a
pe cy
Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ali Taygun, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Koordinatör: Volkan Çağlayan Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrul Timur Redaksiyon: Ayşe Nalân Özübek Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Stil Matbaacılık Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Cumhuriyet Cad. No: 359/5 Harbiye- İstanbul Telefon: (0212) 296 10 35 Fax: (0212) 296 51 70 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Abonelik İçin: (0212) 296 10 37 • e-posta: abone@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 70 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245
Kapak Tasarımı: Mustafa Demirkanlı
Yayın Türü: Yerel Süreli EDİTÖRDEN: / S. 3
cy a
HABERLER: / S. 4 MERCEK ALTI: Sivas 93 / S. 5
SAHNE TOZU: Genco Erkal İle "Sivas 93'ün Satıraralarında Gezintiye Çıktık, Katılır mısınız?"/ Özlem Özdemir / S. 12
ELEŞTİRİ: "Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler" / Deniz Bozer / S. 20 ÖZDEMİR ABİ'YE MEKTUPLAR: "9 Ay Son Gün" / Üstün Akmen / S. 24 AVRUPA TİYATROSU: / Tilda Tezman / S. 26
pe
SÖYLEŞİ: Nejat Birecik İle Kocaeli Şehir Tiyatrosu'nun Dünü Bugünü Üzerine / İsa Karslı / S.28 BİLDİRİ: Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi / Robert Lapage/ S. 32
ELEŞTİRİ: "Bir Şehnaz Oyun" / Ragıp Ertuğrul / S. 33 BİR OYUN İKİ ELEŞTİRİ: "Venedik Taciri" / Robert Schild / S. 36 "Venedik Taciri" / Üstün Akmen / S. 39
İZLENİM: "Nedim Saban Nereye Koşuyor" / Robert Schild / S. 42 TANITIM: "Geçmişten Gelen Kadın" / Efnan atmaca / S. 46
İZLENİM: Cambridge Ve Shakespeare / Hale Seval / S. 48 SADIK SEYİRCİ: Tiyatromuz Seyircisine Bakıyor / Sadık Aslankara / S. 50 HERKESİN BİLDİĞİ ŞEYLER: TV Dizileri Tiyatro'yu Emiyor mu? / Duygu Atay / S. 55 KİTAP: De Ki Yayınları'ndan Üç Tiyatro Kitabı / Volkan Çağlayan / S.56 ÇOCUK TİYATRO: Editör: Nihal Kuyumcu "Dünya Çocuk Tiyatrosu Günü Bildirisi" / "Çocuk Ve Gençlik Tiyatroları Küreselleşirken" / Kim Woo Ok / S. 57 Gençlik Tiyatrosu Ve Yaratıcı Drama / Ali Kırkar / S. 58 İZLENİM: "AST" İki Yeni Oyunla Çocukların Karşısında / Hanife Benzer / S. 60
1
a
pe cy
cy a pe
Dostlar Tiyatrosu, Genco Erkal'ın yazıp-yönettiği "Sivas '93" ile çok önemli bir belgesel oyun ortaya çıkarttı, belleksiz topluma, "Tarihsel Anımsatma" yaptı. Biz de bu sayıda "Sivas '93"ü; Metin Boran, Beki Haleva, Eser Rüzgar, Robert Schild, Yusuf Eradam ve Ragıp Ertuğrul'un kaleminden "Mercek Altı" yaparak sunuyoruz. Ayrıca, Özlem Özdemir, Genco Erkal ile yaptığı söyleşide "Sivas '93"ü her yönüyle irdeledi. Volkan Çağlayan'ın geçen ay başladığı "A.B.D. ve Avrupa'da Tiyatrolara Kamu Desteğine Genel Bir Bakış" başlıklı yazı dizisi, önümüzdeki aydan itibaren ülkeler tek tek ele alınarak devam edecek, sonrasında ise Türkiye'deki destek tartışmaya açılacak. Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve AKM ile ilgili gelişmeleri de daha net bilgilerle önümüzdeki ay sizlere aktaracağız. Nisan sayısında buluşuncaya kadar bol tiyatrolu günler dilerim.
Düzeltme ve özür: Geçen sayımızda (Şubat 2008) 50-51 nci sayfalarda yayımlanan Doğan Korkmaz'ın Ahmet Rasim'in aynı adlı eserinden (Falaka) uyarladığı kitabının inceleme yazısında, başlıkta ve yazar isminde yanlışlık yapılmıştır. Bu yanlıştan ötürü ilgili yazının yazan Sayın Neslihan Yalman'dan, Sayın Doğan Korkmaz'dan ve okurlarımızdan özür dileriz. Yazının başlığı, "Rasim'den Anılarla: Aile, Okul, Eğitim ve Falaka..." ve yazan Neslihan Yalmandır. 3
Aydın Üstüntaş Tiyatro ödülü 2007 - 2008/ Tiyatro Eleştirmeni Ödülü Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu (OBKT) Eski Genel Sanat Yönetmeni, Anadolu tiyatroculuğunun önde gelen adlarından Aydın Üstüntaş adına düzenlenen "Tiyatro Ödülü" nün 2. ncisi Ordu Belediyesi'nin organizasyonuyla yapılacaktır. Ödülün 2007'deki konusu "Yerel tiyatrolara yüzünü dönen tiyatro eleştirmeni"dir. Ödül, Anadolu kentlerinde etkinlik gösteren ya da yerel yönetimlere bağlı tiyatroların oyunlarını ulusal gazete ya da dergilerde ya da internet ortamında değerlendiren, onlara ilişkin eleştiriler kaleme alan bir tiyatro eleştirmenine verilecektir. Proje danışmanlığını, Gülçin Üstüntaş'ın yaptığı ödülün seçici kurulu Ülker Köksal,Nurhan Karadağ, Gülsen Karakadıoğlu, Şahin Ergüney, Sedat Demirsoy, Ebru Üstüntaş,Erhan Özçelik, Ali Kemal Tandoğdu ve Hakan Altan'dan oluşmaktadır. Eleştirmenler, 2006-2007 sezonunda sahnelenen bir tiyatro yapıtı için ulusal gazetelerin birinde ya da yurt çapında yayın yapan kültür-sanat dergilerinde ya da internet ortamında yayımlanmış eleştiri yazılarını 1 Mayıs 2008 tarihine kadar aşağıda belirtilen e-posta adresine yollayarak ödüle katılabilirler. Seçici kurul, gerektiğinde kendi seçtiği eleştiri, değerlendirme, tanıtım yazısı yazan eleştirmenleri de değerlendirmeye alabilecektir. Seçici kurul, seçiminde, yerel tiyatroları özendirme, tanıtma, gelişmelerine katkıda bulunma ölçütlerini göz önünde bulunduracaktır.
a
Her yıl, "Ustüntaş ailesi" adına bir de "Onur Ödülü" verilecektir. Onur ödülünde ölçüt, tiyatroya emek vermiş, Türk ve Anadolu tiyatrosunun gelişmesine, yaygınlaşmasına katkılarda bulunmuş olmaktır.
cy
Ödül, 2.500 YTL ve bir plakettir. Onur ödülü, ailesi adına sunulacak plakettir.
2008 yılı ödül töreni, 10-11 Mayıs tarihleri arasında Ordu'da düzenlenecek çeşitli etkinlikler içinde yapılacaktır.
pe
İletişim ve yazı yollama adresi: tiyatro.odulu@yahoo.com.tr
Oyuncu, Söz Yazarı, Besteci ve Yorumcu Sait Ergenç' Yitirdik
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın emekli sanatçılarından Sait Ergenç (İstanbul1931doğumlu) 14 Şubat 2008'de İstanbul'da hayatını kaybetti. İBB Şehir Tiyatrolan'nda en son "Çatıdaki Çatlak" oyununda sahneye çıkan Sait Ergenç, bu oyunuyla yasa gereği 1996 yılında emekli oldu. İBB Şehir Tiyatrolan'na ilk girdiği günden itibaren sırasıyla "Hürrem Sultan", "IV. Murat", "Hl.Selim", "Pusuda", "Hırçın Kız", "Jul Sezar", "Antionus ve Cleopatra", "Hamlet", "Fermanlı Deli Hazretleri", "Çatıdaki Çatlak", "Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe", "Misafir" oyunlarında rol aldı. Şehir Tiyatroları'nda oyunculuğu yanı sıra Yeşilçam'ın birçok filminde seslendirme yapan Ergenç; "Karşık Pizza", "Üzgünüm Leyla", "Ben İnsan Değil miyim?" gibi önemli filmlerde ve TV dizilerinde rol aldı. Aynı zamanda söz yazan ve besteci olan Sait Ergenç'in hayatının büyük bir kısmı tiyatro sahnesiyle birlikte Unkapanı'nda "Ergenç Yapım Plak"ta geçti. Hafızalardan silinmeyen pek çok besteye imza atan sanatçı Altın Mikrofon sahibiydi.
4
pe cy
a
"Tiyatro Unutuşa Direnmeli Geleceğe Arşiv Oluşturmalıdır."
"Sivas '93": Tarihsel Anımsatma Metin Boran
Metnini Genco Erkal'ın olayı yaşayanların tanıklığı ve televizyon haberlerinden yararlanarak yazdığı oyunun, müzikleri Fazıl Say'a, film kurgu Nurdan Arca'ya, giysiler ise Özlem Kaya'ya ait.
Dostlar Tiyatrosu, 2 Temmuz 1993 yılındaki Sivas'ın Madımak Oteli'nde gerici, yobaz ve faşistlerce gerçekleştirilen 33 aydın ve sanatçı katliamım belgesel oyun formatında sahneye taşıyor. Metnini Genco Erkal'ın olayı yaşayanların tanıklığı ve televizyon haberlerinden yararlanarak yazdığı oyunun, müzikleri Fazıl Say'a, film kurgu Nurdan Arca'ya, giysiler ise Özlem Kaya'ya ait. Oyunda Genco Erkal'ın yanı sıra Meral Çetinkaya, Zeynep Karababa, Yiğit Tuncay, Saliha Şirvan Akan, Çağatay Mıdıkhan, Murat Tüzün rol alıyorlar.
Genco Erkal, oyunun hem yazımında hem yönetmenliğinde hem de oyunculuğundaki büyük deneyim ve yetkinlikle Madımak Oteli kıyımını tüm nesnel gerçekliğiyle sahneye aktarıyor. Olayın gerçekleştiği günden bir gün
öncesindeki genel atmosfer, yöneticilerin (vali, belediye başkanı, emniyet müdürü ve jandarma komutam) aymazlığı, lakayt ve tutarsız yaklaşımları ve eyleme ilişkin provakatif demeçleri kendi ağızlarından olduğu gibi seyirciye nesnel bir yaklaşımla aktarılıyor. Oyunda başta Genco Erkal olmak üzere tüm oyuncular kimi yerde koro oluyor kimi yerde olayı yaşayan mağdur ya da herhangi bir yetkilinin yaklaşımını aktaran bir anlatıcı. Olayın öncesi ve sonrasına ilişkin aktarımlara tarafsız bir gözle baktığımızda gerek yerel yetkililerin yaklaşımları gerekse de merkezi hükümetin başta başbakan Tansu Çiller olmak üzere bakan ve bürokratların olaya ilişkin basına verdikleri mülakatlarda katliamın tamamen organize bir biçimde gerçekleştirildiği yönünde. Pir Sultan Anma Etkinlikleri öncesi
kent halkına dağıtılan imzasız bildiri ve kente yapılacak bir spor yarışması için dışardan getirilen gençler ve onları belediyenin misafirhanede ağırlaması, sonra camilerde verilen vaizlerde Aziz Nesin ve arkadaşları aleyhine sarf edilen sözler bunların hepsini oyunda Genco Erkal seyirciye aktarıyor. Katliama ilişkin dönemin Cumhurbaşkanı S. Demirel, "devlet güçleriyle halkı karşı karşıya getirmemek lazım" diye tavrını açıkça çapulculardan yana koyuyor. Başbakan T. Çiller ' Otelin çevresindeki insanlarımıza zarar gelmemiştir ve devlet görevinin başındadır' diye yaptığı akıldan ve tutarlılıktan yoksun açıklaması ile gerçekten 'devletin görevinin başında olduğu' olayın akşamı yakılarak öldürülen 33 insanın cesedi otelden çıkarılırken görüldü. Eski başbakan ve eli bayraklı
5
Madımak Oteli'nde yaşanan her an, korku, umut, umutsuzluk larla dolu her dakika, arka planda verilen film eşliğinde seyirciye de yaşatılıyor.
hortumcu M. Yılmaz'ın 'bu kadar insan bir futbol maçında da ölüyor' açıklaması, kendisinin yaşanan trajediye ilişkin ne kadar lakayt, ciddiyetsiz ve vurdum duymaz olduğunu gösteriyor. Ama en önemli! açıklamayı dönemin Sivas belediye başkanı Temel Karamollaoğlu yapıyor ve eylemcileri sözde yatıştırmak için yaptığı konuşmaya "gazanız mübarek olsun" diye başlıyor. Daha sonra olayın olduğu akşamı kentte sözde sokağa çıkma yasağı var ama herkes elini kolunu sallayarak Sivas'ın dört bir yanından kenti terk ediyor, bu sahte tutumuyla da emniyet müdürlüğü görevini layıkıyla yapmış oluyor.
Eser Rüzgar
21. yüzyılın eşiğinde bize ortaçağ karanlığını yaşatan o korkunç olaydan, gözü dönmüş cahillerin 33 insanı diri diri yaktığı o insanlık dışı kıyımdan bu yana on beş yıl geçmiş. Miş diyorum çünkü alışık olduğumuz bellek yitimi bu iğrenç katliamı da unutturdu bize, bu felaketi anımsatacak birkaç yapıt, birkaç kişisel girişim dışında pek bir şey yapılmadı bu süre zarfında. İşte bunun farkında olan Genco Erkal bir aydın, bir sanatçı duyarlılığıyla, aradan geçen yıllara rağmen aynı cehaletin hâlâ kol gezdiği tam da bu günlerde, yazıp yönettiği oyunuyla bizi o günlere geri götürüyor, o tragedyayı dakikası dakikasına hepimize yaşatıyor. Titiz bir çalışmayla derlediği belgelerden ve görsellerden yola çıkarak oluşturduğu bu belgesel oyunda, Madımak Oteli'nde yaşanan her an, korku, umut, umutsuzluklarla dolu her dakika, arka planda verilen film eşliğinde seyirciye de yaşatılıyor. Bir tragedya korosunu çağnştıran kara giysiler içindeki oyunculann devinimleri (özellikle de yangın anında yaşananlar), metne serpiştirilmiş şiirler ve Fazıl Say'ın yapıtlanndan derlenmiş müzik bu duygu selini daha da yoğunlaştmyor. Genco Erkal'in başını çektiği titiz ve özverili bir ekip çalışması olan bu oyun, hiçbir düzeyde aksamayan, ülkemizde çok yaygın olmayan belgesel tiyatro türünün de başanlı bir örneği olarak tiyatro tarihimizde yerini alacak bir yapıt, aynca üstlendiği misyon açısından da önemli bir boşluğu dolduruyor, keşke herkes seyredebilse.
Dostlar Tiyatrosu'nun kurucusu ve sanat yönetmeni Genco Erkal'in sanatsal duyarlılık ve sosyal sorumluluk örneği göstererek "Sivas '93" adlı oyunu sahnelemeye başladığını öğrenince ilk yorumum; "Evet, sanat çevrelerinde artık birilerinin bu konuya değinmesi gerekiyordu ve aslında geç bile kalınmıştı." oldu. Neyse ki usta sanatçı, bir başka usta yazann Dikmen Gürün'ün tavsiyesinden yola çıkmış, önce çekinerek sonra cesaretlenerek oyunu kaleme almış.
pe cy
a
Dostlar Tiyatrosu görsel materyallerden ve olayı birebir yaşayanlann tanıklığı ile 15 yıl önce yaşanan ve unutulmaması gereken bir trajediyi tüm yönleri ile olağanüstü bir gayretle seyircinin karşısına çıkarıyor. Bu oyun Türkiye'nin güncel gerçekliği de göz önünde bulundurularak ülkenin her bir tarafında hafızaları diri tutmak adına sergilenmeli ve bu yobazların gayri insanı tutumları tekrar tekrar deşifre edilmeli. Madımak Oteli'nin bugünkü halini de (kebabçı lokantası) özellikle Sivaslıların ve bu kentte yaşayan demokrat güçlerin nasıl kabullendiklerini anlamak gerçekten zor. Oyunda Meral Çetinkaya'nın bir sözü ile yazıyı bitirelim, "İnsanların diri diri yakıldığı bir mekanda nasıl olur da müşteriler kızarmış et yer bunu anlamak gerçekten zor."
Beki Haleva
6
2 Temmuz 1993'te yaşananlar hakkında birçoğumuzun malumu şudur: O yıl dördüncüsü yapılacak olan Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak için Sivas'a giden birçok şairin, yazann, halk ozanının, karikatüristin, tiyatro ve semah ekibinin kaldığı Madımak Oteli ateşe verilmiştir ve orada bulunan 33 kişi yanarak ya da dumandan boğularak ölmüştür. Acı olayın kısa özeti budur. Asıl ayrıntıları, bilinmeyenleri Genco Erkal'in yazdığı ve yönettiği belgesel anlatı şeklindeki oyun sayesinde öğrenmek mümkün. IHA'dan alınan video görüntüleriyle desteklenen belge-oyun; aslında bildiğimizi düşündüğümüz Sivas katliamının, bilmediğimiz, göz ardı ettiğimiz, göz ardı ettirilen ne kadar çok gizli kalmışı olduğunu fark ettiriyor izleyenlere. Baştan sona tamamen gerçeklerden oluşan belge-oyunda örtbas edilen
Belleği taze tutmanın en etkili yoludur sanat. Zira oyunda kullanılan şiirlerden birinde değerli şair Ataol Behramoğlu, o acı günü edebiyat aracılığıyla hatırlatıyor bize her okuyuşumuzda. Kucaklıyor beni Metin Altıok "Aldırma " diyor gülerek Yaşamak görevdir bu yangın yerinde Yaşamak, insan kalarak.
Robert Schild
O kadar basit: 1993 Sivas olaylarını, "Dostlar "darı başka hiçbir Türk tiyatrosu işleyemezdi - ve Dostlar Tiyatrosu, "Sivas 93"ü işlemeden edemeyecekti. Sahi - bunu düşündükçe, Genco Erkal'm bunca (14!) yılı nasıl "eylemsiz" geçirdiğini anlamak zor!.. O Genco Erkal ki, daha Brecht oyunlarını sahnesine taşımadan, sırasıyla "Rosenbergler Ölmemeli" (A.Decaux), "HavanaDuruşması" (H.M.Enzensberger) ve "Soruşturma " (PWeiss) gibi belgesel oyunlar ile Türk tiyatroseverlerine "ilk"ler getirmiş, onlan derinden sarmasını bilmiştir. Bu girişim, yerinde ve çok zamanlıydı: 1960 sonrası oyun yazanlar/yapanların bir bölümü, Brecht'in mesel tiyatrosunun yeterince etkili olmadığını savlayarak, iletilerini sahneye daha dolaysız biçimde getirmeyi düşünmüşlerdi - ve işte buradan hareketle, yakın tarihin bazı esef verici olaylarının birer izdüşümünü getiren belgesel tiyatroyu yarattılar: Soykırımı, nükleer savaşı, halk kitlelerinin baskı altında tutulmalarını izleyicilere görsel/işitsel biçimde sunarak/kanıtlayarak, bu malzemelerin eşliğinde tiyatro yap(ma?)maya başladılar...
Emniyet güçlerinin, sis bombası ve tazyikli su kullanmadı ğını, ama otele yaklaşık 5 ton taş atıldığını; olay sonrası DGM'nin "olayda örgüt yok, tahrik var" şeklinde açıklama yaptığını biliyorduk da unutmuş muyduk?
a
Evet bazı gerçekler unutturulmak isteniyor, sanat bu unutulmuşluğa en estetik ve dokunaklı haliyle aracı olma gücüne sahip. Genco Erkal da tiyatro sanatıyla bunu başarıyor. Sivas '93'le yakın tarihimizdeki karanlık bir olaya sanat ışığını tutuyor. Nâzım Hikmet'in yıllar önce dediği gibi "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa? " daha ne kadar insanın yanması gerekiyor acaba?
pe
Oyunu 10 Şubat günü tıklım tıklım olan Muammer Karaca Tiyatrosu'nda vücudumdaki fiziksel değişimlerle izledim. Zaman zaman gözlerim büyüdü, tüylerim
ürperdi, kasıldım, yüreğim sıkıştı ve gözlerim doldu. Oyun çıkışında ise çatılmış kaşlarımı uzun süre normal haline getiremedim. Hemen ertesi gün, oyunun belleğimdeki yeri çok tazeyken -tazeyken diyorum çünkü insanın, özellikle de Türk insanın belleği zayıf, çabuk unutmaya ve unutturulmaya meyilliçalıştığım lisedeki 93 doğumlu gençlere sordum. "Sivas '93 desem aklınıza ilk ne gelir?" Aldığım cevaplar olayın üstünün örtülmesi çabalarının işe yaradığının kanıtıydı adeta. "Sivas depremi olmuştu sanırım o yıl" diyenler veya 93 çağrışımını 93 harbine yorup "Ruslarla savaş olmuştu o yıl" diyenler... Tek tük o da kıyısından köşesinden doğru yanıtlar alabildim.
cy
gerçeklere yer veriliyor. Olaydan sonra Aziz Nesin'in halkı kışkırtmasından bahsediliyor da asıl kışkırtmanın yerel gazetelerde ve katliamdan iki gün önce dağıtılan bildirilerde olduğundan kimse bahsetmiyor. Polisin göz altına aldıklarını bir arka sokakta salıverdiğine veya "Üzerimizde üniforma olmasaydı biz de size katılırdık" demiş olmasına kimse değinmiyor. Refah Partili Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu'nun olacakları bilirmişçesine kalabalığa Şunların ruhuna el fatiha " dediğini bilmek ne düşündürür size? Emniyet güçlerinin, sis bombası ve tazyikli su kullanmadığını, ama otele yaklaşık 5 ton taş atıldığını; olay sonrası DGM'nin "olayda örgüt yok, tahrik var" şeklinde açıklama yaptığını biliyorduk da unutmuş muyduk? Milletvekili ve sonra da Adalet Bakanı olan Şevket Kazan'ın sanık avukatı olduğunu bilmek şaşırtır mı sizleri? Dönemin başbakanı Tansu Çiller'in ölenler vatandaşlarımız değilmiş gibi "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir" demiş olmasını hangi mantık kabul edebilir? Yine dönemin Ana Muhalefet Lideri Mesut Yılmaz'ın "Bu işi bu kadar abartmayın, bu ülkede bir futbol maçında bile bu kadar çok insan ölüyor" demiş olmasını akimiz alabilir mi? Ne kadar acıdır ki şu anda Madımak Oteli'nde bırakın bir anıt bulunmasını, bir et lokantası olduğunu ve insanların pişmiş et yediklerini bilmek içinizi sızlatır
"Dostlar "imiz da, ilk belgesel türdeki çalışmalarının ardından yabancı/yerli mesel tiyatro örneklerine, oradan kimi kabare uyarlamalarına, son iki yıl ise art arda -diğer uyarıcı bir biçemi olanuyumsuz tiyatroya ağırlık verdikten sonra, yeniden ilk seçeneğe geri döndüler - zira: vakti gelmişti!..
7
cy a
pe
[H.Kipphardt (1922-1982) "Robert Oppenheimer Olayı", "Joel Brand, Bir İşbirliğinin Öyküsü" ve "Eichmann Kardeş" gibi belgesel oyunları ile bu türün temellerini atan yazarlardandır ]
pe
"Sivas 93 "te Genco Erkal ve arkadaşları, Peter Weiss'in tanımladığı belgesel tiyatro özelliklerine harfiyen uyuyorlar "haber" vererek, "belgeler, gazete kupürleri, fotoğraflar, ses kayıtları ve film çekimleri" gibi "otantik malzemeyi alıp içeriğine dokunmadan, biçimini işleyip " yansıtarak, "değerlendirilmek üzere, olgular öne sürerek", bundan öte "gerçeklerin çarpıtılmasını eleştirerek", nihayet: "taraf tutarak" ve "uyararak".
cy
a
Oyun, sahneye konuluş şekliyle tam anlamıyla belgesel tiyatroya bir örnek teşkil etse de konusundan dolayı politik tiyatroyla aynı safta durmaktadır.
Ancak: Sahnedeki yedi kişi, neredeyse iki saati bulan bu çabalarında, örneğin oteldeki alevlerin yükseldiğini aksettirirken, bizlerde tabii ki "korku ve acıma " duyguları uyandırıyorlar - ne var ki bana kalırsa, bunu "Aristotel'ik" biçimde yapmamaları gerekirdi ben burada (yine de!) daha Brecht'sel bir "yabancılaşma" arardım- "gibi" yapmamalarım, olayları yaşamamalarını, sadece aktarmalarını - özetle, Alman belgesel tiyatrosunun önderi Heinar Kipphardt'ın şu sözüne sadık kalmalarını: "Doğru olana, bir etki göz dağı veriyorsa ben, etkiden vazgeçerdim."
Ragıp Ertuğrul
Sanatın üstlendiği toplumsal misyonu fazlasıyla üzerinde taşıyan bir tür olan politik tiyatro, günümüz Türkiyesi'nde tiyatro sanatına hizmet eden yazarlar, yönetmenler ve oyuncular tarafından maalesef yeterince ilgiye mazhar olmuyor. Her ne kadar ideolojilerden uzaklaşümış olsa da, ideolojik olarak görülebilecek sorunların sürekli gündeme geldiği, ekonomik düzenin emeğe karşı olduğu, eğitim adaletsizliğinin yaşandığı, sosyal güvenlik anlayışının benimsenmediği, düşünme-yazma-çizme özgürlüğünün sadece devlet değil medya erkleri tarafından da engellendiği, ahlaksızlığın, yolsuzluğun baştacı edildiği, bilgiyebilime-ihtiyaca değil keyfiyete dayalı bir yönetim anlayışının yaygın olduğu bir ortamda sanatın politikleşmemesi özel bir gayret gerektiriyor sanırım. Sadece Zafer
Diper'in Bizim Tiyatrosu ile Genco Erkal'm Dostlar Tiyatrosu'nun bu genel vurdumduymazlığa bir karşı duruş sergilediğini görüyoruz. Genco Erkal, bu sezon Sivas '93 ile bu karşı duruşu tüm şiddetiyle sergilemiştir. Oyun, sahneye konuluş şekliyle tam anlamıyla belgesel tiyatroya bir örnek teşkil etse de konusundan dolayı politik tiyatroyla aynı safta durmaktadır. Konunun vehametinden söz etmeye gerek yok. Perdeye gerçek video görüntülerle yansıyan, sahne üzerinde bedenle ifade edilen ve dile getirilen aydın-sanatçı otuz üç insanın katledildiği Madımak olayı, sadece Sivas'a değil, temsil ettikleri ve barmdırdıklan tüm makam ve kurumlarla Ankara'ya ve İstanbul'a da kara bir leke olarak bulaşmıştır. Düşüncesine, inancına, hakkına sahip çıkmayarak oy kullanma sırasında işaret parmaklarına sürülen mürekkepten bile imtina eden fütursuz vatandaşları gördükçe, aynı insanların bu zift karası lekeyi yıllarca yüreklerinde nasıl taşıyacakları, bunun hesabını kimden nasıl soracaklandır asıl düşündüren.
9
Gençlerin sadece bir otel yangını diye duyduğu bu "organize işin" arkasında Cumhuriyet rejimini
yıkma
emellerinin yattığını vurgulamak için oyunun
zamanlama
Eleştirel düşünmeye sevkeden bir bakıştır Sivas '93 ile ortaya konan ve bu gereklilik her geçen gün daha da hisssediliyor. Yazılı ve görsel belgelere dayalı titiz bir araştırmaderlemeyle yaratılmış olan gösteri, oyunculuklar bir tarafa, sağduyunun temel alındığı ve objektif bir bakış açısıyla, isyan ve ağıt duygularının harmanıyla sunuluyor. Genco Erkal, Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tüzün, Çağatay Mıdıkhan, Saliha Şirvan Akan... Hepsi de aynı yaşta aynı hislerle el ele tutuşmuş oyuncular;
bedenleri sanatın enerjisiyle kor gibi yanarken, yürekleri anlatılarının tesirinde titriyor. Oyuncular, hem olayı yaşayan gerçek kişiler hem de anlatıcı konumundalar. Kimi zaman danslarıyla perdeden çıkıp sahnede vücut bulurlarken kimi zaman da bedenlerinden sıyrılıp sevgi, barış duygularını, ıstırap ve yakarışlarını yalın bir koreografıyle yansıtıyorlar. Ve Sivas '93, sanatseversanatsevmez her bilinçli bireye verdiği mesajla, her zaman yakındığımız belleksiz toplum olmanın karşısında duruyor. Yusuf Eradam Bu belgesel oyunu sahneye koymak cesareti başka bir tiyatro konusunu gündeme getirmeyi lüks kılıyor. Oyunun finalinde de dilediğimiz gibi böyle kıyımlar yinelenmesin. Şair arkadaşlarım Behçet Aysan, Metin Altıok ve Uğur Kaynar'ı yitirdikten sonra, hayat telaşı içinde kıyımı unutmak ve belleğin kalbe zarar anılarını zararsız hale getirme eğilimi gösteriyoruz. Benim gibi olmayanın katli vaciptir zihniyetine
karşı, belleğin taze tutulması için de ben her yıl derslerimde konu müsait oldukça mutlaka antagonizma tuzağına ve ötekileştirme illetine dikkat çekerim. Gençlerin sadece bir otel yangını diye duyduğu bu "organize işin" arkasında Cumhuriyet rejimini yıkma emellerinin yattığını vurgulamak için oyunun zamanlaması yerindedir. Yangın başladıktan sonraki sisli dumanlı sahnede otel içindekilerin yanma boğulma hallerinin dramatize ediliyormuş gibiliği yerine, dramatize etmeden anlatıcı kullanılsaydı keşke dedim, oyun/sunum bütünselliği tek etkiyi daha iyi oluştururdu gibi. Ama yüreğim yarıldı ve yitirdiğimiz canların hepsini, kızları Çınar öğrencim olan Akarsu ailesini, kitaplarını, çevirilerini okuduğum Asım Bezirci'yi saygıyla andım ve ille de merdivende ölüme karşı oturan üç şairin şiirlerini İngilizce'ye çevirmeliyim bilinci ile çıktım tiyatrodan dışarı. Dostlar, toplumsal bilinç oluşturma ve belleği koruma sorumluluk örneklerine bir yenisini katmış yiğitçe.
pe cy
a
sı yerindedir.
Dinanrrizmini ve toplumsal konulara duyarlılığını yıllardır sürdüren Dostlar Tiyatrosu genç oyuncularla daha da kuvvetlenen kadrosuyla sezonun en kayda değer sanat olaylarından birini gerçekleştiriyor. Oyun dramaturjisiyle, çoğunlukla beynimizin arka taraflarına itmeye, hafızamızdan silmeye çalıştığımız Sivas katliamını tüm canlılığı ve sıcaklığıyla gözler önüne getiriyor. Tarihsel belleği taze tutmanın yanı sıra oyunu seyredenlerde olayın alt metnini okumaları konusunda da merak uyandırıyor.
Yazar/Yöneten: Genco Erkal Müzik: Fazıl Say Giysi Tasarımı: Özlem Kaya Film Yapım: Nurdan Arca Ajans 21
10
Oynayanlar: Genco Erkal, Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tuzun, Çağatay Mıdıkhan, Saliha Şirvan Akan.
a
cy
pe
a
Genco Erkal ile;
pe cy
Sivas '93'ün Satır Aralarında Bir Gezintiye Çıktık, Katılır mısınız?
Özlem Özdemir/ozlemozdemir@tiyatrodergisi.com.tr
Bir adam ki, yüzündeki çizgilerin her biri başka anlamı ifade ediyor. Bu kadar çok anlam, tek bir yüzün içinde az bulunur. Röportajı yapan değil de fotoğrafı çeken olmak istiyorum bir an. 12
1993: Bazı insanlar; diri diri yakılmışlar. İnsanları yakanlar olayın adını "Allah'ın Emri" koymuşlar. Bazı insanlar; insanları yakanları "yaptıklarına inandırmışlar" ve ortadan kaybolmuşlar. Bazı insanlar da yakanlara da yaktıranlara da uzaktan bakmışlar ve susmuşlar. Hâlâ susmaktalar... 2008: Bazı insanlar; yakanlara, bakanlara, susanlara ve kaçanlara ayna tutarak bir oyun sahneye koymuşlar. Bazı insanlar; yine bakacak, susacak ve rahatsız olacaksa da... Bir adam ki, yüzündeki çizgilerin her biri başka anlamı ifade ediyor. Bu kadar çok anlam, tek bir yüzün içinde az bulunur. Röportajı yapan değil de fotoğrafı çeken olmak istiyorum bir an. Hayran olduğum ve saygı duyduğum Genco Erkal ile tanışmayı ve bir söyleşi yapmayı o kadar istiyordum ki... Sevgili editörüm, "Dalga " oyunuyla toplumsal konulardaki görüşlerimi de artık sayfalara taşımak arzumu anlayınca, ben daha söylemeden, oyun bitiminde, Genco Erkal ile röportaj yapmayı istersin sanırım deyiverdi. Bir saniye bile düşünmedim; " tabii ki, hem de o kadar çok istiyorum ki, hem bu oyunla ilgili konuşmak da var" "Adım anarşist komünist yazara çıkacak bu gidişle haberin olsun " diye de ekledim gülerek. Zaten içimdeki o buruk duyguyla kalakalmışım, bağırmak istiyorum
sokaklardakilere: "Ne kadar uyuyacaksınız daha? "diye. Yine, içimde, aynı duygu bana göz kırpıyor. Bugünlerde bu duygu neredeyse hiç gitmiyor ya! Ülkemde ne çok haksızlık yazılmış tarihimize ve biz yalnızca seyircisi olmuşuz. Nasıl bir ülke ve nasıl bir gelecek endişesi içimi kemirmeye başlıyor yine, yeniden... Genco Erkal ile "Dostlar Tiyatrosu " tarafından sahnelenen "Sivas '93 " adlı belgesel oyunu konuştuk. Onunla hem söyleşi yapmanın kıvancı hem de böyle bir oyunla ilgili söyleşmenin mutluluğuyla ayrıldım yanından. Kendisine, bir kez daha saygı ve sevgilerimi iletmeyi borç bilirim. Ve eğer hazırsanız yüzleşmeye ve hatırlamaya perde lütfen: "Sivas ' 9 3 " adlı oyunu konuşacağız sizinle. Öncelikle, bu söyleşi, size duyduğum saygıdan sebep çok kıymetli benim için, kişisel tarihime bu anıyı ekleyebilme fırsatını verdiğiniz için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Belgesel bir oyun olan "Sivas '93"te Sivas'ta yaşanan vahşet, görüntüler ve anlatıcılar yoluyla sahneleniyor. Bu olayı oyunlaştırma kararını nasıl verdiniz? Bunu hep söylüyorum bugünlerde, çünkü çıkış noktası öyleydi. Dikmen Gürün, Cumhuriyet Gazetesi'nin tiyatro eleştirmeni, aynı zamanda dostum, iki yıldır bu
Oyunun seyircilerden gelen tepkileri nasıl? Beklediğiniz gibi mi? Bildiğim kadarıyla oyunda yer bulmak oldukça zormuş ki bu çok sevindirici bir gelişme. Bir kere hiç bu kadar ilgi beklemiyordum. Ülkemizde belgesel oyun deyince herkesin ilgisini çekmez. Düşünürseniz TV izleyicisinin kaçta kaçı belgesel izliyor? Ancak nerde oynarsak oynayalım, İzmir, Ankara, İstanbul önceden biletler bitiyor. Bu da, eğer doğru hedefe değmişseniz seyirci koşa koşa izlemeye geliyor, demektir.
Bizim toplumu muzda çok önemli iki damar var. Biri din diğeri milliyetçilik. Çok rahatlıkla birileri o damarlara basarak insanları azdırabili yorlar ve insanlar insan olmaktan çıkarak sürüye dönüşüyor.
pe cy
Nasıl bir hazırlık süreci yaşadınız? Kendi kendime "bunu yapabilir miyim yapamaz mıyım?" diye sordum. Bir süre tanıdım, o süre sonunda yapabileceğimi gözüm kesti ve devam ettim. İlk on beş günü malzeme toplamakla geçti. Pek çok yakınımdan destek aldım. Bu konuda yazılmış bütün gazete ve dergi söyleşilerini buldum, o gün orda çekilen görüntüler ve fotoğrafları topladım. Aslında malzemeler tiyatro olmaya elverişli değildi. Daha çok film olmaya elverişli bir malzemeydi. Büyük kalabalıklar, otelin içinde altmış kişi var vs. Böyle bir oyun hele bizim sahnelerimizde kaç kişiyle nasıl oynanabilir ki? Yavaş yavaş malzemenin kendisi biçimi belirledi. Çalışmalarımın bana gösterdiği yol; burada bir anlatıcılar korosunun olması gerektiği oldu. Belki biraz Antik Yunan Tragedyaları gibi ve kafamda "belki onlar öldürülenleri anmaya gelmişler, kimisi belki oradan kurtulanlar, kimisi orda yakınlarını kaybetmiş kimseler olabilir" diye kurguladım. Bu yüzden siyahlar giyinmişler, ellerinde karanfiller var. Sahneye geliyorlar ve belki de her gece o oyunu oynayarak, onları anıyorlar. Bir çeşit kendilerini sağaltmak adına, oyuncular da bu olayın karabasanından kurtulmak için. Zaten ilk adı "Sivas Acısı"ydı, ama Aziz Nesin'in bu adda bir şiiri olduğu için adını "Sivas'93" koydum. Ama o şiirini oyunda kullandım.
Yazma sürecinde neler hissettiniz? Çok büyük bir acı var orda. Zaten bu malzemeyle iç içe yaşamaya başladıktan sonra benim de kimyam alt üst oldu doğrusunu isterseniz. Gece uykularım kaçtı, resimler, özellikle morgdaki görüntüler... Sonra yavaş yavaş insan kanıksıyor. Çok tuhaf bir şey o. Ölüm acısını yaşıyorsunuz, sonra nasır bağlıyor belki duygular, daha profesyonelce bakmaya başlıyorsunuz. Çalıştıkça bir şeyler belirlenmeye başladı. Bir kere dedim kimse kimseyi oynamayacak. Anlatacak. Olayı Brecht'yen bir mesafede tutacak, zaten olayın kendisi o kadar duygu yüklü bir olay ki, izleyicinin kendini öyle bir duygu selinde kaybetmemesi lazım. Mümkün olduğu kadar sahnedeki oyunculann objektif olması lazım ve izleyicinin daha çok kafasına seslenmemiz lazım. Tabii bunu ne kadar başarabildik bilmiyorum. Ne kadar tarafsız olmaya kalksanız da olayın kendisi o kadar ağır ki ister istemez izleyiciyi derinden sarsıyor. Mesela oyunu insanlar yandılar gibi bitirebilirdim, çok duygusal bir finaldi. İzleyici için doruk noktası oluyor, herkes ağlıyor. Onu yapmak yanlış olurdu. Sonrasına devam etmek, mahkeme sürecini gündeme getirmek ve bir yerde seyircinin o duygularını soğutarak: "Bakın bu olay geçti, bunları gördünüz ama düşünün sonra da bunlar oldu. Bunun üzerine tartışmanızı istiyoruz, öfkelendiniz tamam ama ne olacak, geçecek öfkeniz. O değil, kafanızda bir şeyler bırakmak istiyoruz. İlerde birileriyle tartışabilirsiniz, bu konuda bir şey yapmak isteyebilirsiniz, bu konuda bir şeyler okumayı ve kendinizi daha geliştirmeyi isteyebilirsiniz"! düşündürtmek istedik. Tiyatronun böyle bir yanı olduğunu düşünüyorum.
a
korkunç olayın yıldönümünde yazı yazıyor. Tarihimizde o kadar önemli olaylar var ki tartışılması gereken "niçin bizim yazarlarımız bu konularda oyun yazmazlar?" gibi bir düşünce öne sürüyor. Ben de hep hak veriyorum, ilk kez bu yıl "ben kendim deneyemez miyim acaba?" diye düşündüm. Çünkü bu olay toplumumuzun anatomisini çıkarıyor. Bizim toplumumuzda çok önemli iki damar var. Biri din diğeri milliyetçilik. Çok rahatlıkla birileri o damarlara basarak insanları azdırabiliyorlar ve insanlar insan olmaktan çıkarak sürüye dönüşüyor. Bunun da çok vahim sonuçlan oluyor. 6-7 Eylül olayları, Sivas, Maraş, Çorum, Malatya gibi hep benzer olaylar. Toplumun bu olaylarla hesaplaşması gerektiğini düşünüyorum. Üstünü örtmenin, bırakalım, unutalım demenin bir faydası yok. Üstüne giderek anlamaya çalışmak gerektiğini, belki ancak bu şekilde ilerde böyle olayların yaşanmasının önlenebileceğini düşünüyorum. Bu olaya çok önem verdim. Ancak benim böyle bir deneyimim de yok. Pek çok önemli yazardan uyarlama çalışması yaptım, romandan, öyküden, şiirden hatta çizgi romandan. Ama ilk kez bir oyun yazmak söz konusuydu. (1973'te çizgi roman kahramanı Abdücanbaz'ın ilk sahneye aktarılmasını Dostlar Tiyatrosu'nda dört arkadaş beraber yapmışlar.)
Hatta seyirciden öte halk olarak değerlendirirsek, belki de hâlâ "umut var" demek istiyorum. Belki. Çünkü politik olayların gelişimi de öyle oldu ki, ister istemez bu konular çok güncelleşti. Daha ilk oyun provalanndayken, Kültür Bakanı durup dururken "orda
13
bir kebapçı olmasından iğreniyorum, bir şey yapmak lazım" dedi. Hiç beklemiyorduk böyle bir tepki. Arkasından türban olayları vs derken, özellikle seçim sonuçlarından bu yana ülkemizdeki dinci gelişmeler insanları çok rahatsız ediyor. Belki bunlara da denk düştüğü için dikkat çekti.
("Öldüğümde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böylesine yeniyorum." Yitirdiklerimiz arasındaki Uğur Kaynar'ın olay sırasında karaladığı bu satırlar çantasındaki peçetede bulunmuş...) Evet insan hemen unutmak ister.
Oyuna geçelim öyleyse. Her yıl düzenlenen "Pir Sultan Abdal'ı Anma Şenlikleri" için davet edilen sanatçılar Sivas'a geliyor. Şenlikleri protesto eden gruplar çıkıyor: "Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız, laiklik bitecek huzur gelecek, Müslümanlar" imzalı bildiriler dağıtılıyor. Günler öncesinden davetlilerin belli olduğu etkinliklere saldırı olabileceği yönündeki uyarılar yetkililerce ciddiye alınmıyor değil mi? Aziz Nesin'in "Şeytan Ayetleri" kitabı Aydınlık İlgilenedursunlar bari oynayabildiğimiz kadar Gazetesi'nde yayımlamaya başladığı zamana denk oynayalım. Ama öbür olaylar daha üzücü. Biz bu oyunu oynarken geliyor. Onu Sivas Valisi özel olarak davet ediyor. O gelirse burada olaylar çıkar diye konuşuluyor. Ama öbür taraftan neleri geçiriyorlar. bunlar hep bahane. Anlatmak istediğimiz; her zaman En azından bir şey yapıyorsunuz. Bu sadece Sivas böyle bahaneler bulunuyor. Sivas'ta Belediye, Refah Partisi'ne geçtiği andan itibaren her Cuma namazından olayı gibi algılanacak bir oyun değil ki! Ülkenin sonra bu tür gösteriler yapılıyormuş. çekilmiş bir resmi ve üstelik şu anki duruma da ayna tutan bir resimdir. O yüzden önce tiyatrocu olarak sonra da bu ülkede yaşayan bir insan ve ekip Zaten Sivas'ın aslında çok ciddi kimlik değiştirdiğim olarak çok önemli bir iş yapıyorsunuz. görüyoruz. Orası Cumhuriyet'in temellerinin Tabii, bu böyle gidecek gibi. Anadolu'nun her yerinden atıldığı bir kent iken sonra bu kadar gerileyen bir talep geliyor. Yurtdışından da, İngiltere, Belçika, İsveç... şehir oluyor. Atatürk'ün rahat ettiği bir yer iken Ve bu güzel bir şey. İnsanlar demek ki bunun gündeme şimdi? (Sözcüklerimi dikkatli mi seçmeliyim? gelmesini istiyorlarmış. Bilmiyorum. Daha önce korkmam gerektiğini düşünmezdim. Artık konuşurken korkunun Yine de merak etmiyor değilim, büyüklerimiz bir güdümlemesine mi teslim olmam gerekecek? İşte ben asıl bundan korkuyorum...) "Hiçbir şey eyleme gün bundan rahatsızlık duyacaklar mı? Onun dışında biraz sağcı basından da tepki bekliyorum. geçmiş cehalet kadar korkutucu olamaz" diyorsunuz oyunda. Aslında ülkemizdeki her benzer eylemin Hiç ses yok, hayret. Bu biraz şüphe uyandırıyor. ana cümlesi bu değil mi? Maalesef öyle. Bütün olaylara baktığınızda; 6-7 Eylül Doğru söylüyorsunuz. Üstün Akmen'in Evrensel Gazetesi'nde oyunla ilgili yazdığı yazıyı beğeniyle okudum. Demiş ki: Genco Erkal, iyi ki oyun gibi yapmamış, çünkü ben Demirel'i, Çiller'i, Şevket Kazan'ı oynayacak bir oyuncu tanımıyorum". Belgesel oyun seçiminizdeki neden de güdümlemek değil sadece seyirciye hesaplaşma kapısını açmak mıydı? Yani bize, sorumluluğu hatırlatmak bizim, gereğini yerine getirmek sizin işiniz demiş oluyorsunuz? O kişiler genelde tiyatroda hep karikatürize edilmişlerdir. O da bana çok kolay ve ucuz bir yol geliyor. Çünkü gülünüyor ve geçiliyor. O yüzden oyunda, o karakterleri belli bir mesafede tutarak, belki bir eleştirel bakış var ama karikatürize değil, daha çok söylenen sözler düşünülsüne yönelik bir tavırla yapmak istedim. Oyuncular bazen Aziz Nesin oluyor bazen Emniyet Müdürü oluyor. Çoğunlukla da biri olduğunda, 3.şahıs gibi oluyor hep, orda da bir yabancılaştırma, yaklaştırma var. Aziz Nesin, Erdal İnönü'yü aradı derken, oyuncu hem Aziz Nesin oluyor hem de anlatan oluyor. Tam rolün içinde değil kenarında duruyor. Mümkün olduğu kadar olayı bütün boyutlarıyla gündeme getirmek hatta taraf tutmadan, tek taraflı bir bakış açısıyla değil, çok boyutlu bir düşünmeye yönlendirmek isteyen bir çalışma yaptık. Bütün Sivaslıları suçlamak da doğru değil gibi yahut Sivaslı da bu olayda kullanılmış gibi düşündürtebilmek de önemli. İlk gösterimin güvenlik korumalarıyla gerçekleştirildiğini okumuştum. Bu zamana kadar herhangi rahatsız edici bir yaklaşım ya da böyle bir endişeniz oldu mu? O Fazıl Say'dan ötürüydü. Fazıl'ın korumaları emniyete başvunnuş. Bir daha da gelmediler. Şimdilik bir şey görmüyoruz. Belki daha önemli olaylarla ilgilendiklerinden görmüyorlardır. (Gülümsüyor.)
pe
cy
a
Mümkün olduğu kadar olayı bütün boyutlarıyla gündeme getirmek hatta taraf tutmadan, tek taraflı bir bakış açısıyla değil, çok boyutlu bir düşünmeye yönlendir mek isteyen bir çalışma yaptık.
Oyuna sizin eklediğiniz hiçbir şey yok değil mi? Replikleri doküman ve belgelerden yarattınız? Evet. Onu da özellikle istedim çünkü öyle şeyler var ki abartılıyor gibi geliyor. Sanki ben yazmış olsam "uydurmuş, bu kadar da değil" diyecekler. Şimdi çok rahatlıkla söyleyebiliyorum: "ben hiçbir şeyi ellemedim, mutlaka birileri anlattı, yazdı, ben de teker teker yerini gösterebilirim" diyorum. Otelin içinde çekilen fotoğraflar ölenlerin çantalarından bulunan fotoğraflar, görüntüleri de biz çekmedik vs. Her şeyin gerçek oluşu olayı daha da güçlendiriyor. Artık kaçacak bir yer yok, bu budur! Gerçekleri duymayı sevmiyoruz biliyorsunuz.
14
SİVAS ACISI Ben tanırım Bu bulut bizim oranın bulutu Hemşeriyiz ne de olsa Benim için kalkmış ta Sivas'tan gelmiş Yurdumun bulutu Başımın üstünde yeri var Ben bilirim Bu rüzgâr bizim oranın rüzgârı Hemşerimiz ne de olsa Benim için kopup gelmiş yayladan Yurdumun rüzgârı Kurutsun diye akan kanlarımı Ben anlarım Bu acı bizim ora işi hançer acısı Bir ülkedeniz ne de olsa Aynı dili konuşsak da Anlamayız birbirimizi Hançerin nakışı Tanıdım acısından Sivas işi Ben duyarım duyumsarım Bizim oranın sızısı bu Binip kara bir buluta Sivas ilinden Sivas rüzgârında uçup gelmiş Helallik dilemeye
cy pe
Aziz NESİN.
a
Ey yüreğimin onmaz acıları Ey beynimin dinmez sancıları Suç ne bende ne de sende Suç seni karanlıklara gömenlerde Ne de olsa yurttaşımsm Kapalı olsa da bütün vicdan kapıları yüzüne Bilmelisin bir yerin var can evimde
16
Zaten din ya da ideolojinin adı ne olursa insanları yönetilmek için yaratılmış biçimler, onları yaratanlar da onu gayet iyi kullanıyorlar! Evet. Amaçları; sürü haline getirip gütmek.
Etkinlikler başlıyor, paneller, konserler vs. "Sivas Aziz Nesin'e mezar olacak" sloganlarıyla yürüyüşe çıkan insanlar görülüyor. Aslında yeni yol yapımı adına alınan taşların bir gün önce Madımak Otel'i yakınına bırakılması, şenliklerden birkaç ay önce özel bir askeri birim oluşturulması, Valiliğin uyarıları dikkate almaması gibi olayların alt metnini okuduğumuzda, sanki planlı bir eylemdi, diye düşünmek çok mu paranoyakça olur? Öyle değilse yetkililer sizce neden bir önlem almadılar? Orası tam netleşmemiş. Bir sürü bir şeyler anlatılıyor. Ben de bir sürü olasılığı düşünüyorum. Benim en aklıma yatan şu: Başında "şöyle bırakalım da, bakalım ne yapacaklar?" gibi bir boşvercilik var. Olayların sonunda buralara gideceğini düşünemiyorlar ve kontrol altında tuttuklarını zannediyorlar, son on dakika içinde ise kontrolü tamamen kaybediyorlar. Bu müthiş bir aymazlık, müthiş bir becerisizlik, Ankara ile orası arasında müthiş bir kopukluk... Yani anlamak mümkün değil. Bunun altında birtakım hazırlıklar, önceden yapılmış planlar da var. Ama buna benzer bütün olaylarda olduğu gibi, o kadar karartılıyor ki ortalık, gerçek sorumlular kaçıyor. Onlara hiçbir zaman ulaşılamıyor, hesap sorulamıyor. Buradaki kamu görevlilerinden de hesap sorulmuyor. İhmal var ortada, ama niye ihmal ettikleri sorgulanmıyor. Böyle bir örtülüveriyor üstü, devlet kendini koruyor, işte o çok kötü. Bütün olaylarda, Dink cinayeti, Susurluk, Şemdinli gibi, hepsinde devlet üstünü örtüyor. Hiçbir zaman gerçek sorumlulara ulaşılamıyor.
pe
Yani anlamak mümkün değil. Bunun altında birtakım hazırlıklar, önceden yapılmış planlar da var. Ama buna benzer bütün olaylarda olduğu gibi, o kadar karartılıyor ki ortalık, gerçek sorumlular kaçıyor.
cy a
olaylarında Atatürk'ün evine bomba atıldı deniyor, birdenbire millet birbirine giriyor, daha evvel Kuzguncuk'ta birlikte yaşayan Rum-Türk aileler birbirlerinin evlerini yakmaya kalkıyorlar. Buna benzer bir "Kanlı Pazar "olayı vardır mesela ve hep Cuma namazından sonra meydana geliyor dikkat ederseniz. Bir sefer de bizim başımıza geldi. 1975 yılında Erzurum'da; "Alpa gut Olayı" adlı bir işçi eylemi öykü edilen bir belgesel oyun oynayacağız. Cuma namazında hoca: "İstanbul'dan geldiler, bugün halkevinde Stalin'in doğum gününü kutlayacaklar" gibi hiç alakası olmayan bir konuşma yapıyor. Bunların katli vaciptir gibi kışkırtıp yolluyor, zar zor kurtuluyoruz. Ya milliyetçilik ya din yani en kutsal sayılan şeyleri kışkırttığınız vakit o cahil güruh diyelim, birden bir canavar haline dönüşebiliyor.
Maalesef. Kalabalık Cuma namazından sonra
gittikçe artıyor, "Hizbullah geliyor" sloganları atılıyor. Kalabalık artınca dağıtmak için Kuran okutuluyor! Eylemcileri dağıtmak için Kuran okumak nasıl bir zihniyetin işi olabilir? Evet, Yasin okunmuş. Güya sakinleştirmek için ama büsbütün heyecanlandıran bir şey o. "Şeriat gelecek zulüm bitecek" diyen kalabalık, Refah Partisi Başkanı'm mücahit diye karşılıyor... O da "Müslüman kardeşlerim gazanız mübarek olsun" diyor. Bir devlet yetkilisinin, T.C.'de alenen bu davranışları sergileme cesaretini anlamak mümkün değil! "Şunlann ruhuna Fatiha okuyalım" diyor. İnanılır gibi değil o konuşmalar. Evet, sanki öldüler! Peki, dinsizin dersini vermek adına Aziz Nesin'i hedef alan kalabalık karşısında Vali oldukça rahat davranıyor. Çünkü Aziz Nesin'in, bir gün önce şehir dışına balık yemeye gideceğini söylediği için onu yok sanıyor, oysa Aziz Nesin gitmemiş... Vali Nesin'in gitmediğini nasıl öğrenemez onu da anlamadım? Bazı şeyler anlaşılamıyor.(5azi şeylere söylenecek bir şey de bulunamıyor yazık ki!) Oyunda oyuncular birer anlatıcı olarak görev yapıyor. Kâh Nesin'in sesi kâh Makbule'nin sesi oluyorlar. Bazen hak etmiyor bu memleket bu insanları demeden edemiyorum. Kalabalık otelin önüne geliyor, büyüdükçe büyüyor. Vali inatla kontrol altında demekte, herhalde oteldekiler kontrol altında diyesim geliyor... Sonra da diyorlar ki Vali çok tecrübesizdi. İlk büyük göreviymiş. Beceriksizliğini örtmek için Ankara'ya merak etmeyin demiş, kendi müşkül duruma düşmesin diye olayları olduğu gibi aktarmamış. Bunun sorumluluğunu nasıl alabilmiş acaba? Sonradan da epey vicdan azabı çektiğini söylüyorlar. Taşınması çok ağır bir yük, az daha Aziz Nesin ölecekti. Adamı ısrarla çağıran da o, ölüme çağırıyor adeta. Aziz Nesin Erdal İnönü'yü arıyor, "zor durumdayız" diyor. İnönü'den "Telaşa kapılmayın ve saldırmayın" gibi bir yanıt alıyor. Böyle bir cevaba ne denebilir ki? Çünkü o, Validen aldığı bilgiye göre "her şey kontrol altında üzülmeyin" diyor. Sonradan İnönü de durumu önleyemediği için çok üzülüyor. Kötü niyetli değil ama o da beceriksiz. Herkeste bir aymazlık var. Olayın boyutlarını kavrayamıyorlar. Sekiz saat boyunca...
Beş yüz kişiyle başlayan bir şey on bin kişiye çıkmış, bunu bırakırsan her şey olur. Çok büyük bir basiretsizlik. TV olayı oldu-bitti diye veriyor. Oysa biten ne? O zamanki haber ağının azlığından mı bu yoksa bilinçli bir yaklaşım mı sizce? Bilemiyorum. Orda bir tek Cihan Haber Ajansı var. Güya, onun da belki kasıtlı olduğu söyleniyor ama bilemiyoruz, daha evvel o yörenin tarihi ve turistik yerlerinin çekimini yapsın diye gitmiş bir kameraman tesadüfen orada bulunuyor. Bu bilerek mi tesadüfen mi, her iki şekilde de yorumlanabilir.
yangın ilerliyor, içeride kurtulmaya çalışan insanlar... Nesin'i koruyan komiserdi değil mi, havalandırmadan Büyük Birlik Partisi'ne geçişi sağlayan? İki tane komiser var. Biri kaçıp gidiyor öbürü bir bölümün arkadan kaçıp gitmesine yardımcı oluyor. İki bina arasındaki havalandırma boşluğundan çıkıyorlar. Aslında sığınmanın gecikmişliğini görüyoruz sahnede. Nesin'i koruyan Komiser, geçişi sağlamasına sağhyor da daha önce alsalardı diğerleri de kurtulabilirdi oysa. Başlangıçta oradaki militanlar giremezsiniz diye kovuyorlar. Hatta kadınlara küfür ederek! Komiser Büyük Birlik Partisi sorumlusuyla konuşuyor ama vakit kaybediliyor tabii. O arada öbürleri hayatlarım kaybetmiş oluyor.
pe cy
Oradaki vatandaşlarımız kalabalık dağılsın diye gözden mi çıkarıldılar diye düşünmek istemiyorum ama? Tuhaf bir şekilde Emniyet Müdürü: "aman burada gözümüzün önünde olsunlar, bağırırlar bağırırlar boşalırlar!" diye düşünüyor. "Toplumun gazını almak" diye bir laf varmış biliyor musunuz? Bunu rahmetli Erdal İnönü'ye söylemişler. Ölümünden sonra bunu Oral Çalışlar Cumhuriyet Gazetesi'nde yazdı galiba. İnönü'ye sormuşlar: "siz araştırdınız mı nasıl olur?" diye. Erdal İnönü de "bana bir MİT görevlisi dedi ki: buna toplumun gazını almak denir. Patlamasınlar, bağırsınlar rahatlasınlar." Bilmiyorlar ki bağırdıkça daha azıyorlar. Aman buradan gidip Alevi mahallesindeki eyleri yakmasınlar, burada dursunlar bağırır giderler. Öyle olmuyor maalesef.
a
Sonunda on bin kişiye kadar ulaşıyor kalabalık. Birden kalabalık susuyor çünkü ezan okunuyor. Namaz vakti ama yine de gitmiyorlar. Çünkü Allah'ın emriydi o insanları öldürmek. Nasıl bir inanç, nasıl bir Müslümanlık? Oyunda da diyorsunuz ya, "hangi Müslümanlıkta cinayet var, Ama oradan da çıkmaları gerekiyor. O sırada itfaiye insan yakmak var? "Müslümanlık böyle vahşi bir aracına seslerini duyuruyorlar, Aziz Nesin oradan din değil oysa... (Bazen bilmek ne kadar ağır geliyor inecekti değil mi? Merdivenle inerken insana. Bilmeyen, bilmek istemeyen, gözü kör-kulağıdışarıdakilerden biri Aziz Nesin'i tanıyor. sağır insanlara özenmiyor değilim, bilmenin yükünü Yok Aziz Nesin o tarafa gitmiyor. Beşinci katta daha bilince bazen...) evvel kapalı bir odadan ön tarafa bakan bir odaya Şu anda en saldırgan din olarak görünüyor. Bakarsak geliyor. Yanında onu kurtaran Lütfü Kaleli aşağıya Hizbullah, El Kaide vb. En şiddete yönelik din. Oysa itfaiye diye bağırıyor, oradan merdiven geliyor. Ö da Aziz Nesin'i baş komiser sandıklan için. Sonra aşağıya diğer bir yanına bakarsınız Mevlana, Yunus Emre'yi inerken merdivende tanıyorlar, aşağıdan biri "bu görürsünüz. hayvanın gebermesi gerekiyor" diye biri bağınnca tekrar saldınyorlar. Asker geliyor gelmesine de, sözde! Kalabalıkta ilerleyemiyor, imkânı var mı, askeri durdurabilir mi insanlar? Ve onu orada linç etmeye çalışıyorlar, yine üstüne abanarak kurtaran komiser. Ancak araca bindiğinde Asker çok geç geliyor. dövmeye kalkan başka bir komiser daha var, aradaki Sivas'ta bir tugay var. Askerin ilerleyememesini farka bakın, o komisere ne oldu belli değil. anlayamıyorum. Mahkeme safhasında mağdur olanlara yardım eden Havaya ateş açsalar üç beş kişi de olsa bir şeydir. Çok kişiler var. Polis ikiye bölünüyor. Bir kısmı daha sağcı görüşlü insanlar bir kısmı biraz daha sola yatkın insanlar tuhaf bir şekilde birbirlerini ezerler deyip sonra otuz beş kişiyi yakıyorlar.
Bilemiyorum. Orda bir tek Cihan Haber Ajansı var. Güya, onun da belki kasıtlı olduğu söyleniyor ama bilemiyoruz. Bilerek mi orada tesadüfen mi, her iki şekilde de yorumlana bilir.
Biri sonunda kalabalıktan sıyrılıp otelin lobisine tırmanıyor, içeri giriyor. Ve oteli sonunda yakmaya başlıyorlar değil mi? Birkaç kişi devamlı girip oradan eşyalar atıyorlar dışarıya sonra da o eşyalar tutuşturuluyor. Önce zaten arabaları yakıyorlar. Biri otel sahibinin diğeri de Aziz Nesin'in korumasının arabası. Nesin'in arabası diye yakmaya kalkıyorlar. Hatta onun silahı da onun içindeymiş yakarlarsa arabayı patlar diye otel sahibi atlıyor gibi karışık şeyler var orda.
O sırada içerdeki insanların duygularını anlatıyorsunuz, ne kadar istesek de bilemeyeceğimiz bir duygu içinde alevlerden kaçmaya çalışan insanlar var, dışarı da ise zevkle yangını bekleyen insanlar. Alkışlıyorlar. Çocuğunu sırtına almış baba yangını seyrettiriyor. "Müslüman Türkiye" diye bağırıp, Allanın dediği oluyor diye alkışlıyorlar. "Allah'ım bu senin ateşin" diye bağırıyor bir adam orda. Bu nasıl bir düşmanlık gerçekten? Bu öfke nasıl açıklanabilir, inanılır gibi değil. Ye
17
diyelim. Mağdurlara yardım etmiş kişiler başka yere tayin oluyorlar. Öbürleri orda kalıyor. Sanıkları onlar teşhis ettikleri için burada barındırmazlar, düşmanlık olur deyip Emniyet Müdürü dahil başka yerlere tayin ediyorlar. Sonra tanıklık etmeye geliyorlar. Peki, sonra Emniyete götürülüyorlar değil mi? Büyük Birlik Partisi'ne götürülenler emniyete götürülüyorlar. Sabaha kadar orda mı bekletiliyorlar? Hiç yardım gelmiyor mu? Çok garip değil mi? Tek ses yok, nerde devlet büyükleri? Buna nasıl seyirci kalınır diye soracağım ama bir yanım da... Sabaha kadar ses yok. Orada da aman sesinizi çıkarmayın, pencereden görünmeyin, lambaları kapatın, burada da gelir sizi öldürürler diyorlar. Halktan bu kadar korkuyorlar. Hastanede de bazı yaralı konumunda olan göstericiler var ve bunlar da gebersin diye yarı yanık olan insanların ölmesini istiyorlar. Orada bile güvende değilsiniz.
gerekçesiyle cezadan indirim uygulanıyor! Birinci davadan sonra önce beraat kararı veriliyor. Sonradan Yargıtay o kararı bozuyor ama o arada salıverdikleri insanların hepsi yurtdışına kaçıyor. Bir tanesi Berlin'de dönercilik yapıyor. Röportajı çıktı, geçen seneydi galiba. Buradan iadesini istiyorlar ama Alman Hükümeti vermiyor. Kolunu sallaya sallaya dolaşıyor... Gerçekten mi? İnanamıyorum. Alman Hükümeti niye versin? Orada başka şeyler var tabii. Şevket Kazan'ın Adalet Bakam olunca mahkûmları ziyareti de düşündüren bir olay örneğin? Şevket Kazan da sanıkların avukatlıklarım üstleniyor. Bu işi yapan bir insanı savunmayı kabul etmek ne demektir o da ayrı bir olaydır zaten.
Firar eden sanıkların bulunamaması, devlet yetkililerinin yorumları, mahkeme süreci vb. sonuçlar bu ülkenin utançları değil midir? Şu anda otelin yerinde bir kebapçı var, buraya kebapçı açmak ve kebap yemek konusu da düşünülecek iş Olayla ilgili devlet yetküilerinin söylemleri gerçekten doğrusu. Oyunla ilgili kendi hislerimi de paylaşmak isterim: "Birincisi, bu ülkenin genç kuşağından biri unutulacak gibi değil... Çiller, olaya karışan vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır derken Mesut olarak utandım ve bu utanç çok acıtan bir şey! '93 çok uzak bir geçmiş değil. Yakın zamanda benim Yılmaz, maçta bile daha fazla kişi ölüyor diyor... Siz de "İnsanlarımız yargılama haklarını kullandı" geleceğime eklenebilecek bir olayı uzaktan seyreder gibi hissettim. Aynı ayak seslerini yakınlarda diyorsunuz. "Az bile yaptık, asıl devleti ele geçirmemiz lazım, en duyuyorum desem paranoyak olduğumu düşünür müsünüz? Hiçbir şey olmaz gibi bir rahatlığımız büyük düşmanımız T.C.'in kendisi" diyorlar. varsa bunu düşünenlerle aynı ülkede yaşamadığımızı düşünüyorum. Çünkü her gün bir E az kaldı zaten! (diyorum çarpık bir gülüşle) şeyler yapılıyor ve de T.C.'de üniversiteye türban Doğru söylüyorsunuz (diyor ironik gülüşle. İroni girdikten sonra kim bana diyebilir ki "hiçbir şey söyleşimizin baş tacı oldu ne yazık ki) olmayacak". O kadar karışık ki içim... İyi ki bu Ülkemizde tarih hep kendini tekrarlıyor değil mi? oyunu yapmışsınız, elinize sağlık, iyi ki birileri bir şey söylüyor. Bu o kadar kıymetli ki, inanmaya ve Aynı odaklı olayların yansımaları. Dava süreci de akıllara zarar... Aziz Nesin'in "Salman Rushdie" umuda ihtiyacım var. (Gözlerim doluyor konuşurken, hiç sesini çıkarmadan önemle dinliyor kitabını yayımlamasının tahrik unsuru yarattığı beni. Bu ne kadar az bulunur bir özellik bilir misiniz? Dinlenmenin kıvancı ne kadar iyi gelir insana... Üstelik aynı paydada yer aldığınız biriyle konuşurken çoğalmanın keyfini hissederseniz, sıcacık bir duygudur bu...) Evet. Tabii, biz azınlığız artık. Fazıl Say'ın görüşlerine tümden katılıyorum. Biz yenildik, azınlıktayız! Kendimizi korumazsak, düşüncelerimizi korumazsak, onlar kadar örgütlü ve becerikli olmazsak bitti zaten. O yüzden biraz silkinmemiz lazım, bir şey yapmamız lazım.
pe
cy
a
Şevket Kazan da sanıkların avukatlık larını üstleniyor. Bu işi yapan bir insanı savunmayı kabul etmek ne demektir o da ayrı bir olaydır zaten.
Köşeye sinmekten, susmaktan vazgeçmemiz lazım artık. Onların da istediği o. Rahat rahat istediklerini yapmayı istiyorlar. Bir de hem yapıyorlar hem konuşmalarını görüyorsunuz. Bu nasıl bir şeydir: "biz kefenlerimizi taktık çıktık, bu yola baş koyduk, ne konuşuyorsunuz ki siz kaç kişisiniz?" gibi konuşuyorlar... Atatürk'ün Cumhuriyet'inde azınlık olmak korkunç bir şey. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diye diye bugünlere geldik. Bana hep söylüyorlar; " kimin ne olduğu belli değil, konuşma her yerde" diye ama ben konuşmazsam, siz konuşmazsanız ne olacak? Bize de söylediler. "Bunu niye yapıyorsun şimdi, başına bela mı istiyorsun, korkmuyor musun?" diye. Tamam, o zaman susalım. Olmaz ki! Olmaz ki! Benim söyleyeceklerim bitti. Sizin oyunla ilgili eklemek istediğiniz şeyler var mı efendim? Oynadığınız yerleri de eklemek isterim. Hemen hemen her şeyi konuştuk galiba. Genelde hafta sonları Muammer Karaca Sahnesi'ndeyiz. İstanbul'da Maltepe Yayla Sanat Merkezi, Ataköy, Kadıköy ve Caddebostan Kültür Merkezi'nde oynuyoruz. Mart ayında 1 hafta boyunca Ankara'dayız. Anadolu'ya gidecek misiniz?
18
Gideceğiz. Asıl istediğim o. Bu oyunu Maraş, Çorum, Malatya, Sivas'ta oynamayı istiyorum. En çok Sivas'ta oynadığınızda nasıl tepkiler alacağınızı merak ediyorum. Ben de merak ediyorum. Bir de izin verecekler mi bilmiyorum. Diyebilirler ki burası hassas bir noktadır, olay çıkabilir. Öyle bir yetkisi var Emniyetin ve Valiliğin. Tam engellemez de erteleyebilir, o erteleme tarihi de gelmeyebilir. O insanlar kendilerini, babalarını ya da çocuklarım görsünler. On beş yıl geçtikten sonra baksınlar bakalım ne diyecekler? Onlar da kabul etmiyorlar çünkü. Anmaya gelenlere düşmanlık ediyorlar, yemek vermiyorlar vs. Ama kabul etmeden de olmaz. Kabul etmek zor. Kabul ederlerse o sorumluluğu almaları gerekecek ya, o vicdan azabıyla yaşanmayacak. En güzeli üstünü örtmek. Böylece acı yok. Umarım oynarsınız. Genco Bey, önümüzdeki yıl tiyatroda 50. yılınızı dolduracaksınız. Yarım asırlık bir zaman tiyatroyla geçmiş. Neler hissediyorsunuz? Tiyatronun da 40. yılı aynı zamanda. Bir ara 50. yıla gelince durayım diye düşündüm. Şimdi durmamaya karar verdim. Benim sizinle ilgili şöyle bir hissim oldu hep, "eğer durursanız biter. Sizi ayakta tutan tiyatroyla geçen yaşamınız" Evet hakikaten biter, doğru. Şunu düşündüm, tiyatro yapımcılığını bırakayım, bu işin maddi sorumluluğunu düşünmeyeyim, başkalarının tiyatrolarında gidip oynarım, oyun sahneye koyarım vs. Daha başka bir yaşama biçimine döneyim ama yine tiyatro içinde.
Özlem'ce Genco Erkal: Nasıl anlatmalıyım ki onu? Saatlerdir sayfaya bakıyorum, ne yazsam yeterince anlatmıyor gibi geliyor. Bu kadar değerli bir sanatçıyı cümlelerimle tanımlamam zaten mümkün değil. Günlerce kıvrandım, korktum, bu sefer de altından kalkabilecek miyim acaba? dedim. Biliyor musunuz, beni gördüğünde uzaktan el salladığı an bu korkularımın hepsi uçup gitti. O andan itibaren ne o ne ben hiç yabancılık çekmedik, istediğimden de öte sıcacık bir sohbetin içinde bulduk kendimizi. Her ne kadar iletişim kurma konusunda kendini kapalı buluyorsa da, güvende hissettiğinde tüm açıklığıyla duruyor yanınızda. Cümleleriniz boşlukta savrulmuyor çünkü sizi duyuyor. İnsan onun yanında kendini çoğalmış hissediyor. Önümüzdeki yıl tiyatroya adanmış elli yılı, o arkasında biz de anılarda bırakacağız. Kalabalıklarda rahat etmeyen, tek başına kalabalık bir adam o. Dünyayla, insanla hatta kendiyle bir derdi olduğu için bu derde tiyatroyu merhem seçmiş. Sokakta söyleyemediğini sahnede söylemeyi yeğlemiş. Zamanını genellikle evinde geçirmeyi, okumayı, kızı ve torunlarıyla birlikte olmayı seviyor. Klasik müziğe meraklı, opera ise gözdesi olarak hayatında yer alıyor. Yurtdışına çıktığında tiyatro, sinema ve operaya giderek kendini besliyor. Zihni hiç ama hiç durmuyor. Bedeni de zihnine yetişmeye çalıştığından tembellik etmek yerine hâlâ çalışıyor. "Zaten hayatım hep bundan sonra ne olacak? Diye geçiyor. Projeyi bulmak, karar vermek ve serüvene atılmak. En güzel tarafı da bu " diyor hayatına dair. Çalışmazsa yani asıl durursa o zaman her şekilde durmuş olacağının farkında, nefes diye tiyatro alıp vererek yaşıyor. İyi de yapıyor, bize de anlamlı oyunlar seyredebilme şansı yaratıyor. Sevgili Erkal, 50. yılınız şimdiden kutlu olsun, daha nice yıllar birlikte üretebilmek dileğiyle...
cy
a
Belki biraz keyfini sürersiniz sadece. Şimdi keyfini sürüyorum ama. Bu işe çok emek verdim, 6 ay başka hiçbir şey düşünmeden kıvrana kıvrana bu çocuğu doğurdum diyelim. Bir iş yapıp da bu kadar ilgi görmesi insana kendini çok iyi hissettiriyor. Tüm o sıkıntı bitiyor değil mi? Evet. Bir cevap alıyorsunuz çünkü.
Televizyonun hayatımızdaki yeri malum. Pek çok tiyatrocunun da televizyonda çalışması gerektiği bu dönemde sizin uzak kalmayı seçme nedeniniz nedir? Böyle bir tercihim yok. Hakikaten iyi bir iş olursa niye tercih etmeyeyim? Böyle bir iş teklifi olmadı diyelim.
pe
Neden tiyatroya yöneldiniz? Herhalde dünyayla ilişki kurmak için? Ben doğrudan ilişki kuramadı ğımdan tiyatro yoluyla ilişki kurdum sanıyorum.
Tiyatronun duygu karşılığı nedir hayatınızda? Benim için tiyatro her şey demek. Yaşamın ta kendisi gibi bir şey oldu. Neden tiyatroya yöneldiniz? Herhalde dünyayla ilişki kurmak için? Ben doğrudan ilişki kuramadığımdan tiyatro yoluyla ilişki kurdum sanıyorum. Dünya ve insanlarla kişisel bir sorunum olduğunu düşünüyorum. Genelde çok kapalı bir insan kendini ancak dolaylı olarak ifade edebiliyor. Bütün sanatçılarda buna benzer bir şey vardır zaten. Ödem'den Son Sözler: O kadar heyecanlıydım ki bugün, nasıl olacak diye kalbim çarparak bekledim sizi. Çok teşekkür ederim geldiğiniz için ve sizinle tanışmanın benim için bir onur olduğunu söylemek isterim. Üstelik çok da güzel bir söyleşi yaptığımız için de mutluyum. Genco'dan Son Sözler: Aslına bakarsan ben de dün akşamdan beri biraz gergindim röportaj yapacağımız için. Ama çok rahat ettim, güzel oldu. Bir de yeri gelmişken söyleyeyim: "Ne zaman sıra bana gelecek
diye merak ediyordum doğrusu, 1 yıldır görüyorum yaptığın işleri, ama konuşacak bir konu olması lazım tabii, biliyorum" diyor espriyle karışık. (Aslında bu siteminde o kadar haklı ki! Ama bir türlü olmadı işte, hem oyun denk gelmedi hem de ben kendimi ancak hazır hissettim, işin doğrusu.)
19
cy
a
Evlilik üzerine traji-komik bir düet
"Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler"
pe
A. Deniz Bozer / dbozer@superonline.com
Ne zaman Oyun Atölyesi Ankara'ya gelse içimi bir heyecan kaplar; bilirim çünkü iyi oyunculardan nitelikli bir oyun seyredeceğimi. Yine öyle oldu. Yüksek beklentilerle gittiğim oyundan tiyatroya doymuş olarak ayrıldım.
20
"Evlilikte Ufak Tefek Cinayet lerde kurum olarak ve kadın-erkek ilişkileri bağlamında can acıtan bir evlilik çözümlemesi sunuluyor.
Oyun Atölyesi karşımıza bu sefer bir Fransız yazarın, Eric -Emmanuel Schmitt'in oyunuyla çıkıyor, Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler (Petits Crimes Conjugaux, 2003). Yazarı daha önceden tanıyoruz; Helen Helen (Variations Enigmatiques, 1996; Kent Oyuncuları, 1998), Ziyaretçi (LeVisiteur, 1993; Ankara Devlet Tiyatrosu, 2000), Oscar ve Pembeli Meleği (Oscar et la Dame Rose, 1999; Kent Oyuncuları, 2003), Gerçek
Çeşitlemeleri (Variations Enigmatiques, 1996; Ankara Devlet Tiyatrosu, 2003). Yazarın bu oyunlarını izlememiş olanlar onu belki Mösyö İbrahim ve Kuran'ın Çiçekleri (M. İbrahim et les Fleurs de Coran) adlı anlatısının televizyonda birkaç kez gösterilmiş olan filminden tamyorlardır; hani Ömer Şerifin 1960'ların Parisi'nde Yahudi Momo adlı oğlan çocuğuyla iletişim kurmaya çalışan Arap bakkal İbrahim'i canlandırdığı film. Ayrıca, Schmitt'in bazı eserleri Bilge Kültür Sanat Yayınevi tarafından Türkçe'ye çevrilerek yayımlanmıştır. Felsefe alanında doktorası olan Schmitt bu oyununda da ele aldığı konuyu derinlemesine inceliyor. Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler'de
kurum olarak ve kadın-erkek ilişkileri bağlamında can acıtan bir evlilik çözümlemesi sunuluyor. Schmitt'in, üç birlik (zamanda, mekanda, olayda birlik) kuralını gözeterek oyunun içeriğindeki yoğunluğu biçimsel boyuta da taşıdığı görülüyor. Schmitt, bu oyunda evliliği dedektif romanları yazan Gilles ve resimle uğraşan eşi Lisa üzerinden sorgular. Gilles ve Lisa kentli, entelektüel bir çift. On beş yıldır evliler. Gilles evde geçirdiği tuhaf bir kaza sonucu merdivenlerden düşerek kafasını çarpmış ve hafızasını yitirmiştir. On beş gün hastanede yattıktan sonra, beklenmedik bir şokla hafızasının geri geleceği söylenerek, taburcu edilir. Bu önemsemeyle izleyici de tıpkı
Gilles gibi onun nasıl bir duygusal travma sonucu belleğine kavuşacağını merakla beklemeye koyulur.
Gilles'in gözünden kaçmaz. Ne var ki, Lisa'nın anlattıklarıyla yetinmek zorundadır; başka çaresi yoktur. Diğer yandan Lisa da Gilles'den kuşkulanmaktadır. Onun hafızasının geri geldiğine inanmakta, kendisine rol yaptığından şüphe duymaktadır. Bir ara şaka olsun diye Lisa kocasının arkasında ona vuruyor gibi yapınca Gilles irkilir; bağırarak "Yapma şunu tepemde!" derken bildiği bir şey mi vardır? Yoksa tam olarak hatırlayamadığı bir olaya bağlı bilinçaltından kaynaklanan bir tepki midir bu? Kaza günü gerçekte neler olmuştur? Hangisi yalan söylemektedir? Gilles mi? Lisa mı? Yoksa ikisi birden mi? Gilles'in hafıza kaybı onun kendine, eşine ve evliliklerine yabancılaşmasını gösteren bir metafor olarak düşünülebilir. Ayrıca, bu hafıza kaybıyla Gilles bir çeşit korunma mekanizmasını çalıştırıyor olabilir. Hatırlamaktan korktuğu gerçek nedir? Hangi gerçeği hatırlaması duygusal bir travma yaşamasına yol açacaktır?
Gilles'in hafıza kaybı onun kendine, eşine ve evliliklerine yabancı laşmasını gösteren bir metafor olarak düşünüle bilir. Ayrıca, bu hafıza kaybıyla Gilles bir çeşit korunma mekaniz masını çalıştırıyor olabilir.
a
Geçmişini hatırlama çabası içindeki Gilles eve döndüklerinde Lisa'ya çeşitli sorular yöneltir. Tam olarak nerede, nasıl düşmüştür? Nasıl bir adamdır? Nasıl bir ilişkileri vardır? Gilles'in eve adımını atar atmaz orada çok kötü şeyler olduğu hissine kapılması yine bir önemsemedir; izleyiciye de geçer onun tedirginliği. Lisa'nın bu soruları yanıtlarken huzursuz olduğu görülür. Kocasına kendisini, evliliklerini yeniden tanıtırken anlattıklarının ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal ürünüdür? Lisa, Gilles'in iyi bir adam olduğunu
söyler. Onun başta Gilles için çizdiği portre o denli olumludur ki pekala da özlemini duyduğu, kendi hayalindeki ideal kocayı betimliyor olabilir. Gilles üstelediğinde onun bazı olumsuz yanlarını hatırlatır. Kendisi hakkında hiçbir şey hatırlamayan Gilles, Lisa'nın anlattıklarını kabul etmek zorundadır, "Sen ne dersen oyum" der. Lisa'nın anlattıklarından Gilles doyurucu bir cinsel yaşamları olduğunu anlar. Ama ya duygusal bağlamda ilişkileri nasıldır? "Beni sever miydin?" diye sorar. Lisa yanıtlamaz. Gilles, yarattığı roman kahramanı dedektiflerden biriymişcesine karısını oyununun kurallarını bilen bir profesyonel gibi sorgular. Lisa'nın yanıtlarındaki tutarsızlıklar
pe
cy
Tartışmalar sırasında bir Gilles bir de Lisa evi terk etmeye kalkar. Evliliklerindeki sorunlarla, gerçekle yüzleşmekten kaçınmaktadırlar. Sorunlarının temelindeki gerçek nedir sorusuna yanıt ararken her ikisini de, izleyiciyi de, sürprizler beklemektedir. Kıskançlık, ilgisizlik, iletişimsizlik, sonunda onlara mutsuzluk, öfke ve şiddet getirmiştir. Hatta Lisa'yı alkole sığınmaya itmiştir. Hiçbir şey görüldüğü gibi değildir. Görünüş ve gerçek arasında ciddi bir çatışma vardır; oyunun dramatik yapısı da bu çatışma üzerine kurulmuştur.
Oyun adını Gilles'in en sevdiği romanının başlığından alır. Bu romanı okumuş olan Lisa bazı ifadelerden etkilenerek Gilles'in kendisinden soğuduğunu, evliliklerine değer vermediğini düşünür. Bu düşünceler onu bunalıma iter. Kıskançlık krizleri geçirir; terk edilme korkusu yaşar. Oysa, güzel günleri hatırlayarak ve gereken emeği vererek yıpranmış evlilikler kurtarılabilir. Gilles ve Lisa için umut vaat eden bir dönüşüm başlamıştır.
21
a
pe cy
Sahne tasarımından sorumlu olan Bengi Günay Gilles ve Lisa'nın entelektüel kimliklerini onlara uygun bir yaşam ortamı hazırlayarak başarıyla sahneye taşımış; çalışma masası, üstünde daktilo, yanında buruşturulup atılmış kağıt dolu çöp sepeti, pek çok kitapla dolu kocaman bir kitaplık, heykel ve tablolar. Parmaklıkları çağrıştıran pencere tasarımıyla ise evlilik kurumunun, gerekli özen gösterilmezse, kolaylıkla alışkanlıklarının mahkumu haline gelmiş olan taraflar için bir hapishaneye dönüşebileceği eğretilemesini görsel olarak sahnede yaratılmış. Ayrıca, bu on beş senelik evliliğin yıpranmışlığı biraz eskice mobilya seçimiyle de vurgulanmış; çalışma masasının sandalyesi oturunca gıcırdarken, koltuğun bozuk yayı oturanı rahatsız ediyor. Sahne tasarımındaki en etkileyici ve bir o kadar da işlevsel olan öğe ise sonradan Lisa'nın yaptığını öğrendiğimiz tablolar. Norveçli ressam Edvard Munch'un ünlü "Çığlık" (1893) tablosunu çağrıştıran bu çalışmalar Lisa'yı daha iyi anlamamız için bir araç. Bu tablolar psikolojik gerilim içindeki Lisa'nın bastırılmış duygularının yol açtığı ruhsal sıkıntıların sanatsal boyutta dışavurumu. Ne yazık ki, kocası evlilikleri süresince Lisa'nın o sessiz çığlıklarına kulaklarını kapamış, duymuyor.
değil. Özellikli bir çalışma gerektirmediğinden belki. Zaten Gilles ve Lisa karakterlerinin giysileri konumlarına uygun. Sadece Lisa'nın ikinci perdede jeaninin üstüne giydiği üstün abartılı dekoltesini yersiz buldum. Yanlış anlaşılmasın, Vahide Gördüm bu giysiyi çok güzel taşıdı. Üstelik kocasıyla ilişkilerini canlandırmak üzere akşam yemeğine çıkan bir kadın için uygun. Ancak, sahnede oyunculuk niteliği tartışılır bazı oyuncuların izleyicinin dikkatini başka yerlere çekmek için çıplaklığa sığındıkları düşünüldüğünde, bu oyunda böylesi bir kıyafete hiç gerek yoktu. Zaten o amaçla da yapılmadığından eminim ama daha derli toplu bir dekolte sanırım daha şık olurdu. Tolga Çebi'nin müziği oyundaki gerilimin altını çizmesi ve eşler arasındaki romantik anları desteklemesiyle oyuna katkıda bulunması açısından işlevsel. Işık Tasarımı'nda İrfan Varlı hem geçmiş ve yaşanan an hem de duygular arasındaki geçişleri başarıyla vermiş. Ayrıca, oyunun en sonundaki olumlu mesaja koşut olarak kullanılan daha parlak ışık oyun kişilerinin geleceğiyle ilgili izleyiciyi umutlandırması açısından yerinde kullanılmıştır.
Turneye gelen topluluklar yanlarında ya oyun progamını hiç getirme gereği duymuyorlar ya da az sayıdaki programın yeterli olacağını düşünüyorlar. Benim zahmetle edindiğim program o kadar kıymetliydi ki yanımdakiler le paylaşmak durumunda kaldım.
pe cy
Oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan ince çizgili reji çalışmasıyla başarıyı yakalamış. Öte yandan, oyun kişilerinin tartışma sahnelerinde bir Gilles bir Lisa'nın söz alırken sanki elinde metronom varmışcasına aynı ritmik ölçüyü çok güzel korumuş.
oyunda her iki oyuncunun da birbirine yakın ustalıkta olması oyundaki diyalogların ritmik bir biçimde akışı açısından önemli. Oyuncular adeta bir eskrim karşılaşmasındalarmış gibi önce biri ileri çıkıyor diğerinin hassas noktasına, kılıçla değilse de, sözleriyle dokunuyor, diğeri geri çekiliyor, sonra geri çekilen bir hamle yapıyor. Oyuncular tempoyu hiç düşülmüyorlar.
a
Oyunun çevirisini yapan Şehsuvar Aktaş Ankara Üniversitesi, D.T.C.F. Tiyatro Bölümü'nden mezun olmuş ve aynı bölümde yüksek lisans ve doktora yapmış. Gerçekten sahne dilini iyi biliyor. Türkçesi akıcı ve günlük konuşma dilini çok güzel kullanıyor. Yalnız oyunun özgün başlığındaki "erime" (suç) sözcüğünü "cinayet" olarak çevirmesine anlam veremedim. Hem cinayet'in "ufak tefek"le nitelenmesi ters geliyor hem de her ikisinin de metaforik anlamda birbirlerinin katili oluşları ve el birliğiyle evliliklerini de "öldürmüş" olmaları bir yana oyunda gerçekten herhangi bir cinayet işlenmiş değil. Oysa, Gilles ve Lisa'nın evlilikleri süresince işlediği çok sayıda suç var. Üstelik bu "ufak tefek" diye nitelenen suçların bir evliliği yıkabilecek kadar güçlü olabileceğini görüyoruz. "Evlilikte Ufak Tefek Suçlar" başlığının daha yerinde olacağını düşünüyorum.
Haluk Bilginer'den herhangi bir oyun seyretmek her zaman büyük keyif. Usta oyuncu bu oyunda da rol yapmıyor; Gilles'e can veriyor, onu sahnede canlandırıyor. Gilles'in üzüntüsünü, öfkesini, ilişkideki sorunları anlama çabasındaki samimiyetini olağanüstü bir performansla izleyiciye aktarıyor. Kendi adıma utanarak söylüyorum, "Bir İstanbul Masalı", "Annem" gibi TV dizilerinden tanıdığım Vahide Gördüm'ü ilk defa sahnede izledim. Fevkalade başarılı. Zaten iki oyuncu için yazılmış böyle bir
Oyun programında kostümden kimin sorumlu olduğu yazılı
Yazan: Eric-Emmanuel Schmitt Çeviren: Şehsuvar Aktaş Yönetmen: Kemal Başar Sahne Tasarımı: Bengü Günay Işık Tasarımı: İrfan Vanlı Müzik: Tolga Cebi
Turneye gelen topluluklar yanlarında ya oyun proramını hiç getirme gereği duymuyorlar ya da az sayıdaki programın yeterli olacağını düşünüyorlar. Benim zahmetle edindiğim program o kadar kıymetliydi ki yanımdakilerle paylaşmak durumunda kaldım. Oysa, ciddi bir seyirci için oyun programı olmazsa olmaz bir gereklilik. Hatta tiyatroya gitme ritüelinin bir parçası; oyun arasında ve oyundan sonra ilgili seyirci mutlaka bu programa bir bakar. Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler görülmesi gereken nitelikli bir yapım. Kaçırmayın.
Oynayanlar: Haluk Bilginer, Vahide Gördüm.
23
pe cy
a
Yeni Bir Tiyatro Daha Kuruldu Özdemir Abi:
"9 Ay Son Gün" Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Suç sadece tiyatroya gelmiyor dediğimiz seyircide olmasa gerek. Gelinmiyor sa, biz de yapamıyoruzdur. "Suçu üzerimize alıyoruz," dedi, suçu üstlendi Oyunbozan Tiyatro'yu kurdu. 24
Geçtiğimiz ekim ayında yeni bir tiyatroya daha kavuştuk Özdemir Abicim. Ne mutlu sana, ne mutlu bana, ne mutlu tiyatroculara! Oyun Atölyesi'ndeki "Dolu Düşün Boş Konuş", "Atinalı Timon" oyunlanndan, sinemadan, televizyondan tanıyacağın, anımsayacağın Sermiyan Midyat var ya, işte o Sermiyan Midyat kendi deyimiyle "cüret etti"; "... sinema ve televizyon gibi görsel alternatifleri düşünecek olursak, tiyatronun seyirciye ulaşma sorunu aşikar kuşkusuz. Elbette bunun çok anlaşılır ve hak verilir nedenleri var. Suç sadece tiyatroya gelmiyor dediğimiz seyircide olmasa gerek. Gelinmiyorsa, biz de yapamıyoruzdur. Suçu üzerimize alıyoruz," dedi, suçu üstlendi Oyunbozan Tiyatro'yu kurdu. Oyunbozan Tiyatro'nun ilk oyunu Sermiyan Midyat'ın yazdığı "9 Ay Son Gün"dü ve Kasım 2007 ayında sahnelenmeye başlandı. Oyunun adının altında, sanırım
konuyu açmak, gişe kapısını aralamak amacıyla konmuş bir de alt başlık vardı: "Anne Rahminde 4 Sperm & Anne Bir Canlı Bomba!" Yeni bir tiyatro, yeni bir oyunla, üstüne üstlük Türk yazarının oyunuyla perde açacak da ben gitmeyeceğim! Mümkün mü Özdemir Abi? Değil elbette, biraz geç de olsa gittim. Bugün sana, işte bu oyundan söz etmek istedim. Sperm'mi, Embriyo mu? Gitmeden önce "Ana Rahminde 4 Sperm..." tanımına takılmıştım. Sperm, "malûmundur" erkek bireylere ait üreme hücresi. Özdemir Abicim, oyun başlayınca anladım ki, ana rahmindekiler sperm değil, birer cenin. Ana rahminde döllenmeyle gelişmekteler, yani birer organizma bunlar. Belirli bir süre sonra bu halden çıkıyorlar,
organları belirlenen "fetus" haline geliyor. Üçüncü gebelik ayı başından doğuma kadarki devre içinde ana rahminde "fetus" olarak anılmaları gerekmekte öyle değil mi ama? Oysa, "Hayatla ilgili meselelerim var. Bunu anlatmak istiyorum. Ve bunu ancak sahneden yapabileceğime inanıyorum" diyerek, tiyatro kurarak, tiyatro kuran "Donkişof'lar safına katılan, oyun metni kaleme alan Sermiyan Midyat'ın metninde, adları her dönem "sperm". Bu durumda: "Eleştirmen yanlışı bulur yazar, yazar da ola ki düzeltir," diyelim, geçelim...
Alegorik Karakterler
Evet Özdemir Abicim... Oyun metninde, dünyaya gelmeye, dünyayı görmeye can atan dört cenine yer verilmiş. Ancak, bu ceninler daha doğmadan ölümle karşılaşır, çünkü onlan karnında taşıyan analan bir canlı bombadır.
Dört embriyonun yaşam savaşları, annelerini, kendini ve onları öldürmekten vazgeçirmek uğraşı olarak başlar ve ana rahminde hem ölümden kurtulmaya hem de fikirlerini birbirlerine kabul ettirmeye çabalarlar. Senin taaa oralardan, oyunu izlemeden kolayca anlayabileceğin gibi, konu olarak yakaladığı balık hayli ilginçtir Midyat'ın, bir anlamda politik tiyatro işine girişmiştir. Vallahi: "Helal olsun," dediğini duyar gibi oldum, tüyüm tüsüm dineldi.
Tiyatronun günümüzde hiç kuşkusuz egemen kültüre karşı yeni bir tiyatro anlayışına gereksinimi var. Dilerim ki Oyunbozan Tiyatro, Sermiyan Midyat'ın amacına dönük olarak var olan tiyatro alışkanlıklarına, anlayışlarına, tarzına ve estetiğine başkaldırsın. Yaşanan toplumsal sorunlara sessiz kalmasın, politik tavrıyla tekdüze tiyatronun karşısına dikilsin.
yönelen dekor fevkalade başarılı. Dekor, salona girer girmez seyircinin hazırlıksız ve henüz yontulmamış beynine ilk uyarıyı vererek düşünceyi ilk yönlendiren, ilk biçimlendiren oluyor.
OYNANIŞ
Oyuna Sumru Yavrucuk, Zuhal Olcay, Ferhan Şensoy, Bülent Emin Yarar, Nihat İleri ve Altan Erkekli sesleriyle gerçekten ciddi katkı sağlamışlar. Oyuncuların tümü iyi, ama ben yine de senin karşındaki alışkanlığımı yineleyerek, gel dört oyuncuyu da birer birer ele alayım. Emel Çölgeçen'i Işıl Kasapoğlu'nun "Rahle-i Tedris"inden tanıyorum. Beğenirim ve severim. Dört cenin arasındaki tek dişi embriyoyu, "Marksist Diken"i parçalardan oluşturarak (sinema deyimiyle) kurgulamış, bence iyi de etmiş. İyi etmiş de, söz konusu parçalar nedendir bilmiyorum, sonuç itibariyle bütünlük yaratamamış. Çölgeçen'in benimsediği doğalcı oyunculuk anlayışı, bu kere psikolojik ve davranışsal işaretlerden yoksun. Sermiyan Midyat, "Liberal Cenin Değişken"e can verirken duygulan fizikselleştirmenin (ya da gerekçelendirme dediklerinin) tiyatronun olmazsa olmazı olduğunu unutmuş gibi davranmış. "Liberal Cenin"i yeniden gözden geçirip, gerekçelendirmede ayrıntıya inerse, başarısını artıracağından eminim. İsmail Hacıoğlu, üretmeye katkısı olmayan, azınlıktan sayılan, "Eşcinsel Cenin İletken"in duygularını duygusal olarak derhal sahiplenmiş ve onu sezgisel olarak oyunun temel hedefi boyunca sürüklemeyi başarıyor. Rolü abartmıyor, hiç mi hiç köpürtmüyor. "Dini Bütün Cenin Gelmişken"de Erdem Akakçe, yine yaratıcılığının tüm yollarını deniyor. Özdemir Abi, Erdem Akakçe, komedyenliği vallahi çok iyi biliyor.
pe cy a
Heyhat!.. Öte yandan tiyatronun entelektüel faaliyet olmadığını, sinemadan ve televizyondan daha çok halka inmesi gerektiğine inandığını kanıtlamak ister gibidir Sermiyan Midyat. Dört ceninle, Türkiye'nin bugünkü resmini yapmak ister. Biri İslamcıdır ceninlerin, biri Marksist, biri liberal, diğeri ise azınlıkları temsilen eşcinsel... Tiplemeleri dönüşüme uğratır, oldukça alegorik karakterler yaratmaya çalışır. Anne'ye (Zuhal Olcay'ın muhteşem ses tınısıyla): "Eğer hayatta eşitliği sağlayamıyorsak, ölümde sağlarız. Burada, bu coğrafyada, bu yeryüzünde yaşamak hapishanede yaşamak gibi zaten. Dünyada sayısız işgal suçu var. Şunu anlamalılar; eğer biz güvende değilsek onlar da olmamalı. Güçleri yetersiz kalmalı. Amacım bu mesajı onlara iletmek. Aynı anda, hem katil hem de kurban olmak mümkün mü? Bir canlı bomba olarak ölmek ve dahası barış için ölebilmek, benden sonrasına hizmet etmektir," dedirtir. Kadını doğanın rahmi olarak simgelemekte, üreten olduğunu vurgulamakta, kendinden sonraki neslin rahat yaşaması için canlı bomba olduğunun altını çizerken, kendinden sonraki nesli yaratma yeteneğinin sadece kadınlarda olduğu gerçeğinden yola çıkarak paradoksal bir biçem kullanmaktadır.
Oyunbozan Tiyatro yeni kuruldu, "9 Ay Son Gün" de ilk oyunları..." Eleştirilmekten "muaf değil ya!.. Ben eleştiririm efendim, eleştirmenim. Eleştiririm ve "suçu üstlenmiş olan" Sermiyan Midyat'a ilk olarak estetik ve politik anlayışı, çalışma yöntemleri ve teknikleri hiç değişmeyen, alışkanlıklarını sürdüren, sanat kaygısından çok kâr amacı güden, toplumsal kaygıdan çok elit kesime hizmet eden, vasat oyunculukların sergilendiği tiyatro anlayışına karşı gelmesini salık veririm. Bunun için; yeni tiyatral kavramı iletecek çalışma yöntemlerini saptamalarını, yeni teknikler ve yeni estetik kaygılarla üretme çabası içinde olmalarım öneririm. Ve bütün bunları kendisinden beklerim.
MİDYAT'A ÖNERİM VAR Şimdi diyeceksin ki: "Kerata,
YARATICILAR "9 Ay Son Gün"e Funda Cebi ten rengine uygun sarı-bej tek tip işlevsel kostümler hazırlamış. Eline dirlik. Reklam cıngıllarından film ve dizi müziklerine başarılı uyarlamaları yanı sıra mükemmel tiyatro oyunu müzikleriyle tanıdığımız Tolga Cebi, bu kere Rap müziğinin ülkemizdeki başarılı temsilcisi Ceza'ya iki şarkı yaptırmış. Özdemir Abi, Cebi Ceza'ya neden iki şarkı yaptırmış, anlayamadım. Ceza'nın şarkı sözleri ve müziği iyi olmasına iyi olabilir de, sözler anlaşılmıyor ki!.. Sözler anlaşılmayınca müzik oyuna katkı vermiyor ki!.. Yakup Çartık, yine Yakup Çartıkcasına bir ışık düzeni kurmuş. Barış Dinçel imzalı, ana rahmi temalı, doğrudan beyne
Tiyatronun günümüzde hiç kuşkusuz egemen kültüre karşı yeni bir tiyatro anlayışına gereksinimi var. Dilerim ki Oyunbozan Tiyatro, Sermiyan Midyat'ın amacına dönük olarak var olan tiyatro alışkanlıkla rına, anlayışları na, tarzına ve estetiğine başkaldır sın. Yaşanan toplumsal sorunlara sessiz kalmasın...
Gözlerinden öperim, yengeme selam ederim. Yazan-Yöneten: Seriniyim Midyat Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Müzik: Tolga Çebi Giysi Tasarımı: Funda Çebi Oyuncular: Sermiyan Midyat, Erdem Akakçe İsmail Hacıoğlu. Emel Çölgeçen
25
"Gary / Ajar" Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr
Paris'te Petit Montparnasse Tiyatrosu'nda oynanan bu bir buçuk saatlik oyun Romain Gary'nin romana benzeyen hayatını akıcı bir şekilde anlatıyor. Andre Asseo, Romain Gary'nin portresini şekillendirmek için "Emile Ajar'"ın "Yaşam ve Ölüm" romanından ilham almış. Büyük bir De Gaulle yanlısı olan, bu kadınlara sevdalı yazarın çelişkileri, heyecanlan, gizli servisle yaşadığı hayal kırıklıkları, Malraux ve Teilhard De Chardin'le yaptığı sohbetler, icat ettiği ikinci kimliğiyle yaşadığı gizem ve en önemlisi hayatının dramı ve 66 yaşındayken tek çıkış yolu olarak seçtiği intiharın anlatıldığı oyun çok enteresan.
pe cy a
Christophe Malavoy bu çelişkili ve zor karakteri canlandırırken kolay ve basit bir oyunculuk tekniği geliştirmiş. Seyirciyi öfkelendirip tahrik ederken, Andre Asseo'nun yazdığı bu oyunu Christophe aynı zamanda herkesi kendi sıkıntılarıyla da Malavoy uyarladı, sahneye koydu ve kendisi yüzleştiriyor. Oyunun başı çok ikna edici: Romain oynadı. Malavoy bu oyunda Romain Gary'nin Gary'yi çocukken sevgili annesinin yanında hayatını anlatıyor. Romain Gary büyük bir yazar, görüyoruz. Sonra Londra'da onu hırpalayan General aynı zamanda pilot, diplomat ve sinemacı olarak de Gaulle'ün yanı başında, ardından ABD'de da ünlenmişti. Ama onu unutulmaz kılan en yazdıklarının aksine Fransa'nın çıkarlarım koruyan önemli nedenlerden biri romanlarını kâh Romain konsolos olarak fark ediyoruz. Gary kâh da Emile Ajar adıyla yazmış olmasında saklıdır. Ölümünden sonra "Emile Ajar" adıyla Sanat yönetmeni Francis Guerrier bu değişik zaman yazdığı romanların aslında kendisine ait olduğu kesitlerini anlatabilmek için manzara ve kadın ortaya çıkınca, edebiyat dünyası sarsılır. fotoğraflarım perdeye aksettirmiş. Bu gösteriden gerçek yaşanmış bir zaman dilimi çıkıyor. Romain Gary, Hollywood'un en şaşaalı devrinde yaşamış ve o devrin starlarıyla dostluk kurmuştur. Groucho Marx, Errol Fyynn, Gary Cooper, John Ford, John Huston onun en yakın arkadaşları olmuştur. Jean Seberg ile yaşadığı fırtınalı aşk evlilikle sonuçlandıysa da Jean Seberg'in intihar etmesinden bir yıl sonra Romain Gary de hayatma son vermiştir.
"Groucho Marx"
Paris'te Atelier Tiyatrosu'nda oynanan "Groucho Marx'ın Mektupları" biraz yavaş bir oyun olmasına rağmen, Jean-Pierre Marielle gibi çok büyük bir aktörü sahnede görmek için seyretmeye değebilir.
Patrice Leconte'un derlediği bu mektupları JeanPierre Marielle ve Pierre Vernier okuyor ve Grouchy Trio Jazz grubu da müzikle eşlik ediyor. Hayatının sonuna kadar Groucho Marx, aldığı mektuplara cevap vererek yaşadı. Bu mektupları bazen kendisi kendi el yazısıyla, bazen de kucağına oturttuğu sekreteri aracılığıyla cevapladı, ama aldığı hiçbir mektubu yanıtsız bırakmadı. Bu mektupların bir kısmı Warner Brothers'e, bir kısmı eleştirmenlere, bir kısmı arkadaşlara yollandı. Küçük yeğenine, oğluna ve editörüne de mektuplar yazmış olan Groucho Marx, bu mektupları çok eğlenceli ve sağlıklı bir üslupla kaleme almış. Jean-Pierre Marielle sahneye çıkınca seyirciyi şaşkına çeviriyor: Olduğundan daha koyu ve geniş bir bıyık ile kalın kaşlarından başka bir
26
Christophe Malavoy canlandırdığı karakteri bir kanaviçe titizliği ile işlemiş. Şu anda Paris'te aynı anda iki tiyatroda Romain Gary ile ilgili iki oyun oynanıyor: Biri "Gary/Ajar", diğeri ise Gary/Ajar'm yazdığı "Onca Yoksulluk Varken". İkisi de tiyatro severlerin büyük ilgisini çekiyor ve her gece dolu bir salona oynanıyor.
makyaj yapmamış olmasına rağmen Groucho Marx ile olan benzerliği şaşırtıyor. Groucho Marx 1920 yıllarında yaşamış Amerikalı komik bir star. Önce tiyatroda sonra da sinemada oynanan müzikal komedilerle ünlenmiş bu aktör, kardeşleriyle beraber Marx Brothers grubunu kurmuştu. Bugün hâlâ onların filmleri eğlenceli komedi türünün başyapıtlarıdır. Ama herkesin bilmediği bir gerçek ise Groucho Marx'm mektup yazma sanatına olan düşkünlüğüydü. Alaycı mizacını en iyi ifade etme yolu ona göre mektup yazmaktı. Sıradan hayranlarına cevap verirken bile sayfalarca yazabilirdi.
"Les Diablogues"
Kronolojik sıralamaya göre okunan bu mektuplar sayesinde Groucho Marx'm hayatının bahçesinde bir gezintiye çıkılıyor. Marx'm hüzünlerine, sevinçlerine, melankolik anlarına, mutluluklarına ortak olunuyor. Ama bu mektupların ortak yanı çok eğlenceli bir şekilde yazılmış olmaları. Jean-Pierre Marielle çok iyi bir performans çıkarırken, karşısında mektupların yazıldığı kişileri canlandıran Pierre Vernier de iyi bir oyunculuk sergiliyor. Patrice Leconte oyunu öyle bir sahneye koymuş ki bir an bütün dünya âlem, o dönem Groucho Marx'a mektup yazma kibarlığında bulunmuş hissine kapılıyor insan...
(Şeytani Diyaloglar)
Her şey 1953 yılında başladı. O yıl tiyatro yazarı Jean Tardieu arkadaşı Roland Dubillard'dan radyo skeçleri yazmasını rica eder. Böylece "Gregoire ve Amedee" skeçleri doğar: Onları seslendirenler ise Dubillard'la Philippe de Cherisey'dir. Pazar sabahlan herkesin dinlediği bu unutulmaz skeçler zaman içinde sözlü bir ping-pong maçına dönüşür ve sahneye "Les Diablogues" (Şeytani Diyaloglar) olarak geçer. "Diablogues" kelimesi uydurma bir sözcük içinde "Diable" (Şeytan) ve "Dialogue" (Diyalog) sözcüklerini barındırıyor. Marx Brothers ve Samuel Beckett'in birbiriyle karşılaşmasına değinmek isteyen bu oyun aslında bir stil egzersizi değil.
Francois Morel aklı bir kanş havada, şakacı, kurnaz, hilekâr bir tipi canlandırırken; Jacques Gamblin gizemli, içine kapanık, alaycı karakteri oynuyor. Birbirine zıt iki karakterin var oluşu, kelimelere olan aşk ile nükte mükemmel bir şekilde harmanlanmış. İkili muhteşem bir oyunculuk çıkarıyor. Şeytanın gidebileceği sınırlarda gezinen bu iki aktör, seyirciden alkışın en büyüğünü hakkıyla alıyor. Bu iki karakterin sahnedeki durumlan garip; ne geçmişleri ne de gelecekleri olan bu ikili kahraman değiller, sıradan insanlar o kadar... Birbirlerini anlamaya çalışan ve karşısındakinin söylediğini dikkatle dinleyen bu insanların farkı ise hayatı algılama yöntemleri!.. Bu ikiliyi ne zamana ne de herhangi bir coğrafyaya yerleştirmek mümkün değil. Bir boşlukta kaybolmuş bu ikilinin tek ortak yanı kullandıkları lisan.
cy a
Abrakadabravari sihirli durumlar ve baş döndürücü bir laf kalabalığı iç içe geçmiş. Dubillard sayesinde bilinmeyenin ortasına dalıyoruz; art arda sıralanan sözcükler boşlukta dolaşıp, sağduyunun sınırlarında kayboluyor. Rene Dubillard kendine has bir üslupla sağırlar diyalogunu tekrardan icat etmiş. Acaip gülünç durumların gerisinde insanoğlunun büyük yalnızlığı vurgulanıyor. Günlük yaşam fantastik bir ortamda anlatılırken, kurallar gülünç bir kaosta eriyor.
aslında en sağır olanın Beethoven olmadığını anlıyoruz. Aynı anda günlük hayatta hareket ederken gerçekler, gerçek ötesine geçiyor. Felsefe yaparken, akla aykırı olaylar sözcüklerin hızıyla arka arkaya sıralanıyor. Bu sözcükleri biz seyirciler dilimizin ucuyla havada kapıyoruz. Sözcüklerin baş döndürücü hızında dehşet, kahkahaya çok uzak değil. Her şeyin arkasında ise tutunabileceğimiz koskocaman bir "Hiç".
pe
Rond-Pont Tiyatrosu'nda, Anne Bourgeois'nın sahneye koyduğu bu oyunda çok önemli iki aktör karşılıklı oynuyor: Jacques Gamblin ve Francois Morel. Oyun çok çarpıcı başlıyor: Cinlere çarpılmış iki kaçık beraberce atlamaya çalışıyor (Nereye? Nereden? Bunların cevabını bilemiyoruz). Ama bu atlama çabalan bir türlü başarıya ulaşamıyor. Her seferinde bir sözcükle geride kalıyorlar. Bu sözcük: Hop. Ve... bir müzik notasıyla biten bu sözcükte
Bu tuhaf mekanizmadan Dubillard kırılganlığı, beklenmeyeni, hassasiyeti, heyecanı çok güzel ortaya çıkarıyor. Dubillard'a göre atın bisikleti kavrayamadığı gibi lisan da insan için kullanılması zor bir alet!
27
cy a
Nejet Birecik ile.
Kocaeli Şehir Tjyatrosu'nun Dünü Bugünü Üzerine...
pe
İsa Karslı / eyges1907@hotmail.com
Bu sene 10. yılını kutlayan Türkiye'nin üçüncü büyük ödenekli tiyatrosu. Sayın Işıl Kasapoğlu Beyefendi'yi, saygıdeğer büyüğümü sevgiyle yâd etmeliyim 10 ncu yılda, olağanüstü güzel bir tiyatro kurmuş. 28
Nejat Bey, Kocaeli Şehir Tiyatroları'nı nasıl buldunuz? Beklentilerinizi karşıladı mı? Projeleriniz, hedefleriniz nelerdir? Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları benim çok yakından tanıdığım bir kurumdur. 1990 mezunuyum. 18 yıldır profesyonelim ve son 4 yılımı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı ve Yönetim Kurulu üyesi olarak sürdürmekteyim ve kadrom orada, geçici görev olarak buradayım. Oyuncusanatçı olmam sebebiyle bu tiyatroyu çok iyi tanıyordum. Bu sene 10. yılını kutlayan Türkiye'nin üçüncü büyük ödenekli tiyatrosu. Sayın Işıl Kasapoğlu Beyefendi'yi, saygıdeğer büyüğümü sevgiyle yâd etmeliyim 10 ncu yılda, olağanüstü güzel bir tiyatro kurmuş. Sekiz saatlik "Hamlet" oyunu ile başlamış, sokak çalışmalarını, deprem zamanı sivil toplum örgütleriyle beraber olan çalışmalarını biliyoruz. Burası ödüle doymayan bir tiyatro, üstelik yurtdışında da bilinirliği olan bir tiyatro.
Kasapoğlu'yla başlayan, Yücel Erten ve Ragıp Savaş'la devam eden, şimdi de siz... Her birinin size göre Kocaeli Şehir Tiyatrosu'na kazandırdığı en önemli atılım nedir ve sizin bu dönemlere ilişkin yanlış uygulamaydı dediğiniz bir uygulama var mı? Başarı çıtasını nerede devraldığınızı düşünüyorsunuz? Bu soruyu, bir bürokrat yönetici olarak dikkatle cevaplamalıyım. Belli bir milada kadar cevap verebilirim. Işıl Kasapoğlu ve Yücel Erten hocamızın bıraktığı döneme kadar esas olarak alıyorum buranın dinamiğini... Ondan sonrası çok çeşitli etmenlere bağlı bir dönem, o dönem hakkında konuşmayacağım. Bunu ayıp sayarım en kibar tabiriyle, ama Yücel Hocamız'ın görev süresinin bitimine kadarki dönemi çok yüksek tanımlaya bilirim. Ben aynı yüksekliğe çıkartmak durumundayım. Şöyle söyleyeyim, bu tiyatroyu 10 ncu yılında biraz açık denizde buldum, "etik ve estetik" motorlarını elden geçirerek, yüzdürerek sığ bir limana çekmeye çabaladım ve başardığımı düşünüyorum. Özellikle kurucu Genel Sanat Kocaeli Şehir Tiyatroları'nı evrelere ayırsak, Işıl Yönetmenimiz Işıl Kasağoğlu'nu sevgiyle ve
Ama bu oyunlar için en az 7 oyun oynayacak ları bir turne programı düşünü yorum, öyle ki Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin Tiyatro Ödülleri ve Afife Tiyatro Ödülleri'nin potasına girebilsinler.
Geçen yıl Kocaeli Şehir Tiyatroları, İstanbul Devlet Tiyatroları, Oyun Atölyesi ve İstanbul Şehir Tiyatroları ile yaptığı oyun değişimi protokolü ile izleyici farklı oyunlar izleme fırsatı buldu. Oyun Atölyesi "Hırçın Kız", İstanbul D.T. "Ben Ruhi Bey Nasılım" oyunları Kocaeli'ye geldi. Kocaeli de "Ayrılık" oyunu ile İstanbul'a gitti. Sizin de böyle bir düşünceniz var mı? Bizim İstanbul Şehir Tiyatroları'yla bir protokolümüz var. O protokolü önümüzdeki sezon itibariyle aktive etmeyi düşünüyorum. Ama bu oyunlar için en az 7 oyun oynayacakları bir turne programı düşünüyorum, öyle ki Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin Tiyatro Ödülleri ve Afife Tiyatro Ödülleri'nin potasına girebilsinler. Yine Devlet Tiyatrosu ile aynı şekilde alışverişler yapabiliriz, ancak ödenekli tiyatrolar
cy
Oyun yazma yarışması başlattınız, bunun örneği çok. Sizin farkınız ise bu tarz bir yarışmayı ödenekli bir tiyatronun yapması, birinci olan oyunun ödenekli tiyatro repertuvarına girmesi, katılımcılar açısından tam bir vitrin olacaktır. Sizi tebrik etmek gerekir. Bu fikir nasıl oluştu biraz bahseder misiniz? 10 ncu yıl etkinliği olarak tanımlayabiliriz. 10 ncu yılın hürmetine bir şey yapmak zorundaydım, çok da vaktim yoktu, atandığımda eylül ayıydı ve 10 ncu yıl bitiyordu nerdeyse, alt yapısını hazırladım, bilgilerim, bulgularım, münferit çabalar dışında ödenekli tiyatroların bu tür bir yarışmaya tebessüm etmediği yolunda. Evet, toplum gerçekçi oyun yazma yarışması açtım çünkü hep oynanabilirliği olan yerli oyunun çok fazla olmamasından yakınırız. Ödenekli tiyatroların bir tür borcu vardır topluma ve Türk Tiyatrosu'na... Nedir bu? Bizim kuruluş amacımızda şu yazar. "Yerli ve yabancı klasikleri oyna, Türk Tiyatrosu'nun yaratıcı atılımlarına önderlik et", çok basit bir mantıkla bu Türk Tiyatrosu'nun yaratıcı atılımlarına önderlik etme misyonu taşıyan bir projedir. Maliyetsiz bir projedir. Ülkemizin önemli yazar, yönetmen ve tiyatro eleştirmeninin bulunduğu, Genel Sanat Yönetmeni vasfıyla başında benim bulunduğum 7 kişilik üst jüri kurulacak. Ayrıca tiyatromuzun içinden geniş katılımlı, kurucu oyunculardan oluşan bir ön jüri olacak. Bir yıl süresi var. Bir dahaki yıl bunu Türk romanını üst başlık göstermek suretiyle hedef göstereceğiz. Ondan sonraki yıl, eğer olabilirse Türk hikâyelerini hedef göstereceğiz. Türk tiyatrosuna bir hareket getireceğini düşündüğümüz geçiştir, ütopyamızdır bu.
Şehir Tiyatroları'nın tiyatro okulu var. Kuruluşundan bu yana devam eden bir misyon, fakat son yıllarda tiyatro okulu düzenli bir çizgide ilerlemiyor. Geçen yıl sınavla öğrenci kabul edildi, ama okul çeşitli nedenlerle kapatıldı. Bu yıl sizin döneminizde tekrar duyurular yapıldı fakat sınav yine iptal edildi. Sizce Şehir Tiyatroları tiyatro okulu açmalı mı? Açacaksa nasıl olmalı? Işıl Hocamız'dan, Yücel Hocamız'dan bu yana buranın geleneğinde tiyatro kursları var. Doğrudur, çok da önemli işler yapmış kurslar. Geçmiş 3 yılda birtakım kesintilere uğramış. Ben geldiğimde durdurulmuştu kurslar. Katılan arkadaşlar mağdur olmasın diye son öğrenciler sürelerini tamamlasınlar diye devam ettirme kararı aldım. Nihai hedefim belediye konservatuarını aktive etmek ve Şehir Tiyatroları'nın vitrini olmasını sağlamaktır. Çok anlamla bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü 2008 bu tür aktiviteler yılı olacak, bu bir eğitimse bunun bir müfredatı, bir formasyonu olması gerekir. Düşünün ki benim kurucu oyuncularım aynı zamanda hocalar. Lisans düzeyinde ve lisansüstü düzeyinde 9 Eylül, Hacettepe, Dil Tarih Coğrafya gibi konservatuvarlardan mezun önemli oyuncular ve hocalar aynı zamanda. Neden İzmit Belediye Konservatuvan Tiyatro Bölümü'nü aktive etmeyelim? Bunun altyapı çalışmalarını yapmaktayız. Burada tiyatro eğitimi son bulmayacak, bilakis devam edecek ama başka bir formatta, konservatuvar formatında olacaktır.
a
hürmetle yâd etmeliyim. Anadolu'da bir ütopya başarmış. Çünkü ben Ertuğrul Muhsin terbiyesiyle buraya geldim. Ertuğrul Muhsin'in vasiyetidir bu tür tiyatrolar, onun için olağanüstü bir başarıyla kurulmuş bir tiyatro olarak tanımlıyorum burayı, Yücel Hocamız'in görev süresinin bitimine kadar...
pe
Ve ödenekli tiyatro oynayınca bir oyunu, artık tiyatro klasiği haline gelecektir. Herkesin dikkatim çeker ve herkes oynayacaktır... Evet kesinlikle. Bir yıl sonra derece almış oyunlardan bir tanesini 2 yıl süreyle oynamayı düşünüyoruz, ki bu da çok iyi bir ödül olacaktır.
29
öncelikli olarak ödenekli tiyatrolarla alışverişe girebiliyor. Özel tiyatrolar birtakım şaibeler yaratıyor. Onun için çalışmalar yapmaktayız, yani özel tiyatrolara da gitmek için çalışmalar yapmaktayız, bu yasal mevzuat gerektiriyor. Önümüzdeki yıl o konuyu sonuçlandıracağız. Hedefimiz, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, Afife Tiyatro Ödülleri potasına girmek dediniz. Malumunuz bu ödüller genelde İstanbul içinde faaliyet gösteren özel ve ödenekli tiyatrolar arasında paylaşılıyor. Bu düzeni bozacağınıza inanıyor musunuz? Evet, benim çok üzüldüğüm bir durum. Van'da çok değerli çalışmalar yapıldığını biliyorum. Baktığınızda Diyarbakır DT, Adana, Erzurum, Bursa, Kocaeli Şehir Tiyatrosu'nda çok güzel işler yapılmakta ama değerlendirilmemekte, buna çok üzülmekteyim. Ama eminim ve dilerim ki bunun bir çağrısı olacaktır. Çünkü 2008'de Van'a girmek ve bir oyun izlemek, seçilmiş iki jüri üyesinin gidip de oyun izlemesi çok da zor bir şey değil. Aynı zamanda umarım organizasyonları yapanlara bir çağrı olur.
var. Üst fuayede masal ve gölge odası yapıyoruz. 18/36 ay arasındaki yaş grubuna hitap edecek. Haftada bir gün oluşturduğumuz masal odasında, masal okuması yapacağız, bu da Türkiye'de ödenekli tiyatrolar arasında bir ilk diye düşünüyorum. Ancak biz bunu ilk diye yapmadık elbette, gereklilikten dolayı yaptık. Üniversite ile çok ciddi çalışmalar içersindeyiz. Bir pazar araştırması yaptırdık 500 denek üzerinde, 3900 geçerli ankette çıkan sonuç; %73 komedi oynamamızı istiyor halk. Bu da zaman içinde düşünebileceğimiz bir şey. Bu yıl çıkan oyunlar "Rita" ve "Yolcu", "Rita"yı siz sahnelediniz. Oyunlardan memnun musunuz? "Rita" kapalı gişe oynuyor, önümüzdeki üç haftalık biletlerimiz tükenmiş durumda, tabii ki ben sahneledim diye değil, çok iyi bir oyun ve çok iyi oynandığı için kapalı gişe gidiyor. "Yolcu" ise, ülkede Mevlana ile ilgili yapılan tüm çalışmaları inceledim. Mevlana mesnevisinden kimse yola çıkmamış. Mesnevisinde oyunlaştırılmış bir oyuna laboratuvar çalışması yaptırdık dramaturg arkadaşlara. Çok görsel bir eser çıktı ortaya. Mayıs ayında Anadolu turnesine çıkacak.
Kocaeli'de Devlet Tiyatrosu açılması ile ilgili görüşleriniz nelerdir? Son olarak eklemek istedikleriniz? Burada bir ödenekli tiyatro var. İkinci bir oluşum keşke olsa ama öncelikli olarak burası için mi gerekli Ben ne yapıyorsam burada ödenekli tiyatronun yoksa başka yerler için mi gerekli, o düşünülmeli. bilinci içinde yapıyorum. Evet, bir yükümlülüğüm var, halka rağmen bir şey yapmamaya çalışıyorum. Türk Tiyatrosu yaratıcı atılımlara önderlik etmelidir, Kocaeli'de faaliyet gösteren diğer tiyatrolara ev ödevimi de asla göz ardı etmiyorum. Yerli yabancı yaklaşımlarınız nasıl? Takip ediyor musunuz, klasiklerin de ev ödevimiz olduğunu düşünüyorum. destek oluyor musunuz? Tabii ki takip ediyorum. Ben ödenekli tiyatroların, Halka rağmen olmamakla 'sanat sanat içindir'in arasmda hakkaniyetli, bilinçli, ilkeli bir yol arıyorum. özel tiyatrolara ağabeylik yapması gerektiğine Marka olmanın bilincini arıyorum. inanıyorum. Tabii ki bunun yasal destekleyici mevzuat çalışmaları yapılmalı. Genel Sanat Yönetmeni olarak ben çok duyarlıyım, özel tiyatrolara, sivil toplum örgütlerine sahnelerimi kullandırıyorum, dekor yardımı yapıyorum. Bu konuda ciddi bir duyarlılık içindeyim.
pe
cy a
Genel Sanat Yönetmeni olarak ben çok duyarlıyım, özel tiyatrolara, sivil toplum örgütlerine sahnelerimi kullandırı yorum, dekor yardımı yapıyorum. Bu konuda ciddi bir duyarlılık içindeyim.
Vasıf Öngören'in "Oyun Nasıl Oynanmak" provalarına başlamışsınız. Oyun seçimleri ve repertuvar politikanız nasıl? Türk tiyatrosu bir resesyon içindeyse, ki böyle olduğunu iddia etmiyorum ama bunu ön görüyorum, bir katkımız olsun diye yapılan 10 ncu yıl çalışmasıdır. Vasıf Öngören'in bu oyununa karar verdik, provaya başlayalı 22 gün oldu, oyunda genç yönetmen, genç tasarımcı, genç dramaturg çalışıyor, hepsi de ilk kurum tecrübesini burada yaşıyor. 20 Mart'ta gösterime girecek. Vasıf Öngören erken kaybettiğimiz yazar, yönetmen, oyuncu ve kuramcı ve epik tiyatronun ilk örneklerinden. Bir görev addettim onun oyununu seçmeyi. Repertuvarımızda "Derviş ve Ölüm", Meşa Selimoviç'in "John Osborne Öfkesi", Güngör Dilmen'in "Canlı Maymun Lokantası", Sabahattin Kudret Aksal'ın "Kahvede Şenlik Var" oyunları yer almakta. Önümüzdeki yıl "tır tiyatrosu"na önümüzdeki yıl İngiltere'den Türk yönetmen gelecek ve "Romeo Juliet" ile "Kısasa Kısas" çıkartmayı düşünüyoruz. "Yol yol Shakespeare" adında bir projemiz var. Karadeniz sahillerini dolaşmak amacındayız. Çocuk tiyatrosunda Türkiye'de bir ilk olacak projemiz
30
cy a
pe
Tiyatronun kökenine dair birçok hipotez vardır ama benim bulduğum, masal formundan alınmış ve en düşünce-kışkırtıcı olanıydı: Bir gece, şafak vakti, bir grup insan taş ocağında ısınmak ve hikayeler anlatmak için ateşin etrafında toplanmış. Birdenbire, içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve kendi gölgesini kullanarak bir hikaye canlandırmaya başlamış. Taş ocağının duvarlarında ateşten gelen ışığı kullanarak gerçeğinden daha büyük karakterler yapmış. Şaşkınlıkla bakan diğerleri her yaptığını anlıyorlarmış. Güçlü ile zayıfı, can sıkıcı ile canı sıkılmışı, Tanrı'yı ve ölümlüyü... Bugünlerde şenlik ateşinin yerini projektörün ışığı, taş ocağındaki duvarın yerini de tüm mekanizmasıyla birlikte sahne almış durumda. Tüm bu kurallara ve geleneğe dikkatlice uyan titiz insanlar olarak, bu hikaye bize tiyatronun başlangıcındaki teknolojiyi ve onu bir tehdit aracı olarak değil, birleştirici bir unsur olduğunu anlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Tiyatro kendi çağının büyük olaylarına tanıklık etmeyi ne şekilde sürdürebilir ve insanlar arasındaki anlayışı ve açıklık ruhunu nasıl yaygınlaştırabilir? Hoşgörüsüzlük, dışlanma, her türlü füzyona ve kaynaşmaya direnen ırkçılık sorunlarına karşı, kendi pratiklerinde çözümler önererek nasıl kendini onurlandırabilir? Tüm karmaşıklığıyla birlikte dünyayı anlatmak için sanatçı, yeni biçimler ve fikirler ileri sürmek ve bu kalıcı ışık-gölge oyununda insanlığın siluetini çekip çıkarma yeteneğine haiz olan izleyiciye güvenmek zorundadır. Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz. Ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz.
Robert Lepage, Quebec, Kanada, 17 Şubat 2008
pe cy
a
Orijinali Fransızcadır. (İngilizce çevirisinden Türkçe 'ye çeviren: Volkan Çağlayan)
Robert Lepage (1957-...)
Robert Lepage Kanada'nın en "ödül"lü tiyatrocularından biridir. Kanadalı oyun yazarı, oyuncu ve sinema yönetmenidir. 1957'de Quebec'te doğdu. 5 yaşında bir hastalık sebebiyle saçlarını kaybetti. Ergenlik dönemindeki bir depresyondan sonra utangaçlığını yenebilmek için drama okuluna kaydoldu. Quebec'te, Conservatoire d'Art Dramatique'te okuduktan sonra Paris'te Alain Knapp'ın tiyatro okulundaki atölye ve seminerlerine katıldı. Quebec'e geri döndükten sonra bağımsız yapımlar yaptı ve 80Terin başında Theâtre Repere'e katıldı. Burada yaptığı "circulations" isimli yapıt Kanada'da "en iyi yapım" seçildi. Ottoawa'da National Art Centre's'in sanat yönetmenliğini yaptı. Bu dönemde "Needles And Opium" gibi oyunları ve "Macbeth" gibi eserleri sundu. 1993'te 'Ex Machina' multi iipliner (çoklu sanat disiplininin bir arada kullanıldığı) bir kumpanya kurdu ve sanat yönetmenliğini yaptı. The Seven Streams Of River Ota ve iki kardeşinin annelerinin ölümünden sonra birbiriyle yarışmasıyla, Birleşik Devletler ve Sovyetler'in uzay yarışını karşılaştırdığı en tanınmış yapımlarından biri olan "The Far Side Of The Moon"u yaptı. Daha sonra filme de uyarladı. Bu kumpanyayla birlikte gerçekleştirdiği yapımlar dünyanın çeşitli yerlerinde sahnelendi. Lepage müziğe de bulaştı. Peter Gabriel'in Secret World turunun sahne yönetmenliğini yaptı ve operalar sahneye koydu. Son oyunu Danimarkalı masal yazarı Hans Christien Andersen'nin "The Dyrad" isimli eseridir ve uluslararası birçok ödül almıştır. Şu anda "The Image Mili" isimli, dünyanın en büyük mimari projektörü olacak bir proje için çalışmaktadır. Quebec Şehri'ni Bassin Lousie ırmağı çevresinde geçmişi, bugünü ve geleceği dört büyük çağa ayırarak (su yollan ve keşif çağı, yollar ve yerleşimler çağı, trenyollan ve gelişme çağı, uçak yolculukları ve iletişim çağı) bir ses, ikon ve fikirler mozaiği olarak sunduğu bu çalışma halen sergilenmektedir.
32
a
Suya Sabuna Dokunmayan..
cy
"Bir Şehnaz Oyun" ...müzikal üretimine yeterince ilgi gösterilmiyor. Bunda müzikal sahnelene bilecek akustikte ve teknik donanımda sahnelerin yetersizliği kadar müzikal oyuncusu yetişmemesi nin de payı büyük.
pe
Ragıp Ertuğrul / ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
Türk sahnelerinde müzikal ve müzikli oyun özlemimizi gidermek için fazla alternatifimiz olamıyor genellikle. Türk seyircisinin müziği, eğlencelik seyirlikleri, yüksek tempoyu sevdiği bilinmesine rağmen müzikal üretimine yeterince ilgi gösterilmiyor. Bunda müzikal sahnelenebilecek akustikte ve teknik donanımda sahnelerin yetersizliği kadar müzikal oyuncusu yetişmemesinin de payı büyük. Müzikal eğitimi almış az sayıdaki genç ise hem seslerini hem oyunculuklarını kullanabilecekleri bir prodüksiyon bulamadıklarından tercihlerini popstar yarışmalarına katılmaktan veya gece kulüplerinde şarkı
söylemekten yana kullanmak zorunda kalıyor.
Turgut Özakman'ın "Bir Şehnaz Oyun"unu yıllar önce Ankara Devlet Tiyatrosu'nda izlemiştim; bu kez İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda izlemek kısmet oldu. Şakir Gürzumar'ın sahneye koyduğu oyun, Osmanlı'nın son dönemlerinde işgal İstanbulu'ndaki sosyal yaşamdan bir kesit sunuyor. İşgal kuvvetlerinin yasaklamalarının yanı sıra sözde ahlak bekçilerinin, yobaz kadı efendilerin baskısı altında halk tabakasının her türlü özgürlüğünün kısıtlandığı bir ortamda geçiyor "Bir Şehnaz Oyun". Galata Zaptiye Amiri Recep Efendi'nin
efendiliğinden dolayı gözüne kestirdiği ve kendisine damat olarak seçtiği Müştak, tesadüfen karşılaştığı Şehnaz adındaki yosmadan etkilenir ve Recep Efendi'nin yaptığı bir baskında uygunsuz vaziyette yakalanır. Böylece başlayan cümbüş kargaşa bütün oyun boyunca sürer. Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki, sadece konusundan değil, diyaloglarından, oyun tiplerinden, gelişmesinden de anlaşılacağı üzere "Bir Şehnaz Oyun", devlet tiyatrosunun broşüründe yazdığı gibi bir tiyatro başyapıtı değildir. Başroldeki oyun kişileri dahi yüzeysel ele alınmıştır. Oyundaki temel amacın dönemin İstanbulu'nun, derinlemesine
33
pe a
cy
Yönetmenin, oyunu kısa süreli çok tablo halinde sahnelemesi
tekdüzelik yaratıyor. Oysa Devlet Tiyatrosu'nun oyuncu olanakları dahilinde çok daha zengin mizansenlerin oluşturulabilmesi mümkündür. Bir erkek oyuncu tarafından canlandınlan ve ne estetiğe ne de espriye sahip olmayan bir kantocuya yer vermesini ise gereksiz buldum. Gülhan Kırçova'nın özellikle kadın oyuncularda kullandığı kostümler dönemi yansıtmasına rağmen ortama uymuyor. Meyhanede çalışan kadınların tamamen dönemin Batı tarzında gece kıyafetleriyle dolaşmalan dikkat çekiyor. "Bir Şehnaz Oyun", Ali Cem Köroğlu'nun işlevsel dekoru içinde, Cem İdiz'in renkli müzikleri ve Yeşim Alıç'm yaratıcı, dinamik ve zengin koreografısiyle izlenir hale geliyor. Bir diğer bakışla oyunu, aynı hikayeye dayanan ve Yavuz Turgul'un senaryosundan hareketle Atıf Yılmaz'ın yönettiği, İlyas Salman ve Şener Şen'in başrollerini paylaştığı "Şekerpare" filmi tadında izlemek mümkün.
Gülhan Kırçova'nın özellikle kadın oyuncularda kullandığı kostümler dönemi yansıtmasına rağmen ortama uymuyor. Meyhanede çalışan kadınların tamamen dönemin Batı tarzında gece kıyafetleriyle dolaşmaları dikkat çekiyor.
pe
Önceki izleyişimde Şehnaz'ı İpek Çeken oynuyor ve hafızada kalıcı bir performans sergiliyordu. Simay Küçük'ün Şehnazı'nda ise en duygusal anında bile teslimiyeti, yumuşaklığı,
romantizmi göremedim. Küçük'ün sürekli yüksek sesle konuşması, her sözünü kızgın bir tonla ifade etmesi, Şehnaz'a giydirdiği kraliçe havalan, rolün samimiyetini yok ediyor. İsmail İncekara, mimikleri, doğal oyunculuğu, müzikli oyunun gerektirdiği belli bir çerçevedeki keyfiy etiyle Recep Efendi'de her zamanki başansını devam ettiriyor. Geçen sezonda "Inishmaan'ın Sakatı" oyunundaki performansıyla beni etkileyen genç oyuncu Deniz Gönenç Sümer ise Müştak rolünde sergilediği fazla dramatik oyunculukla rolün gerektirdiği esnekliği ön plana çıkaramıyor. Gülseren Gürtunca'nın Madam Surpik tiplemesi başanlı olmakla birlikte sesinin arka sıralara ulaşması mümkün olamıyor. Hikaye, Okday Korunan'ın üstlendiği ve gayet başanlı olduğu anlatıcı tiplemesi Baron Refik'le bir akıcılık elde etmiş.
cy a
sosyolojik açıdan ele alınmasından ziyade toplumun çeşitli kesimlerinin birbirleriyle ilişkilerinin genel bir fotoğrafını göstermek olduğu açıktır. Oyuna adını veren Şehnaz da ne duygulan ne de davranışlanyla bir özellik taşımayan sıradan bir yosmadır. Yosma derken de bir noktanın ayırdına varmamız gerekir. Günümüzde çevremizden çıkıp medyanın baş köşesine yerleşen o kadar iffet timsali yosma görüyoruz ki oyundaki Şehnaz gibi gerçek yosmalarının iffetli duygular da taşıyabileceği gözümüzden kaçabiliyor. Recep Efendi'de mevki-makam düşkünlüğünü, dalkavukluğu, temelsiz bir ahlak bekçiliğini, Müştak'ta saflığı, ön yargısızlıgı, Şehnaz'da ise kurnazlığı, despotluğu görürüz.
..
Yazan: Turgut Özakman Yöneten: Şakir Gürzumar Sahne Tasarımı: Ali Cem Köroğlu Giysi Tasarımı: Gülhan Kırçova Işık Tasarımı: Enver Başar Müzik: Cem İdiz Dans Düzeni: Yeşim Alıç
Oynayanlar: Simay Küçük, Okclay Korunan, İsmail İneekara, Seda Yıldız, Gülseren Gürtunca, Erdal Bilingen Deniz. Gönenç Sümer, Neslihan Kolaylı, Silare Bilge 80 Kişilik dans grubu ve orkestra eşliğinde
35
a
cy
Shakespeare antisemit miydi?. ...tüm Londra'yı sarsan bir duruşmada, Kraliçe Elizabeth'i zehirlemek le suçlanan özel hekimi, Roderigo Lopez, işkence altında Yahudi olduğunu itiraf etmiş ve ardından idam edilmişti! 36
pe
Robert Schild / robertscild@tiyatrodergisi.com.tr
Tiyatro Pera'nın Sanat Yönetmeni Nesrin Kazankaya gerek Yahudilik ve gelenekleri, gerekse 16. yüzyıl Venedik yaşamı hakkında geniş bir araştırmaya girerek, günümüze uyarladığı "Venedik Taciri"nde çok başarılı bir Shylock tiplemesini karşımıza çıkarıyor...
William Shakespeare, tüm ömrü boyunca belki bir tek Yahudi görmüştür - ve onu da, uzaktan: 1594 yılında, tam otuz yaşındayken tanık olduğu ve tüm Londra'yı sarsan bir duruşmada, Kraliçe Elizabeth'i zehirlemekle suçlanan özel hekimi, Portekiz asıllı Roderigo Lopez, işkence altında Yahudi olduğunu itiraf etmiş ve ardından idam edilmişti! "Medya"da büyük ilgi gören bu olay, o yıllarda "gösterimde olan" bir oyuna büyük "rating" sağlayacaktı: Dönemin önde
gelen tiyatro yazarı Cristopher Marlowe (Goethe'nin esin kaynağı olacak "Dr. Faustus"u yaratmadan üç yıl önce), "Maltalı Yahudi" ile bu gizemli halk topluluğu hakkında dehşet dolu bir oyun kaleme almış ve büyük ilgi görmüştü. "Gizemli" sözcüğünü kullanmamın nedeni, 1066 yılında Norman kavimleriyle birlikte İngiltere'ye ilk kez ayak basmış olan Yahudilerin, iki yüz yılı aşkın bir süre boyunca büyük ezinç gördükleri bu ülkeden 1290 yılında topluca sınır dışı edilmeleriyle, 17.yüzyılın ikinci yansına dek bu topraklarda izleri bile kalmamıştı. Ne var ki, dostu Marlowe gibi geçimini kalemiyle sağlayan Shakespeare de, işte tam o yıllarda "Venedik Taciri" öyküsünü yaratarak, gizemli olduğu kadar renkli ve dolayısıyla ilginç Yahudi toplumundan tefeci
Shylock'u ölümsüzleştirecekti... "Venedik Taciri" oyununun antisemit öğeler taşıyıp taşımadığı, yüzyıllar boyunca tartışılagelir. Özel talebi üzerine borç verdiği Antonio taahhüt ettiği vadesini geçirince, Shylock'un - elindeki senedine ve tarafsız Venedik yargısına güvenerek - Katolik işadamının "kalbine yakın bir bölgesinden yarım kilo et" hakkını kesip almaya kalkışması, sadece o duruşmada bulunan Venedik halkını değil, yüzyıllardır dünyanın tüm tiyatro izleyecilerini derinden sarsmıştır! Ne var ki, o dönemin İngilteresi'nde eylemsel bir Yahudi düşmanlığından söz edilemediğinden, Shakespeare bu "sorun"u ancak kuramsal düzeyde algüayabiliyordu - İsa'yı çarmıha germiş oldukları
tarafınca pek sevilen Don Antonio'nun en yakın arkadaşı ise Essex Kontuydu... Tiyatro yorumcusu Georg Hensel'e göre, o dönemde büyük ilgi gören Marlovve'un "YahudF'sine bir "rakip oyun" yaratmayı düşünmüş olan Shakespeare için toplumun bu iki "Ç(ok) Ö(nemli) K(işi)"si ("VIP'İ), Shylock'un yanında Antonio ve Bassanio karakterleri için birer uygun ilham kaynağı olmuştur. Tiyatro sanatının yüceliği... Tiyatroyu diğer yazın türlerinden ayıran en belirgin özellik, yorumlama boyutudur. Tiyatro sanatının yüceliğini ortaya çıkaran, işte bu öğedir - yönetmenin, oyun yazarının hiçbir satırına dokunmadan, özgün metne kendince yaşam vermesi! "Venedik Taciri" de yüzyıllar boyunca değişik uyarlamalarla sahnelenmiştir - Shylock'u tefecilikten öte bir katil adayı ve şeytan olarak çizen salt antisemitik görüşten, onu tüm diğer başkişilerin yanında oyunun tek açık sözlü ve düzgün özyapısı olarak gösteren yorumlara değin... Bazı yönetmenler, özellikle Perde 3/Sahne l'deki monologundan hareketle bireylerin eşitliği, diğerleri öç alma sorunsalını oyunun odağında görebilir - kimileri Perde 4/Sahne l'deki duruşmayı ti'ye almayı yeğler, diğerleri Antonio ile Bassanio'nun ilişkilerini sorgular - veya o dönem Venedik toplumunun ifrata kaçan yaşam tarzını...
cy
a
söylencesi karşısında Yahudilerin düşman olarak görülmeleri ve bu bağlamda Marlovv'un "Yahudisi" Barrabas'ın (diğer bir oyunu olan "Tamburlaine the Great"in başkişisi olan Timur'da olduğu gibi) şeytana benzetilmesi gibi... İşte burada Shakespeare, Shylock'u etki ve tepkileriyle "bizim gibi" bir insan olarak karşımıza çıkarırken, Yahudi bireyini asla düşman olarak değil - tersine, diğer mesleklerin çoğunun onlara yasak olmasıyla faizle para verdiği için sürekli olarak hor görüldüklerinden, savunmadan öte öç almak dürtüsü içinde çizmektedir. Kimi yorumculara göre, Shylock "Hath not a Jew eyes..." ("Bir Yahudinin de gözleri yok mudur...") söylemi ile eşitlik arzusunu sorgularken, ben bir adım daha ileriye giderek, mahkeme sahnesinde kesilecek eti tartmak için beraberinde getirdiği teraziyi "adalet'in bir simgesi olarak görmek istiyorum!.. Kıssadan hisse kendi kanımca William Shakespeare, o dönemde henüz o denli "evrensel" olmayan Yahudi sorununu kendi ince yorumlarıyla işlerken bu halk topluluğunun özelliğinin altını çiziyor suçlandığı antisemitizmi daha sonraki dönemlere bırakarak!..
Tüm bunlardan öte, "Venedik Taciri"nin 1590Tı yıllarının bir "salon güldürüsü" olduğunu gösteren diğer bazı bilgiler de var: O dönemde Londra'da yerleşik Don Antonio isimli bir Portekizli, başdüşman İspanya'ya karşı kullanılmak için bir donanma oluşturmak üzereyken, iflas eder... Gerek kamuoyu, gerekse Hanedan
pe
Tiyatroyu diğer yazın türlerinden ayıran en belirgin özellik, yorumlama boyutudur. Tiyatro sanatının yüceliğini ortaya çıkaran, işte bu öğedir.
Bundan iki yıl önce yorumunu izlediğim, günümüzün önemli tiyatrocularından Roberto Ciulli, (bir kadının canlandırdığı!) Shylock'u açık/koyu gri çizgili, Nazi toplama kampı giysilerini simgeleyen bir pantalon-ceket takımı, karşıtı Antonio'yu ise Mussolini dönemi subay üniforması ve uzun siyah çizmeleriyle karşımıza çıkarmıştı. İtalyan yönetmen olayları günümüze taşırken, sıkıntıdan ne yapacaklarını bilmeyen çoğu baba zengini kendi ülkesi gençlerinin, bir alacak konusundan doğan kanlı-bıçaklı bir oyunda hemen taraf olmaya hazır olduklarını, bu bağlamda boş oturmanın nasıl da kolayca şiddete dönüşebileceğini gösterirken, AB'den kaynaklanan üst refah düzeyine kavuşmuş çağdaş Avrupa toplumunu hedef alıyor. Sanat Yönetmeni olduğu Tiyatro Pera'da sahnelediği oyunların çoğunu kendisi kaleme alan, yöneten ve önemli rollerini de üstlenen Nesrin Kazankaya'nın da Cuilli'den etkinlendiğini sanıyorum, "Venedik Taciri"ni yorumlarken - ancak daha da ilerilere gidiyor: Çağdaş yaşama artık bilgisayar ekranları ve cep telefonları girmiş; sürat motorlarından dev tankerlere, oyunun sonunda ise Tel-Aviv'e kalkan uçaklara dek tam anlamıyla küreselleştik!.. Rialto Borsası'ndan laptop ekranlarında izlenen ve işlem yapılan uluslararası para pazarlarına ulaştık; Fas ve Aragon Prensleri ile telekonferans üzerinden haberleşiliyor ve
37
altın/gümüş/bakır dolu sandıklar arasındaki seçimler, bir bilgisayar oyunu biçiminde yapılıyor... Bunların tümü pek güzel - öte yandan, oyunun özgün metninde bu konuda kesin bir saptama olmaksızın, Cuilli'deAntonio ve kadim dostu Bassanio arasında belirgin bir eşcinsellik süregelirken, Kazankaya'nın yorumunda Bassanio'nun sevgilisi Portia ile arkadaşı Nerissa'nın, benzer bir ilişki içinde olmalanna gerek var mıydı ki?..
Tiyatro Pera sahnesinde ilk kez izlediğim, "Çin Kahvesi" ve özellikle "Belden Aşağı Vurmak" oyunlarında beğenimi kazanmış olan Can Başak (Antonio) ile Portia'yı canlandıran Kazankaya'nın yanı sıra, gene Pera'nın sürekli ve başarılı oyuncusu Başak Meşe ile yetenekli genç Aytunç Şabanlı, Nerissa ve Launcelot rollerinde göz dolduruyorlar - ancak oyunun asıl yıldızı, hiç kuşkusuz "Shylock" Mehmet Ali Kaptanlar'dır! Nesrin Kazankaya, oyunun "Yahudi" öğesini "tarafsız" biçimde mi tasarlamaya çalıştı, bilemiyorum - benim algılamama göre, ibresi "olumlu" yöne doğru gidiyor, ve bu izlenimim, Kaptanlar'in son derece başarılı canlandırması ile doğrudan ilgili! Her şeyden önce, tiyatro tarihinde gördüğümüz çoğu itici/şeytani Shylock'lardan çok daha "babacan" bir kişidir, "Pera"daki! Bana (sahnelerimizde yıllar önce Cüneyt Gökçer'in canlandırdığı) "Sütçü Tevye"yi andırdı, birazcık... Her ne kadar duruşma sahnesinde bıçağım sürekli olarak biliyorsa da, kana susamış bir katil değildir, Kazankaya'nın
Shylock'u. Büyük bir olasılık ile Shakespeare'nin de tasarlamış olduğu üzere, "bizim gibi" bir insandır bu Yahudi - bir yandan işini hakkıyla yaparken, diğer taraftan ailesine ve geleneklerine sımsıkı bağlı, örneğin kızı Jessica Hıristiyan bir genç ile evden kaçarken, "kria" yapmadan (=üzerindeki giysiyi yırtmak) duramıyor - ve burada, Kaptanlar'dan öte, Kazankaya'yı gene alkışlıyoruz! Shylock hakkında son söz, kullandığı dil ile ilgili: Mehmet Ali Kaptanlar, kusursuzca sergilediği İbranice dua bölümlerinin yanı sıra, Türkçe'yi yumuşak bir Yahudi şivesi ile konuşurken, her türlü abartıdan özenle kaçınmayı bilmiş ve burada ucuz bir ayrımcılığa kaçmamıştır... Gerek Şafak Eruyar'ın dramaturji çalışmaları ve Pera'nın (her zaman olduğu gibi) hazırladığı, neredeyse "ansiklopedik" geniş program kitapçığı, gerekse M. A. Kaptan lar'm bu sezonun en üstün sahne başarımları arasına girecek oyunculuğu; bir yandan Oscar Peterson, Klezmer ezgileri ve Vivaldi'nin "İlkbahar" ile "Yaz" mevsimlerini içeren yerindeki müzik seçimi, beri yandan Yahudilik kavramlarının oldukça iyi araştırılıp uyarlanması, bu konudaki bazı yanlışlıklar ile özellikle oyunun günümüze uyarlanmasında yapılmış bazı "tatsızlıkları" unutturuyor - ve özetle: Nesrin Kazankaya'nın kotardığı "Venedik Taciri" ("ağızları yanmış" Yahudilere bile!..) zevkle izlettiriyor.
Mehmet Ali Kaptanlar, kusursuzca sergilediği İbranice dua bölümlerinin yanı sıra, Türkçe'yi yumuşak bir Yahudi şivesi ile konuşurken, her türlü abartıdan özenle kaçınmayı bilmiş ve burada ucuz bir ayrımcılığa kaçma mıştır...
pe cy a
... ve bu sanatın başarılı emekçileri... Şirin Dağtekin'in çevre tasarımı başarılı - Pera'nın oldukça cılız sahne ortamını iyi kullanmış, özellikle Shylock ailesinin kalabalık yemek masasını fuayeye almakla; sağ duvardaki Venedik panosu, kırmızı/beyaz kısa direkler ile kanalları simgeleyen akan su sesleri de iyi oturmuş. Koltuk ve masaların, caz müziği eşliğinde "varyete usulüyle" ortaya çıkarılıp toplanmasını biraz çocukça buldum, naçizen... Yüksel Aymaz'in ışık tasarımı, bu dar sahne alanının tam hakkını veriyor, her zaman olduğu gibi. Nilüfer Moayeri'nin giysi tasarımına, özellikle maskeler seçimine ayrı bir alkış! Yahudi geleneklerine gelince, tüm oyunlarında sergilediği araştırmacılık ruhu ile Nesrin Kazankaya, bu konuda da bir hayli okumuş ve örneğin, Shylock'un Aşkenaz asıllı olduğunu öne sürerken, çevresine Yidiş şarkılar söyletiyor, oyunda Klezmer müziği kullanıyor - biz
de, bu savın doğru olduğunu kabullenelim... Aile sofrasında yanan yedi kollu şamdanın ise ne (olayın başladığı gün olduğunu varsaydığı) Purim bayramı akşamında, ne de hiçbir Yahudi evinde bulunmadığını arada öğrendi, Nesrin Hanım - ve belki de doğrusu olan dokuz kollu şamdanı da edinebilmiştir...
6 Şubat 2008 tarihli haftalık Şalom Gazetesi'nde de yayımlanmıştır.
38
a
Kazankaya'dan tam anlamıyla "bravo"luk bir yorum
cy
"Venedik Taciri" Ben, "Venedik Taciri"ni özellikle gerilim öğesi açısından Rönesans İngiltere tiyatro geleneğine ışık tutabilecek bir "ders kitabı" niteliğinde sayanlar safındanımdır.
pe
Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
Tiyatro Pera Shakespeare'in ünlü "Venedik Taciri (The Merchant of Venice)"ini oynuyor ya, ben de bu oyunu gittim gördüm, şimdi de değerlendireceğim ya, bu kere "usulü, adabı" rafa kaldırıp önce konuyu anımsatarak başlayacağım işe. Efendim, Shakespeare'in, 16. yüzyıl Venediki'nde geçen zamandan bağımsız komedidraması "Venedik Taciri", bir grup Hıristiyan asilzadesinin yazgısını, talihini ve Yahudi tefeci Shylock'la ilişkilerini konu almakta. Antonio (Can Başak) meteliksiz dostu Bassanio'nun (Kayhan Teker) güzel Portia'ya (Nesrin Kazankaya) evlenme teklif etmek için ihtiyaç duyduğu miktarı temin etmek üzere Shylock'tan (Mehmet Ali Kaptanlar) borç alır. Antonio'nun geçmişteki davranışlarından olumsuz etkilenmiş Shylock, borç verdiği paranın geri ödenmesine
ilişkin sözleşmeye çok kesin koşullar koyar. Antonio'nun teslimat işleri fırtına yüzünden sekteye uğrarken, Shylock kızının asilzade Lorenzo'ya (Erdinç Anaz) kaçmasından ötürü her zamankinden daha öfkelidir. Borcun vadesi geçince, Shylock diyet olarak Antonio'nun yarım kilo etini ister. Bassanio, Antonio'yu umutsuzca bu cezadan kurtarmaya çalışırken, beklenmedik bir yerden beklenmedik bir yardım gelir. Shakespeare ve AntiSemitizm Shakespeare'in başyapıtlarından "Venedik Taciri"nin konusu özetin tiriti olarak böyledir, anımsamışsınızdır. Ben, "Venedik Taciri"ni özellikle gerilim öğesi açısından Rönesans İngiltere tiyatro geleneğine ışık tutabilecek bir "ders kitabı" niteliğinde sayanlar
safındanımdır. Çeşitli tür ve nitelikte "merak" unsuru, karşıtlık, çatışma, çelişki, ikilem vardır "Venedik Taciri"nde. Shakespeare'in, belki de "Hamlet" dışında hiçbir oyunu "Venedik Taciri" kadar birbirine karşıt, çelişik açılarla bezeli değildir. Shakespeare'in diğer oyunlarına kıyasla daha yüce ya da daha derin olduğundan değildir bu. "Hain" rolünü bir Yahudi'nin oynaması, bu "hain"in anti-semitlerce ortaçağlardan günümüze değin Yahudi halkına çalman karaları doğrularca yazılması böyle bir tepkiye neden olmuştur. "Shylock", bir oyun kişisinin adı olmakla kalmamış, yeni bir sözcük olarak dile katılmış; sömürgen, gözü doymaz bir tefeci anlamı kazanmıştır. "Yarım kilo et" deyiminin de, benzer bir kullanımı vardır. Anti-semitizmin hâlâ yaşadığı, varlığı ya da
39
a
Nesrin Kazankaya böylelikle, sanırım Şafak Eruyar'ın dramaturgi desteğini de yanına alarak, oyunun trajik ve komik öğeleri arasında dinamik bir denge sağlarken, dramayı da canlı ve anlaşılabilir kılmış. 40
kökenlerin kışkırtıldığı, provokasyonların ardı ardına sıralandığı, küresel pastadan pay alma savaşının kızıştığı günümüz dünyasına bir gönderme Kazankaya'nın yaptığı. Antonio'nun son moda İtalyan takım elbiseleri içinde muhtemelen San Marco Meydanı 'nda cep telefonuyla borsadaki parasını kovalaması, uğruna Yahudi'den borç aldığı arkadaşı Bassanio'nun evlenmek istediği Portia'nın bir iş merkezinde internet üzerinden babasına verdiği sözü tutup kocasını seçmeye çalışması, ona eş olmak isteyen örneğin Arragon Prensi'nin, örneğin Fas Prensi'nin borsadaki servetlerini internet üzerinden Portia'nın önüne sermeleri ve de sonra altın, gümüş, kurşun kutular arasında internette seçim yapmaları, bilgisayar başında atılan Shakespeare tiratları hep bu göndermenin parçalan.
pe cy
yokluğunun bir toplum için ahlâk kıstası olduğu bir çağda, "Venedik Taciri" günümüzde de önemini koruyan bir eserdir.
Kazankaya Günümüze Gönderme Yapmış Karmaşıklığı nedeniyle birçok yönetmen ve yapımcının Shakespeare'in en zorlayıcı oyunlarından olan "Venedik Taciri"ni tiyatroya aktarma konusunda tereddüt etmesine neden olduğunu biliyoruz. Tiyatromuzun "Donkişof'lanndan Nesrin Kazankaya kollarını bu kez işte bu "Venedik Taciri" için sıvamış. "Venedik Taciri"ni çevirmiş, yönetmiş ve Portia karakterini üstlenmiş. Çevirirken akıcı bir sahne dili kullanmış, sözcükleri titizlikle seçmiş. Tekste dokunmamış, bildiğimiz anlamda uyarlamamış da... Sadece zamanı günümüze aktarmış. Venedik dediğin, ilk borsamn, ilk gettonun kurulduğu kent... Venedik dediğin, azınlıklara yönelik davranış bozukluklarının ilk filiz verdiği yer. Venedik dediğin, maddi çıkar dünyasının boy attığı ilk mahal. Bunları öne çıkarmış. Kenarda, A. Şirin Dağtekin'in tasarladığı Venedik'teki "canaletto"lardan birinin simgesi, ekranda "tower"lar... Etnik
Nesrin Kazankaya'nm Yorumu Nesrin Kazankaya böylelikle, sanırım Şafak Eruyar'ın dramaturgi desteğini de yanına alarak, oyunun trajik ve komik öğeleri arasında dinamik bir denge sağlarken, dramayı da canlı
ve anlaşılabilir kılmış. Günümüz toplumunda da fazlasıyla var olan kıskançlık, önyargı ve kadının gücü gibi temaların altını koyu renkli kalemle çizmiş. Oyunda sözü edilen "Belmont"u gökdelenlerin olduğu bir kapital merkezi olarak düşünmüş. İnsanların iktidar düşkünlüğü olgusunu öne çıkarmış, kendine özgü bir biçem belirlemiş. Sözcükleri, sesleri, imajları ustaca düzenlemiş. Shylock'u önce oyunun "hain"i, nefret ve kinin ön kişisi olarak belirginleştirmiş. Shylock'un, Antonio ile üç çift genç sevdalının Bassanio ile Portia'nın, Gratiano (Mehmet Aslan) ile Nerissa'nın (Başak Meşe) ve Lorenzo (Erdinç Anaz) ile Jessica'nın (Zeynep Özden) temsil ettikleri büyülü mutluluk ağını parçalayacak kimse olmasmı titizlikle öne çıkarmış. Shakespeare'in eserinde hangi karakteri sevip sevmediğine bakmamış, törelerine uygun davranan beyefendileri Shylock'a karşı, Shylock'un onlara karşı tutumunda olduğu kadar gaddar olacağını varsaymış. "Ne kadar sevda ile dolup taşsalar, sevgiyle yoğrulsalar gene de sevemezler," diye düşünmüş. Nesrin Kazankaya'ya göre, Shylock asla bir canavar değil. Ona
Yaratıcı Kadro Erdinç Anaz olabildiğince canlı bir dans düzeni kurmuş. Bana sorsa (ki neden sorsun), bazı oyunculara (örneğin Zeynep Özden'e, Erdinç Anaz'a) hareket içerisindeki ritmi görmelerini ve duyumsamalarını, bedenin üç boyutluluğunu anlamalarını öğretmekle işe başlardım. Ezgi Kasapoğlu, müziği oyunculuğun diğer öğelerinden, devinimden, danstan, metnin
Oyuncular Tiyatro Pera'dan yetişmiş genç yeteneklerden Salanio'da İlker Yiğen, Salarino'da Okan Kayabaş, Lorenzo'da Erdinç Anaz yönetmenin istekleri doğrultusunda görevlerini yapmakta. Kayhan Teker'e ve Aytunç Şabanlı'ya kendi kuralları olan sesbilimsel, retorik, prosodik bir dizge biçimi üzerinde biraz daha çalışmalarını salık veririm. Mehmet Aslan'a sözüm yok, girdiği renkli yolda yürümesini sürdürüyor. Zeynep Özden, henüz coşkularını okutmayı bilemiyor, ruhsal bir durumu çabuk yakalayamıyor. Neyse!.. Diyeceğim: "Ha gayret Sevgili Özden..." Başak Meşe, rolden çıkmıyor, ama varlığına
inanmamız gereken "Nerissa" olduğu yanılsamasını bazen bozuyor. Antonio'da Can Başak, oyunculuğunda tutarlığı ve bütünselliği koruyacak birimleri bilen kıratta bir oyuncu. Antonio'nun duygularını duygusal olarak gayet iyi sahiplenmiş. Can Başak'ın sezgileri, Antonio'ya can verirken yaratıcılığının bileyicisi, itici gücü olmuş. Nesrin Kazankaya, Portia'yı fevkalade akıllı bir dişi olarak çizerken; Portia'nın canlılığını, fiziksel ve psikolojik yönelimlerini sergilemeyi de savsaklamamış. Portia'yı yeniden biçimlendirmiş. Mehmet Ali Kaptanlar, Shylock'u mekanik icra noktasına kadar mükemmelleştiriyor, sonra daha derinlere indirip yeni duygularla dolduruyor. "Venedik Taciri"'ni gidin izleyin, bana hak vereceksiniz. Mehmet Ali Kaptanlar, Shylock'u deyim yerindeyse, nitelik olarak psikofiziksel hale getiriyor. Resmetmek istediği Shylock'u, inanın bana izleyenlere duyumsatmakla kalmıyor, yanlarına oturtuyor, dost kılıyor.
Mehmet Ali Kaptanlar, Shylock'u deyim yerindeyse, nitelik olarak psikofiziksel hale getiriyor. Resmetmek istediği Shylock'u, inanın bana izleyenlere duyumsat makla kalmıyor, yanlarına oturtuyor, dost kılıyor.
pe
kesimlenmesinden yapay olarak ayırmamış, iyi de etmiş. Nilüfer Moayeri, düşünsel işlemi olan kostümler tasarlamış. Anlamsal değeri olan, sadece görülüp seyredilmeyen, okunup anlamaya dayanan kostümler bunlar... Ve de mükemmel maskeler... Karıncayiyene benzeyen "bauta"lar, tüm yüze kalıp gibi oturan, oval "larva"lar... A. Şirin Dağtekin de "matluba" fevkalade uygun takdire değer bir dekor tasarımı yapmış. "Venedik Tacir"nde zaman ve mekân
kavramı, oyun içindeki duygusal tabloları, Tiyatro Pera'nın sahne olanakları inceden inceye hesaplanarak kotarılmış başarılı ışık tasarımınaysa Yüksel Aymaz imza atmış. Yüksel Aymaz'ın, oyun içindeki dekor değişimlerini "black-out"suz atlatma konusunda yönetmen Nesrin Kazankaya'ya yardımı da, elbette yadsınmamak.
cy a
katlanamayacak, tahammül edemeyecek bir dünyaya sokuşturulmuş bir kişi sadece.
Yazan: W. Shakespeare Çeviren-Yöneten: Nesrin Kazankaya Sahne-Giysi Tasarımı: A, Şirin Değtekin Karnaval Giysi ve Maskları: Nilüfer Moayeri Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Dans Düzeni: Erdinç Anaz
Oynayanlar: Mehmet Ali Kaptanlar, Can Başak/Muhammet Uzuner, Nesrin Kazankaya, Başak Meşe, Kayhan Teker, Mehmet Aslan, Aytunç Şabanlı, Zeynep Özden, Erdinç Anaz, Okan Kayabaş, İlker Yiğen.
41
pe cy a
Geçmişten Gelen Kadın
Herkes Kurban Herkes Katil
Efnan Atmaca / efnanatmaca@gmail.com
İstanbul Şehir Tiyatroları'nın yeni oyunu 'Geçmişten Gelen Kadın' tüm kahramanların hem kurban hem de katil olduğu bir hikaye. Oyunun yönetmeni ise konuk olarak Şehir Tiyatroları'na gelen Nedim Saban.
25 yıl önce verdiğiniz ancak sonra unuttuğunuz sözü biri hatırlıyor, inanıyorsa hatta hayatını o söz üzerine kurmuşsa bedeli ne olabilir? 42
25 yıl önce verdiğiniz ancak sonra unuttuğunuz sözü biri hatırlıyor, inanıyorsa hatta hayatını o söz üzerine kurmuşsa bedeli ne olabilir? Çağdaş Alman Tiyatrosu'nun genç kuşak yazarlarından Roland Schimmelpfennig'in başyapıtı "Geçmişten Gelen Kadın' adlı oyun işte bu sorunun cevabı. Uzun yıllardır evli olan ve yetişkin bir oğullan bulunan bir çift yeni bir hayata başlamak üzere saatleri saymaktayken birden sürpriz bir konuk kapılarında beliriveriyor. Bu
kadın adamın 25 yıl önceki sevgilisinden başkası değil. Adam önce onu tanımıyor ama kadın kendini hatırlatıyor ve ona o vurucu cümleyi söylüyor: "Bana beni hep seveceğine dair söz vermiştin". Bu sözden hareketle istediği, birlikte yeni bir hayat kurmaları. Ancak adam o sözü hatırlamıyor bile. Ve bu unutmuşluk ona çok pahalıya mal oluyor. 'Geçmişten Gelen Kadın' geçmişle yüzleşme olduğu kadar anımsama, unutma, kaçırılmış fırsatlar, yeni olanaklar, aşkın gücü üzerine de bir oyun. Bulvar komedisi gibi başlıyor, psikolojik gerilime dönüşüyor ama kelimenin tam anlamıyla gerçekçi. Sinemasal bir dille yazılan oyun ilk bakışta Chanwook Park'in 2004 Cannes
Film Festivali'nde jüri büyük ödülünü kazanan Güney Kore yapımı 'İhtiyar Delikanlı' adlı filmini anlatıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda konuk yönetmen olarak bu oyunu sahneleyen Nedim Saban da bu saptamaya katılıyor. Zaten onu da cezbeden "Bir gün kapınız çalınıp 25 yıl önce söylediğiniz bir laf size hatırlatılabilir" cümlesi olmuş. Uzun zamandır Şehir Tiyatroları'nda çağdaş bir iş yapmak isteyen Saban bu oyunun varlığından haberdar olur olmaz yönetmek için aday olmuş. Elbette bir yönetmen olarak onu en çok etkileyen yönlerinden biri kurgusu. Oyun sinemasal bir dile sahip olduğu kadar sinemasal bir kurguya da sahip. Neredeyse tamamı geri dönüşlerden oluşuyor. Yeni seyirci oyun içinde
yöntemi tercih etmiyor. Oyunun gerektirdiği gibi yüksek bir tempoda sahneye koyuyor. Tek tek tüm karakterlere bir satranç taşı gibi hamle yaptırmak yerine duygularını öne çıkaracak vakit sağlıyor. Ve en önemlisi tarafsız olmaya çalışıyor ki oyunun yazımının da tarafsız olduğunu gerçeğini ekleyerek Saban'ın bunu başardığını söylemek gerekiyor. Saban da bu yorum için "Burada kim haklı bilmiyorum. Herkes kendi açısından haklı. Örneğin oğul aslında babasının günahıyla doğuyor. Dolayısıyla herkes hem kurban hem katil. Kurban gidenler tamamen tesadüfen kurban oluyorlar aslında onlar da katil olabilirler" diyor. Sibel Arslan Yeşilay'ın Türkçe'ye çevirdiği, dramaturgisini Dilek Tekintaş'ın, dekor tasarımını
Ay şen Aktengiz Bayraşlı'nın, kostüm tasarımını Zuhal Soy'un, ışık tasarımını Fatih Mehmet Haroğlu'nun, efekt tasarımını Ersin Aşar ile İhsan Aydoğdu'nun gerçekleştirdiği oyunda Sema Keçik, Taner Barlas, Hülya Karakaş, Cemal Ahhan Şener ve Müge Çiçek rol alıyorlar. Bir cümle de oyuncular için söylemek gerekiyor. Temposu ve gerilimi yüksek oyunda oyuncuların her biri başarılı birer performans sahneliyor ancak bu oyunu nisan ayında Dot ve Goethe Institut-İstanbul işbirliğiyle yapılan okuma tiyatrosunda dinleyenlerin aklında 'Geçmişten Gelen Kadın'ı seslendiren oyuncular kalmıyor değil. Hemen belirtelim orada oyunu Uğur Polat, Tülay Günal, Mine Tugay, Güneş Berberoğlu ve Adıhan Şentürk okumuştu.
Dot ve Goethe Institutİstanbul işbirliğiyle yapılan okuma tiyatrosunda dinleyenle rin aklında 'Geçmişten Gelen Kadın'ı seslendiren oyuncular kalmıyor değil.
pe cy a
hem uzak geçmişle hem de 10 dakika önceyle yüzleşiyor. Saban bu geçişlerde daha çok aynalardan yararlanmayı tercih etmiş: "Kurgu olarak çok özel bir oyun. Sinemasal bir kurguyla yazılmış. Zaten oyunun yazarı 'açık alanların şairi' olarak anılıyor ve yazdıklarında yönetmene çok önemli açık alanlar bırakıyor. Ancak öte yandan çok ciddi kurallar da koyuyor. Öncelikle ne kadar karışık da olsa öyküyü seyirciye açıklamak zorundasınız. Bunu yaparken tempoyu asla kaybetmemelisiniz. Çünkü geçmiş katman katman yer alıyor oyunda. Bir anlamda seyirciler birbirine bakarak geçmiş görüyor. Bu oyunu sahnelerken bana en çok yardımcı olan sahneydi. Oyunu Harbiye Muhsin Ertuğrul'un Cep Sahnesi'nde oynuyoruz yani açık alanda, black box sahnede, İtalyan sahnede değil. Bu oyun benim için tiyatroya yeni bir dil getirmek, değişik bir soluk katmak açısından çok önemli bir deneyim oldu".
Yüksek tempo ve gerilim Yazının girişinde oyunun konusundan kısaca bahsetmiştim. Kurguyu anlattıktan sonra konuyu biraz daha açmak gerekiyor. Çünkü oyun bir eski sevgilinin çıkıp 25 yıl önce verilmiş sözü hatırlatmasından çok daha önemli alt metinler taşıyor. Yazar tüm karakterleri hem kurban hem de cellat olarak çiziyor. Yani oyundaki tüm karakterler adam, adamın karısı, adamın oğlu, oğlunun sevgilisi ve geçmişten gelen kadın hem mağdur hem de mağdur eden. Oyunun hangi karakterinin gözünden izlerseniz ona hak veriyorsunuz. Saban bu noktada farklı bir göndermede daha bulunuyor ve "Dönekliğin çok moda olduğu çağımızda bu oyunu bir aşk oyunu da olarak da ele alabilirsiniz, bir devrim oyunu da, bir polisiye de. 5 yıl önceki söylemlerle bugünkü söylemler çok farklı. Dolayısıyla bu anlamda çok önemli nitelemeleri var" diyor. 'Geçmişten Gelen Kadın', Almanya'da sahnelenirken daha çok matematiksel bir kurgu izlenmiş. Ancak Saban bu
Yazan: Roland Schimmelpfennig Çeviren: Sibel Arslan Yeşilay Yönetmen: Nedim Saban Sahne Tasarımı: Ayşen Aktengiz Bayraşlı Giysi Tasarımı: Zuhal Soy Işık Tasarımı: Fatih Mehmet Haroğlu Oyuncular: Sema Keçik, Taner Barlas, Hülya Karakaş, Cemal Ahhan Şener ve Müge Çiçek.
43
Beylik tabiriyle:
a
"Nedim Saban Nereye Koşuyor?"
pe cy
Robert Schild / robertscild@tiyatrodergisi.com.tr
...şu soruya bir yanıt aramak istiyorum, bugün: Nedim Saban, son on beş yıl içinde yapımcı/ yönetmen/ oyuncu olarak sahnelere taşıdığı otuza yakın oyun ile tiyatroya
sağladığı
getiri ile sergilediği götürü arasındaki denge hangi yöne doğru gidiyor?.. 44
Günümüzün en çalışkan/üretken yönetmenleri arasında gördüğüm Işıl Kasapoğlu ve Yücel Erten'in arasına bu tiyatro sezonunda bir üçüncüsü katıldı: Şu anda ikisi kendi topluluğu olan Tiyatrokare'de {"Babamla Dans" ve "Kim O?"), biri ise İ.B.B.Ş.T.'nın Cep Tiyatrosu'nda gösterimde olan "Geçmişten Gelen Kadın" ile Nedim Saban...
ABD'nden dönmüş olduğu 1992 yılında kurduğu Tiyatrokare'nin ilk günlerinden bu yana sürekli olarak izliyorum, kendi ifadesine göre "Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk profesyonel Musevi tiyatro sanatçısı" (Hürriyet, 9/2/2004) olan Saban'ı; önceleri salt seyirci olarak, Şalom Gazetesi'nde yazmaya başladığım 1997'den sonra eleştirmen sıfatıyla - dahası, 2002/2003 sezonunda sahnelediği "Salı Ziyaretleri"ma çorbasına küçük bir "danışmanlık tuzu" bile katmıştım... Buradan hareketle - ancak o kısa süreli işbirliğimden hiç de etkilenmemiş olarak, yani kesinlikle tarafsız ve "objektif biçimde - şu soruya bir yanıt aramak istiyorum, bugün: Nedim Saban, son on beş yıl içinde yapımcı/yönetmen/oyuncu olarak sahnelere taşıdığı otuza yakın oyun ile tiyatroya sağladığı getiri ile sergilediği götürü arasındaki denge hangi yöne doğru gidiyor?.. Bu konuyu buraya taşımamın ana nedeni, özellikle Şalom'daki yazarlığım süresince, bazı tiyatrocu dostlar
ile birçok okurun "Ya - sizin Nedim ne güzel başlamıştı tiyatroya, ancak şimdi bak neler yapıyor..." türünde sorulan/sitemleri ile karşı karşıya kalınanıdır... Şurası kesindir ki, Nedim Saban'ın tiyatro tutkusu daha çocukluk yaşlarından başlamış olmaktan ötürü, bugüne dek atmış olduğu her adım, sadece ve sadece tiyatroya yöneliktir. Bunların bir bölümü, salt finansman amacını taşır- "Tatlıcı Tombak" markası altındaki franchise girişimleri gibi; diğer çabalan ise, rol aldığı dizilerde veya talk show'ları aracılığıyla TV sevilgenliği üzerinden o sıralarda sahnelenmekte olan oyunlarına izleyici bulmaya yöneliktir... Ne var ki, özellikle doksanlı yılların sonlarında Saban'ı daha çok bu özelliği ile tanıyanlar da olmuştu: "...r'leri söyleyemez, bodurdur, tombik tombiktir her tarafı yenilesice, pantolon askıları ve papyonu da artık hepten şirinlik muskası eder onu. Tiyatrocudur kendisi, ama TV'deki Dr.Stress adlı programıyla meşhur olduydu galiba." (18/6/2000'den bir "ekşi sözlük" tanımlaması). Bugün ise, Tiyatrokare'deki çabalarının yanı sıra Şehir Tiyatroları 'nda Roland Schimmelpfennig'in absürd bir "Medea" uyarlamasını sahnelerken, maddi kaygılardan çok nitelikli tiyatroya dönüş dürtüsü ağırlık kazanmıştır, kanımca... Zira, benim bildiğim Nedim Saban, özel tiyatrolarda ne yazık ki yapılamayacak "özel" = alternatif projelere de el atmak ister.
Tiyatroya 1976 yılında çocuk oyunları yazarak başlayan Saban, daha 15 yaşındayken "Beş Kafadarlar Çocuk Tiyatrosu"mı kurup Türkiye'de ilk kez çocuk parklarında dört yıl boyunca altı oyun sahneye koymuş ve tiyatroya gidemeyen çocuklara bu yoldan tiyatro götürmeyi ilke edinmişti. Ardından ABD'nde yedi yıl boyunca tiyatro, sinema ve televizyon eğitimi almış ve New York Üniversitesi bitirme tezi olarak sahneye koyduğu bir oyunla bine yakın yönetmen arasından üç kişiye verilen bir bursa layık görülmüştü. Bir yıl boyunca ABD'nin saygın tiyatrolarında staj yapan Nedim Saban, 1992 yılında Türkiye'ye dönmesinin hemen ardından Tiyatrokare'yi kurup, Macide Tanır'ı yeniden sahnelere kavuşturan Neil Simon'un "Müziksiz Evin Konukları" ile dört yüzü aşkın gösterime imza atmasını bilmiştir.
Nedim Saban'ın yapımcı
ve/veya
yönetici olarak seçtiği yetişkinlere yönelik oyunları kabaca üç ana gruba ayırmak isterim. Bunlar; "nitelikli drama", "Nitelikli komedi" ve "gişe'ye göz kırpan" oyunlar.
pe cy
a
Genç tiyatrocu bundan altı yıl sonra, daha 31 yaşındayken en büyük "gişe" başarısını "Şen Makas" oyunu ile yakalayacaktı. 1970'lerin deneysel tiyatro yazan Paul Pörtner'in interaktif bir oyununun Kuzey Amerika'da "Guiness Rekorlar Kitabı"n& girecek derecede ilgi görmesinin ardından, deyimleri yerindeyse eski Avrupa'da pişirilmiş, yenilikçi ABD'nde baharatları eklenip medya ve kuaför malzemeleri üreticileri tarafınca şişirilmiş ve yansüayıcı post-Ozal çağındaki Türkiye'de yeniden ısıtılmış bir "çorba" olarak, ilkin 1998'de ve daha sonra, izleyicilerin bu kez cep telefonuyla katılımlan özendirilerek, "Şen Makas 2 " adı altında 2003 yılında bir kez daha karşımıza çıkanlır! (Burada bir parantez açıp, ünlü Amerikalı eleştirmen Steve Capra'nm bu oyun için "it's worse than Standard - it's low" [= "sıradanlıktan kötüdür - düşük niteliktedir"] tanımlamasını getirdiğini anımsatmadan edemiyorum...)
ile Wirginia Woolf 'dan "Kendine Ait Bir Oda", aynca Frank Wedekind'in tiyatro klasiği "Bahara Uyanış" ile David Mamet'in o yıllarda dünya sahnelerim sarsmış olan "Oleanna"sı, Bekir Büyükarkın'dan bir Ortaoyunu çağrıştırması olan "Soytarı" ve nihayet son yıllarda izlediğimiz Jeff Baron'un "Salı Ziyaretleri" ile bu sezon gösterimde olan Itzik Weingarten'in "Babamla Dans"tıx... Ne yazıktır ki, 135 kez sahnelenen Erol Keskin ve Lale Mansur'un rol aldığı "Oleanna" ve çok çok 2004 Afife Tiyatro Ödülü'nü almış "Salı Ziyaretleri''nin dışında bu türdeki diğer oyunlarının hiçbiri elliyi aşkın gösterime var(a)mamıştır - "Nitelikli komedi" olarak adlandıracağım ikinci grubun başında Simon'un "Müziksiz Evin Konukları" yer alıyor kuşkusuz; 1994 ile 1995 yıllarında ise N.Saban/P.Koşar/K.Engür üçlüsünün başarımlarıyla art arda sahnelenen Francis Weber'in "Salaklar Sofrası" dört yüze yakın ve Neil Simon'un "Üç Kadın Bir Çapkın"ı ise iki yüzü aşkın gösterim yaşadı. Aralarında hiçbiri yüz "perde "ye ulaşmayan Claude Magnier'nin karışıklıklar komedyası "Oscar" ile Aldo Nicolai'nin "Kadın Mısın, Erkek Misin?" taşlamasının yanı sıra, Gülsün Siren'in ince komedisi "Profesör Enişte", gene de aynı gruba dahil edilebilir. - Nedim Saban'ın "gişe'ye göz kırpan" üçüncü grup oyunlarının bazıları gerçekten çok başarılı olmuştur - yukarıda değindiğim ve topluca yedi yüze yakın gösterimi gerçekleşen "Şen Makas"1ar gibi... Zeki Müren'in yaşamını konu edinen müzikal "Bir Demet Yasemen" ise, ustalar Ergun Hiçyılmaz'm metni, Erol Sayan'ın müzik yönetmenliği ve Osman Şengezer'in sahne tasarımının yanı sıra geniş dansçı ve müzisyen kadrosuyla "sadece" 104 kez, ancak bunların çoğu büyük salonlarda temsil edilir... Ona karşılık büyük ümitlerle girişilen "Neyzen" (Tevfik'in yaşamı), Tuncer Cücenoğlu'nun kalemi, Işıl Kasapoğlu'nun yönetimi ve Burak Sergen'in oyununa rağmen, pek az ilgi görür. Diğer bir düş kırıklığı ise Derya Baykal ile yaşanacaktı! Bu popüler ismin 2004'te Tiyatrokare'nin tek kişilik oyunu "Ben Boşanıyorum"da rol alması ile Ferhan Şensoy'dan boşanmasından doğan kamuoyu ve medyadaki ilginin "sadece bir tesadüf (Akşam, 14/1/2004) olduğunu
Nedim Saban'ın yapımcı ve/veya yönetici olarak seçtiği yetişkinlere yönelik oyunlan kabaca üç ana gruba ayırmak isterim. Bunların ilki, "nitelikli drama" olarak tanımlayacağım yapımlardır ki, aralannda Tiyatrokare'nin kuruluş yıllannda izlediğimiz, kadın sorunlanm irdeleyen Dario Fo'nun "Cadılar Zamanı"
45
Şu sıralarda gösterimde olan "Kim O?" oyununun gördüğü ilgiden ise oldukça memnun görünüyor Nedim Saban - gerek eleştirmenler, gerekse "halk" tarafından... Bir yandan usta oyuncu Metin Serezli'nin yarattığı "banko" (!) durumu, beri yandan sevilen rock sanatçısı Özlem Tekin'in "taptazeliği"', bu oyunun gerçekten de "iyi gişe yapması "na yol açmıştır. 1970'ten kalmış bir romantik komedinin (R.Cooney/G.Stone) Ragıp Yavuz'un "örf ve adetlerimize" uyarlanması sonucu SSK memuru Nurettin Bey evinde hünkâr beğendi pişirirken, üst kattaki aşk ilişkisinden kaçan çılgın, ancak hamile genç kadın ile gönül bağları kuruyor... Anlaşılan şudur ki, Profilo Alışveriş Merkezi'nde, örneğin Dilruba Saatçi'nin tek kişilik "Fikriye ve Latife" oyununda veya Ariel Dorfman'ın "Ölüm ve Kız"md& - dahası, bizzat Nedim Saban'ın sahneye koyduğu "Babamla Dans "da boş kalan koltuklar, doluları kat kat geçiyorsa da, işte O "Kim 0 ? " n u n ticari başarısı, Itzik Weingarten'in başyapıtında ünlü bir dansçının otistik oğlunu canlandıran Suat Sungur'u "Baba"sı ile halen "Dans" ettirebiliyor!..
pe cy
Gezen'den bir ricam var. veTurizm Bakanı Atilla Koç'un Devlet Balesi'nde 110 kilo ağırlığında baletlerinin olduğunu söylemesine gönderme yapacağım diye, Sinan'ı (Nedim Saban) çelik telle havaya kaldırıp uçurmaktan n'olur vazgeçsin. Benim hatırım için falan değil, tiyatronun tanrıları adına vazgeçsin..." İşte, çok okunan bir tiyatro eleştirme ninin Saban'ın "üçüncü grup" olarak tanımladığım bir yapımına tepkisi!..
belirten Saban, bu "rastlantı" sonucu arzuladığı "gişe"ye hiç ama hiç ulaşmadı... Bu başarısızlığın ardındaki iki yılı iki çocuk oyunu ile geçiştiren Saban, 2002 yılındaki bir TV dizisi olarak geniş halk kitlelerince pek sevilmiş "İki Oda Bir Sinan"m tiyatroya uyarlanmasıyla Ekim 2005'te yeniden perde açar. Müjdat Gezen'in yönettiği, Nedim Saban'ın başrolü üstlendiği bu güldürü(?), renkli medyanın da desteğiyle iki yüze yakın gösterime ulaşır. Medyanın ilgisi, "Sinan"/Nedim'in sahne arkasında kurulan bir vinç ile uçurulmasına odaklanırken, dergimizin web portalında Üstün Akmen Ağabeyimiz bu olaya şu yorumu getirecekti: "Müjdat Gezen'den bir ricam var. Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'un Devlet Balesi'nde 110 kilo ağırlığında baletlerinin olduğunu söylemesine gönderme yapacağım diye, Sinan 'ı (Nedim Saban) çelik telle havaya kaldırıp uçurmaktan n'olur vazgeçsin. Benim hatırım için falan değil, tiyatronun tanrıları adına vazgeçsin..." İşte, çok okunan bir tiyatro eleştirmeninin Saban'ın "üçüncü grup" olarak tanımladığım bir yapımına tepkisi!..
a
...dergimizin web portalında Üstün Akmen Ağabeyimiz bu olaya şu yorumu getirecekti:
46
Nisan 1998'de Tiyatrokare'nin "ProfesörEnişte" oyununu Şalom Gazetesi'nde eleştirirken, yapımcı
Nedim Saban hakkında şöyle yazmıştım: ".. .Türk tiyatro izleyecilerinin nabzını iyi tutuyor; sanırım kendisinin de yeğlediği sanat değeri çok daha üstün yapıtlara ağırlık vermektense, 'sokaktaki' tiyatro izleyecisinin beğenisini kazanacak oyunları seçmekte ve böylece bu sanatı, halka taşımasını bilmektedir." Bu tespit, büyük bir başarı olan ilk oyunu "Müziksiz Evin Konukları "nı takiben, kısıtlı bir izleyici kitlesi ile yetinmek durumunda kalan 1992-94 "ilk grup" oyunların ardından "Salaklar Sofrası" / "Üç Kadın Bir Erkek"/"Oscar" dönemini kapsamaktaydı... Ne var ki, Nedim Saban'ın asıl "tiyatro stratejisi", 1998/99'dan sonra ortaya çıkmaya başlamıştır: Üçüncü grup oyunlarına, ikinci ve özellikle üçüncü gruptakilerini "taşıtmak" - nasıl ki bugün "Kim O?", tecimsel başarısıyla "Babamla Dans "ı ayakta tutmaya çalışıyorsa, "Şen Makas 2", "Salı Ziyaretleri''nin finansmanını sağlamıştı... Tiyatrokare'nin on beş yıllık geçmişine baktığımızda, Nedim Saban'ın - ülkemizdeki Tiyatro yaşamına koşut sayılabilecek - oldukça inişli-çıkışlı bir yoldan geldiğini görüyoruz. Büyük ideallerle başlatılmış, çok geçmeden acı gerçekler ile yüz yüze kalınmış, toparlanılarak bazı önemli engeller aşılıp, arada bir "sanat" vahalarına ulaşılmış, bol taşlı bir yol... Ardından düzeysiz, ancak tecimsel açıdan doyurucu mecralara ulaşıyor, genç tiyatrocu - ta ki, yeniden "niteliğe" göz kırpmaya başlasın. Yolda giderken, köşesine çekilmiş bir Devlet Sanatçı'sının (Macide Tanır) sahneye dönüşünü sağlıyor, kimi ustalarla (Müşfik Kenter, Erol Keskin, Çiğdem Selışık) çalışıyor ve sahnelere yeni sanatçılar kazandırıyor, Şafak Sezer ("Şen Makas " / "Kadın Mısın,Erkek Misin?"), Burak Sergen {"Neyzen") veya Seray Sever ("Bir Demet Yasemen ") gibi. On beş yıla sığdırdığı otuz oyunu incelediğimizde, ilk göz ağrısı olan çocuk tiyatrosuna, sadece kısır dönemlerinde yer verdiği üç oyunla veda ettiğini anlıyor ve daha çok halk kitlelerini düzeyli/düzeysiz komedilerle güldürmeyi sürdürdüğünü görüyoruz... Ne var ki, bu helvanın arasına gene de tek-tük birer fıstık koymayı unutmamış, Nedim Saban - seçici tiyatroseverlerin gitmeyeceği oyunların "gişesinden " gelenlerin bir bölümü ile, işte doğrudan onlara yönelik yapımların "açıklarını" kapatmak için... Ve bu bağlamda, doğru yoldadır diyebiliriz...
pe cy a
pe cy
a
Cambridge ve Shakespeare Festivali Hâle Seval / saatler@superonline.com
Cambridge Shakespeare Festival belki de sokaklarda gezen yabancıları, orada yaşayanları ve dünyanın dört bir yanından gelerek kenti çılgın kalabalığa çeviren öğrencileri ile o serin, yağmurlu yaz akşamlarında yemyeşil kolej bahçelerine çekmeyi başarmak tadır. 48
"Ey kutsal sırlar,
Toprak altında gizli kalmış mucizeler, Gözyaşlanmla canlanın, çıkın yeryüzüne (Cordelia, Kral Lear)"
Kuzeydeki adanın tarihi kenti Cambridge'i tek başına kolejleri, nehirde kano gezintileri ve son yıllarda kentte sayıları yavaş yavaş artan çeşitli kafeleri, en eski iki Pub'ı olan Anchor ve The Eagle ile hatırlamanın biraz eksik olacağını düşünüyorum. Geçtiğimiz 2007 yılında yirminci yılını kutlayan Cambridge Shakespeare Festival belki de sokaklarda gezen yabancıları, orada yaşayanları ve dünyanın dört bir yanından gelerek kenti çılgın kalabalığa çeviren öğrencileri ile o serin, yağmurlu yaz akşamlarında yemyeşil kolej bahçelerine çekmeyi başarmaktadır. Shakespeare çağı olarak nitelenen 1586-1642 yıllarındaElizabeth döneminde 1558-1603- Kraliçenin oyunlar karşısında nasıl bir tepki vereceğini kimse önceden kestiremediğinden, korku ve dehşet her an kapıyı çalabildiği gibi, sık sık ortalığı kasıp kavuran veba salgınını da sayarsak, tiyatro para kazanma tutkusunun yanı sıra, sevgi ve adanmışlığı da beraberinde getiriyordu. Ve böylece Shakespeare kendi yaşamından ve yapıtlarından doğduğu gerçeğiyle bizi yüz yüze
bırakıyordu. Elbette Stratford Upon Avon'da ve/veya Globe Tiyatrosu'nda onun oyunlarını izlemek ayrı bir zevk, ama Cambridge kentinde King's Kolej, Girton ya da Trinity Kolej bahçelerinde kalın kazaklarınızın içine gömülerek bir Shakespeare oyunu izlemek de ayrı bir heyecan ve tutkudur... Akşam olmadan ister çimenlerin üzerine isterseniz sandalyelere oturarak, yanınızda getirdiğiniz yiyecekler ile o güzel fellovvs bahçelerinde tiyatro başlamadan önce piknik yapma olanağı da bulur izleyiciler. Oyunlar haftanın altı günü oynanır, Pazar günü hariç ve her oyun 19.30'da başlar. Daha akşam olmamıştır, yanınızda getirdiğiniz termostaki çayınızın son yudumunu içerken gündüzleri kentin pazaryerinde yem bulma savaşı veren wood pigeonların artık kolej çatılarında kendilerine yaptıkları yuvalarına çekilme vakti geldiğinden, kuşların kanat çırpıntıları arasında birden asırlık ağacın gölgesinden fırlayıverir Romeo. Göz göze gelirsiniz yakışıklı gençle, elinizi uzatsanız dokunursunuz çılgın aşığa... Juliet'in eteklerinin dantelâsı ayaklarınıza sürünür, uzun uykusuna yatarken. Oyunda dekor olarak ne vardır ki! Gecenin şeffaf karanlığı, gökyüzünde görmeğe çalıştığınız belki bir iki yıldız, karaağaç ya da meşenin heybetli dalları ve ipek halı gibi ayaklarınızın altına serili çimenler... İlk perdenin bitiminde artık kendini iyice hissettiren soğuk için bir pound vererek sıcak şarap kuyruğuna girerek zamanın akmasını beklersiniz. Nedir bu oyunları bu kadar güzel ve unutulmaz kılan?
Elbette uzun yıllardır oynanarak artık geleneksel hale gelen trajediler, komediler, tarih ve Shakespeare. The Comedy of Errors - Yanlışlıklar Komedisi kişilerin değil, düşülen durumların güldürücü olduğu basit bir fars oyunudur. Ortaçağın sonu Rönesans başlangıcıyla ortaya çıkan "fars" oyunlarının özellikleri eğlence, seyirciyi her alanda güldürmek ve toplumsal koşulların yerilmesidir. Shakespeare, daha sonraki oyunlarında komediyi sadece güldürmek amacı ile değil, düşünce ve duygularında rol almasını sağlayarak oyunu zenginleştirmiştir. Much Ado About Nothing - Kuru Gürültü, Twelfh Night - Onikinci Gece, As You Like it - Nasıl Hoşuna Giderse adlı oyunları romantik komedi olup, konudan çok duygu ve düşüncelerin ilginçliği ve oyundaki şiirsel dildir bizi etkileyen. Cambridge'in o güzel akşamlarında oyun aralarında bir anlığına, Cambridge Corpus Christi College'de eğitim gören Shakespeare'nin çağdaşı Christopher Marlowe'un yazdıklarını hatırlarım. Venedik Taciri'ne karşılık Maltalı Yahudi iki oyun yazarının birbirine olan rakipliğinin kanıtı gibi durur. Shakespeare'i ölümsüz kılan bir anlamda kendi benliğinden sıyrılıp, farklı kişilerin benliğine girip, onların ağzından konuşabilmesidir. Marlowe'un dini sapmaları, Unitarian olması ve genç yaşta ölümü Shakespeare'den önceki en büyük oyun yazan olarak anılmasını sağlar.
Temmuz ve Ağustos aylarında Cambridge sokaklarında gezerken bir bakarsınız Elizabeth devri kıyafetleri ile dolaşan oyuncular size gülümseyerek festival broşürünü uzatır veya bir bakarsınız bisikletinizin sepetine Festival oyunlarını bırakan Hamlet'tir, Edmund'tur... Hepsinin dizlerini kırarak yaptığı reveransa eş gülümseyerek söylediği tek bir cümle vardır; "Lady, Cambridge Shakespeare Festival". Yağmurun çılgınca yağmadığı Cambridge yaz akşamlannda Juliet, Kral Lear, Titania, Macbeth'den ayrılarak üşüyen parmaklanmla bisikletimin kilidini çözüp, hızla kentin sessiz sokaklarından, nehrin kenarından uzaklaşırken hüzünlenir ve düşünürüm, bir kent ve bir festival Cambridge Shakespeare Festival. Bu yaz akşamlarının değişmez etkinliği hayal gücünüzün sınırlarım o kadar genişletir ki, belki bir gün Elizabeth devrinden kalma bir evin bahçesinden Shakespeare'in kendisi uzatır Festival broşürünü. Ne dersiniz, bir kent ve bir Festival, denemeğe değmez mi? Dileğim bizde de son zamanlarda farklı oyunları sahneleyen atölyelerin seçecekleri bir kent ve oyun yazarının eserleri ile uzun ve sıcak yaz akşamlarını tiyatro ile canlandırarak yıllarca sürecek bir beraberliğin temelini atıp geleneksel hale getirerek seyirci ile buluşmasıdır. Belki bir gün Urla, Foça, Çeşme veya Dikili kentlerinden birisi Necati Cumalı'nın; Şile, Silivri, Keşan Haldun Taner'in oyunları ile bir iki hafta tiyatro festivali yaparak dün ve bugünü buluşturur.
pe cy
a
Şehrin neredeyse dışında kalan bir alana yapılmış olan Girton Koleje ulaşım için araba gerekmektedir. Şehir merkezinden iki mil uzaklıkta ve kuzey yönünde olan bu kolej kızlar için erkeklerden yeterince uzak bir yerde kurulmuştur. İlk bina geleneksel kolej tarzında Tudor-Gothic stilinde olup kırmızı tuğla ile inşa edilmiştir. Macbeth'i izlemek için bu binaların içinden geçilerek ulaşılır arka bahçeye, diğer bir deyişle sahneye...
dersler ile genişleyen ağ aynı zamanda her yaştaki öğrencinin bu çalışmalar sırasında bireysel başarı göstermesine de olanak sağlar. Jan Burns 1996 yılında Cambridge Shakespeare Festival'inde Executive Producer olarak görev alarak katılır, aynı zamanda dramaturg olarak görevini sürdürür. Associate Director olarak çalışan Simon Bell ve David Rowan yanı sıra eğitim görevlisi olarak Heidi Gjertsen bu güzel organizasyonun Open Hand Productions adı altında buluşmasını sağlayan diğer kişilerdir.
Diğer oyunlar kentin içinde yer alan kolejlerde oynandığından yürüyerek ya da bisikletle de gidilebilir. King's Kolej; 1440 yılında Henry VI. Tarafından Eton adı verilerek kurulan ve daha sonra King's Kolej adını alır, Chapel'i dünyada Avrupa'da inşa edilen en güzel Gotik bina unvanını taşımaktadır. Bir diğer kral, Kral Henry VIII'in kurduğu Trinity Kolej bize Shakespeare'in tarihi oyunlarından Henry'leri de hatırlatmaktadır. 2000 yılında Cambridge Shakespeare Festival'i Kraliçe Elizabeth'in 27 Ağustos 1999 tarihinde ölen güzel kız kardeşi Margaret Elizabeth'e adanır. Aynı yıl içeride oynanan tek performans olan The Comedy of Errors - Yanlışlıklar Komedisi'ni Emmanuel Kolejin bahçesine sonradan eklenen The Queen's Building binasında izlemiştim, ama burasını sakın normal bir tiyatro sahnesi gibi düzenlendiğim sanmayın. Yuvarlak olarak inşa edilen salonda oturduğunuz tahta sıralardan aşağıya doğru bakarak oyunu seyrettiğimden bir anda bulunduğum yüzyıldan koparak on altıncı yüzyıla doğru kaydığımı hissetmiştim.
Temmuz ve Ağustos aylarında Cambridge sokaklarında gezerken bir bakarsınız Elizabeth devri kıyafetleri ile dolaşan oyuncular size gülümse yerek festival broşürünü uzatır veya bir bakarsınız bisikletinizin sepetine Festival oyunlarını bırakan Hamlet'tir, Edmund'tur... Hepsinin dizlerini kırarak yaptığı reveransa eş gülümse yerek söylediği tek bir cümle vardır; "Lady, Cambridge Shakespeare Festival".
Artistik Direktör-Artistic Director David Crilly tarafından 1988 yılında kurulur Festival Organizasyonu. Doktorasını müzikoloji üzerine yapan David Crilly, kentte sekiz hafta süren oyunların sadece performanslarını izlemekle sınırlı olmadığı bir etkinlik kazandırmıştır. Konuşmalar, atölye çalışmaları ve
49
a cy
Tiyatromuz Seyircisine Bakıyor
pe
Sadık Aslankara/ msaslankara@hotmail.com
Üç beş yıl öncesi de böyle miydi, bilmiyorum. Bu mevsim büyük bir tiyatro hareketliliği, yoğunluğu yaşanıyor sanki... Tiyatro oyuncularının kendi ateşlerinden var ettiği erkeyle seyircinin bu erkeden pay alışı, ötesinde buna katılışı ilk önce üzerinde durulması gereken...
Üç beş yıl öncesi de böyle miydi, bilmiyorum. Bu mevsim büyük bir tiyatro hareketliliği, yoğunluğu yaşanıyor sanki... 50
Yükseliş varsa, bunun "tiyatro sanatı" bağlamında olgunun değerlendirilişi, saltık olarak estetik alanının sorunu elbette. Bu iç-sorunsala taşımadan, yukarıdaki dış-sorunsala getirmek istiyorum ben konuyu. Dokuz oyun izledim bu ay. Carole Frechette'ten Ece Okay Işıldar'ın çevirip yönettiği Tiyatro Liman yapımı Ödül; Reinhold Tritt'ten A. Naki Öner'in çevirip Şakir Gürzumar'ın yönettiği Donkişot
Tiyatro yapımı Dalga; Shakespeare'den Nesrin Kazankaya'nın çevirip yönettiği Tiyatro Pera yapımı Venedik Taciri; Genco Erkal'ın yazıp yönettiği Dostlar Tiyatrosu yapımı Sivas '93; Guilio Scarnicci-Renzo Tarabusi ikilisinin yazıp Sümer Tilmaç-Emin Özbey ikilisinin uyarladığı, Sümer Tilmaç'ın yönettiği Abdullah Şahin Nokta Halk Tiyatrosu yapımı Namussuzum ki Namusluyum; Ali Erdoğan'ın yazıp yönettiği Kabare Dev Aynası yapımı Yolumuzu Bulalım; Jean-Claude Carriere'in yazıp Zeynep Utku'nun çevirdiği, Cengiz Peksoy'un dramaturgluk yapıp Musa Uzunlar'in yönettiği Kara Kaplı; Yiğit Sertdemir'in yazıp Yaman Ömer Erzurumlu'nun yönettiği Altıdan Sonra Tiyatro yapımı 444; Fernando Morais'in Olga /Yürekli Bir Kadının Yaşamı adlı kitabıyla Galip lyitanır'ın Olga
Benario adlı belgeselinden Zafer Diper'in yazıp yönettiği Bizim Tiyatro yapımı Olya. Henüz izleyemediklerimle birlikte bu oyunlar, İstanbul'un iki yakasında, üstelik farklı yerleşkelerde azımsanmayacak tiyatro erkesi üretildiğini gösteriyor. Bir mevsimde yalnızca İstanbul'da üretilen oyun sayısı kaç, kim biliyor bunu? Oysa oyunlara bakarak söylersek gözle görülecek, elle tutulacak denli somut bu enerji. Tiyatrocu gözüyle baktığımızda böyle de seyircinin arasından baktığımızda nasıl durum? Gelin üzülmeyin şimdi; bizde ne edebiyat, resim, müzik sosyolojisi var ne sinema, tiyatro sosyolojisi! Oysa nasıl gereksinim duymazsınız buna? Gözleyebildiğim bir iki noktayı
bırakabilir de. c) Geleneksel tiyatro izleyicisi. Enikonu tiyatro kültürüne sahip, tiyatroyu gereksinime dönüştürmüş kesim. İlk iki gruba göre alımlamaya en açık bu kesim. Birinci grup özdeşleyime dayandırıyor sanat etkinliğini daha çok, ikinci grupta özdeşleyim yerine merak, heyecan egemen. Bunlar salondan sahneye yönelen enerjinin bileşenleri diyelim. Peki sahneden salona akan enerji için neler söyleyebiliriz? Özde, Biçemde Gelişim... Tiyatrolarımız, oyunun toplumsal işlevini göz ardı etmeksizin sunuyor çalışmalarını. Mozart'la Âşık Veysel'i yan yana dinlememizi engelleyen ne var? Yeter ki örnekler, buna uygun seçilebilsin...
Olaya bu çerçevede yaklaşınca çözüm de bu ölçüde kolaylaşıyor sanırım... Böyle olunca, kendi içlerinde ne denli ayrışsa da, ne denli aykırı duruş sergilese de, yukarıda andığım oyunların aynı paydada ele alınabilmesi olanaklı hale gelecektir. Buna göre birer belgesel oyun olarak Sıvas'93, Olya; birer siyasal oyun olarak Dalga, 444; psikolojik oyun olarak Ödül, Kara Kaplı; birer halk tiyatrosu, kabare örneği olarak Namussuzum ki Namusluyum, Yolumuzu Bulalım; bir Shakespeare oyunu olarak Venedik Taciri söz konusu ortak payda temeline oturtulabilir pekâlâ.
cy
a
"Sanat Atölyesi" seçkisinin ilk sayısında bir grup tartışmacı konuşurlarken Ekrem Kahraman şöyle söylüyor:".. .Eskiden 'çiçek böcek resmi yapanları' ciddiye almıyordum ve itiraf etmem gerekirse biraz da içten içe küçümsüyordum. Şimdi 'çiçek böcek resmi yapma'nın bile sanat alanına girdiğini düşünüyorum artık. Neden? Çünkü orta yerde entelektüel düşünce, sanat duyarlılığı ve yeni bir form üretmeye ya da yeni bir ses
üretmeye yönelen sanatçı eğer manipule edilmiş, gerçek mecrasının dışında bir yere yönlendirilmiş ve zemininden kaydırılarak hızla kendisinden ve dolaylı ya da direk olarak sipariş edilmiş şeyleri üretiyor hale getirilmişse; yepyeni bir döneme girmişiz demektir açıkçası. Dolayısıyla orada sanıyorum ki gerçekten sanat olan, gerçekten sanatçı olan gerçekten sanat niyetiyle yapılan her şey sahicidir."
Buna göre birer belgesel oyun olarak
Sıvas'93,
Olya; birer siyasal oyun olarak Dalga, 444; psikolojik oyun olarak Ödül, Kara Kaplı; birer halk tiyatrosu, kabare örneği olarak Namussuzum ki Namusluyum, Yolumuzu Bulalım; bir Shakespeare oyunu olarak Venedik Taciri söz konusu ortak payda temeline oturtulabilir
pekâlâ.
Nitekim Venedik Taciri'nde özce, biçemce sunulan bütünlüklü yapı, tiyatromuzun estetik filizlerinin
pe
paylaşayım istiyorum sizlerle: 1. Seyirci enikonu gençleşmiş durumda. Ne güzel, çünkü bu hem gençlerin arayış içinde olduğunu hem de izleyici-alımlayıcı geleneğinin sürdüğünü gösteriyor yanılmıyorsam. 2. Seyircinin çoğunluğunu kadın oluşturuyor, bu da olağanüstü güzel. Tek tük türbanlılara bile rastlanabiliyor hatta. 3. Çok farklı salonlarda oyun izleyince ister istemez farklı seyirci yapısıyla da karşı karşıya kalıyor insan. Bu açıdan yöneliş nedenleri bağlamında kategorik olarak seyircinin üç farklı yapı yansıttığı "yeni kanısına vardım kendi payıma: a) Bir bölük seyirci, bir durum" yaşamak için geliyor tiyatroya. Belli ki bu kesim süreğen izleyici değil, bu nedenle tepkilerinde bir "nahiflik" var. Gülüşleri, alkışları, kıpırdanışları tiyatroda "yeni seyirci" sürecini başlattıklarını ele veriyor bir çalım. Tiyatronun asıl seyircisini bu kesim oluşturuyor görebildiğimce. Yenice oy vermeye başlayanlar gibi tiyatroyu izlemeye koyulup birer "izler" haline gelen asıl kesim bu. b) Rastlantıyla seyirci olan dar bir seyirci grubu salonda, sahnede yaşananların kayıtçısı gibi davranıyor sanki. Bu dar grup, süreç içinde tiyatro izleyicisi olabileceği gibi, artık bunu tükettiği öngörüsüyle tiyatroyu
51
nerelere dek uzandığını somutluyor aynı zamanda... Ama bu düzeyin tek başına, saltık olarak ölçüt alınması gerekmiyor ille. Tiyatromuzun, birbiriyle kol kola girmiş ilerleyen düz değil, ama eliptik, zikzaklı yapı taşıdığı unutulmamalı. Kaldı ki dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı toplumlarındaki tiyatro eylemleri için de geçerli bu.
oyunlar, kendiliğinden birer "siyasal oyun" olarak da alımlanabiliyor. Neden? Hiçbir zorlamaya kaçılmıyor, gerçekliğin aktarımında nesnellik elden bırakılmıyor da ondan. Böylece yönetmenlerin yorumuyla hem oyunlarda gerçektenlik duygusu yükseliyor, hem de seyirci bunu "siyasal oyun" olarak alımlayabiliyor.
İşte Venedik Taciri, bu anlamda can alıcı bir örnek. Shakespeare'in evreninden kalkılarak şunca yıl sonra, bütün çağların göz önünde tutulduğu bir kavrayışla sahne uzamında bunu yeniden yaratabilmek, türdeş olmayan oyunculuklarla, ama aykırılığın getireceği zenginliğe yaslanarak bunu sahnelemek az iş değil. Nesrin Kazankaya, bu emeğiyle yine övgüyü hak ediyor bana göre. Dramaturg Şafak Eruyar'la yönetmen yardımcısı Zeynep Özden'in adını da anmalıyız bu emeğin ardında her zamanki gibi. Mehmet Ali Kaptanlar'in "Shylock" yorumu üzerinde özellikle durulmalı. Yer yer genel bir "tefeci" tiplemesinin çizgi bandı üzerinde ilerleniyormuş izlenimi bıraksa da Kaptanlar, bu Shakespeare kahramanını yerli yerine oturtmakla kalmıyor, kendi yorumuyla bütün zamanlara yayılabilecek bir temel karakter de var ediyor.
Başarı ilkin burada. Sözgelimi Sivas '93'te Aziz Nesin'i sonuna dek terk etmeyen Polis Mehmet'e yapılan vurgu, oyunun nesnel değerini alabildiğine yükseltiyor. Demek ki verimleyiciler, yarattıkları evrende, karakterlerde taraf tutarak değil, ama nesnelliklerini korumakla birlikte sahne plastiği çerçevesinde yorum getirerek bu gerçektenlik duygusunu pekiştiriyor. Aynı şekilde Didem Başer, Zafer Diper'in yorumuyla Olga Benario'yu idealist değil, heyecanı, coşkusu, çocuksuluğuyla nahif biçimde yansıttığı için oyun daha da yükseliyor. Bu verinin yanında her iki oyundaki kadro da övgüyle anılmalı, bu yoruma destek verdiği, alımlamayı kolaylaştırdığı için.
pe cy
a
Sivas '93, Olya "siyasal" değil, "belgesel" oyunlar. Ama Sivas '93'te Genco Erkal, Olya'da Zafer Diper, yönetmen olarak öyle yaklaşım sergiliyor ki söz konusu oyunlar, kendiliğin den birer "siyasal oyun" olarak da alımlanabiliyor.
Belgesellerden Siyasal Oyunlara... Sivas '93, Olya "siyasal" değil, "belgesel" oyunlar. Ama Sivas '93'te Genco Erkal, Olya'da Zafer Diper, yönetmen olarak öyle yaklaşım sergiliyor ki söz konusu
52
Sivas '93 de, Olya da siyasal oyun olmayı başarabilmiş birer belgesel oyun. Bir de zaten siyasal oyun olarak yapılandırılmış sahne çalışmaları var. Dalga ile 444 gibi. Siyasal oyun, roman, sinema, resim vb. denildiğinde, siyasal söylemin öne çıktığı yapıtlar anlaşılmamalı. Tersine yapıttaki yaklaşımdan, verimleyiş süreciyle ürünün iç yapısına yayılmış dünya
görüşünden kaynaklanıyor bu. Bu çerçevede Dalga da, 444 de başarılı siyasal oyunlar olarak duruyor önümüzde. Daraltılmış yaşam çeşitliliği içinde bunalan gençleriyle bir Amerikan koleji, sonrasında çalışmalarını laboratuvar deneyi haline dönüştürmeye girişen tarih öğretmeni. İnsanın bir yandan buyurganlar, buyurganlık karşısında gösterdiği uyarlık öte yandan her an uç verebilecek kendi buyurganlık isteği... Şakir Gürzumar'ın yine büyük ölçekli yönetimi, bunu lekelerle büyüleyerek geliştirdiği ortama yaslandırması. Yanı sıra polisiye örgü havasıyla heyecanı, merakı tetiklemesi... Oyuncular da buna destek verince, Dalga, seyirlik şölene dönüşüyor neredeyse. Levent Ülgen'in içtenlikli, ama soğukkanlı, tok duruşlu oyunculuğu, Ayçe Abana ile Metin Coşkun'un da desteğiyle oyunu âdeta havalandırıyor. Bu arada oyuna enerji seli akıtan genç oyuncu kadrosunu da anmak zorunlu: Faruk Akgören, Ayşegül Alpak, Onur Dikmen, Duygu Eren, Çetin Güner, Ece Özdikici, Fatih Sönmez, Serhan Süsler, Serhat Teoman, Ekin Türkmen, Serdar Yeğin. Neredeyse diyeceğim ki, sürekli sahnede kalmalı Dalga, herkes izleyebilsin diye. Yiğit Sertdemir'in kaleme alıp Gülhan Kadim'le birlikte oynadığı alçakgönüllü bir oyun 444. Y.Ömer Erzurumlu'nun hem sahneye hem de oyuna çok da uygun düşen yönetiminde seyirciyle buluşan oyunda, bir "hatırlatma merkezi"nde, gece
dıştakilere karşı sürdürdüğü kurnazlık sarmalında serüvenini getiriyor önümüze; bulvar güldürüsü biçemiyle, ama halk tiyatrosundan ödün vermeden... Oyunda Abdullah Şahin'le Ferdi Akarnur'a Sümer Tilmaç da katılınca sevimli bir üçgen çıkıyor ortaya. Buna Erol Günaydın'ın da eşlik ettiğini anımsatayım. Bu açıdan bir müze oyunculuk sergiliyor denebilir topluluk farklı oyuncuları, oyunculuklarıyla. Ali Erdoğan, önceki oyunlarında olduğu gibi, halk tiyatrosu bağlamında yapılandırdığı kabare yaklaşımım yeni oyunu Yolumuzu Bulalım'da da sürdürüyor. Skeçlerden oluşmakla birlikte iç içe geçmiş oyunlar bunlar. Birbirinin döngüsünde, sarmalında alıp vermeler, dokundurmalar, çatıp kaçmalar, gizli göndermeler... Bu çerçevede topluluk, Yolumuzu Bulalım'ı bir toplumsal muhalefet gerçeği temeline oturtuyor göz açıp kapayana dek.
bırakıyor. Bu yüzden alımlanan oyunlardaki gibi dönüştürme yok, bunun yerine düz değiştirme var... Peki bunun sakıncası ne? Popülizm batağına saplanmadıkça, kirçleşmedikçe, ikiyüzlülük yapılmadıkça ne sakıncası olabilir? Her sanat yapıtında verimleyişin ille alımlayış yaratacağı düşünülmemeli derim. Zaman gelir düz değiştirme de dönüştürüm denli etkin olabilir çünkü.
pe cy a
vardiyasında çalışan iki kişinin serüvenine tanık oluyoruz. Başlangıçta geçmişten günümüze getirdikleri iç kırıklıklarını, hesaplaşmayı izliyoruz bir çalım aralarındaki çatışmayla. Derken onların bu ekonomik, toplumsal sıkışmışlıkları bizi enikonu bir siyasal sorunlar yumağının, yaşanan baskının, sindirmenin önüne çıkarıyor.
Başarılı bir oyun yazarıyla karşı karşıya olduğumuzu düşündüm oyunu izlerken. Yiğit Sertdemir'le Gülhan Kadim, oyunun denge içinde akışını da sağlıyor bu arada.
Halk Tiyatrosuyla Kabarede Toplumsal Uçarılık, Psikolojik Oyunlarda Bireysel Yoğunluk... Abdullah Şahin Nokta Halk Tiyatrosu, bir açıdan Dario Fo değişkesi gibi alınabilecek Sümer Tilmaç imzalı Namussuzum ki Namusluyum adlı oyunuyla apaçık halk taşlaması, sonuçta da tipik "halk tiyatrosu" örneği. Topluluk, adındaki "Nokta"yı kaldırabilir, yıllar önce televizyon dünyasının kazandırdığı "nokta" nitelemesi, önemli bir yan taşımıyor artık. Abdullah Şahin, adının birlikte anılacağı halk tiyatrosuyla çok daha farklı yerlere gelebilir kanımca. Namussuzum ki Namusluyum, toplumsal çalkantılar, savrulmalar, ekonomik uçurumlar ortasında bunalmış bir ailenin gerek aralarındaki iç çatışma gerekse
Ali Erdoğan'ın Kabare Dev Aynası topluluğu, genç bir kadroyla da güç kazanmış. Gençlerin enerjisi, seyircinin varlığı topluluğu daha yüksek bir düzeye taşıyabilir bana göre. Sözünü ettiğim her iki oyun da toplumsal taşlamanın gülünesi uçarılıklarıyla örülü. Bu nedenle seyirci algısı çerçevesinde öteki oyunlarda göze çarpan "alımlama estetiği", bunlarda yerini "özdeşleyim duygudurumu"na
Halk tiyatrosuyla kabarenin toplumsal uçarılığına karşın psikolojik atmosfer oyunlarının bireysel yoğunluk yansıtan derin katmanlı oyunları, birbiriyle çelişen tiyatro kavrayışları değil bana göre. Nitekim Ödül, Kara Kaplı adlı çalışmalar, bu tür oyunlardan. Çünkü her ikisi de toplumsal yabancılaşma, yoksunluk, yalnızlık ortamında yaşayan bireyin dramını getiriyor önümüze. Ödül, belki bunu daha birebir gösteren bir oyun, bu anlamda sevgisiz kalan bireyin tragedik yarılması biçiminde de yorumlanabilir. Çünkü durmadan değişen gelgitleriyle av-avcı odağında bir gerilimi tırmandırırken yapıt, av konumundaki kadının zaman zaman avcılığa soyunduğu, avcı adamınsa korumasız bir ava
Halk tiyatrosuyla kabarenin toplumsal uçarılığına karşın psikolojik atmosfer oyunlarının bireysel yoğunluk yansıtan derin katmanlı oyunları, birbiriyle çelişen tiyatro kavrayışları değil bana göre. 53
dönüştüğü gözlenebiliyor. Kara Kaplı ise bireyin psikolojik atmosferinden bakışla ele alınan, ama bu arada toplumsal çalkantılar, bunalımlar ortamının boğuculuğunda aşk sorunsalını, yaşanan kırılganlığa dayanarak incecik bir çizgide anlatmayı başarıyor. "Kara kaplı", erkeklere özgü bir kara defter aslında. Adam, birlikte olduğu yüz otuz dördüncü (yüz yetmiş dördüncü mü yoksa?) kadından sonra, nereden geldiği belirsiz genç bir kadının kapıdan girişiyle, belki ilk kez "ezber" dışına çıkarak aşk eylemiyle yüzleşiyor. Kuşkusuz bu, kadın için de geçerli.
Ancak şu kadarını olsun söylemeden bitilmeyeyim yazıyı. Tiyatromuzun teknik açıdan ilkel; estetik bağlamda, sahne plastiği anlamında yetersiz; sunumuyla, yönetimiyle, oyunculuğuyla güçsüz olduğunu düşünenler, söyleyenler ya da savlayanlar bana sorarsanız yanılıyor. Türk tiyatrosu, hele hele yazınsal sanatların, sinemanın, resmin, müziğin yanında, onların gerisinde durmadığını gösteren bir yapı yansıtıyor... Tiyatromuz, tiyatroculuğumuz,
54
Yerden yere vurulmasına, öteki sanat alanlarıyla, türleriyle
a
Ödül'de yumuşak, içe işleyen, ama aynı zamanda uzak duruşlu, ötesinde ağzı sıkılık duygusu yayan rol yapılandırıcı oyunculuklarıyla Tankut Yıldız, Zeynep Özyağcılar, insanın içini ışıklandırıyor. Kara Kaplı'da ise kadında oyunun çevirmeni Zeynep Utku, adamda yönetmen Musa Uzunlar çıkıyor karşımıza. Dengenin, tartımın, ayrıntı inceliğinin gösterildiği oyunculuklarla. Bunda yönetmenin katkısının büyük olduğunu da söylemeliyim. Son dönemde izlediğim iki kişilik oyunlar dikkat çekici bir yükseliş mi gösteriyor yoksa bana mı öyle geliyor? Ödül, Kara Kaplı, 444 kadar Nesrin Kazankaya'nın yazıp yönettiği, Engin Alkan ile Nesrin Kazankaya'nın oynadığı Tiyatro Pera yapımı Profesör ve Hulahop, Jeffrey Hatcher'den Şükran Yücel'in çevirip Arif Akkaya'nın yönettiği Sezai Altekin'le Ayça Bingöl'ün oynadığı Tiyatro Duru yapımı Bana Bir Picasso Gerek adlı oyunlar da eklenebilir listeye. Bu beş oyunu, farklı bir yazıda ele alabilmeyi çok isterim doğrusu.
onca yıldır sürdürdüğü direngen ruhuyla, "oyun"u toplumsal işlevinden soyutlamadan tiyatro sanatına katan, bu anlamda öteki sanat türlerimiz, alanlarımız için örnek oluşturan donkişotluğuyla, kana tere bulanmış, kendinden geçercesine özveriyle yoğrulmuş yoğun emeğiyle övgüyü hak ediyor!
pe cy
Ödül'de yumuşak, içe işleyen, ama aynı zamanda uzak duruşlu, ötesinde ağzı sıkılık duygusu yayan rol yapılandırıcı oyunculukla rıyla Tankut Yıldız, Zeynep Özyağcılar, insanın içini ışıklandırı yor. Kara Kaplı'da ise kadında oyunun çevirmeni Zeynep Utku, adamda yönetmen Musa Uzunlar çıkıyor karşımıza. Dengenin, tartımın, ayrıntı inceliğinin gösterildiği oyunculuk larla.
karşılaştırılmaksızın tiyatro sanatımızdaki yaratıcılığın hafifsenmesme, tiyatrocularımızın küçümsenmesine seyirci kalacak değilim. Yalnızca bu mevsim izlediğim yirmi dolayında oyun, tiyatromuzun iyi bir yolda olduğunu gösteriyor bence. Ya siz, siz ayırdında mısınız, biz "Türk gibi" tiyatroya bakarken tiyatromuzun da bize baktığının?
TV Dizileri Tiyatroyu Emiyor mu? Duygu Atay/duyguatay1@hotmail.com
Yerli TV dizileri, gösteri düzleminin tartışmasız egemeni. Yurdum insanının büyük çoğunluğunun hemen tek eğlencesi de TV dizileri. Bütün büyük kanallar prime time denilen zaman dilimini bu dizilere ayırıyor. Her ne kadar sanatçı ve entelektüel kesim, TV dizilerini sanattan saymasa da, görmezden gelerek de bu fenomeni yok sayamayız. Ortada biz tiyatrocuları ilgilendiren çok önemli bir durum var. Küçümseme ya da yok saymanın sonucu olan yanlış algılama, bizi bu dizilere neredeyse düşman etmiş durumda. Sanat skalasında TV diye bir dal olmadığını kabul ediyoruz, tamam. Nedir, sanat diye bir kavramın mevcudiyetinin bile farkında olmayan çoğunluk da var. Sanatı alaturka müzikten, sanatçıyı da bu tür müziği icra eden şarkıcılardan ibaret sanan geniş kitle, bu dizileri izliyor. Onları küçümsersek, kendi ipimizi çekmiş oluruz.
pe
cy a
Çünkü; tiyatro insanlarının pek çoğu, TV dizilerinin tiyatroyu öldürdüğü gibi bir yanılgıya düşmekte. Sanki bu diziler olmasa, çoğunluk bulundukları kentlerde tiyatro açlığı içinde, her akşam salonları dolduracak, tiyatro bulamayanlar da çok üzülecek.. .Olaya pozitif yönde bakalım bir kez de. Bu dizilerde yüzlerce oyuncunun rolü var. Nereden baksanız kadroların yarısından çoğunu da, işsiz konservatuvar mezunları ve işi de olan tiyatrocular oluşturuyor. Bu kadronun dizilere getirdiği kalite ise tartışma götürmez. Açık, belgesiyle ortada. Çetin Tekindor Usta, Kanal D'de gösterilen "Asi" adlı dizideki performansıyla, raiting listesinde üst sıraları zorluyor. "Binbir Gece", Halit Ergenç, Tardu Flordun, Metin Çekmez sayesinde rakipsiz. "Avrupa Yakası"nı Engin Günaydın taşıyor. Tolga Çevik, Gazanfer Özcan, Hümeyra, Levent Üzümcü üstün yetenekleriyle parlıyor. "Elvede Rumeli", Erdal Özyağcılar ve Şebnem Sönmez'le zirveye tırmanıyor. Nihat İleri, sarhoş müzisyen tiplemesiyle, "Binbir Gece"de, oynadığı bölümü parlattı. Bunlar sadece benim saptayabildiklerim. Kesinkes daha birçok dizi, tiyatrocular tarafından ayakta duruyordur. Şimdi, diyelim ki bu dizilerde tiyatrocular oynamıyor da, sadece tiyatrolarda çalışıyorlar. O zaman onları ancak tiyatroya gidebilen mutlu azınlık tanıyabilecektir. Oyuncular, ödenekli tiyatrolarda çalışanlar elbette, az da olsa düzenli maaşlarını alabilecekler. Ya özel tiyatrolarda anlaşmalı çalışanlar, ya hiç oynayacak tiyatro bulamayanlar, yeni mezunlar? Onlar nerelerde gösterecekler yeteneklerini, nerede doyuracaklar karınlarını? Denecek ki, "ama hepsi çok fazla kazanmaya başladı". Doğrudur, ne var ki TV kanalları sanat amacı gütmeyen ticari kuruluşlardır. Bu kuruluşlarda çok fazla para döner. Bu çarkın dönmesi için reklamlardan kazanılan deve yükü para da, bu çarkın dönmesine katkıda bulunanlara dağıtılır elbette. Yine bu yüzden çok medyatik, fakat tiyatroyla ilgisi olmayan insanlar da gereğinden çok para alıyorlar işte. Bu da işin şimdilik raconu. İleride Hümeyra'nın dizisinin Deniz Akkaya'dan daha fazla raiting getireceğini, Gazanfer Özcan'ın Özcan Deniz'den daha çok kazanmasının 'hak' olduğunu göreceğiz. Kalite, başarıdan ödün vermez. Başarı da, iş adamı için paraya tahvil edilir, fazla düşünülmeden.
Yazının buraya kadarını dudak bükerek okuyanlar için hemen ekleyeyim. Asıl anlatmak istediğim ve işin bizi ilgilendiren yönü başka: TV dizilerinde milyonların izlediği, çok sevdiği oyuncuları, bulabildikleri her oyunda görmeye gidenler için ne diyeceksiniz? Pek çok izleyicinin ekrandan tanıdığı oyuncuları sahnede 'canlı'olarak görmelerindeki heyecana çok tanık oldum. Sevdikleri oyuncu antre yaptığında yanlanndakine parmaklarını sahneye uzatarak göstermeleri var ki can dayanmaz. Tiyatro camiası dışındaki arkadaşlarla oyun izlemeye gittiğimde, dizilerden tanıdığı biri sahneye girince hemen kolumu dürtüp, "bu şu dizide oynuyor" diye bilgi veriyorlar. İBBŞT'nin bayağı kötü oyunu "Tozlu Çizmeler", Levent Üzümcü yüzünden doldu taştı. Üstelik Levent de o oyunda ne yapacağını şaşırmış, üstüne hiç giyemediği bir roldeyken. Yetkin Dikinciler yüzünden "Dünyanın Ortasında Bir Yer" tıklım tıklım doluyordu. Emre Kınay, yılların tiyatrocusu, kendisi anlatmıyor mu "İki Aile" dizisinden sonra, seyircisinin nasıl katlandığını, dahası tiyatro açacak parayı kazandığını? Engin Günaydın tiyatro açmak için dizi yapıyor. Haluk Bilginer'in tiyatrosu her akşam fiili. Bunca dizide oynamasa, öyle mi olacaktı acaba? Meltem Cumbul'la Mehmet Ali Alabora'lı "Hırçın Kız" olayı ise, akılları dumura uğratmıştı hatırlarsanız. Ama istemezükçüler, ona da kızmıştı, sanki tiyatro hep doluymuş, onlar olmasa o oyun on yıl oynarmışçasına. Yalnız dikkat isterim, bıçak sırtı bir durum bu. Tiyatrocular, dizilerde gösterdikleri üstün performans dolayısıyla tiyatroya seyirci sağlasınlar, sempati kazandırsınlar, kazandıklanyla yeni salonlar yapsınlar. Mankenleri ya da magazin yıldızlarını sahneye taşıyıp, sansasyonel başarı kazananlardan söz etmiyorum, o benim konumun dışında. Zaten bu yazdıklarım "herkesin bildiği şeyler"...
55
De Ki Yayınları'ndan Üç Tiyatro Kitabı Volkan Çağlayan / volkancaglayan@tiyatrodergisi.com.tr
De ki yayınlarından çıkan üç ayrı tiyatro kitabı, desteklenmiş. Sonuç olarak ortaya hayli ilginç bir üzerinde yoğunlaştıkları konularla, tiyatro izleyicileri çalışma çıkmış. Değerler ve ahlak içinde bireysel ve sanatçıları tarafından ilgi görmeyi hak ediyor. özgürlüğün sorgulanması, Amerikan ve Avrupa toplumlarının hem birbirlerinden hem de kendi Bunlardan ilki "Çağdaş Tiyatroda Kültürlerarası içlerindeki karakteristik farklılıklar gözetilerek katmanlı Eğilim" ismini taşıyor. Yazar Selen Korad Birkiye (sıkı ve seyrek dokulu toplumsal modellerin bir arada üç çağdaş tiyatrocunun (Peter Brook, Eugenio Barba ve belli bir ilişki içinde bulunuşu) yapısı, hepsinde ve Robert Wilson) yapıtları ve yönelimleri üzerinden, geçerli olan bir alt ve temel birim olarak "aile", ortak örnekleme ve incelemelerle çağdaş tiyatroda istek ve düşlerin paylaşıldığı bir "organizma" olarak kültürlerarası geçişkenliği sorguluyor. ortaya konuyor.
cy
a
Çalışma, çağdaş sanatları pürken bir şekilde tek tek Kuşkusuz bugüne kadar tek tek oyunlarda göze çarpan çıkarsamaların bu biçimde ortaklaştınlıp belirli bir ele alınmasının imkansızlığının farkında olarak ancak buna rağmen -yer yer- üç tiyatrocunun yapıtları konu etrafında çizilmesi, tiyatro (oynanan-kurgulanan) üzerine spezifize edilerek yazılmış. Bu da birbirini ve hayat (yaşanan-beklenmeyen) arasındaki ilişkinin gerçekliğini yeni bir biçimde göstermeyi başanyor. tamamlayan farklı bölümler oluşturmuş. Kitabın sonunda konunun Türkiye'deki yansımalarıyla ilgili lineer-analitik bir yaklaşım ve belgesel bir bölüm Üçüncü kitap Thomas Bernhard'ın "Ritter, Dene, Voss" de mevcut. isimli oyunun metni. Oyun, felsefede 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olan, kendi içinde hem Kültürlerarası eğilimi çağdaş tiyatro içinde Grotowski analitik olan hem de felsefenin düşünce biçimleriyle ile temellendiren, -onunla başlatmasa da- çalışma, akademik düşünüş biçimlerinin bağdaşmazlığını idealize edilmiş Avrupa şehirleri merkezli sanat savunan, en iyi felsefi anlatımlarını şiirlerle dışa kuramlarım dışarıda tutarak "çevreyi merkeze alan" vurabileceğini söyleyen, kısa ve yoğun düşüncelerin bir anlayışla birlikte gündeme gelen ve sanatın sosyal filozofu Ludwig Wittgenstein ile ilgili. işlevlerle belirlendiği/ayrı bir kategori olmadığı "önceki zamanlar"ı referans almaya kadar giden bir Yazar oyun metninin başında belirttiği gibi Voss'u yelpazeyi çözümleyici bir biçimde gözler önüne Ludwig Wittgenstein, Dene'yi onun ablası ve Ritter'i seriyor ve kendince bir süreç ortaya koyuyor. Kitap, de Wittgenstein'ın kız kardeşi olarak kurgularmş. Yazar yazarın kendi ifadesiyle "inanılmaz genişlikte bir ayrıca Ludwig Witgenstein'ın yeğeni olan Paul konuya toparlayıcı bir başvuru kaynağı olabilmek" Wittgenstein ile birlikte bir sanatoryumda aynı hastalığı amacıyla hazırlanmış. Çağdaş tiyatronun belli bir ve aynı odayı paylaşmış. Ancak konuyla ilgili hiçbir yöneliminden yola çıkarak, ilerleyen bölümlerde eserinde ayrıntılı biçimde Ludvvig Wittgenstein gittikçe farklı eğilimlere açılan, ilgilenenler için hakkında ne konuştuklarını açıklamamış. hem düşünsel, hem de belgesel bir kaynak. Bir çeşit 20. yüzyıl tarihine ilişkin bir okuma atölyesi... Oyun ilginç bir biçimde Wittgenstein ile ilgili bazılarınca şizofrenik olarak bile tanımlanabilecek olmaya açık bir kurgu. "Wittgenstein'ın akıl hastanesinden çıkarılışı ve sevdiği tatlıyı ona yapan kız kardeşlerinin arasındaki konumu, aslında bir "onun zihnini dışarıdan görmeye çalışma" çabası ve bugüne kadar Wittgenstein'la ilgili anlatılanlardan çok farklı Amerikan toplumunun muhafazakar ama bir o kadar bir karakter çizen oldukça tartışmalı bir kişilik anlatısı. Ancak yapıtın derdi, üslubuyla kendini de doğruluyor. da muhafazakarlık kaynaklı bireysel özgürlük sorunlarının aile içinde çözmeye çalışan, yapısı tiyatro Amaç Wittgenstine'ı anlatmak değil onu belli bir oyunlarından birebir metinlerle ve betimlemelerle "durum" içinde sunmak...
pe
İkinci kitap "Amerikan Tiyatrosunda Aile Ve Başarı Düşü"... Yazar Ahmet Beşe'nin kitabı yazarken kullandığı referanslar ise Arthur Miller ve Edward Albee...
56
Çocuk tiyatrosu 20 Mart "Dünya Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Günü" dür. Uluslararası ASSITEJ (Association Internationale du Theatre pour 1 'Enfance et la Jeunesse-) Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği tarafından 2001 yılında ilan edilen bu gün, o zamandan beri dünyanın dört bir yanında çocuk ve gençlerin tiyatro sanatından pay alma, sanatsal düzeyi yüksek tiyatro eserleriyle karşılaşma ve bu yolla kendilerini geliştirme haklarının tanınması ve savunulması günü olarak kutlanmaktadır.
Webster İngilizce sözlüğü küreselleşmeyi açıklarken "artan uluslararası kültürel değişim" tanımını da veriyor. Burada küreselleşme sözcüğünü kullanırken vurgulamak istediğim de bu nokta; tiyatro hareketini hâlihazırdaki durumundan başka bir noktaya taşıyabilmek için çocuk ve gençlik tiyatrosuna ilişkin deneyimlerin dünyanın farklı ulusları ve bölgeleri arasında daha aktif bir biçimde değiştokuş edilmesi gerekliliği. Değiştokuş, müdahil tarafların karşı tarafa sunabileceği aşağı yukarı eşdeğerli bir şeyleri olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Ne yazık ki, çocuk ve gençlik tiyatrolarının gelişimi ülkeler ve bölgeler arasında eşitsizlik göstermektedir. Tiyatro etkinlikleri büyük oranda bir ya da iki bölgede yoğunlaşmakta ve küresel değişime ilişkin ciddi bir programın başlatılmasını imkansızlaşmaktadır. Bu durum çocuk ve gençlik tiyatrolarının geleceği açısından pek iyi bir işaret sayılmaz. Bu dengesizliği iyileştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Ancak o zaman çocuk ve gençlik tiyatrolarınınküresel değiş tokuşuna ilişkin hakiki bir program başlatmamız mümkün olabilecektir. Bu sürece şu anda görece daha pasif olan ülkelerin önderlik edeceğini umuyorum. Oralarda bakir alanlar daha geniş. Onlar kendilerine özgü tiyatrolarının yaratarak dünya tiyatrosunun çeşitliliğine katkıda bulunabilirler. Hâlihazırda daha etkin olan ülkeler de bu türden zengin ve çeşitlilik gösteren bir tiyatrodan fayda sağlayacaklardır. Dolayısıyla bu çabalan daha tutarlı ve sistematik bir biçimde desteklemeleri zorunludur.
pe
cy
ASSITEJ yaklaşık 80 ülkede binlerce tiyatro ve kişiyi birbirine bağlayan uluslararası bir ağın mimarıdır. ASSITEJ, Japonya'dan Zimbabwe'ye, Avustralya'dan Fransa'ya, Rusya'dan Hindistan'a, Amerika'dan Ortadoğu'ya, tüm çocukların, sanatsal yollarla geliştirilme haklarını tanır. Tiyatronun en yüksek standartları adına çalışmaları için çocuk ve gençlik tiyatroları çalışanlarını teşvik eden ASSITEJ, eşitlik, barış, eğitim, kültürel ve ırklar arası uyumu geliştiren, kültürel olarak birleştirici bir çatıdır.
Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Küreselleşirken
a
20 Mart Dünya Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Günü
Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@yahoo.com
Uluslararası ASSITEJ, teorik ve pratik olarak çocuk ve gençlik tiyatrolarının gelişmesi için çalışan siyasal bir taraftır. ASSITEJ, çocuk ve gençlerin gücünü ve toplumun gelişimine katkıda bulunma kapasitelerini onaylayan bütün ulusal ve uluslararası organizasyonları ve yetkilileri, dünya çapında kutlanan bu günü kabul etmeye ve desteklemeye çağırır. Çocuk ve gençlik tiyatrosu, çocuk ve gençlerin umutlarını, hayallerini, korkularını sahnede göstererek onlara saygısını ifade eder; deneyim, zekâ, duygu ve hayal gücünü geliştirir ve derinleştirir; özsaygı, hoşgörü, güven ve fikirleri cesaretlendirir. Bunların ötesinde, genç kuşakların toplum içinde kendi yerlerini ve seslerini bulmalarına yardımcı olur. ASSITEJ Türkiye Merkezi olarak, bu konuyla ilgili herkesi; çocuk ve gençlerin sanat ve kültürel faaliyetlerden zevk alma ve zaman geçirme hakkını; kültürel ortaklık hakkını; çocuk ve gençlik tiyatroları alanında çalışan kişileri; geleceğimizi desteklemeye çağırıyoruz.
Küresel tiyatro hedefine ulaştığımızda bu gelişmeden en kârlı çıkacak olanlar dünya çocukları ve gençleri olacaktır. Dünya kültürleri ile tanışıklıkta sayesinde yirmi birinci yüzyıl dünyasının karmaşası için daha hazırlıklı olacaklardır. Küreselleşmenin çocuk ve gençlik tiyatrosu açısından asıl anlamı da budur. Dünyanın her köşesinden toplulukların dünya turnesine çıktığını, zengin ve farklı yaratımları ile gittikleri her yerde çocukları ve gençleri eğlendirdiklerini ve şaşırttıklarını hayal etmeye çalışın. Bu belki de gerçekleşmesi zor bir rüyadır ama sadece bir rüya olarak kalmayacaktır. ASSITEJ bugün 43 yaşında. ASSITEJ'i yaptıkları için ve yaptıklarından daha uzun bir liste oluşturan yapacakları için bütün kalbimle kutluyorum.
Kim Woo Ok, Yönetmen
Kim Woo OK, bir dönem ASSITEJ Kore'nin başkanlığını üstlenmiştir ve "Genç İzleyiciler için Seul Sahne Sanatları Festivali"nin sanat direktörüdür. Korean National University of Arts'da Tiyatro Fakültesi dekanıdır. 1991-2005 yılları arasındaki on dört yıl boyunca Uluslararası ASSITEJ'in Dünya Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapmış ve Uluslararası ASSITEJ Onur Ödülü'ne layık görülmüştür.
57
Çocuk Gençlik Tiyatrosu ve Yaratıcı Drama tiyatrosu
Ali Kırkar / Eğitimci/Yönetmen
bir dizi atölye çalışması gerçekleştirerek, kendi çalışma yöntemini tanıtacaktı, merak ettik, katıldık. O bir dizi atölyeden sonra 'sahnede kalmak' adına var olan enerjim ve çabam yön değiştirmeye başladı. O güne değin benim için role çalışmak, reji yapmak, reji almak, sahneye çıkmak vb. eylemlerden ibaret olan gösteriye hazırlık süreci, bambaşka bir olanaklar bütünü olarak görünmeye başladı. Çünkü, tiyatro pedagojisi üzerinden 'yaratıcı drama' ile tanışmıştım... 2002 yılında Çağdaş Drama Derneği çatısı altında yaratıcı drama ile yeniden buluştuğumda fark ettim ki, alan yeni olmasına rağmen dünya ölçeğinde kabul görmüş uzmanlarımız var. Bir yanda tiyatro sanatı özünden, kendisini var eden sebeplerden bugünkü gereksinmelerle yeniden doğmakta, bir yanda tiyatrocularımız 'ne olacak bu tiyatronun hali'ni konuşmakta... 1995 yılından beri gençlik tiyatrosunun 'gençlerle tiyatro' düzleminde çalışmalar yapıyorum. Bu süreçte yaratıcı drama bir olanaklar bütünü olarak hep yanımızdaydı. Çok katmanlı anlamıyla "oyun"un gizil güçlerini hep yanımızda hazır tuttu yaratıcı drama. Önce kendini ve kendinde olanı görme, sonra çevreyi ve çevrede olanı fark etmeyi getirdi. Bir arada olunan süreçlerde ele alınan malzeme doğrudan yaşantılar olduğundan sorular keskin ama üretkendi. Ne yapıyorum? Neden yapıyorum? Ne yapmıyorum? Neden yapmıyorum? Ne yapabilirim?..
58
Yaratıcı drama; 'yaratıcılık' ve 'drama' gibi önemli ve iddialı kavramı barındırıyor. Yaratıcılığın bulunmadığı bir dramatik sürecin varlığını kabul etmek zor diye düşünebiliriz. İlk bakışta anlaşılabilir bir itiraz bu. Ne var ki; bu iki sözcükle oluşan anlam sıradan bir sıfat tamlamasını değil, bir yöntembilimi, bir disiplini anlatıyor bugün. Pedagojik boyutu, disiplinlerarası bir sanat eğitimi boyutu ve yöntem boyutu olan başlı başına bir alan yaratıcı drama. "Yaratıcı drama, kendi bileşenlerine, öğelerine sahip farklı bir sanat alanıdır(...) Yaratıcı drama, tiyatro ile iç içe geçmiş, tiyatronun hem kuramsal hem de uygulamalı çalışmalarının tümünden yararlanan bir eğitim, kültür ve sanat alanıdır. Özellikle tiyatronun rol oynama, doğaçlama gibi tekniklerinden doğrudan yararlanan yaratıcı drama, kurgusal yapılandırmasını bu iki temel teknik üzerine kurar" (Adıgüzel, 2006). Ancak, tiyatro, belli vasıfları olan, tanımlanmış bir eğitim sürecini yaşamış, sanatçı tanımlaması içindeki insanların yapacağı bir sanat durumundayken, yaratıcı drama herkesin ulaşabileceği bir yerde durmakta, herkese eşit olanaklar sunmaktadır.
pe
Bütün enerjisini 'sahnede kalmaya' harcayan ve 'alaylı' ağabeyler den duyduğu 'oyuncu için gerçek ölçü, hak edilmiş alkıştır' gibi söylemleri kendince gerçekleş tirmeye uğraşan bir genç oyuncu iken tanıştım yaratıcı drama ile...
cy
a
Her şeyin yetişkinlerin koyduğu kurallar içinde yaşandığı, iyinin, güzelin, doğrunun hep yetişkinlerce tanımlandığı sıkıntılı 14-20 yaş arası yıllarını unutan var mı? Ben unutmadım ve unuttuğum zaman çevremde halen bu yaşlarını sürmekte olan gençler için -henüz dönüşmemişsem eğer- bir sıkıntı kaynağına dönüşeceğimi düşünüyorum. Sanatın da yetişkinlerce tanımlandığı, yetişkin zevklerine göre şekillendiği bu dünyada genç insanın, yaşamı bir sorun olarak değil de bir sanat malzemesi olarak görebilmesi olanaklı mıdır? İşte, bu sorunun yanıtını ararken buluştuğum disiplinlerarası bir yöntemi anlatacağım bu yazıda.
Birinci katmanda kendini ifade etmenin mutluluğu, ikinci katmanda kendini ifade ederken bir değer yaratmış olmanın hazzı, üçüncü katmanda kurgusal gerçeklikten yaşamsal gerçeğe donanım aktarmanın özgüveni ile sürekli bir değişme ve gelişmenin öznesiydik. Öncelikle; kendi yaşadıklarımızdan çıkardıklarımızla kendi oyunlarımızı oluşturduk. Yapılandırılmış doğaçlamalarla "eğitim oyunlar"mızı oluşturup sahneledik. Bu oyunlar "aile - okul- eğitim sistemi - cinsiyet sorunları karşı cinsle ilişkiler" gibi genç insanın hayati meselelerini irdeliyordu. Temelde bu oyunların oluşma süreci katmanlı bir eğitim süreciydi çünkü. Aynı zamanda çalışmalarımıza yeni katilmiş olanların eğitim-uygulama oyunu işlevi görüyordu, eğitim oyunları.
Yetişkinlerin karşılaştığı, her kavram genç insan için de yaşamsaldır. Örneğin; adalet, ihanet, sadakat gibi, sesletimleri bile yetişkin kokan kavramlar genç insan için çok daha yaşamsaldır. On dört yaşındaki bir delikanlı, Hamlet'in aradığı adaleti, Shakespeare'in işaret ettiği gibi yaşamamaktadır elbette ama onun da adalet duygusu vardır. Üstelik genç insanın duygusu yaşamla yeterince sınanmadığı için midir bilinmez; çok keskindir. Yaratıcı dramanın Bütün enerjisini 'sahnede kalmaya' harcayan ve yöntem olarak kullanıldığı tiyatro çalışmalarında, 'alaylı' ağabeylerden duyduğu 'oyuncu için gerçek genç insanın kendi yaşamından tanıyıp bildiği adalet ölçü, hak edilmiş alkıştır' gibi söylemleri kendince duygusu üzerinden Hamlet'i kavramasına, onu gerçekleştirmeye uğraşan bir genç oyuncu iken anlamasına, irdelemesine olanak sağlanır. Ortaya tanıştım yaratıcı drama ile... 1991 yılında, bir sebeple çıkan Hamlet, yetişkin insanın aradığı, beklediği İstanbul'a gelmiş olan Max Reinhart Tiyatro Okulu,
Çocuk tiyatrosu Hamlet değildir. Olmayacaktır da... Ortaya çıkan Hamlet, kitabı, yaşamdan uzak bir feylesof geveze değil, en az onu yorumlayan genç insan kadar gerçektir artık. Yaratıcı dramanın olanakları ile genç sanatçı, kendi düzleminin gerçekleri içinde Hamlet'i yeniden yaratmıştır çünkü. Yaratıcı dramanın olanaklarıyla 1995 ile 2006 arasında BAALOY atölyesinde doğaçlamalarımızdan yazdığımız altı "eğitim oyunu"muz oldu. Kaymaklı Dondurma Rengindeki O Güzelim Elbise (Ray Bradbury), Savaş Baba (Y. Kambanellis), Diktatörler Okulu (E. Kastner), Bir Tavsiye Mektubu (E. Kishon), Mutfak (Arnold Wesker) gibi dram sanatının önemli metinlerini yine yaratıcı dramanın olanaklarıyla "genç kavrayışı ve genç diliyle" yeniden yazdık, oynadık. Bu süreci daha bilimsel bir yaklaşımla ve titizlikle gözden geçirmek gerektiğini bugün daha iyi anlıyorum.
cy a
Yaratıcı drama, insanın insanla etkileşimde bulunduğu her ortamda işler bir yöntem, yeniden var etme ve üretme sürecidir. Yaratıcılığa gereksinim duyulan sanatsal süreçlerin doğrudan yaratıcı drama ile yapılandırılması, karşılaşılan birçok sorunu ortadan kaldırmaktadır. Gençlik tiyatrosu çalışmalarında, özellikle gençlerle tiyatro düzleminde yöntem olarak mutlaka yaratıcı drama kullanılmalıdır. Alıntı.Adıgüzel, H. Ömer (2006). Yaratıcı Drama Dergisi: ÇDD Yayını - Ankara
Uluslararası İstanbul Kukla Festivali Sanat Yönetmeni Cengiz Özek'e Ödül
pe
Uluslararası İstanbul Kukla Festivali sanat yönetmeni ve kukla sanatçısı Cengiz Özek merkezi Fransa'da bulunan Uluslararası Kukla Enstitüsü tarafından Türk kuklasına yaptığı katkılardan dolayı ödüle layık görüldü.
Beş kıtada, yirmi beş ülkede, yetmiş beş şehirde ülkemizi sahnelediği karagöz gösterileriyle başarıyla temsil eden Özek Türkiye'de Karagöz'ün yaşayabilmesi, genç kuşaklara tanıtılabilmesi ve Türk tiyatrosunda kuklanın gerektiği ilgiyi bulabilmesi için, Uluslararası İstanbul Kukla Festivali'ni düzenledi. Mayıs ayında on birincisi düzenlenecek olan Uluslararası İstanbul Kukla Festivali'ne bugüne kadar yüzün üstünde yabancı grup katıldı, gösteriler yaptı, konferanslar verdi, atölyeler düzenledi. Türk Kuklası Karagöz'ün gelecek kuşaklara aktarılması amacıyla çalışmalarına kesintisiz devam eden Özek, İstanbul'da Karagöz figürlerinin sergilenebileceği içinde bir müze bir de dokümentasyon merkezi bulunacak olan Kukla İstanbul'u oluşturma süreci içerisindedir. Yine aynı merkezde karagöz oyunlarının ve küçük kukla prodüksiyonlarının sahnelenebileceği Türkiye'nin tek özel kukla sahnesini Türk tiyatro seyircisinin hizmetine açmıştır.
59
Çocuk tiyatrosu
"AST" İki Yeni Oyunla Çocukların Karşısında Hanife Benzer / hanifebenzer@yahoo.com Ankara Sanat Tiyatrosu, 2007- 2008 tiyatro sezonunda çocuk izleyicilerle buluşmasına " Ast-Eriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında" ve "Mucizeler Kumpanyası" adlı oyunlarıyla devam ediyor. Mucizeler Kumpanyasının eleştirisini önümüzdeki sayıya bırakarak "Sevdiğini eleştirmeyen âşık tutsaktır" misali eleştirilerimize devam ediyoruz. Ast-Eriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında -Oyunun Yaratıcılık Aşısına İhtiyacı Var!Yetişkinler açgözlülüğün ve kurnazlığın kol gezdiği bir dünya yaratır da, sanat buna seyirci kalır mı? Hele bu dünyada çocuklar da varsa... İnsanlığın yıkıntıları üzerinde çiçekler açtıran sanat, çocukların üzerinde dolaşan karabulutları yok etmek için de iş başında. Tiyatro sahnesinde çocuk oyununa dönüşen sanat, Ankara Sanat Tiyatrosu'nda çocuklara sesleniyor. Çocukların kulağı sanatta... "Ast-Eriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında" adlı oyun sanatın ete kemiğe bürünmüş haliyle sahnede.
Sorular çerçevesinde oyunu irdelemek daha da kolaylaşır. Çocuk tiyatrosunun birçok unsurunu içinde barındıran Ast-Eriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında adlı oyun, ayrıntılara odaklandığımızda yeni soruları beraberinde getirir: Madem hayvan karakterleri çocuklar için çok önemli, neden bir kez de ormanın kralı aslan değil de, başka bir hayvan olmuyor? Neden hep kurnaz olan tilki, açgözlü olan kurt? Neden hayvanlar hep ormanda, başka bir mekânda bir araya gelemezler mi? Tiyatronun sınırsızlığı düşünüldüğünde sahnede her şey mümkündür. Yaratıcı bir yaklaşımla ele alındığında elbette açgözlülük ve kurnazlık farklı şekilde sahnede irdelenebilir. Karakterler ve sahneleme üzerine düşünceler böyle sürüp gider... Oyunda gözümüze batanlara gelince... Oyunda büyü yapıp da olumsuz şeyleri durdurmayı başaran Büyüfiks,"Büyüyle her şey düzelmez"diye ekleyerek acaba sahnede gerçekleşenlerin sadece oyunlarda olabileceği, gerçek hayatta mümkün olmayacağı uyarısını mı yaptı? -Aman çocuklar sakın denemeye kalkmayın (!)- Çocukların gördüklerine inanıp, söylenenlere pek kulak asmadığı gerçeğini düşünürsek, bu durumun etkili olup olmadığı çocukların davranışlarında kolaylıkla gözlenebilir. Çok bal yemenin karın ağrısı yapacağı söylenerek, çok bal yememeliyiz diye eklenmesine ne gerek vardı? Oburiks çok bal yediği için sahnede kıvranırken çocuklar anlatılmak istenileni anlamazlar mıydı? Neden çocukların durumları yorumlayabileceği gerçeği göz ardı edilir ve çocuklarlara sahnede olanları yorumlama imkânı verilmez? Böylf bir tutumla iletiler didaktik bir hal alırken küçük yaş gruplarının anlamayacağı düşünülüyorsa eğer, nerede bu oyunun hangi yaş grubuna hitap ettiği bilgisi? Oyun arası verileceği zaman perdenin kapanması, çocuklara ara verildiği iletisini veremez diye mi "On dakika ara veriyoruz, sonra yine buluşacağız." deniliyor. Böyle bir çekince varsa "Neden oyuncular ara verileceğini oyunun bir uzantısı olarak vurgulamazlar?"
cy
a
Ast- Eriks ve Oburiks tatillerini geçirecekleri yer olarak ormanı seçerler. Ast- Eriks ve Oburiks ormanda uzun süre kalınca Büyüfiks meraklanır ve ormanda bir ağaç arkasına gizlenerek arkadaşlannm ormandaki yaşantılarını izler. Bazen Ast-Eriks'le görüşüp konuşur ama Oburiks'in yakınında bile olsa ona görünmez. Çünkü Oburiks ormandaki açgözlü ve kurnaz yaşama ayak uydurarak değerlerini unutur. Büyüfiks de kalbinde kötülük olanlara görünmez. Ormandaki hayvanların açgözlülük ve kurnazlıkla yarattığı karmaşayı izleyerek, çareler düşünür. Zaman zaman yaptığı büyüyle ormandaki karmaşayı durdurur ama sonlandıramaz; o da bilir ki, büyüyle kötülülükler son bulmaz.
taşınabilir? Neden hep aslan ormanların kralıdır? Yetişkinlerin dayatmaları neden hep kalıplaşır ve neden çocuk oyunları bu dayatmaların esaretinden kurtulamaz? Sorulara tercüman olan "neden" sözcüğü çoğalıp gider...
pe
Oyunu genel olarak çocuk tiyatrosu çerçevesinde ele aldığımızda, olabilecek her şey sahnede mevcuttu. Oyunun güzel bir konusu vardı: Sahnede açgözlülüğün ve kurnazlığın olumsuz sonuçlan irdeleniyordu. Oyunun bir anlatıcısı vardı, zaman zaman sahnedeki devinimler arasında köprü kurmaya çalışan... Oyun için konuyla uyumlu şarkı sözleri yazılıp, müzik de yapılmıştı. Çocuklann ilgisini çekebilecek hayvan karakterleri sahnedeydi. Renkli, cıvıl cıvıl bir sahne dekoru da hazırlanmıştı. Oyuncular da çocuklan ciddiye alan, etkili bir oyunculuk sergilediler. Daha ne olsun, gerisi öküz altında buzağı aramak olurdu herhalde (!) Ama oyunda eksik olan bir şey vardı: "YARATICILIK". Evet oyun "yaratıcılık" tan yoksundu. Oyunun yaratıcılıktan yoksun olması şu sorularla açıklanabilir: "Neden açgözlülük ve kurnazlık denilince kurt ve tilki önemli kahramanlar olarak oyunda yer alır? Açgözlü ve kurnaz olan sadece kurt ve tilki midir? Bu konular sadece ormanda, hayvan karakterleriyle mi sahneye
Değerlendirmemizi genelden özele indirgemekle, umarız oyunda ayrıntılara kolaylıkla gizlenebilen şeytanı AST'ın yeni çocuk oyunlarından tamamen uzaklaştırabiliriz! Çünkü bu şeytan çocuk oyunlarındaki yaratıcılığı yok ediyor. Çocuk oyunlarındaki en önemli şey de "YARATICILIK" değil mi? Bu nedenle Ast-Eriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında adlı oyunun yaratıcılık aşısına ihtiyacı var, diyerek değerlendirmemizi noktalarken; inanıyoruz ki, AST'ın yaratıcılık aşısını kendi üretebileceğini düşünen pek çok kişi vardır! Oyunun : Adı: Ast-Eriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında Yazan: Çağlar Deniz Yöneten: Atila Oğultekin Reji Asistanları: Ela Mazmanoğlu - Büşra Özdemir Dekor ve Kostüm: Nur Alpagut Oğultekin Işık ve Efekt: Osman Kaya Dekor Teknisyeni: î. Hakkı Gültekin Aksesuar: Mustafa Köse Oyuncular: Gökçen Cavga, Zamire Kasapoğlu, Erdem Ulusal, Şenol Önder, R.Onur Duru, Esin Önder, Ebru Erten, Çağlar Deniz
60
a
pe cy
pe cy a
pe cy a
a
pe cy
pe cy a
a
cy
pe