bir süre sonra Goss kendi kaçtıkları sistem haline geliyor. Hiç onlara sormadan onların özel alanlarına suç olmasına rağmen kapıyı açarak giriyor ve rahatsızlık veriyor. Agnes için Goss'un bir süre sonra anlamı değişiyor, eski kocadan çıkıp kaçtıkları sistem olarak algılamaya başlıyor. Goss yine Agnes'ı döverken de Peter geliyor? Kahraman! Kahramana da ihtiyaç var ya. Çok acınacak bir kahraman ya!
Orda o adam oldunuz tamamen. Kadın da onun işbirlikçisi oluyor ve onun çözümüne destek olabiliyor. Olaya o da kendine zarar veriyor gibi bakmıyor mesela. Maddeye yabancılaşarak bakıyorlar. Sevdiği insan salt dokunduğu, gördüğü insan değil. Kan revan içinde küvetin içinde kendine laboratuvar ortamı yaratmış, böcekleri inceleyen bir adam haline dönüyor Peter. Ben seyrederken zorlanmıştım o sahnelerde. Bu oyunda oynarken zorlandığınız bir sahne var mı? Oyun baştan aşağı zorluyor açıkçası. Bundan da büyük bir keyif alıyorum. Burada mazoşist bir durum söz konusu, karakteri çalışırken ben o olmaya çalışıyorum prova süresince. Mış gibi yapamıyorum ben.
cy a
Benim sizin gibi bakmam söz konusu değil biliyorsunuz, diyorum gülerek. (Karşımda gerçekten Peter'la bütünleşmiş ve onu gerçekten seven biri oturmakta, o da onu korumaya çalışıyor sanki, tamam Peter'a zarar vermeyeceğim, demek geçiyor içimden ama yanlış anlamasından çekindiğim için susuyorum). Fazla empati kurdum karakterle galiba...
yabancı olabiliyor, Murat'la (Daltaban) o yabancılık duygusuyla yaklaştık. Bu benim kolum, göğsüm aslında ama bana zarar veriyorsa ondan kurtulmalıyım, vücudumun içinde böcekler varsa, kurtulmalıyım. Kestiğimi tüm acısına rağmen üzerinde çalıştığımız madde olarak ele aldık, kelime belki vücuduma yabancılaşmak.
Ben asıl bunları öğrenmeye çalışıyorum, böyle bir rolü çalışırken nasıl bir süreçten geçtiniz? Bir sürü yöntem var tabii. Prova süresince o olmaya çalıştım, o da bu karakter için yorucu oldu. Her gün karşılaşabileceğimiz bir insan değil Peter. Acı çeken bir insan, fiziksel ve psikolojik acılarla yüklü bir insan, oyun sırasında değil de oyundan sonra yorucu hissettiğim bir karakter oldu. Oyun sırasında çok fazla yükleniyorum kendime. Provalar zor geçti benim için ama kim ne derse desin oyun sırasında Peter'ın yaşadığı acıyı hissetmekten haz alıyorum, öyleymiş gibi yapmıyorum. Bu biraz hastalıklı bir durum olabilir ama keyif alıyorum.
pe
Peter bana saldırgan değil de tehlike anında ona ait olan her ne ise onu savunmaya geçen biri gibi geliyor. Çok tuhaf bir yaratık insan. Günlük hayatta biz bunu uygulamasak da olağanüstü hallerde insan genlerinde ve daha önceki anılarında ne tür donanımlar taşıdığını anlıyor ve çok şaşırıyor. İnsan her şeye çok çabuk adapte olabiliyor. Birden dengen alt üst olduğunda o yalnızlık içinde bile o kadar güçlü olabiliyorsun ki şaşırıyor insan. İnsan kendinin bile bilmediği olağanüstü yeteneklere sahip. Doğru. Böcek durumu öyle bir hale geliyor ki tek çare onlardan kurtulmak, onun için de onları vücudundan çıkarmak gerekiyor. Peter kendini kesmeye başlıyor sonra. O sahnelerde ne hissettiniz? Önce görsel kısmı anlatayım: Biz Eren Akay'ın yaptığı birtakım özel efektler kullandık, sinemada kullanılan birtakım plastikleri denedik ve 1 m. mesafeden bile gerçekçi görünen efektlerdi bunlar.
Gerçekten öyleydi. Seyircilerden bayılanlar oldu, pek çok kere gördük. Orda da insanların kendi geçmişleri var, algı meselesi işte... Bu da hoşumuza gidiyor açıkçası, kaç zayiat var bakalım bugün, diyoruz gülerek. Kişinin kendi vücudunda değişik formlara girmesiyle ilgili body art denen çalışmaları uyguladık. Aslında benim için içsel durum daha önemli onu merak ediyorum, siz neler hissettiniz? Benim yaklaşımım şöyle; kendi vücudun da sana
Bunun da bizim açımızdan bir sakıncası yok, çünkü oldukça inandırıcıydınız. (O esnada birden yağmur bastırıyor kısa süre için ama geçiyor hemen. Ben söyleşileri hâlâ bahçede yapmayı sürdürüyorum, iç mekana girince, bizim gibi cümleler de sıkışacakmış gibi geliyor. Yağmur altında bir ilk röportaj oluyor bu, gülümsüyorum doğaya.) Umarım öyledir. Oyunun sonunda da bir adam çıkageliyor. Peter'in psikologu muydu? Doktoru, psikolojik danışman. Oraya geliş amacı Peter'ı alıp götürmek gibi görünüyordu.
"İnanmak istediğinize inanırsınız. Dinler olmazdı yoksa. Böceği görüp görmekle ilgili noktada milyarca insanın görmediği güçlere inanması yeterli bir örnektir, bu sizin ne yaşamak ne görmek istediğinizle ilgili bir şey. Böcekler çok önemli değil yani!.."
33
"... 90'ların ikinci yarısı yazılan İngiliz ve Amerikan oyunların çoğunda ağır sistem eleştirileri var. Biz bu sert ifadeleri kendi iktidarımız ile ilgili kullanıyor olsak ya pasapor tumuz elimizden gider..."
Tekstte en yuvarlak cümleleri o karaktere yazmışlar. Karakter Agnes'ı ikan etmek için de konuşuyor olabilir, gerçekten o deneyleri yapmış da olabilir. Burada araya girebilir miyim? Ben de izlerken aynen böyle düşünmüştüm. Oyunu pek çok soru işareti ile izlemeye devam ederken her iki olasılıkla da düşünüyorsunuz zaten, o noktaya kadar hiçbir şeyden emin değilsiniz izleyici olarak. Yani ben öyleydim en azından. Peter kanlar içinde böcekler var derken bir adam gelip onun şizofreni hastası olduğunu söylüyor!.. Ama sonra da Agnes'm oğlunun kaçırılmasıyla ilgili cümleler kuruyor, kafa karıştırıcıydı. Bunu iki açıdan ele alabiliriz: Agnes'ı sakinleştirip kontrol altına almak isteyen bir devlet adamı da olabilir ya da Peter'ı tekrar salt iyi niyetle geri götürmek isteyen biri de olabilir. Açıkçası o muallak. Biz de böyle tercih ettik, yazar da bir sonuca varmak istememiş. Oyundan sonra izleyiciyi biraz afallatmak istemiş. O zaman doğru bir algı. Adamın bir görevli olduğuna inandıkları için adamı öldürüyor Peter, başka çare yok? Etkisiz hale getiriyor. Evet, başka çare yok.
Tiyatro onun için hayal değil, hedef olmuş. Liseyi bitirdikten sonra tezgahtarlık, bilet kesme, binicilik öğretmenliği gibi pek çok işte çalışmış ama mutlu olmamış. 90'lı yılların başında Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde Savaş Dinçel'i seyrettiği gün tiyatro ruhuna girmek için ilk hamleyi gerçekleştirmiş. Savaş Dinçel'e hayran olmuş, ben de böyle bir adam olayım, olabilir miyim diye düşünmüş ve Savaş Dinçel'in de ders verdiği Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde eğitim almaya başlamış. Sonra yetmemiş, ABD'de Indiana Üniversitesi 'nde iki yıl oyunculuk ve yönetmenlik üzerine eğitim almış, oyunlarda oynamış. Türkiye'ye dönünce Şehir Tiyatroları 'na girmiş ama mutlu olmamış. DOT daha kurulmadan bile içindeymiş adeta, "DOT'ta oyunculuk, asistanlık ya da her ne iş yaparsam yapayım, orda olmak beni çok mutlu ediyor." diyor. Sakin bir hayatı tercih ediyor, sakin bir yerde de yaşıyor. Sosyal biri olduğunu ama ona dokunan birkaç insanla bu sosyalliği yaşamayı seviyor. "Öleceğimin farkındayım, o yüzden çok da tasa etmeden yaşamaya çalışıyorum. Kirlenmemeye çalışıyorum." Hayata karşı meraklı biri olduğunu da ekliyor. Ama korunaklı yaşamak onun için çok önemli, zor güveniyor. Yanlış anlaşılmak istemiyor o yüzden kendini ifade ederken dikkati elden bırakmıyor. Bu zamana kadar yarattığı çevre ve düzeni bozmadan sakin bir hayat sürmeyi diliyor. Bugünlerde bir de heyecanı var çünkü ona tiyatronun kapısını açtıran Savaş Dinçel ile bir dizide kamera karşısına geçiyor ve çok mutlu. Bunun hayali olduğunu ve "Demek o kadar istemişim ki, oldu." diyerek sevincini paylaşıyor.
pe cy
a
Sonra da "It's my way" adlı şarkı başlıyor fonda. O şarkı içerik ve anlam olarak insan bir şeye inandığı zaman her ne pahasına olursa olsun ona sahip çıkmaya devam edecektir algısı yaratmak için kullanılmış olabilir diye düşündüm ben. Aslında bunu Murat Daltaban'a sormam lazım ama atlamak istemedim. İzleyiciye farklı disiplinlerle bazı yönlendirmeler yapıyoruz. Canlı performans var müzik efektleriyle ilgili, izlendikleriyle ilgili cümlelerde havalandırma kendiliğinden çalışıyor ya da derinden helikopter sesi geliyor, radyoda dinledikleri kanallara kadar her şey onlara sunuluyor. Kaderlerini yine yenemiyorlar. Müzik seçimleri, ses efektleri hep birbirini tamamlayan ve bütün halinde düşünülmesi gereken eylemler. Her birini tek tek ele alırsak haksızlık etmiş oluruz. O seçilmiş bir parça, duygu olarak hepimizde farklı şeyler uyandırsa da o şarkı esnasında soğukkanlılıkla bir adam öldürmek biraz alışılmışın dışında ve yine izleyiciyi bir yerinden afallatıyor.
Özlem 'ce Alper Kul:
Benim sorularım bu kadar, atladığım bir şey var mı? Yok. Oyun böyle bir oyun. DOT'un repertuvarında iyi bir oyun.
Alışılmışın dışında bir oyundu ama. Alışılmış da olabilir oyun. Ama bu bir tasarımın bir parçası, DOT'un seçmiş olduğu önemli oyunlardan biri. Bu sene de Kürklü Merkür geliyor, o da çok iyi bir oyun. Tiyatroda olmak ve TV'de olmak. Ayrı ayrı duygu karşılıklarını öğrenebilir miyim? Ben ikisini farklı iki meslek grubu olarak görüyorum. Birisi makine mühendisliği ise diğeri kimya ama ikisi de mühendislik gibi. Benim DOT'ta oyunculuk yapabilmem için televizyonda iş yapmam gerekiyor. Şehir Tiyatroları'ndaydım, mutlu değildim, ayrıldım. DOT'ta yaşlanmak istiyorum. Tiyatroyu iş olarak görmüyorum. Ama TV'de iş olarak mutlu ya da mutsuz alışmış olduğum hayat standardını korumaya çalışıyorum. Özlem'den Son Sözler: Teşekkür ederim. Eklemek istediğiniz son bir şey yoksa yeni sezonda başarılar dilerim. Alper'den Son Sözler: Umarım istediğiniz gibi olmuştur. Teşekkür ederim.
34
Picasso'nun Savaşı
sırasında tutuklanan Picasso'nun başına gelen bir olayı anlatıyor. Oyunun teması ise toplumları sürü haline getirmeyi, bireyleri susturmayı, düşünmeyi yok etmeyi hedef alan zihniyetlerin, bunu başarmak için önce sanatı yok etmek istemeleri.
Burçin Çakmak / bucinckmk@yahoo.com
29 Ağustos Çarşamba günü saat 14.00 sularında Bursa Devlet Tiyatrosu'nun fuayesine girdiğimde yüzüme çarpan belli belirsiz toz zerrecikleri sürükledi beni peşinden. Adı varmış meğer; sahne tozu. Bulaşmıştı bir kere. Şahit olmuştum Picasso'nun "Birini ehlileştirmek istiyorsanız, kafasını karıştırın" repliklerine. Kafam karışmıştı ne de olsa, ciğerlerime yapışan her ne idiyse usulca yaklaştırmıştı beni beyaz örtülü dikdörtgen bir masa etrafında okuma provası alan ekibin yanına. İliştim bir köşeye, anlamaya çalışıyordum olan biteni. Oyun nasıl bir şeydi, konuşanlar kimlerdi?.. Oyunun adını, yazarını, -en azından benim orada bulunma sebebimi-... biliyordum ama masanın etrafında öyle büyük replikler uçuşuyordu ki; Bayan Fischer'den duyduğum "Sevdiğini eleştiremeyen aşık tutsaktır" cümlesi daha bir ürpertiyordu içimi. Girdabına sürüklendiğim o büyü hissettirmişti bana, provaları takibim esnasında hiçbir şeyin planladığım gibi yürümeyeceğini. İşaretler, öncesinde başlamıştı zaten. O sıralarda hayatımın her aşamasında Guernica çıkıyordu karşıma. Pablo Ruiz Picasso'nun o bilindik sözü de cabası: "Guernica'yı ben yapmadım, siz yaptınız!" -İspanya İç Savaşı kadar olmasa da- zorlu ve takibi karmaşık bir yolculuktu bu. "Nedir şu tiyatro dedikleri, sahnede görünenden öte"yi; ötesini merak etmiştim bir kere. Bu yolculukta ben mi konuktum, oyun ekibi mi bilinmez; ama oyunun yönetmeni
pe
Oyun, İkinci Dünya
cy a
Bursa'daki Fırça Darbeleri İbrahim Şahin'in tiyatrosever birisinin bu öğrenme merakını geri çevirmemesi herşeyden önemlisi şevk vericiydi.
Yolculuk, 1 Kasım 2007'ye kadar sürecek. Ağustos ayı içerisinde başlayan bu yolculuk siz bu yazıyı okurken epeyce bir yol katetmiş olacak. Oyunun provaları ilerlerken -kendi adıma- ilginç gelişmeler oluyor. Günbegün başka şeyler öğreniyor, sessizliği bozan büyülü repliklerle irkiliyorum. Picasso; amacına ulaşıyor sanırım , kafam karışıyor. Oyuna, sahnede olan bitene dair sorularım birikiyor ceplerimde. Ceplerimdekini aktarıyorum oyuncuları, yönetmeni, teknik ekibi yakaladığım zaman boşluklarında. Eyy Tiyatro... Tiyatro... Dergisi okurları sizlerin huzurunda bir kez daha soruyorum: Bursa Devlet Tiyatrosu neden bu yıl -Jeffery Hatcher'den olma Picasso'dan doğma- Picasso adlı oyunu sahnelemek istiyor? Bu soruyu oyun ekibine yönelttiğimde aldığım cevap şu oluyor: "Günümüzde savaşlar, kavgalar nedeniyle iyice kirlenmeye başlayan dünyamızı bu çıkmazlardan ancak sanat kurtarabilir. Ülkemizde sanatın önemini anlatmak ve seyirciyi dünyanın ne kadar gelişmiş olursa olsun sanatla yaşanabilir duruma geleceğini göstermek açısından önem taşımaktadır. Değişmeyen bir tavırdır, susturmak istiyorsan önce sanatı yok etmeye çalışacaksın."Diğer bir deyişle oyunun temasından
35
İÇ
aksiyonunu dışa çıkarmaya yönelik... 36
cy a
"oyuncu malzeme değil". Haklıydı İbrahim Şahin; düşündükçe sorguluyor insan. Gerçi haklı olduğu bir konu daha var; metnin üzerinde herhangi bir ekleme ya da çıkarma yapılmayacak kadar güzel olduğu. Metni orijinalinden okumadım; fakat oyunun çevirmeni Şükran Yücel'in gerçekten iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Öğrendiğim kadarıyla Şükran Hanım fırsat bulduğu bir günde provaları ziyaret edecek. Oyunun dili konusunda asıl bilgileri ondan öğreneceğim, sanırım. Bu noktada yazıyı Bayan Fischer'in şu repliğiyle bölmek istiyorum: "Anlam eleştirmenin bakışına göre değişir." Ben bir eleştirmen değilim ama oda tiyatrosuna girdiğimde farklı yerlerden, açılardan takip etmeye çalışıyorum provaları ve anlıyorum ki, bu oyunu ekip, metni sahne üzerinde yeniden keşfederek doğuruyor. Garip bir edim. Oyun, ekibin ortak mülkü adeta. Ben de gözüm kapalı atlıyorum bu yaratma havuzuna. Oyunun yönetmeni İbrahim Şahin'in oyuncu odaklı Picasso'yu canlandıran Sinan Demir'e soruyorum, bir üslubu var; onun için esas olan oyuncu ve Picasso adlı oyundan yola çıkarak Picasso'yu nasıl gözlemlediğim kadarıyla öngördüğü yöntem bilirsiniz diye. "Yaratmak ve daha fazlası oluyor oyuncunun iç aksiyonunu dışa çıkarmaya yönelik, cevabı" Sinan Bey'in. Eee doğru söze ne denir diye provalar ilerledikçe derinleşen, detayları artan oyuncu düşünürken sahnede bir kadın, kadının elinde bir yönetmenliği tabanlı. Provalar esnasında "sanat inşam tablo ilişiyor gözüme. Kararlı kadın, karşısında düşünmeye iter" demişti bir keresinde ve de eklemişti
pe
Oyunun yönetmeni İbrahim Şahin'in oyuncu odaklı bir üslubu var; onun için esas olan oyuncu ve gözlemle diğim kadarıyla öngördüğü yöntem oyuncunun
Oyun, İkinci Dünya Savaşı sırasında tutuklanan Picasso'nun başına gelen bir olayı anlatıyor. Oyunun teması ise toplumları sürü haline getirmeyi, bireyleri susturmayı, düşünmeyi yok etmeyi hedef alan zihniyetlerin, bunu başarmak için önce sanatı yok etmek istemeleri. Biz Bursa'da 1 Kasım'da oyunun Türkiye prömiyerini izleyeceğiz. Aslına bakarsınız Bursa Devlet Tiyatrosu'nun bu seneki repertuvar oyunlarının hepsi aynı ortak paydadan besleniyor: "Savaş karşıtı temalar ve ülkemizde daha önce sahnelenmemiş ya da uzun zaman önce sahnelenmiş oyunlar." Picasso adlı oyun iki kişilik bir oyun, o yüzden de oda tiyatrosunda seyirciyle buluşması uygun görülmüş. Bence fena da olmamış. Çünkü oyun ekibinin öyle huzurlu ve sıcak bir çalışma disiplini var ki, sanki büyük sahnede oynansa, oyunun yakaladığı bu atmosfer yok olacakmış hissim veriyor. (Bu düşüncenin bana ait bir hüsnü kuruntu olması tamamen olasılıklar dahilindedir, yazıya devam etmek gerekirse...)
pe
cy a
duran Picasso'nun gözlerinin içine bakarak: "Bayım siz de biliyorsunuz ki bir Picasso olmadan koleksiyon asla tamamlanamaz!" diyor. Kadın çelişkili, provanın ardından ekliyor Rüyam Dirin (Bayan Fischer) diyor ki; "hassas bir denge var bu kadının hayatında, bir terazi gibi; bir yanda hayatı, öbür yanda aşık olduğu adam." Derken gözümünün önüne geliyor Bayan Fischer'in Picasso'ya olan haykırışı "Ben sizi, resimlerinizi ilk kez bir duvarda gördüğümden beri seviyorum" diyor. Siz hangisisiniz diyorum Rüyam Hanım'a. Gülümseyerek, "Ben yaşıyorum" diyor ve ekliyor "hayatta kaç kez Picasso 'yla bu şekilde konuşabilirsiniz ki!" Haklı sanırım. Derken "Resimlerimle fırçalarım benim ellerim ayaklarım" diyor Pablo Picasso. Sinan Demir'in aksesuvarı ilişiyor gözüme. Prova arasında konuşuyoruz, bir karakter yaratmada aksesuvarın önemini. Daha doğrusu o anlatıyor, ben de büyük bir merakla dinliyorum. Meğer Pablo Picasso gözlük kullanırmış. "Tanrı" diyor Picasso; "Tanrı söz vermenizi ister." İnişleri çıkışları bol, dramatik yapısı sürükleyici, kırılma noktaları derin bir oyun. Öyle ki gelgitlerine kapılıp, ne amaçla orada bulunduğumu unutup seyredalıyorum kimi zaman. Kadın bir Picasso uzmanı, adamsa Pablo Picasso. Bundan çatışma doğmaz da ne doğar! Haykırıyor sahnedeki adam "bir eleştirmen Picasso'yu tutukladı" diye. Gerçekten de tutukladı mı dersiniz? Ben artık biliyorum sanırım ya da farkına vardım. Bu oyunda görünenin ötesinde o kadar çok şey var ki; gizli bir antlaşma gibi. Ne yazmak, ne çizmek, ne söylemek; sadece izlemek!
37
2007-2008 Tiyatro Sezonu
pe cy
a
Perdeler Açılıyor 2007-2008 tiyatro sezonu, ekim ayında başlıyor. Devlet Tiyatroları perdelerini 2 Ekim'de açarken, çok sayıda özel tiyatro yeni oyunları için son provalarını yapıyor. İşte, bize ulaştığı kadarıyla tiyatroların yeni sezon bilgileri.
Devlet Tiyatroları perdelerini 2 Ekim'de açarken, çok sayıda özel tiyatro yeni oyunları için son provalarını yapıyor. İşte, tiyatroların yeni sezon bilgileri.
38
Munro); çocuk oyunu "Androkles ve Aslan" (Aurand Haris).
2006-2007 sezonundan devam edecek oyunlar ise şunlar: Uçurtmanın Kuyruğu, İki kişilik Hır Gür, Kendime Kıyamam, Köpek Kadın Erkek, Salome, Devlet Tiyatroları Keleğlan Keleşoğlan, Hayatı Yaşamak, Gözlerin Yeni sezona perdelerini 2 Ekim Salı günü açacak Ardındaki Çocuk, Kurban, Selanik'ten Anıtkabir'e, olan Devlet Tiyatroları'nın belirlenen programında; Ormanların Hemen Önündeki Gece, Kanlı Nigar, 22'si yeni toplam 48 değişik oyun yer alıyor. Canlı Yayın, Köprüdeki Adam, Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi, Mor Gece Mavi Gün, Şahane Düğün, Ankara DT Kadıncıklar. İlk turda sahnelenmesi planlanan 18 yeni oyunun 7'si yerli, 11'i çeviri eserlerden oluşuyor. Eserlerden İstanbul DT ikisi ise çocuk oyunu. Yerli Eserler: "Yıldız AKM Oda Tiyatrosu'nda; 16 Ekim Salı günü Yargılaması" (Orhan Asena), "Bir Mahalle ki" (Münir prömiyer yapacak olan Oldrich Danek'in yazdığı, Canar), "Çığ" (Tuncer Cücenoğlu), "Aşk-ı Memnu" Yücel Erten'in çevirip-yönettiği "Savaş 2. Perdede (Halid Ziya Uşakhgü'den uyarlayan Tarık Günersel), Çıkacak", 17-27 Ekim tarihleri arasında "Köşebaşı" (Ahmet Kutsi Tecer), "Tek Kişilik Şehir" sanatseverlerle buluşacak. Dekoru A. Cem (Behiç Ak); çocuk oyunu "Küçük Bir Mucize" Köroğlu'na, kostümü Gülhan Kırçova'ya, ışığı (Ulviye Karaca). Yakup Çartık'a, müziği Çiğdem Erken'e, dansları Cihan Yöntem'e ait. Çeviri Eserler: 30, 31 Ekim tarihlerinde seyredilebilecek olan "Kısasa Kısas" (W. Shakespeare), "Japon Kuklası" "Yangın Duası", Berkun Oya'nın yazıp yönettiği (Dario Fo), "Rebetiko" (Kostas Ferris), "Bir Halk önceki sezon da sahnelenen bir oyun. Düşmanı" (Henrik İbsen), "Bir Delinin Hatıra Defteri" (Gogol), "Kayıplar" (Ariel Dorfman), Aziz Nesin Sahnesi'nde, 2-14 Ekim tarihleri arasında "Profesyonel" (Duşan Kovaçeviç), "Danton'un Nâzım Hikmet'in yazdığı, Mehmet Ulusoy' un Ölümü" (Georg Buchner), "Biz Aşağıda İmzası uyarlayıp-yönettiği "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" Olanlar" (A. Gelman), "Cesur Kadınlar" (Runo izlenebilecek. Aynı sahnede, 16-20 Ekim tarihleri
arasında Edip Cansever'in yazdığı, Cüneyt Çalışkur'un yönettiği "Ben Ruhi Bey Nasılım" izlenebilecek. Dostoyevski'nin yazdığı, Mehmet Özgün'ün çevirdiği, Özgür Yalım'ın uyarlayıp yönettiği "Yeraltından Notlar", 23-31 Ekim tarihleri arasında seyredilebilecek. Şişli Cevahir Sahnesi'nde; 9-14 Ekim tarihleri arasında Toby Wilsher'in yazıp-yönettiği ve dekor tasarımını yaptığı "Sersemler Evi" izlenebilecek. Beden Dili James Greaes'e, kostümü Medine Yavuz'a, ışığı Önder Arık'a ait. Martin Crimp'in yazdığı, Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği" Kır", 16-20 Ekim tarihleri arasında izlenebilecek. Özen Yula'nın yazdığı, Ayşenil Şamlıoğlu'nun yönettiği "Dünyanın Ortasında Bir Yer", 23-28 Ekim tarihleri arasında izlenebilecek. Çehov'un yazdığı, Işıl Kasapoğlu' nun yönettiği "Çok Yaşa Komedi" 30, 31 Ekim tarihlerinde sahnelenecek. İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi'nde; 16 Ekim Salı günü prömiyer yapacak olan Orhan Asena'nın yazdığı, M. Doğan Yağcı'nın yönettiği "Simavnalı Şeyh Bedrettin", 1731 Ekim tarihleri arasında izlenebilecek.
Antalya DT Haşim İşçan Kültür Merkezi Küçük Salon'da; 17 Ekim Çarşamba günü prömiyer yapacak olan Orhan Kemal'in yazdığı, Kazım Akşar'ın yönettiği "Eskici Dükkanı" 18-31 Ekim tarihleri arasında da seyirciyle buluşacak.
Devlet Tiyatroları'nın belirlenen programın da; 22'si yeni toplam 48 değişik oyun yer alıyor.
Erzurum DT Erzurum Sahnesi'nde; 4 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan Bertolt Brecht'in yazdığı, Barış Erdenk'in yönettiği "Kafkas Tebeşir Dairesi" 5, 6, 18, 19, 20, 25, 26, 27 Ekim tarihlerinde izlenebilecek. Vedeha Atıyeh'in yazdığı, Erkan Erdem'in yönettiği "Ali Baba ve Kırk Haramiler" 31 Ekim Çarşamba günü küçük izleyiciler tarafından izlenebilecek. Konya DT Recep Bilginer'in yazdığı, İsmet Hürmüzlü'nün yönettiği "Mevlana" 4, 5, 6 Ekim tarihlerinde sahnelenecek. 18 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan Güngör Dilmen'in yazdığı, Tamer Levent'in yönettiği "Midas'm Kulakları" 19, 20, 25,26,27 tarihlerinde izlenebilecek. 29 Ekim Pazartesi günü prömiyer yapacak olan Nezihe Araz'm yazdığı, Tomris Çetinel'in yönettiği "Kuvay-i Milliye Kadınları" 30, 31 Ekim tarihlerinde sanatseverlerce izlenebilecek.
a
Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi'nde; 18 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan W. Shakespeare'in yazdığı, Can Yücel'in çevirdiği, Ali Ulvi Hünkar'ın yönettiği "Bahar Noktası" 19-27 Ekim tarihleri arasında sahnelenecek.
Diyarbakır DT Orhan Asena Sahnesi'nde; 18 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan J.Bethencowt'un yazdığı "Papa'nm Kaçırıldığı Gün" 19-27 Ekim tarihleri arasında da izlenebilecek. Haluk Işık'ın yazdığı, Harun Türköz'ün yönettiği "Savaş Düşlerimi Çaldı" 23, 28, 30 Ekim tarihlerinde sahnelenecek.
cy
Karşıyaka Oda Tiyatrosu'nda; Civan Canova'nın yazdığı, Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği "Düğün Şarkısı" 23, 24, 30, 31 Ekim tarihlerinde seyredilebilecek.
Sivas Devlet Tiyatrosu Atatürk Kültür Merkezi'nde; 18 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan Peter Shaffer'in yazdığı, Yıldız Serpen'in çevirdiği, Bülent Arın'ın yönettiği "Karanlıkta Komedi" 19-27 Ekim tarihleri arasında da sanatseverlerce izlenebilecek.
pe
Bursa Devlet Tiyatrosu AVP Sahnesi'nde; 16 Ekim Salı günü prömiyeri yapılacak olan Neil Simon'un yazdığı, Bilge Koloğlu'nun çevirdiği ve Abdullah Ceran'ın yönettiği "Ben Artist Olmak İstiyorum" 17-28 Ekim tarihleri arasında seyirciyle buluşacak. Yılmaz Onay'ın yazdığı, Özer Tunca'nın yönettiği "Kara Kedi Geçti" adlı oyun 28 Ekim Pazar günü prömiyer yapılacak. John Patrick'in yazdığı, Ahmet Hasan Levendoğlu'nun çevirdiği, Mustafa Kurt'un yönettiği "Tatlı Kaçık" 30, 31 Ekim'de izlenebilecek.
Van DT Kültür Merkezi Sahnesi'nde; 4 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan Ali Meriç'in yazıp yönettiği
Adana DT Yelken İhtisas ve Su Sporları Klübü'nde; 1 Ekim Pazartesi günü prömiyer yapacak olan Necati Cumalı'nın yazdığı, Savaş Özdemir'in yönettiği "Derya Gülü" 2,3 Ekim tarihlerinde de sahnelenecek. 16 Ekim Salı günü prömiyer yapacak olan Molier'in yazdığı, Orhan Veli Kanık'ın çevirdiği, Giorgi Antadze'nin yönettiği "Tartuffe" 17-31 Ekim tarihlerinde de izlenebilecek. Trabzon DT Atapark Haluk Ongan Sahnesi'nde; 18 Ekim Perşembe günü prömiyer yapacak olan Haşmet Zeybek'in yazdığı, Volkan Özgömeç'in yönettiği "Düğün ya da Davul" 19-28 Ekim tarihleri arasında da seyredilebilecek.
39
pe cy a
" Akide Şekeri" 5, 6, 13, 25, 26, 27 Ekim tarihlerinde sahnelenecek. Özer Tunca'nın yazıp yönettiği, "Nasreddin İnadın Sonu" 17, 24, 28, 31 Ekim tarihlerinde küçük izleyicilerle buluşacak.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları 2007-2008 sezonuna, repertuvarında 32 yerli, 24 yabancı oyunla giriyor. 40
Divane Ağaç (Yunus Emre), Halit Ziya Uşaklıgil'in Mai ve Siyah, Caner Bilginer'in Karagöz Geri Döndü (Çocuk Oyunu), Gülşah Gülebenzer'in Şahmeran (Çocuk Oyunu), Sema Ergenekon ve Gökhan Aktemur'un Damlalar Dansı (Çocuk Oyunu), Bülent Kavas'ın Hırsız Kim? (Çocuk Oyunu), Hasan Erkek'in Çiçek Prenses (Çocuk Oyunu)
Gaziantep DT Necati Cumalı'nın yazdığı, Savaş Özdemir'in yönettiği Adana Devlet Tiyatrosu yapımı "Derya Gülü" 18,19, 20 Ekim tarihlerinde; Münir Canar'ın yazıp-yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu oyunu; "Bir Geçen sezondan devam edecek yerli oyunlar: Mahalle ki" 25, 26, 27 Ekim tarihlerinde Gaziantepli Turgay Nar'in Can Ateşinde Kanatlar (Mevlana), sanatseverlerce izlenebilecek. İ. Ahmet Nuri Sekizinci'nin Ceza Kanunu, Orhan Kemal'in Eskici Dükkanı, Ekrem Reşit Rey ve Aydın DT Cemal Reşit Rey'in Lüküs Hayat, Reşat Nuri Şükran Güngör Sahnesi'nde; Civan Canova'nın Güntekin'in Yaprak Dökümü, Turan Oflazoğlu'nun yazdığı, Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği İzmir Devlet IV. Murat, Haldun Dormen'in Kantocu, Haldun Tiyatrosu yapımı "Düğün Şarkısı" 18, 20 Ekim Taner'in Keşanlı Ali Destanı, Prof. İskender Pala'nın tarihlerinde Aydınlı sanatseverler tarafından Leyla İle Mecnun, Zerrin Akdenizli Çelenk'in Bir seyredebilecek. Yıldız Seç Kendine (Çocuk Oyunu), Ayten Soykök'ün Temizlik Ülkesi (Çocuk Oyunu), Dursun İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yavuz Altun'un Doğ Güneşim Doğ (Çocuk Oyunu), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Mürsel Yaylalı'nın Trafik Canavarını Gördünüz mü? 2007-2008 sezonuna, repertuvarında 32 yerli, 24 (Çocuk Oyunu), Nilbanu Engindeniz'in Gök Kuşağı yabancı oyunla giriyor. İlk turda sahnelenmesi Altında (Çocuk Oyunu), Erhan Özçelik'in Kedi İle planlanan 18 yeni oyunun 7'si yerli, 11'i çeviri Palyaço (Çocuk Oyunu), Sevgi Sakarya'nın Lay eserlerden oluşuyor. Eserlerden ikisi ise çocuk oyunu. Lay Lom (Çocuk Oyunu) ve Fikret Yayan'ın Çevreci İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2007-2008 sezonunda Prens (Çocuk Oyunu) repertuvarına aldığı yerli eserler: İsmet Küntay'ın Tozlu Çizmeler, Nâzım Hikmet'in Çeviri oyunlar: Yolcu, Aziz Nesin'in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Jean Racine'nin Bayazıt, Luigi Pirendello'nun Size Sait Faik'in Meraklısı için Öyle Bir Hikaye, Ziya Öyle Geliyorsa Öyledir, Maksim Gorki'nin Osman Saba'nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Yazlıkçılar (Yaz Misafirleri), Roland Orhan Asena'nın Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe, Schimmelpfennig'in Geçmişten Gelen Kadın, Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal, Turgay Nar'ın Friedrich Dürrenmatt'm Fizikçiler, A. Miller'in
Satıcının Ölümü, W. Allen'in Tekrar Çal Sam, Albert Camus'un Doğrular, Edmund Mores'in Tahta Çanaklar, Federico Garcia Lorca'nın Bernarda Alba'nın Evi, Hans Christian'ın Kibritçi Kız (Çocuk Oyunu), Samet Behrengi'nin Küçük Karabalık (Çocuk Oyunu). Geçen sezondan devam edecek çeviri oyunlar; Anton Çehov'un Üç Kız Kardeş, Dejan Dukavski'nin Barut Fıçısı, Lope de Vega'nın Çılgın Dünya, Marsha Norman'ın İyi Geceler Anne, Alan Ayckbourn'un Kim Kimi Kimle, Karen Blixen'in Ölümsüz Öykü, Mate'i Visniec'in Savaş ve Kadın, Jean Paul Sartre'in Saygılı Yosma, A.Ostrovski'nin Yaban Ormanı, Elçin Efendiyev'in Yıldızlar Altında Cinayet (Katil), Hristo Boyçef in Titanik Orkestrası, Grimm Kardeşler'in Bremen Mızıkacıları (Çocuk Oyunu). İsmet Küntay'ın yazdığı Engin Uludağ'ın yönettiği "Tozlu Çizmeler" Cumhuriyet'in 85. yılı için ilk kez sahnelenecek. Ümraniye Sahnesi'nde; 3 Ekim 2007 tarihinde ilk kez seyirci karşısında çıkacak olan, Turgay Nar'ın yazdığı, Hüseyin Köroğlu'nun yönettiği "Divane Ağaç" (Yunus Emre) adlı oyun 3-14 Ekim tarihleri arasında seyredilebilecek.
Gaziosmanpaşa Sahnesi'nde; Dersu Yavuz Altun'un yazdığı Eftal Gülbudak'ın yönettiği "Doğ Güneşim Doğ" 21 -28 Ekim tarihleri arasında her Cumartesi ve Pazar günü saat 11.00'de seyirciyle buluşacak. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, bu yıl 10. kuruluş yıl dönümünü kutlayacak. Şehir Tiyatroları sezonu 18 Ekim'de "İki Efendi'nin Uşağı" adlı oyun ile açıyor. Oyunu Levent Suner sahneliyor. Geçmiş sezonlardan devam edecek olan oyunlar ise şöyle: Karar Kimin (Brain Clark), Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (Aziz Nesin), Aynlık (Behiç Ak), Sınır (Muzeffer İzgü), Çocuğum (Margaret Mayo), Godo'yu Beklerken (Samuel Beckett), Pinokyo (çocuk oyunu-Carlo Gollodi), Hoşu'nun Utancı (çocuk oyunu-Şinasi Ekincioğlu), Benim Güzel Papuçlarım (çocuk oyunu-Dersu Yavuz Altun). Bakırköy Belediye Tiyatroları BBT bu sezonu, Özen Yula'nın yazdığı, Levent Tülek'in yönettiği "Gözü Kara Alaturka" adlı oyunla açıyor. Oyun 4 Ekim Perşembe günü 20.30'da sahnelenmeye başlayacak. Tiyatronun yeni yapımlarından ikincisi ise Müşfik Kenter'in yönetmenliğini yaptığı, Anouilh'in "Antigone" isimli oyunu olacak. Tersine Dünya, Kadife Çiçekleri, Günün Adamı, Lütfen Kızımla Evlenir misiniz ise geçmiş sezonlardan devam edecek oyunlar.
BBT bu sezonu, Özen Yula'nın yazdığı, Levent Tülek'in yönettiği "Gözü Kara Alaturka" adlı oyunla açıyor. Oyun 4 Ekim Perşembe günü 20.30'da sahnelen meye başlayacak.
a
Fatih Reşat Nuri Sahnesi'nde; Turgay Nar'ın yazdığı S.Bora Seçkin'in yönettiği "Can Ateşinde Kanatlar" (Mevlana) 3-14 Ekim tarihleri arasında seyredilebilecek. Elçin Efendiyev'in yazdığı Melahat Abbasova'nın yönettiği "Yıldızlar Altında Cinayet" (Katil) 17-20 Ekim tarihleri arasında görülebilir. İ. Ahmet Nuri Sekizinci'nin yazdığı Engin Gürmen'in yönettiği "Ceza Kanunu" 24-28 Ekim tarihleri arasında seyredilebilecek.
Vega'nın yazdığı Burteçin Zoga'nın yönettiği "Çılgın Dünya" 17-28 Ekim tarihlerinde seyredilebilecek.
cy
Trabzon Şehir Tiyatrosu Tiyatro, 20 Ekim'de "Zamazingo" adlı oyunla perde açıyor. Aziz Nesin'in yazdığı oyunu Trabzon DT sanatçısı Mesut Yüce yönetiyor. ÖZEL TİYATROLAR
Akbank Sanat Yeni Kuşak Tiyatro Yeni Kuşak Tiyatro, yeni sezonda yeni bir oyunla merhaba diyor: "Şeylerin Şeyi". Son yılların ses getiren yazarlarından Neil Labule'nin yazdığı oyunu, Mehmet Ergen çevirip, yönetiyor. Aşk ve sanat kavramlarının birlikte irdelendiği oyun, aynı üniversitede okuyan iki çiftin karmaşık ilişkilerini
pe
Ümraniye Sahnesi'nde; Alan Ayckbourn'un yazdığı Nedret Denizhan'ın yönettiği "Kim Kimi Kimle" 17-28 Ekim tarihleri arasında seyredilebilir.
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde; Feraizcizade Mehmet Şakir'in yazdığı Erhan Yazıcıoğlu'nun yönettiği "İlk Göz Ağrısı" 3-14 Ekim tarihleri arasında seyredilebilirken İ. Ahmet Nuri Sekizinci'nin yazdığı Engin Gürmen'in yönettiği "Ceza Kanunu" da 1720 Ekim tarihleri arasında seyredilebilecek. Haldun Dormen'in yazdığı ve yönettiği "Kantocu" 24-28 Ekim tarihleri arasında seyredilebilir.
Kağıthane Sadabad Sahnesi'nde; "Kantocu" 3-7 Ekim tarihleri arasında izlenebilecek. İskender Pala'nın Yazdığı Ali Taygun'un yönettiği "Leyla ile Mecnun" 10-14 Ekim tarihlerinde arasında sahnelenirken, Ekrem Reşit Rey-Cemal Reşit Rey'in yazdığı Haldun Dormen'in yönettiği "Lüküs Hayat" 17-20 Ekim; İsmet Küntay'm yazdığı Engin Uludağ'ın yönettiği "Tozlu Çizmeler" 24-28 Ekim tarihleri arasında izlenebilecek. Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde; İ. Ahmet Nuri Sekizinci'nin yazdığı Engin Gürmen'in yönettiği "Ceza Kanunu" 3-14 Ekim arasında; Lope de
41
Yedinci sezonuna giren Altıdan Sonra Tiyatro, bu sezon Kocamustafa Paşa Çevre Tiyatrosu'nda perde açıyor. Tiyatronun geçtiğimiz sezon sahnelemeye başladığı oyunu "Kapıların Dışında", 16-23-30 Ekim Sah saat 20.30'da; 13-20-27 Kasım Salı saat 20.30'da Semaver Kumpanya'nın sahnesinde izlenebilecek. Wolfgang Borchert'in yazdığı oyunu Yiğit Sertdemir yönetiyor.
42
cy a
Oyun Atölyesi Oyun Atölyesi, yeni sezona "Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler" isimli yeni oyunuyla 4 Ekim Perşembe günü başlıyor. Oyun her perşembe, cuma ve cumartesi günleri 20.30, pazar günü 16.00'daOyunAtölyesi'nin Moda'daki sahnesinde izlenebilir. Kemal Aydoğan'ın yönettiği oyunun, sahne tasarımı Bengi Günay'a, müzikler Tolga Çebi'ye, ışık tasarımı İrfan Varlı'ya ait. Tiyatronun geçtiğimiz sezon oynayan "Hırçın Kız" isimli oyunu ise Ekim ayından itibaren izleyenlerle buluşmaya devam ediyor.
pe
Nesrin Kazankaya' nın yazıp yönettiği "Profesör ve Hulahop", 19 Ekim tarihinde Tiyatro Pera'da izleyicilerle buluşacak. Tiyatronun diğer bir yeni oyunu ise Shakespeare'in "Venedik Taciri". Oyun, Aralık 2007'de sahnelen meye başlayacak.
Garajistanbul Geçtiğimiz yıl açılan garajistanbul, sezona, Meltem Arıkan'ın yazdığı Mustafa ve Övül Avkıran'ın yönettiği "Oyunu Bozuyorum" adlı oyunla başlıyor. İlk olarak 8. Zürih Tiyatro Festivali'nde izleyiciyle buluşan oyun, bir kadının gözünden Anadolu'daki töre ve namus cinayetleri, tecavüz ve ensest ilişkileri anlatıyor. "Oyunu Bozuyorum" 27 Ekim'den itibaren göz önüne seriyor. Oyun 3 Ekim Çarşamba gününden garajistanbul'da seyircisi ile buluşacak. itibaren her çarşamba saat 20.00'de seyredilebilir. Semaver Kumpanya 2007-2008 sezonunda 6. yılına giren Semaver Kenter Tiyatrosu Kumpanya 6 yeni oyunla perde açıyor. Geçtiğimiz sezon sonunda sahnelenen "Semaver ve Kumpanya", Kent Oyuncuları bu sezon 45. yılını kutluyor ve perdelerini 19 Ekim günü Yıldız Kenter'in oynadığı 6. sezonun açılış oyunu olacak. William Shakespeare'in "Kuru Gürültü" adlı komedisi, Işıl "Ben Anadolu" ile açıyor. Tiyatro, 2007-2008 Kasapoğlu'nun rejisiyle sezonun ilk yeni oyunu sezonunda ilgi gören oyunlarını sahnelemeye devam olacak. Tiyatronun büyük sürprizi ise Bertolt ediyor. "Anna Karenina", "Gece Mevsimi" tiyatronun Brecht'in "Cesaret Ana"sı. Daniel Soulier'in bu sezon da sahneleyeceği oyunları. yöneteceği, Beaumarchais'in klasikleşmiş oyunu "Figaro'nun Düğünü" ise diğer bir oyun. Adel DOT Hakim'in yazdığı "İnfazcı 14" ve İvana Sajko'nun Dot, yeni sezona, İngiliz yazar Philip Ridley'in yazdığı, Cem Kurtuluş'un çevirip Murat Daltaban'ın yazdığı "Canlı Bomba" adlı tek kişilik oyunları da yönettiği Mercury Fur / Kürklü Merkür ile giriyor. Işıl Kasapoğlu yönetiyor. Aylin Çalap'ın "Allah Bizi Seviyor" adlı oyunu Sibel Altan yönetecek, Oyunun dekor tasarımı Yeşim Bakırküre, kostüm tasannu Hatice Gökçe, video tasarımı Sercan Şengün, geçtiğimiz sezon oyunlarından, "Chamaco" ve ışık tasarımı Kemal Yiğitcan ve ses tasarımı Ömer "Trainspotting" 2007-2008 sezonunda da devam edecek. Sarıgedik tarafından hazırlanıyor. Tiyatro Pera Nesrin Kazankaya'nın yazıp yönettiği "Profesör ve Hulahop", 19 Ekim tarihinde izleyicilerle buluşacak. Tiyatronun diğer bir yeni oyunu ise Shakespeare'in "Venedik Taciri". Oyun, Aralık 2007'de sahnelenmeye başlayacak.
Tiyatro Fora Tiyatro Fora, ilk kez 2001 yılında Philadelphia'da oynanan ve daha sonra ABD'nin ve Avrupa'nın çeşitli kentlerinde sahnelenen "Köşk"ün, Türkiye prömiyerini gerçekleştiriyor. Oyun, 18 Kasım'dan başlayarak, her cumartesi 16.00 R.E.S.T Oyuncuları Geçtiğimiz sezon sahnelenen, "Ayıp Ettik" adlı oyun ve pazar 15.00'da Kadıköy-Barış Manço Kültür bu sezon da izleyicilerle buluşmaya devam edecek. Merkezi'nde izlenebilecek. Oyun Beşiktaş Kültür Merkezi'nde sergilenecek. Tiyatro Kedi Tiyatro Kedi, Jack Sharkey ve Dave Raiser'in İstanbul Halk Tiyatrosu Geçtiğimiz sezon tiyatro dünyasına adım atan İstanbul yazdığı, İpek Kadılar Altmer'in uyarladığı ve şarkı sözlerini yazdığı Müzikaldeki Hayalet ile 18 Ekim'de Halk Tiyatrosu, "Can Tarlası" isimli oyununu bu seyirciyle buluşuyor. Müzikale, Önder Bali sezon da sahneliyor. Oyun, 4-11-18-25 Kasım yönetiminde 7 kişiden oluşan Orkestra Kedi eşlik tarihlerinde saat 19.30'da Beşiktaş Kültür Merkezi'nde, 13 Kasım'da saat 20.30'da Caddebostan ediyor. Tiyatro Kedi sahnesi, 13 Aralık'ta Haldun Dormen, Arşen Gürzap, Işıl Yücesoy ve Zafer Ergin'i Kültür Merkezi'nde sahnelenecek. "Quartet" ile bir araya getiriyor. "Casablanca" müzikali ve "Omzumdaki Melek", tiyatronun bu Altıdan Sonra Tiyatro yıl da devam eden oyunları.
cy
a
Marcel Marceau'ya Veda Dünyanın önde gelen pandomim sanatçılarından Marcel Marceau, 84 yaşında yaşamını yitirdi. Marcel Marceau 1923 yılında Strasbourg 'un Alsatian kasabasında doğan sanatçı, İkinci Dünya Savaşı sırasında babasının Fransa'yı işgal eden Naziler tarafından esir alınıp öldürülmesi üzerine 1944 yılında direniş hareketine, ardından Fransız ordusuna katıldı ve savaş sona erene kadar Almanya 'daki müttefik ordusunda görev yaptı. 1946 yılında sanat çalışmalarına başlayan Marceau, büyük mim öğreticisi Etienne Decroux'dan ders aldı, "bip " adındaki ünlü karakteriyle tanındı.
pe
Mayıs 1992 tarihli, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin 16. sayısında, Marceau ile bir söyleşi yayımlanmıştı. Handan Güntürk'ün, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi için, sanatçıyı, Paris'teki bürosunda ziyaret ederek hazırladığı söyleşiyi, Marceau anısına tekrar yayımlıyoruz.
Kendi Sanatını Yaratan Adam: Marcel Marceau Büyük Mim Ustası İstanbul'da Handan Güntürk
"Küçükken Sharlo'nun filmlerini gördüm. Savaştan sonra daha 20 yaşınday ken kendimi Mim'e adamaya karar verdim."
Mim sanatının kurucusu-piri, dünyada bu sanat dalı anılınca ilk ve tek akla gelen büyük usta Marcel Marceau ile, Paris 'te kendi bürosunda konuştuk. Ünü bu kadar geniş olan sanatçı, konuşmamızda bize hep bir öğrencisi ile konuşur gibi sevecenlikle, hoşgörü ile yaklaştı, sorularımızı içtenlikle yanıtlamaya çalıştı. Uzun yıllar dost imişiz gibi konuştuk. Doğrusu, sanatında böylesine doruğa ulaşmış, bir sanatın çağdaş kurucusu olarak tanınan bir kişiden bu kadar alçakgönüllülük beklemiyorduk. Gerçek bir sanatçı ile karşı karşıya olmanın heyecanı ile sormaya başladık.
diyebiliriz. Sanatçıların dramatik sahnelerde, vücutları ile kendilerini ifade ettikleri, konuşmaksızın sessizlik çığlıkları attıkları bir sanat... Fakat önce söylediğim tanımlamayı yineleyeceğim. İnsanın maddi dünya ile bütünleşmesi sanatı. Sizin için pek çok şey ifade ediyor olabilir. Fakat seyirci açısından çok daha somut ve görsel değil mi? Hayır, hayır insanlar anlamıyorlar. Bir tek şey söylemek gerek. M. Marceau çağdaş MİM sanatının dünyadaki en büyük temsilcisi. Ben söylediğim için değil. Dünya basınının tanıdığı bir gerçek olduğu için. İnsanlar onu görmek için geliyorlar ve izliyorlar. Ancak gördükten sonra olayın büyüklüğünün farkına varıyorlar. Teorik tanım seyircinin umurunda değildir.
Sayın Marceau, mim sanatının Türkiye'de pek yaygın olmadığını biliyoruz. Bu sanatı nasıl tanımlıyorsunuz? İnsanın, kendisini çevreleyen maddi dünya ve traji Mim sanatına neden yöneldiğinizi açıklayabilir komik olaylarla bütünleştirmesinin sanatla ifadesi misiniz?
43
bana. Neden demeyin, bilmiyorum. Picasso neden ressam olduğunu bilmez, öyle doğmuştur.
Mim sanatında beden, bu sanatın hizmetinde, verilmek istenen mesajın aracı durumunda... Evet ama yalnız vücut değil ruh da işin içinde; vücut araç, sanatçı olmazsa ne ruh ne de teknik bir işe yarar. Bir dansçı için vücut ne ifade ediyorsa bir mimci için de aynıdır. Şu farkla ki, dansçı modern ve klasik dansı birleştirmeyi biliyor. Modern dans, klasik dansın tiyatro formunda oyunlaştırılmış bir şekli. Mim ise dansın kuzeni, fakat farklı bir kuralı, dengesi var. Dans, müzik hareket ve yükselme üzerine kuruludur. Mim sessizliktir, bir başka yer çekimiyle yaşanan, komik, trajik durumlardır. Her sanat kendi ağırlığını getiriyor. Sesin etkinliği, jest'in ağırlığı, bir müzik aletinin etkinliği... Dolayısıyla bu ağırlık, sanatımızın dramaturjisini yaratır; ister komiği ister trajiği olsun. O durumda vücudun ifade sistemi derin bir düşünmeyi, fiziksel, mizahi, komik, trajik düşünmeyi beraberinde getiriyor. Bizim sanatımızın dramatizasyonu da en az müzik sanatı kadar, söz kadar mükemmel. Sınırı yoktur.
pe
cy
a
Bu iş için doğdum. Öyle düşünüyorum. Plastik sanatlar, heykel, her sanat bir uzmanlık bilimi ile gelişir. Sanat insanın dehasının ürünüdür. Mim sanatı da bir bilimdir. Zira, bilimsiz sanat olmaz. Spontan deha yoktur. Kural gerekir. Mim sanatı, antik Yunan ve Roma'da doğan bir sanat, ama zamanla kayboldu. Sessizliğin dili olduğundan, sözcük olmadığından bu geleneği sürdürmek mümkün olmadı. Çok beklemek gerekti. 19. yüzyılda Fransa'da Pierrot doğdu, beyaz pandomim doğdu, İtalyan Comedia dell'arte'den etkilenmiş bir grup Fransa'ya yerleşti. Pierrot'tan sonra, 20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşına kadar Pierrot ekolü kayboldu. Sessiz sinema dönemi başladı. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Stanley... Laurel-Hardy'ler. Fakat bu İngiliz müzikalinin gelişiydi. Fransa'da Paris'te mim sanatı Jorques Copeau adlı bir yönetmenle geri döndü. Sözlü tiyatro yönetmeniydi ve grubundan Etienne Ducroux adlı bir öğrencisi vardı. Mim sanatını yeniden oluştururken 19. yüzyıl stiline gitmek yerine -bilinmiyordu çünkü- hareket eden heykel düşlemesine yöneldi ve aynı adı taşıyan kuralı yarattı, Etienne Ducroux. Jean Louis Barrault ve Marcel Marceau adlı iki öğrencisi oldu. Barrault sözlü tiyatroya yöneldi. Marcel Marceau Mim'le devam etmeye karar verdi. 1947'de Bip tipini yarattı, grubunu kurdu. Bip'in doğumundan 1964'e kadar, 26 mimodram sahneledi. Zaman zaman da yalnız çıkıyor, "One man show" denen türde; görünmez bir dünya kurup bunu görünür kılıyordu. Görünmezin anlamı şu: Kendi oluşturduğum bir sistemle, seyirciye hayal edebilme yeteneğini kazandırıyorum. Sahnede insan ve nesne görüyorsunuz; kendimi, beni çevreleyen nesnelerle komik, trajik kişiliklerle, durumlarla bütünleştiriyorum. Mimodram Tiyatrosu işte böyle doğdu ve Marcel Marceau kariyerine başladı. En az kırk yıldır da buyum. Filmlerden, Les Pantomimes de Style, Les Pantomimes de Bip'ten oluşan büyük bir repertuvar kurdum. 1978'de Paris'te uluslararası Mimodram Okulunu açtım. Burada genç öğrencilere mim sanatçısı olmayı öğretiyoruz.
Barrault'dan, birlikteki günlerinizden söz etmek istiyorum. 20 yıl kadar önce Kafka'nın "Dava"sını dramatize etmişti. Az önce de söyledim. Kariyerime onun grubunda mim sanatçısı olarak başladım. Başlıca pandomim rolleri oynadım; 25-26 yaşlarımda ise kendi grubumu kurmak için ayrıldım. Barrault Cennet Çocukları adlı, 19. yüzyıl Fransız pandomim sanatı dönemini yeni baştan çizen filmiyle ünlüdür. Çünkü Pierrot Fransızdı. Artık böyle değil. Mim sanatı evrensel; Paris'teyim, Fransızım ama okulumda 20 ulustan öğrenci var. Barrault'un etkisinden, ilk dönemlerim için söz edilebilir. Fakat mim'de devam etmeye karar verdiğimde Ducroux oldu beni etkileyen. Kuralcı olarak etkiledi. İnsanları güldürebilme, ağlatabilmenin mümkün olduğunu ondan öğrendim. Barrault ile ilişkimiz, grubunda bulunduğumuz dört seneden sonra da, dostlukla devam etti. Bip tiplemesinde, Pantomim de Style'de, uygulama biçiminde, ben kendi stilimi, kişiliğimi yarattım sanıyorum.
"Başlıca pandomim rolleri oynadım; 25-26 yaşlarımda ise kendi grubumu kurmak için ayrıldım." 44
Aynı öğretmende okuyan iki öğrenciden biri mim sanatına yöneliyor. Nedir sizi etkileyen? Evet hep etkilerden bahsedilir, haklısınız. Küçükken C. Chaplin'in filmlerini gördüm. Savaştan sonra daha 20 yaşındayken kendimi mim'e adamaya karar verdim. Sözlü tiyatro okuluna girdim, çünkü o zaman mim yoktu. Bu okulda Etienne Ducroux Mim öğretiyordu, akrobasi öğretir gibi; amaç oyuncu yetiştirmekti ve mim belli bir çizgide veriliyordu, mim'ci olmak için doğmuştum. Mim'in kendi başına bir sanat olduğu (artık oldu) yolunda ilham geldi
Oynarken, vücudunuzu kullanırken iç dünyanızda neler oluyor? Ruh ile enstrümanını çalan müzisyen gibi. Yalnız vücudu, ruhu değil müziği ve sessizliği de kullanıyoruz. Mim sanatçısı diğer bir sanatçıdan farklı değil. Mim sanatçısı vücudunu sanatın hizmetine sunarken yetenekli olmak zorunda. Orta halli sanatçı ilginç olmaz. Bir mim sanatçısı bu işe gönül verdiğinde, bu sanatın doğuşunda sorumluluk aldığında gençleri yönlendirmeli, onlara mükemmeli anlatabilmeli; bu nedenle sorumluluğu büyük. Çünkü bugün pandomim sanatı çok farklı yönlerde gelişiyor. Otuz sene önce üç ya da dört kişiydik. Hıristiyanların 12 havarisi gibi... Başarı geldiğinde, Marcel Marceau dünyada bu başarıya ulaşan ilk isim olduğunda, pek çok mim okulu kuruldu. Farklı ekollerde, stillerde, jest tiyatrosu vs. gibi. Tartışma buradan doğuyor. Başlangıçta, tek bir insan olayın sorumluluğunu üstleniyor. (İlk kez Kuzey Amerikalılar Chaplin'i, D. Kaye'i, J. Lewis'i, Keaton'u sinemada, tiyatroda, Slepski'yi varyetede görmüşler. Hiçbir zaman tek bir adamı sahnede yalnız ve iki saat boyunca sözsüz oynayarak görmemişlerdi. Kırk yıl boyunca her yıl gittim.) Bugün gençler değişik düzeylerde yapıyorlar bu işi. Üzerinde tartışmam, çok karmaşık. Klasik dansın tek bir duruş şekli var. Evrensel bir kural var. Mim'in de kendi kuralı olmasına rağmen pek çok mim'ci bunu kendilerince yorumluyorlar, değiştiriyorlar. Oysa mim'in de evrensel bir kuralı
Bip çocuğunuz, sizinle bütünleşmiş ya da siz onunla, nasıl yaşıyorsunuz bunu? Yaşamımda Bip ile hiçbir ilgim yok. Herkes gibi yiyip, içip, gülüp, yolculuk edip politika yapıyorum. Herkes gibiyim, bütün diğer sanatçılar gibi. Ama sahneye çıkarken bir aslan, bir kaplanım, sanatçı bir değişim (metamorfoz) bu... Bunun sırrını sormayın. Gösterileriniz, başka uğraşlarınızı, hobilerinizi engelliyor mu? Resim yapıyorum. İyi bir resim sanatçısı sayılırım. Hayatımın kitabını henüz yazmadım. Oynamaktan zamanım olmadı. Yılda 300 gösteri yapıyorum. Ama yazmaya başladım. Müziğin oyunlarınızdaki önemi, payı nedir? Nasıl seçiyorsunuz? Oldukça kişisel. Tümüyle sessizliği oynadığımda müzik kullandığımız oluyor. Dekor olarak özellikle lirizm yaratmak istediğimde... Oyunun ana elemanlarından değil. Örneğin "Dünyanın Yaratılışı" oyunu Mozart'ın konçertosu üzerine kurulmuştur; müziksiz de olabilirdi.
olmalıydı. Kurduğum okulda bu sorunu çözmeyi denedim. Okulda, Etienne Ducroux ve M. Marceau teknikleri öğretiyoruz. Bu sentezden hareketle kurduğum uluslararası okul şimdi evrensel oldu.
pe cy
a
Bütün teknikleri bir çatı altında toplamayı mı hedefliyorsunuz? Evet, Hocam E. Ducroux ve M. Marceau tekniklerini... Çünkü ben de hoca oldum. Marceau olmasaydı Ducroux tanınmayacaktı; bu sanatı dünyada popüler hale getiren benim. Sanat kitaplardan öğrenilmiyor; önemli olan tiyatro mücadelesi ve uygulama; şunu söyleyebilirim Chaplin'in sinemada yaptığını Marceau tiyatroda gerçekleştirdi. O zaman insanlar olayın büyüklüğünü anlıyorlar. Türkiye'de Marceau'nun kısa metrajlı filmlerini görmedi mi kimse?
Sürekli değişim halinde bir yapıya bürünüyorsunuz. Genellikle görünmezliği oynuyorum. Ekiple olduğumda farklı oynuyorum, beyaz makyaj yapmıyorum. Ekibimin olduğu dönemde, mimodramlar sahneliyordum, bunlar tiyatro oyunu gibi mim temaları idi. 18 mimciydik. Ben solist yeteneğine sahip olandım. Marcel Marceau hem oyunlar yazıyor, yaratıyor ekiple oynuyor, aynı zamanda bir solist. Yarattığım sessiz çevremde, görünmezi görünür kılıyorum. Dünyada mimodram'dan daha çok, Bip tipi ile tanınıyorum. 16 yıl boyunca bir ekibimin olduğunu, anlatmak zorunda kalıyorum. Yine, benim okulumdan mezun bir asistan eşliğinde solist Marcel Marceau'yum. Genellikle beş altı mimci ile oynuyoruz. Ama Türkiye'ye iki kişi götürüyorum. Biri İspanyol diğeri Fransız.
Sanırım Sinematek türü sınırlı alanlarda gösterildi. Görülmüş olmalı. Mel Brooks ile yaptığım filmi, TV belgeselleri, eminim gösterilmiştir. Fakat bugün Türkiye'de Mc Donald, Marcel Marceau'dan daha ünlü herhalde... Pierrot'tan bahsedelim. Fransız bir ürün mü? Bunu söyleyemeyiz. Pierrot, 19. yüzyılda Debureau adlı dahi bir Fransız sanatçısını İtalyan Comedia dell'arte'nin Pedrolino'sundan esinlenerek yarattığı bir tip. Beyaz makyajlı, başlıklı, Cennet Çocukları'ndaki giysileri içinde geldi Fransa'ya. Fakat kökeni Yunanistan, Roma, bütün bir geçmiş... Chaplin İngilizdi. Dahi bir mim sanatçısıydı ve kendine özgü kişiliğini yarattı. Akrobasiden, danstan yararlandı. Ben, başlangıçta Chaplin'den, Ducroux'tan, Pierrot'tan etkilendim. Marceau bu sentezden doğdu. Pierrot etkiledi fakat o stilde oynamıyorum.
Pierrot'un stilinize katkısı nedir? Beyaz maskı hepsi bu... Pierrot bir teknik bırakmadı. Marceau tekniğinde, Pierrot'un beyinsel etkisi var; jest, hareket yok, onlar Chaplin'den. Ducroux ve bir ölçüde de Barrault'un senteziyim, ben. Daha sonra kendi stilimi buldum. Mimodram, Pantomim de Style, Bip yazdım; yaratıcılık benim, Pierrot'un değil. Marceau bu geleneği devir almadı, yeniden yarattı.
Festivale hangi programla geliyorsunuz? 51 kadar Les Pantomimes de Style, de Bip içinden seçim yapacağım. "Dünyanın 01uşumu"nu mutlaka oynarım. Heykeltıraş, Halk Bahçesi, Pygmollin, Mahkeme, Kuşçu, Mask İmalatçısı... ikinci bölümde, Bip Dişçi, Bip Sokak Müzisyeni, Bip Evlilik Ajansında, Bip İntihar Ediyor, David et Goliath, Bip Asker. Türkiye'ye gelmekten çok mutluyum. Beş kıtada, bütün dünyada oynadım. Türkiye'de olmadı. Hiç Türk sanatçısı tanıyor musunuz? Çok uzun zaman önce 1963'te iki yıl boyunca bir Türk öğrencim oldu (katkılarımızla Erdinç Dinçer'i hatırlıyor). Mim sanatçısı oldu.
Erdinç Dinçer, Türkiye'deki temsilciniz. (Kendisinin itirazı olabilir) Çok yetenekli olduğunu biliyorum. Kendine özgü kişiliği vardı. Sadık bir öğrenciydi. Benim temsilcim neden olmasın? Fakat mim Türkiye'de yaygın değil sanırım. Yoksa çok daha önce gelirdim. Fransız Elçiliği (Ankara) Festivale katılmama karar verdi. Nihayet Türkiye'de de Yunanistan'daki gibi oynayabileceğim. Orada on bin kişiye oynadım. Tiyatro, günümüzde sinemanın, TV'nin popüleritesine sahip değil. Zorlu bir savaş tiyatro; çok derin bir sanat. En kötü sinema filminin seyircisi, tiyatrodan fazla. Onun için diyorum ki, kültür çok zor bir olay; neyse ki seyirciye kendimizi tanıtmanın bir yolu olan festivaller var.
"Resim yapıyorum. İyi bir resim sanatçısı sayılırım. Hayatımın kitabını henüz yazmadım. Oynamak tan zamanım olmadı. Yılda 300 gösteri yapıyorum. Ama yazmaya başladım." 45
cy a
Ziya Azazi ile
Bir Ben Var Benden İçeri "Benim bütün derdim, bir hareketin varyasyon larını denemekti. Kendim karar vermedim bu tarza. Stüdyoda çalışırken birden fark ettim ki; dönüyo rum." 46
pe
Pınar Toker / info@pinartoker.com
Ziya Azazi 'ye Mısır Apartmanındaki DOT tiyatronun üst katındaki stüdyoda sohbete başlamadan önce yanımda götürdüğüm dergiden bir tane verdim. Geçen ayki yazımın son cümlesini işaret etti ve "işte bu cümleyi başlık atabilirsin yazına " dedi. "Dönüyor... Dönüyoruz... Başladığımız yere varana kadar, bu başımızdan geçenlere yaşam denecek..." diye sonlandırmışım, bu yazımın başlığını atar gibi. Dönme ve döngü meselesi, makrosistemin içinde debelendiğimiz bir tuhaf mikro(p)sistem çözümlemesi derken Ziya'yla dönerken buldum kendimi. Kısa devre yapmasına ramak kalmış dumanı üstünde kafaları söndürmeye birebirmiş meğer. (Ne? Dönmek!) Çağdaş dans Sanatçısı 2007 Mevlana yılı şenlikleri dolayısıyla adından son zamanlarda sıkça söz ettirir oldu. Atölye çalışmaları, gösteriler derken Viyana'da yaşayan Azazi ile yolumuz bir sebepten kesişmişken -adettendir- birkaç soru sormadan edemedim. Senin dansın semadan esinlenen bambaşka bir sentez bence. Sema ayininin alt yazılı hali gibi; ruhun kıvrılmalarını, kırılmalarını, arayışını dönerken tarif ediyorsun sanki.
Asılda ben semayı düşünerek başlamadım. Benim bütün derdim, bir hareketin varyasyonlarını denemekti. Kendim karar vermedim bu tarza. Stüdyoda çalışırken birden fark ettim ki; dönüyorum. Dönme ve onun varyasyonları üzerine çalışmaya başladım. Hikâye sufizmden başlamadı doğrusu. Danstan başladı öyleyse, dansta da dönüşler vardır. Peki, dönmeni sağlayan ne oluyor. Yani duyguların mı, müzik mi, bedenin mi sana yön veriyor? Sen de dönmeye başladın, sen ne derdin? Ben müziği takip ediyorum, çünkü müzik benim duygularımı ele geçirir. Şüphesiz ki temel iskelet müzik. Zamanı bölen ve süsleyen müziktir. Bizler de süslenmiş zaman içinde hareket etmeyi seçenleriz. Bizi rahatlatan ve bir yerlere götüren müziğe güvenmeye ek olarak iç dünyamızın ne durumda olduğu da önemli. Hangi ruh halinde olduğumuzun çok önemi var; bu, hareketlerimize yön verir. Farkı oluşturan ruh halidir aslında. Ne olursa olsun toplumsal varlık olan insanın gündelik hayatında yaşadığı spektrumun dışına bir yere yolculuktur, dönmek.
Dönerken bilinen şekil uzay ilişkisi kayboluyor. Biliriz ki çizgi şurada biter ya da sununla kesişir. Dönerken bu kuralların hepsi kayboluyor. Kuralları alt üst olunca düşünce devre dışı kalıyor. Düşünmeyince yerine başka şeyler geçiyor bir süreliğine. Evet aslında dönerken temel hedef aklı devre dışı bırakmak. Çünkü en gelişmiş organ olan aklın işgal etmediği alan yok gibi. Her an düşünmekteyiz biz. Dönerken o şef olmaktan çıkar ve bir yana çekilir.
İnsanoğlu bir şeyi merek ediyor, o da moda oluyor. Şimdi sırada Mevlana var. Bu çok doğal. Bu dalganın olması da UNESCO'nun 2007'yi Mevlana Yılı ilan etmesinden kaynaklandı. Hint kültürü, Tao kültürü, Japon Kültürü derken, bir de bakıyorsunuz herkes tai chi yapıyor, yoga yapıyor, zen yapıyor. Avrupa'da okulları, enstitüleri var. Şimdi bunlar yerleşti hatta eskidi. Yeni bir şey aramak gerekiyordu. Mevlana'yi dünya mirasına katmak konusunda bir heves oluştu Avrupa'da, Mevlana hep vardı zaten.
Gelecekte de dönmeye devam edecek misin? Yoksa dansın bambaşka bir boyut mu kazanacak? Planların neler? Bildiğim kadarıyla yurtdışında pek çok projede yer aldın. Önemli tiyatrolarda dans ettin ya da rol aldın? Biraz geçmişinden ve gelecek planlarından da bahseder misin? Sanırım şanslı bir sanatçıyım. Birçok sahne sanatını tadabilme imkânım oldu. Dansçı olarak kamera deneyimim oldu. Operayı, müzikali yaşadım. Çağdaş dans, bale, hareket tiyatrosu, deneysel dans gibi bir süre dalda deneyimlerim oldu. Bu yüzden sahneyi farklı açılarda ve disiplinlerde yaşayabilme imkânı yakaladım. 90'lı yıllarda Şehir Tiyatroları'nda başlayan dans serüvenim Çağdaş Bale Topluluğu'nda devam etti. 90-94 yılları arasında "Yeşil Üzümler Yenmez Zannetmiştik-Dans Tiyatrosu vs" isimli bir proje yapmıştık, Zeynep Günsu liderliğinde. O zamanlar Emre Koyuncuoğlu, Mustafa Kaplan ile aynı gruptuk hepimiz. Sonra yurtdışında da projeler oldu. Çağdaş operada Cenevre'de sahne aldım. Büyük isimlerle bir dünya turnesine çıktım. Bir hareket tiyatrosu tecrübem oldu. Jimnastik tutkum ve bütün bu deneyimler dansımda bir çeşni oluşturdu.
Ne yazık ki, burnumuzun dibindeki değerler bize şöyle bir Amerika Avrupa havası alarak dönüp geldiğinde hoş geliyor. Bu değerler dünya turu yaparken cilalanıp ambalajlanıyor. Son durak olarak önümüze geldiğinde "ooo ne kadar cazipmiş, hemen alalım" diye iştahlanıyoruz. UNESCO dolayısıyla bütün bu ilgi tabii. Bana da eleştiriler geliyor, "Moda oldu diye dönüyorsun" diye. Hayır, ben 99'dan beri dönmek ve dönüşler üzerine koreografiler hazırlıyordum. Bu eleştiriler bana da gelmiyor değil doğrusu...
"Şüphesiz ki temel iskelet müzik. Zamanı bölen ve süsleyen müziktir. Bizler de süslenmiş zaman içinde hareket etmeyi seçenleriz."
Bu sohbet böyle uzayıp gitti. Birkaç saat sonra da hep birlikte döndük. Ne hamdım ne de piştim ama bu birkaç günlük atölyede açma kapama düğmesinin yerini keşfettiğim kaynayan kazan kafamın tacını tahtını geri alması fazla uzun sürmedi. Büyük şef yine işinin başında; biraz kertenkele gözü, biraz da kurbağa ayağı katıp karıştırıyor kazanı.
pe
cy a
Şimdi neler yapmayı düşünüyorsun? Eğitmen olarak devam etmek, koreografiler hazırlamak gelecekteki planlarım arasında. Bu yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladı. Mesela Berlin'den beni heyecanlandıran bir proje teklifi geldi: Avrupa'nın en büyük sahnesine sahip olan bir revünün yeni projesi. Dünyanın farklı şehirlerinde geçen bir öyküde İstanbul bölümünün koreografisini hazırlamam için bir teklif geldi. Bu revüde İstanbul'un mistik yapısını folklorik malzemelerle çağdaşlaştırarak birleştirmek gibi bir fikir ortaya çıktı. Revünün Ziya'nın hayatında ne işi var diyebilirsin ama böyle sıradışı bir önerinin bana getirilmesi beni heyecanlandırıyor. Revüde koreograf olmak belki de hayatımda bir daha başıma gelmeyecek bir şey. O yüzden tatmak istiyorum. Altı koreograf olacağız bu projede, ben onlardan biriyim. Ayrıca çağdaş sirk akımına uygun olarak eserler çıkaran İsviçreli bir grup var. "Beautiful Turns" diye bir proje yapmakta...
Hayvansız sirk mi? Cirque du soleil tarzı sanırım. Cirque du soleil tarzı fakat çok daha mütevazı bir grup. Bu "Beautiful Turns" projesinde sanatçıların aletleri ile yaptıkları tüm gösteriler dönme üzerine kurulacak ve tüm dönüşler birbirine bağlanacak. Bu konuda da bana danıştılar ve çalışmalara başladık. Önümüzdeki Mart ayında prömiyeri planlanıyor. Bu projeler sanırım 2008'de yapacağım işler olacak, 2007'de de var olan temsillerim devam edecek. Peki Ziya, şu konuda ne düşünüyorsun. 2007 Mevlana yılında dönmek ya da dönenleri izlemek bir nevi moda oldu. Mesneviden alıntı sözler küçük el kitaplarına basılıyor ve cümlelerim süslemek isteyenler bunlardan birkaçını şöyle bir serpiştiriveriyor sohbetlerine. Popüler kültürün bir parçası haline gelen Mevlana'nın durumu sende ne uyandırıyor. Öyle ya da böyle dikkati çekmesi bir kazanç mı yoksa yozlaşma mı sence?
47
Çevirmenin Adı Yok Duygu Atay / duyguatay1@hotmail.com
cy a
Dünyanın en eski mesleğinin fahişelik olduğu söylenir hep. Bu kısmen doğru olabilir. İnsanlar mağara devrinde de, ilkel feodal toplum düzeninde de bu mesleğe gereksinim duymuş olabilirler. Ne var ki, yüzyıllardır bilinen bu söylem, belki bu meslekten de daha eski olan çevirmenlik için hiç kullanılmamıştır. Yazının icadının M.Ö. 7-8 bin yıllar arasında olduğu (Akadlar-Sümerler) düşünülürse, daha da önceleri belgeye gereksinme duymadan yapılan ticaret-mübadele-devletlerarası anlaşma gibi durumlarda, farklı dillerden insanlar karşı karşıya geldiklerinde nasıl anlaşıyorlardı acaba? Çeviri gereksinmesi olmasaydı, dünya bu günkü haline gelebilir miydi? Tarih bilimi, çeşitli ulusların vakanüvislerini çeviri olmasa nasıl bilebilecekti? Nereden okuyabilecekti insanlık Shakespeare dizelerini, nasıl haberdar olabilecektiler Newton'dan, Galilei'den?
pe
Buraya kadar kimsenin bilmediği bir şey yazmadım. Nedir, bilinenleri doğal kabul etmekten dolayı gereken önemi vermeyiz, kendi işimize bile. Ben bu yüzden çevirmenlik mesleği için dünyanın en eski ve ayrıca en önemli mesleğidir diyeceğim ve bu savın arkasında duracağım. Bilim konusundaki çeviriyi, konumuz olmadığından bir yana bırakıp, işin edebiyat tarafına ve olumsuz da sayılabilecek örneklerine gelelim: Bir yazarın kendi dilinde yazdığı yapıtın, kendi dilimize çevrildiğinde ne kadar doğru olduğu, çevrilen dili bilmeyen insanlar için hep kuşkuludur. Belki de yazar, bambaşka şeyler yazmıştır da, çevirmen kendi kafasına göre çevirmiştir. O zaman biz o yazarı ancak onun çevirdiği kadar tanıyabiliriz. Panait Istrati hayranları örneğin, gerçek düşüncelerini, duygularını mı okudular onun, yoksa çevirmeninkileri mi? Burada elbette karşılaştırmalı çevirilerden söz etmek olası. Ne var ki bu durum da yaygın Batı dilleri için geçerlidir. Bir Ibsen, yaygın batı dillerinden yapılan çevirisinden çevrilmediyse, ancak Norveççe bilen bir çevirmene güvenmek durumundayız. Mevlana'yı, Şirazlı Sadi'yi Batı dillerine çevrilmedikleri ve bize de ikinci dilden çevrilmedikleri sürece, okuyabilmek için Farsça bilen bir çevirmene güvenmeliyiz. İyi de, karşılaştırmalı çeviri olmadıkça, bu güven ne kadar sağlıklıdır? Karşılaştırmalı çevirilerde bile, son örneğini "Inishmaan'ın Sakatı" olayında gördüğümüz gibi, tartışmalarla karşılaşıyoruz. Tiyatro çevirmenleri de, eleştirmenler tarafından -genellikle- oyunun orijinal metni okunmadığından, kendi dilimize olan yatkınlığıyla değerlendirilir. Birkaç sezon önce Tiyatro Stüdyosu tarafından oynanan "Bağla Şu İşi", bazıları tarafından başarılı bir çeviri, bir kesim tarafından da çok argo bulunmuştu. İyi de, acaba yazarın metni ne kadar uygun olarak çevrilmişti Türkçe'ye? Yine hemen aklıma gelen Mehmet Ergen çevirisi "Inishmorelu Yüzbaşı" oyununda da eleştirmenler ikiye ayrılmıştı. Hatta çevirmen ödül de almıştı. Bu durumlarda bakılan hep Türkçe olmuştur. Türkçe'ye yatkınlık, söylemlerin kulağı tırmalamaması, dublaj Türkçesi olmaması vb. Kıstasların bunlar olmaması gerekiyor aslında. Bir oyunun orijinal dili, yaygın dillerden değilse, diğer çevirileri, yazarın başka yapıtları, biyografisi, çevirinin yetkin olup olmadığının belirtisi olmamalı mı? Bildiğim kadarıyla Tiyatro ödülleri için de şu sıralar sadece Ankara Sanat Kurumu'nun ve dergimizin ödül kategorisinde "çeviri ödülü" var. Bu ödül de, yukarıda yazdığım koşullara değil de, Türkçe'ye gösterdiği özen göz önüne alınarak veriliyor. Ama yine de çevirmenleri özendirmesi açısından önemlidir. Yoksa, oyunun yazarının sürekli ön planda tutulduğu, çevirmenlerin neredeyse yok sayıldığı, çeviri telifinin komik rakamlarda olması, hatta bazen adını yazmanın bile unutulduğu bir tiyatro ortamında yeni çevirmenlerin ortaya çıkması neredeyse olası değil.
48
cy a
Oyun çevirmenleri Yücel Erten, Yılmaz Onay, Zeynep Avcı, Hale Kuntay, Ahmet Levendoğlu, Cevat Çapan, Ali Neyzi söz konusu olunca, eleştirmenler ve izleyiciler güven içinde oluyor, yazarın ' yazdıkları'nın sahneye taşındığını biliyor (bunlar ilk çırpıda aklıma gelenler, diğerleri lütfen alınmasın). Yine de bu durum, az bilinen dillerden yapılan oyun çevirilerinin ikinci dilden yapılmasının ve karşılaştırma olanağının olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Bir Finli, Hintli, Arap, Arnavut, Malta'lı yazarın oyunları, orijinal dilinden çevrilme olanağı olmadıkça, hani çocukken oynadığımız fısıltı oyununda, en son cümlenin bambaşka bir anlam kazandığı gibi, yazarın anlatmak istedikleri mi, yoksa bambaşka şeyler mi olduğu sorusu, içimizi kemiriyor.
pe
Buraya kadar yazdıklarımdan, çevirmenliğin dünyanın en eski olmayabilir ama, en önemli mesleği olduğu savı, üstünde biraz düşünmeyi hak etmiştir sanırım. Dünyanın en önemli mesleği dedim çevirmenlik için. Tiyatro dışına dönecek olursak, bu savımı pek çok örneklerle pekiştirebilirim, özellikle siyaset alanında. Yanlış bir çeviri, 3. Dünya savaşının çıkmasına neden olabilir neredeyse. Edebiyat alanında ise örnekleri çoğaltabiliriz elbette. Çevirmenler olmasaydı ne bir Alman'ın Dostoyevski'den haberi olurdu, ne bir Rus'un Tankred Dorst'tan, Fransızlar Virginia Woolf'tan yoksun kalırken, İngilizler Andre Gide'in adını bile duyamaz, Orhan Pamuk Türkçe yazdığı için Nobel alamazdı. Altyazı çevirileri olmasa Woody Ailen filmleri çöpe gider, Ingmar Bergman hiç bilinmezdi. Herkesin bildiği ve onayladığı gerçekler bunlar ama, tersten okunduğunda ortaya çok acayip bir durum çıkıyor. Çevirmenlik mesleği bu kadar önemliyken -bence dünyada bu kadar önemli bir meslek yok- çevirmenin adının, esamesinin bile okunmaması nasıl açıklanabilir sizce? Pek çok çeviri oyunun çevirmeninden izin alınmadan, korsan olarak oynanmasının, çevirmenin adının afişte yazılmamasının suçu, o çeviriyi göz nuru dökerek, emek harcayarak, kendi dilimizde anlaşılır hale getiren çevirmenin suçu mudur? Böyle durumlarda telif oyun yazarı hemen mahkemelere koştururken, hem de ödenekli tiyatrolarda oyunları oynandığında aslan payını aldığı halde, çevirmene neden ikinci sınıf emek harcayan gözüyle bakılır? "Eh işte, biraz dil biliyor diye, hasbelkader çevirmiş oyunu" mantığı, size bir Thornton Wilder oyunu armağan eden kişiyi küçümsemeye yeter mi? Varsayalım ki çeviri iyi değildir, aceleye gelmiştir, yazarın söylediklerini tam aktaramamıştır. Öyle bile olsa, az şey midir hiç tanımadığınız bir yazarla sahnede tanışmak? Semih Çelenk çevirisi "Ezilenlerin Tiyatrosu" olayını da bu arada anımsatalım. Az gürültü kopmamıştı o kitap üstüne. Ama biz Augusto Boal'ı o kitapla tanımadık mı? Biz derken, ikinci bir dili bilmeyen mutsuz azınlıktan söz ediyorum. Yazdıklarım, kendi içinde çelişkili görünebilir. Zaten onun için yazdım. Amacım çevirmenlik olayını yüceltirken, çuvaldızı da batırmak. Dikkat çekmeye de çalıştım. Yazarlığın, üstünde bunca tartışılan konumunun yanında çevirmenliğin de iyisiyle kötüsüyle tartışılması gerektiğini, her an soluduğumuz için önemini ancak havasız kaldığımızda anlayabildiğimiz hava gibi, değerini ancak düşününce anlayabileceğimizden, çevirmenliğin üstünde konuşulmasını istedim, hepsi bu. Evet, bence çevirmenlik "Dünyanın en önemli mesleğidir", kesin. Buna inancım tamdır.
49
cy a
Bienaldeki Teyatral Uzamlar Yusuf Eradam / yeradam@gmail.com
"Öznel illüzyonun adı özgürlükse, nesnel illüzyonun adı gerçekliktir."
50
pe
Bienal heyecanı aylar öncesinden sarmıştı beni. Özel biletimi de pasaport yanına koyup bekledim. Açılış gününden önce bizlere özel turu da kaçırmadım haliyle. İlk tur Atatürk Kültür Merkezi'ndeki enstalasyonlaroldu.
Baudrillard'ın bu sözüne doğru dersek, sonuçta yanılsamanın (saltık) gerçek olduğu fikri kalıyor. Öznel ya da nesnel, özgürlük de yanılsama, gerçeklik de. Bu önerme de haliyle, kendi kendisini imha ediyor. Bir gerçeğe parmak başarmış ya da ışık tutarmış gibi, ama bu da bir yanılsama olabilir.
"başarısız ütopya" diye tanımlandığı bir cümleyi müteakiben Rusya'daki modernist ve kullanılmayan bir otelin belge olsun diye çekilmiş gibi yine kötü fotoğraflarına baktık. Ardından da Paris'te kütüphane olamamış bir binanın içinde yalnız oturan bir iki kişi ile ıssızlığa yakınlığını, onun içindekilerin bu ıssızlığı fark etmiş bakışları sayesinde anladık. Bomboş olsaymış daha iyiymiş. Tertemiz gıcır gıcır bir kütüphane, sadece kitap yok, boş rafları ile kullanmayanların orada oluşları ile tekinsiz evet, ama pek bir bakımlıydı. Müzik eşliğinde iç içe geçmiş iki ayrı çekim görüntüler beni pek etkilemedi. "Terk edilmiş umarsız dünyanın tüm hafızasıymış meğer." Yine kutsileştirme eğilimi, yine narsisizm kokusu. Dördüncü olarak, Birleşmiş Milletler binasının fotoğrafları geldi. Mekân bilinci genellikle insansız yansımış fotoğraflara, yine kalitesiz fotoğraflar ama tekinsizlik ille de imansızlıkla ilintilenmeye çalısılıyormuş gibi bir izlenim ile
Bienal heyecanı aylar öncesinden sarmıştı beni. Özel biletimi de pasaport yanına koyup bekledim. Açılış gününden önce bizlere özel turu da kaçırmadım haliyle. İlk tur Atatürk Kültür Merkezi'ndeki enstalasyonlar oldu. Bir tiyatro ve gösteri merkezleri binası AKM. Taksim'in belirteçlerinden (di). Yıkılacak, yıkılıyor... Rehber eşliğinde "Taşlara ağla/Weep into Stones" diye bir "ben yaptım oldu" arsızlığında ve evrensel bellekten uzak kötü bir enstalasyondan sonra sosyalizmin
AKM mekânı içinde mekânları duvarlara asılı fotolardan filmlerden izliyoruz. Beşinci sırada, Ermenistan'da deprem sonrası ıssızlaşmış bir yerleşim merkezinin fotoları su basmış gibi bir zemine oturtulmuştu ve hayalet şehir biraz da Spielberg'in Yapay Zekâ filminin son görüntülerindeki sular içindeki New York görüntülerini anıştırırcasına etkileyiciydi. Venedik de geldi aklıma. Sular altında kaldıktan sonraki Venedik. Tabii ki ilk akla gelen, bu binaların yerleşim merkezleri, yani ev oldukları, birilerinin yuvası olduğu. Deprem sonrası, yitirilmiş ev/yuva anlamı ve hayatı simgeleyen suyun ortasında üstelik sudaki yansıma ve gölgeleriyle köşeli duruşları mutlak gerçeklik hissini, öznel gerçekliği, nesnelleştiriyor gibiydi. Bilinçli bir yalın anlatım ile istenen ıssızlık ve tekinsizlik bu fotoğraflarda sağlanmıştı. Sırada Everest'e tırmananların enstalasyonu vardı. TV'de zirvede
Avrupa ise yirmi tabakadan oluşuyordu, yirmi tabakanın üzerinde AVRUPA yazıyormuş, harfler yerlere düşmüş dağılmış. Yani kutu üzerinde 120 harflik boşluk var. Böyle bir dağılma önsemesi ve yine basit bir fikir, numerolojik saplantılarımla bir anlam da çıkaramadım ve biz daha üye değilken pek bir anlam ifade etmedi bu ahşap enstalasyon da. AKM'den çıkınca gördüğüm bir balici çorba parası isteyince şunu yazdım kafama: Hayat vermediklerimiz, hayatımızın tadını kaçıracaklar ve biz o yapılar-o gövdeler-o kurumsal emniyet içinde yok olacağız.
rüzgârından sallanan salıncak tekinsizliğe ve insanın insanı kıymaktaki becerisine doğrudan gelen bir tepki gibiydi, sıfır rakamı gibi. Orada ama yok ve de yok bir değeri. Ürperdim. Everest Tepesi'nin kesilmişliği muzipçe bir fikirdi, bu da aynı fikirdi ama muzipçe değil, can yakıcıydı. John Berger, Görünüşe Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar (Metis, 1999) adlı kitabında, sanatçıların dua ettiklerini iddia ettiği bu boşluğa tanrı diye sarılıyor (ressam David Hockney'in kızkardeşinin nesneler arasındaki boşluğun tanrı olduğuna inancına dayanarak, s.21). Tanrı savaş zamanında, salıncaklar arasındaki boşluk değil. Olsa, çocukları görürdük. Tanrı olsa, çocuklar yaşardı. Tanrı, 19. yüzyıl doğalcılık akımındaki gibi ya kayıtsız insan acısına ve kederine ya da acımasız ve cezalandırıcı mı? Yoksa, Tanrı sanılan o boşluk, sadece bir boşluk mudur?
a
Antrepo No:3'te yer alan enstalasyonlar (birçok görsel disiplinin araç, gereç ve yöntemlerini kullanabilen melez (hibrid) bir sanat türü olan yerleştirme sanatı) da bir sahnedeki oyuncular ve dekor parça ve ayrıntıları gibi hem birbirlerinden bağımsız hem de birbirleri ile ilintili olarak anlam ve değer kazanıyorlardı.
Duvardaki yazı-metnin slayt gösterisi: Breton'un Ne w York'a gidip de İngilizce'yi bir türlü öğrenemeyişi ama hayatın ta kendisinin sanat olduğu ana fikrini işleyen, sokakta olup biten her şeyin sanat olduğunu, her şey sanattır, sanat her şeydir diyen metni de birçok kişi beğeni ile izledi. Metin yazarının Baudrillard'a katılmadığını düşünebiliriz, ya da Baudrillard
Sırada Everest'e tırmanan ların enstalas yonu vardı. TV'de zirvede çektikleri filmi izliyoruz. Cam fanus içinde Everest'in (güya) kesilip getirilmiş buzlu zirvesi, yanında da dağcıların çadırları, sandıkları ve malzeme leri.
cy
Bu mekânın özel teması değilse de, tekinsizlik konusuna en iyi örneklerden biri de Antrepo'daki salıncaklardı. Üzerinde sallanıyor olması gereken Iraklı çocuklar yok. İsimleri yazılmış deri salıncaklar, askeri nizamda birbirlerinden eşit aralıklarla simetrik sallandırılmışlar tavandan aşağı. Salona girenin
pe
çektikleri filmi izliyoruz. Cam fanus içinde Everest'in (güya) kesilip getirilmiş buzlu zirvesi, yanında da dağcıların çadırları, sandıkları ve malzemeleri. İngilizce'de inanmadığınız zaman "As if!" diye karşılık verirler ya, işte onun gibi "Yaa, tabii, peki, yedik biz de zaten!" ya da "Yok ya, daha neler!" gibisinden bir karşılıktır. İlginç buluşları sanat eseri diye izlemeyeceğiz. Orası burası değil, buradaki tepe ama Everest değil. Tiyatrodaki -mış gibilik benzeri bir yanılsama yaratılıyor. O sırada da son eser ses enstalasyonundan yıkım ile ilgili protesto konuşmalarının sesleri, nutuklar ve ardından da AKM'nin yıkımının sesleri ile bir ses enstalasyonu ile henüz yıkılmamış binanın içinde oluşumuzla tekinsizliğe son noktayı koyuyor. Pencereden Taksim'e bakıyorum, bu binadan bir daha Taksim'e bakamayacağım, ama ömrüm yeterse yerine yapılan binadan bakabileceğim belki. Ama hoparlörlerden gelen sesler, içinde bulunduğum zamanı gelecek zaman yapıyor, içinde durduğum ve şimdi burada var olan binayı yok kıldığı için de yıkımın önsemesi diğer fotoğraflarla da anlam bütünlüğü içinde AKM'yi şimdi burada gibi ama yok kılıveriyor; yok ama burada gibi tersinlemeleri ile iç içe yanılsamalardan oluşma öznel gerçeklikler sergisiydi AKM enstalasyonları. Tomaha Yoneda'nın ıssız doğa fotoları daha iyiydi ve o boş uzam içinde kendimizi düşlediğimizde ürpereceğimizi, yapayalnızlığı içimizde duyumsadığımızda o uzamın da ancak tekinsizlik kazanacağını düşündüm. Boşluğu görmek ve boşlukla tek başına yüzleşmek zorunluluğu tekinsizlikle ilintilenebilir. David Hockney'in resimlerindeki insanlı ıssızlığı da anımsatan bu fotoğraflardaki boşluk kendi içimdeki boşluğu da çağrıştırınca ürperdim. Bu konuyu birazdan Berger'den yapacağım bir alıntı ile açacağım. Avrupa'nın parçalandığını da her yüzeyi yerinden oynamış kare bir odacık temsil ediyordu. Bu hücre
51
a
arkasından bakmaya. Antrepo 3'e üçüncü kez sadece gece açık olan "Rüya Evi" için gittim. "Rüya Evi" Antrepo 3'ün içine yerleştirilen yükseltilmiş platformlardaki yapıtlardan oluşuyor. Bu sergi, Bienal izleyicisine, yapıtlar aracılığıyla gece aktivitelerini deneyimleme fırsatı sunuyor: "Rüya görmek, hayal kurmak, çalışmak, uyumak..." diye sunuluyor, tanıtılıyor bu etkinlik e-posta iletilerinde. "Rüya Evi" bu "iyimser" amacından çok uzaktı. İlk neden şu: Antrepo içindeki sanat yapıtlarının hepsinin bu "konsept" içine dahil edilemeyişi, bazı bölümlere "YASAKTIR" şeritleri konulması. Sanatın özüne aykırı şeritlerin ve görevlilerin öcü gibi izin verdikleri ölçüde enstalasyonlar, onların arasında "ortalıkta" dolanan çoğu genç sanatperverlere maruz bıraktılar kendilerini. Berger, yukarıda sözünü ettiğim kitabında, tıp doktoru Sileus'un mistik bir şiirinden alıntı yapar; burada tartışmak istediğim meseleye çok uygun bu iki dize:
cy
Uzamın bana sorguladığı olgu ise şu: Bu öznel yanılsamaların, yani sanatçının özgürce yarattığı yapıtlar sadece "izlenmeye" değil de yanındaki öteki enstalasyon ile ya da onun tersine bir anlam da kazanıyor, hatta Antrepo'ya şimdilik üç kez gittiğim için biliyorum, her gidişinizde her yapıttan ve çevresinden, içinde bulunduğu mekânın ayrıntılarından (gezenler de dahil) başka anlamlar, yaşantılar ve fikirler üretiyorsunuz. Eski bir dostunuza rastlamaktan tutun da, "Bu gördüğünüz sadece bir duvarı aynalı koridor değil, içeri girin, öyle sadece fotoğraf çekip kaçmayın, bir lâbirent, sonunda sürpriz var" diye uyarırsınız bir genci tasavvufu bir lâbirent ile anlatan enstalasyon odaya dikkatini çekerek; o da sevgilisini kaptığı gibi girer Rumi'den alıntılı aynalı labirentin sırrının
pe
Antrepo No:3'te yer alan enstalasyonlar (birçok görsel disiplinin araç, gereç ve yöntemlerini kullanabilen melez (hibrid) bir sanat türü olan yerleştirme sanatı) da bir sahnedeki oyuncular ve dekor parça ve ayrıntıları gibi hem birbirlerin den bağımsız hem de birbirleri ile ilintili olarak anlam ve değer kazanıyor lardı.
o sanatçı için "Onunki de bir yanılsama, bu sanat yapıtıysa ve sanatçı bunu özgürce söyleyebiliyorsa, bunu yapabilmek özgürlüğüne sahip olduğunu sanması öznel yanılsamadır. Ama beni okula götüren taksi şoförüne sanat bienalinden haberi olup olmadığını sorduğumda, bilge şoför de "Hayatın ta kendisi sanattır hocam, her şey sanattır" deyiverdi. Şaşırdım. Antrepo'da senin fikrini destekleyen bir metin var dedim, sevindi.
(La rose qui contemple ton oeil de chair A fleuri de la sorte en Dieu dans l'eternel.) Senin etten kemikten gözünü seyreden gül Böylece çiçek açtı sonsuzdaki Tanrı 'da. (çev. Bülent Somay)
Batının narsisistik duruşunu bu beyitten daha güzel ne özetleyebilir ki. Doğayı narsisistçe sömürme yetkisini doğanın ta kendisi veriyor sanki; gül bakanın gözüne bakıyor ki o göz de onu görsün. Ama bu noktaya dönmeden önce "Rüya Evi" kapsamına alınan yapıtların yetersizliğine de değineyim. Daha önce bu mekânda "sergilenen" yapıtların bir kısmının da "Rüya Evi" kapsamı içerisinde değerlendirilebileceğine inanıyorum; örneğin, aynanın arkasındaki sırrı öğrendiğimiz lâbirent. Bir de "Rüya Evi" kapsamı içinde olan yapıtların da yanlarındaki "Dokunmayınız, basmayınız, yapmayınız, etmeyiniz" uyarıları rüyayı karabasana da çevirmeye yetebilir. Daha doğal ve özgürce rüya görmeye müsait bir mekânda yapılabilirdi bu etkinlik ve gelenler sanat yapıtları arasında dilediklerini yapabilirlerdi. Sanatçılar ya da düzenleyiciler de sonuçtan başka fikirler çıkarabilirlerdi. İstanbul'un çeşitli yerlerine "mıhlanan" inekler gece gündüz halkın sadece temaşasına bırakılmadı. Galatasaray Meydanı'ndaki Latif Demirci karikatürleriyle süslü inekten Demirci'nin çizgileri yağmalanmıştı benim gördüğümde. Bu "vandalizm", yukarıdaki Sileus şiirinin saçmalığını da belgeliyor. Berger'e katılmayışım bu yüzden. Kayanın dibinden fışkırmış çiçeği, "Aman bu ne güzel bir şey, harika kokuyor, dur şunu koparıp eve götüreyim" demeyi öğrenmiş kişi, Emerson'ın "The Rhodora" şiirindeki bilince sahip değildir. Doğanın kendisini güzel hissetmesi, estetik bulması ya da kendisine kutsallık bindirmek gibi bir gereksinmesi yoktur; adı üstünde doğaldır. Doğallığı bu denli önemseyişimizin sebebi de budur. Seyreden gül değildir; gülün öznelliği, bağımsızlığı ve doğallıkla açıveriyor olmasındaki Tanrısallığa hayran kalan aciz insan, doğanın gereksinmelerinden biri olmayan insan, sadece görmekle, hayran olmakla yetinemez de hasetinden koparır o gülü. Kendi açığını
cy a
Bir de tabii, yıkılması gereken AKP'dir belki ama bu bina da Taksim'i güzelleştiren bir anıt değildir. Yerini dolduracak olan bina bir cami olmasın da New York Metropolitan gibi belli etkinliklere doyurucu mekân olarak hâlâ hizmet verebilen ve sanat dendiğinde artık turistik açıdan da "ikonlaşmış" bir yapı olabilir. AKM binası da, bu tezi desteklersek yıkılmayabilir, yıkılmasın da, ama salt kutsileştirilip bir ideoloji simgesi olduğu için değil, artık bunca yıl sanata ev sahipliği yapmış, kimilerine göre çirkin bir bina olmasına karşın, ikonlaştığı için. Yanındaki park alanı da dahil çevreye yayılıp genişleyebilir AKM. Sanatsal mekânların iktidarın ideolojisine teslim belediyelerin insafına kalması "yazgı" olduğu sürece de, ne söylersek laf olarak kalacaktır. Madımak Oteli, tekinsiz bir mekân mıdır şimdi? Belleği tamamen unutturacak temel gereksinim olan açlığı gidermeye hizmet etmektedir şimdi, altındaki kebap lokantası ile. Orada otuz yedi kişinin öldürüldüğünü bilen
pe
kapatmak için evine götürür, bir ayıbını, bir çirkinliğini örtsün diye. Oyunculuk hocası dostum Gülebru Turna'nın evimde gördüğü kurumuş ama renklerini koruduğu için atamadığım çiçeklere "Aa çiçek cesetleri" deyişi bundandır. Sileus'un şiirinde doğadaki saltık duruştan esinle insanın kendisini kutsallaştırma eğilimi de vardır. AKM'deki "Tekinsizlik" temasının özünde de bu sevimsizlik yatıyordu, korku öğreten ve artık sanatsal işlevlerini yeterince yerine getiremeyen bir binayı salt adında Atatürk olduğu için ya da salt hepimizin karşı olduğu bir iktidara karşı duruşu temsil ediyor derken yüzde elli oyla hepten başımıza bela kesilen o iktidarın onu yıkmaya çalışması yüzünden, onu kutsallaştırıp mabetleştirmemiz gibi. İçindeki sanat yapıtları da (dağın tepesinin kesilip de AKM içine konmuş gibiliği ya da AKM'nin yıkılma ses enstalasyonu dışında) hem alan yetkinliği açısından zayıftı hem de mekânın tekinsizleştirilmesinden çok, zavallılaştınlmasına yaramıştı.
de bilmeyen de orada kebap yemektedir. Yerine, tekrarı olmasın niyetiyle, bir Madımak Çiçeği Kültür Merkezi yapılabilmiş midir? Yerine değilse de inadına, kebapçının karşısına bir yere ya da. Şimdi belki Sileus'un şiiri anlamlanır: Madımak kebapçısı, etten kemikten gözümü seyreder ve kıs kıs güler sonsuzdaki Tanrı 'da. Ha Za Vu Zu grubunun "Dişlerimiz Bembeyaz Olacak / Our Teeth Will Be Snow White" isimli projeksiyon ve seslendirmeden oluşan performansı da gelenleri katılımcı değil, izleyici olarak benimsemiş bir gösteriydi. Antrepo içinde belli alanları kapatıp belli alanları "Rüya Evi" diye sınırlamışlar, yukarıdaki asma kata çıkan merdivenlerde gençler duruyordu, büyük olasılıkla tiyatrocu gençler ve karşımızdaki duvara yansıtılan kaotik ve kakafonik görüntüleri seslendiriyorlardı. Örneğin, bir siyasi toplantıda alkış tutan bir siyasinin el çırpması kesik kesik gösteriliyor, gençler de ŞAK ŞAK ŞAK diyor, bir yandan da sessiz
Mekân bilinci genellikle insansız yansımış fotoğraflara, yine kalitesiz fotoğraflar ama tekinsizlik ille de insansızlıkla ilintilenmeye çalışılıyorm uş gibi bir izlenim ile AKM mekânı içinde mekânları duvarlara asılı fotolardan filmlerden izliyoruz. 53
bedeni, o gövdedir mekân ve içine yerleştirilen sanat yapıtları ile önseme (foreshadowing) sayesinde ya da yıkılacağını bilişimiz yüzünden "surete" dönüştürülen, hem de daha biz orada dururken. İkiz Kuleler'in yıkılmasının etkisini yapmayacaktır, çünkü o bir sürprizdi ve şimdi sokaktaki her şey gibi ve de özellikle TV'de yayımlandığı için ve birçok tekrardan ibaret gösteriye dönüştüğü için belleklerde yeri kalmış bir sanat eserine dönüşmüştür bu binaların yıkılması ve boşluğu dokunaklıdır, uzam ve uzantıları ile yan anlamları kutsileşmiştir. AKM'de ise bu etkinin tam tersi yaşanmaktadır. Yıkıldıktan sonra da bir süre bazılarımızın canını yakacaktır, ama sonra mutlaka unutulacaktır çünkü şimdi ve burada onun yerinde başka bir simge ya da ikon yer alacaktır. Bienal, gezebildiğim kadarı ile bana Lars von Trier'in Dogville adlı filminde bir kapı önüne yerleştirilmiş Musa adındaki köpek çizimini anımsattı. Orada durması sponsor sermaye tarafından uygun görülmüş, uygunlaştırılmış ara sıra da var olduğunu zannedelim diye hav hav sesini duyduğumuz bir yaratığı anımsattı. Bienalde, anlam bindirebilene dokunaklı gelen kimi yapıtlar dışında, o köpek, filmin sonunda olduğu gibi canlanıp ona bakanın yüzüne yüzüne, yerden yukarı doğru, tanrısal boşluğa har har har ürümüyor. Uygunlaştırılmış ve bahşedilmiş sanat, rahatsız edemiyor. Tüketmeye azmettiriliyoruz gibi geliyor bana hâlâ ve sanatçıların egolarının dünya meselelerinin önüne geçiyor olmasından kuşkulanıyorum. Daha iyi, daha güzel barış dolu bir dünya umudu da başka bahara kalıyor haliyle. Keşke diyorsunuz, keşke Rüya Evi'ni dişleri bembeyaz Iraklı çocuklar istila etseydi. Bizleri çeke çeke boş salıncaklara bindirtselerdi kendilerini. Biz sallasaydık onları düşlere, öznel gerçekliklere, özgürlük yanılsamalarına.
pe
cy
a
görüntüye el şaklatarak ses veriyorlardı alay eder gibi. Giderek "absürde" yakın ama yeni olmayan ve bizleri rahatsız etmeyen bir sunumdu. Kimi yerlerde "acappella" armonilerle eşlik ettiler görüntülere, kimi sesleri kısa dediler, kimilerini uzattılar. Örneğin, geri sayımda on... dokuz... sekiz vb. döööört diye uzattılar ve bu uzatmalar kimi başka sözcüklerde yinelendi, metin bütünselliği içinde tutarlıydı, ama yan taraftan gelen ışık duvara yansıtılan görüntüleri iyi izlenmez kılıyordu. Bir de birçok özlü söz sıkıştırma merakına yenik düşmüş bir metindi, ama biri aklımda kaldı katılmadığım için: VAR OLAN HER ŞEY YOK OLMAYI HAK EDER. Yaşayan her şey yok olur dese biraz katılırdım ama yok olmayı hak etmek hem adalet hem de ahlâk kavramları ile birlikte ontolojik açıdan tartışmaya açılası ve açılımları faşizme dayanabilecek bir saçmalıktı. Bu saçmalıkla alay edildiği fikri vardıysa da bize geçmedi. Sonra hep görselde sunulanı alaya alan biçemini sürdürerek uçak gemisine inemeyen helikopter, yolundan çıkan tank görüntüleri üzerine oyuncuyu galeyana getirmek isteyen seyirci sesleri "TANK TANK TANK!" ile militarizm ve savaşkan ideolojilerle alay ediliyor gibi geldiyse de, gösteri bitince uyumsuzluktan, anlamsızlıklardan anlam çıkmadı, bana da temiz dişler kalmadı.
Bienal, gezebildiğim kadarı ile bana Lars von Trier'in Dogville adlı filminde bir kapı önüne yerleştirilmiş Musa adındaki köpek çizimini anımsattı. 54
Sanat uzamını genleştirdikçe ve uyumsuzluğunu, hatta saldırganlığını sürdürdükçe var olacaktır. Düşündürtmeyen, sorgulamayan, kendisine maruz kalana sunulan gerçekleri sorgulattırmayan yapıtlar önünde sonunda "mediokrite " kuyusunda yok olacaklardır. İçinden fışkırdığı yanlışın verdiği ilhamdan yaratılan eser o yanlışa karşı duramaz, çünkü onun içindedir; içinde durmadıkça da, zararsızdır, tehlikesiz ve vasattır, silinir, yıkılacaktır, yıkılır. AKM içindeki enstalasyonlar, bu kabullenmişliğin dışavurumlarının iç mekâna yerleştirilmiş halleridir ve AKM
Ressam arkadaşım Onur
Fendoğlu ile biz şöyle bir enstalasyon tasarladık: Ziyaretçileri "Etkin katılımcı olacaksınız, alın şu toplan elinize" diyerek büyükçe bir odaya tıkıyoruz. Onlar içeri girince kapıları kapatıyoruz, sürgülüyoruz onları içeri ve içeriye "Şimdi top oynayın!" komutu vererek yavaş yavaş o hücreyi ısıtıyoruz. Onlar oynarken fark etmiyorlar önce odanın ısısı mı arttı, yoksa hareket ettikleri için mi terliyorlar, ama sonunda anlıyorlar tuzağa düşürüldüklerini ve kapılara koşuyorlar. Panik başlıyor, bu görüntüleri dışarıya, TV'den Biri Bizi Gözetliyor kameraları aracılığıyla yayımlıyoruz. Toplanan kalabalık can havliyle birbirini ezen ve yanmak üzere ziyaretçileri alkışlıyor. Bu alkış sesleri de kapalı odada yananların kulaklarına gidiyor. Çaresizlik içinde kimsesiz kalıyorlar ve soyunmaya başlıyorlar. Schindler'in Listesi'ndeki gibi umutlarını yitirdiklerinde, tepeden gaz yerine su veriyoruz. Çıkıyorlar dışarı sonra, duvarlardan, yerlerden şu yazı ilerliyor önlerinde: Küresel ısınmaya dur de! Hemen şimdi! Gezegeni tüketmeye devam ederseniz SU olmayacak, yanacaksınız! İçerden çıkan mağdur sanatseverler bizi dava etmek üzere mahkemelere gidecekler belki, ama uyumsuzluk budur, sanatçı göze alır fikrini. Gösteriye katılanlar böylelikle bizim öznel gerçekliğimizi, özgürce ve arsızca yarattığımızı, nesnel gerçeklik olarak yaşayacaklar. Biz de onlara, "Bu bir yanılsamadır, siz bunu yaşamadınız, ama azmederseniz, tuzukurulukta ısrar ederseniz bu yanılsama gerçek olacak" diyoruz işte. Bienal kitapçığının girişindeki "Önsöz" çok güzel, hedef çok yerinde saptanmış ama daha çok var sevgili Bienalciler, daha gideceğiniz çok yol var, öznel gerçekliğiniz gövdelere kısılırsa ve sanatı uslandırılmış, denetlenmiş sunarsanız daha çoook karışlarım alnınızı. Vasat olan yıkılır, fikri kalır. Gerçeklik öznel ya da nesnel yaşanır, fikir kalır.
cy a
Sahnenin Boğuntusu, Tiyatronun Sonsuzluğu
pe
Sadık Aslankara/ msaslankara@hotmail.com
"GAF, küresel anlamda en çok kazandıran, birer endüstri haline gelen seks ve şiddeti ele alıyor öncelikle. Beyinlerimiz yıkanıyor durmak sızın."
"Sadık Seyirci"nin yeni mevsimdeki ilk yazısını Semaver Kumpanya'ya özgülemeyi kurmuştum, tiyatrolara gecikmeli devlet yardımı açıklanıp da Türk tiyatrosunun yüz akı topluluklarından biri gördüğüm gruba herhangi yardım yapılmadığını öğrendiğimde... Ne ki seyir gündeminizi tutturamıyorsanız, yazınızı da denk getiremiyorsunuz bu doğrultuda. Ama borcum borç, önümüzdeki ayların birinde "Sadık Seyirci"yi Semaver Kumpanya'ya ayıracağım, şimdiden söylemiş olayım...
Bu mevsimin ilk oyununu ağustosun sonlarına doğru izledim, herkesin tatil yaptığı ya da kimi toplulukların gerinip kaşınarak provalar için ısınmaya
çabaladığı günlerde yani... Serkan Öz'ün yazarlığı, tasarımı, yönetimiyle, Günay Ertekin'in dramaturgisiyle, Gözde Çetiner, Güliz Şirinyan, Ozan Ayhan, Serkan Öz'ün oyunculuklarıyla sunulan bir oyun: Çıkış Yok.
kendilerine yeni alan, sahne seçenekleri oluşturmaya çabalayan topluluklar, bu deyimi anıştırırcasına "sahne oda, bakla sofa" yerler bulup tiyatro kuruyorlar, buralarda oyun sunuyorlar.
"18 yaş sınırı"nm getirildiği oyun GAF topluluğunca sunuluyor. Nerede? Beyoğlu'nun ara sokaklarında, yine bir eski İstanbul yapısında, hem de herkesin yiyip içtiği Nevizade'nin bitişiğinde Topçekenler Sokağında. (Tel. 212.2440677)
Hiç kuşku yok ki bu tür topluluklar, daha çok ekonomik sıkıntılarını aşmak amacıyla böylesi bir yaklaşımı benimsiyor. Ama bu yaklaşımın gide gide estetik bireşime doğru gittiğini, bu kavrayışın okul oluşturmaya başladığını görmemek için kör olmak gerek.
Sahne Oda, Bakla Sofa... Türkçenin güzelim bir deyimi vardır, bilirsiniz; "nohut oda, bakla sofa". Son yıllarda arka arkaya kurulan,
Bu tür örneklerin bize özgü olmadığını da biliyoruz elbette. Ne ki giderek modele dönüşen bu bireşimin tartışılması da gerekmiyor mu? Bu kez ucundan,
55
Levendoğlu'nun yönettiği Bugün, Yarın I Teyzem ve Ben, tek odada geçen bir oyun. Bunun gibi pek çok oyun da gösterilebilir kuşkusuz. Bunlara, ruhsal havaya, ortama özgülenmiş gerilimli, çok katmanlı yüzlerce oyun eklenebilir üstelik... Salonlarda oda tiyatrosu yapılırken odada tiyatro yapılamayacağı nasıl düşünülebilir? Öyleyse gelin, odadaki tiyatroya bir göz atalım şimdi...
cy a
kıyısından bunu yapmaya girişeceğim kendi payıma.
1980
sonrasında bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğmuştur Ali. Aile, Ali de içinde 12 Eylül'ün yarattığı bütün acıları çekmiştir. Ne var ki aradan geçen çeyrek yüzyıl sonra Ali artık başka bir yerdedir. 56
pe
İki sezondur apartmanlarda sunulan oyunlardan dot yapımı Bryony Lavery'den Füsun Günersel'in çevirip Mustafa Avkıran'ın yönettiği Frozen I Donmuş, Tracy Letts'ten Füsun Günersel'in çevirip Murat Daltaban'ın yönettiği Böcek, Emre Koyuncuğlu'nun yazıp yönettiği Lushtiyatro yapımı Kendine Ait Oda, No: 104 bu modele uygun oyunlar olarak alınabilir sanıyorum.
Kuşkusuz kimi topluluklar da, örneğin Tiyatro Pera "oda tiyatrosu" sayabileceğimiz yapılarda sergiliyor oyunlarını. Ancak tiyatro sanatının tüm açılımları, olanaklarıyla birlikte, "salon tiyatrosu" bağlamında yaklaşım sergilediğinden yukarıda sözünü ettiğim modelin dışında değerlendirilmesi gerekiyor bu toplulukların.
Sonra çok olanaklı sahnelerde olsalar bile toplulukların sergilediği kimi oyunlar uzam bağlamında tek odada geçiyor. Örneğin Tiyatro Stüdyosu'nun sunduğu Morris Panych'den Füsun Günersel'in çevirip Ahmet
Oda Tiyatrosundan Odadaki Tiyatroya... "Oda oyunları", tür bağlamında apayrı bir yazının konusu. Burada özellikle Türk tiyatrosunun kendi gerçekliği içinde odaya sıkışıp kalan tiyatro toplulukları söz etmek istediğim. Oyun dağarlarını bu anlayış yönünde belirleyen, seçimlerini öznel yeğleyişleriyle yapan topluluklar da söz konusu, ama ben daha çok yaşadıkları koşullardan ötürü bir odaya sıkışarak tiyatro yapmak zorunda kaldığını düşünen topluluklar için ele alayım istiyorum konuyu. Ancak Türk tiyatrosunun, ekonomik güçlükler nedeniyle, çaresizliğin itmesi sonucu yönlenişiyle, estetik bağlamda ulaştığı bireşime dayalı olarak
"oda"yı yeğleyişinin özellikle son yıllarda gide gide çakıştığı, örtüştüğü de gözlenmiyor değil. Bunun sonucunda ekonomik olanaksızlıklar tiyatroyu odaya doğru geri çekilmeye zorlarken estetik anlamda topluluklar gide gide içine kapanan, kendi döngüsü içinde çıkışsız bir sarmalın ürettiği sorunlarla boğuşur hale geliyor ne yazık ki... Yukarıda andığım oyunlar, bu söylediklerimin birebir örneğini oluşturuyor değil elbette. Ne ki tiyatro sanatının evrensel, çoksesli, çok boyutlu yapısı yanında bu örneklerin, bunları ne ölçüde yansıttığı da tartışılabilir herhalde. Nitekim Böcek, Kendine Ait Oda, No: 104, son olarak izlediğim Çıkış Yok, hep odada geçen, ruhsal karmaşayı, hatta ötesinde yarılmayı öne alan, bu arada toplumsallığı daha çok arkada fon biçiminde kullanan oyunlar. Bu üç oyundan kalkarak bir ölçüde ülkemizin öznel koşullarından kaynaklanan bu tür oda oyunları için genel özellikler şöylece sıralanabilir sanıyorum: 1. Tiyatro, kendi görselliğinden
Ancak ben, eğer bu bir model olarak geliştirilecekse tiyatromuzda, bunun üzerinde iyiden iyiye durulması, düşünülmesi, yapılacak çalışmaların, tasarım boyutundayken daha, ayrıntılarıyla tartışılması gerektiği kanısını taşıyorum yine de.
Memet Fuat'ın o ünlü deyişini unutmadan tabii... Kırk yılı aşkın süre önce ne demişti Memet Fuat, ufkumuzu açan o seslenişinde: "Oynamak isteyenlerle izlemek isteyenler bulunduktan sonra, her yer tiyatrodur." (Bak.: Her Yer Tiyatrodur, YKY, 1997, 23)
pe
"Neden GAF?/ Çünkü genç bir nefesiz var olmak isteyen... GAF, küresel anlamda en çok kazandıran, birer endüstri haline gelen seks ve şiddeti ele alıyor öncelikle. Beyinlerimiz yıkanıyor durmaksızın. Her yerde aynı. Türkiye'de, Hindistan'da, Almanya'da, Rusya'da... Amerika'da./ Global Art Federation.../ Küresel bir sanat birliği kurmak adına çıktık yola. Türk, Alman, Hollandalı, Fransız, Amerikalı... Rahatsızlıklarımız ortak... Zamanla oluşacak yine ortak bir çatı altında... Ortak dertlerimizi, global bir platformda tartışmak, paylaşmak... Sadece bunu istiyoruz..."
"Oda" için elbette uygun bir seçim. Oyuncu olarak Serkan Öz, Ozan Ayhan, Gözde Çetiner, Güliz Şirinyan ellerinden geleni yapıyor. Hatta oyundaki şiddetin, sertliğin yumuşatılmasına da katkıda bulunuyor.
Ancak Memet Fuat, şunu da eklemişti andığım yazısına: "Tiyatroda yer almanın eğitim gücü, insanı insan etme gücü yeryüzünde başka hiçbir şeyle ölçüştürülemez kanısındayız." İyi de biz seyircideki değişimin ayırdında mıyız? Onu nelerin etkileyip yönlendirdiği, seyircinin alımlama gücünün ne yönde evrildiği konularında bilgili miyiz? Yeni seyirci kalıbı (paradigması) üzerinde düşünceler üretiyor muyuz? Bütün bunların ardından seyircideki değişim üzerinde durmak, bu yeni seyirci kalıbı üzerinde düşünceler üretmek gerekiyor aslında. Ne ki bu "yeni seyirci" başka bir yazının konusu... ALTYAZI: "Kitaptan 'Tiyatro'Yapmak!" başlıklı yazımın bir yerinde, Muhsin Ertuğrul'un Benden Sonra Tufan Olmasın'ı için, "Bu anıların su yüzüne çıkışında yoğun emeği, gönüllü çabası, Muhsin Ertuğrul'a bağlılık duygusuyla Efdal Sevinçli'nin büyük rolü var" demiştim. Bu niteleyişimle ilgili olarak Özdemir Nutku 'dan bir "sitem " aldım. Diyor ki Sevgili Nutku; "Muhsin Ertuğrul'un Benden Sonra Tufan Olmasın başlıklı anılarının yayına hazırlanışında Murat Tuncay'ın da benim de yoğun emekli çabalarımız var, oysa senin yazında Efdal Sevinçli dışında kimsenin bunda emeği yokmuş gibi bir durum çıkıyor ortaya."
Serkan Öz, oyununu, bir oda oyunu olarak yapılandı rırken iki ayrı düzlemle bunu birleştirmeyi amaçlamış: Annenin, geçmişe dönük anımsayışlarıyla, oğul Ali'nin yıllar sonra bir genç adam olarak gelip tıkandığı, seyirciyle paylaşılan düzlem.
a
"Her Yer Tiyatrodur" Çıkış Yok adlı oyunu sunan GAF, Serkan Öz'ün imzasıyla, bir çıkış bildirgesi olarak alınabilecek kısacık açıklamasında şöyle diyor:
yerdedir. Neresidir geldiği yer? Bir yanı uyuşturucuyla kol kola, öte yanı cinselliğin uçlarında gezinen bir tükeniş... Sürecin başları da değildir, ortasında bir yerde seyircinin tanıklığıyla başlayan bu öğütülüşün geçmiş yıllara yayılan ciddi kökleri vardır, izledikçe oyunu, bunları da öğreniriz. Çünkü her şey seyircinin gözü önündedir. Hem de kilitlenmiş bir odada, kendimizi de sorgulayabileceğimiz biçimde uyuşturucuların alındığı bir seks partisinde...
cy
görece geri çekilirken işitsel yanıyla öne çıkmaya başlıyor, 2. Tiyatroda ulaşılan "etkin seyirci" düzeyi gerilerken "edilgin seyirci" anlayışı öne çıkmaya koyuluyor. 3. Ne denli eyleme, söze dayansa da oyunun nesnesi, öznesi, alımlayıcısı bir ölçüde birbirine karıştığından sanattan beklenen düş kurdurucu gücün zayıfladığı görülüyor. Sakıncası var mı böyle bir tiyatro yapmanın? Yok elbette, ama bir model olarak giderek gelişme, genişleme eğilimi gösteriyorsa eğer bu, o zaman bunun üzerinde sıkı sıkıya durmak da gerekmiyor mu?
Bu "düzeltme"yi, Nutku'nun da onayıyla yayımlıyorum.
Çıkış Yok Tiyatro: GAF Yazan-Yöneten: Serkan ÖZ Oyuncular: Gözde Çetiner, Güliz Şirinyan, Serkan Öz, Ozan Ayhan
GAF tarafından sergilenen Çıkış Yok nasıl bir oyun peki?
Serkan Öz, oyununu, bir oda oyunu olarak yapılandırırken iki ayrı düzlemle bunu birleştirmeyi amaçlamış: Annenin, geçmişe dönük anımsayışlarıyla, oğul Ali'nin yıllar sonra bir genç adam olarak gelip tıkandığı, seyirciyle paylaşılan düzlem. 1980 sonrasında bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğmuştur Ali. Aile, Ali de içinde 12 Eylül'ün yarattığı bütün acıları çekmiştir. Ne var ki aradan geçen çeyrek yüzyıl sonra Ali artık başka bir
57
Çocuk tiyatrosu
Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@yahoo.com
Çocuklarla Tiyatro:
pe cy
a
Çocuklarda, Eğitimde Tiyatro Yoluyla Yaşadığı Dünyaya Karşı Farkındalık Yaratmak
Bir grup çocuğa "tiyatro yapalım mı" gibi bir soru yöneltildiğinde her zaman büyük heyecanla çığlık çığlığa, bağırtılarla, büyük bir coşkuyla kabul görür. Çünkü çocukluk dönemi ve tiyatro birbiriyle iç içedir. Bunun nedeni tiyatronun temelinde "oyun"un olması, çocukluk çağının oyun ile iç içe olması ve çocuğun yaşamında da oyunun önemli bir yer tutmasıdır. Çocuk kendini özgür hissettiği her ortamda oyun oynar. Çocuk ve tiyatro "oyun oynama" ortak noktasında herhangi bir yol göstericiye ihtiyaç duymadan buluşurlar. Örneğin küçük çocukların yetişkinleri taklit ettikleri evcilik oyunları seyirci kaygısı duymadan oynadıkları bir çeşit tiyatrodur.
58
Yeni öğretim yılının başladığı şu günlerde okul çatısı altında bir sosyal etkinlik olarak tiyatroyu kullandığımızda çocuklara birçok açıdan katkıda bulunacağı bir gerçektir. Tiyatro bazı şeyleri kestirmeden, doğrudan anlatabilmek için iyi bir araçtır. Tıpkı bir fotoğraf gibi... Bir fotoğrafa bakarak binlerce cümleyi kurabilir, binlerce anlam çıkarabilirsiniz. Tiyatro da aynı şekilde bir durumu, bir davranışı o çerçevenin içine yerleştirdiğinizde daha belirginleştirerek kendinden açıklayıcı duruma getirebilir. Yaşam içinden aldığınız bir anı, bir
Çocuk tiyatrosu durumu çerçevenin içine yerleştirdiğinizde daha önce gözünüzden kaçmış olan, kanıksadığınız, yanlışlığını fark etmediğiniz birçok ayrıntıyı fark edebilirsiniz. Bu yolla üstünde düşünebilir, alternatif üretebilir, yeniden düzenleyerek deneyebilirsiniz. Eleştirel bakışla inceleyebilirsiniz. Tiyatro bize düşünceyi, üzerinde konuşulacak, incelenecek, somut bir hale getirir. Tıpkı ameliyat masasında incelenen bir hasta gibi... Burada asıl olan katılımcıların olaya duygulan ile değil aklıyla, gerçekçi olarak ele alınan konuya yaklaşmasını sağlamak.
gelen her şey bizi farkında olmadan belirler, değiştirir ve dönüştürür. Bizlerin seçimlerini, yaşam biçimimizi etkiler. Bu değişimler olumlu olduğu kadar olumsuz da olabilir. Bunlarla başa çıkmanın tek yolu fark etmek, araya bir mesafe koyarak, yabancılaşarak incelemektir. Duvarda bulunan bir lekeyi fark etmeyebiliriz, ama onu bir çerçeve içine alırsak hemen dikkatimizi çeker. Tiyatroyu da bu bağlamda düşündüğümüzde, günlük yaşantıda var olan durumlar gerçeğe uygun olarak çerçeve içine alındığında daha önce fark edilmeyen birçok ayrıntı fark edilecektir. Üzerinde düşünme, değiştirme yolları aranacaktır. Eleştirel bir bakışla değerlendirme fırsatı yakalanmış olacaktır.
pe
cy a
Örneğin: Çocuklarla yaptığımız bir çalışmada akşam eve dönen aile fertlerinin ilk yarım saatlerim canlandırmalarını istediğimizde, annenin kollarım sıvayarak hemen mutfağa girdiğini, babanın kumandayı eline alıp TV'nin karşısına oturduğunu, kız çocuğunun annesine yardım ederken erkek çocuğunun bilgisayarın başına geçip oyun oynadığı bir oyun çıktı ortaya. Burada eşit koşullarda çalışan anne babanın ve kardeşlerin eve geldiklerinde anne ve kız kardeşin çalışmaya devam ederken baba ve oğlun TV'nin karşısında oturup dinlenmeleri, yemeğin hazırlanarak önlerine gelmesini beklemeleri sorgulanması gereken bir durumdur. Çocuklar bu durumun normal olduğunu dile getirdiler. Katılımcıların hemfikir olduğu bu durumu tersine çevirdiğimizde, yani anne TV seyredip baba oğlun mutfağa girmesini istediğimizde gruptan itirazlar geldi. Ancak çalışmanın ilerleyen dakikalarında yapılan tartışmalarda annenin de baba gibi dışarıda çalıştığı, evde de birlikte yardımlaşma ile yemeği hazırlamaları gerektiği ortaya çıktı. Yukarda sergilenen durumlar hepimizin evinde yaşanan, kanıksadığımız, sorumlulukların eşit şekilde paylaşılması ilkesine aykırı bir durum. Bu aykırılıklar fark edildikten sonra mutlaka taraflar değiştirme yolunda adım atacaklardır. Eğitimde tiyatro çalışmaları doğaçlama, tartışma ve yine doğaçlama şeklinde gelişen bir süreç üstüne kurulmuştur. Yaşamın herhangi bir anı gerçekçi biçimde doğaçlandıktan sonra ortaya çıkan durumlar eleştirel bir yaklaşımla tartışmaya açılarak ya da tersinleme yapılarak farkındalık yaratılır ve düzeltme yolları aranır.
İçinde yaşadığımız dünyada, öteden beri kültür, gelenekler, alışkanlıklar yoluyla gelen, doğru olmayan, kanıksadığımız bazı durumlar vardır. Bunlar günlük yaşantımız içine gizlenmiş, kanıksadığımız, sorgulanması gereken durumlardır. Örneğin çocukluğumuzda dinlediğimiz masallar, atasözleri, günümüz medyasında yer alan birçok haber, reklam, aile içi iletişim biçimleri, öğretmen öğrenci ilişkileri, moda, gelenekler vb. aklımıza
Sözden çok görüntünün önemli olduğu çocuklar için böyle bir çalışma somut birçok değişimi de beraberinde getirebilir. Aynı konuyu oyun yoluyla anlatmak, canlandırma ile "mış gibi yapmak" çocuğa ulaşmada etkili bir yoldur, çünkü oyun çocukların yaşamlarının önemli bir parçasıdır. Yaşadığı dünyaya yönelik farkındalık yaratmak, alıştığı, kanıksadığı aykırılıkları fark ederek değiştirmeye çalışmayı amaçlar. Toplumda yolunda gitmeyen bazı şeylerin değişmesini istiyorsak önce onları fark etmemiz gerekir. Sonra inceleyerek sorgulamak, değişimin, dönüşümün başlangıcı olacaktır. Diğer yandan çocukların grup karşısında kendilerini ifade etmeleri, ekip çalışması yapmaları sosyalleşmeleri açısından da çocuğun yaşamında tiyatroyu önemli bir yere koymaktadır. Tiyatro daha iyi, daha güzel bir dünyaya doğru giden yolu kısaltabilir. Biz neden antik dönemden günümüze kadar gelen bu güzel sanattan yararlanmayalım, hep birlikte keyifli saatler yaşamayalım?
İçinde yaşadığı mız dünyada, öteden beri kültür, gelenekler, alışkanlık lar yoluyla gelen, doğru olmayan, kanıksadı ğımız bazı durumlar vardır. Bunlar günlük yaşantımız içine gizlenmiş, kanıksa dığımız sorgulan ması gereken durumlar dır... 59
60
cy a
pe
61
a
cy
pe
62
pe cy a
63
pe cy a
a
cy
pe
a
cy
pe
a
cy
pe