2008_191_9230

Page 1


cy a

pe


tiyatro

ISSN 1300-7963 TEMMUZ 2008

S A Y I : 1 9 1 A l t ı Y e n i TL

A Y L I K

T İ Y A T R O

D E R G İ S İ

w w w . tiyatrodergisi.com.tr

Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ali Taygun, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Yazı İşleri Müdürü: Ayşe Nalân Özübek Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Stil Matbaacılık Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Cumhuriyet Cad. No: 359/5 Harbiye - İstanbul Telefon: (0212) 296 10 35 Fax: (0212) 296 51 70 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Abonelik İçin: (0212) 29610 37 • e-posta: abone@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 70 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245

Yayın Türü: Yerel Süreli

Kapak Fotoğrafı: Gülay Ayyıldız Yiğitcan Kapak Tasarımı: Genco Demirer

a

EDİTÖRDEN: / S. 3

cy

HABERLER: / S. 4

İZLENİM: 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali İzlenimleri / Üstün Akmen / S. 6

pe

ELEŞTİRİ: Cesaret Ana ve Çocukları / Beki Haleva / S. 15

SOHBET: Trabzon'da "Misafir" Üzerine Sohbet / Mustafa Demirkanlı / S. 18

FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Nehrin Solgun Yüzü / S. 25

AVRUPA TİYATROSU: Tilda Tezman / S. 30

İZLENİM: 4. Ordu Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali I M. Nurkut İlhan / S.32

SADIK SEYİRCİ: Anadolu'nun Çılgın Tiyatrocuları... Seyircileri / Sadık Aslankara / S. 40

KİTAP: Yılmaz Güney Bir İkondur / Doğan Korkmaz / S.44

ÇOCUK TİYATRO: Editör: Nihal Kuyumcu AST'ın "Mucizeler Kumpanyası" / Hanife Benzer / S. 46 Akbank Çocuk Tiyatrosu Hürriyet İnsan Hakları Treni'nde / Nilgün Uğur / S. 48

1


a

cy

pe


Uzun zamandır bir arkadaşıma kahve içmeye gidecektim, en sonunda zaman yarattım, telefona sarıldım, "müsaitsen geliyorum", dedim. Çok sevindi, "yazabiliyor musun, adresi vereyim", dedi. Yazmaya başlamak için, dinlemeye başladım. "Ergenekon Caddesi..." Ne yalan söyleyeyim önce ürperdim. Hiçbir dönemimde darbe ile darbecilikle ilişkim olmadı, yakınından bile geçmedim. Okurlar bilir, ordudan "solcu" olduğum için atıldım ama alnım ak, boynum dik, hiçbir zaman darbeci olmadım. Peki, neden tedirgin oldum Ergenekon Caddesi'ni duyar duymaz? Sanırım bu sorunun yanıtı, bugün yaşadığımız gerçeklikleri karşılayacaktır. Herkesin kendine bir yanıtı vardır, bu yanıt yaşananlarla örtüştükçe ülke bir yere doğru gidiyor demektir. Ama nereye gidiyor? Gittiği yerde ışık var mı? Sanmıyorum. Şimdi gelelim tiyatroya. Yazın sıcakları ile birlikte genelde bir rehavet çökmüş olsa da biz çalışmaya devam ediyoruz, bizim gibi Devlet Tiyatroları da, Tiyatro Stüdyosu da çalışmaya devam ediyor. Devlet Tiyatroları Anadolu'nun dört bir yanında sahne açarken, Tiyatro Stüdyosu ise "Nehrin Solgun Yüzü"nün prömiyerini yaptı, Tiyatro Duru'nun salonunda sahneliyor.

a

www.tiyatrodergisi.com.tr'nin yenilenme çalışmaları bütün hızıyla devam ediyor, yepyeni ve çok işlevsel bir portal olacak. Abonelerimiz dergiyi ve arşiv sayılarını dergi formatında okuyabilecekler, hem de sayfa çevire çevire. Derginin ilk sayısı yayımlandığında ne portal ne de internet vardı, o günkü teknoloji ile basılmış dergiyi internette okumanın keyifli olacağını düşünüyorum. Sadece okumakla kalmayıp, arzu eden okurlarımız word dokümanı olarak da açıp, kopyalayabilecekler. Portal'da video arşivimizde oyunların kısa fragmanlarını izlemek mümkün olacağı gibi fotoğraf albümleri de ayrı bir keyif verecek. Hem dergi hem de portal için bölge temsilcilerimiz Türkiye'nin her noktasındaki tiyatro haberlerine ulaşmamızı sağlayacak. Bakalım bitince, bizi heyecanlandırdığı gibi sizi de heyecanlandıracak mı?

pe cy

Bu benim, bir süreliğine ama uzun bir süreliğine son editör yazım, 20 nci yılı bitirip 21 nci yıla adım atana kadar konuk editörlerimiz sizlere dergi adına duygu ve düşüncelerini aktaracak.

Hepinizin bildiği gibi 1998 yılında gerçekleştirdiğimiz Festival ve sonrasında Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil'in yolsuzluk iddialarını ortaya çıkarmamız ve Bakan İstemihan Talay'ın tavır alarak, Dergi'yi yok olma noktasına getirmesi sürecini bitiremedik, yaklaşık 8 yıldır evin bir odasında çıkarmak durumunda kaldığım Tiyatro... Tiyatro..., "imece"yi hatırlayan, omuzlaşmayı unutmayan Tiyatro... Tiyatro... dostlarıyla yoluna devam edecek. Bu kucaklaşma eminim ki sizlere çok daha doyurucu dergiler sunmamıza da olanak sağlayacak. İlk konuk editörümüz Şenay Gürler, Ağustos ayında sizlerle olacak, bu demektir ki 2011 Mart'ına kadar benden kurtuldunuz, bu kurtuluşun bile tek başına dergimize tiraj kazandıracağına eminim!.. 3 yıl sonra görüşmek üzere, hepinize tiyatro dolu günler dilerim. Sevgiyle kalın, sevdiklerinizle olun.

Sevgili arkadaşlarımız Füsun Demirel ve Nurettin Şen bize iki değer daha kattı. Kızımız ve oğlumuza hoş geldin der, dördünü de kucaklarız. Tiyatro... Tiyatro... Ailesi.

3


"Sanat'a Evet", "Yes To Art", TOBAV'a Tescillendi TOB AV, 13.07.2007 tarihinde T.C. Türk Patent Enstitüsü'ne başvurarak SANATA EVET - YES TO ART söyleminin tescilini istemişti. Bu istek, 04.06.2008 tarihinde Markanın Korunması Hakkında 556 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye göre 13.07.2007 tarihinden itibaren ON YIL süreyle tescil edilmiştir. TOBAV bu sürede: Eğitim ve öğretim hizmetleri; sempozyum, konferans, kongre ve seminer düzenleme, idare hizmetleri, spor, kültür ve eğlence hizmetleri; dergi, kitap, gazete v.b yayımlama hizmetleri; haber muhabirliği hizmetleri, foto- muhabirliği hizmetleri; fotoğrafçılık hizmetleri; tercüme hizmetlerinde "SANATA EVET"i kullanma yetkisini edinmiş oldu.

İstanbul ve Erzurum Devlet Tiyatroları Ödüllü Oyunlarla Almanya'daydı İstanbul Devlet Tiyatrosu "Yangın Duası" ve "Uyarca" , Erzurum Devlet Tiyatrosu "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyunla "Bonn Biennale"de temsiller verdi. Biennale Bonn Bosphorus 2008 Organizasyon Komitesi tarafından, 14 - 22 Haziran 2008 tarihleri arasında Almanya'nın Bonn şehrinde düzenlenen Bonn Biennale'de temsiller veren İstanbul ve Erzurum Devlet Tiyatroları'nın programını; Friedrich Dürrenmatt'tan Yücel Erten'in dilimize çevirdiği Şakir Gürzumar'ın yönettiği İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı "Uyarca", Berkun Oya'nın yazıp yönettiği "Yangın Duası" ve Bertolt Brecht'ten Yılmaz Onay'ın dilimize çevirdiği, Barış Erdenk'in yönettiği Erzurum Devlet Tiyatrosu yapımı "Kafkas Tebeşir Dairesi" oluşturmaktaydı.

a

Küçükçekmece ve Bağcılar'dan Yeni Tiyatrocular Geliyor

pe cy

Tiyatromuzda son dönemlerde yaşanan olumlu gelişmelere, Küçükçekmece ile Bağcılar ilçeleri de katıldı. İki yıl önce genç tiyatrocu arkadaşları Kayıhan Kızılırmak, Kadir Çiçek, Kemal Maden, Arzu Nohut, Eray Tekin, Nihat Pektaş, Nalan Akçan, Zişan Klaycıoğlu ve Pınar Kartal ile birlikte Küçükçekmece Sanat Tiyatrosu'nu kuran genç tiyatro yazarı Kutay Şahin, son nüfus sayımında İstanbul'un ve Türkiye'nin en büyük ilçesi olan Bağcılar'da Halk Eğitim Merkezi Müdürü Nermin Seyratlı'nın gayretleri ile açılan ilk tiyatro kursunda yeni oyuncular yetiştirdi. Kutay Şahin, 7 ay önce başlattığı ve "hafta içi" ile "hafta sonu" grubu olarak ikiye ayırdığı Bağcılar tiyatro kursunu sanatçı arkadaşları Özge Arslan ve Erşan Özhim ile birlikte 21 ve 22 Haziran tarihlerinde yaptığı iki günlük sınav sonucu bitirdi. Kurstan mezun olanlara sertifika verildi ve böylece Küçükçekmece'den sonra Bağcılar'dan da ilk kez yeni eğitimli oyuncular tiyatro kervanına katıldı. Kutay Hoca, başarılı kursiyerlerin Bağcılar Halk Eğitim'in Kasım 2008'de ilk kez sahneye koyacağı oyunda rol alacaklarını da bildirdi. Bu arada yıllardan beri sahnelenen yabancı oyunları repertuvarlarına almayarak, oyuncu arkadaşı Kayıhan Kızılırmak ile birlikte yazdığı oyunları sahneye koyarak, örnek ve farklı bir sanatsal olayı gerçekleştirmeyi başaran Kutay Şahin, Küçükçekmece Sanat Tiyatrosu'nun tiyatro sezonunun kapandığı yaz tatilinde de boş durmayarak, turneye çıkıp, Ege ve Akdeniz sahillerindeki açık hava sahnelerinde tiyatrosever yerli ve yabancı turistlere oyunlarını izlettirmeyi kararlaştırdıklarını açıkladı. Küçükçekmece Sanat Tiyatrosu'nun İstanbul'un bazı ilçeleri ile Anadolu'nun çeşitli kentlerinde sahneledikleri oyunların isimleri "Bir Avuç Yaşam", "Bu Toprağın Bedeli", "Kabera Show" ve çocuk oyunu olan "Ormanda Curcuna" ile "Gerçek Hazine". Haber: İbrahim Çakmak


Tiyatro Sanatçısı Ayça Telırmak Evinde Ölü Bulundu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları oyuncusu Ayça Telırmak, yalnız yaşadığı Nişantaşı'ndaki evinde, öldükten beş gün sonra kokuyu duyan komşularının ihbarı üzerine bulundu. Vanya Dayı, Ayrangeven ve son olarak Bernarda Alba'nın Evi adlı oyunda başrol oynayan, bazı televizyon dizilerinde seslendirme yapan 52 yaşındaki sanatçının cesedi polisin ihbar üzerine eve girmesi sonucu banyoda bulundu. Ceset incelenmek üzere Adli Tıp Kurumu morguna kaldırıldı. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümünü ve Mimar Sinan Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu bitiren Telırmak, İÜ Basın Yayın'da yüksek lisans yaptı. Ayça Telırmak, 1978-79 Sezonunda Kent Oyuncuları'nda Woddy Allen'ın "Tekrar Çal Sam" adlı oyunla sahneye çıktı. almak ve gazetecilik yapmak için tiyatroya 5 yıl ara verdi. 1984-85 sezonunda Kent Oyuncuları'nda tekrar sahneye çıktı. İBB Şehir Tiyatroları'na 1985-86 sezonunda çıkan Telırmak, Afrikalı Peygamber, Ayrangeven, Diğerlerinin Adı Ali, Aşk Hastası, Memleketimden İnsan Manzaraları, Silvanlı Kadınlar, Mary Stuart, Bernarda Alba'nın Evi adlı oyunlarda rol aldı. Şehir Tiyatroları'nda oyunculuğu yanı sıra birçok filmde seslendirme yapan Telırmak, Küçük Balıklar, Düş Gezginleri, Bir Sonbahar Hikayesi gibi önemli filmlerde rol aldı.

a

Oyuncu Bahri Beyat vefat etti

cy

Oyuncu Bahri Beyat, tedavi gördüğü hastanede 30 Haziran günü vefat etti. Akciğer kanseri olan ve yaklaşık 10 gündür Özel Silivri Kolan Hospital yoğun bakım ünitesinde tedavi gören 74 yaşındaki tiyatro ve sinema oyuncusu Bahri Beyat 30 Haziran 2008'de hayatını kaybetti.

pe

Beyat'ın cenazesi, 2 Temmuz Çarşamba günü Üsküdar Selimiye Camisi 'nde öğleyin kılınan namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı'ndaki aile kabristanında defnedildi.

Tiyatro ve sinema oyunculuğu yapan Bahri Beyat, Nejat Uygur ile birlikte oynadığı oyunlarla tanındı. Bu oyunlarda Nejat Uygur ile diyalog sahnelerindeki başarısı ile hafızalarda yer eden 1934 doğumlu Beyat, son yıllarda sinemaya da ağırlık vermiş, "Vizontele Tuuba" ve "Yazı Tura" filmleri ile "Aşka Sürgün" ve "Beyaz Gelincik" dizilerinde de rol almıştı.

Kanlı Nigar New York, Town Hall'de... Sadık Şendil'in yazdığı ve tiyatro oyuncusu Sönmez Atasoy'un yönettiği "Kanlı Nigar", New York'ta ilk kez Türk seyirciyle buluştu. New York'un 1500 kişilik ünlü Town Hall binasında sahnelenen "Kanlı Nigar"ın başrollerinde, Atasoy'un Altın Portakal ödüllü kızı Fadik Sevin Atasoy ve Uğur Uğural yer aldı. Oyunun sonunda gazetecilere açıklama yapan Sönmez Atasoy, "New York'ta yaşayan Türkleri ilgileri ve yakınlıkları için candan kutlarım" dedi. Atasoy şöyle konuştu: "Buraya biz, Türkiye'nin bir Süleymaniye Camisi gibi, bir Selimiye Camisi gibi, bir Yunus'u, Mevlana'sı gibi değerli bir hazinesini, orta oyununu getirdik. Orta oyununu Broadway'de dünyaya tanıtmak amacımız vardı. Biz bu zenginlikle geldik, eğer karşılığını gördüysek bu Türkiye'nin zenginliğinden dolayıdır. Bizim de işte bir parça katkımız oldu bu işe." Türk Amerikan Sanat Topluluğu'nun oyunlarının ABD'de kendisi olsa da olmasa da devam edeceğini vurgulayan Atasoy, "Burada bir temel atıldı, bu temel inşallah gelecek kuşaklarla çok daha iyi yerlere götürülür" dedi.


a cy

16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali

pe

İzlenimleri

Üstün Akmen/ ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

1989 yılından bu yana, her geçen yıl kimliğini oluşturma yönünde bilinçli adımlar atan Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin 16. sı gerçekleşti.

1989 yılından bu yana, her geçen yıl kimliğini oluşturma yönünde bilinçli adımlar atan ve bunu yaparken Türk tiyatrosu için ulusal ve uluslararası bağlamda yeni yönelimler oluşturmak gibi bir amacı da benimseyen Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin 2006 yılında 15. sinin yapılması ve bu festivalin 4. Uluslararası Tiyatro Olimpiyatlarıyla birleştirilmesi, sezonun rengini artıran unsur oldu ve tiyatroseverlerimiz bir kez daha kendilerini yenilenmiş hissetti. 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yeni sezonda nasıl olsa izleyeceğim gerek­ çesiyle yerli oyun izlemedim. Yerli oyun izlemedim, ama altı yabancı oyunu seyrettim. Seyirciyle buluşan oyunlardan biri,

Türkiye'deki temsillerin ardından Fransa'da Avignon Festivali'ne giden "Kaygıların Yürürlükten Kaldırılması (De L'Abolition Des Tracas)" idi. İstanbul'da doğan ve tiyatro çalışmalarını Türkiye ve Fransa'da sürdüren Lulu Menase'nin lise döneminde tiyatroya ilgi duymaya başladığım, eğitimini Paris Sorbonne Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nde yaptığını, sanatçı Peter Brook ve Royal Shakespeare Company üzerine tezleri bulunduğunu oyuna gitmeden öğrenmiştim. Menase, 1971-1979 yılları arasında (ışıklar içinde yatsın) Mehmet Ulusoy ile de çalışmıştı. 1981 yılında Compagnie de l'Orient-Express'i (Doğu Ekspresi Topluluğu) kurmuş, sahneye koyduğu oyunlar Paris, Fransa,

Avrupa, Afrika, Karayip Adaları' nda sergilenmişti. Türkiye'de daha önce, Filiz Kutlar'ın ve Erkan Sever'in geçen sezon oynadıkları Pierre Louys'un (benim ne yazık ki izleyemediğim) "Bilitis'in Şarkıları" başlıklı eserini sahneye koyduğunu da anımsıyorum. Yönetmenin 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahneye koyduğu "Kaygıların Yürürlükten Kaldırılması", Fransa'nın özellikle polisiye romanlarıyla ünlü yazarı Fred Vargas'a aitti ve yazarın iki hiciv yazısından yola çıkılarak tiyatroya uyarlanmıştı. Yazarın seyirci ile kurduğu mizahi bir diyalogdan oluşan ve otobiyografik öğeler taşıyan bu eserde yazar, insan ilişkileri


özdeğin çoğalmasının esamisi yoktu. Düşlerini yazarken ritim kullanmıyor, rengi önemsemiyor, nesnel ustalığı boş veriyordu, Vargas. Bunlar olmayınca Vargas'in dış dünyası gelişmedi. Oyuncu Oriane Littardi'ye "'Kırmızı' ile 'Mavi'nin özgür iradesi ve ahlaksal bilinci yok olmuştur. Dolayısıyla ikisinin de sinirleri çok bozuk, düşman arayışındalar. Tıpkı dünyadaki altı milyar insan gibi savaşmaktalar" gibi ipe sapa gelmez laflar söyletti. Lulu Menase'nin ne yapmak istediği, ne yorum getirdiği de anlaşılamadı. Başarının ölçütü yalnızca yaratıcılığın niteliği, uyandırılan şiirsel imgelerin karmaşıklığı ve bunların birleştirilip, sürdürüldüğü beceri olmamalıydı. Daha da önemlisi, bu imgelerin taşıdığı görünün gerçekliği ve doğruluğu metinde bulunmalıydı. Bütün yaratıcılık özgürlüğüne ve

Başarının ölçütü yalnızca yaratıcılığın niteliği, uyandırılan şiirsel imgelerin karmaşıklığı ve bunların birleştirilip, sürdürüldüğü beceri olmamalıydı.

kendiliğindenliğine karşın, Lulu Menase'nin yapmak istediği tiyatro, bir varolma deneyimini iletmeyle ilgiliydi ve bu ileti sırasında insan durumunun gerçeği hiç de gözler önüne serilmedi. Bayan Menase'nin çelişkisi gerçekçi ve gerçekçi olmayan, nesnel ve öznel tiyatro arasında değil, yalnızca bir yanda şiirsel görü, şiirsel doğruluk ve düşsel gerçek, öte yanda çorak, mekanik, cansız, şiirsel olarak

Fred Vargas, dünya görüşünü herhangi bir temele dayandırmamıştı, konu dağıldı. Bu tür tiyatroda alıştığımız

pe

Aşkı nasıl berbat etmeli sorusunu az çok herkes kendi olanaklarıyla çizmeyi başarabilir, ama aşkı berbat etmekten nasıl kaçınılmalı, sevilen kişi tarafından nasıl sevilmeli ve aşkı nasıl korumalı konularında fikirler üretti. Elinde bir resim fırçasıyla doğmuş ikiz kardeşi ördek resimleri yaparken, Vargas kaşlarını çattı, kaygıların trajik bir biçimde birbirine karışmış iplerini çözmeye çalıştı. Avucunun içinde sıktığı kuru kumun nasıl parmaklarının arasından süzülüp aktığını merak etti. Çünkü kuma baskı yapıyor, avucunun içinde sıkıyordu. Kuru kum örneği, kişiye ne denli baskı yapılırsa, o kişinin o ölçüde "elden" kaçtığını öğrendi. İnsana uygulanabilecek baskı araçları olarak telefonları, mektupları, dilekleri, davetleri, istekleri, ricaları, eleştirileri, kınamaları,

lütuf dilekçelerini, gereklilikleri, hak ileri sürmeleri, uyarıları, yasaklamaları, şantajları, ültimatomları ve son olarak buyrukları sıraladı. Kendinden ve izleyiciden sonraki üçüncü öğe olarak "Vicdan"ı tanıttı. Samuel Beckett'in asla gelmeyen Godot'suna karşılık, "Vicdan" geldi. Karşımıza dikildi. Yazar, sahnedeki oyuncu aracılığıyla ondan kurtulmanın yollarını aradı ve "Vicdan"ı kandırabilmek için izleyiciden yardım istedi. Doksan beş dakika boyunca daldan dala, oradan buraya atlaya sıçraya anlattı da anlattı. Erkekleri anlattı, kadınları anlattı. "Erkek", "Kadın" gibi abartılı terimlerin bizi yanlış yöne çektiğine eğildi, "Erkek"in ve "Kadın"ın yerlerini renklerle belirtti. "Kırmızı" dedi, "Aile düzenini bozan, yok edendir. Mavi yuvayı kurar, korur. Kırmızı da mavi de çok güçlü olan korku motoruyla devinir. Mavi, yuvayı sağlamlaştırdıkça kırmızı o ölçüde yuvanın temellerini sarsar ve kırmızı, sitemlerle saldırdıkça mavi sitemlerle o ölçüde pekişir." Oyuncu kendini önce kırmızı, sonra mavi tüllere sarmaladı, onlarla oynadı, sonra gitti, tülleri sahnenin önündeki boşluğa bıraktı.

cy a

konusunda bütün sorunlarını çözdüğünü savlayarak, yarı bilimsel bir konferans, yan skeç biçiminde dünyadaki altı buçuk milyar insanın da sorunlarını çözmek için aşk, sıkıntı, politika, ekonomi, savaş, özgür irade gibi konuları açtı. Yeni bir dünya umuduyla aşk, metafizik, savaş, din, sanat, yaşamın anlamı, hiçlik gibi hepimizin içinde taşıdığı kaygıları kırıntılar haline getirmeye çabaladı. İzleyiciyle umutlarım, iyimserliğini, düşlerini paylaştı.

i

7


doğru olmayan yazılı metin arasındaydı. Anlaşıldığı kadarıyla, Lulu Menase de, absürt tiyatroda olduğu gibi dünyayı anlamsız ve birleştirici bir ilkeden yoksun görüyordu. Görüyordu görmesine de, bunu yalnızca insan düşüncesinin evrenin bütünlüğünü, tam, birleşik, tutarlı bir sisteme indirgeyebileceği düşüncesinden yola çıkan felsefecinin bakışıyla değil, bir polis romanları yazarının giderek "deli saçmasına" dönüşen metninden medet umarak yaklaşıyordu. Fred Vargas'ın ikiz kız kardeşi Jo Vargas'ın sahne tasarımı olarak el arabası, banket taşları, elek, kemikler, dört adet kalastan oluşturduğu bir arkeoloji kazısını çağrıştıran mekân çalışmasının Menase'nin tiyatrodaki arayışının nesine uyduğu da anlaşılamadı. Diğer taraftan, Jean-Luc Peron'un ışık tasarımı alkışlandı. Menase'nin iki yıl önce bir Paris sahnesinde izlediği ve kendisinde birlikte çalışma isteği yaratan oyuncu Oriane Littardi gerçekten de yüzündeki ışıkla, gözlerindeki parıltıyla, gençliğinin dinamiğiyle ilgi çekti, ama renksiz sesi izleyicinin içini kemirdi. Oyundan çıkarken, "Kaygıların

Yürürlükten Kaldınlması"nı sunduğu koşulların inandırıcılıktan uzaklığıyla, önyargılı bakış açısıyla başarısız olarak tanımladım. Yazarın yaratıcı yetisi, şiirsel imgelemi yeterli değildi. Yani uzun sözün kısası; bu oyun, oyun değildi.

İtalya'nın Toscana bölgesi tiyatrolarından Arca Azzurra Tiyatrosu, 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'ne bir Türk yazarın, Murathan Mungan'ın "Geyikler Lanetler"i ile geldi. "Suyun toprağa değdiği yerde başlar bu efsane. / Kimi der: Bin yıl önce, / Kimi der: Efsunlu zamanlarda, / Kimi der: Geçenleyin, / Kimi der: Düşümde. / Sözün kısası: / İşte size seyirlik bir hikâye. / Öyle bir hikâye ki, / geyikleri ve lanetleri anlatır; / kaldırın geyikleri, kaldırın lanetleri, / geriye hayatımız kalır. / Hayatımız dedikleri nedir ki zaten?" dizeleriyle başlayan "... Her oyun bir yazgıdır. / Herkes oyununda kendi yazgısını oynar; / ya da oyunu yazgısı olur diyelim..." dizeleriyle biten; Murathan Mungan'ın, kendisinden ancak tek bir şey seçilecekse, okunulmasını salık verdiği, "Biriktirdiğim her şeyi verdiğim

pe

cy a

Murathan Mungan'ın, kendisinden ancak tek bir şey seçilecekse, okunulma­ sını salık verdiği, "Biriktirdiğim her şeyi verdiğim bir yapıt" diye tanımladığı oyunu, iki saate yakın bir zaman dilimi içinde "anlatıldı".

8

bir yapıt" diye tanımladığı oyunu, iki saate yakın bir zaman dilimi içinde "anlatıldı". "Anlatıldı" diyorum, çünkü daha yapıtın ilk sözcüklerinden itibaren oyunda kurulması gereken gizemli dünya kurulamamıştı, Mezopotamya'nın büyülü zamanlarından gelen destan oyuna sindirilmemişti. Murathan Mungan'ın destanı elbette "malûmunuzdur", ama ben gene de anımsatayım. Göçer bir aşiret, göçmekten vazgeçip ormanlık bir bölgeye yerleşmiştir. (Bu arada hemen söyleyeyim ki, sürekli olarak konma, yurt edinme, ev, kasır yapma, aşiret töresine ters düşen bir olgudur. Aşiretin ataları, geçici olarak yurt tuttukları zaman dahi, kondukları yerin gizil güçlerini yatıştırmak için büyü yapmak zorundadırlar.) İlk olarak yirmisinde babasına başkaldırıp, kavmi ikiye bölen Hazar Bey'in (Andrea Costagli) öyküsü başlar. Hazar Bey'in arada sırada gaibe gidip geldiği söylenen karısı Kureyşa (Giuliana Colzi) izleyiciyle tanıştırılır. Gel zaman git zaman sonra Hazar Bey'in geyiklerin yaşadığı ormana yerleşmesi, atalarının ruhunu rahatsız eder. Nedense geyikler de huzursuz olur ve geyiklerin laneti Hazar Bey ve karısı Kureyşa'yı rahat bırakmaz. Hazar


a

içindeydi. Oyunu sanırım daha küçük bir sahne için hazırlamıştı ve dekor da doğal olarak küçük sahneye uygun olarak tasarlanmıştı. Perde ile hizalanmış, sahne üstüne ortalanmış, iki yanı ve üstü perdelerle kapatılmış çadırı andıran dekor, üstüne üstlük bir de iyiden iyiye sahnenin derinliğine kurulmuştu. Konuşurken efsaneleri, cadıları, mucizeleri ve lanetleri oyuncuların sözcükleri, birkaç obje ve gölge tiyatrosunun aracılığıyla dillendirdiğini söyledi. Ben de ne yapayım, aldım kabul ettim. Eee, ne de olsa konuk... Birlikte olduğumuz Aliye Uzunatağan sordu, Sottili yanıtladı, Filiz Kutlar da tanıklık etti: Yoğun bir çalışma temposuyla, oyun yirmi günde ele gelmiş.

pe cy

Bey'in çocuk sahibi olması doğanın gizil güçlerince engellenecektir. Oysa Kureyşa, lanetleri savuşturmak ve de bir oğul sahibi olmak için kurban edilmiş bir geyiğin kanını içer ve oğulları Mustafa doğar. Tam her şey yoluna girdi derken, masal bu ya, Mustafa (Masimo Salvianti) bir geyiğe sevdalanmaz mı? Neyse... Geyik büyü ile kadına dönüştürülür. Gel gör ki, geyik-kadın Judana (Lucia Socci) da lanetlenmiştir ve çocuğu olmamaktadır. Judana, gizil güçlere başvurur ve iki gözü karşılığında iki çocuğa birden (ikiz) kavuşur, adları Kasım (Dimini Frosali) ile Nasır (Andrea Costagli) olur. Çocukları olduktan sonra karısının yüzüne bakmayan Mustafa Bey ise (sen misin karını savsaklayan) bu kere Judana'nin lanetine uğrar. Kasım, zamanı geldiğinde Suveyda (Giuliana Colzi) ile evlenir, bir çocuğu olur, çocuğa Bakır (Dimitri Frosali) adı verilir. Derken, kavmi için savaşmak üzere çöllere gider, yedi yıl geçer geri dönmez. Öldüğü varsayımıyla Süveyda, törelere göre bu kez Kasım'ın kardeşi Nasır ile evlendirilir. Bir çocuğu da Nâsır'dan olur. Çocuğa Sidar (Andrea Costagli) adı verilir. Oysa Kasım ölmemiştir ki! Döner gelir, Nasır ile dövüşür, yenilir ve ölür. Tiyatro eğitimi de almış olan öykü, oyun, şarkı sözü, senaryo yazarı, şair, denemeci, yazar Murathan Mungan'ın bu çok zengin ve derin öykülerle, duygularla ve sihirle bezenmiş; görkemli, uçsuz bucaksız masalsı metnini Riccardo Sottili sahneye taşımış. Oyundan sonra, Lush Hotel'in barında söyleşirken anladığıma göre, Trento'daki Al Limite Al Confine Festivali Türk tiyatrosu üzerine bir proje çalışması yapmış ve 2006'nın Aralık ayında bu kapsamda Mungan'ın oyununun bazı kısımlarının okunması için kendilerine teklif yapılmış. Sottili, destanın büyüsüne kapılmış ve okuma metnini sahnelemiş. Sottili, kadehlerimizi tokuştururken basit bir sahneleme yerine, geniş alanların kullanıldığı, mucizelerin, büyünün ve karakterlerin anlatıldığı bir sahnelemeyi yeğlediğini söyledi. Oysa sahnenin ortasına kurulmuş dekor, söylediğiyle pek bir çelişki

Murathan Mungan'ın şairliğine söz edersem çarpılırım. "... kaldırın geyikleri, kaldırın lanetleri / Geriye hayatımız kalır. / hayatımız dedikleri nedir ki zaten? / tarih nedir? Zaman nedir / Bir tek zaman vardır Asya'da: Geniş zaman. / Geçmiş de, gelecek de, şimdi de / Geniş zamandır", dizelerindeki dil ustalığını ("Bir tek" hariç. "Bir" zaten "tek", "tek" de "bir"

anlamına gelir ayol) görmemek elbette olanaksız. Öykülerinde de çok "soluklu" bir yazardır Mungan. Uzun tümceleri sever ki bu öykücülükte bana sorarsanız hiç de kolay olmayan, hatta öyküyü (yerinde kullanıldığında) yerinden zıplatan bir yetidir. "Örnek ver" derseniz açarım "Üç Aynalı Kırık Oda"yı, okurum size rastgele bir bölüm: "Bir keresinde şehrin, zamanın isiyle kararmış örme taş duvarlı dar sokaklarında gezerken, birdenbire arkası geniş bir külhan avlusuyla çevrelenmiş olan Melik Ahmet Hamamı 'na çıkıyor yolları." Oyunda da elbette bu örnek benzeri uzun tiratlar var. Var olunca ve mizansen gölge tiyatrosuna yaslanınca oyun durağanlaşmış, hatta hantallaşmış. Merdivenden inme-çıkma efektleriyle inme-çıkma eylemleri birbirini tutmayınca abuk sabuk bir durum ortaya çıkmış. Beş anlatıcının dönüşümlü olarak masalı anlatması sıkıcılık yaratmış. Sottili'nin metni kırpa kırpa oyunu 110 dakikaya çekmesi bile sıkıcılığı giderememiş. Gösteriden sonra Arca Azzurra Tiyatrosu ekibi, birlikte olduğumuz Lush Hotel'in barından erken ayrıldı. Sabah

Oyunu sanırım daha küçük bir sahne için hazırlamıştı ve dekor da doğal olarak küçük sahneye uygun olarak tasarlanmıştı.


erken saatte yola çıkacaklardı. Biz biraz daha kaldık. Festivalin mimarı Prof. Dr. Dikmen Gürün, yakın geleceğin söyleşi ustası olacağı kıvılcımlarını her ay "Tiyatro... Tiyatro..." Dergisi'nde kendisine ayrılan sayfalardan saçan Özlem Özdemir, Alev Uçarer, Şayian Akmen, ünlü oyuncular Aliye Uzunatağan, Filiz Kutlar, falan... Oyunun iletisini düşündüm. Neydi acaba? Sanırım oyun, doğa yasası (buna siz rahatça toplum kuralları da diyebilirsiniz) kişiler tarafından çiğnenirse, karşı tepki oluşması kaçınılmazdır demek istiyordu. Karşıt güçler bunu kimsenin yanına bırakmaz deniliyordu. Doğanın (o da toplumun) düzeni, ancak kurbanlar verilerek dinginleştirilebilinirdi. Başka? Bir de öğüt vardı oyunda: Doğanın (toplumun, törenin) düzenini bozma, sosyal yapıyı falan değiştirmeye kalkışma. Haaa, bir de evleneceğin kadını iyi seç. Bu satırlarımı okurken: "Bu da ileti mi" diyecekler olacaktır kuşkusuz. "Yahu, bu mesaj olsa n'olur, olmasa n'olur" diyecekler de çıkacaktır, eminim. Doğrusu, işin bu yanına dokunmak istemiyorum. Ammaaa başka biri çıkıp da: "Bir kavmin dört kuşağının töreler ve doğal yasalar arasına sıkışan bireyinin tragedyasını sonu gelmez tiratlarla, olamazcasına ağır aksak bir ritim içinde, usturanın ve iki mızrağın yere saplanmasından oluşan aksiyon ile aralıksız 110 dakika dinlemek, 'mezalim' değilse nedir" diye sual

eyleyecek olsa, ne yanıt veririm vallahi bilemiyorum. Eimuntas Nekrosius, tiyatro ve opera yorumlarıyla dünyaca tanınan önemli bir yönetmen. Hamlet, Macbeth, Othello, Üç Kız Kardeş gibi oyunları yıllardır repertuvarlardaki yerlerini koruyor. Nekrosius ve topluluğu Meno Fortas, ödüllü oyunları dört perde ve dört saatlik "Othello" ile 15. Uluslararası Tiyatro Festivali'nin de konuğu olmuştu. Nekrosius bu kere, 2007 yılında İtalya'da en başarılı yabancı oyun olarak Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri birliği İtalya Merkezi'nce düzenlenen "Premio UBU-UBU Ödülü"nü alan "Faust" ile İstanbul'a geldi. Eimuntas Nekrosius'un izlediğim her iki performansını da hem kaygı hem de coşku uyandıran karmaşık bir ruhsal serüven olarak algıladım. "Litvanya tiyatrosunun dâhisi" olarak tanımlanan Nekrosius, "Faust"ta da doğal ve maddi öğelerin sembolizminden yararlanarak duyarlı titreşimlerle blokları ve tabloların iç dinamiklerini kurgulamıştı, doğrusunu söylemem gerekirse etkilendim.

pe cy

a

Eimuntas Nekrosius, tiyatro ve opera yorumlarıyla dünyaca tanınan önemli bir yönetmen. Hamlet, Macbeth, Othello, Üç Kız Kardeş gibi oyunları yıllardır repertuvarlardaki yerlerini koruyor.

10

Goethe'nin "Fausf'u, bilindiği gibi büyülü güçler elde etmek ve bilinmeyenleri öğrenmek için ruhunu Mephistopheles (Salvijus Trepulis) adındaki şeytana satan doktorun öyküsünü anlatmakta. Eski bir Alman masalının oldukça uç bir uyarlanışı olan Faust'u yazmak, Goethe'nin tam altmış

yılını almış. Goethe böylece, yaşamı boyunca kafasını kurcalayan tüm sorulara (ahlak yasalarından mitolojiye kadar) bu büyük dramatik ve şiirsel yapıtta yer vermeyi başarmış. "Faust" günümüzde, yazarın tüm ahlaksal ve sanatsal gelişiminin capcanlı bir belgeseli sayılmakta. Diğer taraftan, "Fausf'u "modernitenin tragedyası" olarak nitelendirenler de var. Yeniyle eski, yapım ve yıkım arasında nasıl iki ucu pislikli değnek üstünde yürüdüğümüzü yüzümüze şamar gibi indiren bir eser "Faust". Hem de: "Zavallı şeytan, bana ne verebilirsin ki? / Yükseklere göz dikmiş insan bilincini, / Senin gibiler kavrayabilir mi hiç? / Sendeki gıda doyurmaz insanı, / Elindeki kızıl altın, cıva gibi, / Avucun içinden akıp gider, / Senin kumar masalarında, / Kimse kazanamaz, / Daha sarılırken başkalarına bakar, / Göndereceğin kızlar, / Vereceğin itibarın tanrısal gururu, / Kuyruklu bir yıldız gibi, / Kayar gider. Bunları mı sunacaksın? Göster bana bakalım, Koparılmadan çürüyen meyveyi, Her gün yeniden yeşillenen ağacı" dizeleriyle modernizmin kokusunu bize ilk duyumsatan edebi bir eser. Nekrosius, üç perde olarak sunduğu, iki ara dahil 235 dakika süren "Fausf'unda sadece kendisi için kahramanımızın zaaflarının altını birer birer çizmiş. "İnsan ben"ini öne çıkarmış. Bu ben'in Faust'u (Vladas Bagdonas),


yasına yer vermişti. İki bölümde de mutluluğa doğru kulaç atan, mutluluğu yakalamaya çalışan insan figürü vardı. İki bölüm de görsel kodlar, küresel, uzamsal, eşzamanlı bilgi doğrultusunda uyumlaştırılmıştı. Birçok görsel gösterge dizgesi eşzamanlı ve bireşimsel olarak, uzamsal ortak varoluşları içinde algılandı. Nekrosius, gerçeğe uygunluk etmenleriyle teatrallik etmenlerinden birinin doğru­ luğunu, ötekinin yanlışlığıyla kapıştırmıştı. Oyunculuk ve uzlaşma üzerindeki ısrarı, durumun gerçekliğini güçlen­ diriyordu. Gerçeklik ya da gerçeğe uymadığını, gerçekle çeliştiğini bile bile tasarladığı, düş gücüyle oyuncusu için yarattığı konumun çerçevesini mükemmel belirlemişti. Örneğin, ruhların oyunculukları öylesine "doğal" ve dolayısıyla gerçek etkisi yaratan öyle etmenlerle doluydu ki, rol yapmaya kalkışıyorlardı. Diğer taraftan Köpek'te Vaidas Vilius'un oyunculuğu sunuma yönelikti. Teatral konvansiyonun altını çiziyordu.

pe cy

Bu arada, daha geniş örnekleme yapmam, anlatmaya çabaladığımı daha açık anlaşılır hale getirebilmem için, Faust'un büyücülerin yardımı ile yıpranmış vücudunu gençleştirdikten sonra Gretchen (Elzbieta Latenaite) ile tanışma tablosunu bütün okurlarımın izlemiş olmasını dilerdim. Gretchen bir çiçek gibi sevimli, bir bardak su gibi duru, iki iki dört eder gibi kolay anlaşılır; tutkusuz, iyi bir Alman kızı olarak o kadar iyi çizilmişti ki şaşırmamak olası değildi. Şaşırdım. Şaşırdım ve: "Gretchen'in masumluğu, gençliği, utangaç tazeliği bu kadar mı iyi anlatılır yahu" diye içimden geçirdim. İkinci perdenin finalindeyse kendimden geçtim. Şeytanın yardımcıları ipleri sahnenin eni boyunca yayarak hareketli çizgiler oluşturdular. Gerili duran bu nota çizgileri titremeye, titreşmeye başladı. Her bir ip kendi ritmiyle titreşti. Titreşimler maddeselleşti. Madde olmayan öğe madde biçimi aldı. Faust'u canlandıran Bagdonas çizgilerin arasına girdi ve (Lukasz Drewniak'ın dediği gibi) başka bir boyuta, elektronların yörüngesine, mikro ve makro evrenlerin dünyasına girmiş oldu.

a

bildiğimiz basit, gündelik mutluluğa ulaştıramamasını işlemiş. "Benim yaşadığımı köpek bile yaşamaz" diyen Faust'un elde etmek istediğinin bilim olmadığını; Faust'un bilimle kendi kendini elde etmek, rahatı, mutluluğu elde etmek istediğini söylemiş. Söylerken, metni sahne üzerinde plastik, müzikal, jest olarak işleme uğratmış. Performansın devinim kazanması için Goethe'nin metninin potansiyelliğini ve soyutlamasını bir kenara bırakmış. Sesle (örneğin Elzbieta Latenaite'in çıkardığı uçak sesi gibi) ve jestle (örneğin Bagdonas'ın atom yapısının içine girişindeki jestleri gibi) metni doku haline getirmiş. Oyuncuların seslerini ve jestlerini "fizikselleştirmiş". Oyuncuların yaklaşımları, psikolojik ve soyut olmadan önce fizikselliğe kavuşmuş.

Nekrosius oyunu iki bölüme ayırmıştı. Birinci bölümde insan ruhunun iç didişmesini bu bitmez tükenmez iç savaşı işlemiş; ikinci bölümdeyse aşkın tragikomed-

Marius Nekrosius'un yalın, ama fevkalade kullanışlı sahne tasarımı; Dziugas Vakrinas'ın

anlık etki yaratan, bir duygunun açığa vurulmasını sağlayan, bir eylemin örtülmesine yarayan ışık tasarımı; Nadezda Gultiaajeva'nın giysileri, Faustas Latenas'ın özgün müzikleri oyunun başarısına kuşkusuz katkı sağlıyordu. Başta Bagdonas, Trepulis, Latenaite olmak üzere on üç kişilik oyuncu kadrosunun tamamı bedenlerini, görünüşlerini, seslerini, duygulanımlarım bu işe adamakla kalmamış, canlandırdıkları karakterlerle özdeşleşmişlerdi. Oyunculukları gevşeme, yoğunlaşma, duyusal ve duygusal bellek tekniklerini, kısacası bir rolün figürleşmesini önceleyen her bir şeyi içeriyordu. Oyundan çıkarken, Nekrosius'un oyun boyunca açtığı ve sonra da kapadığı parantezlerin bir bölümü silinip, oyun en azından bir saat daha kısa tutulamaz mıydı, tutulsa ne kaybolurdu sorusu soruldu. Karışmak ne haddime, daha doğrusu karışmamak en kestirme yoldu. Gerçek olan şu ki, "Faust"u izleme olanağı bulamayan tiyatroseverlere ve tiyatroculara yazık oldu.

Gerçek olan şu ki, "Fausf'u izleme olanağı bulamayan tiyatrose­ verlere ve tiyatroculara yazık oldu.

11


12

Marguerite Duras'ın 1982 yılında yazdığı "Ölüm Hastalığı (La Maladie de la Mort)"nı yanılmıyorsam üç yıl önce okudum. Edebi anlamda bir anlatıydı. Bir yandan aşk, sevgi gibi bedeni aşan coşkular, diğer taraftan amacı, hedefi belli olmayan duygular vardı kitabın içinde, öte yandan modern zamanların parçalanmış kadın ve erkek bireylerinin onulması olanaksız yalnızlığı da yer alıyordu. İlkseldi ve çatısı modern biçimleri aynı anda kapsayabilen özelliklerle kurulmuştu. Destansı bir biçem içinde hedefi belirsiz ve sonsuz bir aşk anlatıyordu Duras. Günümüzde kadın ve erkeğin asla bütünleşemeyeceğini, bir olamayacağını, onların artık gerek edim ve gerekse de düşünüşleriyle aşkın olamayacaklarını ve bu olamamanın yarattığı acıya boyun eğmek zorunda kalmalarını dillendiriyordu. Modern bir metindi.

oynayan Fanny Ardant, festivalin direktörü Prof. Dr. Dikmen Gürün'den edindiğim bilgiye göre bir yandan film projelerine devam ederken, bir yandan da tiyatro ile ilgileniyordu. Oyunculuk kariyerinde otuz yılı geride bırakmıştı Fanny Ardant, ama kariyerine halen aynı yoğunlukla devam ediyordu. Yakın zamanda Türkiye'de de gösterilmiş olan "Sekiz Kadın" ve "Paris, Seni Seviyorum" gibi filmlerde rol alan Fanny Ardant, ünlü yönetmen François Truffaut'nun "ilham perisi" olarak da tanımlanıyordu.

Son dönemde başrolünü Gerard Depardieu ile paylaştığı "Hello Goodbye" ile İtalyan Başbakanı Andreotti'nin hayatını konu alan ve Cannes'da Altın Palmiye ödülü için yanşan "II Divo" filmlerinde

Sahnenin önüne geldi ve on beş dakika hiç kımıldamadan anlattı. "... Ona para vermiş olabilirsiniz. Günler boyunca her gece gelmeniz gerekecek, demişsinizdir.

cy

a

"Ölüm Hastalığı"nın 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Fransa'dan Theâtre de la Madeleine yapımı olarak geleceğini duyunca heyecanlandım. Berangere Bonvoisin yönetmişti, iyi de kim oyunlaştırmıştı acaba? Bilemedim. Ama beyazperdenin en çekici kadın figürlerinden Fanny Ardant'ın rol alacağını öğrenince heyecanım iki kat arttı. "Ölüm Hastalığı", geçen sezon Paris'te 30 kez kapalı gişe oynamış, İtalya, Amerika ve Kanada turnelerini yapmıştı.

Perde açıldı, sahnenin arkasındaki kapı açıktı, ara sokakta bir genç gitarla pop müzik "icra" ediyordu. Ardant kırmızı bir koltukta oturmaktaydı ve köşede de "bozulmamış" bir yatak vardı. Ardant yerinden kalktı, sahnenin önüne geldi ve başladı: "Kadını tanımıyor olmalıydınız, onu aynı anda birçok yerde bulmuş olmalıydınız, bir otelde, bir sokakta, bir trende, bir barda, bir kitapta, bir filmde, kendinizde, sizde, sende, geceleri konacağı yeri, içini dolduran hıçkırıkları boşaltacağı yeri arayan kalkmış cinsel organının rastgeleliğinde." Güzeldi Fanny Ardant. Kocaman bir ağzı vardı, ama o kocaman ağız ona yakışıyordu. Sinemanın en güzel kadını denilen Rita Hayworth'a bence fark atardı. Değişik konuşma tarzı, yürüyüşü, oyunun sonuna doğru sigara yakışı ve içişi, yere uzanışı, bacak bacak üstüne atışı, boylu poslu yapısıyla gerçekten büyüleyiciydi.

pe

Güzeldi Fanny Ardant. Kocaman bir ağzı vardı, ama o kocaman ağız ona yakışıyordu. Sinemanın en güzel kadını denilen Rita Hayworth'a bence fark atardı. Değişik konuşma tarzı, yürüyüşü, oyunun sonuna doğru sigara yakışı ve içişi, yere uzanışı, bacak bacak üstüne atışı, boylu poslu yapısıyla gerçekten büyüleyi­ ciydi.

Size uzun zaman bakmış ve sonra, o halde pahalı olduğunu söylemiştir. Sonra sorar: Ne istiyorsunuz? Denemek istediğinizi, bir denemek, tanımaya çalışmak, ona, o bedene, o göğüslere, o kokuya, güzelliğe, şu bedenin temsil ettiği dünyaya çocuk getirme tehlikesine, ne kuvvetli ne de kaslı engebeleri olan o tüysüz biçime, o yüze, o çıplak tene, şu tenle içinde barındırdığı yaşamın çakışmasına alışmak istediğinizi söylersiniz..." Erkek kahraman sevgi arayışındaydı, sevgisini yöneltebileceği kadını bulmasına karşın bir türlü onunla bütünleşemiyordu. Varoluş sıkıntısının, sevgi yoksunluğunun sorun olarak simgelendiği bir kişilikti erkek kahraman. Ardant döndü, yürüdü, sahnenin solunda kırmızı koltuk ile yatak arasındaki yuvarlak masada kadehine şarap koydu. Sahnenin ortasına doğru yürüdü. Şarabı iki yudumda içti. Durdu. Bardağı duvara fırlattı. Elinde taşıdığı yandan açılır büyükçe çakıyı hiç bırakmadı. Bir keresinde kapattı, çakıyı elinde bu kere beş dakika kadar kapalı tuttu, sonra yeniden açtı. Kadın organı, erkeğin yalnızlığının kökenine inebileceği; varoluş sıkıntısıyla, hiçlikle yüzleşebileceği; sevgiyi bulabileceği bir eğretilemeydi. Erkek, sevgi yoksunluğunun zorlamasıyla, yalnızlık duygusuyla, bu cinsel organa, ilk kaynağa girerek kurtulmaya çalışıyordu. Ben o sırada, Ricardo Aronovich'in ışık tasarımının ne demek istediğini anlamak uğraşı içindeydim. Oyunun başında varsayılan odanın dışında ışık vardı, haydi diyelim


pe cy

Bir ara, Bonvoisin sahneye aktarırken metni neden hiç ellemedi, neden okuma tiyatrosu/anlatı tiyatrosu tekniğini yeğledi de, iki kişilik bir oyun metni yapmadı diye düşündüm. Oysa Kadın, metnin klasik yönünü, Erkekse modern yönünü temsil ediyordu ve bu iyi bir yönetmenin elinde oya gibi işlenebilirdi. Özellikle kadının, erkeğe göre metne daha az dahil olması ve yorumlayanın, yargıda bulunanın ve düşüncelerini daha çok dillendirenin erkek oluşu ne de güzel açılırdı. Kadın daha gizemli olur, böylece erkeğin gözünde keşfedilmeyi bekleyen bir bilmece haline gelirdi.

a

sabahtı. Ama Bay Ricardo, Ardant kapıyı/pencereyi kapattığında ışığı full çaktı. Sonra durup dururken gece "mood"u yarattı. Vazgeçti, parlak ışık verdi. Olmadı kararttı. Bir de "black-out" yaptı. Ardant, erkeğin edim sırasında ve edimden sonra, aklındaki/ruhundaki çözümü bulamamasının nedeni olarak arayışın her keresinde çözümsüzlüğe doğru evrilmesi olduğunu anlatıyordu. Gitti, sahne gerisinde oturdu. Bay Ricardo, bu kere de Ardant'ı karanlıkta bıraktı, zaman kavramının altını üstüne kattı.

Fanny Ardant sahnenin önüne geldi, oturdu, bacaklarını orkestra çukuruna sallandırdı. Ulaşılması mümkün olmayan destansı güzelliğin, sahip olunamayan destansı sevginin somut hali gibiydi. Çakıyı sağma bıraktı, giysisinin cebinden bir sigara tabakası, kemerinden bir kibrit kutusu çıkardı, sigarasını yaktı. Tabakayı ve kibrit kutusunu soluna koydu. Metnin son tümcelerini okudu, bacaklarını fevkalade zarif bir biçimde sağına çekti, kalktı. Yürürken döndü, seyirciye şöyle bir baktı. Sigarasından bir nefes aldı, kulise doğru yürümedi de sanki aktı. Geriye, Berangere Bonvoisin bu oyunda ne yaptı, Ricardo Aronovich'in ışık tasarımı neden bu kadar berbattı diye kendi kendimize sormak kaldı.

Fanny Ardant'in yıpranmamış güzelliğiyse bu kere "canlı canlı" aklımıza çakıldı.

Seyirci oyundan tiyatro tadı almadı, elli dokuz yaşındaki efsane güzel Fanny Ardant'in eksilmemiş cazibesi bile tiyatro zevkine baskın çıkamadı.

16. Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında 2000 yılında Zagreb'de kurulmuş olan BADco. yapımı "Silinmiş Mesajlar" başlıklı performansı/enstalasyonu da izledim. Grup, altı tiyatrocu/dansçıdan oluşuyordu ve alışılagelmiş tiyatro gösterilerinden çok farklıydı, hatta tiyatro değildi. İzlediğim, fiziksel tiyatronun bir uzantısıydı. İzleyici, performans mekânında özgürce dolaştı, interaktif gösterinin bir parçası oldu. Amaçlanan da esasen buydu. Performans/enstalasyon, bilgisayar ve dansçı arasındaki etkileşim üzerine kurulmuştu. Sonradan öğrendiğime göre "What the Machine Can See/WTMS (Makine Ne

Görebiliyor)" dili denilen bir dille dublajı yapılmış bir gösteriydi ve araçlar aynı zamanda koreograf da olan oyuncuların hareketlerini ve ilişkilerini inceleyip, anlatımı daha karışık bir hale getirebilmeleri için görsel analiz, geciktirme, geriye doğru oynatma ve seğirme fonksiyonlarını içeriyordu. Makine faktörü, diğer koreografi tabanlı yöntembilim üretebileceklerini işaretledi. Benzer ve farklı olan koreografiye değgin unsurları düzenledi. İzleyiciyle aralarındaki ilişkinin yeniden yapılandırılması, var olan perspektiflere ve performansın mimarisine meydan okumaktı amaçları, anladım. Tüm iletişimsel yapıları karmakarışık etmek istediler, işin orasını da kavradım, gene de izlediğim performansı/enstalasyonu tümüyle anlayamadım. Geleneksel sanat eserlerinin aksine, çevreden bağımsız bir sanat nesnesi içermiyordu tamam da,

İzleyiciyle aralarındaki ilişkinin yeniden yapılandırıl­ ması, varolan perspektiflere ve performansın mimarisine meydan okumaktı amaçları, anladım.

13


performans belirli bir mekân için yaratılmamıştı. Mekânın niteliklerini gerektiği gibi kullanıp hiç mi hiç irdelemediler, izleyici katılımını yeterince sağlayamadılar. Dahası, "kisch" nesneler bir araya getirilip sunulmadı, ama Garajistanbul'un mekânına her biçimde ilişkisiz olanı getirip koydular. Belki bir monolog değildi, ama tekil, her şeyden bağımsız bir olaydı. Nedensizdi. Fiziksel tiyatroydu, gel gelelim vücudun dramatik anlatımı yoktu, vücutlar etkin olamadı. Vücutları oyuncuların enstrümanı değildi. Oyuncular, vücut çalışmalarında zihin-vücut bölünmesini ortadan kaldıramadı. Bedenlerinde zaten var olması gereken zihin-beden bütünsel işleyişini ortaya çıkaramadı. Duyularının farkına varıp, duygusal dünyalarını bedende yaratıcı eyleme dönüştüremediler ve düşünsel, duygusal, fiziksel dürtülerini bedenin ses, hareket, düşünce, imgeleme, duygu, nefes gibi tüm olanaklarını kullanarak bir forma dönüştüremediler.

Hotel Pro Forma ve Litvanya Radyosu ortak yapımı "Operation: Orfeo"ya ise büyük umutlarla ve heyecanla gittim. Heyecanla gittim, çünkü Danimarka tiyatrosunu pek tanımıyordum ve yönetmen Kirsten Dehlholm'un adını çok duymuştum. Gittim, izledim ve anladım ki "Operation: Orfeo" da tiyatro değildir. Ama müziğin gizemine tanık oldum, etkilendim de... Gene de, gösteriden çıkarken tiyatro sanatçılarının söyleşi perisi Özlem Özdemir'in düşüncesine katılmadan edemedim. Özlem: '"Operation: Orfeo' bu festivale yanlış gelmiş. Keşke 'Müzik Festivali'ne getirselerdi" dedi. Gösteri, daha doğrusu dinleti görsel sanatların renkleriyle bezeliydi, tamam da, "da"sı vardı... Bir kere, Kirşten Dehlholm'un konsepti fevkalade ağır bir tempoda başladı. Seksen dakikalık dinletinin ilk yirmi beş dakikasında karanlıkta uvertür dinlenildi. Sesler mükemmeldi, hiç sözüm yok, ama karanlıkta geçen bu süre seyirciye ağır geldi. Yirmi beş dakikanın sonunda kaçanlar oldu. Danca olan şarkı sözlerinin Türkçe çevirisinin (nedendir bilinmez) sadece bir bölümünün, hatta küçük bir bölümünün üstyazı olarak ekrana gelmesi de gösteriden kopmalara neden oldu. Çeviri de o denli berbattı ki kısa süre içinde üstyazıları izlemekten caydım. İzlemeyince de ipin ucunu kaçırdım. Çevreme çaktırmadan göz gezdirdiğimde, sağımda solumda oturanların bir kısmının daha ipin ucunu yakalayamadan uykuya daldıklarını gözlemledim. "Ataleti", Atatürk Kültür

a

Özetlemek gerekirse, "Operation: Orfeo" insan sesinin gizemine, insan sesinin rengini belirleyen tınlaşım boşluklarının mükemmel­ liğine tanık olmak için bir fırsattı.

pe cy

Salonun solundaki perdede salgın ve karantina konularıyla ilgili bir video döndü, karşıdaki perdede izleyicilerin gerçek zamanlı devinimlerinin kaydı aktarıldı. Sağdaki perdedeyse oyuna dahil olacak oyuncu seçildi, performans alanı değişime uğratıldı.

Kısacası, "Silinmiş Mesajlar"da artistik bir olay yakalanamadı, izleyici aynen benim gibi, yapılan iş neydi, ne işe yaradı kavrayamadı, anlayamadı.

Merkezi' nin "bordrolu(!) kedisi"nin sahnenin bir ucundan diğerine geçişi bozdu. Alkışlar... Gülüşmeler... Üstüne üstlük iki kez de teknik arıza nedeniyle oyun durmaz mı? Olacak şey değil, ama vallahi durdu. Yukarıda da değindiğim gibi, Kirsten Dehlholm'un çalışması dramatik anlatım türünde değildi, görsel ve işitsel prensiplerle biçimlenmişti. Ağza alınan balonun ya da yumurta büyüklüğünde topçukların, kâğıttan düdüklerin üflenerek şişirilmesi, kösteklerin sallanması "aksiyon" olarak fevkalade yetersiz kaldı. Kirsten Dehlholm, Orfeo'nun yeraltı dünyasına yolculuğu efsanesini doğrudan anlatmak yerine, Orfeo'nun Hades'e inişini, cinleri lirinin güzel müziği ile büyülemesini, Tartare Kapısı'nı açtınşını, Elysee çayırlarında mutlu ruhların dansı biterken Euridice'e rastlayışını efsaneyi betimlemeden anlatmayı yeğlemişti. Kirsten Dehlholm'un gösterinin sonunda izleyiciyi librettodaki sözcüklerin duygusal tansiyonuna eşlik eden senfonik şapel vokalleri eşliğinde, duman ve lazer ışığı aracılığıyla okyanusun dibindeki renkli ve gölgeli dünyaya daldırması ve ardından dünyanın tepesine yeniden getirip bırakması, gerçekten büyüleyiciydi. Özetlemek gerekirse, "Operation: Orfeo" insan sesinin gizemine, insan sesinin rengini belirleyen tınlaşım boşluklarının mükemmelliğine tanık olmak için bir fırsattı. Yadsıyamam, Letonya Radyo Korosu kutlanmayı hak etti. Zaten "Operation: Orfeo", yazar Vecdi Sayar'm dediği gibi, sadece Jesper Kongshaug imzalı muhteşem ışık tasarımını görmek için bile izlenebilirdi. Merakım şu ki, "Operation: Orfeo"yu bizim ışık tasarımcılarımızdan acaba kaçı seyretti? Öyle ya da böyle, bizden olanları yeni sezona bıraktığım, yabancı yapımları izlemeye ağırlık verdiğim bir festival daha bitti. "Şen olasın Halep şehri..."

14


a

Cesaret Ana

pe cy

Ve Çocukları

Beki Haleva / bekihaleva@hotmail.com

Festival, Brecht'in "Cesaret Ana ve Çocukları" oyunuyla son buldu. Festivalin böylesine çarpıcı, günümüz dünyasıyla böylesine örtüşen, mesaj yüklü bir oyunla sona ermesi çok isabetli bir seçim oldu kanımca.

16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, Semaver Kumpanya'nın Enka Eşref Denizhan Açıkhava Tiyatrosu'nda sahnelediği, her açıdan bir başyapıt olarak nitelendirilebilecek Bertolt Brecht'in "Cesaret Ana ve Çocukları" oyunuyla son buldu. Festivalin böylesine çarpıcı, günümüz dünyasıyla böylesine örtüşen, mesaj yüklü bir oyunla sona ermesi çok isabetli bir seçim oldu kanımca.

Işıl Kasapoğlu'nun büyük bir başarıyla sahneye koyduğu oyunu Brecht, 2. Dünya Savaşı'nın eşiğinde, 1938'de sürgün yaşamı yıllarında kaleme almış. Epik tiyatronun kurucusu olarak çağdaş tiyatro anlayışına yeni boyutlar, özellikle de sahneleme alanında Batı tiyatrosuna yeni

yöntemler kazandıran Brecht, bilindiği gibi gerek oyunları gerekse kuramlarıyla kendisini tüm dünyada kabul ettirmiş ünlü Alman tiyatro adamıdır. Aynı zamanda bir şair olarak da tanınan Brecht, Nazizmin yükselişiyle yasaklı yazarlar arasında yerini almış, yapıtları yakılmış ve vatanını terk etmek zorunda kalmıştır. Uzun yıllar boyunca, çeşitli Avrupa ülkelerinde ve Amerika'da yaşamını sürdüren yazar, bu uzun zaman diliminde yeni oyunlar yazmış, 1948'de Doğu Berlin'e yerleşerek burada oyuncu olan karısıyla birlikte günümüzde hâlâ çalışmalarını sürdüren ünlü Berliner Ensemble Tiyatrosu'nu kurmuştur. Tiyatroyu bu dünyayı değiştirebilecek bir araç olarak

gören Brecht, amacına uygun olarak seyirciyi hep düşünmeye ve sorgulamaya yönlendirir. Bunu da, gördüğü bir dünyanın benzerini oluşturmaya çalışmadan, benzetmeci tiyatro geleneğinden uzaklaşarak, başka bir deyişle dramatik tiyatronun aksine, duyguların frenlendiği, anlatmanın "yabancılaştırdığı" epik bir yöntemle gerçekleştirmeye çalışır. Böylece seyirci yanılsamacı tiyatroda olduğu gibi karakterlerle özdeşleşmeyip, bir oyun izlediğinin bilincinde olarak gördüklerini yorumlayacak ve eleştirel bir bakış açısıyla düşünebilecektir. Brecht, oyunlarında ezen güç ile ezilen kesim arasındaki çatışmaya odaklanır, bu çatışmanın uzantısı olan olumsuz durumları dile getirir ve bu durumların oluşum

15


Başarıyı pekiştiren öbür etmenlere gelince Cem Yılmazer'in ışığını da üstlendiği sahne tasannu yalın ve işlevsel. Zaman zaman haç şekline girerek dinsel çağrışımlar da yapan, hareketli bir plato biçimindeki tahtadan bir düzenek hem sahne geçişlerine hem de Cesaret Ana'yı ve çocuklarını barındıran arabanın zaman içindeki yolculuğuna olanak tanıyor.

tasarımı da övgüye değer. Oyunculuk açısından da dört dörtlük bir performans söz konusu. Her zaman hayranlıkla izlediğim deneyimli sanatçı Tilbe Saran yine müthiş bir oyunculuk örneği sergileyerek Cesaret Ana'nın cesaretini, korkularını, sevgisini, katılığını, gücünü, güçsüzlüğünü, kısacası Brecht'in yarattığı bu "çarpıcı" kişiliği yazarın söylemine uygun, abartıya kaçmadan canlandırıyor. Ahmet Kaynak, Burcu Doğan, Bülent Çolak, Nadir Sanbacak, Öyküm Elif Erdoğan, Özlem Durmaz, Sarp Aydınoğlu, Sekan Keskin, Tansu Biçer ve Ümit İlhan'dan oluşan genç oyuncu kadrosu ustalarıyla uyum içindeler ve hiç aksamayan bir tempoyla oynuyorlar. Her biri rolünün gereğini başarılı bir biçimde yerine getiriyor, özellikle de beden dilini çok iyi kullanarak, zorlu dilsiz kız rolünün üstesinden başarıyla gelen Öyküm Elif Erdoğan'nın oyunculuğuna dikkat çekmeden geçemeyeceğim. Kasapoğlu'nun "muhalif bir tiyatro" olarak tanımladığı Semaver Kumpanya'nın "muhalif bir yazarla buluşması sanırım bu başarıyı perçinleyen etmenlerden biri olmuştur. Önümüzdeki sezonun en çok sözü edilecek oyunlarından biri olacağına da hiç şüphe yok. Kaçırılmamalı.

Oyunu zaman ve uzamdan yalıtarak iletisini evrenselleştiren, en ufak ayrıntısına kadar özenli bir çalışmanın ürünü olduğu ilk bakışta göze çarpan Aslı Ataseven'in gerçekleştirdiği etkileyici kostüm ve aksesuvar

pe cy

Cesaret Ana, savaşın yarattığı, yaşamını ve çocuklarının yaşamını cephe cephe dolaşıp askerlere ve köylülere mal satarak, savaş sayesinde sürdürebilen bir "işkadını"dır aslında. "Mesleğinin" gereklerini yerine getirmek onun birincil görevidir, çünkü ancak bu sayede o ve ailesi var olabilecektir. Ne var ki yaşam böylesi "saf bir mantığın sınırlarına hapsedilemeyecek kadar karmaşıktır. Amacıyla tam bir tezat oluştursa da, üç çocuğunu savaşın acımasız çarkları arasında teker teker yitirmesi kaçınılmaz bir son, talihin bir cilvesi midir? Yazar oyunun izleğini 1600'lerde yaşanan bir din savaşına konumlandırarak savaş sorunsalını masaya yatırmakta, onun acımasızlığını gözler önüne sererek seyirciye aslında yanıtlarını çok iyi bildiği sorular yöneltmekte, onu dürtmeye hatta sarsmaya çalışmaktadır. Böylece seyirci savaş olgusunun değişmez parametrelerinin bilincinde, geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve ne yazık ki gelecekte de süregidecek bu onulmaz insanlık illetinin çaresizliğiyle bir kez daha yüz yüze gelmektedir.

eğlendirici deneysel özellikleri göz ardı etmeden, Brecht'in amacı doğrultusunda ancak sahnelemede "epik" tiyatro formatının sınırları içinde kalmayarak, yer yer ince güldürü öğelerini vurgulayıp, metinden de hiç ödün vermeyerek üç saate yakın bir süre seyirciye bir Brecht şöleni sunuyor. Bunu gerçekleştirmek için tüm olanakları zorlamış. Örneğin Paul Dessau'nun 1948'de oyun için yazdığı atonal müziği Yaprak Sandalcı'nın çabalarıyla deşifre ettirip Türkiye'de ilk olarak kullanıyor, hatta şarkıların sözleri ile notalarını sahnenin arka planında yer alan perdeye yansıtarak seyirciyle de paylaşıyor.

a

nedenleri üzerine düşünerek toplumsal koşullara bağlı değişken davranışları, sorunları deşer, tıpkı Cesaret Ana ve Çocukları'nda olduğu gibi.

Dramatik kurgu, sahneleme ve oyunculuk Brecht tiyatrosunun sacayaklarını oluşturur. Öyle ki bir ayakta yaşanan sorun tüm oyunun anlamını yok edebilir. Bu yüzden ister çoğu kez ikinci dil aracılığıyla gerçekleştirilmiş çevirilerin yetersizliğinden, ister epik tiyatronun yanlış yorumlanmasından kaynaklanan nedenlerden olsun ülkemizde sahnelenmiş başarılı Brecht oyunları sayıca çok fazla değildir. Işıl Kasapoğlu'nun yorumuna baktığımızdaysa Brecht tiyatrosunun bütün inceliklerini özümsemiş bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu görebiliyoruz, bu noktada Yavuz Pekman'ın kimi repliklerde daha da belirginleşen ve Brecht'i gerektiği gibi çözümlemiş çevirisinin katkısı da azımsanamaz. Yönetmen bu tiyatronun içerdiği öğretici,

16

Yazan: Bertolt Brecht Çeviren-Dramaturgi: Yavuz Pekman Yöneten: Işıl Kasapoğlu Sahne-Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Giysi Tasarımı: Aslı Arseven

Her zaman hayranlıkla izlediğim deneyimli sanatçı Tilbe Saran yine müthiş bir oyunculuk örneği sergileyerek Cesaret Ana'nın cesaretini, korkularını, sevgisini, katılığını, gücünü, güçsüzlüğü­ nü, kısacası Brecht'in yarattığı bu "çarpıcı" kişiliği yazarın söylemine uygun, abartıya kaçmadan canlandırıyor.

Oynayanlar: Ahmet Kaynak, Burcu Doğan, Bülent Çolak, Nadir Sanbacak, Öyküm Elif Erdoğan, Özlem Durmaz, Sarp Aydınoğlu, Serkan Keskin, Tansu Biçer, Tilbe Saran,Ümit İlban


pe a

cy


a pe cy

Trabzon'da "Misafir" Üzerine

Sohbet

Mustafa Demirkanlı/ mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Cep telefonu çıktı, internet çıktı. İletişim çağının sanal örtüsü içinde yaşıyoruz her şeyi...

18

Trabzon 9. Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali'nin gecenin ilerleyen saatlerinde İzmir Devlet Tiyatrosu 'ndan "Misafir"in yönetmeni Gürol Tonbul ile odalarımıza doğru çıkarken Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncusu Uğur Keleş ile karşılaştık. Uğur heyecanla yanımıza gelip Gürol'la oyun üzerine sohbete başladı. Spontane gelişen söyleşi/tartışma o kadar keyifli bir hal almıştı ki, teybimi açmadığım için hayıflanmaya başladım, ama artık çok geçti. Uğur ve Gürol'la bu düşüncemi paylaştım. Uğur, "tamam, yarın baştan başlarız" dedi, Gürol da katıldı bu görüşe ama aynı tadın yakalanamayacağını biliyordum, yine de ertesi gün için söyleştik.

Ben konuşmaya hiç katılmadım, sadece teybi açıp bir oyuncu ile bir yönetmenin sohbetini izlemek ve kaydetmekle yetindim. U. Keleş: Bu çizgilerin içinde konulan oyun sanki bana unutulan değerler, unutulmuş öğeler, sözler, Türkçeler. Bu olgu, artık yavaş yavaş sahneye konmalı mı diye düşünüyorum... Oyunu seyrederken, işte yarenlik ikinci perde de var olmalı mı diye baktım ben olaya. Keşke öyle olsaydı, keşke o yarenlik üzerine kurulmuş olsaydı her şey... Düşünüyorum da, artık kontak kapatma durumuna gelinmiştir... Cep telefonu çıktı, internet çıktı. İletişim çağının sanal örtüsü içinde yaşıyoruz her şeyi... Böylece doğallık bitiyor, dostluk

bitiyor. İşte ikinci perdede seyirci bunu görsün istedim. Seyirci "ben" olduğunu görmeli. Ben de bir geçiş dönemiyim demeli. Kendi iç göçünü yaşamalı. Ben Trabzon'dan Ankara'ya turneye gittiğimde bile zorluklar yaşıyorum... Seyirci bunu da anlamalı. Kişi kendisini bulur oyunlarda, tiyatro kişiye kendisini anlatır. Bu anlamda söylemiştim. G. Tonbul: Trabzon'da bu dediğini yakaladık aslında. Nasıl yakaladık? Şöyle: Oyunda perde arası yok. Perde arası olması gereken zamanda oyun duruyor ve oyuncular seyirciyle sohbet ediyor. Ama, ne yapalım ki, Trabzon'da perde arasında içeride on kişi kaldı. Bunu ilk kez


G. Tonbul: Bir de ara olsun, oyun sonu olsun, insanlar süratle terk ediyorlar salonu. Ben kendi deneyimlerimden biliyorum da, eskiden oyun aralarında acele edilmezdi hemen dışarı çıkmak için. Oyun üstüne konuşmalar yapılırdı falan... Altındağ'da son iki oyun inanılmazdı; görmeliydiniz. Seyircinin biri cumartesi günü matinede oyun arasında geliştirdiğimiz yaren sohbetinde oyuncularla sohbet ederek kaşık çaldı, türkü söyledi. "Artık bu gelenek kalmadı ama Sıra Evi geleneğini iyi bilirim." Bence çok önemli bir şey. Seyircinin bu gelenek kalmadı ama ben bunu görmek istiyorum bunu öğrenmek istiyorum demesi çok güzel. Ben burada oyunu ilk defa bu kadar erken terk eden bir il gördüm. Çünkü oyun hiç bu kadar hızlı boşalmamıştı. Ayrıca, tabii bu durum, açılış günü olmasından, protokol buluşmalarından kaynaklanıyor da olabilir. Seyirci üzerinde bir baskı oluşuyor ister istemez.

U. Keleş: Zamanlama hatası mı var acaba? Çünkü içeri girerken seyircilere dikkat ettim. Oyunun içinde ne olacağını bilmekten kaynaklanan bir tedirginlik gördüm. Yani yaren olayına pek sıcak bakmadıkları gibi...

U. Keleş: Oyun, bu açıdan bakarsak, sohbet gereksinimi, yaren dayanışması açısından seyirciye hiç geçmedi. Eğer geçmiş olsaydı ben onlara çok güzel türkü söylerdim. Evet, oyun sonu yapılacak kokteyl de, bu

amacı öldürdü aslında. G.TONBUL: Bunu önceden hesaplasaydım çıkış merdivenlerine koydururdum ayakkabıları. Aslında, oyunun temel amacı seyirciye olduğu kadar, yetkililere de 25. saati yaşatmak...Çünkü 25. saatte, sadece seyreden, oynayan insanların ayakkabılarına değil; yerkürede yaşayan başka insanların ayakkabılarına da mum dikiliyor. Yani o başkaları da bizden birileri. Senin benim akrabam. Dışarı çıktığın zaman, kapıyı açınca 'bu coğrafyada ya da başka yerlerde de ayakkabılarına mum dikilenler var' olgusu devam ediyor. U. Keleş: Yani oyunun varoluş nedeni bu... O zaman oyun daha mı acıtmalı acaba? Ya da dışarı çıktığımda aradığım koku olmalı mı? Ben orada koku duymak istedim. Yanık et, saç kokusu belki de...

U. Keleş: Yani oyunun varoluş nedeni bu... O zaman oyun daha mı acıtmalı acaba? Ya da dışarı çıktığımda aradığım koku olmalı mı? Ben orada koku duymak istedim. Yanık et, saç kokusu belki de...

G.TONBUL: Yok, buna katılmıyorum. Dışarıda yaşadığımız hayat yeterince şiddet içeriyor zaten. Her şey oyunun estetiği içinde sorgulanmalı. Evet, oyunu kendi kimliğinde bıraksaydık, oyun olgusunu genel bir göç sorunu çerçevesinde

pe cy

a

yaşadık. Ankara'daki seyircilerin oyuncuyla sohbet etme isteğini burada bulamadık. Çünkü, yaren geleneği burada yok ya da kalmamış. Trabzon'da biz genel anlamda bu tür sohbetlerin, esnaf dayanışmasını içeren, içinde oyunculuk kavramını barındıran sohbetlerin bittiğini gördük... Böyle olduğu için de buralarda şiddet ya da terör tırmanışta. Evet yaren geleneği bitmiş olabilir ama oyun bir fırsattı; oyuncularla konuşabilmek, sohbet edebilmek için. Tiyatro, koltuklarımıza kurulup oyun seyrettikten sonra evimize gittiğimiz bir yer değildir. Oyun arasında içeride kalan on kişinin bu fırsatı değerlendirmesi gerekirdi. İçeride kalanlarla da keyifli sohbet oldu aslında. Dostluğun, Karadeniz'in simgesi çaylar içildi falan. Ankara'ya gelince... Orası, orada alınan tepkiler başka tabii. Orada, hâlâ Anadolu yaren geleneği kırıntıları var. Örneğin Altındağ'da seyircilerle inanılmaz sohbetler oldu...

19


güncellemeseydik, belki düşünülebilirdi. Oyunun sonundaki yasa maddeleri yeterince şiddet içeriyor zaten. Oyun, oyunun içindeki bireylerin yıllarca birbirine karşı çoğalttıkları kin, Sıra Evinde büyüyen öfke benim istemediğim kadar hissedildi diyebilirim. U. Keleş: Oyundaki şiddet çok fazlaydı ama değil mi? G. Tonbul: Sevgili Uğur, sen de oyuncusun, bilirsin. Oyun, özellikle Karadeniz Tiyatro Festivali'nin açılış oyunu olunca başka oluyor her şey. Oyuncunun iç gerilimi yükseliyor ve gerginlik sahnelerinde bir patlamaya dönüşüyor bu heyecan... Yer yer denetimden çıktığı anlar oldu. Oyuncu arkadaşlarımı fazla eleştirmek de istemiyorum. Ben de olsam aynı gerilimi yaşardım. U. Keleş: Heyecan güzel bir şey anlamında söylüyorum ben. Ama biraz daha şiddetli konabilirdi. Örneğin, yasa maddelerinin şiddetinden söz ettin, o zaman hukuk kitabı gibi olmalı o kitap. Daha kalın bir kitap yılların

şiddetini aktaran bir simge olabilirdi, şimdi o geçmiyor. Bu acımasız, insanı hedef alan yasalar hukuk kitabı gibi daha da kalınlaşacak. 10 sene sonra bu oyun üç bölümden bile oluşabilir. G. Tonbul: Evet, bu oyun ve göç olgusu üzerine yazılan her oyun daha çok önem kazanacak. U. Keleş: Evet, ben de onu diyorum, hukuk kitabı örneğini onun için verdim zaten. G. Tonbul: Çok büyük rakamlarla göçmenlik olgusu veriliyor, insanlar yaşadığımız coğrafya sürekli yer değiştiriyor. Her 35 kişiden birinin göçmen olduğunu belirtiyor raporlar. Bu oyunun başındaki gibi Musa'nın eline valizini alarak kişiye bağlı olarak gelişen bir yer değiştirme değil üstelik; devletlerin yasayla güvence aldıkları, şiddetle uyguladıkları bir politika... Yani bir yerden bir başka yere, insanlar, devlet eliyle sürülüyorlar. Çıkardıkları yasalarla da, gerici olanlara, ırkçı olanlara destek veriyorlar. Bir ırkın, diğerlerinden üstün olduğu savı ve diğerlerine

pe cy

a

G. Tonbul: Sevgili Uğur, sen de oyuncusun, bilirsin. Oyun, özellikle Karadeniz Tiyatro Festivali'nin açılış oyunu olunca başka oluyor her şey. Oyuncunun iç gerilimi yükseliyor ve gerginlik sahnelerin­ de bir patlamaya dönüşüyor bu heyecan...

20

hükmetme isteği artık sadece ekonomik değil; politik... Bu durum dünyada çok büyük bir sorun yumağı olarak duruyor ve büyüyecek de. U. Keleş: Oyun içinde şöyle bir bölüm var; Musa gazete okuyor. Gazete, aynı zamanda Türkiye'yi anlatan bir gazete, okuduğu gazetede Türkiye'den de haberler var. Tekste var mı böyle bir şey? G. Tonbul: Hayır yok... Tekste haberleri okumuyor Musa. Oyun kurgumuz çok farklı. Şöyle düşünmüyoruz, genel ya da yerel haberler, olayın bir coğrafyaya ya da tarihin tozlu raflarına sıkışan bir olgu olduğunu düşünmüyoruz. Bizi, bugün yaşananı, güncel olanı sahneye getiriyoruz. 2008 yılına dönüyoruz, bu konudaki güncellemeleri yapıyoruz. Burada mesele Türk-Alman ilişkisi falan değil, Kenya'da da, Mardin'de de olabilecek olaylan irdelemeye çalışıyoruz. Irkçılık bir toprağın sorunu değil ki, her yerin sorunu. Öteki olma sorunu her yerde yaşanıyor; öteki olanı istememe de... Yani esasta göçmenlik olgusunu, bir yerden bir yere


a

"Alman farklı dinlere hoşgörüyle bakılabilir" diyerek gösteri yapabiliyor. Kısaca, ülkemde yaşanan ne varsa, Almanya'da da o yaşanıyor diyebilirim. Bundan bir süre önce, Başbakan da Merkel ile olan görüşmesinde entegrasyona evet, asimilasyona hayır dedi. Dokuz vatandaşın kundaklama sonucu yaşamını yitirdiği gün, Başbakan türban oylamasına girdi. Aynı uygulama Alman tarafında da geçerli. Merkel de diyor ki; "Bakın biz size camii yapımında izin veriyoruz, siz de, bize Türkiye'de dini eğitim okulları ve Alman okulları açmamıza izin verin. Türkiye'ye benim de vatandaşlarım yerleştiler, orası artık onların da vatanı oldu. O zaman bunları yapmak zorundasınız." diyebiliyor. Sözün özü, siyaset din ve ekonomi üzerinden yürütülüyor.

Küreselleşmeye nasıl bakıyoruz, ekonomik anlamda bakmıyoruz. İnsan bu coğrafyada kendini var ettiği, her noktayı vatan sayabilir. Eğer insan değerleriyle yaşayabiliyorsa her yer vatanı olabilir. Ama aşırı milliyetçilik, bağnazlık noktasına doğru çekmeye başladığın anda değer yargıları anlamında ciddi bir çatışma başlıyor. "Bir dakika! Burası benim vatanım, sen kimsin, çek git buradan" sözleri bir duvar gibi dikiliyor karşımıza. Aynı şeyi biz de yapıyoruz. Biz de, bir süre önce Almanlar yaptı diye bir göçmen yasası çıkarttık. Bugünkü yasaya göre, Almanya'ya gidecek olanlardan Almanca dil ve kültür bilgisi öğrenmesini istiyorlar ve sınavda 70 puan almak zorundasın. Bizimkiler de buna karşın, yumuşatılmış bir ifadeyle Türkçe öğrenme şartı koymuşlar. Bizde 60 saat ama isteğe bağlı olarak deniyor. Alman arkadaşlarla konuştuk, onlar anlattılar. Türklere 70 puan alabilmeleri için Alman tarihiyle ilgili sorular soruluyormuş. Aynı sorulan Almanlara yöneltmişler. Onlar en fazla ortalama 40 puan alabilmişler. Şimdi, Almanlar bile soruyor: "Almanların bilemediği

pe cy

isteyerek değil de zorla sürüleni sorguluyoruz. Bir insanın sürülmesini ve göçmenliğine ait bütün alanları sorguluyoruz. Aynı önyargıların yer yer bizim topraklarda yaşanabildiğini gösteriyoruz. U. Keleş: Sorum şu; bu insanların özlemleri Türkiye'de yaşadıkları duruma mı ilişkin yoksa Almanya'da yaşadıklarını mı sorguluyorlar?

G. Tonbul: Güzel bir soru. Burada artık o kadar çok insanımız yaşıyor ki, televizyonda sabahlan Türklerle ilgili programlar bile var. Buradaki insanlarımız artık Almanya acı vatan kavramını kaldırmışlar, burasını vatan bellemişler, burası benim de vatanım diyebiliyorlar... Ben burada 3.5 milyon nüfusa sahipsem, bu ülkede söz sahibiyim savındalar... Oy da kullanmalıyım, milletvekilimi de seçmeliyim savını yaşama biçimi haline getirmeye çalışıyorlar. Almanlar da "bana uyumlu yaşa" görüşündeler. Vatandaşlarımızın, bu varoluş biçimi simgelediği bir alan da din. Almanlar bu duruma tepki gösteriyor. Bir kesim

Şimdi, oyuna dönersem... Bu kavramların dışında bir bakış açımın olması gerekiyordu. Din üzerinden pazarlık sanatın işi değil. Politikacıların da değil ya, o ayrı bir konu... Buradan çıkardığımız ana fikir şu; vatan dediğimiz şey neresi.

Almanya'ya gidecek olanlardan Almanca dil ve kültür bilgisi öğrenmesini istiyorlar ve sınavda 70 puan almak zorundasın. Bizimkilerde buna karşın, yumuşatılmış bir ifadeyle. Türkçe öğrenme şartı koymuşlar. Bizde 60 saat ama isteğe bağlı olarak deniyor.

21


şeyleri neden Türklerden" istiyorsunuz diye; üstelik 70 puan olarak. Yaşananların arkasında gizlenen şey iktidar politikası ve ekonomik çıkarlar. Oysa, kültür çatışması tuzağına düşmemeliyiz. Çünkü, bu çatışma en korkutucu olanı. İşte, sanat bu noktada devreye giriyor. Ben olaya evrensel olarak bakıyorum. Onun için, Almanya olayını çağrıştıran ana başlıklar dışında hiçbir şey kullanmadım. Hatta oyunun sonuna kadar taşman ay yıldız süpermarket gibi, Türk kimliğini vurgulayan sahneleri de budadım. Musa bir figür; önemli bir kimlik. Ama, ülkem hükümetlerinin ihmal ettiği, görmezden geldiği bir birey olsun ama her ülkeye de ait olsun istedim. Çünkü, beni ilgilendiren göç olayı... Ortak payda insan... Bireylerin istekleri dışında devlet eliyle, çeşitli güçlerin etkisiyle ve zorlamasıyla yer değiştirmesi, vatan denilen bir parçadan sürüklenmeleri... Nerde olursa olsun, bunun sonunda yıkım, acı var. Musa'nın acısı da bunlardan biri.

anlaşmazlıkları yok, askeriyeden annen, baban bilmiyorsa o zaman yardım alıyorlar. Bu da değişik bir dayatmanın zorluklarına katlanacaksın. Kısacası, sorunun göçmenlik olgusu. çözümü için örgütlü bir mücadele G. Tonbul: Oyunda çok ilginç bir gerekiyor. Her iki toplumda şey oldu. Yabancı seyirciler politikacılar belirliyor kaderi (Eğer, bu sorun bir kaderse!.. oyundan sonra, Türkiye ve Elbette, değil). Almanya arasında yaşananları Bulunan her çözümde(!) "İngiltere ile İrlanda gibi"... haklarından, kişiliğinden bir değerlendirmesiyle açıkladılar. Türkçe hiç bilmemelerine rağmen parçayı bırakman gerekiyor. Bu tür sorunların halledilmesi için olayı kavramışlar. Ama seçtiği getirilen her türlü yasa maddesi örnek çok ilginçti. de çözüm değil çözümsüzlük U. Keleş: Bu olayın, birinci kuşağın üretmek üzerine. Aşın uçlara güç veriyorlar. Nitekim, yasa çıktığı anlatımı daha ilginç. Çünkü andan itibaren her türlü kuşaklar geçtikçe, ikinci kuşak, kundaklama olayı, şiddet yeniden üçüncü kuşak, yarenlik kavramı hortladı. Bu durumlarda, her yasa iyice uzaklaşıyor. çözüm getirmemek üzere kurulur. G. Tonbul: Birinci kuşağın sorunu Ve her durum, politikacılar tarafından "Şanssızlık! gerçekten acınacak bir durum... Aksilik !Alınyazısı" diye açıklanır. Melodram gibi. Onun için Başbakan'ın değerlendirmesi geride kalan bir durumdur. Göçün sorunlarını çözebilmek ciddi bir uğraştır ve "Saldım çayıra Mevlam kayıra" yaklaşımıyla çözülemez. Onun için, biz bu oyunu eğer 2007'ye getirmeden sahneleseydik durum çok farklı olurdu. Yani o zaman, Almanya'ya Allah'ın dağından gelmiş, değil Almanca, okuma yazma bile bilmeyen kişiler bu adamlar... "Almanlar ne yapsın?", "Haksızlar mı?" durumu olacaktı. "Entegre olsunlar..." denecekti. Halbuki bugünkü durum farklı... Almanca bilmen, iyi konumda olman da bir şey ifade etmiyor. Eşin, Almanca bilmiyorsa,

pe cy

a

Oyunda çok ilginç bir şey oldu. Yabancı seyirciler oyundan sonra, Türkiye ve Almanya arasında yaşananları "İngiltere ile İrlanda gibi"... değerlen­ dirmesiyle açıkladılar.

U. Keleş: Saddam'ın zulmünden kaçan Türkmenler var örneğin. Onlara kucak açan bir ülke var karşılarında. Daha geçen gün Van'daydım, bir Kırgız köyü var, Kırgızistan'dan göç edenler var orada, devletin koruculuk yapıyorlar. Devletle hiçbir

22

U. Keleş: Doğru, katılıyorum bu değerlendirmeye. Almanlaşmak, Türkleşmek gibi kavramlar üretiliyor artık. Oyunda da böyle kavramlar var. Elin çobanı olarak oraya gidenler de aslında kendiliklerinden gitmediler tabii. Çağırıldıkları, ucuz iş gücü oldukları için gittiler. Oyunun dramatik olarak çok sağlam temelleri var. Birebir bağlantılı olduğu için söylüyorum. G. Tonbul: Şurası önemli tabii. Göçün başladığı 60 'lı yıllarda, Almanların istediği ucuz işgücü


a

yaptık bunu. Sahnedeki canlandırılan Muhtar gibi, hükümetlerin yaptığı da, kültürel bir çatışmaya doğru giden, göç olgusu karşısında fal bakmak... Şanssızlık, aksilik, alınyazısı, kadercilik diyorlar sonra da. Musa'nın serüveninde olduğu gibi, devlet politikasının o günden bu yana yenilenmemesi sonucu, dış ve iç göç hâlâ aynı şekilde devam etmekte. Gelecek kuşakların dil bilmesi ve çok iyi koşullarda yaşaması da durumu değiştirmeyecektir, çünkü Türk hükümetinin politikası değişmiyor. Aradan 50 yıl geçmiş. Elli yıldır bir politika değişmez mi, geliştirilmez mi? Gözden ırak olan, gönülden de ırak mı sayılıyor yoksa. Devlet eliyle göçün boyutlarını daha iyi anlamak için ırak sözcüğünü Irak olarak da okuyabiliriz belki de...

cy

Ağzının içini göstererek "Ağzımdan dişleri bile aldı o acı" dedi. O yıllar acıya gebeymiş... M. Demirkanlı: Misafir'de oyunun estetiği içinde müthiş bir devlet ve göç politikasının eleştirisi de var. Oyunculuk, oyun çıkarma keyfinin içinde bunun olmasını önemsiyorum.

pe

bizim devletin de işine geliyor. Size iş bulduk diyorlar işçilere. Büyük bir sektör kuruluyor. Hükümetin işçi örgütleriyle ayrıştığı nokta bu. Devlet olabildiğince insanı göndermek istiyor. Oyunun broşürünün arkasında o döneme ilişkin belgeler var. Almanlar, tıpkı Nazi dönemini anımsatan uygulamalar yapıyorlar. Gidecek olanların dişlerine, cinsel organlarına kadar bakıyorlar; göğüslerine çıkmaz boyayla numara yazıyorlar. Gittiğin zaman oraya o numarayı gösteriyorsun. Bu paralellikleri kullandık oyunda. Biz valizlerin üstüne yazdık o numaraları. Aslında birinci kuşağın bile kendi isteği değildir Almanya'ya gitmek. Biz size çok iyi şartlarda iş bulduk dediler ve resmen adamları kolundan tutup yolladılar. Trenle üç gün üç gece aç susuz gitmişler. Trende yemek verilecek denmesine rağmen verilmemiş. Tuvaletlerini bile vagonlara yapmışlar. Oyunu seyredenler arasında bir kişi o yılların yolcusuydu. Oyun sonu, hüngür hüngür ağladı; bizi de ağlattı. Toy, gencecik adammış gittiğinde. 1961'de gitmiş.

G. Tonbul: Evet, doğru. Oyunda olmayan bir ayrımı kullandın. Oyunda Muhtar ile Musa sahnesi var. Musa, Almanya'ya gitmenin yollarını ararken, emekçi kesimin, emeğin temsilcisi Yiğitbaşı'nın önerisi kooperatife girmesidir. Kendi sorunlarının çözümünü kendi üreten bir örgütte, Musa'nın cehaletinin giderileceğine inanır çünkü. Oysa, Musa o yıllardan beri alışılan yöntemi seçer. Devletin kapısına gider (oyun çıkarmada muhtar figürü ile gösterilir) ve rüşvet vererek, elindeki avucundakini satarak muhtarın listesinin en başına yazdırır adını. Bu metinde yok aslında... Devletin yıllardır geliştirmediği, üstünde durmadığı, kişilere havale ettiği bir sorunun altını çizmek, eleştirmek için

U. Keleş: Bu oyun çok iyi ve şık bir araştırma olmuş. Ama seyircinin biraz daha katılması gerek bence... Gerçekte, şu anda kendi haklarını bile savunacak kadar aydınlanmamış Türk halkı, Almanya'da yaşayan Türk'ün özlük haklarını savunamaz. Biz

Aradan 50 yıl geçmiş. Elli yıldır bir politika değişmez mi, geliştirilmez mi? Gözden ırak olan, gönülden de ırak mı sayılıyor yoksa. Devlet eliyle göçün boyutlarını daha iyi anlamak için ırak sözcüğünü Irak olarak da okuyabiliriz belki de... 23


burada emeklilik haklarımıza bile sahip çıkamazken oradaki vatandaş için ne yapabiliriz ki?.. Gürol Tonbul'un rejisinde kendi bakışı yansıyor ama... G. Tonbul: Bu görüşüne tam katılamayacağım. Türk hükümetinin yaptığı yanlışların yanında bireyin yaptığı yanlışlıkları da vurgulamak istedim. Rüşvet alma verme olayında olduğu gibi, oyun kişilerinin, kendi koşullarının haklılığına sığındığı ama özeleştiride bulunduğu; oyun sonu da bu açıdan önem taşır. Bunları da göstermek zorundaydım. Bireyin kişisel haklarının savunucusu olması savı doğrudur. Yine de, oyundaki umut ışığı Musa'nın oğludur. Yiğitbaşı'nın insani değerlerle yetiştirdiği Yiğit oyunda önemli bir figürdür. Bir bireyin varlığı bile insani olanı yarına taşımak, olumsuzlukları değiştirmek için önemlidir bence. U. Keleş: Şimdi 1. kuşak, 2. kuşak, 3. , 4. kuşak sorunları derken katılıyorum bunlara. Oyuna döndüğümde Musa, arkadaşlarının öyküsü kadar, Yiğitbaşı'nın terbiyesiyle büyüyen oğlunun öyküsü ve oradan da göç yasasıyla 3. ve 4. kuşağı öyküsünü de sahnede görebiliyoruz. Burada baktığımız zaman öğeler tam, anlatım özlü ve seyircinin etkilendiğini görüyorsun.

meddaha baktığımız zaman, anlatıcının kravatı ya da son bir yaprağın eline düşmesi gibi... şiirsellikler aradım ben... Karanlıkta kalıyorsun. Işıklar ve mumlar var. Orda bir doku var. Koku da olmalı Gürol. Anlıyorsun değil mi? G. Tonbul: Koku olan, oyunun dokusuna koku eklediğim bir oyun yapacağım senin için. (Bu yanıtın ardından Uğur otel lobisindeki kubbeyi titreten kahkahasını koyuveriyor.) Oyun dışına çıkalım ve bugüne gelelim. Bugün içinde yaşadığımız, ürettiğimiz kurum Devlet Tiyatrosu. Dışarıda hemen hemen her alanda, Devlet Tiyatrosu kimliğini, unvanımızı ya da oraya ait olma duygumuzu kullanıyoruz. Tıpkı Musa gibi, hem kendimizi bir yere ait istemek istiyoruz hem de o toplulukta üretimde bulunmaktan, örgütlenmekten kaçmıyoruz. Aidiyet duygusu önemlidir hele hele üretim yapıyorsanız enerji verir insana. Elbette, sürüleşmemesi, tembelleşmemesi gerekiyor insanın. Aslında nereye ait olduğuna ilişkin sorgulamanın olması kaçınılmaz bir arayış olmalı. Nereye ait olduğunu hissediyorsan oraya karşı ya da orada mücadele verebiliyorsun demektir. Şimdi Musa ve Musa gibiler bir örgütlenmenin içinde olsalardı bugün devletten beklediği çözümleri kendisi de üretebilirdi, çözümün bir parçası olabilirdi. Oyuncu örgütlenmesi Devlet Tiyatrosu içinde de var mı? Herkes, bir örgütlenme modelinden uzak kalmayı yeğliyor. Baştaki yöneticileri suçlayarak sivil bir örgütlemenin de içinde olmak istemiyor. Her

pe

cy

a

Peki, sorunlarını ileten, üretimlerine yer veren tiyatro dergisine getirelim sözü. Bu ülkede bir tane Tiyatro Dergisi'var. Oyuncu haklarının, üretimlerinin duyurulabileceği tek dergi olan tiyatro dergisinin okuru kaç kişi... Kaç kişi sürekli alıcısı?

Yaşananlar komik bir şekilde anlatılıyor. Bilgesu Erenus'un kurduğu çatıda, yaşananlar komik öğeler içerisinde anlatılırken bir anda seyirciye garip geliyor. Belki anlamda bu öğeler çok daha iyi kullanılabilir. Ne şekilde kullanılabilir? Günümüzde, eski

şeyin yeni bir yasayla düzeleceğine inananlar çoğunlukta. Oysa, kendini bir yere, bir üretime ait hissediyorsan, oradaki mücadelenin ya da O'na karşı mücadelenin içinde olmalısın. Kendi yazgını belirleme çabası tükenmemeli bireyde. Musa bile oyun içinde bunu başarıyor aslında. Hiçlikten tekrar varoluşunu yaratabiliyor ve sorguluyor. U. Keleş: Bugün bu ülkede kendi özgürlük haklarını, sosyal güvenlik haklarını savunamayan bir halkın parçası gibi her şey... Onlardan kendi haklarını savunması beklenemez. G. Tonbul: Peki, sorunlarını ileten, üretimlerine yer veren Tiyatro Dergisi'ne getirelim sözü. Bu ülkede bir tane 'tiyatro dergisi' var. Oyuncu haklarının, üretimlerinin duyurulabileceği tek dergi olan tiyatro dergisinin okuru kaç kişi... Kaç kişi sürekli alıcısı? Sorunları duyurabilmek için çözümün de bir parçası olması gerekmiyor mu insanın. Tıpkı oyundaki gibi, oyun alanının korunabilmesi için birilerinin oyun çıkarması gerekmiyor mu? Birilerinin de bunu yazması istenmiyor mu? M. Demirkanlı: Ben kapatayım perdeyi o zaman. Birçok arkadaşım, kendi üretimlerinin duyurulmamasından yakmıyor. O üretimleri kime duyuruyor, bir de bu cepheden baksak! Biz bölgelere yalvar yakar oluyoruz ama bir maille bile yeni oyunlarını duyurmaktan eriniyorlar. Bu serzenişimle birlikte sohbeti noktalayalım. İkinize de bu sıcak sohbet için teşekkür ederim. Sohbet, zaman zaman kesildi, kopukluklar oluştu, ama doğallığını bozmamak için bant çözümüne fazla müdahale etmedik, tekrarları attık geriye yukarıdaki sıcak sohbet kaldı. Uğur Keleş'e ve Gürol Tonbul'a teşekkür ederim.

24


pe

cy

a

DİLİ

Nehrin Solgun Yüzü Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan 25


Yalnızlık, Aşk Ve Dostluk Üzerine Bir Oyun Büyük kentlerin yalnızlaşan insanı; güvensizlik, yabancılık; imajlara dayalı, derinliksiz insan ilişkileri; tanıdıklık duygusunu, geçmişle bağını hızla unutan ve unutturan dev kalabalıklar... Bütün bu sıradanlaşmış betimlemeleri ile, günümüz... ve Londra'dayız. Ama hangi büyük kentte yaşıyorsak, pekala orada da olabilirdik, kendi labirentimizde... Yaşamı bu karmaşanın içinde sürdürmeye, adeta mahkum olmuştur insanlar. Her şey, beklenmedik anlarda burada çıkacaktır karşılarına; aşk ya da aşk zannedilen her neyse, düşmanlıklar, korkular, art

pe cy a

niyetler ve belki de en umulmadık sırada buluverecekleri gerçek dostluk. Polisiye bir öykünün akışında çıkacak karşımıza bütün bunlar. Bu yüzden, aşk-ölüme, nefretdostluğa, umutsuzluk-umuda daha bir yakın... Özgür Yalım

Bu, İngiliz yazar Nick Stafford'ın Kamerine Desouza özgün adlı, dilimize Nehrin Solgun Yüzü adıyla çevrilen oyununun ülkemizde ilk sahnelenişi olduğu gibi, yazarın oyunlarından birinin tiyatrolarımızda ilk sahnelenişidir. İyi ki Sorup Duruyor Tiyatro Dönüp geriye bakıyorum, iki yılı biraz aşkın süredir Tiyatro Stüdyosu perde açamamış. Bilinen genel geçerli nedenleri; parasal açmazı, salonsuzluğu,

26


sponsordan yoksunluğu, Devlet Desteği'nin iki yıl art arda uzun süreler gecikmişliğini ve bir yığın başka etkeni bir kez daha sıralamanın, hele yakınmanın, ne yeri ne zamanı şimdi. Çünkü bir kez daha açılıyor o perde. Söz, sahnede söylenecek şimdi. Ne ki, iki yılı aşan ara, neden ne olursa olsun, çok gelmiş bizlere, üzüntü de vermiş elbet biraz. O yüzden, bir yandan sahneyle hasret gidermenin eşiğindeyken, bir yandan da açığı kapatmanın planı yapılıyor. Bu da demek ki, Tiyatro Stüdyosu önümüzdeki tiyatro sezonunda, izleyenin karşısına -biri izlediğiniz bu oyun olan- iki oyunla çıkmayı umuyor. Tiyatro Tanrıları tüm engellere karşı yanımızda olsun. Nehrin Solgun Yüzü (Katilerine

pe cy a

Desouza) ile, başlangıçtan bu yana hep olduğu gibi,

sahnelerimizde oynanmamış bir

oyunu sunuyor izleyiciye Tiyatro

Stüdyosu. Yine hep olduğu gibi; "insanlık durumu" ya da

"İnsanoğlunun binbir hali"

üzerine bir çift söz eden bir oyun bu da.

İnsanlık hallerinden neyi/neleri mi ele alıyor oyunumuz? Bir

"psikolojik gerilim" kurgusunun

oluşturduğu geri planın önünde neyi/neleri mi irdeliyor,

anlatıyor? Oyunun yönetmeni, sıraladığı durumlar-olgular arasında "yalnızlık, aşk ve dostluk" olgularını özlü satırlarının başlığına yerleştirmiş. Bir eleştirmen "...yanıtı olmayan büyük sorular, yalnızlık, belirsizlik, bir tür adalet, tragedya ve kurtarma / kurtarılma öğeleri üzerine bir oyun" nitelemesi ile olgu katmanlarını çoğaltmış. Oyunu değerlendiren biri, tek olguya

27


odaklanarak "keder-acı" demiş. Bir başkası da onu şöyle nitelemiş: "İnsan kimliğinin değişken (oynak) yapısını özünden kavrayan bir inceleme." Belirtmeliyim ki, önceki nitelemelerin her birini yerinde bulmakla birlikte, en yakın durduğum, bu sonuncusu. Onu -kendime göre- açarsam, karşımda şu sorular dizgesi oluşuyor: İnsanın belirli bir kimliği ya da kişiliği gerçekten var mıdır, yoksa bu, o kişiye bakanın nasıl, ne açıdan, ne yakınlıkla baktığına ya da o kişinin başkalarına kendini nasıl gösterdiğine, sunduğuna bağlı olarak tümden değişen bir olgu mudur? Tiyatro, böylesi yüzlerce-

pe cy a

binlerce soruyu, yüzlercebinlerce sahneden her akşam sorup duruyor bize. İyi ki öyle yapıyor. Ahmet Levendoğlu Nick Stafford / Yazar Yaklaşık son yirmi yıl içinde İngiliz tiyatrosunda, ilgi çeken yapıtları ve verimliliği ile kendine bir yer edinmeyi başarmış oyun yazarlarından. Sahnelenen oyunları: Back of the Bus (Otobüsün Arkası) 1990, The Snow Queen (Karlar Kraliçesi) 1991, The Devil's Only Sleeping (Şeytan Yalnızca Uykuda) 1992, Moll Cutpurse (Yankesici Kapatma) 1992, Battle Royal (Krallığın Savaşı) 1999, Luminosity (Parlaklık) 2001, The Chain Play (Zincirleme Oyun)* 2001, Love Me Tonight (Sev Beni Bu Gece) 2004, Katherine Desouza 2006, War Horse (Savaş Atı) **

28


"Anlatılmak istenen bir öykü varsa, onun 'drama'nın her alanında anlatılabilirliğini" savunan yazar, ayrıca önemli sayıda radyo oyununa, TV oyununa, TV filmine ve film senaryosuna imza attı. En köklü bölge (kent) tiyatrolarından Birmingham Repertory Theatre Company'de "yerleşik oyun yazarı" olarak görev yaptı. Oyunlarından dördü bu tiyatroda sahnelendi. Ülkenin en önde gelen iki tiyatrosundan Royal National Theatre'da (Krallık Ulusal Tiyatrosu) sahnelenen üç oyunu Battle Royal, The Chain Play, War Horse ile Royal Shakespeare Company'de (Krallık Shakespeare Topluluğu) sahnelenen Luminosity onun

oldu.

pe cy

A Matter of Sex (Bir Seks

a

tanınmış bir oyun yazarı konumunu perçinleyen yapıtları

Konusu) radyo oyunuyla Sony

Gold (1933); Pity (Yazık ki) adlı senaryosuyla da Dennis Potter (1998) ödüllerini aldı.

* Nick Stafford ve çeşitli ünlü yazarların her birinin birer sahnesini yazdığı oyun.

** Michael Morpurgo'nun romanından uyarlama.

Yazar: Nick Stafford Çeviren: Ahmet Levendoğlu Yöneten: Özgür Yalım Sahne Tasarımı: Behlüldane Tor Işık Tasarımı: F. Kemal Yığitcan Müzik-Efekt: Sinan Bökesoy Oynayanlar: David: Mahmut Gökgöz Fay: Ayça Bingöl Kevin: Gökçer Genç Emile: Kevork Türker

Oyun boşüründen alınmıştır.

29


"Pierre ve Oğlu" Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr

ustayla sahnede karşılıklı oynayabilmekti. Öyle ki Christophe Duthuron'la beraber yazdığı bu modern komedi sayesinde hayali gerçekleşti ve 2 yıldır bu oyun Paris'te "Theâtre des Varietes"de başarıyla oynanıyor.

pe cy

a

Christophe Duthuron'un sahneye koyduğu bu oyunun konusuna gelince: Pierre büyük bir süpermarketin müdürü. Bir gün, süpermarketin raflarından mal çalıp yakalanan bir müşteriyi bürosuna getirirler. Hırsızlık yapan bu müşteri Pierre ile aynı soyadını taşımakta ve babası olduğunu iddia etmekte. Önce buna inanmak istemeyen Pierre, bir müddet sonra kabullenmeyi yeğler, çünkü özlemini çektiği baba imajı yıllardır yüreğinde kanayan bir yaradır. Hırsızı alıp, akşam evinde misafir etmeye karar verir. Lakin "baba"yı, karısına ve çocuklarına nasıl tanıştıracaktır? Karşılaşmaları aniden geriye dönen babanın zor karakteri ve tutarsız davranışları yüzünden pek kolay olmaz. Baba ile oğlun karşılaşmaları sahnede yer almayan, fakat hikayede var olan diğer karakterlerle beslenerek "gag" tarzında akıyor. Arkadaki perdeden diğer karakterlerin çizgi Geride bıraktığımız tiyatro sezonunda Paris filmi geçiyor ve canlı bir dekor gibi seyircinin sahnelerinde seyredip, aktarılması gerektiğini beğenisini kazanıyor ve bu da ikilinin oyununa daha düşündüğüm birkaç oyundan bahsetmek bir gerçekçilik katıyor. Ama oyunun iyi akmasının istiyorum: en büyük sebebi iki dev aktörün sağlam oyunculukları. Pierre Richard ve Pierre Palmade'in "Pierre ve Oğlu" (Pierre et Fils) oyunu iki çok işbirliği sayesinde seyirci oyunun içine girebiliyor, dikkatle izliyor, dinliyor ve duygusal anlarda önemli aktörün Pierre Richard ve Pierre Palmade'ın sahnede karşılıklı olmasından dolayı heyecanlanıyor. kayda değer bir gösteri. Bir diğer enteresan oyun ise Bette Davis ile Joan Pierre Richard'ı Türk seyircisi beyazperdeden Crawford arasındaki kavgayı hayali bir senaryoyla hatırlar, özellikle sakarlıkları ve tutarsız sahneye taşıyan Jean Marboeuf'ün yazdığı "Bette davramşlarıyla Fransız sinemasının Jerry Lewis'i Davis ile Joan Crawford'un Başına Ne Geldi?" olarak hafızalarımıza yerleşmiş olan bu aktör, (Qu'est-il arrive a Bette Davis et Joan Crawford?) bu oyunda uzun yıllardan beri kayıp olan garip bir babanın birdenbire ortaya çıkmasını başarıyla 1962'de yönetmen Robert Aldrich "Baby Jane'in yorumluyor. Pierre Palmade ise son 15 yıldır Başına Ne Geldi?" (Qu'est-il arrive â Baby Jane?) Fransız sahnelerinin ve televizyonunun en ünlü filmiyle çok ünlenir. Bu filmde iki kız kardeşin one-man şovcusu. Pierre Palmade büyük bir kıskançlıklarını ve nefretini işleyen yönetmen bu Pierre Richard hayranı ve en büyük hayali bu

30


film için Hollywood'un iki dev aktrisini şöhretlerinin inişe geçtiği bir dönemde karşılıklı oynatır. Filmde Jane (Bette Davis) harika bir çocuk yıldız: Şarkı söylüyor, dans ediyor, şovlarda oynuyor ve ailesine bakıyor. Ama kız kardeşi Blanche (Joan Crawford) onun şöhretini elinden alıyor ve büyük bir yıldız oluveriyor. Ama Blanche ününün zirvesindeyken müphem bir araba kazası sonrası kötürüm kalıyor ve Jane'in bakımına muhtaç bir duruma düşüyor. Jane'in intikamı ise korkunç oluyor. Blanche'a korkunç bir işkence uyguluyor. Bu filmi çevirirken eski şaşaalı günlerinden artık eser kalmayan bu iki aktrisin de arasında büyük bir gerginlik yaşanır. Birbirlerine şaka ile karışık yaptıkları eşek şakaları ve birbirlerinden daha üstün olma çabaları filme de damgasını vurur.

Anlatılan 60 tane hikâyenin bazıları geleneksel Yiddish Yahudi masalları, bazıları Nasreddin Hoca'nın oryantal hikayeleri, bazıları Ch'ha'nm Yahudi-Arap masalları, bazıları Ortadoğu halk destanları, bazıları mistik Sufi hikayeler, bazıları Yahudi Hassidik ilahiler... Farklı bir tiyatro yapan bu grupta Sylvie Harland, Caroline Pollares, Giovanni Vitello ve bateride Eric Dambrin, oyunculardan bir metre uzaklıkta şişeler arasında oturan seyircisine keyifli bir saat yaşatıyor.

cy

a

Birbirlerine sürekli zehir zemberek ithamlarda bulunan bu ikilinin hayali yazışmalarını sahneye taşıyan Jean Marbceuf farklı bir oyun ortaya çıkarmış. Sadist, zalim, garip, duygusal bir düello yazmış. Ama zıtlaşmalar devam ederken bu artık yaşlı iki yıldız kaprislerine ve filmdeki başarılarına rağmen yalnızlığın her artistin kaderi olduğunu keşfedip gerçekle yüzleşecekler. Bette Davis ile Joan Crawford'un 601ı yıllarda film platosundaki düellosu çok çarpıcı. Birbirlerini alt etmek ve acıtmak için ortaya koydukları her türlü entrika mübah; kullandıkları silah ise öldürücü nükte. Birbirlerine duydukları kin sayesinde ikili hayata tutunuyor. Birbirlerini yıpratmayı, yok etmeyi, ezmeyi vazife edinen bu ikili diğerinin küllerinden var olacağını varsayıyor. Karşısındakini acıtarak beslenen bu ikili oyunun sonunda zavallılıklarıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor.

Bütün bu kurnaz karakterler Yahudi ve Arap geleneklerinde anlatılan masallarda yaşamışlar ve mizah yoluyla doğruyu, yanlışı, iyiyi ve kötüyü vurgulamışlar. Gösteride, tiyatro diliyle yazılmış masallar kukla şeklinde oradan oraya giden gezgin bir çocuğun gözünden ve bir anlatıcı tarafından naklediliyor. Sahnede 3 oyuncu değişik kimlikleri canlandırıyor (masalcı Elya, Khelm'in delisi Yankl ve kurnaz Nasreddin Hoca). Sahnede İran harpı, melodika, değişik perküsyonlar ve bateri çalan bir müzisyen orijinal bir müzik yapıyor. Görsel olarak gösteride herhangi bir dekor yok, onun yerine çok renkli kostümler, farklı meslekleri simgeleyen değişik giysiler ve 5 yaş çocuk boyundaki kukla var.

pe

Paris'te Bouffes Parsiens Sahnesi'nde Nisan'dan beri sahnelenen bu oyunda Bette Davis'i Severine Vincent, Joan Crawford'u ise Julie Marbceuf oynuyor. Jean Marbceuf'ün yazdığı bu hayali mektuplaşmayı ise Didier Long sahneye koydu. İki rejisör koltuğuyla yapılan basit dekoru ise Jean-Michel Adam tasarlamış.

Yahudi ve Arap Geleneklerimizde Delilerin, Bilgelerin Masalları

(Histoires de Fous, Histoires de Sages) Paris'in Marais Mahallesi'nde yer alan küçük Essaion Tiyatrosu'nun içindeki kabare salonunda oynanan bu oyunun adı bana çok ilginç geldi ve bir cumartesi günü öğleden sonra gidip seyrettim. Bu gösteriyi sahneleyen "Kaçış Tiyatrosu Grubu"nun (Le Theâtre de la Fugue) artistik direktörü ve yönetmeni olan Philippe Osmalin'in Ortadoğu'yla kuvvetli politik, kültürel ve tarihsel bağları var. İsrail'de bir "kibutz"da yaşayan ve Kudüs'te İlahiyat Fakültesi'ni bitiren Osmalin, Ürdün ve Mısır'da da uzun yıllar oturmuş. Bu tiyatro projesindeki amacı Yahudi ve İslam-Arap kültürlerinin ne kadar yakın olduklarını vurgulamak. Bu konuyu işlerken Yahudi ve İslam-Arap masallarını kaynak olarak kullanmış.

Gösteri, delilikle bilgeliğin arasındaki ince çizgiden ve bilge insanlarla deli insanların aslında ne kadar çok benzeştiklerinden yola çıkıyor: Bunlar arasında mitolojik Yahudi şehri Khelm'de yaşayan ve kendilerini Bilge sanan Deliler var; Arap ve Müslüman kültürünün renkli kişiliği Djeha var. Djeha, Yahudi-Arap hikâyelerinde Ch'ha diye anılırken, Akdeniz kültüründe Nasreddin Hoca olarak tanınır.

31


pe cy

a

4. Ordu Uluslararası Çocuk Ve Gençlik Tiyatroları Festivali'nde Yaşanan

Kültür Buluşmalarına Bakış

M. Nurkut İlhan / Yönetmen-Oyuncu

32

Ordu'ya varır varmaz, kent kültürü kimliğinin yaşantıya yansıdığına hemen tanık oluyoruz. Sanata evet demenin ve bunu kabullen­ menin Ordu kent kültüründe olumlu etkisi de gözleniyor.

2-8 Haziran 2008 tarihleri arasında Ordu Belediyesi ve TOBAV (Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı) tarafından ortaklaşa düzenlenen festivali mavi ve yeşil'in hakim olduğu Karadeniz doğasındaki Ordu ilinde izlemek gerçekten keyifti. Ordu'ya varır varmaz, kent kültürü kimliğinin yaşantıya yansıdığına hemen tanık oluyoruz. Sanata evet demenin ve bunu kabullenmenin Ordu kent kültüründe olumlu etkisi de gözleniyor. Sabah 6.50 uçağı ile Ankara'dan Trabzon'a geldik. Buradan Ordu'ya Festival Komitesi'nin akılcı organizasyonu sayesinde yürüyüş kortejine yetiştik. Ordu

Valisi Ali Kaban, Ordu Belediye Başkanı Seyit Torun ve TOBAV Genel Başkanı Tamer Levent'in katılımıyla Festival korteji yürüyüşü başladı. Ordu Belediye Başkan Yardımcısı Özer Karadağ'ın çabasını da unutmamak gerek. Sırrı Paşa Caddesi'nde önde tır kamyonu boks ringi şeklinde korumaya alınmış. Basın mensuplarının yürüyüşü görüntülemeleri için hazırlanmış. Festival açılışı yürüyüşü boyunca Ordu halkı, esnafı, çocuğundan gencine, orta yaştan yaşlısına dek coşkuyla destek verdiğine tanık olmak; caddede ve apartmanlarda bulunan her yaştan insanın alkışlarla verdiği destek, festivalin halk tarafından sahiplenildiğini açıkça

gösteriyordu. Yürüyüş süresince belediye bandosunun müzik ziyafeti, festivale katılan tiyatro gruplarının tanıtım pankartları eşliğinde destek vermesi yanı sıra, ilköğretim okulu öğrencilerinin kimi folklor giysileri, kimi otantik giysiler ve aksesuvarlar ile, kimi de hayvan karakterindeki giysilerin içinde uyumlu makyajlarıyla yürüdüler. Ancak festivale katılan grup oyuncuları günlük yaşantı giysileri ile yürüyüşte yer aldılar. Karnavala dönüşen festival yürüyüşünde Festival Komitesi'nin yürekli coşkularıyla beraber yoldaki halka çiçek ve festival programını vermeleri çok hoş ve etkileyici bir tavırdı. Bu eylem yürüyüş sona erene dek devam etti. Rehberlerin


de bu coşku içinde yer almalarının yanı sıra Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni, yardımcısı ve oyuncularının da büyük desteğine tanık oluyoruz. Yürüyüş yaklaşık 30 dakika sürdü. Deniz kenarında Atatürk Parkı'nda sona erdi. Yürüyüşe katılan tüm gruplar park alanında yerlerini aldıktan sonra saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın ardından TOBAV Genel Başkanı Tamer Levent; Atatürk anıtına çelenk koydu. Ardından kürsüde festivalin geçmişini, Ordudaki tiyatro geleneğinin varlığından, yetişen nesile nasıl olumlu anlamda yansıdığından söz etti. Nice festivallere diyerek sözlerini tamamladı. Ordu Belediye Başkam Seyit Torun ise Ordu'nun kültürel yapısından, festivalin oluşum süreci ile Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu geleneğinden, TOBAV ile tanışmalarından söz etti. Festivalin sürekli hale gelmesi dilekleri ile sözlerini tamamladı. Konuşmaların ardından bando eşliğinde gösterilere geçildi. Folklor, modern dans ve ilköğretim okulu öğrencilerinin tiyatro gösterilerinin ardından festival kortejinin yürüyüşü sona ererken festival de başlamış oldu.

Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu ile Öğretmen Evi'nin yanında yer alan 400 kişilik Atatürk Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi.

Festival gösterileri 209 kişilik

Devlet Opera ve Balesi'nin

3 Haziran Salı günü AKM Salonu'nda İstanbul ART Tiyatrosu'nun "Arkadaş" isimli çocuk oyununu saat 11.00'de izledim. Deniz Salman'ın yönettiği, pano dekorların önünde şarkı ve figürlerle desteklenen şarkı ile oyunun başlamasına tanık olduk. Çadır tiyatrosu mantığı ile hazırlanmış dekor ve kostümlerin

Karagöz Hacivat geleneğinin festivalde yer alması, gelenekle­ rimiz ile çocukları­ mızın buluşturul­ ması yerinde bir karar. Oyunların bu geleneği yaşatacak, özendirecek ve kent kültüründe mozaik olarak yer alacak biçimde sunumu yerinde olacak diye düşünü­ yorum.

pe cy

a

Festivalin ilk gösterisi 2 Haziran Pazartesi Ordu Belediye Karadeniz Tiyatrosu (OBKT) Salonu'nda sergilendi. TAB Sanat/TAB ART 1995 yılında Ankara Devlet Balesi ve Çocuk Balesi Bölüm Başkanı Ömür Uyanık tarafından kurulmuş, daha sonra 2004 yılında Tan Sağtürk Bale Okulları ile birleşmiştir. Yalnızca çocukların yaptığı dans gösterisinden oluşuyor. Kişiliklerinin gelişmesinde, yaşam tarzlarını doğru belirlemede, vücut dilini doğru kullanmada ve hayata karşı bir duruşlarının olması anlamında bale yapmanın ne kadar yararlı olduğuna tanık oluyoruz. Estetik anlamda izleyiciye seyir zevki veren gösteri sonunda, çocuklar da çok mutlu oluyor. Modern dansın Ordu kültüründe yer alması, festival açılış etkinliği olarak sunumu bu tür festivallere yeni bir bakış açısı da getiriyor. İzleyici çocuklar, yalnızca tiyatro değil sanatın başka yapımları ile de buluşturuluyor.

"Karagöz ve Hacivat ile Cumhuriyete Yolculuk" oyunu ise öğleden sonra saat 18.00'de Atatürk Kültür Merkezi (AKM) salonunda sergilendi. Gülce Çelik Erdoğan'ın yönettiği, Hacivat'ın şarkısı ile başlayan oyun, gölge oyununun perdeden sahneye aktarılması anlamında doğru ve ilginç olmuş. Karagöz Hacivat geleneğinin festivalde yer alması, geleneklerimiz ile çocuklarımızın buluşturulması yerinde bir karar. Oyunların bu geleneği yaşatacak, özendirecek ve kent kültüründe mozaik olarak yer alacak biçimde sunumu yerinde olacak diye düşünüyorum. Gönül isterdi ki orkestra çukuru olan tiyatro salonunda; oyun orkestra eşliğinde sunulabilseydi. Modern dans gibi Gölge Oyunu olarak festivalde Karagöz Hacivat'ın yer alması yaşatılması ve anımsanması anlamında bir uyarı niteliği de taşıyor.

33


oyunu zenginleştirdiğini ve festivale renk kattığını görüyoruz. Öğleden sonra ise Akbank Karagöz ve Kukla Tiyatrosu'nun "Rüya" adlı oyununu saat 15.00'de izledim. Günümüzde yaşayan Gölge Oyunu Karagöz Hacivat ustalarından Tacettin Diker'in yönettiği ve sergilediği oyunda, yalın Türkçe kullanımı ile izleyicinin ilgisini çekmeyi ve dil anlamında iyi örnek olduğuna tanık oluyoruz. Tasvirlerdeki çeşitliliğin hareketlendirilmesindeki hünerin, perdeye yansımasındaki anlaşılır ve doğru Türkçe'nin izleyicinin oyundan kopmadan izlenmesini sağlıyor. Çok çeşitli ve gölge sahnesini dolduran tamamlayıcı dekor anlamındaki tasvirlerin de yer alması, yok olmaya yüz tutan Karagöz Hacivat geleneğinin hatırlanmasını ve olması gerektiğini anımsatıyor. İzleyici sayısının salon kapasitesinin üstünde olması oyunun izlenmesini oldukça zorlaştırdı. Salonda 5 inci sıradan itibaren ses anlaşılmayınca izleyici arasında konuşmalar başladı. Bu süreçte salonda oyunu duyarak izleyen

ile yalnızca hareket ile yetinen izleyici grubu oluştu. Çocukların tiyatroya bu denli ilgisi gerçekten sevindirici ve festivalin daha 4. yılında amacına ulaştığının bir göstergesi. Festival büyüyor. Salon ise izleyiciye yetmiyor. Kültür Merkezi'nin bir an önce yapılarak 5. yılında gerçekleşecek festivalde çocukların yeni salonlarda da değişik kültürden oyunları izlemeleri sağlanmalıdır. Siyasi otoritenin devlet olarak Ordu ilinde salon sorununu en kısa sürede çözmesi, kent kültürünün gelişimine altyapı olarak hizmet etme gerekliliğini yerine getirmesi gerekiyor. 4 Haziran Çarşamba günü Portekiz'den "Amenina Dos Meus Olhos" adlı çocuk oyununu Megagıgafruıtıbytejackpote! adlı gruptan saat 11.00'de OBKT salonunda izledim. Ana F. Gouveia, Beatriz Cantinho ve Marina Nabais'ın ortaklaşa yönettiği, 21 inci yüzyılda obez çocukların sorunu içerikli proje kapsamında diyetisyen katkısı ile hazırlanan oyun birçok festivalde çocuklarla buluşturulmuş. Düzenli ve sağlıklı beslenmenin oyun

pe cy

a

İzleyici sayısının salon kapasitesi­ nin üstünde olması oyunun izlenmesini oldukça zorlaştırdı. Salonda 5 inci sıradan itibaren ses anlaşılma­ yınca izleyici arasında konuşmalar başladı.

34

kurgusu içinde doğru verilmesi, dekorun ve seyyar aksesuvarların puzzle mantığı ile olumlu anlamda metne hizmet etmesi, öğretinin oyun ile oyuncular tarafından ustaca aktarılması, giysilerin metin ve dekoru tamamlayıcı renklerden oluşması, oyunun çocuklar tarafından kopmadan izlenmesini getiriyor. Yer yer müziğin ve dansın desteklendiği, izleyicinin de diyaloglarda oyuna ustaca dahil edilmesi, oyunun parçası haline dönüştürülmeleri bu tür tiyatro oyunlarımn"Eğitimde Tiyatro" mantığı ile hazırlandığını gösteriyor. Didaktik tavırdan uzak duran reji buluşması zaman zaman çocukların oturdukları yerden de olumsuz karaktere birlikte karşı duruşlarını da getiriyor. Günde 6 öğün sağlıklı ve yerinde yiyeceklerin seçimi ile mümkün olabileceği öğütleri oyun, müzik ve dans yoluyla ifade edilmesi izleyicilerin yaşamlarını da sorgulamalarının gerekliliğinin altını çiziyor. Sosyal bir proje olarak festivalleri dolaşan oyun hem izlenmesi gereken hem de sosyal projelerde tiyatronun nasıl işlevsel olabileceği anlamında örnek bir oyun olarak Festival'de


kapattılar. Ağızları da kapalı olarak yalnızca burundan nefes alarak öncelikle park alanı içinde değişik noktalarda bazen duygusal bazen dramatik kurgu içinde yer aldıktan sonra heykele dönüştüler. Bu arada doğal olarak oradan geçen ve gösteriden haberi olarak gelenler büyük bir kalabalık oluşturdu. Sokak boyunca ilerken mekanı görerek ve seçerek kişinin gelerek bu mekanlarda tamamlayıcı özelliklerini gerçekleştirerek heykelleşmeleri son derece yaratıcı ve seyir zevkini bazen yürüyerek bazen koşarak artırıyordu. Mekan anlamında bazen bir duvar, bazen bir dükkanın camekanının ön tarafı, kimi zaman çeşme başı, kimi zaman okul bahçesi, kimi zaman havuz, köprü, bank, seyyar satıcı, sokak lambası ve buna benzer yaklaşık 30 mekanda kişi önceden hazırlanmadan, aralarındaki uyumu ustaca yakalıyorlar ve heykel olduklarında bir anlam ifade ediyorlardı. Basit ama uygulamada son derece zor olan sokak rejisinde oyuncular belli ki serbest bırakılmış. Bu serbestliği yeteneklerini ustaca sergileyerek her gösteride yeni bir metin

oluşturuyorlar. Ertesi gün İsmet Paşa Caddesi'nde aynı mantık ile değişik mekanlarda farklı mizansenlerle dramatik yapı içinde anlamlı fotoğrafları yeniden keyif ile izledik. Sokak gösterisi gerçekten festival yelpazesi içinde hem biz hem de izleyenleri etkileyen bir gösteri oldu.

pe cy

"Alice Harikalar Diyarında" adlı günün ikinci oyununu Eti Çocuk Tiyatrosu yapımı olarak saat 15.00'te AKM salonunda izledim. Levis Caroll'un eserinden kısaltılarak sahneye aktarılan, Ünsal Sicilli'nin yönettiği oyun ön oyunsuz, birden başlıyor. Okumayı ve çalışmayı sevmeyen Alice'in tavşanın takılmasıyla oyun gelişim sürecine giriyor. Alice ve hayvan karakterini ifade eden kostümlerin abartılı olması ve mask kullanımı izleyiciye aktarımlar konusunda oldukça ilginç olmuş. Çocuğa bir tavır kazandırmak anlamında doğru bir çalışma olmuş.

a

yerini aldı.

Saat 19.00'da İtalya'dan Tiyatro Silenco'nun Luigi Pezzotti'nin yönettiği "Barok Öneriler" adlı sokak gösterisini yaya bölgesi içinde yer alan Sırrı Paşa Caddesi boyunca keyifle izledim. 7 oyuncunun sokağın başında bulunan park alanında özel giysi ve giysiye uygun çamur ile birbirlerinin açık olan tenlerine sürmelerine tanık olduk. Özel çamur ile saçlarını ellerini birbirlerine yardım ederek

5 Haziran Perşembe günü sabah saat 11.00'de OBKT salonunda Ukrayna'dan Polova Bölgesi Kukla Tiyatrosu "Lyal'ok" grubunun Polonyalı yazar A. Yanushevskaya ve Y. Vilkovskiy'in yazdığı "Tiger Petrik" masalından esinlenerek yapılan, D. Nuyanzin'in yönettiği "Kaplan Petrik" adlı oyununu izledim. Petrik, Afrika ormanlarında yaşayan küçük sevimli bir kaplan. Kendine has yaşam biçimi ile başlayan oyunda, otantik giysilerin büyük kuklalarla ifade edilmesi, makyaja yansıması, titiz çalışmanın yanı sıra ışık ve müziğin de kendini göstermesi seyir zevkini bize tattırıyor. Küçük Kaplan Petrik cesaretini kanıtlamadığı için Büyük Kaplanlar tarafından şans verilmeden en önemli özelliği olan çizgilerini alırlar. Çizgilerini

Basit ama uygulamada son derece zor olan sokak rejisinde oyuncular belli ki serbest bırakılmış. Bu serbestliği yeteneklerini ustaca sergileyerek her gösteride yeni bir metin oluşturuyorlar. 35


Oyunun rejideki orijinal serüvenine geçişi müze salonunda başlaması ile bir hayli ilginç başlıyor.

yitiren Kaplan Petrik aslında çok üzülür. Diğer hayvanlar Petrik'e yardım etmedikleri gibi çizgisiz görünümünü de alay konusu yaparlar. Bu simgesel çatışma kurgusu oyuna otantik yapı içinde ahenk ve heyecan getiriyor. Annesinin hastalanması ile ormanın diğer ucunda deniz aşarak gidilebilecek doktora gitmeye karar vermesi, ardından zorlu bir yolculuktan sonra doktoru annesinin yanına getirmeyi başarması. Böylece cesaretini kanıtlayan Kaplan Petrik'e Büyük Kaplanlar çizgilerini geri verirler. Kukla kullanımında basit malzemelerin, yaratıcı yeteneklerin farklı tekniklerin kullanılarak kuklaların boyutlarının büyütülmesi metne ustaca eklenmiş.

6 Haziran Cuma günü saat 11 .00'de OBKT Salonu'nda Ankara Sanat Tiyatrosu'nun Atila Oğultekin'in yönettiği "Asteriks ve Oburiks Kurnazlar Ormanında" adlı çocuk oyununu izledim. Asteriks ve Oburiks'in macerası birden başlıyor. Kral Aslan'ı kaybeden Kraliçe Aslan yönetimi ele alır. Ardından ormandaki tüm hayvanları yanına kendine başkan seçmek için çağırır. Tatilde ve macera içinde olan

pe cy a

Saat 15.00'te Konya Devlet Tiyatrosu'nun AKM Salonu'nda Güngör Dilmen'in yazdığı, Umut Toprak'in yönettiği "Midasın Kulakları" adlı 7-77 yaş grubunun yuva çocukları dahil hedef kitle olarak belirlenen oyununu izledim. Sahnede izleyicilerin konuşlandırılacağı biçimde düşünülen oyun daha sonra klasik çerçeve sahnede sergilenme fikrine dönüşmüş. Oyunun rejideki orijinal serüvenine geçişi müze salonunda başlaması ile bir hayli ilginç başlıyor. Müzeyi ziyarete gelen küçük bir kız çocuğu ve annesi müzayede gezerken çocuk ile kurulan

gizemli ve fantastik bağ ile oyuna geçilir. Liri ile Apollon, flüt ile Pan yarışırlar. Yarışı Pan kazanmıştır. Ancak Apollon bu sonucu kabullenmeyince Midas'ın kulaklarını eşek kulaklarına çevirir. Daha sonra olaylar Midas, berberi, karısı, herkes tarafından kabul gören bilge kişiler ve halk olayların gelişiminde ustaca yer alırlar. Aslında alt mesaj Anadolu'daki uygarlıkların günümüze lirik tavır ile aktarılmasıdır. Bu liriklik içinde günümüze taşlamalar da yer almakta ve hedefe ulaşmaktadır. Dekor ve kostümlerin metnin görselliğine iyi hizmet ettiğine tanık oluyoruz. Müzik ve teknik kullanımının diğer unsurlarla uyumlu biçimde örtüştüğünü de hissedebiliyor ve tadıyoruz. Oyunculuk tavırlarında izleyicinin dikkatinin kopmaması için özel bir çaba ve yöntem kullanıldığı belli oluyor. Oyunda müzeyi ziyarete gelen anne ve gerçek kızının buluşması gerçekten ender sağlanacak olanak ve bir reji tavrı.

36

Asteriks ve Oburiks de toplantıda bulunur. Toplantıya Tilki gelmez ve yeni biri olan Oburiks'e Tilki'yi getirme görevi verilir. Olaylar gelişir. Tilki'nin kurnazlığının olumsuzluklarda hep önde olması, Kurt'un bencil, Maymunların ikiyüzlü, Kraliçe Aslan'ın doyumsuzluğu yerinde vurgulanmış. Aynı gün saat 15.00'te AKM Salonu'nda Kalmik Gençlik Tiyatrosu'nun Boris Mandzhiev'in yönettiği "Beyaz Ay Masalı" adlı gençlik oyununu izledim. 400 sene önce Moğolistan'dan Kuzey Kafkasya'ya gelen Kalmik halkı kendi dili ile kültürünü ve masallarını oluşturmuş. Bu öyküde Kalmik halkı tarafından Kalmik efsanelerinin derlenmesiyle ortaya çıkarılmış. Budist inanışta olan Kalmik halkının geleneklerini yeni nesile ifade etmek ve yaşatmak için aynı ad ile gençlik tiyatrosu oluşturmuşlar. İyi niyetli olmayan bekçiler bir gencin ineğini çalarlar. Genç bu durumu kabul etmez peşlerine düşer. Çeşitli zorluklardan ve engellerden geçerek ineğine yeniden kavuşur. Kalmik halkına özgü otantik dekor ve aksesuvarlar önünde geleneksel giysilerle sergilenen oyunda kendi ülkelerinin geleneklerinden söz edilmekte ve görsel olarak izleyiciye ulaştırılmaktadır. Oyunun geleneksel danslarla ve


pe cy a

Türkçe sözlerle hareketli olarak başlaması, figürlerin ve seçilen objelerin metne ustaca hizmet ettiğinin doğru aktarılması oyun süresince başarıyla sağlanmış. Bu durum yaratıcı düşünce ile rejinin bütünleşmesini de beraberinde getirmiş. Karakterler fantastik kurguda bazen tek tek, bazen ikili, bazen de tümüyle ustaca görsel mükemmellikte yansıtılmış. Basit ulusal öykülerinin yalın biçimde müzik ve aksiyonlar, yaratıcı reji ile objelerle renklendirilmesi insana seyir zevki veriyor. Çocukların da katıldığı estetik anlamda güzel bir oyun izledik.

7 Haziran Cumartesi günü saat 11 .00'de Tiyatro Pozoriste Mladıh Grubu'nun, Zoran Deric'in yönettiği "Kumul Ve Bulut" adlı gençlik oyununu OBKT Salonu'nda izledim. Yaşamı boyunca büyük fırtına bulut olmayı hedefleyen küçük bulut çölde kaybolur. Çölde tanıştığı yalnız küçük kumul ile dost olur. Duygusal süreç sonunda birbirlerine aşık olurlar. Dünyayı dolaşmak arzusu onları sürükler. Bu süreçte büyük bir fırtınanın içinde kalırlar ve her ikisi de yok

olur. Ertesi gün hava aydınlandığında ucu bucağı belli olmayan çölde mavi renkte bir çiçek açar. Artık bulut bu mavi çiçeğin içinde korunacağını duygusal anlamda ifadesi ile oyun sona erer. Oyunda süreçlerin ve mekanların renkli ve öyküyle örtüşen doğru seçimlerle buluşturularak dramatik kurgu içinde zaman zaman karton kukla karakterleri ile desteklenmesi çok ilginçti. Dramatik anlarda sahneyi kaplayan örtülere karakter kazandırılması bana göre rejinin büyük başarısını oluşturuyor. Oyuncuların ustalıkları hem büyük örtülerde hem kukla oynatılmasında hem de vücut dillerinde kendini düzeyli olarak gösteriyor. Oyunun festival süresince tek bir seansta izleyici ile buluşturulması bana göre haksızlık. Keşke birden fazla seans izleyici ile buluşturulsaydı.

Aynı gün saat 15.00'te Çankaya Belediyesi Çocuk Tiyatrosu'nun Astrid Lindgren'in yazdığı, Ebru Ustüntaş'ın yönettiği "Pippi Uzun Çorap" adlı oyununu AKM Salonu'nda izledim. Sahnede bir oyuncunun yaklaşık 5 dakika yer

almasına anlam veremedim. Bu sürecin ardından oyun başlıyor. Türkiye'nin belki de kalbi sayılan bir ilçe belediye başkanlığının tiyatro oluşturması, çocuk ve yetişkin kulvarda oyunları izleyici ile buluşturması, ulusal ve uluslararası festivallerde yer alması gerçekten çok güzel bir durum. 8 Haziran Pazar günü saat 11 .00'de Hollanda'dan Tiyatro De Stilte grubunun Jack Timmersmans'ın yönettiği "Oyuncu Kuşlar" adlı oyunun, festivalin son gününde ilk etkinlik olarak izledim. 3 dansçı oyuncunun oyunun metnini izleyiciye aktarma ustalıkları aslında rejinin başarısı olarak gözüküyor. MADCAP Hollanda dilinde oyuncu kuşlar kelimesinin karşılığı olduğunu düşünürsek aslında bu metnin çocuklar için seçilmesi de çok önemli. Oyuncu kuşlar birbiriyle tanışırken, rekabeti de beraberinde getiriyor. Önce biri ile arkadaş olunuyor. Ardından başka bir arkadaş ortaya çıkıyor. Çatışma başlıyor. Doğal, inandırıcı ve düzeyli olarak. Üç sayısı aslında ortak bir karar

MADCA P Hollanda dilinde oyuncu kuşlar kelimesinin karşılığı olduğunu düşünürsek aslında bu metnin çocuklar için seçilmesi de çok önemli.

37


Sonuç

olarak 4.

Ordu Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali'nin yaşıyor olması, 16.250

izleyiciye

ulaşması çok önemli.

alınması için zor bir sayı. Buna karşı oyuncu kuşlar küçük kafesler, borular, ineğe dönüşmesi gibi basit nesneler ile anlatım tarzı çok hoştu. Çocuk izleyicilerin de katılımıyla gerçekten seyri zevk veren bir oyun olarak festivale renk kattı. Trabzon TRT Çocuk Korosu'nun sabahtan Ordu'ya gelişleri, zarif giysileri ile görünüşleri, aileleri ile festivale gelmeleri festivalde bana göre bir başka renklilikti. AKM Salonu'nda izleyenlere grup ve koro olarak seslendirdikleri müzikleri keyifle dinledik. TRT'nin önemli bir alanda altyapı oluşturarak, bu tür festivallerde tecrübe kazandırılmaları ise başka bir güzellik. Hazırlayanları, emeği geçenleri kutluyorum. Bu anlamlı ve keyifli müzik dinletisi ile festival noktalandı.

Festivaller genel anlamda baktığımızda bir arenadır. Bu arenada kalite rekabeti yaşanmalıdır. Kültür buluşmalarında birbirine ufuk açmalıdır. Karşılıklı ortak proje üretilmenin ilk adımlan atılmalıdır. Topluluklar mümkün olduğunca bir arada bulundurularak ve kaynaştırılarak farklı kültürlerin projelerinin başlangıç noktası Ordu olabilmelidir. Yerel ve ulusal basının, kültür kenti Ordu'da mutlaka muhabirlerini bulundurmaları gerekmektedir.

cy a

Bir festival de iyisi kötüsüyle, en önemlisi var olduğunu göstermesiyle başladı ve bitti. Festivalin geneline bakacak olursak organizasyon anlamında ilk günün akşamı ayışığında festival gruplarına verdiği akşam yemeğinde değişik kültürlerden gelen insanların tanışmaları ve kaynaşmaları sağlandı. Diğer taraftan her gruba farklı otellerde konaklama hizmetinin verilmesi bazı aksamalara yol açsa da başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bütün gruplara aynı otelde

konaklama olanağı sağlansaydı araç sıkıntısı, iletişim sıkıntısı olmayacaktı. Gruplar daha iyi kaynaşacaktı. Akşamları oyun tartışmaları yapılabilecekti. Böylece izlediğimiz oyunun sahneye konuş mantığı, hedef kitlesi, sosyal proje olup olmadığı, bakış açılarını öğrenme fırsatı bulacaktık. Keşke seans sayısını artıracak formül olabilseydi. Bazı yerli ve çoğu yabancı grupların tek seansta festivalde izleyici ile buluşmaları gün ve salon sayısının yetersizliğim bir kez daha gösterdi. Seçilen oyunların yaş grupları, görsel malzemelerin de yer alması, sokak gösterilerine daha ağırlık verilmesi, Sırrı Paşa ve İsmet Paşa caddelerinin dışında uygun alanlarda da sokak gösterileri yapılması düşünülmelidir.

Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali'nin yaşıyor olması, 16.250 izleyiciye ulaşması çok önemli. Karadeniz'in incisi Ordu'da bu festivalin sürmesi ve duruşunu yıldan yıla güçlendirmesi çok önemli. Başta Ordu belediye Başkanı Seyit Torun, Başkan Yardımcısı Özer Karadağ ve TOBAV Genel Başkanı Tamer Levent, perde arkasında festivalin yürümesine büyük katkı sağlayan TOBAV'ın gizli kahramanlarına ve Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu oyuncularına, rehberlerimize, teknik desteğini esirgemeyen Devlet Tiyatrolarına ve festivale renk katan gruplara teşekkür ediyorum. Bu anlamlı festivali, yerel basın çok ciddiye alarak her gün gündeme getirdi. Ulusal basın kuruluşlarının festivalde yer almayışları çok üzücüydü. Ulusumuzda gerçekleşmesi gerçekten zor olan bu tür festivallere basının sahip çıkmasını ve geniş kitlelere aktarma sorumluluğunu yerine getirmesini beklerdim. Projesi kesinleşmiş kültür merkezinin hayata geçirilmesi ile bir koltukta iki çocuğun oyun izlemesi değil, bir koltukta bir çocuğun oyun izlemesi bilincini de kurum olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın sağlaması gerekiyor.

pe

Sonuç olarak 4. Ordu Uluslararası Ülkemizde ulusal anlamda TOBAV, uluslararası anlamda ASSITEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) Türkiye Merkezi ortaklaşa birçok il, ilçe ve yerleşim yerlerinde festival geleneği başlatacak birikime, ekibe sahiptir. Yerel yönetimlerin desteği ve altyapısıyla festival noktaları artırılmalıdır. Çabamız ve eleştirilerimiz Türk Çocuk ve Gençlik tiyatrosunun daha kaliteli ürünlerle iyi salonlarda, açık alanlarda çocuklarımız ve gençlerimizle buluşmalarıdır. Çünkü çocuklarımız ve gençlerimiz bunu hak ediyor.

38


pe cy a


a cy

Anadolu'nun

pe

Çılgın Tiyatrocuları, Seyircileri

Sadık Aslankara/ msaslankara@hotmail.com

40

Samsun'daki çılgın tiyatrocular, Samsun Sanat Tiyatrosu lokomotifiyle Artvin'e gelmiş, Turgut Özakman'ın "Şu Çılgın Türkler"ini sergileyecekmiş...

Belgesel çalışmalarım, olanca ağırlığıyla sürer, Anadolu'nun doğusunu, batısını birbirine ularken yolum bu kez Artvin'e düştü...

Artvin'e beşinci kez geliyorum son yirmi yıl içinde. Anadolu'nun en uygar kentlerinden biri Artvin. Üstelik heyecan verici bir coğrafyaya sahip. Yokuşlar tırmanıp inişler inen, her an bir tavşanın, çakalın, domuzun hatta ayının yolunuzu kesebileceği ladin ağaçlarıyla kaplı yeşil atlasıyla orman salıncağı bir kent, yöre... Güzelim ladinlerde zararlı böceklerin verdiği zararı, yol açtığı orman kıyımını, doğal dengede ortaya çıkan bozulmayı çekiyoruz gündüzleri, el

değmemiş bir coğrafyanın iç titreten görüntüleriyle bezeli olarak.

dayandım Belediyenin sinema, tiyatro salonuna, çaldım kapıyı... Artvin'de Var Bir Tiyatro Salonu...

Akşamlan dönüp bu kez Artvin'in yeşilden kubbesine sığınıyoruz, o zaman da yokuşun başındaki "Efkâr Tepesi"ne yerleşip rakı içiyoruz... Böyle günlerdeydi işte, bir afiş görmeyeyim mi çarşıdaki mağazaların birinde... Samsun'daki çılgın tiyatrocular, Samsun Sanat Tiyatrosu lokomotifiyle Artvin'e gelmiş, Turgut Özakman'ın Şu Çılgın Türkler'ini sergileyecekmiş... Kaçırılacak fırsat mıdır bu? Topladım arkadaşlarımı, vardım

Bir tiyatro salonu, tiyatrocudan, onların ortaya çıkardığı oyundan önce, seyircinin varlığıyla kendini somutlar ilkin. Seyirci yoksa eğer bir salonda, istediğiniz denli oyun sergileyin, tiyatro yapıldığını öne süremezsiniz orada kolayına. Bunları, bu biçimiyle olmasa da bunun çevresinde gezinen bir izlek halinde, ilginçtir, Turgut Özakman'la da konuşmuştuk yıllar önce. Özellikle Anadolu'daki insanların, laik bir yaşamın göstergesi bağlamında ailecek gidebildikleri tek yerin tiyatro salonları olduğuna


İşte 12 Eylül'ün ortadan kaldırıp yok etmeye çalıştığı bu tiyatro salonlarından biri Artvin'de karşıma çıktı... Gerçekten de iğne atılsa yere düşmeyecek bir salondu kapısından içeri adım attığım... Kadın erkek, çocuk genç, erişkin her yaştan Artvinli kendi salonunda yerini almıştı, görünen buydu dıştan bakıldığında. Ama bir düzen vardı salonda, bir bekleyiş, bir coşku yansıyordu seyirci olarak salonu dolduran bu insanların tutumundan, bakışından. Uğultu yoktu söz gelimi, amaçsız girip çıkan, koşuşturan, bağıra çağıra birbirine laf atan ya da yetiştiren... Diyeceğim düğün evi değildi, panayır, sirk de değildi, salondu, insanların oyun izlemek üzere koşup geldiği.

Anlamıştım, oyun izlenmiyordu, içiliyordu. İçte sindirilip ardından tepki boyutunda yeni baştan yaratılarak toplumsal bir bildirinin topluca seslendirilmesine dönüşüyordu. Evet, aynen böyle oluyordu. O zaman birden geçmişe kaydı belleğim... Sanki 2008'de Artvin'de belediye salonunda Turgut Özakman'ın Şu Çılgın Türkler'ini izlemiyordum da 1873'te İstanbul'da Gedikpaşa Tiyatrosu'nda Namık Kemal'in Vatan yahut Silistre oyununun gösterimindeydim. Seyircilerin arasında, onlarla birlikte ayağa fırlamış, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Çünkü salon mahşer yerine dönmüştü. Oysa, hiç kimse ayağa kalkıp "Yaşasın özgürlük!", "Yaşasın vatan!" diye bağırmamıştı, böyle dememişti, ama der gibi olmuştu. İçeriden, dışarıdan işgal edilmiş bir ülkenin her yaştan, her cinsten insanı kol kola girerek emperyalizme, onun yerli işbirlikçilerine karşı ortak bir duruşa geçmişti, koltuklarında oturan Artvinliler duygu kablosuyla birbirlerine bağlanır gibi olmuşlardı.

pe cy

Salondan içeri adım atar atmaz birden bu gerçeklikle burun buruna geldim diyebilirim. Yöneldim arka tarafa, hayret, son sırada bile boş tek koltuk kalmamıştı. Üstelik oyunun başlamasına bir iki dakika anca vardı.

gelmiş gibiydiler salona... Alkışları, suskunlukları, yeri geldiğinde çılgınlık kertesinde yansıttıkları coşkuları, arada bir ışıkta parlayışından bildiğim yaşın yaşın gözyaşları bunu ele veriyordu.

Bir iki sıra önümde sol sıranın en dip tarafından bir kol kalktı. Yarımda duvara bitişik koltuk belli boş kalmış olmalı, eliyle "Gel gel!" yapıp çağırdı beni. Onca insanı rahatsız ederek ilerleyip dipteki koltuğa geçecek olmak duygusu tedirginliğe yol açtı bende, teşekkür ettim. Bizimkiler balkona çıkmıştı, sonradan dinledim, orası da tıklım tıkış doluymuş. Oyun başladığında ayaktaydım sözün kısası. Nitekim oyunun ilk perdesini ayakta izledim. Oyun neydi peki? Turgut Özakman'dan Ahu Bezircilioğlu ile Yaşar Gündem'in yazıp Yaşar Gündem'in yönettiği Samsun Sanat Tiyatrosu yapımı Şu Çılgın Türkler... Artvin'de Var Bir Tiyatro Seyircisi... Artvinliler oyun izlemeye değil de kutsal bir törene katılmak üzere

seyircideydi ama. Çünkü insan kalabalığı değildi, seyirciye dönüşmüşlüğün bilincini yansıtan bir alımlayıcı kitlesiydi bu. Artvin'de "tiyatro salonu var", "tiyatro seyircisi var" dedirten modelde bir gösterim, yüksek düzeyde bir şölen, bilinç akışmasıyla ortaya çıkan bir buluşma olayıydı bu. Tiyatronun Anadolu'daki Kolu... Şu Çılgın Türkler üzerinde durmayacağım. Ancak oyundaki emekleriyle ilk gösterimde rol alan kadroyu anmakla yetineceğim yalnızca: Yaşar Gündem, Cüneyt Gürbüz, Kenan Güler, Sühendan Gürbüz, Yavuz Akçay, Murat Çapar, Ferda Işıl, Özmen Güvençli, Kürşat Karaman, Emre Akçiçek, Utku Özcalcı, Önder Abay, Yasin Genç, Erol Korkmaz, Özgür Gündem, Bülent Yıldıran, Ayhan Ahıskal, Kemalettin Akgün, Behçet Çopuroğlu, Faruk Tak, Özgür Bayazıtoğlu, Gökhan Yerlikaya, Sonnur Bayazıtoğlu.

a

değinmişti Özakman. Bu olanağın elden yitirilmemesi gerektiğine getirmişti sonra da sözü.

Artvin'de bir tiyatro seyircisi vardı elbette, iyi bir seyirci hem de. Ne ki Yaşar Gündem'in sanat yönetmenliğindeki Samsun Sanat Tiyatrosu, işini ciddiye almış olanların yansıttığı bir tutumla sergiliyordu oyunu. Nitekim, daha salonun girişinde, ana cadde üzerine bırakılan kocaman turne otobüsü bile topluluğun bu işi ne denli ciddiye aldığını göstermeye yetiyordu doğrusu.

Müziği Nedim Yıldız, koreografisi İhsan Bengier tarafından gerçekleştirilen 'Şu Çılgın Türkler' oyunu, bize Samsun Sanat Tiyatrosu topluluğunu açımlaması bakımından da önem taşıyor. Özellikle bunun üzerinde durmak istiyorum bu yazıda biraz olsun.

Samsun Sanat Tiyatrosu, tıpkı Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu gibi, Kocaeli Bölge Tiyatrosu gibi, kenttaşları Samsun Düşevi Oyuncuları gibi işini de, süreğenliği de ciddiye almış bir topluluk. Geçmişte Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ndeki bir "Kentler ve Tiyatroları" yazısında Samsun üzerinde durmuştum.

Anadolu'yu gezen, kimileyin ünlenip parlayan oyunlarıyla birkaç yıl boyunca turnelerde bunu sergileyen topluluklar çıkar arada tiyatro dünyamızda. Ama sonra bakarız balon gibi sönmüşlerdir ya da ticari bir başarının ardındadırlar daha çok, süreğenliği, sürekli perde açmayı umursamadıklarını sezersiniz kimi verilere bakarak.

Sonra yirminin üzerinde oyuncu, turneye taşınmaktan kaçınılmamış onca sahne gereci, ödün verilmemiş ışık düzeni, sinevizyon gösterimi, evet bütün bunlar, Artvin'de yaşadığımız bu tansığın nesnel gerekçelerini, zeminini oluşturuyordu kuşkusuz.

Samsun Sanat Tiyatrosu, tıpkı Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu gibi, Kocaeli Bölge Tiyatrosu gibi, kenttaşları Samsun Düşevi Oyuncuları gibi işini de, süreğenliği de ciddiye almış bir topluluk. Geçmişte Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ndeki bir "Kentler ve Tiyatroları" yazısında Samsun üzerinde durmuştum.

Yine de en büyük pay

Kaldı ki Samsun, tiyatro

41


Bu çocuklara da sevgi gösterilmeyecekse eğer tiyatro yapan, söyler misiniz bana, kime gösterilecek bu sevgi Anadolu'da?

tarihimiz, modern Batı tiyatrosunun Anadolu'daki açılımı bağlamında da önemli bir kent.

örneklerin varlık gösterebilmesi için Halkevlerinin ardından 1960'ları beklemek gerekiyor.

Bunu çok daha derinden kavrayabilmek için Samsun Gazi Belediyesi Yerel Tarih Grubu üyelerinin (M. Savaş Dizdar, Şeref Aydın, Murat Dölek, Yaşar Gündem, Mehmet Çömez, Cem Kaynar, Muhsin Korkmaz) kaleme aldığı Samsun Tiyatro Tarihi adlı kitapçığı okumak, Samsun'daki tiyatro eylemini, tarihçesini buradaki verilerden izlemek gerekiyor.

Bu gelenekten gelen Yaşar Gündem, Samsun Sanat Tiyatrosu'nu 2000'de kuruyor. Oysa onu, yaklaşık yirmi yıl öncesinden tanıyorum ben.

pe cy

a

Bu çerçevede Samsun'da Batılı bir tiyatro kavrayışının tarihçesi, cumhuriyetten çok önceye, yüzyılı aşkın bir süre öncesine dek geri gidiyor. Ancak kentte yerel tiyatro hareketinin ortaya çıkabilmesi, kent tiyatrosu modeline uygun

Yaşar, yirmi yıldan bu yana sürekli tiyatro yapmak için çarpan yüreğiyle ilgiyi, sevgiyi hak eden bir tiyatrocu. Öte yandan bu mevsim onuncu yılını karşılamaya hazırlanan Samsun Sanat Tiyatrosu, Gündem'in yönetiminde geçmişte sergilediği oyunlarla da, gerek tiyatro estetiği, gerekse dünyaya bakış bağlamında topluluğun yerini göstermeyi olanaklı kılıyor. Nitekim Aziz Nesin'den 'Biz Adam Olmayız', Oktay Arayıcı'dan 'Nafile Dünya',

42

Uğur Mumcu'nun yazılarından yola çıkarak Işık Kansu'nun yazdığı 'Bir Pulsuz Dilekçe', topluluğun belirgin bir tiyatro anlayışı yönünde yapılandığını ele veriyor. Bu çocuklara da sevgi gösterilmeyecekse eğer tiyatro yapan, söyler misiniz bana, kime gösterilecek bu sevgi Anadolu'da? Bunun için Samsun Sanat Tiyatrosunu, Yaşar Gündem'i izlemeyi sürdüreceğim ben, üstelik bunu görev sayarak... Tabii bu arada Artvin'i, Artvinlileri hiç unutmadan... ALTYAZI Her zaman olduğu gibi, yeni tiyatro mevsiminin açılışına dek "Sadık Seyirci"ye ara veriyorum. Yeni oyunlarda görüşmek üzere iyi tatiller.


a

cy

pe


Yılmaz Güney Bir ikondur Doğan Korkmaz / dogankorkmaz1@hotmail.com

Oyun yazarlığı serüvenin nasıl başladı? Sen oyun yazarlığı eğitimi almış biri olarak nasıl bakıyorsun bu işe? Aslında ben yazarlığa öykü yazarak başladım. Öykülerimi okurken duygulanan insanları gördükçe yazarlığı daha çok sevdim ve yazmaya devam ettim. Sözlü kültürün Türkiye'deki temsilcilerinden olan "dengbej"leri dinleyerek büyümüş olmam öykülerimin tiyatral öğeler barındırmasına yardımcı oldu. Dediğim gibi birkaç yıl içinde kendimi tiyatro oyunu yazarken buldum.

cy

a

Zaman zaman tiyatro büyük buhranlar atlatmış olsa da varlığını hep sürdürmüştür. Ortaçağ'da bile... Çünkü tiyatro evrenin oluşumuyla birlikte başlayan bir oyun biçimidir ve evren var olduğu müddetçe de yaşayacaktır. Yok edilemez, yok edilmeye çalışıldıkça daha da büyür. Tiyatronun yok olması için insanı yok etmeniz gerekir.

tamamladım. Yine ilk üniversite deneyimim Erzurum'da Atatürk Üniversitesi MYO Muhasebe bölümünde oldu. Çocukluğumdan beri çalıştığım muhasebe bürolarında çalışmak beni sıkmaya başlayınca bir şeyler yapma gereği duydum ve bir şeyler yapan insanları, özellikle sanatçıları onların yaşam öykülerini, yazdıklarını merakla okumaya başladım. İki üç yıl içinde kendimi yetiştiğim doğu kültüründen çok uzak batı kültürünün simgesi diyebileceğimiz İzmir'de DEÜ GSF öğrencisi olarak tiyatro oyunu yazarken buldum. Artık daha çok şey yapabilirdim. Yapmam için çok neden vardı. "Dağınık Gazel" bir ilktir bu anlamda.

pe

Erkan Tunç bu yok oluşu önlemeye kendini adamış genç bir oyun yazarı. Türkiye'de birçok tiyatro adamının diline pelesenk olmuş bir düşünceye karşı çıkıyor. "Türkiye'de oyun yazarı yok" diyenlere... Mitos Boyut Yayınları 'ndan çıkan ve Yılmaz Güney Efsanesi 'ni anlatan 'Dağınık Gazel' bu düşüncede olanlara karşı bir haykırış niteliği taşıyor. Erkan, biz seninle Dokuz Eylül Üniversitesi'nden tanışıyoruz ama genç bir oyun yazarı olarak okuyucuların da seni tanıması açısından biraz kendinden bahseder misin? Asli 1978 Muş-Malazgirt, resmi 1981 Erzurum doğumluyum. Bu durum aslında beni tanıtacak nitelikte... Babam Erzurum' a taşındığımızda kimliğimi çıkarabilmiş. Üniversite yıllarıma kadar hep 78'liyim diyordum ama yaşım ilerledikçe 81 doğumlu olmak daha uygun geliyor. Kendimi daha genç hissediyorum. Bu yüzden kendimi şanslı buluyorum. Herkes bir defa doğarken ben iki defa doğabiliyorum. İlkortaokul ve liseyi Erzurum'da

44

Dağınık Gazel senin ilk kitabın olarak piyasaya çıktı. Neden Yılmaz Güney'i oyun karakteri olarak seçtin? Oyun ne anlatıyor, sen bu oyunla seyirciye ne anlatmak istiyorsun? Yılmaz Güney, hayatımın dönüm noktalarından biridir. Daha önce söz ettiğim "bir şeyler yapan" sanatçılar içinde faydasını gördüğüm bir isimdir. Okumayı onun kitaplarıyla sevdim diyebilirim (Dostoyevski ve Çehov'u unutmadan). Madem tiyatro yapıyordum ve madem Yılmaz Güney bana öncü olmuştu ona bir şey armağan etmeliydim. Her ne kadar oyunumda onu herkesin bildiği gibi aktarmasam da... Evet oyunda Yılmaz Güney bilinmeyen, Yılmaz Güney'i Yılmaz Güney yapan yanlarıyla karşımıza çıkıyor. Parçalanmış bir kişilik olarak Yılmaz Güney masaya yatırılıyor, kumar masasına...

Oyunun yapısından biraz söz edecek olursan neden üç farklı Yılmaz Güney kullanma gereği duydun? Yılmaz Güney bir sanatçı ve her sanatçının içinde başka başka insanlar yaşar. Yılmaz Güney'de belirgin olan üç kişilik vardır; Devrimci, Çirkin Kral zihniyetinde ve Sanatçı Yılmaz Güney. Yılmaz Güney'in yaşamına baktığımızda bu üç kişiliğin onu yönlendirdiğini ve sanatına etkide bulunduğunu açıkça görürüz. Bu durum bir tiyatro oyunu yazmak için yeterli geldi bana. Yılmaz Güney'deki parçalanmışlık, geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüz "Sanatçı"larınmda da trajik parçalanmışlıklarını yakalanabilinir. Oyunun kurgusal ve gerçek yanlarını nasıl ayırt edeceğiz? Yani Yılmaz Güney'i tanımayan biri için bu zor bir durum. Oyunu tarihsel gerçek olarak mı algılayalım? Yoksa kurgusal gerçek mi? Yılmaz Güney'i tanımamanın haklı bir göstergesi olabileceğini sanmıyorum. Yılmaz Güney'i bütün dünya tanıyor, bugün sinema yapmaya çalışan, onu seven sevmeyen herkes onun hakkında bir şeyler biliyordur. Sokaktaki insan ise en azından Çirkin Kral'ı tanıyordur. Tammayanlarsa bu oyunla beraber hem tanımış olacaklar hem de onu merak edip filmlerini seyretmek, kitaplarım okumak isteyeceklerdir diye düşünüyorum. Oyun, Yılmaz Güney'in yakın çevresindeki insanların verdikleri bilgiler sonucunda oluşturulmuştur. Yani oyundaki geriye dönüşler Yılmaz


Dünyaca tanınmış diğer sanatçılarımıza yaptığımız gibi Yılmaz Güney'e de sahip çıkmamışız. Oysa onun sineması tam bir Türkiye panoraması sunar bize. Onu anlamamak için elimizden geleni yapmışız. Biz onu "komünist" diye bir tarafa atarken dünya ülkeleri onun sadece sinemasına odaklanmıştır. O yüzden onlar bizden daha çok değer veriyorlar diyebiliriz.

a

pe

Yılmaz Güney neden korkulan biri oldu bu ülkede? Korkulan ama aynı zamanda sevilen? Yılmaz Güney, farklı farklı algılanmıştır. Filmleri seyredilmeden, kitapları okunmadan kulaktan dolma bir biçimde eleştirilmiş yahut sevilmiştir. Tanınmayan biriyse korkulan biri olur her zaman. Bugün çocuklarımızın, gençlerimizin çoğu Yılmaz Güney'den bihaber. Çünkü halen Yılmaz Güney'den bahsetmek dahi size olan bakış açısını olumsuz etkileyebiliyor bir ülkede. Oysa Yılmaz Güney bir ikondur. Gecekondu evlerinde, cezaevi duvarlarında hep bir umut simgesi olarak yer alır. Fakat ne yazık ki onun umut dolu bakışları bizlere yanlış aktarıldı.

Senin televizyon ve sinemayla da ilgilendiğini biliyorum. Bu alanda neler yapıyorsun? İstanbul'un her sokağı başka bir duygu yaratıyor insanda ancak bir yerden sonra İstanbul'un o kadar da cömert olmadığını yazarlık yaparak hayatınızı sürdürmenin kolay olmadığını anlıyorsunuz. Eğer İstanbul'a yerleşen genç bir yazarsanız sizi çokça sıkıntı bekliyordur. Ya saçma sapan dizilere diyalog yazacaksınız ya evinizde oturacak sadece kendinizin okuyabileceği şeyler yazacaksınız. Çocukluğumdan beri seyrettiğim her filmin yazarı ve yönetmeni öncelikli ilgim olmuştur. Yazarlık, yönetmenlik... Bunları bir arada yapabilmek hep hayalimdi. Mesela çocukken gazetelerin fotoroman ekleri olurdu... Ben onları arkadaşlarıma oynatırdım, bazen öpüşme sahneleri olurdu mesela, kızlar bu sahnelerde oynamak istemezlerdi ben de değiştirirdim. İstanbul'da bu konuda yönetmen arkadaşım Bahadır İnce'nin büyük desteği olmuştur. Ona asistanlık yaparak başladım televizyon dizilerine. Bahadır'in elle gösterilebilecek dizilerin yönetmeni olması bana işimi sevmemi sağladı. Tabii İstanbul'da tutunabilmemde Sarp Apak, Burak Altay, Cem Aksakal, Erdem Baş, Uğur Bilgin, Onur Buldu gibi oyuncu arkadaşlarımın da önemli destekleri vardır...

yukarı biliyorsundur. Neler düşünüyorsun? Sen bu anlamda üretmeye devam edecek misin? Türk Tiyatrosu yeni oluşumlar içinde şu anda. Bakıyorsunuz farklı türlerde oyun oynayan tiyatrolarımız var. Her tiyatro kendi tiyatrosunu yaratma çabası içinde. Bu çaba gerçekleştiğinde Türk Tiyatrosu da hak ettiği yere gelecektir bence. Tiyatroların çeşitliliği önemli bir gelişme ancak arada tiyatroyu sadece paraya çevirmeye çalışan uyanıklar var. Bu tür tiyatrolar seyirciyi sıkabilir. Burada seçici olmak kalıyor seyirciye. Yukarıda saydığım isimlerle beraber yepyeni bir oluşum hazırlığı içindeyiz bugünlerde. O oluşumun yazarı olmak beni daha bir umutlandırıyor. Bu oluşum anlatılmak isteneni seyirciye ulaştırmak için önemli bir araç olacaktır. Yaşadıkça, okudukça anlatılacak şeyler artıyor. Bu yüzden kendimi üretmeye zorunlu hissediyorum.

cy

Güney'in gerçekten yaşadığı şeylerdir. Oyunun kumarhanede başlaması ve devam etmesi ise kurgusal anlamda önemli artılardır. Sinemasıyla tarih yazan ancak kumarsız, kadınsız, içkisiz Yılmaz Güney düşünmek yanlış olur. Oyunun kumar masasında başlaması ve bu masada üç Yılmaz Güney'in olması oyunun ilerlemesinde önemli bir etkiye sahiptir. "Dağınık Gazel"i tarihsel, kurgusal ve evrensel bir gerçek olarak algılamak gerekir.

Şimdi Yılmaz Güney'le ilgili bir oyun var diyebiliyoruz artık. Bu onu unutanlara bir hatırlayış çağrısı mı? Elbette... hem unutanlara hem unutturmak isteyenlere bir hatırlayış/hatırlatış çağrısı olduğu gibi gençlere de onu tanımaları için bir davettir diyebiliriz. Umarım oyun sahnede can bulur ve daha çok kişiye ulaşır. Bu konuda çalışmalarımız devam ediyor.

Türkiye'de ve yurtdışında Yılmaz Güney sinemasına nasıl bakılıyor? Yılmaz Güney ismi "Umut" filmiyle beraber duyulmaya başlanmıştır. Sürü, Düşman, Arkadaş, Endişe, Yol ve son filmi Duvar ise onu artık dünyaca tanınan bir sinemacı yapmıştır. Bugün incelediğinizde yabancı kaynaklarda neredeyse ismi geçen tek yönetmendir O. Bizde ise filmleri yıllar sonra ancak gösterime girebilmiştir.

Genç oyun yazarı olarak Türk Tiyatrosu'nun çizgisini aşağı

45


Çocuk tiyatrosu

Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@yahoo.com

"AST'ın Mucizeler Kumpanyası

Usta Oyuncularla Çocuk Oyunu Bir Başka Oluyor!

cy

Tiyatro: Ankara Sanat Tiyatrosu Oyunun Adı: Mucizeler Kumpanyası Yazan: Salih Kalyon Yöneten: Aylin Saraç Yönetmen Yardımcısı: N. Eda Ercin Reji Asistanları: Tuğçe Soncu - Sezgi Kızılöz Dramaturgi: Serdar Doğan Işık ve Efekt: Murat Atmış Fotoğraflar: Nursel Akça - Mehmet Pınar Oyuncular: Hakan Salınmış, Aylin Saraç, Cengiz Sezgin, Ebru Saçar, Hayrullah Tarhan Karagöz, Melih Yetkin, Hasan Ballıktaş.

a

Hanife Benzer / hanifebenzer@yahoo.com

gitse de hâlâ umudunu yitirmeyen kumpanya patronu, sihir yapmaya devam eder; ama karısının alayından da kurtulamaz. Geride kalanlar kumpanyanın geleceği hakkında konuşmalarını sürdürürler. Kumpanya çalışanlarından Herkül, kukla Pimpon Amca'nın onlara yardım edebileceğini düşünür. Amacı, kendi düşüncelerini kukla ile dile getirmektir. Pinpon Amca dile gelir: "Kendinize güvenerek en iyi bildiğiniz işi yaparsanız, her şey yoluna girer." der ama sevgisiz başarı elde edilemeyeceğini de eklemeyi unutmaz. Kumpanya çalışanlarından Palyaço Şakşak ve Taktak'ın da konuşmaya katılmasıyla sohbet devam eder. Bu sırada kumpanya çadırının yanından Ayıcı geçer. Ayısının burnuna halka takmış ve darbuka çalarak, şarkılar söyleyerek ayısını oynatmaya çalışır. Bunu gören kumpanya çalışanları, ayıya iyi davranmadığı gerekçesiyle ayıyı satın alırlar ve kumpanyaya dâhil ederler. Böylece yeni bir çalışanı daha olan kumpanya, gösterilerine devam etmeye karar verir. Kumpanya çadırı yeniden kurulur. Kumpanyanın seyircisi ise salonda yerini alan çocuklar ve yetişkinlerdir.

pe

Fuayede oyunun başlamasını beklerken bir çocuk oturdu yanıma... Koltuğu paylaştık... Oyunun kitapçığını incelerken; kitapçıkta AST'ın usta oyuncularına rastladım. Koltuğu paylaştığım çocuğun "Biliyor musun, benim babam da oyunda oynayacak," demesiyle çocukla aramızda kısa bir sohbet başladı. Benden babasının kim olduğunu tahmin etmemi istedi. Birkaç tahminde bulunmama rağmen -çocuğu yakından inceledim, benzerlikten tuttururum diyeancak babasının kim olduğunu doğru tahmin edemedim. Çocuk "Babam -Ayı- rolünde oynuyor" diyerek ayağa kalktı. Babasının oyunda oynamasından duyduğu gururla yanımdan ayrıldı. Ben de AST'ın usta oyuncularının, çocuk oyunuyla sahnede olacağından duyduğum mutlulukla salonda yerimi aldım.

Çocuk tiyatrosu üzerine yazılan yazıların çoğunda çocuk tiyatrosu, genç oyuncular için geçiş alanı olarak görüldüğü, işinde uzmanlaşan oyuncuların ise bir daha çocuk oyunlarında oynamak istemedikleri dile getirilir. Mucizeler Kumpanyası adlı oyundaki usta oyuncular işte bu yaklaşımı ters yüz ediyor diye düşünerek keyifle salonda yerimi aldım. Perde, seyircisi gelmediği için oyuncularının kumpanyayı terk ettiği ve bu nedenle bir karmaşa ortamının sergilendiği bir sahne ile açılır. Herkes

46

Birinci perde kumpanyanın geleceği üzerine


Çocuk tiyatrosu Oyun boyunca Trakya şivesine yer verilmesine rağmen oyunun sonunda söylenen Karadeniz türküsü oyunun bütünlüğünü bozdu. Şiveler konusunda çeşitlilik göstermeyen oyunda bu türkü yama gibi kaldı. Kocaayak'ın kumpanyaya katılması ve Ayıcı'nın ayısına kötü davranmasının ardından yanlışını anlaması roman havasıyla kutlansaydı, daha etkili olmaz mıydı? Yoksa kumpanya Trakya'dan Karadeniz'e turneye çıkmaya karar verdi de, Karadeniz horonuyla da bunu seyirciye mi duyurdu?

yapılan konuşmalarla ve "Kocaayak"ın kumpanyaya katılmasıyla son bulurken, ikinci perdede heyecan yükselir. "Patron" rolündeki Cengiz Sezgin'in yaptığı sihirler çocukları şaşırtır. "Sonbeste" Aylin Saraç'ın şarkıları da kumpanyayı neşelendirir.

Perdenin kapanmasına az bir zaman kala Sihirbaz rolündeki Cengiz Sezgin'in "Hayatta başarılı olmak için ne gerekli çocuklar?" sorusuna arka sıralardan bir çocuğun "Paraaaaa..." diye bağırarak yanıt vermesi, hem güldürdü hem düşündürdü.

pe cy

a

Palyaço Taktak rolündeki Ebru Saçar'in kukla oynatmasıyla devam eden gösteri çocuklara neşeli dakikalar yaşattı. Söz Melih Yetkin'in çaldığı klarnete gelince, klarnetten yükselen melodiye çocuklar şarkı söyleyerek eşlik etiler ve salon çocuk sesleriyle dolup taştı. Bir anda çocukları içine alan oyun, çocuklara unutamayacakları anlar yaşattı.

Oyunun sonlarına doğru sahnenin iyice karartılıp, sahnede kullanılan dekorların ve kostümlerin etrafındaki fosforlu kumaş ya da boyalarla oluşturulan aydınlıkta yapılan gösteri ilginçti doğrusu. Çocuk oyunlarında özellikle çok küçük seyircilerin bulunduğu oyunlarda salonun tamamen karartılması bazen çocukları korkutup ağlamalarına, dışarı çıkartılmalarına neden olabiliyor. Ancak bu oyunda karanlık olumsuz bir duruma neden olmadı. Oyuncuların çocukların yanıtlarına müdahale Çocukların ilgisini kolaylıkla çeken gösteri yaşlan etmesiyle oyun "sevgi" çığlıklarıyla son buldu. iki ve üçü bulan minik izleyicileri de rahatsız etmedi. Salondan ayrılırken zihnimde şu izlenimler yer etti: "Sahnedeki devinimi engellemeyen sade ve işlevli dekoru, kukla kullanımı, oyuncuların dinamizmi, oyuncuların çaldığı müzik aletleri -darbuka, gitar, klarnet-, "Ayıcı" Melih Yetkin'in beceriyle kullandığı Trakya şivesi ile birçok unsuru sahneye taşıması açısından oyun dikkat çekiciydi. Çocukların ilgilerine yönelik büyütülmüş oyun küplerinden hazırlanan sahne dekoru, oyunun bölümlerine etkili bir şekilde eşlik etti. Arabaya, gemiye, oyun sonunda da kumpanyada çekilen bir fotoğrafa dönüşen küpler dekora işlerlik kazandırdı. Tabii, -Usta oyuncularla çocuk oyunu bir başka oluyor!- diye de aklımın bir köşesine yazdım... AST'tan ayrılırken, "Bu sefer oyunun birkaç eksiğini de görmezden gelelim!" dedim kendime.

47


Çocuk tiyatrosu

Akbank Çocuk Tiyatrosu Hürriyet İnsan Hakları Treni'nde

cy

a

Nilgün Unur

pe

Tiyatrolar treni keşfettiler. Geçen sayımızda DT'nin sorumluluk etkinlikleri kapsamında desteklediği Vagon tiyatrosundan söz etmiştik. Bu ay da aşağıda proje Kars'tan Edirne'ye uzanan bir yol izliyor. Nilgün Unur 'un haberinde Akbank Çocuk Tiyatrosu 'nun trenle Edirne 'den Kars 'a Türkiye 'yi 30 Haziran'da hareket edecek olan Hürriyet İnsan dolaşacaklarının haberini bulacaksınız. Özel olarak Haklar Treni ile Türkiye'yi dolaşacak olan Akbank tasarlanmış Sahne/Vagon 'da oyun sergileyecek olan Çocuk Tiyatrosu kendisi için özel tasarlanmış grup çocukların dünyalarında çok özel bir yeri olan olan "sahne vagonda" oyunlarını sahneleyecek. treni daha da özel anlamlı bir yere getirecektir. Çocuklar tren imgesini tiyatro ile birleştirerek artık Akbank Çocuk Tiyatrosu, Işıl Kasapoğlu'nun sadece içinden çıkacak yolcuları değil içinden çıkacakyazıp yönettiği "Masal Masal İçinde" oyunu ile oyunları da bekleyecekler. İyi ki varsınız... İyi seyircileri ile buluşacak. "Şiddetten Uzak yolculuklar, dönüşte anılarınızı bizlerle paylaşın olur Yaşamak", "Ayrımcılığa Son", "Eğitim Hakkı" mu? gibi mesajlar içermekte olan oyun, çocuklara masallar aracılığı ile sunulacaktır. Akbank'ın Akbank, klasik müzikten caza, tiyatrodan modern sporsorluğu ile hazırlanan "Çocuk Masalı" kitabı, Akbank ve Hürriyet gazetesi tarafından çocuklara dansa, Karagöz gösterilerinden çağdaş sanat sergilerine sanatın her alanında sanatçıya ve sanata hediye edilecek. verdiği desteği bir sosyal sorumluluk misyonu olarak Geçmişten günümüze yüz binlerce çocuğa ulaşan sürdürmektedir. Akbank Çocuk Tiyatrosu zaman içinde sadece Türkiye'de ve yurtdışında çeşitli ilkleri gerçekleştiren geleneksel Türk masallarına getirdiği yeni bakış Akbank, bu ilklerden birini de Türkiye'nin en uzun açısı ve profesyonel oyuncu kadrosu ile değil aynı soluklu çocuk tiyatrosu olan Akbank Çocuk Tiyatrosu zamanda seyircinin de oyunun bir parçası olarak yer aldığı "interaktive" oyun biçimiyle Türk çocuk ile gerçekleştirdi. tiyatrosu adına birçok ilki gerçekleştirmiştir. Yıllar içinde ülkemizde potansiyel bir tiyatro seyircisinin Geçtiğimiz yıl 35. yılını kutlayan Akbank Çocuk oluşmasına önemli katkıları olan Akbank Çocuk Tiyatrosu Türkiye turnesiyle 35 ilde on binlerce Tiyatrosu, bir kez daha sosyal sorumluluk projesi çocuğa ulaşarak bir sosyal sorumluluk projesine kapsamında Hürriyet İnsan Haklan Treni'nindeki imza atmıştır. Akbank Çocuk Tiyatrosu bu kez yerini alıyor. Hürriyet Gazetesi'nin, "Hürriyet Hakkımızdır" sloganı altında gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projesiyle seyircileriyle buluşuyor. Akbank'ın sosyal

48


a

pe cy


p

c e

a y


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.