YENİ YILDA YENİ TİYATRO
TÜRKİYE'NİN İLK ÇOCUK TİYATROSU SAHNESİ
KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK TİYATROSU SAHNESİ AÇILIYOR
OCAK AYI OYUN DÜZENİ KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK
KADIKÖY HALDUN TANER SAHNESİ
KAĞITHANE SADABAD SAHNESİ
SAHNESİ 0212 3 2 1 73 95
0212 321 73 95
0216 349 04 63
BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN (Ç.O) 15-16-22-23-29-30 Ocak 2009 Yazan - Yöneten: Turgut Denizer KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK SAHNESİ Oyun Saatleri: 10.30-13.30
KEŞANLI ALİ DESTANI (M.O) 2-3-4 Ocak 2009
BERNARDA ALBA'NIN EVİ 2-3-4 Ocak 2009 Yazan: Federico Garcia Lorca Yöneten: Engin Alkan
ÜSKÜDAR KEREM YILMAZER SAHNESİ
0216 492 90 84 KENDİ GÖK KUBBEMİZ 2-3-4 Ocak 2009 Yazan: Sönmez Atasoy Yöneten: Engin Uludağ MERAKLISI İÇİN ÖYLE BİR HİKAYE 7-8-9-10-11 Ocak 2009 Yazan: Sait Faik Abasıyanık Uyarlayan: Savaş Dinçel Yöneten: Ergün Işıldar
Yazan: Haldun Taner Yöneten: Yücel Erten Müzik: Yalçın Tura
DERİ CEKET 7-8-9-10-11 Ocak 2009 Yazan: Stanislav Stratiev Yöneten: Arif Akkaya
VİŞNE BAHÇESİ 7-8-9-10-11 Ocak 2009 Yazan: Anton Çehov Yöneten: Ali Taygun
TEKRAR ÇAL SAM 14-15-16-17-18 Ocak 2009 Yazan: Woody Ailen Yöneten: Ragıp Yavuz
BALIKESİR MUHASEBECİSİ 14-15-16-17-18 Ocak 2009 Yazan: Reşat Nuri Güntekin Yöneten: Nedret Denizhan
İSTANBUL EFENDİSİ (M.O) 21-22-23-24-25 Ocak 2009 Yazan: Musahipzade Celâl Yönelen: Engin Alkan
ÜÇ KIZ KARDEŞ 21-22-23-24-25 Ocak 2009 Yazan: Anton Çehov Yöneten: Nikita Milivojevic
LEONCE İLE LENA 28-29-30-31 Ocak -1 Şubat 2009 Yazan: Georg Büchner Yöneten: Yiğit Sertdemir
İSTANBUL EFENDİSİ (M.O) 28-29-30-31 Ocak -1 Şubat 2009 Yazan: Musahipzade Celâl Yöneten: Engin Alkan
DÖNÜŞÜM 14-15-16-17-21-22-23-24 Ocak Yazan: Franz Kafka Uyarlayan: Ümit Denizer Yöneten: Turgut Denizer
SOKAK KEDİLERİ (Ç.O) 3-4-10-11 -17-18-24-25-31 Ocak -1 Şubat 2009 Yazan: Reha Bilgen Yöneten: Ragıp Yavuz
BENİM ARKADAŞIM YOK (Ç.O) 3-4-10-11-17-18-24-25-31 Ocak-1 Şubat 2009 Yazan - Yöneten: Turgut Denizer
ÜSKÜDAR MUSAHİPZADE CELAL SAHNESİ
0216 553 03 97 VİŞNE BAHÇESİ 2-3-4 Ocak 2009 Yazan: Anton Çehov Yöneten: Ali Taygun MASKELİLER 7-8-9-10-11 Ocak 2009 Yazan: İlan Hatsor Yöneten: Taner Barlas
ÜMRANİYE SAHNESİ
0216 634 26 70
OLUMSUZ ÖYKÜ 14-15-16-17-18 Ocak 2009 Yazan: Karen Blixen Uyarlayan - Yöneten: Y. Kenan Işık
Yazan: Gülsün Siren Kınal Yöneten: Engin Gürmen LÜKÜS HAYAT (M.O) 7-8-9-10-11 Ocak 2009
FATİH REŞAT NURİ SAHNESİ
0212 526 5380 SAVAŞ VE KADIN 2-3-4 Ocak 2009 Yazan: Matei Visniec Yöneten: Orhan Alkaya
İNEK 14-15-16-17-18 Ocak 2009 Yazan: Nâzım Hikmet Yöneten: Mehmet Avdan
Yazan: Ekrem Reşit Rey Müzik: Cemal Reşit Rey Yöneten: Haldun Dormen
DİVÂNE AĞAÇ 21-22-23-24-25 Ocak 2009 Yazan: Turgay Nar Yöneten: Hüseyin Köroğlu
BERNARDA ALBA'NIN EVİ 14-15-16-17-18 Ocak 2009
Yazan: Federico Garcia Lorca Yöneten: Engin Alkan
MASKELİLER 28-29-30-31 Ocak -1 Şubat 2009 Yazan: İlan Hatsor Yöneten: Taner Barlas
SİZE ÖYLE GELİYORSA ÖYLEDİR 21-22-23-24-25 Ocak 2009
BİR DENİZ MASALI (Ç.O) 3-4-10-11-17-18-31 Ocak-1 Şubat 2009 Yazan: Seden Edgü Yöneten: Can Doğan
Yazan: Luigi Pirandello Yöneten: Engin Gürmen
TİTANİK ORKESTRASI 21-22-23-24-25 Ocak 2009
BALIKESİR MUHASEBECİSİ 28-29-30-31 Ocak -1 Şubat 2009
Yazan: Hristo Boytchev Yöneten: Macit Koper
Yazan: Reşat Nuri Güntekin Yöneten: Nedret Denizhan
KIRMIZI Ptesi 28-29-30-31 Ocak -1 Şubat 2009
KİBRİTÇİ KIZ (Ç.O.) 3-4-10-11-17-18-24-25-31 Ocak -1 Şubat 2009
Yazan: Gabriel Garcia Marquez Uyarlayan ve Yöneten: Macit Koper
Yazan: Hans Christian Andersen Uyarlayan - Yöneten: Şevket Avşar
(M.O) Müzikli Oyun - (Ç.O) Çocuk Oyunu - (G.O) Gençlik Oyunu
KÜÇÜK HAYALET (Ç.O) 3-4-10-11-24-25-31 Ocak-1 Şubat 2009 Yazan: Maria Clara Machado Yöneten: Ece Okay
YEDİ TEPELİ AŞK 7-8-9-10-11 Ocak 2009 Yazan: N. Meriç, A. Kilimci, S. Şahiner, E. Yağbasan, M. Gürpınar Yöneten: Ersin Umulu
DİNMEYEN ALKIŞLAR 2-3-4 Ocak 2009
pe cy
SAVAŞ VE KADIN 28-29-30-31 Ocak-1 Şubat 2009 Yazan: Matei Visniec Yöneten: Orhan Alkaya
a
HERŞEYİN BİR SINIRI VAR (G.O) 14-17-18-21-24-25 Ocak 2009 Saat.15.00 Yazan: Turgut Denizer Yöneten: Ümit Denizer
OYUN SAATLERİ Çrşba: 15.00-20.30 - Perş: 20.30 Cuma: 20.30 - Ctesi: 11.00 (Ç.O.)-15.00-20.30 Pazar: 11.00 (Ç.O.)-15.00 KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK SAHNESİ Oyun Saatleri: 10.30-13.30
BİLETLERİMİZ SATİŞA SUNULMUŞTUR
BİLET FİYATLARI
GİŞE SAATLERİ
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI
Müzikal Oyunlar Tam Bilet: 8 YTL İndirimli Bilet: 6,50 YTL Oyunlar Tam Bilet: 7 YTL İndirimli Bilet: 5,50 YTL Çocuk Oyunları Tam Bilet: 3 YTL Online Bilet Satışı: www.ibb.gov.tr/sehirtiyatrolari
Ptesi, Salı: 11.00-18.00 Çrşba, Perş, Cuma: 11.00- 20.30 Ctesi: 10.00-20.30, Pazar: 10.00-18.00 Toplu Rezervasyon Destek: 0212 219 40 43 Hafta içi 08.30-16.00 mail: tiyatro@ibb.gov.tr
Genel Sanat Yönetmenliği: 0212 246 06 28 Müdürlük: 0212 246 06 29 - 240 22 44 Taksim Gişe: 02122407720 Basın ve Halkla İlişkiler: 0212 219 10 78-232 53 21 mail: basin.yayin@ibb.gov.tr
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
Şehir tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni: Orhan ALKAYA
www.tiyatrodergisi.com.tr ISSN 1 3 0 0 - 7 9 6 3 Ocak
2 0 0 9
S A Y I : 1 9 7
Yedi
lira
A
tiyatro
Y
L
I
K
T
İ
Y
A
T
R
O
D
E
R
G
İ
S
İ
Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu (Çocuk Tiyatrosu Editörü) Sündüz Haşar, Şenay Gürler, Üstün Akmen, Vecdi Sayar Yazı İşleri Müdürü: Ayşe Nalân Özübek Yayın Sekreteri: Vuslat Taş ;izmir Temsilcisi: Gürol Tonbul Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi.com) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Fotoğraf/Dağıtım: Deniz Demirkanlı (denizdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Stil Matbaacılık İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No.5 Seyrantepe / İST. Tel:0212. 281 92 81 Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Dolapdere Cad. No: 2 0 5 (245) Pınar Apt. Kat 2 D. 6 Pangaltı- İstanbul Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 3 3 16 2 6 - 4 4 Fax: (0212) 233 16 07 e-posta: tiyatrodergisi@gmail.com Abonelik İçin: (0212) 233 16 44 • e-posta: abone@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 84 YTL/Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. İş Bankası-Cihangir • Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245 Kapak Tasarımı: Genco Demirer Kapak Fotoğrafı: Deniz Demirkanlı
Yayın Türü: Yerel Süreli
a
EDİTÖRDEN: Selçuk Yöntem / S. 3
pe cy
HABERLER / S. 5
USTALARA SAYGI: Lüküs Bir Oyuncu: Zihni Göktay / Pınar Erol / S. 8 ÖZDEMİR ABİ: "Çalıkuşu" / Üstün Akmen / S. 18 SÖYLEŞİ: Yönetmen Ali Taygun / Nihat Alptekin / S. 22
ELEŞTİRİ: "Vişne Bahçesi"nde Düş Kırıklığı / Rengin Uz / S. 28 ELEŞTİRİ: "Fosforlu Cevriye" / Üstün Akmen / S. 32 ELEŞTİRİ: "Deri Ceket" / Ragıp Ertuğrul / S. 35 SADIK SEYİRCİ: "İstanbul'da Bir Dava" / M. Sadık Aslankara / S. 38 ELEŞTİRİ: "Albay Kuş" / Vuslat Taş / S. 42 THESPİS'İN DELİLERİ: "Yıl Sonu İzlenimleri / Yusuf Eradam / S. 44 İZLEYİCİ GÖZÜYLE: Megapolis'te "Histanbul" / Nur Nacar-Logie / S. 49 SÖYLEŞİ: "İstibdat Kumpanyası" Yazarıyla / Gürol Tonbul / S. 50 ÇOCUK TİYATROSU: "Mucize"/Nihal Kuyumcu / S. 55 13. Eğitimde Yaratıcı Drama ve Tiyatro Kongresi /Ali Kırkar / S. 59 YENİ OYUNLAR / S. 60
1
pe
cy
a
Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 41 Ä°nisiyatifi EditĂśrler Kurulu
Editörden
Selçuk Yöntem
1974 yılında Richard Burton'ın Dünya Tiyatro Günü bildirisindeki başlangıç cümlesi beni çok etkilemişti. William Saroyan'ın bir oyununun adıydı bu; "Merhaba sizlere, oradakilere." Bildirinin bir paragrafında şöyle söylemişti; "Kral olsun, işçi olsun, albay olsun, tüccar olsun hep birlikte oyun görebilirler. Çünkü o oyun bir an için, her birine seslenir." Şimdi bizler acaba bu cümleyi kimler için, ne için, kime söylemeliyiz? Hangi beklentiyle?
pe cy
a
Sanatın her dalıyla uğraşanlara, insanların çaresizliğine yardım edenlere, tüm olanaksızlıklara rağmen salon arayan, tiyatro yapmaya çalışanlara, maaşını zar zor denkleştirip yaşamaya çabalayanlara, bale ve opera için salonsuzluklara rağmen sabırla çalışmalarına devam edenlere, dergi almak için para denkleştirenlere, çalışma koşullarından dolayı yaşamını kaybedenlere, kalemini gerçeklere tokat atmak için yontanlara, nitelikli olmak için niteliksizlerle savaşanlara... Merhaba sizlere, oradakilere.
3
Haberler İsmet Küntay Ödülleri Sahiplerini Buldu "İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri", 23 Aralık'ta Reşat Nuri Sahnesi'nde yapılan "Yedi Tepeli Aşk" adlı oyunun galasından önce sahiplerini buldu. "İsmet Küntay Onur Ödülü"nün, Türk sinemasının duayeni Münir Özkul'a verildiği gecede ödül alan diğer sanatçılar şöyle:
pe
cy
a
En İyi Oyun Yazarı Ödülü: Yiğit Sertdemir (444) En İyi Yapım ve En İyi Yönetmen Ödülü: Murat Atak (Resimli Osmanlı Tarihi) En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Alpay Ulusoy (Resimli Osmanlı Tarihi) En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Zeynep Ekin Öner (Deli Dumrul) En İyi Dekor Ödülü: Murat Gülmez (Çığ) En İyi Kostüm Ödülü: Hale Eren (Çığ) En İyi Müzik Ödülü: Baba Zula-Murat Ertel (Çığ) En İyi Işık Ödülü: Cafer Yiğiter (Oyun Nasıl Oynanmalı / Irk Bitig) İsmet Küntay Özendirme Ödülü: Songül Öden (Kadıncıklar) İsmet Küntay Jüri Özel Ödülü: Esra Ronabar (Oyun Nasıl Oynanmalı) İsmet Küntay Tiyatro Özel Ödülü: Okday Korunan (Bir Şehnaz Oyun)
Malatya Devlet Tiyatrosu Açıldı
Malatya Valisi Halil İbrahim Daşöz ve eşi, DT Genel Müdürü LemiBilgin, Ankara DT Müdürü Serhat Nalbantoğlu
Sanatseverlerle buluşmalarını yeni sahnelere taşımaya devam eden Devlet Tiyatroları; Malatya Devlet Tiyatrosu'nu 19 Aralık 2008 Cuma günü Malatya Valisi Halil İbrahim Daşöz, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin ve çok sayıda davetlinin katılımı ile düzenlenen törenle açtı. Bu sahnede temsiller; Devlet Tiyatrolan'nın 12 bölgedeki yerleşik sahnelerinden sanatseverlerin beğenisini kazanmış farklı oyunların turneleri ile gerçekleştirilecek. Trabzon Devlet Tiyatrosu'na Ekim 2008'de Ukrayna'da düzenlenen Homo Ludens (Oynayan Adam) Festivali'nde Gran Prix (Üç Yıl İçindeki En İyi Oyun) Ödülü'nü kazandıran "Deli Dumrul" ile 19 Aralık'ta perdelerini açan Malatya Devlet Tiyatrosu'nda, daha sonra Ankara Devlet Tiyatrosu'nun "Kanlı Nigar" adlı oyunu sahnelenecek.
4
Haberler Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu Eleştiri Seçkisi'nin Üçüncüsü Yayımlandı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin daha önce yayımlanan ilk iki seçkisinin devamı niteliğindeki bu seçki; 1990 yılı sonrasında çeşitli kültür sanat yayınlarında yer almış eleştiri metinlerini kapsıyor. Tiyatro gibi yaşarken var olan, sonrası ancak belleklerde hoş bir anı ya da bir fotoğraf karesi olarak kalabilen bir sanat dalının, seyirciler gibi bir diğer tanığı da eleştirmenler. Üstelik eleştirmenler tanıklıklarını yazıya döküp bir yerde yayımladıklarında kalıcılaştırıyorlar ve tiyatro sanatını ileriki yıllara taşıyan bir unsur olarak üretimin içinde yer alıyorlar. Eleştirmenler Birliği adına Filiz Elmaz ile Gülsen Karakadıoğlu'nun derlediği bu seçki de aynı amaca hizmet edecek. Seçki aracılığıyla Türkiye'nin değerli kalemlerinden, hocalarından, eleştirmenlerinden; tiyatrolarımızın, oyunlarımızın olduğu kadar tiyatro sanatımızın 14 yıllık sürecini de izlemek ve değerlendirmek şansına sahip olunabilecek.
pe
cy
a
Eleştirmen Gözüyle; Üstün Akmen, Hasan Anamur, Hayati Asılyazıcı, Esen Çamurdan, Filiz Elmas, Türel Ezici, Dikmen Gürün, Zehra İpşiroğlu, Gülşen Karakadıoğlu, Nursen Karas, Emre Koyuncuoğlu, Zeynep Oral, Tahir Özçelik, Fakiye Özsoysal, Sevgi Sanlı, Atilla Sav, Seçkin Selvi, Sevda Şener, Sibel Arslan Yeşilay, Ayşegül Yüksel gibi her biri ayrı bir değer olan eleştirmenlerin üçer eleştirisinden oluşuyor.
Nobel Ödüllü Yazar Harold Pinter Vefat Etti
İngiliz oyun yazarı Harold Pinter, 25 Aralık 2008'de yaşamını yitirdi. Uzun süredir gırtlak kanseri tedavisi gören 78 yaşındaki Nobel ödüllü yazar, 1985 yılında 12 Eylül rejiminin baskılarını protesto etmek için Arthur Miller ile birlikte ülkemize gelmişti. Harold Pinter, İngiliz tiyatrosunun 20. yüzyılın ikinci yarısındaki temsilcisi olarak görülür. Oyunlarında genelde insanların gündelik konuşmalarının çözümlemesini yaptı. İnsanlar üzerindeki baskıyı işledi. İlk eserlerinde işçi sınıfına mensup insanların içinde bulundukları olumsuz koşullara, maddi zorluklara ve bunun ruhlarına yansımasına ve onların hayal kırıklıklarına değindi. Pinter'ın oyunları soyadına atıfla Pinteresque denilen kendine özgü bir tarz yarattı. Genellikle bir odada geçen oyunlarında sessizliği, gizemi ve kısa konuşmaları kullanarak bir gerilim ve tehdit havası oluşturuyordu. Erotik fanteziler, takıntılar, kıskançlık ve nefretten örülü diyaloglar kuruyordu. Nobel ödülü alana kadar birçok ödülün sahibi olan Pinter, on dört üniversiteden onur derecesi almıştır. Bazı Oyunları: Doğumgünü Partisi (The Birthday Party, 1957); Kapıcı (The Dumb Waiter, 1957); İnce Sızı (A Slight Ache, 1958); Eve Dönüş (The Homecoming 1965); Eski Zamanlar (Old Times, 1970); Issız Topraklar (No Man's Land, 1974); Aldatma (Betrayal, 1978); Alaska Diyarı (A Kind of Alaska, 1982); Dağ Dili (Mountain Language, 1988); Ay Işığı (Moonlight, 1993); Küller Küllere (Ashes To Ashes, 1996)
5
Haberler Gürol Tonbul guroltonbul@tiyatrodergisi.com.tr
Savur Saçlarını (Ege) İzmir'de Aralık soğukları başladı, hava bir ısırıyor ki, sorma gitsin...
Karşıyaka İskelesi'nin yanına kurulmuş beyaz küçük bir gemi İzmir'in kış gurubunun turunculuğu içinde yüzmeye başlamış bile... İçi ışıl ışıl parlıyor. Biraz daha yakınlaşıyorum, Ahmet Piriştina afişi siyah beyaz eski Türk filmlerinden fırlamış gibi duruyor önümde. Piriştina afişinin arka tarafında İzmir'in akşam ışıklan ateşböcekleri gibi yanıp sönüyor. İzmir, Ahmet Piriştina ve bir beyaz gemi yan yana gelince, İzmir'i bilen çoğu kişi anlamıştır neden söz ettiğimi... Yıl
1995-1996.
Pasaport İskelesi'ne yolu düşenler sıcak çaylarını yudumlarken ilk kez karşılaştılar beyaz gemiyle... İzmir'de, belki de ülkemizde ilk kez bir gemi sanat ve kültürü taşıyordu kendisini ziyaret edenlere. Geminin adı Selçuk'tu. Kalın palamarlara bağlı gövdesi nazlı nazlı salınıyor, geminin içindeki kitaplar ve el sanatları ürünleri insanın başını döndürüyordu. Bir süre sonra geminin içi dolup taşmaya başladı. İki yıl sürdü bu ziyaretçi akını. Sonra, nedendir bilinmez, birdenbire bürokrasi, kurallarını, daha doğrusu engellerim anımsadı. Engeller konuldu bir bir, ee gemiydi adı geçen; gövdesi ağır, bacaları kalın. O engelleri aşamadı beyaz gemi, takıldı kaldı, bir süre sonra da yok oldu, gitti. Selçuk Gemisi'nden yüzlerce şairin, ressamın ve edebiyatçının sessiz soluklan, anıları kaldı geride. İzmir'de Aralık ayı yamandır. Poyraz ve lodos el ele estiler mi önünde duramazsın. Rivayet odur ki, bir zaman sonra, işte bu gelgitler içinde, sözünü ettiğim anılar Karşıyaka Sahili'ne doğru yola çıkmış ve bir beyaz gemi inşa etmiş. " H a d i canım olur m u ? " diyorsunuz, elbette olmaz. Bu bir masal... Ama her masalın bir kahramanı, bir gönül vereni vardır. İşte bu masal kahramanın adı Fikret Ediz'di.
cy
a
Ayak üstü konuştuk Fikret Ediz'le... Çünkü, geminin içindeki Karşıyaka Kermesi'ne, hele hele Şenay Gürler'e ilgi büyük. Fikret Ediz hızlı düşünüp, hızlı cümlelerle bir solukta anlattı geminin oluşum serüvenini. "Biliyorsunuz, rahmetli başkanımız Ahmet Piriştina, kültür ve sanat gemisini yemden inşa etmek istemişti ama olmadı. Sonra Marmaris'ten kiraladık bu küçük gemiyi. KARSAV'ın da (Karşıyaka Kültür Sanat Vakfı) desteğiyle buraya demirledik. Artık gitmeye niyetimiz yok." Fikret Ediz'in arkasında Ahmet Piriştina'nın afişine takılıyor gözüm. "İçimizdeki Sevda... O yaşıyor..." afişindeki Başkan umutlu bakıyor geleceğe... Müzik duyuluyor birden... Açılış anı yaklaşıyor olmalı. İki genç, güzel kız kemanlarından çıkan tınılara uyduruyor bedenlerini. Hemen yanlarında Osmanlı Macuncusu şatafatlı cepkeniyle hayran hayran bakıyor ortama...
pe
Geminin içinden dışına doğru bir akın var şimdi. Şenay'ın renkli afişleri sağa sola yapıştırılmış. Arada "Geldi mi Şenay H a n ı m ? " soruları duyuluyor sıkça. Soranlar sıkı hazırlanmış, herkes silah çeker gibi cep telefonunu fotoğraf çekme konumuna getiriyor. Ve beklenen an. Şenay Gürler giriyor içeri. Güler yüzlü görüntüsüyle bir dost gibi davranıyor sevenlerine. Benim görevim dergilerimizi gemiye ulaştırmak... Fikret Ediz, geminin üst kısmını kapatacaklarını, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne bir yer verebileceklerini belirtiyor ısrarla. Bu habere seviniyorum. Derginin Yıldız Kenter'le taçlanan Aralık sayısının kapağı masanın üstünde görkemli bir poster gibi duruyor. Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak görünür görünmez, hemen hazırlanıyor kırmızı kurdele. Bir bölüm geminin içinde kalıyor, bir bölüm dışanda. Aramızda kırmızı kurdele... Kırmızı Hat dedikleri bu olsa gerek... Neyse, şaka bir yana, iyi niyetli dilekler, temenniler eşliğinde kesiliyor kurdele. İzmir İzmir ve Karşıyaka dergilerinin emektarı Tufan Atakişi, Şenay Gürler'e takılıyor bir yandan da. Şenay'ın, Avrupa Yakası'ndaki rolde kullandığı saçlarını savurma hareketini istiyor. "Savur saçlarını!.." Savuruyor saçlarını Şenay... Gülüşmelerle atılıyor ilk adımlar... Renkli sohbetlerin arka planında kolyeler, bilezikler, mumlar, çantalar, el yapımı küçük hediyelikler ve kitaplar var. Bir ilana takılıyor gözüm... Renkli kalemlerle sarı kartona yayılmış harfler yan yana gelince "İsveç deterjansız temizlik bezi 5.-YTL" şifresi çözülüyor. Biraz garip duruyor bu yazı, ortamdaki ilginçliği artırıyor bir yandan da... Sonra Prof. Dr. Erkan Sevinç'in Dinlediğin Müziği Söyle kitabı kardeş oluyor Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne. Şenay ve Erkan Sevinç sevenleri, okuyanlarıyla buluşuyor. İmza atılıyor kitaplara, posterlere ve o anda bulunan kağıt parçalarına... Egeli Kadın Yazarlar Platformu'nun çok sayıda üyesi, Egeli kadınların öyküleriyle donatmışlardı kitaplarını. Kitabın adı: Savur Saçlarını Ege... İçeride, Şenay savurmuştu saçlarını. Karşıyaka İskelesi'den ayrılırken sert esiyor rüzgar... Bakıyorum çevreme, saçları savruluyor insanların. Her biri ayrı bir öykü, ayrı bir oyun. İçeride imzalar atılıyor, uzaklaştıkça gemiden gölgeler kalıyor geride. Sanatın, kültürün gemisi akşam alacasında güçlü ışıklar saçıyor çevresine ve heybetli duruyor. Ne güzel!
6
Haberler Mustafa Demirkanlı mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr
"Yeni İnsan, Yeni Tiyatro" Sloganı ile "Can Gürzap Tiyatro Diyalog" Merhaba Demek Üzere... Tiyatro kan mı kaybediyor, canlanmaya mı başladı sorularının sıkça sorulduğu, "global kriz" denen o canavarla tekrar kol kola girdiğimiz bu günlerde yeni bir tiyatro daha merhaba demeye hazırlanıyor: "Can Gürzap Tiyatro Dialog". Kendisine ilk sorum da bu oldu zaten ama Can Gürzap, ekonomiden pek anlamadığını söylemekle birlikte şu inancını bir çırpıda dile getiriverdi: "Kriz tabii etkiledi, etkileyecek de ama iyi tiyatro mutlaka izleyicisi ile buluşur. " Aslında doğru da, krizin ardına sığınarak veya kaçarak kurtulmak mümkün değil, üzerine gitmek, daha özenli işlerle izleyicilerle buluşmak daha doğru olacaktır. Krizi bir kenara bırakırsak, bunca yıldır hem Devlet Tiyatroları'nda hem de özel tiyatrolarda tiyatro yapmış olan Can Gürzap neden kendi tiyatrosunu kurma gereği duymuş? "Kendi tiyatromda kendi istediğim tiyatroyu yapmak, riskini de üstlenmek, keyfini de yaşamak istiyorum. Ama, tiyatro, tiyatro kurdum demekle olmuyor. Bunun tekniği var, turneleri var, işletme sorunları var, salon sorunu var. Ben bunları yeteri kadar bilmiyorum. Ali Temiz bu işlerle yıllardır uğraşan bir arkadaşımız, ondan bana böyle bir düşünce geldi, bence de zamanı geldi yapalım, dedim ve ilk oyunumuzu 11 Ocak'ta Caddebostan Kültür Merkezi'nde seyirci ile buluşturuyoruz."
cy
a
Can Gürzap, Devlet Tiyatroları' nda tiyatro yöneticiliği de yapmış bir sanatçı, özellikle bilet ücretlerinde haksız bir rekabet yaşandığını düşünüyor, ödenekli kurumların da hiç değilse harcamaların bir kısmını bilet ücretiyle kaşılamasının doğru olacağını düşündüğünü belirttikten sonra şu örneği veriyor: "1960 'larda,, 70 'lerde ödenekli kurumlarla, özel tiyatro biletleri yarı yarıyayken, şimdi altıda bire dönüştü, bu farkın kapanması gerekir."
pe
Nasıl bir kadro, nasıl bir repertuvar sorusuna ise şu yanıtı veriyor: "İki ayrı yapı düşünüyorum, birinde çekirdek bir kadro olacak, diğerinde ise gençlerle tiyatro yapmak istiyorum, çok yetenekli bir genç kadro var fakat tiyatro yapacak koşulları bulamıyorlar, onların yeteneği ile bizim deneyimimizi buluşturmak istiyorum. "
Zor işler ama gerekli de işler, yeni bir tiyatro yeni bir umut demek, zaten Can Gürzap da "Yeni İnsan, Yeni Tiyatro" sloganı ile yola çıkmış. Can Gürzap Tiyatro Dialog'un ilk oyunu Richard Baer'in "Bana Bunu Yapma" oyunu. Oyunu Zeynep Avcı'nın oğlu Yalın Karabay çevirmiş, kendisi yönetmiş. Oyunun kadrosu; Can Gürzap, Nurseli İdiz, Atilla Pekdemir ve Veysel Diker'den oluşuyor. Bunların hepsi tamam da, hangi salonda izleyebileceğiz? Esas soru da bu galiba? Can Gürzap'ın bu konudaki düşünceleri ise şöyle: "Genelde Anadolu yakasında sahne açmayı düşünüyoruz, çünkü bu yakada yeterli tiyatro yok ama tiyatro kültürü gelişmiş geniş bir izleyici yelpazesi var, çünkü Kadıköy 'de daha çok Ankara 'dan gelmiş insanlar ikamet ediyor, Ankaralıların ise İstanbullara göre daha köklü bir tiyatro kültürü vardır. Esas üs olarak Caddebostan Kültür Merkezi 'ni kullanmak istiyoruz. Fakat İstanbul ile sınırlı kalmayarak Anadolu 'ya da yayılacağız. 11 Ocak'ta prömiyer yaptıktan sonra, 5 gün devam edip sırasıyla; Adana, Mersin, Antakya, Gaziantep, Ankara, İzmir, İzmit, Adapazarı turnelerimiz olacak." Çok daha uzun sohbet ettik Can Gürzap'la, tiyatronun genel sorunları, ülke sorunlarıyla ilgili olarak, ama hepsinin önünde yeni bir tiyatronun, umut dolu olarak "merhaba" demesiydi önemli olan, ben de sadece bu umudu taşımak istedim. "Can Gürzap Tiyatro Diyalog", hoş geldin, yolun açık olsun.
7
Ustalara Saygı Lüküs Bir Oyuncu
Pınar Erol
pe
pinarerol@tiyatrodergisi.com.tr
cy
a
Zihni Göktay
Fotoğraflar: Deniz Demirkanlı
Zihni Göktay "Lüküs Hayat" müzikalinde 24 yıldır harpler, coğrafi şartlar ve sosyo-ekonomik şartlar değişince evi barkı bırakıp Hitler denen adamdan Rıza 'yı oynuyor. Bıkmak mı? Hayalindeki rolü alabilmek için yüzünü karartıp Yönetim Kurulu 'nu kaçarak buraya geliyorlar. Babam zanaatkardı, yani terziydi. Orada Paris Terzilik Akademisi'ni bitirip bölmüş bir oyuncu o. Ömrünün sonuna kadar oynamaya talip, hevesli. Oynadıkça hem kendini hem gelmiş. Mesleğine devam ediyor ama çekingen ve pısırık bir adamdı, Allah rahmet eylesin. Çok seyirciyi coşturuyor. Coştukça oynamaya devam ediyor. Bir şölene dönüştürüyor "Lüküs Hayat "ı. Türk Tiyatrosu 'ndaki yeri ayrı. Geleneksele sevdalı, Babam beni maça götürmedi, Şehir Tiyatrosu'nun çocuk doğaçlamada usta. Sevgiyi, saygıyı çoktan hak etmiş. bölümüne götürüyordu. Tepebaşı'nda Dram Tiyatrosu'nun Yaşayan bir tiyatro tarihi. Çok değerli... Ne ki 3 sene sonra emekli sanatçılar kervanına katılacak. Biliyoruz yanında bir salaş sahnemiz vardı. Ahşap aşı boyalı, çok şirin sahneden bizi daha uzun seneler selamlayacak ama bir tiyatroydu. yine de bu boğazımızı düğümlüyor durduk yerde... cesaretli olmadığı için diplomasını arkasına alarak tüccar terzi halinde yahut yerini Beyoğlu, Pera Tiyatroya yönelmenizde doğduğunuz yerin dokusu seçerek falan devam ettirmemiş. Kendi kabuğunda kadar kendisi de amatör tiyatro yapmış olan Aksaray'da açmıştı dükkanını, en son da Laleli babanızın etkisi var belki de. Siz 5-6 Ordu Caddesi'nde yer gösterdiler. Bunlar olacak yaşlarındayken elinizden tutup sizi tiyatroya şeyler. Kimseye bir ilenmede bulunmadı kendisi. götürüyor. Ama epey sıkıntı çektik. İşte benim tam ortaokul Bilhassa Reşat Nuri'nin "Taş Parçası" ve " Dudaktan yıllarım, 56 yılları. Harp sonrası zaten millet olarak Kalbe" adlı piyeslerini oynamış. Bulgaristan göçmeni. çok sıkıntı çekilmiş. Kırtasiye, giysi falan bulunmuyor. Terzi olduğu için kendi dikiyor Daha önce oralar Osmanlı toprakları. Ne yazık ki
8
kıyafetlerimizi. Sümerbank kumaşları kullanıyorduk, Sümerbank ayakkabısı giyiyorduk. Dersaadet'te, tarihi yarımadada doğup, orada büyüdük. Babam beni maça götürmedi, Şehir Tiyatrosu'nun çocuk bölümüne götürüyordu. Tepebaşı'nda Dram Tiyatrosu'nun yanında bir salaş sahnemiz vardı. Ahşap aşı boyalı, çok şirin bir tiyatroydu. Feriye Egemen'in çocuk oyunlarını seyrediyorduk. Tiyatro mikrobu orada benim içime girdi. Bunun yanı sıra Gülhane Parkı'nda İsmail Hakkı Dümbüllü ve arkadaşları, Şark Kıraathanesi'ne, sonra Fatih'te Madalyon Sineması'na, yazlık bahçelere gelen ortaoyunu heyetleri. Babam tiyatroya çok meraklı bir insandı. İyi bir seyirciydi. Oyuncu olamadığı için de üzgündü. Bana da hiçbir zaman için köstek olmadı, hep destek oldu. Orada da geleneksel halk tiyatrosuna gönül verdim. İşte Karagöz'ü radyodan
Lise tiyatro kolondayım aynı zamanda. Yokluk kıtlık var. Harçlıklarımla sahaflarda tiyatro kitapları, eski dil Hacivat, Karagöz'ler alıp babama tercüme ettiriyorum. Arta kafan paramla da Beyoğlu'ndaki öğrenci matinelerine, Tepebaşı Dram Tiyatrosu'na gidiyordum.
Okul yıllarında amatör olarak başlamışsınız tiyatroya. Sonra Ankara Meydan Sahnesi'nde profesyonel oluyorsunuz. Ankara'ya gidiş hikayenizi sizden dinleyelim mi? O sırada ilkokul bitmişti. Pertevniyal Lisesi'nde ortaokula başladım. Fakat müspet ilimlerde hep zayıfım. Tembel bir öğrenci değilim, kafam almıyor çünkü yatkın değilim. Ancak tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, kamu yönetimi, sosyal bilgiler, edebiyat derslerimde muazzam bir not patlaması var. O sırada Eminönü Halkevi'nde amatör tiyatro çalışmalarına başladım. Lise tiyatro kolundayım aynı zamanda. Yokluk kıtlık var. Harçlıklarımla sahaflarda tiyatro kitapları, eski dil Hacivat, Karagöz'ler alıp babama tercüme ettiriyorum. Arta kalan paramla da Beyoğlu'ndaki öğrenci matinelerine, Tepebaşı Dram Tiyatrosu'na gidiyordum. Konservatuvara gitmek gibi bir niyetim yoktu. Alelacele tiyatrocu olmak istiyordum. Ailede de herkes müspet ilim yapıyor. Hacı dedem namazdan çıkmış, damadına, yani babama, dükkâna uğruyor. Ben de okuldan çıkıp gelmiştim. Babam ütü yapıyordu. Dedem babama: "İbrahim duydum ki bu adam saçma sapan işlerle uğraşıyormuş. Onun kulağını çek de böyle şeyler yapmasın. Hiç olmazsa
pe cy
a
dinliyoruz Hayal-i Küçük Ali'den. Radyo tiyatrolarını, arkası yarınları, eğlence programı skeçlerini dinliyoruz. Başka bir şeyimiz yok. Oyuncağımız zaten olmadı hiç. Topa pek meraklı olmadım. Sokağa çıkarken hep tembih ettiler. Aman top oynama, koşarsın, terlersin, rahatsızlanırsın, okulundan olursun diye. Banyoda, hamamda şarkı söyleme, günahtır, dediler. Yani ne topçu olabildim ne popçu olabildim. Kapalıçarşı'dan Hacivat Karagöz tasvirleri almışlardı. Babam terzi olduğu için patiska parçaları vardı evde. Marangoz Nevzat Abi'den çıtalar aldım. Etrafını sarı raptiyeyle tutturdum. Annem evde yokken, salon salamanje gibi ortada kapısı olan evler vardı. Bizim kapı yerine,
kadife fitilli perde vardı. Onların arasına ben Karagöz'ün tabiriyle şem-a kurdum. Arkasına mum yaktım. "Perde kurdum, şem-a yaktım, gösteren zulh-û hayal," diye. Eyüp Sultan'dan alınma bir oyuncak defle ben kendi kendime Karagöz oynatmaya başlarken arkadaki mum patiskayı tutuşturdu. Küçük bir yangın tehlikesi atlattık. Ama ben temiz bir dayak yedim. Başka da hayatta bana hiç kimse bir fiske vurmadı. Uslu çocuktum, tiyatro yüzünden dayak yedim. Hacivat, Karagöz, Gülhane Parkı, İbişli kukla, çocuk tiyatrosu falan derken bu ana arterlerden kılcal damarlarıma doğru ilerledi ve ben bir tiyatro hastası oldum.
9
cy a
ona bir pantolon dikmesini öğret, ilerde aç kalmasın," dedi. Bu benim çok ağınma gitti. Ben yine hiç aldırış etmedim kimseye. Tiyatroya devam ediyorum. Türkiye'de 27 Mayıs devrimi olmuş. İhtilal sonrası devrimci gençler var tabii. Devletin bile oynayamadığı oyunları İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği oynuyordu. Fakir Baykurt'un "Yılanların Öcü", Devlet Tiyatrosu repertuvarından geri çevrildi. Ergin Orbey oyunlaştırmıştı. Ergin Ağabey Türkiye Milli Talebe Federasyonu'nun oynamasına izin verdi. Biz o oyunla bütün Anadolu'yu dolaştık. Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal beni seyretmişler. Yaşım küçük ama "Yılanların Öcü"nde yaşlı bir bilge kişiyi oynuyorum. Ressam Balaban da dekor ve kostümleri yapmıştı. Cüneyt Türel oyunu koydu. Şehir Tiyatrosu'na yeni girmişti. Levent Dönmez'le birlikte koyduklarına inanıyorum çünkü o zamana dair notlarım var. O, kızıma aksini söylemiş ama hafızası ona ihanet etmiş olabilir. Fakir Ağabey, Allah rahmet eylesin, yanağımı okşadı, "Gülriz'ler Yaşar'ın bir oyununu oynayacaklar," dedi. Yaşar Kemal de kartvizitine yazdı: "Sana gönderdiğim bu çocuk çok kabiliyetlidir. Oyunum "Teneke"de ona göre bir arzuhalci rolü var." Ama gencim yine. Küçüklüğümden beri hep büyük rolleri oynadım. Gogol'un "Müfettiş"inde de 40-45 yaşlarında bir kasaba yargıcını oynadım. Hiç de sakil kaçmadı. İyi de eleştiriler almıştım. Elimde kartvizit, sevinç içinde giderken yaşım da 18-19 falan, sezon başlamak üzere. Yolda rahmetli Erdinç Üstün ile Selçuk Uluergüven'e rastladım. Gençlik tiyatrosundan beni tanıyorlar. Benim ayaklarım yerden kesilmiş, yürüyor muyum, uçuyor muyum belli değil. Profesyonel olmak çok zor. Biz Ankara Meydan Sahnesi'nde çalışmak için anlaştık. Onlar da şu anda Ses Tiyatrosu'ndalar. Turneye, İstanbul'a gelmişler. Oraya git, tiyatronun sahibi Çetin Köroğlu'yla görüş, dediler. Saniyenin onda biri kadar bir zamanda
kafamdan neler geçiyor. Ne yaparım, ne ederim? Ailenin tek erkek çocuğuyum, burayı bırakıp Ankara'ya gideceğim, ailem mi, tiyatro aşkı mı? diye düşünürken ayaklarım birdenbire Galatasaray Postanesi'nden geriye Ses Tiyatrosu'na götürdü beni. Yani şimdiki Ferhan'ın tiyatrosuna. Çetin Bey'le görüştüm. "Ayda 500 lira veririm. 8 Ekim'de Ankara'da ol. Foto Bella'da fotoğrafını çektir," dedi. Anlaştık. Mukavele falan yok öyle, söze dayalı akit var. Bir gittim Ankara'ya 10 sene kaldım, 1973 yılının Mayıs ayına kadar. Oranın bir evladı, neferi, hizmetkârı, oyuncusu, tiyatronun müdürü olarak devam ettim. Tiyatronun anahtarı bendeydi. Ben açardım, gece de herkes çıktıktan sonra hesabı kitabı defteri kapatır, kapıyı da kilitler, çıkardım. Kerem Yılmazer, (o zaman adı Muhittin'di, 68'de İstanbul'a gelince Haldun Ağabey adını değiştirdi). Macit Flordun, Selçuk Uluergüven, Erdinç Üstün ve ben Bahçelievler'de dört odalı bir evde kaldık. Çok sıkı bir dostluğumuz vardı. Aynı kaderi paylaşıyorduk. Önce Macit Ağabey koptu bizden, sonra Erdinç Ağabey bıraktı tiyatroyu, İstanbul'a geldi. Kerem'i 68'de Haldun Ağabey İstanbul'a götürdü. Ben hâlâ devam ediyorum Meydan Sahnesi'ne. O sırada Ankara Sanat'tan bir teklif gelmişti. 250 lira yüksek maaş veriyorlardı. Tabii ben bulunduğum yere ahdi vefadır, orada profesyonel oldum diye bırakmadım. Halk Oyuncuları geldi, Tuncer Kurtiz ve rahmetli Tuncer Necmioğlu. Süleyman Umur Bugay'ın yazdığı "Devr-i Süleyman" diye bir oyun oynuyorlardı. Müjdat falan da o tiyatrodaydı o zaman. "Pir Sultan Abdal" oynuyoruz, ikinci bir ekip kurarak. Onlar da 1000 lira teklif ettiler, bize katıl dediler. O sırada Meydan Sahnesi'nde maaşım 750 liraya çıkmıştı. Bırakmak istemedim. O yuvada ben profesyonel oldum. Ankara'nın ilk özel tiyatrosu.
pe
1973'e kadar televizyon yavaş yavaş dallanıp budaklanmaya, derken İstanbul'a sıçramaya başladı. Derken Ankara ve İstanbul'da 36 tiyatro hapı yuttu. İşte teknoloji, dünyanın fahişelikten sonraki en eski mesleğini alt etmeye başladı.
10
68'de TRT kurulduğu zaman Mithatpaşa 49 numarada ben oradaydım. 1973'e kadar televizyon yavaş yavaş dallanıp budaklanmaya, derken İstanbul'a sıçramaya başladı. Derken Ankara ve İstanbul'da 36 tiyatro hapı yuttu. İşte teknoloji, dünyanın fahişelikten somaki en eski mesleğini alt etmeye başladı. Bu büyük tehlikeydi çünkü hayatta modası geçmeyen 4-5 tane şey var. Tiyatronun modası da geçmez. İllüzyon çıktı, video çıktı ama edebi tarafı daha ağır basan canlı bir eser seyrediyorsunuz. Niye modası geçsin? Neyse tiyatro kapandı. Bu krizi de atlatırız dedik, atlatıldı. Biz mesleğe devam ediyoruz. Bırakıp da başka bir iş koluna geçmeyi düşünmedik çünkü biz buna gönül vermiştik. Babam ben profesyonel olmadan önce dedi ki, bunu da gülünsün diye söylüyorum ama doğrudur: "Bu meslekte başa güreşeceksen, iyi bir aktör olacağına inanıyorsan al benden sana kocaman bir el, arkandan ittiriyorum ama 5. sınıf bir aktör olacaksan olma, ileride çok ağırına gider. Para kazanmayı umut ediyorsan onun da üstünü bir kalem
a
pe cy
titrediğimiz bir insan. Başladım. Turan Oflazoğlu "Bizans Düştü" adlı oyununda Bizans halkından birini oynuyorum. Sonra aynı oyun içinde rütbe aldım. Rahmetli Ünal Güler rahatsızlandı, onun yerine ' Yeniçeri'yi oynamaya başladım. Sonra Perihan Tedü Ablamız melodram sahneye koymaya başladı. Bilge Zobu, Cüneyt Türel, Haldun Ergüvenç. Ben de orada arkası dönük bir bar piyanistini oynuyorum. Haldun Ergüvenç, "Benim canım sıkıldı, ben oyundan biraz kaçacağım. Sen benim barmen rolüne dikkat et," dedi. Sonra o bıraktı, ben barmen rolüne geçtim. Üvey babayı oynayan Ersan Uysal Abimiz vardı, "Sen bu role bir bakıver," dedi. Barmenden de o role geçtim. Oyun içinde terfi. Bu kural hiç değişmedi. Buranın hamurunda, yürüyüşünde vardır bu.
a
çiz. Türkiye'de tiyatrodan para kazanılmaz. Para kazanmak için ya genelev ya da büfe aç. İkisinin önü hep kalabalıktır," dedi.
pe cy
Meydan Sahnesi kapanınca İstanbul'a dönmeye karar veriyorsunuz ama yevmiyeli figüran olarak. Sizin tabirinizle attan inip eşeğe biniyorsunuz. 1973 yılında Ankara Meydan Sahnesi kapandı. Çetin Köroğlu Cüneyt Gökçer ile konuşuyor, bazı arkadaşlar sınavla Devlet Tiyatrosu'na geçsin diye. Ben de her zaman sınavdan çok korktum, hâlâ korkarım. Usulen bir sınava girdim ve kaybettim. Kazansaydım İzmir ya da Bursa Devlet Tiyatrosu'na atanacaktım. Sonra ben İstanbul'a dönmeye, Şehir Tiyatrosu'na girmeye karar vermiştim. Ne olursa olsun, attan inip eşeğe binecek olsam da... '73 Mayısı'ndan sonra geldim. O yaz Şehir Tiyatrosu'na bir dilekçe verdim. Vasfı Rıza Zobu ve yönetim kurulu üyeleri tarafından; Sami Ayanoğlu, Hüseyin Kemal Gürmen, Saltuk Kaplangı, Perihan Tedü, Şehir Tiyatrosu Müdürü Basri Dedeoğlu imzasıyla bana bir cevap geldi Ağustos ayında. Kadrolarımız dolu olduğundan 25 lira yevmiyeli figüran kadrosuna kabul edebiliriz, diye. O bile büyük bir nimetti benim için. Ankara Meydan Sahnesi'nde 10 senelik geçmişimi, hakkımda çıkan eleştirileri, oynadığım oyunların program dergilerini, rol dağıtım listelerini falan güzel bir dosyada uzun bir dilekçeyle sunmuştum. Onun üzerine zaten kabul etmişler. Sonra Vasfı Bey benimle bir mülakat yaptı. "Umutsuz olma. Burası bir baba ocağıdır," dedi. "1914'te Muhsin ile birlikte Letafet Apartmanı'nda Vezneciler'de bunu kurmuştuk. Kafanı soktun, çalış. İleride Namık Kemal'in dediği gibi "Yüksel ki yerin bu yer değildir. Dünyaya geliş hüner değildir. Yüksel hünerinle kani olma. İhsan-ı hüdaya mani olma," diyerek teşvik edici oldu. Sevecen yaklaştı hep. Sanatının karşısında saygıdan
12
Kadroya ne zaman alınıyorsunuz? Mart 1974'te ezici bir çoğunlukla Ahmet İsvak CHP'den belediye başkanı oldu. Gelir gelmez de Vasfı Bey'e nazik bir şekilde, hocam yoruldunuz, dinlenin dedi ve Valikonağı 137 numaralı evine bıraktı resmi bir araba. Aynı araba oradan devam ederek Dragos'tan Muhsin Bey'i aldı, Şehir Tiyatrosu'na getirdi. Daha önceden Muhsin Bey'in gidişine kızan ve ayrılan bütün çocukları, Ayla Algan, Beklan Algan, Tunç Yalman, Taner Barlas, Şirin Devrim, Zihni Küçümen, Ali Taygun geri geldiler. Bizim için Cumhuriyetin başöğretmeni ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, Türk tiyatrosunun da kurucusu ve devam ettiricisi iki kişi var: Biri Vasfı Rıza Zobu, biri Muhsin Ertuğrul. Başar Sabuncu da geldi. "Mutemet Ali Rıza Bey'in Yaşanmış Hayat Hikâyesi" oyununu hem yazdı hem yönetiyor. Bana bir rol verdi. Muhasebe Müdür Yardımcısı. Namusluyken yozlaşan bir adam. Bilge Zobu, Argun Kınal, Dilek Türker var. İlk müzikli
oyundur, orkestra çukurunda değil de sahne üzerinde çalan. Muhsin Bey oyunları gizli gizli seyrederdi ve mutlaka da gişeden bilet alırdı. Adam kendi tiyatrosuna bilet alıyor. Emek bedava seyredilmez, diyor. Bana haber geldi. Muhsin Bey seni Harbiye Şehir Tiyatrosu'na bekliyor, dediler. Ayaklarım dolanıyor. Gittim neyse. Beni omuzlarımdan tuttu. Durumu tahlil edemiyorum içimde. "Aferin," dedi. Tabii o aferin beni çok rahatlattı. "İyi," dedi "beraber çalışacağız bundan sonra. Vasfı bana 16 kişilik bir liste bırakmış. Bunlar burada 10 sene yevmiyeli figüran olarak çalışmış. Ben o listeye müdahale edemem. O bir şey biliyor ki yazmış. Fakat ben buraya bir kişi ilave edeceğim," dedi. Stajyer kadroya alacak. İsmimi ilave etti. Sonra o listeden bir kişi eksildi ama bir sene sonra yine kadroya geçti o arkadaşım. Yani biz 16'lar olarak biliniriz
Tiyatro Müdürleri, Belediye Başkanları, genel sanat yönetmenleri değişti, onların hepsini eskittim. Hepsi gitti. Ben yine o kuru tahtanın üstündeyim. Perde açılıyor, oynuyoruz, kapanıyor. Bazı arkadaşlarımız gibi yönetim kurulu üyeliğine soyunayım gibi bîr şeyimiz yok.
pe cy
a
Darülbedayi tarihinde. Tiyatro Müdürleri, Belediye Başkanları, genel sanat yönetmenleri değişti, onların hepsini eskittim. Hepsi gitti. Ben yine o kuru tahtanın üstündeyim. Perde açılıyor, oynuyoruz, kapanıyor. Bazı arkadaşlarımız gibi yönetim kurulu üyeliğine soyunayım gibi bir şeyimiz yok. Benim mesleğim aktörlük; tiyatro adamlığı başka bir şey. 1984'te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan oldu. Vasfi Bey yine Valikonağı'ndaki evine çekildi. Laflar dolaşıyor Ankara'dan Gencay Gürün Hanımefendi gelecek, diye. Ankara Devlet Tiyatrosu Baş Dramaturgu... Heyecanla bekleniyor. Rivayetler dönüyor. Temmuz sonunda Gencay Hanım geldi. Fuayede bir tanışma toplantısı yaptı. Margaret
Thatcher falan böyle zarif olabilir. Türk Tiyatrosu'nun rozetini göğsünde taşıyacak ilk kadın genel sanat yönetmeni. Daha önce Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Melek Ökte Ablamız olmuştu ama çok kısa sürmüştü. Gencay Hanım geldi, repertuvarlar falan değişti. Bir yönetim kurulu kurdu etrafına. Tiyatronun tuvaletinden, elektrik düğmesinden, sahnedeki perdeden, koltuğa, her şeyde muazzam bir değişiklik yaşanıyor. Herkes yeni doğmuş gibi bir şevkle sarıldı. Gencay Hanım, "Lüküs Hayat'ın hazırlıklarındaydı. Suna Abla'yı çağırdı. Böylece hakiki yerine geri döndü. 73'te ben geldiğimde Suna Ablam buradaydı. Önder Bali ve Esin Engin'in müzik direktörlüğünde, Haldun Dormen büyük bir müzikale imza atmaya başladı. Rol istenmez, alınır denilir. Mahcup etmeyeceğime inandığım için de o rolü gidip Gencay Hanım'dan istedim. "Lüküs Hayat'ı Muammer Karaca'dan seyredince "Allahım bir gün ben bu rolü oynayabilir miyim," dedim. O benim rüyamdı. 22 sene önce oltayı atıp çok uzun süre bekledikten sonra oltama takılmış çok iri bir balık olarak kabul ettim. Sezai Altekin ile birlikte TRT'de dublaj yaparken öğle yemeği molasında taksiye bindik. Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda Yönetim Kurulu toplanmıştı. Sezai de kuyruğumda, aldım onu çekiştiriyorum. O sevmez böyle şeyleri. Ama tiyatro aşkı bunu yaptırır. "Duydum ki 'Lüküs Hayat'ın kadrosu şu günlerde oluşturulmaya çalışılıyormuş. Ben buradaki Rıza karakterine talibim. Eğer o rolü oynayamadan ölürsem mezarımdan duman tüter. Bunun vicdani yükünü hepiniz çekersiniz," dedim. Kasım ayında rol dağıtımı asıldı. Oyunu 33'te oynayanların önünde sınav vereceğiz. 6 Mart 1985'te sınavı şahane bir prömiyer yaparak verdik. O gün bugündür ölenler, emekli olanlar, ayrılanlar, sıkılanlar oldu. Ben devam ediyorum. Haldun Dormen oyunun sahneye koyduğu biçiminden çok uzaklaştığını söylüyor ama?
13
demesinler diye kupon bir oyun halinde oynuyorum ama eksiği yok fazlası vardır. O fazlayı bir sonraki ay tekrar görmek için gelenler var. Kısık ateşte altım yakmadan devam ediyorum. 38 yaşındaydım başladığımda, 63 yaşındayım şimdi. O zaman 52 kiloydum, şimdi 95 kiloyum. Mecburi kostüm değişiklikleri oldu. Dekordaki tahtalar eskidi, onlar yenilendi. Neler değişmedi. Değişmeyen Allah'a şükür bir tek ben varım. Ruhen ve performans olarak da değişmemeye gayret ediyorum. Bunun yanı sıra
cy
a
Ben birtakım eleştirilere rağmen oynamaya devam ediyorum. 1933 'ten bu yana başbakan değişti, sosyo ekonomik koşullar değişti, rejimler değişti. "Lüküs Hayat" o yıla takılı kalarak yürümez. Buna bir can suyu vermek lazım. Abuk subuk şeylerle değil, tiyatroyu politikadan soyutlayanlayız, günceli koruyarak altını sıcak tutmak lazım. Haldun Ağabey'le yer yer takışarak, sonra öpüşerek geldik ve hâlâ devam ediyor. Hayret ediyorum sana, Guinness Rekorlar Kitabı'na sokacağım, diyor. 25. sezonu oynuyoruz. Dünyanın çevresi 40 bin km.dir. 55 bin km.yi aşkın yol yaptık. Gittiğimiz yerlere defaten gittik. Türki Cumhuriyetleri'nden Azerbaycan'a, Kıbrıs'a, Almanya'yı baştan sona dolaştık. Türkiye'de gitmediğimiz çok az yer kaldı. Ben Allah sağlık verdiği müddetçe de oynayacağım. Onun yanı sıra neler oynadım ama. "Çulsuzlar", "Resimli Osmanlı Tarihi", Aristophanes'in Gencay Gürün'ün güncelleştirdiği "Kuşlar" adlı müzikali, " Pembe Konağın Gelinleri", " Kanlı Nigar" oynandı. Bunlar hep 6-7 sezon oynandı. Ben "Lüküs Hayat'ı daha da oynayacağım ama yönetim eskidi diye kaldırıyor.
pe
Lüküs Hayatla 25. sezonu oynuyoruz. Dünyanın çevresi 40 bin km.dir. 55 bin km.yi aşkın yol yaptık. Gittiğimiz yerlere defaten gittik. Türki Cumhuriyetleri'nden Azerbaycan'a, Kıbrıs'a. Almanya'yı baştan sona dolaştık. Türkiye'de gitmediğimiz çok az yer kaldı. Ben Allah sağlık verdiği müddetçe de oynayacağım.
"24 yıldır oynamaktan bıkmadınız mı?" sorusundan bıktınız ama oynamaktan bıkmadınız. Ben tersini soracağım, ola ki "Lüküs Hayat" repertuvardan alınırsa ne hissedersiniz? Amiral gemisi diye adlandırılan bir oyun. Telefonlar beklemeye alındığında bile "Lüküs Hayat" dinletiliyor. Bir arkadaşımız dışında hiçbir sanat yönetmeni buna kalkışmadı. Yarım sezon kadar oynanmadı, sonra tekrar oynandı. Kenan Işık geldi. Olmaz böyle şey dedi, dekor ve kostümleri yeniledi ve oyuna tekrar hayat verdi, diriltti. Hiç gramajdan eksiltmeden oynuyorum. Çünkü gelen, tekrar gelip seyrediyor. Onlardan birinde performansım çok yüksekse, diğerinde "A Zihni Bey çökmüş,"
14
tabii tiyatroda diğer oyunlar devam ederken yoksulluk sınırında maaş aldığımız için dizilere de gidiyorum. Eşim de sağ olsun bana çok dikkat ediyor. Derken "Lüküs Hayat'ın prömiyerinde Zeynep Göktay doğdu. Kulislerde büyüdü ve tabii tiyatrocu oldu. Başka bir şey beklenemezdi. Ondan önce 79 doğumlu Ömer Göktay var. O sırada o 6 yaşındaydı. Nereden bilebilirdim ki o günlerde Önder Bali'nin yanında piyanonun başında uyuklayıp kalan o çocuğun bugün "Lüküs Hayat'ta klarnet çalacağını. Bazı oyunlarda baba oğul birlikteyiz. Zeynep, Haliç Üniversitesi Konservatuvarı'ndan diplomasını aldı ve 3 sınav sonrası Şehir Tiyatrosu'nun çocuk birimine girdi. Yakında 'Fareli Köyün Kavalcısı' adlı çocuk oyununu oynayacaksınız, 7'den 77'ye herkesi
kucaklamayı hedefleyerek. Çocuk oyununu kendisine yakıştırmayanlara ne dersiniz? İnsanlar yaşlanınca çocuklaşıyorlarmış. Dün Orhan Alkaya ile beraberdik. Harbiye'deki 89 numaralı Genel Sanat Yönetmenliği binasına Letafet Apartmanı adını koyduğu için kendisine teşekkür için uğramıştım. Babam bana orayı göstermişti Darülbedayiinin kuruluş yeri diye. "Ağabey sana bir sürprizim var. 'Fareli Köyün Kavalcısı'nı Göktay ailesi oynayacak," dedi. İlk defa size söylüyorum. Ömer müziklerini yapacak, Zeynep de kuklaları oynatacak. Tabii Cengiz Özek koyacak sahneye. O da benim çok sevdiğim bir evladım. Oyun 7'den 77'ye herkes için. 23 Nisan çocuk şenliğine yetiştireceğiz. Oyunu bana 1,5 saat olarak teslim eder ama 2,5 saat olarak geri alır.
Değişken bir oyuncuyum ben. Onun için 25 yıldır taşıdığım bıyığı da "Pembe Konağın Gelinleri"nin prömiyerinde kestim. Kuşlar'daki bambaşka bir Atinalıydı. "Lüküs Hayat'taki Rıza bambaşka bîr adam ama nedense çok seviliyor.
Başında da maaş alan bir adam varmış, Rauf Altuntak'tan öğrendiğimiz kadarıyla. Eşelemeye gelmez. Yani netice elde edemezsiniz. Kurumuş tezeklere su serpmeye benzer bu. Tekrar canlandırmak istersin ama nahoş kokular çıkar altından. Birinin bir rantı vardır. Biz şahsi gayretimizle yapıyoruz bunu tiyatronun içinde. Muhsin Ertuğrul gibi Batı tiyatrosu hayranı bir insan Geleneksel Türk Tiyatrosu'na büyük bir devinimde bulundu gelir gelmez 74'te. Seyirlik gezici ortaoyunu Geleneksel Türk Tiyatrosu kolu kurdu. Gencay Hanım'la birlikte orkestra kuruldu Şehir Tiyatrosu'nda ve hâlen devam etmekte. İstanbul Belediyesi Kültür İşleri'nin bir dergisinde kapak olduk biz. Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun bayağı bir tüzüğü vardı. Yönetmeliğinin içinde madde vardır Rauf Altuntak ve Zihni Göktay, Muhsin Ertuğrul tarafından atandı diye. Birçok yerde halka açık temsiller verdik. Işık istemez, bir sandık içinde kostümler, az dekorla her yere gittik. Sonra neden devam ettiremedik. 16 tane ortaoyunu var, Metin And'ın araştırmaları sayesinde bize intikal eden. Bunların bazıları oynanamayacak kadar eskimiş durumda. Ne yapmak lazım? Masa başına atanmış kişilerle, bu işe gönül vermiş insanlarla birlikte sadeleştirerek, yenilenmeli. Kostümler aynı kalabilir, değişebilir, kavuğu kaldırıp bir silindir şapka takabilir. Adam günümüz politikacısı olabilir. Ama iskelet aynı olur. Hicivler değişir, eleştirdiğimiz kimseler değişir ama eleştiri kalır. Böyle yaparsak tutar ama ... mandal tahtası bayram haftası, Çanakkale boğazı... falan denirse olmaz ve gençler bize sırtını döner. Bunu oynayanlar göçtüğü gibi
cy
a
Siz her oyunun içine tuluatı katıyorsunuz. Bu geleneksel tiyatroya da bir güzelleme, bir selam mı? Benden bekliyorlar ama literatürü takip ettiğimde bu tuluat İspanyol tiyatrosunda da var. Fransız tiyatrosu Moliere'de de var. Comedia dell-Arte'ta da var. Doğaçlamasız bir dönem geçmemiş. Shakespeare'e de dokunuluyor bugün. Bu tiyatronun geleneğinde var. Seyirlik oyunlarında var. Anadolu Dionysos şarap şenliklerindeki oyunlarda var. Karagöz ve Hacivat'ta var. Meddah'ta var, ortaoyununda var. İbiş'li tuluatta var.
yapıldı. Burada Türkiye'de tiyatro var ama Türk tiyatrosu yok, dendi. Öğrendik ki Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde 'Devlet Geleneksel Türk Tiyatrosu Topluluğu Müdürlüğü bulunuyormuş ama 16 yıldır faaliyetleri olmamış... Bunun arkasını kovalayan yok mu?
pe
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından sizin de katıldığınız Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri
15
seyirciler de göçtüler. Yeni bir tarzda sergilersek bunu koruruz. Sizin bu konuyla ilintili olarak serzenişiniz var, "Güllaç gibi sadece Ramazan'da hatırlanıyoruz," diye. Hâlbuki 12 ay güllaç var. Erol Günaydın'la birlikte bunu söyledik en sonunda. Bu işi yapanlar da o zaman hatırlanıyor. Konservatuvarlarda Geleneksel Türk Tiyatrosu'yla ilgili bir şey yok. Ben can-ı gönülden eksik olan Geleneksel Türk Tiyatrosu'nu üç İsmail Dümbüllü ödülü almış birisi olarak -İsmail Dümbüllü'nün elini öpmüşlüğüm, başımı sıvazlamışlığı var. Çünkü onun Pişekâr'ı Tevfik İnce Amca, babamın müşterisiydi- çok etkilendiğim, iyi gözlemlediğim, bizzat da uyguladığım gibi öğrencilere bir şeyler anlatabilirim. Elimde doneler de var. Gün ola harman ola karşılarına böyle bir oyun çıkabilir. Türk Tiyatrosu Batı'nın ileri bir karakolu değildir. Tiyatroda milliyetçiliği savunuyorum. Ömer Seyfettin'i, Reşat Nuri Güntekin'i, Cevat Fehmi Başkurt'u, Musahipzade Celal'i, Şinasi'yi bilmek gerekir. Türk tiyatrosunun tutunması, yürümesi için bazı çabalarda bulunulmuş ama Türk yazarı yetişmiyor. Dümbüllü ödülü sahibi olarak şu bitmeyen 'kavuk bende' söylemine bir açıklık getirebilir misiniz?
cy
a
Ben onu Müjdat'a da söyledim. Bütün kavuk bende diyenleri senin okulunun önünde toplayalım. Bir basın toplantısı yapalım. Baylan'dan da kavuk şeklinde bir pasta yaptıralım. O kavuk dilimlerini kavuk bende diyenlere yedirelim. Pasta bitti, kavuk gitti diyelim, olayı tatlıya bağlayalım, dedim. Aile: İpek Dümbüllü, Serpil Dümbüllü, Mete Bey (damadı) ve torunu Ufuk, "Kavuk kimsede değil. Babam namaz takkesini verdi," diyorlar. "Babamın kavuğu bizim sandıkta duruyor," diyor İpek Dümbüllü. Ferhan başka bir şey söylüyor. Onda olan takke midir, kalıpsız püskülsüz İbiş fesi midir? Şimdi ben kime inanayım? Münir Özkul'da olan beyaz bir namaz takkesi diyorlar. Mesela Vasfi Rıza Bey'in kavuğu Rauf Altuntak'ta. Bende de ödülleri var, büstü var. CD'ye aktarılmış görselleri var. Workshop falan olursa ortaya çıkarıyorum. Niye saklayayım? Bilgi faşisti olmak kadar kötü bir şey yok. Birilerine aktarmak zorundayım. Armut dibine düşer, çocuklarıma intikal ederse onlar saklar ve sonra da tarihe mal olur.
yaptım Ankara'da. Ciddi piyeslerde de oynadım. Pişekâr da oynadım, Kavuklu da oynadım. Fars oynadım, vodvil oynadım. Bunların hepsi benim literatürümde var.
pe
2011 yılında yaş sınırından emekli edileceksiniz. Suna Pekuysal da hep sanatçının emeklisi olmaz derdi. Siz ne diyorsunuz? Toron Karaca emekli oldu. Erol Keskin emekli oldu. Hizmet alımı diye bir şey var şimdi bizde. Konuk oyuncu olarak. Beni bırakmazlar. Geçenlerde 4 Kasım'da bir patlama sonucu emekliliğimi istedim. Lafı dudaklarım söyledi, kalbim söylemedi ama. Yırtıp attılar dilekçemi, beni de teskin ettiler. 2011 'de 65 yaşına bastınız diye beni emekli eden bir zihniyet kendisi 86 yaşında TBMM'de Türk milleti hakkında karar verme yetkisine sahip. Buna hayret ediyorum. Benim sağlığım yerinde, beni devam ettir arkadaş. Bu kadar çar çur edilmiş paraların yanı sıra devlete yük olamayız. Çok şeye ihtiyaç var ama sanatçıya da ihtiyaç var. O zaman konservatuvarları kapatsınlar. Nasıl araba fabrikaları üretim fazlası var diye üretimi durdurup işçilere izin veriyor. O zaman kadro veremiyorlarsa tiyatroları da feshetsinler. Devletin sorunu bu. Kültür politikası bu. Bunu halletsinler.
"Lüküs Hayat'la birlikte anılmak diğer oyunlarınıza ve yarattığınız karakterlere haksızlık ediyor mu? Onları gölgede bırakıyor mu? Bence etmiyor. Çünkü bir atımlık barutu olan insan değilim ben. Prototip bir oyunculuğum yoktur, değişken bir oyuncuyum. Onun için 25 yıldır taşıdığım bıyığı da "Pembe Konağın Gelinleri"nin prömiyerinde kestim. "Pembe Konağın Gelinleri"nde 7 ayrı damat oynadım, çeşitli dönemlerde. "Kuşlar"daki bambaşka bir Atinalıydı. "Lüküs Hayat'taki Rıza bambaşka bir adam ama nedense çok seviliyor. Biz gezici tiyatro yaptık, kahve tiyatrosu yaptık, sokak tiyatrosu yaptık, okuma tiyatrosu yaptık. Yapmadığım tür tiyatro kalmadı benim. Ortaoyunu oynadım, tuluat yaptım, Brecht oynadım, Arthur Miller oynadım, Moliere oynadım, Shakespeare oynadım. Gece yansı tiyatrosu
16
Paylaştığınız vakit, anılar ve bilgiler için çok teşekkür ederiz.
pe cy a
Özdemir Abi'ye Mektuplar Ben Bu Oyunu Bilerek ve İsteyerek Eleştirmesem Olmaz mı?
Üstün Akmen
pe
ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
cy a
"Çalıkuşu"
Özdemir Abim benim.
Öncelikle yeni yılını kutluyor; mutluluğunla pupa yelken geçip gidecek başarılı bir yıl diliyorum.
Bugün keyfim pek yerinde Abicim... Sezon açıldı, üç ayı geride bıraktık, koskocaman 2008'i devirdik. 2008'in son günü, durup dururken, eski yıllarımı anımsayıverdim. Dur, dinle, sana da anlatayım anımsadıklarımı. "Nereden çıkardın şimdi eski yıllan," diyeceksin, deme sakın. Hatırlarsın mutlaka, kuruyemiş ve tombala, yılbaşı akşamlarının vazgeçilmezleriydi o yıllarda. Geçenlerde bir küçük beye söyledim de: "Ne bala, ne bala," diye kıkırdadı. Sonracığıma, ilkokuldayken "Yerli Malı" haftaları yapılırdı değil mi Özdemir Abi? "Yerli malı, yurdun malı; Herkes onu kullanmalı"... Kuru incir içine ceviz koyar, küçük ellerimle Yafa portakalları soyardım. İlerideki yıllarımda, berberlerde Yusuf Ziya Ortaç'ın "Akbabası"nın okunduğuna da tanık oldum, kayışlarda çelik usturalar bilendiğine de... "Arap Mabel" çiğner, topaç çevirirdik yukarı mahallede.
18
Yani şimdilerde kalmayan mahallelerde... Koskoca balina, küçük gömlek yakasına nasıl girerdi, bir türlü anlayamazdım. İtiraf edeyim, hâlâ çözemedim sırrını masmavi çivitle, bembeyaz çamaşırın yıkanmasının. Radyo dinlerdik. Babam: "Dinleyin ufkunuz genişlesin, " derdi. "Bak Bak" mağazası Yüksekkaldırım'daydı, bilirdim. "Hayat Mecmuası"nda Hikmet Feridun Es'le birlikte dünyayı gezerdim, hem pasaportsuz hem de vizesiz. Türkiye'de 67 il vardı, Zonguldak en sonuncusuydu. İş Bankası kumbaraları ilk tasarruftu, belki de ilk mülkiyet. Konkensiz, altın günsüz kadın günleri yaşanır; el işleri yapılır, dantelâlar örülürdü. Çaylar ince belli bardaklarda içilir; sohbetler önce yakın çevrelerden başlar, ülke sorunlarına gelinirdi. Yemek, beyaz masa örtülerinin üzerinde, porselen tabaklarda yenilirdi. Komşu "mevhum" değildi ve de sadece dilde değil, gönülde de vardı. "Talimat" üzerine komşuya gider: "Bir maniniz yoksa annemler size gelecek, " derdik. Lacivert yaz akşamlarında yazlık sinemalara
"maaile" gidilirdi. İnsanlar daha mı az yorgundu n e , otobüslerde büyüklere yer verilirdi. Tekel birası ve Bafra sigarası delikanlılığa ilk adımdı. (Bu arada, anımsayamadım, likör müydü ikram edilen zarif kristal kadehlerde?) Aylık bütçeler, genellikle Yenice ya da Gelincik sigara kutularının arka kapağına yapılırdı. Kimliğini bir türlü aklımda canlandıramadığım Orhan Boran'ın "Yuki"si ile şenlenirdi evlerimiz. Her dem tazesi bulunsun diye, kahve yüzer gram alınırdı. İskele meydanlarında ıstakoz sepeti ve çirozlar asılı durur; kış öncesi evlerde reçeller yapılır, turşular basılırdı. Bir "Job"la beş tıraş olurdu, "Nacet" kullanmayanlarımız. Siyah okul önlükleri ve beyaz yakaları geceden ütülenirdi. Sevgileri, sevdalan ilden ile, gönülden gönüle taşırdı kartlarımız, mektuplarımız. Ezanı kötü sesli
Sen de dersin ya, "Çalıkuşu", Türk Edebiyatının başyapıtlarından biridir diye. Gerçekten de, araştırdım da, yüz yıla yaklaşan bîr süreç içinde en çok okunan Türk romanları arasındaki yerini hâlâ korumakta.
Sonrasını sorarsan Özdemir Abicim, 2009'a girerken baktım da, sadece bir tutam değer kalmış, şimdi artık hiç mi hiç değeri kalmamış... Neyse!.. Neredeyse her akşam bir oyun seyrediyorum. "Bıkmadın mı," diye sual eyleyecek olursan, bıkmadım, ama yoruldum. Bir de her gördüğüm oyunu yazmak ve yayımlamak gibi bir "haslef'im var, bilirsin. Geçen akşam Tiyatro Kedi'de "Çalıkuşu"nu izledim. İzlerken beynimi dişledim, eve dönünce ansiklopedileri didikledim. Reşat Nuri Güntekin (1892-1956), "İstanbul Kızı" adıyla dört perdelik bir oyun yazmış, bu oyunu okuyan Vakit Gazetesi sahiplerinden Hakkı Tarık Us (1889-1956), kendisine bunun gayet güzel bir roman olabileceğini söylemiş. Bunun üzerine, "İstanbul Kızı" daha oynanmadan, yazar "İstanbul Kızı"m bu kere roman türünde kaleme almış ve adına "Çalıkuşu" demiş. Eser, 1922 yılında ilkin Vakit Gazetesi'nde tefrika edildikten sonra kitap haline getirilmiş. 1924, 1929, 1935, 1939 yıllarında birkaç kez basıldıktan sonra romancının eşi tarafından 1959'da yeniden yayımlanmış. Anımsayabildiğim, son basımının 1999 yılında İnkılâp Kitabevi tarafından yapıldığı.
a
müezzinin sesinden hoparlörden dinlemez, dokuz kez düşünmeden laf etmezdik. Çocuklar oyun bile oynar; toprağı saksıda değil, arsada ve bahçede tanırlardı. Çevre örgütleri o zamanlar boy göstermemişti, çünkü çevre vardı. 10 Kasımlar'da gazeteler siyah manşetle çıkar, fabrikalar sirenlerini çalardı. Anayurt dört bir yandan demir ağlarla örülüydü ve Ankara'yı ziyaret eden dostlar, Anıtkabir'i ziyaret etmeden dönmezlerdi. Türkü, Kürdü, Ermenisi, Rumu, Yahudisi bir arada barış içinde yaşardık. Bildiğimiz en gizli şey ayakkabılara yapılan pençe, konuştuğumuz dil Türkçeydi. Fener alayları yapılırdı, göğsümüz cumhuriyetin tunç
siperiyken. Kucak kucak çiçekler toplanırdı kırlardan, tertemiz duygularla annelerimiz için. Yeni bir dünya kurulacak ve Türkiye bu dünyadaki yerini alacaktı. İnanmıştık. Geleceği, geçmişten kopmadan kuracağımızı sanırdım. Yaşadığımız binlerce gerçek ve kurduğumuz binlerce düş vardı, daha düne kadar.
pe
cy
Sen de dersin ya, "Çalıkuşu", Türk Edebiyatının başyapıtlarından biridir diye. Gerçekten de, araştırdım da, yüz yıla yaklaşan bir süreç içinde en çok okunan Türk romanları arasındaki yerini hâlâ korumakta. Bilirsin, döneminde en çok seyirci toplayan Türk
19
filmi de (Osman F. Seden-1966/Türkan Şoray, Kartal Tibet, Zeynep Değirmencioğlu, Hulusi Kentmen) oldu ve seyirci rekorlarını kırdı. Osman F. Seden, "Çahkuşu"nu 1986 yılında TV dizisi de yaptı. Aydan Şener'li, Mine Çayıroğlu'lu, Kenan Kalav'lı, Sadri Alışık'lı, Eşref Kolçak'lı dizi, reytinge reyting demedi. Yıl kaçtı bilemem, ama "Çalıkuşu"nun Sezen Aksu ve Salih Güney'li fotoroman olduğunu da anımsıyorum. Şu "Çalıkuşu", ne "mümbit" bir eser be Özdemir Abi! Şimdi bana sınav uygulayacak, soracaksın biliyorum, "Nedir "Çahkuşu"nun suya tirit özeti," diye. Şöyle özetleyivereyim efendim: Evleneceğinden bir önceki gün, kahramanımız Feride, nişanlısı Kâmıran'ın daha önceden kendisini aldattığını öğrenir. Bunun üzerine kaldığı teyzesinin evini terk eder ve Fransız Lisesi'nde aldığı eğitime güvenerek Anadolu'da öğretmenlik yapmaya karar verir. Anadolu'nun çeşitli kentlerinde öğretmenlik yapar. Bu görevi sırasında, (güya) Anadolu insanının sorunlarıyla karşı karşıya gelecektir. Genç ve güzel bir kadın olan Feride, gittiği yerlerde rahata eremeyecek, sürekli yapılan dedikodular nedeniyle günleri üzüntü içinde geçecektir.
İşin doğrusunu söylemem gerekirse Özdemir Abicim, ben bu Tiyatro Kedi yapımı "Çalıkuşu"nu eleştirmek istemiyorum, lütfen ısrar etme. Nedenine gelince ipin ucunu kaçıracağım tedirginliğini yaşıyorum da ondan! Hani, o zaman da kızarsın biliyorum. Senin bana kızmanı, azarlamanı da geçtim, "Çalıkuşu"nu oyunlaştıran Dostum İpek Kadılar Altıner, hayatta tanıdığım en başarılı iş kadınlarından biri. Çok akıllı ve çok becerikli... Tiyatro Kedi'nin müzikallerine başarılı şarkı sözleri de yazdı. Onu "kızdırmaktan" korkuyorum. Yönetmen, kadim dostum Hakan Altıner, hiç kuşkum yok ki mesleğini çok iyi bilen bir tiyatrocu. Onu kırmaktan ciddi anlamda çekmiyorum. Oyunda "var" olanlardan yakın dost olduklarımı incitmek istemiyorum. O "var" olanlardan kişisel dost olmadıklarımın emeklerine saygım sonsuz, eleştirirsem üzüleceklerine peşinen üzülüyorum.
a
Mektubumun yukarıdaki bir yerinde de söylediğim gibi, "Çalıkuşu", şimdilerde değişik sayılabilecek bir yorumla Tiyatro Kedi tarafından sahnelenmekte. Tiyatro Kedi'nin yeni "Çalıkuşu" yorumunda, sahnede aynı anda üç farklı Feride canlandıran Ebru Cündübeyoğlu, Elif Çakman ve Dilek Aba var. Kâmıran'da Atılgan Gümüş var. Feride'nin tüm öyküsünün köşe taşlarını oluşturan altı farklı kadın
kahramanı canlandıran Dilek Türker var. "Siyahlar Giyinmiş Kadın"da Deniz Türkali var. Feride'nin Anadolu macerasının en önemli kişilerinden biri olan Dr. Hayrullah'ta Tarık Papuççuoğlu var. Dönemin bürokratları Nazır'da, Muhtar'da, Maarif Müdürü'nde Mehmet Ulay var. Feride'nin sırdaşı Müjgan'da ve onu bu yolculuğunda küçük tuzaklarına çekmeye çalışan kadınlarda Özlem Çakar var. Yüzbaşı İhsan'da Abdül Süsler, Feride'nin karşılaştığı kişilerde Erez Ergin Köse ve Sanem İşler var.
pe
cy
Gel gelelim, içimdeki hınzır eleştirmen rahat durur mu hiç be Özdemir Abicim? Durmuyor, "alenen" sormadan edemiyorum: "Neden 'Çalıkuşu'," diye. Bana göre, öyle abartılacak edebi değeri olmayan; ne betimleme ne de özgünlük açısından tek övgü sözü edilemeyecek bu yıpranmış yapıtı, yapımcı İpek Kadılar Altıner'in ne düşünerek sahneye taşımak istediğini düşünüyorum taşınıyorum, bir türlü içinden çıkamıyorum. Zamanında sürgüne gönderilmiş yazarlarımızdan olan Reşat Nuri Güntekin'in, içinde yaşadığımız dönemin kültür anlayışına hiç mi hiç uymadığının göz ardı edilişine aklım hayalim ermiyor. Konu da olabildiğince "battal" be Abicim! Günümüzde nişanlısı tarafından, nişanlanmadan önce başka bir hatunla aldatıldığını öğrenen kaç genç kız kendini "sefalete" sürgün eder ayol! Artık ihanetler ya görmezden geliniyor ya da bağışlanıyor, ben başka bir varsayım bilmiyorum. Hakan Altıner, Feride'nin ağzından anlatılan öyküyle, yani bir kadının duygularını "işiterek" ilerlenen ve zorunlu olarak iki buçuk saate yayılan bir oyunu sahneye koymanın getireceği "badire"leri nasıl hesaplayamamış düşünemiyorum. Türkiye'nin "Jeanne d'Arc"ını yaratmak uğruna, "İçinden geçtiğimiz dönemde, ülkemizin daha nice Feride kızlara gereksinimi var," söylemi uğruna, değer miydi aşka kendini adayarak sefil olan, kendisini aldatan adamdan kaçmak için Anadolu'ya göçen Feride'nin öyküsünü uzun uzun anlatmaya? "Çalıkuşu", sen ne dersen de, iyi öğrenim görmüş varsıl bir İstanbul kızının yaşadığı duygusal sevgi
20
öyküsünün, Anadolu'nun çeşitli köy ve kasabalarında öğretmen olarak yaşadığı sefalet serüvenlerinin hamuruna sarmalandığı öyküden başka bir şey değil. Serüven yönü ağır basan anlatı; hiç kuşkun olmasın kişilerin duygu dünyalarından, ülke gerçeklerinden falan soyutlanmış. Kesin olarak iddia ediyorum, "Çalıkuşu", dönemin toplumsal sorunlarını eleştirel olarak ortaya koymaktan fersah fersah uzaktır, ama romanda Feride'nin birçok kişinin cesaret edemeyeceği işleri yaptığı ballandırılır. Örneğin Feride, her "teneffüs" okuldaki ağaca tırmanır ve daldan dala atlar. Bunu gören "muallim" de ona: "Bu kız insan değil Çalıkuşu," diye bağırır ve o günden sonra Feride'nin adı Çalıkuşu olarak anılır olur. Neyse! Tamam, bırakalım bunları. Olan olmuş, "Çalıkuşu" sahneye konmuş. Geleyim İpek Kadılar
Günümüzde nişanlısı tarafından, nişanlanmadan önce başka bîr hatunla aldatıldığını öğrenen kaç genç kız kendini "sefalete" sürgün eder ayol! Artık ihanetler ya görmezden geliniyor ya da bağışlanıyor, ben başka bir varsayım bilmiyorum.
"Eee... Bre Eleştirmen Efendi o halde bana da yazmasaydın," deme lütfen, yazmadan da duramıyorum. Ne yapayım? Eleştirinin "dart tahtası'nın merkezinde, kırmızı olarak renklendiren iç merkeze Reşat Nuri Bey'i yerleştiriyorum. Özdemir Abicim, seni çok, ama çok seviyor, gözlerinden öpüyorum.
pe cy a
Altıner'in uyarlamasına. Özdemir Abi, bir gerçek var ki romandan uyarlamalara, sinema, anlatı potansiyeli açısından daha uygun oluyor. Çünkü sinema, en güçlü bağını resim, hatta tiyatroyla değil romanla kuruyor. Hem filmler hem de romanlar son derece ayrıntılı uzun öyküler anlatıyor ve bunu çoğunlukla öyküyle gözleyici arasına bir ironi düzeyi koyan anlatıcının perspektifinden yapıyorlar. İpek Kadılar Altıner bu bağlamda sinema dilini denemiş, bana sorarsa iyi de etmiş. Romanın başlıca gerilimi, öykünün malzemesi, yani olay örgüsü. Altıner, karakterler, ortam ve benzeri öğeler ile bunun dil içinde anlatılmasını, başka bir deyişle, öykü ile anlatıcılar arasındaki ilişkiyi iyi kurmuş. Hakan Altıner, ne yapar ne ederdi de, oyunu daha sürükleyici kılardı diye az düşünmedim değil Özdemir Abi, düşündüm, şimdi de düşünüyorum, geçerli "solüsyonu" bulamıyorum. Yirmi bir kısa "black-out'a karşın var olan tempoyu düşürmeden tablo değiştirmesindeki başarısını kutluyorum. "Daha başka nerelerini kırpardı'ya da çare yaratamıyorum. Sedef Kermen-Gizem Gürsel'in dekoruna "matluba uygun" deyip geçiyorum da, gene de tiyatro dekorunda yapaylığa kaçmamalarını söylemeden duramıyorum. Önümüzdeki çalışmalarında, malzemenin kendi dokusu ve ruhunun oyunun diline yansımasına ağırlık vermesine dikkat etmelerini salık veriyorum. Aynı ikilinin kostüm tasarımlarında, pembe giysinin altındaki siyah ayakkabıyı sormadan geçemiyorum. "Yalın ayak" olarak tanımlanan Munise'nin ayakkabısız, ama çoraplı olarak sahnede salınmasına nasıl göz yumduklarını anlamakta zorlanıyorum. Mesut Sarı'nın ışık tasarımı için yönetmenin düşünceleri ve yorumuna sadık kaldığını söylüyor, ancak mekân kavramını boşlamasını bağışlayamıyorum.
etmeksizin; kendince dönemsel olduğuna inandığı, güya öykündüğü, yapmacık konuşma tarzını benimsememesini, düzeltmesini "eleştirmen amcası" olarak senin huzurunda öğütlüyorum. Elif Çakman ve Dilek Aba'nın iyi yolda yürüdüklerini görmekten keyif alıyorum. Geri kalan oyuncuların önünde saygıyla eğiliyor: "Tümünüzün emeğine dirlik," diyorum. Dedim ya, bu oyunda bilerek ve isteyerek, yani kendi özgür irademi kullanarak kimseyi eleştirmek istemiyorum Özdemir Abi.
Oyuncular mı dedin Özdemir Abi? Ebru Cündübeyoğlu'nun yeniden tiyatro sahnesine dönmesini kutluyor, diksiyonuna ve ses tonuna söz
Yazan: Reşat Nuri Güntekin Uyarlayan: İpek Kadılar Altıner Yönetmen: Hakan Altıner Sahne-Giysi Tasarımı: Gizem Gürsel-Sedef Kermen Işık Tasarımı: Mesut Sarı Oynayanlar: Dilek Türker, Deniz Türkali, Ebru Cündübeyoğlu, Elif Çakman, Dilek Aba, Tarık Pabuçcuoğlu, Mehmet Ulay, Özlem Çakar, Abdül Süsler, Erez Engin Köse, Sanem İşler.
21
Söyleşi Şehir Tiyatroları'nda Vişne Bahçesi, Vişne Bahçesi'nde
pe cy a
Yönetmen Ali Taygun
Nihat Alptekin
nihatalptekin@tiyatrodergisi.com.tr
Bu sezon İBB Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen
Hayli eleştirilen bir "Vişne Bahçesi" sahnelediniz. Vişne Bahçesi oyununun yönetmen yardımcılarından Ne oldu? Düşündüklerinizi gerçekleştiremediniz mi? ve oyuncularından olarak yaratım sürecine en Tam tersine. İlk masabaşı provasında dediklerimi başından itibaren tanık oldum. Daha ilk hatırla. Ne düşündüysem yaptık. Bu açıdan kendimi buluşmamızda oyunun yönetmeni ve hocam Ali çok başarılı buluyorum. Taygun bu sahnelemenin oyunculuk yönetimi ve
oyunculukta gerçekçilik anlamında çok özel olacağını söylediğinde oldukça heyecanlanmıştım. Yaklaşık 2 ay süren prova sürecinde reji masasında oyunun hayat buluşuna tanık oldum. Oyun sahnelenmeye
Oyunun yorumunda 1904'tert bu yana iki karşıt görüş var. Moskova Sanat Tiyatrosu "Vişne Bahçesi'ni -Çehov'un diğer oyunlarında olduğu gibi Stanislavski'nin heyecanlara dayalı, duygu ortaklığını esas alan anlayışıyla sahnelem,şti.
başladığından itibaren beni rahatsız eden bazı şeylerin Hatırlayalım... Program dergisine yazdıklarımı tekrarlamayacağım. beklerken bazı anlarda hoca ile birlikte oyunu kulisteki Ama bazı noktaları geliştirelim... Bir: Çehov'a ekrandan seyrederek yorumlar yaptık. Bir gün tümüyle sadık kalacağız, demiştim. Bilirsin. Oyunun otururken bu yorumlarımızı daha geniş bir platformda yorumunda 1904'ten bu yana iki karşıt görüş var. Moskova Sanat Tiyatrosu "Vişne Bahçesi"ni paylaşalım dedik. Ve bu sahneleme biçimi ile Türk Çehov'un diğer oyunlarında olduğu gibi Tiyatro tarihinde sağlam bir yer alacağına inandığım Stanislavski'nin heyecanlara dayalı, duygu bu oyun için hoca ile sohbet ettik. ortaklığını esas alan anlayışıyla sahnelemişti. Bu olduğunu fark ettim. Özellikle sahne sıramızı
22
oyuna büyük rağbet sağladı. Günümüze kadar genellikle bu yorumla sahnelendi "Vişne Bahçesi". Öte yandan Çehov buna karşı çıktı. O çok büyük bir toplumsal altüst oluş döneminde memleketinden insan manzaraları sunduğunu düşünüyordu. Metinde bunu bir bilim adamı yaklaşımıyla, objektifliğini kaybetmeden, taraf tutmadan yaptı da. Ancak sahnede gördüğü, istediği değildi. İstediği olsa büyük ihtimalle tutmazdı oyun... Biz de belki onu tanıyamazdık! Al sana bir Çehov çelişkisi daha! Onun için mi, "Bu bir komedidir," dedi? Komedi çelişkidir. Beklenen ile gerçekleşen arasındaki çelişki. Ben bunun üzerine bina ettim
Öte yandan Çehov buna karşı çıktı. 0 çok büyük bir toplumsal altüst oluş döneminde memleketinden insan manzaraları sunduğunu düşünüyordu. yorumu. Son kertede salonda da sürüyor bu çatışma. Stanislavski yorumunu bekleyerek, oyunu "sıcak bir hüzün" ezberiyle seyretmeye gelenler toplumsal gerçekliğin soğuk yüzüyle karşılaşınca öfkeleniyorlar. Bize kızıyorlar.
Gelelim sizin deyişinizle "heyecanlara dayalı yorumlara"... Bunlarla alıp veremediğiniz ne? Seyirci bunlardan zevk allıyor. Siz de bir zamanlar böyle bir yorum yapmıştınız, değil mi? Kent Oyuncuları'nda, 1970'te... "Üç Kızkardeş"... Bundan da gurur duyuyorum. Yani ben, "Kahrolsun o yorum!" demiyorum elbette. Ama şimdi sene 2008. Aradan 38 yıl geçmiş. O gün bu gündür tiyatro yapıyorum. Yaşıyorum. Dünya değişiyor. Aynı yerde mi dursaydım? Beni bilip de neden böyle yaptı diyenlere kırılmam bu yüzden. "Bu bildiğim Çehov değil," deyip ezberden yargılayanlar bir zahmet, "Ne yapmış, neden yapmış?" diye oyunun bütününe baksalardı diyorum. "Dekorda pencere konturları demirden: Olmaz! Çizmenin fermuarı var: Ne ayıp! Neden Yahudi müziği? Olmamış!" Bunlar ayrıntı. Şeytan ayrıntıda gizli, değil mi hocam? Yanlış mı bu eleştiriler? Mesela müzik?.. Sürekli detone çalan kötü bir orkestra olmasını istedim aslında. Canlı müzik olsaydı çok fark ederdi. İmkânsızlıktan dolayı olamadı... Ama o dönemde taşrada küçük Yahudi toplulukları vardı. Evlerde, düğünlerde çalarlardı. Çehov da metinde buna değiniyor. Ben bulabildiğim buna en yakın müziği kullandım. Önemli olan gerçekliği yakalamak. Moskova Senfoni çalacak değil ya taşra kasabasında! Ezberlerde duyguları gıdıklayacak bir müzik var. Onu kırmak istedim. Oyun başlamadan önce müziği kullanıyorum çünkü seyirciyi o dünyaya hazırlıyorum.
cy
a
Kızdırmalı mı seyirciyi? Üzgünüm, Çehov böyle yazmış. Zaten bu tavır daha çok tiyatrocu kesimden geliyor. Sıradan seyirci ya sıkılıyor ya beğeniyor. Gişeye bakarsanız ikinciler daha çok. İyi iş yapıyor oyun.
yapanlar, esere yeni karakterler ekleyenler de beni öfkelendiriyor. Keşke birkaç kez daha okusalardı metni diyorum.
Ya dekor? "Üç Kızkardeş"te oyunun itici gücü hiç
pe
"Heyecanlara dayalı" yorumla sizinkinden başka yorumlar yok mu? Var. Ben de bunlara kızıyorum. Çehov gibi bana göre çağdaş tiyatronun kurucusu bir ustaya 'katkı'
23
Dün bir oyuncu arkadaş oyunu seyretmiş. Sahne arkasına geldi. Gayrı-memnun: "İyi de," dedi, "böyle kesik kesik gidiyor oyun, bir türlü hareketlenemiyor." Siz de, "İşte benim istediğim de tam bu," dediniz. Aynen. "Vişne Bahçesi" bir pembe dizi değil. Toplumun sınıfsal yapısının çöküşünü 'teşrih' ediyor Doktor Çehov. Dura dura, göstere göstere! Düşünsene, Gayev saatlerce beklenen satış havadisiyle odaya giriyor. "Ne oldu?" diye soruyor kızkardeşi. "Ançuez aldım. Karnım çok aç," diyor, ağlamaklı çıkıyor. Bunun yerine, yani balonun ortasında, elâlemin gözü önünde evi Lopahin'in aldığı ortaya çıkacağına, kadın kendince kepaze olacağına; Gayev vaktinde gelse, durumu baş başa, loş ışıklı bir sahnede Ranyevskaya'ya anlatsa ne acıklı olurdu, ne üzülürdük!
cy a
görmediğimiz Protopopov'dur. Burada da köşk elbette. Her tarafı dökülen bir bina. Ranyevskaya'nın fetişi. O şık kıyafetlerin ardında kokuşmuş, yitip gitmek üzere bir sınıfın gerçekliğini sergilemek için soydum mekânı. Çırılçıplak kalsınlar istedim. Dolap, saat, masa... Ters çaprazdan doğan, batan bir güneş. İki yılda bir meyve veren manasız vişne ağaçlan. Dikkati oyuncudan ayıracak hiçbir şey olmasın istedim.
pe
4 ay geçmesine rağmen kostümlerin değişmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yanlış: Düşkün aristokratlar değiştiriyor. Diğerleri değiştirmiyor. Onların imkânı yok. Bu adamlar fakir. Ama ayrıntıda boğulmayalım biz de... Sadede gelelim. Gelelim. Oyunun genelinde oyunculuklar anlamında gözle görülür bir üslûp farkı var. Evet. Bu baştan beri belirlenmiş bir farktı. Gerçekliği üretmede üslup farklılığını Brecht tavrıyla bir tür "yabancılaştırma efekti" olarak kullanmak.
Farklı üslûplara gelelim... Çehov dönemin bütün sınıflarını yerleştirmiş oyuna. Ranyevskaya, Gayev, Pişçik gibi toprak ağalan; Lopahin gibi bir yeniyetme burjuva; Yepihodov, Trofimov gibi küçük burjuva aydınları; Besleme Varya; Yaşa, Dunyaşa, Şarlotta gibi 'yanaşmalar'; Firs gibi bir 'azatlı köle' ve konuşmayan köylüler... Bu farklılıkları sınıfsal tavırlarla vurgulamak gerekiyordu.
Brecht mi? 20. yy tiyatrosunun temelini attığı bu metinde Çehov, Beckett'e olduğu gibi Brecht'e de yol gösteriyor. Heyecanlara kapılıp soylularla özdeşleşmeyelim, oyun bir melodrama dönmesin diye hangi anda duygusal bir olay olsa ardına saçma sapan, komik, Mesela Jülide Kural ve Salih Sarıkaya diğer hatta fars türü bir olay yerleştiriyor. Mesela, Trofimov, oyunculardan farklı şekilde oynuyorlar. Ranyevskaya'ya kızarak "Ben sizi görmek Apayrı bir dünyadalar çünkü... Trofimov, Anya'ya istemiyorum," deyip odadan çıkıyor, merdivenlerden soruyor: "Nasıl olur da bu bahçenin her ağacında, yuvarlanıyor. Lopahin evi almış geliyor, yanlışlıkla her yaprağında size bakan insan yüzleri kafasına Varya'nın sopasını yiyor. Pişçik en alakasız görmezsiniz? Onların seslerini duymuyor musunuz? yerde en saçma lafları söylüyor. Varya yerli yersiz Sizleri, sizden önce yaşamışları köle sahibi olmak ağlıyor. Hep bunlar akışa kapılmayalım diye. yeniden var etmiş. Öyle ki ne anneniz ne de dayınız
24
evinizin eşiğinden içeri girmelerine izin vermediğiniz bu insanların sırtından geçindiğinizin, onlara borçlu olarak yaşadığınızın farkındasınız." Ranyevskaya ise bu yüzler arasında sadece soyunu görüyor: "Bakın, bakın, rahmetli annem bahçede dolaşıyor. Beyaz elbiselerle. (...) Hayır, kimse yok. Bana öyle gelmiş." Eğer bu iki kardeş karakterlerini 'samimi' oynasalardı oyun melodrama kayıverecekti. Bizdeki karşılığı bir laz müteahhit olan Lopahin'in ellerinden vişne bahçelerini aldığı düşkün asiller olarak kendilerini acındıracaklardı seyircilere. Jülide Kural (yeni katıldığı bir tiyatro topluluğunda sempati aramak yerine) gözünü kırpmadan karakterini sevimsizleştirmeyi başardı. Oyun ona çok borçlu. Salih Sarıkaya 'dekadan' (çökmüş) soyluyu çekinmeden teşhir etti. Dolap tiradında gülünç olmaktan korkmadı. Oysa kolayca salya sümük
Jülide Kural (yeni katıldığı bir tiyatro topluluğunda sempati aramak yerine) gözünü kırpmadan karakterini sevimsizleştirmeyi başardı. ağlatabilirlerdi seyirciyi. İkisi de gerçekçilikten hiç sapmadan farklı, abartılı oynayarak karakterlerin bencilliklerini, vurdumduymazlıklarını, yapaylığını ortaya koyabildiler.
Ya ötekiler? Evlatlık Varya acz içinde, aşırı duygusal, hayata karşı beceriksiz bir zavallı. Zeynep Özyağcılar oyunun gerçekten acınacak tek kişisini bedenini çok iyi kullanarak adeta otistik davranışlarla somutlaştırdı. 'Mecburen asil' minik Anya bir iyi niyet abidesi. Ceysu Aygen onun nahifliğini azıcık annesinin, dayısının soylu abartısını çok gerçekçi yarattı... O kadar da aciz değil. Yepihodov'a nasıl saldırıyor! Haklısın. Gücü ona yetiyor da ondan. Sakar Yepihodov da oyunun belki anlaşılması en güç karakteri. Tankut Yıldız başta Solyonivari bir yarıokumuş 'sanki-nihilist' ama yeni patronuna kapılanıp evin anahtarlarını devralınca iktidarını acımasızca kullanacağını açıkça ortaya koyuyor. Bir küçük rolü böyle geliştiren oyuncu az tanıdım. Onun karşıtı Şarlotta (Süeda Çil) ise bir başka muamma. İkisi de tutunacak yeri olmayan insanların nelere kadir olduğuna birer delil. Köylülükten terfi yolu arayan iki hizmetçi ise basit insanlar. 'Paris-görmüş Yaşa'da
cy
a
Ya Lopahin ? O da tam tersini başardı. Yıldıray Şahinler oyunun en gerçekçi karakterini hiç abartmadan bütün samimiyetiyle sundu. O da kolayca bir melodram 'tiran'ına dönüşebilir, iki kardeşin ıstırabına gerekçe oluşturabilirdi. Onun da, ötekilerin de insan yanlarına şahit olduk bana göre.
Trofimov da melodram anlayışında 'devrimci kahraman'ı oyunun. Oysa hiç değil. Bir narodnik, bir sol küçük burjuva aydını. Bizdekiler gibi... Görür, anlar, konuşur. Ama sohbeti yanlarına iliştiği efendiler iledir. Vişne bahçesinin asıl sahibi olduklarını söylediği, sahneden defalarla geçen köylüler ile bağlantı kurmaz, onları örgütlemeyi düşünmez bile. Ötekilerden tek farkı yeni bir dünyayı düşleyebilmesidir. Doğru tahlilleri -Verşinin gibi, Astrov gibi- beğendiği kadını etkilemek içindir. Tolga Yeter, 'dünyayı yorumlamakla yetinen' öğrenciyi bütün çelişkileriyle bence çok doğru yansıttı.
pe
Trofimov rolünün yorumu için eleştiriler aldınız. Sizce Trofimov kim ve neyi temsil ediyor?
25
Provalarda ender müdahale ettiniz... Oyuncu yönetmenin oyuncuyla konuşmaktan başka yollan da var. Hep izledim. (Bunu söylemek ukalalık gelebilir ama) ben seyrederek oyuncu yönetmesini oyunculuğumdan biliyorum. Oyuncu sahnedeyken yönetmeni hisseder. Yönetmen onu bakışıyla yönlendirebilir. İlla da karşısına geçip iki saat konuşmasına gerek yoktur. Ne kadar az konuşursan o kadar iyisindir. Bizde yönetmenden beklenen "duygu vermek" (bu ne demekse)... Bu da
cy a
Özgürefe Özyeşilpınar köyden kurtulmanın yolunu yalakalıkta bulmuş. Dunyaşa'da Funda Köseoğlu ise umudunu Yaşa'ya bağlamış, hanımlığa öykünüyor ama tutunamıyor, terk edilip yuvarlanıyor, muhtemelen 'kötü yola' düşecek.
Bütün oyun yönetmenindir. Her anının hesabını verebilmelidir. Organize eder. Temel dinamikleri belirler. Karakter oyuncuya aittir.
pe
Ve tabii, dram tarihinin en unutulmaz karakteri Firs... Metin Çoban bu rolde kendi tarihinin de doruğunda. Azatlı kölenin gerçeğini ne doğru yakaladı! Konservatuvar öğrencisi heyecanıyla kıdeminin tecrübesini meczetti, ailenin tüm sorumluluğunu yüklendiğini vehmeden ("BU ev benden sorulur") bunağı getirdi önümüze koydu. Ve sen, Okan, Göksel ve Burcu, Melisa... minicik rolleri tüm yoğunluğuyla yarattınız. Tam bir ansambl çalışması çıkardınız. Çok memnunum. Öyle anlatıyorsunuz ki sanki karakterleri siz çizmemişsiniz de herkes kendi kafasına göre kurmuş oyunu... Peki yönetmenin olan oyun nerede o zaman? Bütün oyun yönetmenindir. Her anının hesabını verebilmelidir. Organize eder. Temel dinamikleri belirler. Karakter oyuncuya aittir. Mesela Yıldıray Şahinler'in yerinde başka bir oyuncu olsaydı Lopahin bambaşka bir karakter olurdu. Benim rejisörlük anlayışım bir heykeltraş gibi çalışmaktır. Ben kafamda kurmam; o malzemeden çıkanı kullanırım. Benim bu oyunu yapmakta tek derdim (bunu, oyunu sahnelemeye karar verdiğimde de söylemiştim) olabildiğince sade olacağım. Hiçbir reji numarası yapmayacağım. Adam ne yazdıysa onu koyacağım sahneye. Ve bunun için tek aracı olarak da oyuncuyu kullanacağım.
26
genellikle, "Bak evladım benim yaptığım gibi yap," diyerek yapılır. Ne var ki bu oyuncunun yaratıcılığını iğdiş eden bir sistemdir. Belki oyuncunun kolayına gider ama yükü onun sırtına verdiğin zaman kıvranacak ve yeni bir şey yaratacaktır. İşte oyuncuya yeni bir şey yarattırmanın yolu da çeneni tutmaktır. Bırak denesin. Oyuncu farkına varmadan o rejiyi alıyordur. Öğretmen tavrı ile yönetmenlik yapmak en büyük hatalardan biridir. Oyuncuyu yaratıcı hale getirmek gerekir. Oyuncu bana bir şey sorduğunda ona, "Sen ne düşünüyorsun?" diye sorarım. Evet, genellikle "ben de bilmiyorum" dediniz. Bir de masa başı çalışmasını çok çabuk bitirdiniz. Evet, çünkü kendilerini hazır hissettiler. Bir de bazı oyuncular hâlâ kendilerini okulda sanarak oynarlar. Not almak için oynarlar ama oyun kendisi için oynanmalıdır. Kendi rolünün haddinde; burada 'had' kelimesi çok önemli... O sınırlar içinde onlara müthiş özgürlük tanırım. Nasıl isterse öyle oynar.
Rejisörlük ayrı bir zihniyet ister. Oyuncu zihniyetiyle rejisörlük yapılmaz. Yönetmenliğe niyetli insanların ilk bilmeleri gereken şey oyuncuya saygıdır... Yönetmen oyuncuya hizmet etmelidir. Oyuncuyu hizmetinde kullanan değil. Rejisör kendisini klonlamamalı. Marifet yönetmenin kendisini saklaması. Marifet seyirciyi oyunla karşı karşıya
38 yıldır bu ülkede yönetmenlik yapıyorum ama hâlâ Türkiye'de yönetmenliğin meslek olarak görüldüğünü söyleyemem. Meslek olarak yapanların sayısı artıysa da azdır yine de. Ne yazık ki oyunculuk yapmayı beceremeyenlerin yaptığı bîr iş oldu yönetmenlik.
Pekâlâ. Neyi başaramadınız? En önemlisi treni atladım. Oyun baştan sona tren metaforlarıyla dolu. 2. perde dekorunda Çehov fonda tren yolunu ister. Bu metaforu yeterince deşemedim. Uyandığımda çok geç olmuştu. 2. perdede ve finaldeki acayip ses çöken bir binanın çatırdısını da andırmalıydı. Bu olamadı. Daha bir sürü şey. Ama oyunculuklar çok iyi oldu. Meselem de buydu zaten.
pe
cy
a
getirmek. Kendinin ne kadar marifetli ve yetenekli olduğunu kanıtlamak değil. Kendini oyunun önüne koymamak gerekir. Oyunun metninde olmayan şeyleri yaparak, laf yazarak kendilerini göstermeye çalışanlar var. Önemli olan yönetmenin oyunu seyirciye aktarması; kendisinin öne çıkması değil...
Ben 1970 yılında yönetmenlik yapmak üzere yurda döndüğümde yönetmenliğin bir meslek olduğu kanaatindeydim ve hep bunu kabul ettirmeye çalıştım. 38 yıldır bu ülkede yönetmenlik yapıyorum ama hâlâ Türkiye'de yönetmenliğin meslek olarak görüldüğünü söyleyemem. Meslek olarak yapanların sayısı artıysa da azdır yine de. Ne yazık ki oyunculuk yapmayı beceremeyenlerin yaptığı bir iş oldu yönetmenlik. Yönetmen olmanın ikinci yolu da yaşı ilerlemek. Öyle ya, her gece oyun oynamak zorunda değilsin, yorulmazsın... Neyse... Bu konuyu başka bir sefere bırakalım.
Yazan: Anton Çehov Çeviren: Belgi Paksoy Yöneten: Ali Taygun Sahne Tasarımı: Atıl Yalkut Giysi Tasarımı: Canan Göknil Işık Tasarımı: Murat Selçuk
Oyuncular: Salih Sarıkaya, Ali Taygun, Dinçer Çekmez, Funda Köseoğlu, Jülide Kural, Melisa Demirhan, Metin Çoban, Süeda Çil, Tolga Yeter, Yıldıray Şahinler
27
Eleştiri Ali Taygun'un Rejisiyle Sahnelenen
Rengin Uz
pe
renginuz@tiyattodergisi.com.tr
cy a
"Vişne Bahçesi"nde Düş Kırıklığı
Anton Çehov denince akan sular durur benim için. Rus Edebiyatı'nda olağan insanların değişmeyen özelliklerini, birbirleriyle olan ilişkilerini, başkaldırılarını, tutkularını, sırlarını, aşklarını, küçük ayrıntılarda gizli olan duygusallıklarını, 19. yüzyıl burjuva hayatının çelişkilerini hangi oyun yazarı onun kadar güzel hikaye etmiştir tüm doğallığı ve basitliği ile? Nerede hangi oyunu sahneleniyorsa mutlaka kaçırmamaya çalışırım, kaçıncı kez olmasının önemi yoktur. Hele Vanya Dayı'yı, Üç Kızkardeş'i, Martı'yı ve Vişne Bahçesi'ni... Bu dört klasik başyapıt, yaşamda karşılaştığımız tüm duyguları aktaran oyunlar olduğu için çok özeldir benim için. Anlattığı insanlar gibi kendisi de sıradan bir taşra ailesinin çocuğuydu. Büyükbabası özgürlüğüne kavuşmuş bir köle, babası bir bakkaldı. O Moskova'ya gitti ve tıp eğitimi gördü sonra da bize basit gibi görünen ölümsüz oyunlar ve Sonya'lar, Irina'lar, Maşa'lar, Verşinin'ler, Çebutikin'ler, Nina'lar, Arkadina'lar, Treplev'ler, Lopahin'ler, Ranyevskaya'lar, Varya'lar armağan ederek 44 yaşında, vereme yenik düşüp göçüp gitti bu dünyadan.
28
Çehov'un diğer oyunları gibi Vişne Bahçesi'nde de Rus toplumunun tüm katmanlarından tipler görürüz. Uyum sağlayamayan insanların yaşamakta oldukları hayatla, özlemini çektikleri hayat arasında uçurumlar vardır. Bir devir değişiminin büyük eseri olan Vişne
Vişne Bahçesi, yozlaşmış çarlık düzeninin değişmesi gerektiğine inanan Çehov'un, toplumun çelişkileri ile birlikte, kişilerin iç çelişkilerini ve başkaldırılarını onları yargılamadan ele aldığı bir son oyundur. Bahçesi'ni iyi okuyabilmek için 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında Rusya'da neler olup bittiğine bakmak gerekir. Yazılışı, Rus toplumunun mutsuz olduğu, toprak sahiplerinin güçlerini kaybettiği, burjuvazinin palazlandığı, kentlerde sanayileşme ile birlikte işçi hareketlerinin geliştiği döneme denk gelir. İşte Vişne Bahçesi, yozlaşmış çarlık düzeninin değişmesi gerektiğine inanan Çehov'un, toplumun çelişkileri ile birlikte, kişilerin iç çelişkilerini ve
başkaldırılarını onları yargılamadan ele aldığı bir son oyundur. Toplumsal ve psikolojik öğeler irdelenirken simgesel bir anlatım olan Vişne Bahçesi çevresinde Rusya'daki toplumsal çözülme anlatılır.
Rusya Profili Oyun, soylu bir aileden gelen Ranyevskaya, kızı Anya ve erkek kardeşi Gayev'in, Rusya'dan uzaklaşmak için gittikleri 5 yıllık Paris gezisinden sonra çiftlik evine dönmeleri ile başlar. Yıllardır hiç çalışmadan yaşadıkları için ailenin ekonomik gücü tükenmiştir. Eğer para bulunmazsa sahip oldukları en değerli şey, Vişne Bahçesi satılacaktır. Vişne bahçesini satıştan kurtarmak için, eski köle yeni tüccar Lopahin, toprakları yazlık ev olarak kiraya vermeyi önerir. (Sen gerçekten, ileriyi gören büyük yazarsın Anton Çehov!) Ama bu teklif soylu kardeşler
Çehov'un veda oyunu, Ali Taygun'un da Şehir Tiyatroları'na, 35 yıl çalıştığı kuruma vedası oluyor. Taygun, onca yılın 'Emek'in sonunda 'Emek'li olurken ilk göz ağrısı Anton Çehov'un 'Vişne Bahçesi' oyununu seçmiş.
Veda Oyunu Çehov'un ölümünden önce kaleme aldığı son büyük eseri olan 'Vişne Bahçesi'ni, Belgi Paksoy'un özenli çevirisinden Ali Taygun sahneye koymuş. Çehov'un veda oyunu, Ali Taygun'un da Şehir Tiyatroları'na, 35 yıl çalıştığı kuruma vedası oluyor. Taygun, onca yılın 'Emek'in sonunda 'Emek'li olurken ilk göz ağrısı Anton Çehov'un 'Vişne Bahçesi' oyununu seçmiş. Vişne Bahçesi'nde Çehov'un diğer eleştirel gerçekçi oyunlarında olduğu gibi hüzün, umut, duygusallık ve gülünç durumlar birlikte yaşanırken insan doğasının iç gerçekliği ve küçük ayrıntılar çok önemlidir. İşte Ali Taygun'un rejisinde Çehov oyunlarının bel kemiğini oluşturan bu iç gerçekliği
pe
cy a
tarafından 'fazla banal' bulununca, köşkü, açıkartırma sonucu Lopahin satın alır. Düşü gerçekleşmiştir. Artık o, dedesinin ve babasının köle olarak mutfağına bile giremediği köşkün efendisidir. Sonunda ağaçlar kesilir ve eski düzenin yerini yenisi alır. Burada vişne bahçesi sadece bir motiftir. Çünkü o ev aslında dönem Rusyası'nın hemen her kesiminden insanı içinde barındırdığı için Rusya'nın bir profili gibidir. Çehov, çökmekte olan aristokrasiyi Ranyevskaya, Lyubov Andreyevna'da simgeleştirmiş. İlk kocası alkolik, 7 yaşındaki oğlu boğulduktan sonra Rusya'yı terk etmiş. Paris'te sevdiği adam onu sömürmüş, parasal olarak çökertmiş ama o sefil adamı hâlâ
seviyor. Sürekli eski günlere özlem duyarak yaşıyor. Vişne Bahçe'siz bir hayat düşünemiyor ama onu kurtarmak için eyleme geçmek ve çalışmak gibi bir derdi yok. Sadece borç para, bir de kızı için zengin bir koca bekliyor. Ranyevskaya'nın 'Ne kadar sıkıcı bir hayatınız var,' dediği burjuvazinin oyundaki karşılığı Lopahin aslında kötü niyetli biri değil, yanlarında yetiştiği bu insanları akrabaları gibi seviyor. 'Azizem' diye hitap ediyor Ranyevskaya'ya. Durmadan çalışıyor ve kazandığı para sayesinde kendini saydırıyor. İhtiyar uşak Firs ise gelenek ve göreneklerin temsilcisi, o hâlâ kölelerin efendilerine, efendilerin de kölelerine bağlı olduğu bir dönemde yaşıyor. Oyun ana tema olarak Rus toprak aristokrasinin çöküş sürecinde yaşananları anlatırken birçok yan tema da işlenmiş. Ranyevskya'nın evlatlığı Varya'nın Lopahin'e duyduğu umutsuz aşk gibi, ki o aşk karşılıksız kalmaya mahkum. Gözünü para hırsı bürümüş olan tüccar Lopahin, genç kıza ilgi duysa da yaşamında aşk ve sevginin bir önemi yoktur. Genç Anya ve ebedi öğrenci devrimci Trofimov'un aşkı ise, emekten ve umuttan yana yeşeren bir aşktır.
29
kırıklığına uğrattı. Kural, enerjisi yüksek, altyapısı güçlü bir sanatçı olduğunu gösteriyor göstermesine de oyunculuğundaki o eski tadı bulamadım. Anlam veremediğim, adını koyamadığım bir telaşı vardı. Kural, tüm umutsuzluğuna rağmen dışa dönük olması gereken Ranyevkaya'yı, yönetmenin yorumu gereği alabildiğine dışa dönük oynayınca rolün iç derinliği zedelenmiş. Acaba, yeni bir sahnede yeni rol arkadaşları arasında yabancılık mı çekiyor diye de aklımdan geçirdim doğrusu. Yıldıray Şahinler'i, oynadığı rollerin hakkını veren bir oyuncu olarak alkışladım hep. Vişne Bahçesi'ndeki değişimin kilit ismi, eski köle, yeni efendi, tüccar Lopahin'de en iyi oyunlarından birini vermiyor belki ama gücünü paradan alan bu kaba ve komik adamda oyuncu malzemesini doğru biçimde kullanıp sivrilmeyi başarıyor. Karakterin komik yanına yaptığı vurgu, zaten öyle olması gereken Lopahin'de abartılı bir durum olarak göze batmıyor. Ranyevskaya'nın kızı gibi sevdiği evlatlığı program broşüründen 24 yaşında olduğunu öğrendiğimiz, saf, çalışkan ve sabırlı Varya'yı, Zeynep Özyağcılar oynuyor. Yanlış bir kast yüzünden güzel bir rol harcanıp giderken Zeynep Özyağcılar'a da yazık olmuş. Varya Derinliği Kaybolan Roller çalışmaktan, emekten ve haktan yana, annesinin Jülide Kural, daha önce DostlarTiyatrosu'nun çok savurganlıklarını örtbas etmek için didinip duran iyi oyunlarda, çok başarılı kompozisyonlarda dindar bir genç kız. Yaşından önce olgunlaşıp yorgun izlediğim ve beğendiğim bir oyuncudur. Sahneye de düşmüş. Üstelik umutsuzca seviyor. Ama tüm bunlar çok yakıştırırım. Vişne Bahçesi'nde Ranyesvkaya, onun bütün bir oyunu neredeyse iki büklüm Lyubov Andreyevna'yı oynayacağını duyduğumda oynamasını gerektirir mi! Yüzüne maske gibi 'çok isabetli,' diye düşündüm. Şehir Tiyatroları'nın geçirdiği aynı bitkin ifade, içinde kaybolduğu onca kalabalık kadın oyuncu kadrosu arasından bir simsiyah uzun elbisesi ve iğreti duran o sert yürüyüşü 'Ranyevskaya' çıkmaması ayrı bir konuydu. Ama ile. Zeynep Özyağcılar'ı daha önce seyrettim, anne konuk bir oyuncu alınacaksa eğer Jülide Kural doğru ve babasından (Güzin-Erdal Özyağcılar) da aldığı isimdi. Kural, 40'lı yaşlarda, güzel, bakımlı, mutsuz, genlerle yetenekli bir genç kız. Çok daha başarılı gündelik yaşamın sıkıcı gerçeğinde boğulan, geçmişe olabilirdi. Ama bu rolde iyi yönlendirildiğini özlem duyan, parasızlığına rağmen para savuran söyleyemeyeceğim. Çehov'un oyunlarındaki genç aristokrat kökenli Ranyevskaya'da beni biraz düş
pe cy
a
bulamadım. Çünkü Taygun, Çehov'un 'Benim oyunlarım dram değil komedidir,' desturundan yola çıkarak Vişne Bahçesi'ni komedinin dozunu artırarak sahneleme yöntemini seçmiş. Oyuncularını yer yer bir fars anlayışı ile yönetmeyi tercih etmiş. Evet, sevgili yazarımız asla tamamen hüzünlenip kendimizi oyuna kaptırıp gitmemize izin vermez. Kişilik ve duygu çatışmalarında hüznün hemen yanına kahkahayı da koymuştur. Ama dozunu iyi ayarlamak gerekir ki ben burada 'Fars'a yakın duran bu sahneleme yönteminin, groteske kaçan oyunculuklarla, duygusallıktan ve doğallıktan uzak düştüğünü hissettim. Genelde sahneye yapay bir gösteriş hâkim olunca oyuncuların duygusal alışverişine de gölge düşüyor. Yaşanan ikili ilişkilerin anlamı yeterince çıkmıyor. Çehov'un olmazsa olmazı, duygulardaki yoğunluk ve doğallık kayboluyor. Oysa ne demiş Anton Pavloviç Çehov, Martı'nın oyuncularına; 'Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamaktır esas olan'. Ama olmuş... Yaşamdan uzak düşmüş Vişne Bahçesi'ndeki yaşamlar.
30
karakterler, dinamik, dürüst ve coşkulu olur. Ranyevskaya'nın 17 yaşındaki kendi kızı Anya bu karakterlere güzel bir örnek. Bu rolde, ilk kez seyrettiğim Ceysu Aygen var. Fizik olarak annesini oynayan Jülide Kural'a bu kadar benzeyebilir. Çok güzel bir yüzü, harika sarı saçları ve belli ki büyük bir başarma isteği var. Ancak neden küçük bir kız çocuğu sesi ile konuştuğunu anlamış değilim. Ranyevskaya'nın köle sahibi olmakla kendini var etmiş, uyumsuz ve çekilmez erkek kardeşi Gayev'de Salih Sarıkaya'yı izledik. Oyunculuğu ile bizi şaşırtmıyor ama her zaman olduğu gibi belli bir düzeyin de altına düşmüyor. Tolga Yeter, Şehir Tiyatrosu'nun yetenekli, işine asılan genç oyuncularından. 'Çalışmalıyız,' diyen ve işçi sınıfının yaklaşmakta olan ayak seslerinin habercisi ebedi öğrenci, Hırpani Bey, Trofimov'da doğru okuduğu
'Bir zamanlar köleler efendilerine, efendiler de kölelerine bağlıydılar,' düşüncesine sımsıkı bağlanmış ve bir ömrü kendi isteği ile köle olarak geçirmiş ihtiyar ve kıdemli hizmetkâr Firs, Çehov'un en hüzünlü ama aynı zamanda da ironik karakterlerinden biridir.
Galaya Büyük İlgi Kesinlikle haksızlık etmek istemem, verilen onca emeği bir kalemde harcamak gibi bir huyum ise asla yoktur. Ancak bu son "Vişne Bahçesi" bana biraz ruhsuz ve kuru geldi, vişneler tam olgunlaşmamıştı sanki. Zaten bir oyunu seyrederken aynı oyunun yıllar önce seyrettiğiniz kareleri aklınıza geliyorsa onda yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Eğer bu kadar ünlü bir klasik aynı kurumda yeniden sahneleniyorsa, eskisini aratmaması ve onu aşması gerekmez mi? Son Vişne Bahçesi, 18 yıl önce yine Şehir Tiyatroları'nda seyrettiğim Vişne Bahçesi'ni aşamadı ve onu özletti... Konuk Rus yönetmen Leonid Heifetz'in sahneye koyduğu o Vişne Bahçesi ki, Arsen Gürzap, Cüneyt Türel, Savaş Dinçel, Funda Postacı, Neşe Altıner, Atacan Arseven ve İsmet Ay'lı muhteşem kadrosu ile 5 sezon boyunca haklı olarak kapalı gişe oynamıştı. Doğrusu, yeni kuşağın Çehov'un Vişne Bahçesi'ni o oyunla tanımış olmasını tercih ederdim.
pe
cy
a
rolü seyirciye doğru aktarıyor. Mürebbiye Şarlotta'da Süeda Çil ve özellikle evin deli dolu genç hizmetçisi Dunyaşa'da Funda Köseoğlu coşkulu oyunları ile yönetmenin kurduğu dünyaya yardımcı olan oyuncular. 'Bir zamanlar köleler efendilerine, efendiler de kölelerine bağlıydılar,' düşüncesine sımsıkı bağlanmış ve bir ömrü kendi isteği ile köle olarak geçirmiş ihtiyar ve kıdemli hizmetkâr Firs, Çehov'un en hüzünlü ama aynı zamanda da ironik karakterlerinden biridir. Ölürken bile hâlâ efendisinin sağlığını düşünen Firs'i, Metin Çoban yorumluyor. Fazla nüansları olmayan düz bir oyunculuk tutturmuş. Onu seyrederken, aynı rolü unutulmaz kılan İsmet Ay'ı anıyorum. Ali Taygun, oyuncu olarak da oyunun içinde. Sürekli Ranyevskaya'dan borç para isteyen çiftlik sahibi, taşra feodalizminin gülünç Gogoliyen tiplerinden Simyonov Pişçik rolünde. Vişne Bahçesi'nde en çok eğlenen, rolünün keyfini çıkaran ve 'Fars' yaklaşımına en çok hizmet eden de kendisi. Genç uşak Yaşa'da Özgür Efe Özyeşilpınar, kabalığı ve çıkarcılığı içine sindirmiş. Gülünç ve ezik bürokrat, Katip Yepihodov'da Tankut Yıldız, üzerine düşeni yapıyor.
oynatmak, yazara da seyirciye de oyuncuya da haksızlık. Canan Göknil'in kostümlerine gelince... Cesur tasarımlarını çoğunlukla övdüğüm, 'Yılın Giysi Tasarımcısı' dalında oyumu da verdiğim Göknil de beni düş kırıklığına uğratanlar arasında bu kez. Paris'ten yeni dönen Ranyevskaya ve Anya'yı Batı özentisi olsun diye herhalde, alabildiğine rüküş giydirmiş. Hele Jülide Kural'ın o kirli beyaz, bol dantelli kıyafeti, köy düğünleri için şık bir alternatif olabilirdi! Anya da her an ip atlamaya hazır küçük kız çocukları gibiydi... Paraya tapan ve paranın verdiği güçle kendine hava veren Lopahin ise kaba zevkine göre renk uyumunu pek de fena seçmemişti! Varya'nın siyah elbisesi ise daha önce de yazdığım gibi üstünden dökülüyordu. Murat Selçuk'un ışık tasarımı ise oyunun başarı hanesine yazılabilirdi.
Vişne Bahçesi'ne ısınamamamdaki önemli bir etken de Atıl Yalkut'un dekor tasarımı oldu. Gözlerime inanamadım! Bir Çehov oyununun dekoru, böylesine soğuk çelik konstrüksiyondan ibaret olabilir miydi! Ama olmuştu işte. Evin diğer birkaç eşyasının esamesi bile okunmuyordu o demir kapılar ve pencereler arasında. Bu dekor tasarımcısının kendi fikri mi yoksa yönetmenle verdikleri ortak bir karar mı bilemiyorum ama bugüne dek seyrettiğim en ruhsuz Çehov dekoru olduğunu kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim. Beyaz perdeler de kurtarıcı olamıyor. Ufukta belli belirsiz çizilmiş 'Bahçe' ise hiç de her bir vişnede, her bir yaprakta ayrı bir insanın yaşadığını hissettirecek cinsten değildi! Bir Çehov oyununu böylesine demir yığını arasında
Oyunun, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde yapılan galası tıklım tıklımdı. Salon ise gala için çok küçük. Gel de Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ni arama... (Onu aramamız için galaya gerek yok zaten) Davetliler ayakta kalmasın diye çay ocağı sandalyesiz kaldı! Balık istifi, dipdibe seyrettik. Kadir İnanır, Jülide Kural'ın sevgilisi olmak sıfatıyla o akşam destek vermek için seyirciler arasındaydı. Tabii İnanır'ın geleceğini öğrenen magazin basını da bir anda tiyatrosever olmuştu! Çıkışta, belli belirsiz bir hoşnutsuzluk, bir sıkıntı sezdim. Kimi bunu açıkça dile getirdi, kimi yüz ifadesinden belli etti. Ben de, oyunu en ön sıradan seyreden Arsen Gürzap'ın yanına gidip onu yıllar soma, yıllar önce yarattığı 'Ranyevskaya' rolü için bir kez daha kutlama ihtiyacını hissettim. Benim gibi başkaları da vardı Arsen Hanım'ın çevresinde. Tabii oyuncuları, oyuna emeği geçenleri de kutlayacak, Ali Taygun'a üretken olacağına inandığım emeklilik günlerinde yeni başarılar dilecektim. Ama bekleyemedim, kalabalıktan bunalmış bir vaziyette kendimi bir an önce dışarı attım. Vişne Bahçesi bir kez daha sahnelense, bir kez daha gider miyim? Cevap vermek için biraz erken galiba...
31
Eleştiri Gülriz Sururi, Suat Derviş ile Ankara'da
pe cy
a
"Fosforlu Cevriye"
Üstün Akmen
ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr
"Fosforlu Cevriye", Türkiye'de değeri pek o ne dişilik öyle! Galata'nın en afili fahişelerinden bilinmeyen, Cumhuriyet'in ilk dönemi kadın Fosforlu Cevriye'yi canlandırmakta. Galata'nın yazarlarından Suat Derviş'in (1905-1972) 1944-1945 bitirimlerini koynunda büyüten Cevriye, çok da yıllarında bir gazetede tefrika edildikten sonra 1968 delikanlı bir kız. Bir gece, kalbi aşktan çatlar Aralık ayında May Yayınları arasında okura ulaşan vaziyette sevdiğinin saklandığı eve giderken, romanın adı. Hesap ettim, tam beş kez sinemaya kopuklardan biri eline eroin paketlerini uyarlanmış. 1959 yılında Türk sinemasının ilk ve en uzun süreli vamp kadını Neriman Köksal'ın iri-kıyım Şarkıyı söyleyen kadın Neriman Köksal... Aman Allah o ne yapısıyla erkeklere posta koyan, argo konuşan, külhanbeyi, erkeksi-kadın imgesini canlandırması, endam, o ne dişilik öyle! Galata'nın en afili fahişelerinden ne yalan söyleyeyim hâlâ beynimin gri kıvrımlarında yatmakta. Dün gibi anımsıyorum... Yıl 1959... On Fosforlu Cevriye'yi canlandırmakta. Galata'nın bitirimlerini altı yaşındayım. Pangaltı'daki İnci Sineması'na gittim. koynunda büyüten Cevriye, çok da delikanlı bir kız. Perdede Galata'nın arka sokaklarında bir meyhane... Edalı Şefika, Topaç Melahat, Kumarbaz Fışfış... sıkıştırıveriyor, aynasızlara enseleniyor. Komiser Galata'nın tüm kopukları meyhaneye doluşmuş. ne yaptıysa, hâkim ne kadar yalvardıysa Cevriye, Cevriye balıketinden biraz daha dolgun bedeni, o kopuğun adını söylemiyor. Ser verir sır vermez neredeyse beline kadar uzanan kıvırcık saçlarıyla Galata'nın Fosforlusu. Bir sene kodes, üstüne bir "Denizlerin kumuyum, kumuyum/Balıkların puluyum, de Bolu'da sürgün... Olsun! Bir kez bile ona puluyum/Aç koynunu ben geldim Cevriye 'm/Ben de dokunmayan, hayatında ilk defa Cevriye'ye "siz" Allah kuluyum/More de Fosforlum ben de Allah diye hitap eden, bir çatı katında kaçak yaşayan o kuluyum, " diyerek yürek paralıyor. Şarkıyı söyleyen adam var ya o adam... O adam, Cevriye'yi bir gece kadın Neriman Köksal... Aman Allah o ne endam, sandalda ateşler içinde kavrulurken bulup evine
32
götürdü ya, Fosforlu ona sırılsıklam âşık ya, kodes de biter sürgün de biter be... Bitiyor. Sinema tarihçisi değilim, ama pekâlâ biliyorum işte, Neriman Köksal, Fosforlu Cevriye karakteriyle sonraki dönemlerde Türk sinemasında erkeksi-kadın imgesinin uzun yıllar sürecek bir modaya dönüşmesine de öncülük etti. On yıl sonra, Türkan Şoray'ın Tanju Gürsu ile birlikte "Fosforlu Cevriyem" afişi altında kamera karşısına geçtiğini de pekiyi anımsıyorum. 1978 yılındaysa Türkan Şoray ve Kadir İnanır oynadı "Fosforlu Cevriye" romanından "mülhem" "Cevriyem" filminde... 1989'da filmin adı "Fosforlu" olurken, beyaz perdede Sevtap Parman ile İbrahim Tatlıses'i izledik. 2000 yılında Yeşim Salkım ve Can Togay'ın oynadıkları filmse başa "rücu" etti ve sinemalarda "Fosforlu Cevriye" adıyla oynatıldı. Bunların hiçbirinin ne
Kim ne derse desin, Gülriz Sururi müzikal tarzın hiç tartış masız ustasıdır. Onun 1960'larda Haldun Dormen tara fından sahnelenen "Sokak Kızı İrma"sındaki İrma karakteri, aradan geçen şunca zamana kadar unutulabildi mi?
pe cy a
birbirleriyle ne de Suat Derviş'in ünlü romanıyla ad aparması dışında benzerlikleri yoktu. Ama hepsinde Aydınlı Fatma Hanım'ın bir Aydın yöresi türküsü olan "Denizlerin kumuyum, kumuyum/Balıkların puluyum, puluyum/Aç koynunu ben geldim Zühre 'm/Ben de Allah kuluyum "u söylendi. Türkü, tüm filmlerde doğal olarak "Zühre" adı "Cevriye"ye çevrilmiş olarak çığrıldı.
Cezzar 'a, en derin sevinçle Fosforlusunu teslim eder. " Gülriz Sururi bu... Kadirşinas, yürekli, ödünsüz... Önce kendi oynamak istemiş, olmamış. Sonra, neredeyse kırk yıllık emaneti yeniden eline almış, romandan yola çıkarak ve romana ve yazarına sonuna kadar sadık kalarak "Fosforlu Cevriye" müzikalini yazmış. Yazarken: "Oyun romana değil, roman oyuna, yani tiyatroya hizmet etmeli" ilkesini benimsemiş, belli ki her tabloyu, her mimiği gözünün önünde canlandırmış; her repliği kulağının dibinde duymuş. Galata'nın en ünlü fahişesi Fosforlu Cevriye'nin tiyatro serüveni Gülriz Sururi'nin sahneye uyarlaması ve rejisiyle böylece başlamış. Cevriye şimdilerde, 1930'ların sonunu yaşıyor. "Meslektaşları" Top Melahat, Güllü, Marika, Cemile, Kumru ile Galata sokaklarını arşınlamakta. Zamanla karakollar, hapishaneler, randevuevleri de giriyor işin içine. Zombi Recep, Sele Şevki, Kumarcı Fışfış ile birlikte can dostu Ayastefanoslu Barba'nın meyhanesinde kafayı çekiyor. Zombi Recep ona musallat oluyor. Ne evi var ne barkı ne de ailesi Fosforlu'nun. Kim olduğunu, neden saklandığını bilmediği bir adamla karşılaşıp ona âşık olana kadar bunları hiç düşünmüyor. Eski kantocu, yeni randevuevi sahibi Sümbül Dudu onu kurtarmaya çalışsa da, Cevriye karasevdaya düşüyor. Kim ne derse desin, Gülriz Sururi müzikal tarzın hiç tartışmasız ustasıdır. Onun 1960'larda Haldun Dormen tarafından sahnelenen "Sokak Kızı İrma"smdaki İrma karakteri, aradan geçen şunca zamana kadar unutulabildi mi? Unutulmadı. Ya Genco Erkal'ın rejisindeki "Keşanlı Ali Destam"nda çizdiği Zilha? "Zilli Zarife"si, "Kabare"si, "Hair"i, "Kaldırım Serçesi" unutulabilir mi? Elbette unutulmaz. Sururi Usta "Fosforlu Cevriye"yi almış, neredeyse virgülüne dokunmadan çağdaş "Batı müzikali" anlayışını bir kez daha seyircisine yansıtmış. Sadece "Batı müzikali" de değil, Ayşegül Yüksel Üstadın dediği gibi (Cumhuriyet-25 Kasım
İşte böyle. Geçenlerde Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı "Fosforlu Cevriye"yi izlemeye giderken bunları düşündüm. Suat Derviş, 1969 yılında "Fosforlu Cevriye"yi Gülriz Sururi'ye imzalamış: Demiş ki "ithafında: "Sevgili ve büyük Gülriz
33
Feray Darıcı'nın Fosforlu Cevriye yorumuna gelince... Darıcı'nın Konya Devlet Tiyatrosu yapımı Murat Atak yönetimindeki "Resimli Osmanlı Tarihi"ndeki çalışmasını değerlendirirken söylediğim gibi, gövdesini ruhunun iç aksiyonu ve dışa dönük devinimleri arasındaki uyumu iyi kullandığını yineleyeceğim. Ama Cevriye'de fizik olarak silik kalıyor. Müzikaldeki Cevriye karakteri, bana kalırsa tam bir primadonnalık rol. Yani Cevriye karakterine can verecek oyuncunun ciddi anlamda "charme"ı olmalı. Olmazsa; yönetmen de, oyuncu da müzikali yarı yolda bırakmaya daha işin başında kafa sallamalı.
pe cy
a
2008) "Hollywood müzikallerinden bildiğimiz biçemi çağrıştırmış". Barba ile Cevriye'nin meyhane tablosunda muhallebi yer gibi çorba içmelerini oyunculuklar açısından görerek ya da gözden kaçırarak önlememiş, ama döner sahne kullanarak "black-out" hantallığını olabildiğince yok etmiş. Feray Darıcı'ya: "Biri bana siz dedi," şarkısını okuturken yaka (ya da kafa) mikrofonu kullandırtmamış, orkestra da "forte"leşerek Darıcı'yı bir güzel ezmiş. Esere "halel" gelir tedirginliğiyle mahkeme ve karakol tablolarına makas değdirmemiş, makas yemeyen bu tablolar o nedenle uzamış da uzamış. Gene de, tiyatronun kısa süreli anlatımla sınırlı diline karşın, romanın sahip olmadığı görselliği ustalıkla yaratmış. Yazıya aktarılamayanı görsellikle, şarkıyla, dansla vererek son derece yalın ve olabildiğince gevşek işlenmiş olaylar dizisini güçlendirmek istemiş. Bir yere kadar da başarmış, seyircinin neredeyse tasarladığından daha fazlasını görüp algılamasını sağlamış. Gülriz Sururi'nin şarkı sözlerine Attila Özdemiroğlu özgün besteler yapmış. Sesler ile sözler genellikle uyumlu. Özdemiroğlu'na karşı ukalalık yapmak istemem, ama örneğin "Bir Tanedir Cevriye" şarkısında "Çeşme, meydan, Galata" derken kısa okunması gereken heceyi neden uzun notalarla ifade ettiğini anlamadığımı itiraf etmeliyim. Hakan Dündar, özde belirli bir biçimi değil kavramı belleklere ulaştırmayı hedeflemiş, ama özel bir atmosfer yaratımını başaramamış. Fatma Görgü'nün giysileri kötü değil kötü olmasına da, kadın oyuncuların ten rengi mus çoraplarını sevmediğimi söyleyeceğim, seven varsa beri gelsin, diyeceğim. Fahişe mus çorap giyer mi ayol! Işık tasarımına imza atan çok ödüllü tasarımcı Yakup Çartık, bu kere de sahneye, oyunun tarzına, dekora, kostümlere, makyaj durumlarına dikkat ederek sahneyi aydınlatmış. Koreograf Özden Aktürk motiflerin ve ellerin konumunun oluş biçimlerini hiç mi hiç tasarlayamamış. Dans düzenini çözümlememiş. Jestüel ve betimleme yöntemini yok denecek düzeye indirgemiş. Oyunculuklara gelince, Adam'da Uğur Çavuşoğlu'nun oyunla özdeşleşmesi olmadığını söyleyeceğim. Rolü ile arasında genel bir duygusal temas eksikliği var. Sümbül Dudu'da Nermin Uğur Bakır, Ermeni lehçesini zaman zaman kaçırıyor, ama genel olarak "iyiden iyiye" iyi. Top Melahat'te Zeynep Aytek Metin, Güllü'de Kader İlhan, Marika'da Deniz Baytaş çizdikleri karakterlerin içsel içeriğini iyi yakalamışlar. İsmet Numanoğlu Hâkim'de çok abartılı; Kırk Yamalı Hoca'da ve özellikle Hacıağa'da iyi. Zombi Recep'te İsmail Volkan Duru eylemleri gibi metnin de bir anlam kazandığı sözceleme durumlarını tasarlamamış. Barba'da Engin Özsayın da öyle... Sözceleme durumlarını tasarlamak, yönetmen kadar oyuncunun da sorumluluğunda değil mi? Fıstık Cemile'de İclal Karaduman sahnede şevk yaratmayı biliyor. Ali Hakan Beşen, Erman Koç, Pınar Berkmen, Selçuk Göldere, Yiğit Dirik, Emrah Keskin, Dara Tan, Şafak Ermiş, Aylin Tez, Yeliz Erülgen, Dilek Öztürk, Osman Özyurt, Ömer Comba, Kubilay Karaburçak, Emrah Özdemir, Onur Atbaş, Handan Tok Kaya, Gülay Gür Bayram, Murat Kızıl, Dilek Mengi, Eylem Türkmen, Kenan Kara görevlerini disiplin içinde ve yönetmenin istekleri doğrultusunda başarıyla yapıyorlar. Kemal Günüç'ün orkestra şefliği de övgüye değer.
34
Yazan: Suat Derviş Oyunlaştıran-Şarkı Sözleri-Yöneten: Gülriz Sururi Besteler: Attila Özdemiroğlu Dekor Tasarım: Hakan Dündar Giysi Tasarını: Fatma Görgü Işık Tasarım: Yakup Çartık Oyuncular: İsmet Numanoğlu, Ali Hakan Beşen, İsmail Volkan Duru, Engin Özsayın, Erman Koç, İclal Karaduman, Kader İlhan, Pınar Berkmen, Selçuk Göldere, Yiğit Dirik, Feray Darıcı, Zeynep Aytek Metin, Deniz Baytaş, Uğur Çavuşoğlu, Emrah Keskin, Nermin Uğur Bakır, Dara Tan, B. Şafak Ermiş, F.Aylin Tez, Yeliz Erülgen, Diler Öztürk, Mert Okutan, Osman Özyurt, Ömer Comba, Kubilay Karaburçak, Emrah Özdemir, Onur Atbaş, Handan Tok Kaya, Gülay Gür Bayram, Eylem Türkmen, Dilek Mengi, Murat Kızıl, Kenan Kara
Eleştiri Bürokrasinin Çarkına Sıkışan
pe cy
a
"Deri Ceket"
Ragip Ertuğrul
ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr
Bulgar yazar Stanislav Stratiev'in "Deri Ceket" adlı oyunu İstanbul B.B. Şehir Tiyatroları'nda Arif Akkaya'nın rejisiyle sahnelenmeye başladı. Oyun başlamadan önce duyulan anonsta "Oyuna gelmek üzeresiniz, " uyarısını duyunca nasıl bir oyuna geldiğimiz konusunda ipucu verilmiş oldu belki de. Ve oyun başlama zili yerine de koyun çıngırağı sesi verilmesi koyunlar içinde olduğumuz hissini uyandırdı. Soruyoruz... Koyunlar nerede ola ki? Oyun, genç bir dilbilimcinin sudan bir sebeple bürokrasi çarkına takılıp kalmasını ve çaresizliğini gözler önüne seriyor. Bürokrasinin en ağır şekilde işlediği bir ülkenin yazarı olması Stratiev'in devlet otoritesini, bu otoriteye dayanarak bireyi önemsizleştiren ve hatta yok sayan yapıyı içinden gözlemleme olanağını yaratmış. Bir Batılı için 'absürd' olarak algılanabilecek kişilik yapılan, olaylar, eylemler hem yazarın hem de bizim toplumumuz için yadırgatıcı olmasa gerek. Bu nedenle de başka
bir zaman ve mekânda olunsa kolaylıkla 'saçma' diye nitelendirilebilecek oyunda, başkarakterin devlet memurları tarafından gördüğü muameleleri doğruluyor, çabalarına hak veriyor ve yaşadığımız çevreyle özdeşleştiriyoruz.
Bir Batılı için 'absürd' olarak algılanabilecek kişilik yapıları, olaylar, eylemler hem yazarın hem de bizim toplumumuz için yadırgatıcı olmasa gerek. Bu nedenle de başka bir zaman ve mekânda olunsa kolaylıkla 'saçma' diye nitelendirilebilecek oyunda, başkarakterin devlet memurları tarafından gördüğü muameleleri doğruluyor, çabalarına hak veriyor ve yaşadığımız çevreyle özdeşleştiriyoruz. Örneğin; oyunda "tilki kampanyası" olarak adlandırılan uygulamaya göre ancak bir tilki yakalayıp getirenin işleri görülecektir. Devlet kendi sorumluluğunu bireyin üzerine yıkmakta ve vereceği
35
hizmeti bireye endekslemektedir. Devlet dairesindeki bir asansörde mahsur kalan adam, asansör prosedürler ve ilgisizlik nedeniyle bir türlü onarılamadığından orada yaşamaya ve işin kötüsü (yoksa iyisi mi demeli?) bu duruma alışmaya başlar. İşin tuhafı adamın karısı ve oğlu da bu durumdan adamı mesul tutan bir tavır içindedirler. Aslında ister asansör içinde kalınmış olsun, isterse dışarıda fiziki anlamda özgür ama fikren sisteme bağımlı hale getirilmiş olsun, bireyin engelli yaşamıdır söz konusu olan. Vatandaşa duyulan güvensizlik gerçeklerin fark edilse bile üstünün sinsice örtülmesine kadar
Oyunda geçen 'yol arkadaşı' tanımlaması bana 'yoldaş'ı çağrıştırdı. Belki doğu bloğu terminolojisinde ikisi benzer anlamları içeriyordur. Ve bu yol arkadaşlarının oyunun sonunda aynı kıyafete bürünmüş olması da devlet faşizmiyle ancak sosyalist zihniyet ile mücadele edilebileceğinin bir işareti olarak mı algılanmalıdır?
Ya "Er olmayı kabul etmek" gerekecektir ya da tek başına mücadele etmek... Neye karşı mücadele ettiğini, mücadele ettiği şeyin gücünü bilmeden... İlk başta gencin yanında olan çocukluk arkadaşları, bir süre sonra onu terk eder. Arkadaşlarından biri "Ben kalacağım, çünkü hiçbir şeyi değiştirmek istemiyorum," diyerek mücadeleden vazgeçtiğini belirtmiş olur aslında. Bu cümleyi duyunca Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın gençlerin geleceklerine yön verme amacıyla ortaya koyduğu projenin sloganını hatırladım: "Eleştirmek için değil, değiştirmek için"... Ülkemizin gençleri de değiştirmek için yüreklendirilmeyi, desteklenmeyi bekliyor, değişim için heyecan duyuyor. Peki onların sesini, daha doğrusu bu haykırışını devlet ne derece duyuyor? Oyunda geçen "gerçekle uğraşacağına kendini düşün," lafı bireylerin sisteme ayak uydurarak, aslında sistemden koparak toplum olma bilincini kaybettiklerini, 'ben'le yatıp kalktıklarım, bencilliğin esiri olduklarını ve bu yönde telkinler altında kaldıklarını gösteriyor. "Bir lokma aşım, dertsiz
pe cy a
varmaktadır. Gencin gerçekleri görmeyi reddeden memurlar karşısındaki acizliği, memurları daha da üste çıkarmakta, laf oyunlarıyla haklı konuma bile getirmektedir. Gencin memurları inandırmak için yemin etmesine "İnanca ve yemine göre
çalışmıyoruz, " diyeceklerdir. Ağızdan çıkan her söz deftere yazılmış, kayıt altına alınmıştır çünkü. Ne gerçekliği sorgulanmış ne de etraflıca dinlenmiştir. Bu durum, ülkemizde halen devam eden meşhur davayı anımsatmaktadır adeta.
36
Oyuncular: Can Ertuğrul, Cengiz Tangör, Ertuğrul Postoğlu,
a
Güneş Han, Hikmet Körmükçü, Melahat Abbasova, Nevzat Çankara, Selçuk Yüksel, Yeliz Gerçek, Yiğit Sertdemir
pe cy
Yazan: Stanislav Stratiev Yöneten: Arif Akkaya Çeviren: Özdemir İnce Sahne Tasarımı: Gamze Kuş Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı Işık Tasarımı: F.Kemal Yiğitcan
başım", "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın," deyimleri bu bakış açısının artık gelenek haline geldiğini, nesilden nesle aktarılarak özgüvensizliğin, çekingenliğin, umarsızlığın ve ötesinde vurdumduymazlığın giderek kişilik özelliğine dönüştüğünü ne de açık anlatıyor. "Deri Ceket", bu çarkın içinde yaşıyor isek ona ayak uydurmamız gerektiğini lafı dolandırmadan ifade ediyor. Oyunda geçen 'yol arkadaşı' tanımlaması bana 'yoldaş'ı çağrıştırdı. Belki doğu bloğu terminolojisinde ikisi benzer anlamları içeriyordur. Ve bu yol arkadaşlarının oyunun sonunda aynı kıyafete bürünmüş olması da devlet faşizmiyle ancak sosyalist zihniyet ile mücadele edilebileceğinin bir işareti olarak mı algılanmalıdır? Dramaturg Arzu Işıtman yazarın anlatmak istediklerini tüm sembolleriyle çözümlemiş ve yönetmen Arif Akkaya'ya sahnede görünür kılacak sağlam bir altyapı oluşturmuş. Akkaya'nın oyunculuk, ışık ve dekor tasarımlarını bütünler rejisi, özenle ve özveriyle çalışıldığının temel bir göstergesi. Dilbilimci genç adam rolündeki Yiğit Sertdemir, rolüne hakimiyeti, oyunun mesajına uyacak şekilde ironiyi komik olma tuzağına düşmeden yansıtması, sahne esnekliği ve tüm oyuncularla bir arada bakıldığında takım oyunculuğunu destekleyen yaklaşımıyla son derece
başarılı bir performans sergiliyor. Memur rolünde gücü temsil eden Hikmet Körmükçü, dramatik oyunculuğu, absürd bir oyunculuğa son derece doğru şekilde yaklaştırıyor. Körmükçü'nünki görülmeye, alkışlanmaya, övülmeye değer bir performans. Deri Ceket'in tüm oyuncu kadrosu, başarılı sahnelemeyi destekleyen ve etkiyi sürdüren performanslar sergiliyor. Ama NevzatÇankara'nın, sistemin parçası olan küçük rollerde büyük mimikler ve tonlamalarla fark yarattığını da belirtmek gerek.
Işık tasarımında Kemal Yiğitcan yine farklı olanı bulmuş. Sahne geçişlerinde en büyük rolü ışığa dayandırmış ve oyunun seyrine hareket kazandırmış. Gamze Kuş'un birbirinin aynı kapılardan oluşan sahne tasarımı devlet organlarının bir örnek yapısını, farklı kademelerde benzer kapılarla karşılaşılacağını, kapılar yan yana gelip insanın üzerine yürüdüğünde ise bürokrasinin aşılmazlığını gayet net anlatıyor. "Deri Ceket'i içinde yaşadığımız çarkı yok saymayarak, belki eserde olduğu gibi sistemin suyuna gider gözükerek, diğer bir deyişle Çukurovalıların "delleğe yatmak" tabirine uyar şekilde davranarak ama mücadeleyi, idealistliğe doğru yelken açmamıza dayanak olacak umudu da koruyarak devam ettireceğimiz bilinciyle izlemek gerektiğini düşünüyorum.
37
Sadık Seyirci Kafka'nın Kapı Aralığından
pe cy a
"İstanbul'da Bir Dava"
M. Sadık Aslankara
sadikaslankara@tiyatrodergisi.oom.tr
1999'da başlamışım Tiyatro... Tiyatro... 'da yazmaya. Arada boşluklar olsa da şöyle böyle on yıldır yazıyorum dergide. Adam Sanat'ta dokuz yıl yazdığıma göre, Tiyatro... Tiyatro..., onu da geçiyor.. Cumhuriyet Kitap Eki'ni saymazsak Tiyatro... Tiyatro..., en uzun süreli yazdığım dergi bu hesapla.
Kafka'yı ilk kez okuduğumda on sekiz yaşındaydım, ilk öykülerimle yazılarımın yayımlanışı üzerinden iki yıl geçmişti. Yazında, tiyatroda koşuya çıkmak üzere hazırlık yapan biri olarak bunun, Kafka'yla tanışmak için geç bir tarih olduğu savlanabilir elbette, ama ne gam... Ulaştığım ilk Kafka metni Bir Köpeğin Araştırmaları (Çeviren Mehmet H. Doğan, 1967; yeni basımı Can) idi... İzmir'de Kovan Kitabevi'nden, yine Kovan yayını olarak Besim Akımsar'ın ellerinden almıştım kitabı. Bunun üzerinden bile kırk yılı aşkın süre geçmiş... Bu ilk metni okurken zorlandığımı
38
söyleyebilirim. Birkaç ay içerisinde bu kez Değişim'le (Çeviren Arif Gelen, Varlık, 1967) tanışmıştım. Üç beş saat içinde okuyup yutmuş, ama ne biçim çarpılmıştım... Kafka tutkusu Değişim'le başladı diyebilirim bende... Sonra arkası geldi. Varlık Yayınevi'nin o sıra çıkardığı Ceza Sömürgesi'ni (Çeviren A. Turan Oflazoğlu, 1968) okudum bir çırpıda. Aynı tarihlerde Kâmuran Şipal'in çevirisiyle tanıştım ilk kez: Amerika (Cem, 1967). Kıyıda kalmış bir Kafka çevirisine daha ulaştım Şipal'in: Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu (Dönem, 1965). Andığım kitabın arka kapağına düşülen notta, "Türk okuru hikâyeleri, romanları ile onu on yıldır tanıyor," denildiğine göre ilk Kafka çevirilerinin 1955'te yapıldığı çıkıyor ortaya. Demek ki yeniyetme olarak pek de geç kalmış sayılmam Kafka'ya başlamakta... Sonradan Kâmuran Şipal çevirileriyle başka Kafka yapıtlarına da ulaştım arka arkaya: Bir Savaşın Tasviri, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Dava, Şato, Günlükler, Hikâyeler... Bu arada Kafka üzerine
kaleme alınmış çalışmalar da çevrilmeye koyulmuştu. Örneğin Roger Garaudy'den Gerçekçilik Açısından Kafka (Çeviren Mehmet H. Doğan, Hür, 1965), Margerete Buber-Neumann'dan Kafka'nın Sevgilisi Milena (Çeviren Adalet Cimcoz, Ataç, 1967) kitapları anılabilir. Cimcoz, Kafka'nın Milena'ya Mektuplar 'ını da (Ataç, 1961) Türkçeleştirmişti zaten... "Türkçede Kafka" başlıklı bir iki yazı da olmalı belleğim beni yanıltmıyorsa, kimi dergilerde ya da Kafka kitaplarında kalan. Ancak bu yazının amacı Kafka çevirileri üzerine kalem oynatmak değil. Kafka deneyimlerime dayalı bir dokumayla Kafka'dan esinlenilerek yazılıp, sahnelenmiş oyuna yoğunlaşmak...
Kerem Kurdoğlu, Türk oyun dağarında yer alan oyunlara gönül indirmek yerine yeni, farklı, ötesinde ayrıksı, öncü metinlerle sahne çalışmasına yönelmeyi yeğlediğini sezdiriyor bize hemen her seferinde. Geçen ay, azımsanmayacak sayıda oyun izledim sahnelerimizde. Bir gösterim öncesinde ayaküzeri söyleşirken bu anılarımdan da söz edince A. Nalân Özübek atılmasın mı, "Sadık Seyirci"nin Ocak yazısını buna özgülememin çok hoş olacağını fısıldayıp üsteleyerek. Bunca uzun giriş Özübek'in buzı ebeliğinden kaynaklanıyor işte.
Oyunun tanıtmalığında dile getirilen görüş de bu düşünceyi pekiştiriyordu bir bakıma: "Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse', Sevim Burak'ın ve 'Yanık Saraylar' adlı kitabındaki öykülerinin düşündürdüğü kavram/ çağrışım/ durumları/ kurgulamaya çalışarak başladı. Yalnızlık, paranoya, ölüm, azınlık olma hali üzerine kurgulanmış hareket, ses, söz, ışık, görüntü ve oyun parçalarından oluşuyor." Gerçekten de "Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse"de ortaya çıkan insan-kent anıtı, yaşanılan tragedik yarılmanın bir yansılaması olarak alınabilir bana göre. Kerem Kurdoğlu'nun, genelleme bağlamında buna benzer bir kavrayışı, kendi de dile getiriyor bir açıdan. "Oyun yazarlığı"na bakışı örtüşüyor çünkü bununla. OYÇED (Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği) üyesi olan Kerem Kurdoğlu, oyun yazarlığı sorunsalı konusunda üyeler arasında sürdürülen bir dizi yazışma ortamında bu konudaki düşüncelerini açıklamıştı iki yıl kadar önce. Bu yöndeki yaklaşımlarından kimi örnekler aktarmak istiyorum burada: "Ben ne zaman yeni bir oyun sahnelemek istesem, önce bu ülkede son zamanlarda yazılmış yeni ve taze bir metin bulmak umuduyla, erişebildiğim kaynaklardan yaklaşık 10 metin okuyarak başlıyorum. Ancak okuduğum örneklerin,
a
Yazınsal Olanı Tiyatrosal Kılmak...
Kerem Kurdoğlu, Türk oyun dağarında yer alan oyunlara gönül indirmek yerine yeni, farklı, ötesinde ayrıksı, öncü metinlerle sahne çalışmasına yönelmeyi yeğlediğini sezdiriyor bize hemen her seferinde. Nitekim iki mevsim önce Sevim Burak'ın Yanık Saraylar adlı öyküler demetinden Naz Erayda'nın uyarlayıp tasarladığı, yönettiği, Aslı Mertan'la birlikte oyunbükümüne (dramaturgisine) katıldığı yine garajistanbul yapımı "Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse" başlıklı oyunda da dikkatimi çekmişti bu tutumu.
cy
Franz Kafka'nın Dava adlı romanından yola çıkarak Kerem Kurdoğlu'nun yazıp yönettiği garajistanbul yapımı "İstanbul'da Bir Dava" adlı oyuna getirmek istiyorum sözü.
pe
İlk kez geçen yıl 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde sergilenen oyunu, geçen ay topluluğun kendi salonunda izleyebildim ancak.
39
yaşamakta olan bir oyun yazarının aklına gelmiş olsaydı, acaba nasıl bir oyun yazardı?" sorusunun peşine takılarak Dava'yı yeniden yazdığını dile getiriyor bülteninde. Öte yandan tanıtmalıkta oyuna değgin dile getirilen düşünce de bunu destekliyor açık biçimde: "Kerem Kurdoğlu, Kafka'ya sadık kalma sorumluluğundan mümkün olduğunca kaçarak, Kafka'nın ne söylemek istediğini değil, bugün bu topraklarda yaşayan insanların Kafka'da kendilerine dair ne bulduklarını anlamaya çalıştı. Sonuçta ortaya çıkan şeyin, bildik anlamda 'Kafkaesk' olduğunu söylemek oldukça güç. Köhne, karanlık, tozlu bir dünya değil bu. Tam tersine, pırıl pırıl, cilâlı bir eğlence dünyası tarafından sarılıp sarmalanmış, 'renkli' bir yükseklerden dibe yuvarlanma öyküsü. Müziğin, koreografinin ve görselliğin ön planda olduğu bir gösteri. Kafka'nın öznesi belirsiz, ulaşılmaz, yüce otoritesinin yerini başka bir şey almış burada. En az onun kadar ürkütücü, en az onun kadar acımasız bir şey. Eğlenceli bir Kafka müzikaline hoş geldiniz!" Bu dile getiriş, oyunun kavramlaştırılmaya çalışılamadan öylece bırakıldığının da itirafı bir bakıma. O zaman İstanbul'da Bir Dava'nın Kafka'yla ilişkilendirilmesi olası mı? Sonradan Kafka çevirmenleri arasına da katılan, ancak baştan bu yana tiyatromuzla yazın sanatımızın önemli yetkelerinden biri sayageldiğim Ahmet Cemal, çevirisini yaptığı Dava'ya (Can, sekizinci basım, 2008) eklediği "Kafka, Dava ve Gerçeklik" başlıklı yazısında yazınla, tiyatrodan "geriye kalan" bağlamında önemli bir saptama yaparak "kavram" sorunsalı üzerine şu vurguyu getiriyor: "Kafka gibi yazarlar gündeme geldiğinde salt kalıcılıktan söz etmek, onları anlatabilmek bağlamında çoğu kez yetersiz kalır.(...) Kalıcı olabilenlere baktığımızda, bunların tümünün ortak en önemli edimlerinin konuyu kavramlaştırmak olduğunu görebiliyoruz.
cy
a
gerek içerik gerekse biçim olarak, benim bu ülkedeki tiyatro yazınının müzmin sorunları olduğunu düşündüğüm zaaflara sahip olduğunu görüp moralim bozuluyor, ama yurtdışında başarılı olmuş bir metnin Türkiye versiyonunu yapmak da bana anlamsız geldiği için, ben yine oyun yazarlarının dışındaki kaynaklara yöneliyorum.(...)"
pe
".. Her seferinde şevkimi yeniden kıran bu yaklaşık 10 metni seçerken, tamamen rasgele bir yöntem izliyorum: Mitos-Boyut'tan basılmış yeni oyunlardan arka kapak yazılarına göre birkaç metin, DT'deki dramaturg dostlarımın okumamı tavsiye ettiği birkaç metin, yakın çevremde oyun yazdığını duyduğum kişilerden birkaç metin, vs... Yani hiçbir zaman çok kapsamlı ve sistemli bir metin okumasına girişmiyorum."
"Halbuki tiyatro sanatındaki esas sorunların sadece iyi ve taze yeni metinlerle aşılabileceğini düşünenlerdenim. Yani konuyu aslında çok önemsiyorum. Ancak bu kadar önemsediğim konuda çok fazla konuşma hakkına sahip olmadığımı, çünkü bu gruptaki çoğu arkadaşımın hiçbir metnini okumamış olduğumu fark ettim."
Bütün bu çabaların altında yazınsal olanı tiyatrosal kılmaya yönelik bir çabanın yattığı ortada... Peki, yazınsal olan Kafka'dan esinlenilerek verimlenmiş olan İstanbul'da Bir Dava'da Kurdoğlu'nun yazınsallığı sahne plastiğine tam anlamıyla aktardığı söylenebilir mi? Kafka'dan geriye kalan, kalmayan... Bu tutumu Kafka'nın Dava'sına ya da öteki Kafka metinlerine yönelik yaklaşımında da sürdürüyor Kurdoğlu. Nitekim garaj istanbul, Kurdoğlu'nun, "Kafka'nın Dava romanındaki öykü fikri, bugün İstanbul'da
40
Shakespeare kalıcıdır, çünkü okur ya da izleyici onun kahramanlarından hiçbirini fiziksel özellikleriyle, milliyetiyle vb. birlikte kafasında canlandırma gereğini duymaz, dahası, çoğu kez böyle bir şeyi istese bile önemli kılamaz. (...)... Hamlet, ... Shakespeare'i bilmeyenlerin kafasında bile bir kavram'dır. .. Tıpkı Macbeth'in de iktidar hırsı kavramını simgelemesi gibi. Öte yandan Shakespeare'in çağdaşı Cervantes de Don Quijote'siyle gerçekte milliyeti ya da fizik özellikleri okur açısından birincil önem taşıyan bir şövalyenin değil, geçiş dönemi diye adlandırılabilecek bir kavramın yaratıcısıdır..."
Dava, Kafka'nın korkuyu kavramlaştırdığı bir başyapıtsa eğer, İstanbul'da Bir Dava, korkunun kavramlaştırılması bağlamında özce Kafka'nın yapıtıyla arasında koşutluk kurabiliyor mu? Ahmet Cemal, yazınsal ya da tiyatrosal olandaki bu "kavram"laştırmada Kafka'ya getiriyor sözü: "Kafka'nın eserlerinin tümünde kavramlaştırdığı konu .. .korku'dan başka bir şey değildir. .. .Kafka, ... korkunun çağı olan 20. yüzyılı bu niteliğiyle en yetkin düzeyde özetleyebilmiş birkaç yazardan biridir." "Dava (ise) yazarın... korkusunun yaratı düzleminde en yoğunlaştığı en önemli eserlerinden biridir."
Yazınsalla tiyatrosalın kırılma noktası sayabileceğimiz "kavram"laştırmanm gerçekleşebilmesi için yapıtta içselleştirme zorunlu. Bunun için kurulan evren pekiştirilirken yaratılan karakterin yapılandırılması da tam bir doygunluk yansıtabilmeli. Peki, İstanbul'da Bir Dava'nın Joseph K(e).'yi içselleştirdiği, karakteri tam anlamıyla yapılandırdığı söylenebilir mi? Psikiyatrist yazar Özden Terbaş, Dava'nın "psikanalitik açıdan incelenip tartışılacak zenginlikte bir yapıt" olduğunu vurgulayıp, kapı imgesi, yanı sıra direnç kuramı üzerinde dururken, bizim için Ahmet Cemal'in sözünü ettiği "korku" kavramına yönelik önemli açılımlarla zenginleştiriyor ufkumuzu. (Bak.: İmago, Güz, 2005) Ben oyuna girmeye çabalıyorum bu yazıda yalnızca. Sahne düzlemindeki konumlanışı, oynanışı doğrultusunda önümüzdeki sayıda, ay içinde izlediğim ötekileriyle birlikte yeniden döneceğim oyuna. Demek ki tiyatrosal dediğimiz dönüp yazınsal oluyor, yazınsal olan da dönüp dolaşıp tiyatrosal olabiliyor, hayranlık uyandıran bir buluşma halinde... Ama iş bunu başarabilmekte, bu düzeye ulaşabilmekte yanılmıyorsam... Öyle ya biz Shakespeare'in, Cervantes'in, Dostoyevski'nin, Çehov'un, Kafka'nin, Brecht'in verimlerinden elde ettiğimiz haz ortaklığına, estetik hazdaki bu buluşmaya karşın, söz konusu metinlerden yine de yazınsal olarak başka, tiyatrosal olarak başka tat almamızı başka türlü nasıl açıklarız acaba?
pe
cy
a
Dava, Kafka'nın korkuyu kavramlaştırdığı bir başyapıtsa eğer, İstanbul'da Bir Dava, korkunun kavramlaştırılması bağlamında özce Kafka'nın yapıtıyla arasında koşutluk kurabiliyor mu? Yazınsalın dönüp dolaşıp tiyatrosalla örtüşmesi... Sonda söylenecek sözü en başa da alabiliriz:
İstanbul'da Bir Dava, tanıtmalıkta da dile getirildiği üzere "eğlenceli bir oyun" ama Kafka müzikali sayılabilir mi bu?
Yazan: Kerem Kurdoğlu (Franz Kafka'nın "Dava" romanından yola çıkarak Yöneten: Kerem Kurdoğlu Müzik: İmre Hadi Sahne-Giysi Tasarımı: Naz Erayda Koreografı: Candaş Baş
Şarkıları Çalıştıran: Güvenç Dağüstün Oyuncular: Derya Alabora, Yiğit Özşener, Güvenç Dağüstün, Cüneyt Yalaz, Gözde Çetiner, Metin Göksel, Roza Erdem, Hande Özelsancak, Uğur Altun
41
Eleştiri Kutsal Delilerin Yolculuğu
Vuslat Taş
pe cy a
"Albay Kuş"
vuslattas@tiyatrodergisi.com.tr
Geçtiğimiz yıl kurulan Tiyatroadam'ın ilk oyunu "Albay Kuş" önceki sezon seyirciyle buluştu. 1996'da ülkesi Bulgaristan'da cumhurbaşkanlığı seçimine de giren ve değişik tarzıyla %2 oy alan siyasi hiciv yazarı Hristo Boytchev'in kaleme aldığı "Albay Kuş", Tiyatroadam bünyesinde Murat Karasu rejisiyle sahneleniyor.
Oyun, Balkan Savaşı döneminde manastırdan bozma bir psikiyatri kliniğindeki hastaların ve onlarla ilgilenmesi için gönderilen bir doktorun gerçek anlamda "deliliğin dağlarında" yaşadıkları olayları konu alıyor. Her biri farklı bir psikozdan muzdarip bu 6 deli, hiçbir şeyin olmadığı virane haldeki "Kırk Kutsal Aziz" manastırındaki bir odada hayatta kalmaya çalışırken, doktorumuz Deniz Özmen onlarla ilgilenmek üzere gelir fakat karşılaştığı manzara onu da korkutacaktır. Zira delilerin başına getirilen doktor, aslında morfine daha kolay ulaşmak için doktor olmuş bir bağımlıdır ve bu tanrının unuttuğu yerde değil morfine, yiyecek bir şeylere bile ulaşması pek mümkün görünmemektedir.
42
Doktor'un gelişinden sonra hastalarla tanışma faslı başlar. Öncelikle savaş sırasında yakınında bomba patladığı için sağır olan fakat dudak okuma yeteneğini geliştirerek sağır şekilde konservatuvar sınavlarını kazanan ve eğitim almaya başlayan Aktör
...farklı bir zihin düzeyinin karakterize edilmesi ve daha da önemlisi sahnede yansıtılması oldukça güç. Murat Karasu'nun rejisi ve oyuncu arkadaşlar tam bu noktada büyük bir övgüyü hak ediyorlar. namdar Deniz Özmen -ki rolünün içeriğinin konservatif eğitime attığı taşlar yerini bulurken, tüm grubun konservatuvar mezunu oyunculuğunun başarısı gözden kaçmamıştır- doktorun tanıştığı ilk kişi olur. Bu sırada 3 yıldır hiç konuşmamış Fetisov/Albay'ı (Aşkın Şenol) görürüz. Diğer renkli delilerimiz iktidarsız olduğu için penisini kesmeye çalışan 6 çocuk babası Çingene (Fatih Koyunoğlu), gümrükten geçen binlerce tır şoförüyle seviştiği için kendini suçlayan ve Rahibe Teresa gibi olmak
istediği için manastıra geldiğini söyleyen Pepa (Ayça Aykut), geceleyin üstüne basılıp ölmekten korkan Ufaklık (Sarp Akkaya) ve alkolikliği mazot içme seviyelerinde dolaşan, üstüne bir de kleptoman olan dürüst Hırsız (Ferit Kaya) olarak rol alıyorlar. Bu kadronun önemine dikkat çekmek istiyorum, zira delilik denen rolü katatonik salınmlar dışına taşıyıp her birine bir karakter oturtmak, bunu da son derece başarıyla taşımak güç bir iştir ve bu kadro bunu son derece başarıyla gerçekleştiriyor. Devam eden bölümde, gökten yardım sandığı yağarken delilerimize içi asker kıyafetleri dolu bir sandık düşer ve bu noktada 3 yıldır tek kelime etmemiş Albay deyim yerindeyse yeniden doğar. 6 deli askerimiz bir birlik kurar ve sonu Avrupa Birliği'ne girmek için Strasbourg'a gitmeye kadar
Bu delilerin Avrupa Birliği'ne girmeye bizim ülkece yaklaştığımızdan daha çok yaklaşmış olması garip olmasa gerek... Bu noktada "seçilen oyunla günümüz arasında nasıl bağlantı kurulur?" konusunda verdikleri doğru karar için Tiyatroadam ekibini kutlamak gerek.
cy a
dayanan bir maceraya başlar. Bu maceraya doktorumuz önce gözlemci olarak (değişik bir rapor hazırlayıp bunu sunarken para kazanmak ve morfinden eroine geri dönmek için), sonra da eşlikçi olarak katılır.
kişisel mimik ve jestleri, onları hem eşsiz hem de deli yapan eylemlerin bütünü, kendilerini "Altı Kutsal Deli" diye nitelememe sebep oluyor. Kutsal delilerimiz, tam da bütün Balkanlar birbirini kırarken, her biri başka kökenlerden geldiklerini unutarak bir arada yaşamayı pek güzel beceriyorlar. Bu delilerin Avrupa Birliği'ne girmeye bizim ülkece yaklaştığımızdan daha çok yaklaşmış olması garip olmasa gerek... Bu noktada "seçilen oyunla günümüz arasında nasıl bağlantı kurulur?" konusunda verdikleri doğru karar için Tiyatroadam ekibini kutlamak gerek. Oyunun dekor tasarımı yalın ama dolu; döküntülerle dolu, hatıralarla dolu, geçmişle dolu ve son dakikalara doğru gelecekle dolu... Dekorun kullanım alanı, sahne veya kostüm değişimi için blackout kullanılmasının önüne geçmiş ki beni en çok sevindiren nokta bu oldu. Tek eksiği, eğer eksiklik olarak sayabilirsek, dekorun çok alçak olması dolayısıyla üst tarafta fazlaca boşluk var gibi göstermesi. Fon perdesinin fazla görünür olması, zaman zaman insanın izlediği gerçeklikten kopmasına sebep olabiliyor. Kostümler de dekorla bütünleşik, basit ama daha farklısının olamayacağını hissettiren türden. Işık tasarımında ise hızlı lokal geçişleri zaman zaman yorucu olsa da genelde doğru yer ve zamanda kullanılmış. Özellikle gece sahnelerinde kullanılan ışıklar, seyirciye gerçekten harabe bir binanın içinde, buz gibi soğuk havada orada olduğunu hissettiriyor. Bu hissin etkisinin bir anda güçlü lokallerle kırılması insanda kısa süreli bir şok yaratabiliyor. Ama ışık, gerektiği yerde oyunu çok güzel destekliyor, olması gerektiği gibi anlatılana destek veriyor. Sonuç olarak, Tiyatroadam'ın bu ilk oyunu her yönden keyifli ve kesinlikle izlenesi bir oyun. Umarım pek çok seyirci bu oyunu izler ve onların başarılarını destekler. İlkinden aldığımız lezzetle ikinci oyunlarını da heyecanla bekliyoruz. İyi Seyirler!
pe
İçerisinde delilik konusunun geçtiği pek çok oyun gibi bu oyun da delilik ve aklıselimin aslında kol kola gezen yoldaşlar olduğunu göstermekte. Fakat daha önce de değindiğim gibi farklı bir zihin düzeyinin karakterize edilmesi ve daha da önemlisi sahnede yansıtılması oldukça güç. Murat Karasu'nun rejisi ve oyuncu arkadaşlar tam bu noktada büyük bir övgüyü hak ediyorlar. Özellikle her bir karakterin
Yazan: Hristo Boytchev Çeviren: Nihal Geyran Koldaş Yöneten: Murat Karasu Sahne Tasarımı: Başak Özdoğan Pirim
Işık Tasarımı: Mete Ünver Oyuncular: Ali Kil, Deniz Özmen, Burak Dur, Aşkın Şenol, Ayça Aykut, Sarp Akkaya, Fatih Koyuncuoğlu, Ferit Kaya.
43
Thespis'in Delileri İki Kalas, Bir Heves
pe cy a
Yıl Sonu İzlenimleri
İstanbul Efendisi - İBBŞT
Yusuf Eradam
yusuferadam@tiyatrodergisi.com.tr
Yeni yıl girmeden önce, ikisi okuma tiyatrosu örneği olmak üzere toplam 14 oyun izledim. Sevda Şener Hocamızın 80. doğum günü kutlaması sempozyumuna "Tiyatroda Tek Etki" üzerine bir yazımla katıldım. Değerli Hocamıza nice sağlıklı yıllar diler, saygıyla ellerinden öperim. Ölümsüz emeğinin değerini biliriz, bilinecektir. Aziz Nesin Ustanın da 93. doğum yılını kutladık, Darüşşafakalılar olarak. İmrenerek izinden yürüdüğümüz Metin And Hocamıza cismen güle güle deyip toprağa verdik. Eserleri ile hep aramızda olacak. Günay Akarsu ve Aziz Çalışlar'ı minnetle andık. Eleme kedere saltık gerçeklik gibi sarıldığım zamanlarda ilaç niyetine tutunduğum Mahşer-i Cümbüş grubunu da iki kez daha izledim bu dönem içinde. "Tiyatro Sporu" ve "Beyin Fırtınası" başlıklı iki ayrı gösteri düzeni içinde Perş ve cuma günleri Hayalhane adını verdikleri sıcak mekânlarında, Ctesi günleri de biraz daha farklı bir formatta televizyonda bizleri güldürmeyi, eğlendirmeyi sürdürüyorlar. Kendileri de eğleniyorlar üstelik.
44
Bazen birbirlerini de şaşırtabiliyorlar. Sadece eğlendirmek değil de bazı güncel sorunlara da dikkatimizi çekiyorlar kuşkusuz. Oyunculuk zekâ işidir. O zekâyı, kendi içinde alıştırmalı ve belli kalıpları yineleyerek de olsa, her gösterimde farklı yönlendirmelerle sürprize açık oynayabilmek cahilin değil, zekânın cesareti. Bu yüzden de Mahşer-i Cümbüş'ün örnekleri, benzerleri çoğalıyor. Çoğalsın da. Bol bütçeli vasat yapıtların kutu sahnelerden üstümüze lütuf gibi atıldığı günümüzde, doğaçlamanın değeri daha da artıyor. Eleştirmen dostlarımı Mahşer-i Cümbüş'ü ve sevinçle izliyorum ki giderek çoğalan benzerlerini de izlemeye ve ciddiye almaya davet ediyorum. İzleyicinin katılımı ile tiyatroyu, oyunculuğu sevdiren, izleyicileri de kaynaştıran ciddi tiyatro örneği olarak izleyip değerlendirmelerini isterim çünkü "yabanın zenginine methiyeler yazmak" değil işimiz. Doğaçlama tiyatronun da ne denli büyük hazırlıklar gerektirdiğini grup üyeleri ve bu grubu bize yetiştirip hediye eden Ankara Üniversitesi, DTCF Tiyatro Bölümü'ndeki hocaları anlatsınlar. Onları 2001 yılında yola çıktıkları zaman Ankara, Tenedos
Kafe'deki ilk gösterilerinden beri izlerim. Coşkum ve kahkaham hiç eksilmiyor. İstanbul'a 2003 yılında taşındılar, TV yıldızları oldular. Taşındıktan sonra 350'nin üzerinde gösteri yapmışlar, 12. Uluslararası Tiyatro Festivali'nde de yurdumuzu temsil etmişler. TV formatı başka. Hayalhane'de ise bambaşkalar. Son gösterilerinde gördüm ki izleyici yaş yelpazesi 5-99 arasında değişiyor. 5 yaşındaki bir çocuğun beyin fırtınasına katılıp kendini tutmadan kahkaha nasıl atılırmış diye büyüklere öğretmesi de gösterinin yan ödülüydü. "İki kalas, bir heves" diye de özetlenen tiyatro sanatı ile uğraşmak isteyenlere Hayalhane şimdi okul da olmuş; ekip, dersler verip gençleri yetiştiriyor da. Ciddiye alına. Doğaçlama alanında da bir ödül konula ki böylesine güçlü etkileşim ile herkesi kaynaştıran bir tiyatro örneğinin yolu tıkanmaya.
Eleştirmen dostlarımı Mahşer-i Cümbüş'ü ve sevinçle izliyorum ki giderek çoğalan benzerlerini de izlemeye ve ciddiye almaya davet ediyorum. İzleyicinin katılımı ile yatroyu, oyunculuğu sevdiren, izleyicileri de kaynaştıran ciddi tiyatro örneği olarak izleyip değerlendirmelerini isterim çünkü "yabanın zenginine methiyeler yazmak" değil işimiz.
cy
a
Uzun süre bekleyip de şimdi üzerine yazmak ihtiyacını hissettiğim oyunlar, izlemeye fırsatım olan on dört oyundan kalburüstü yapımlar diye nitelendirdiklerim olacak. Niyetim, bu oyunları son zamanlardaki takıntım "tiyatroda tek etki" meselem ile ilintileyerek incelemektir.
başarılı bir yapımdı. Körmükçü'nün farklı ama tek tip karakterleri canlandırışı, arkası dönükken bile her sözcüğünün duyulması sayesinde etkili olabiliyordu. Epik tiyatrodaki yabancılaştırmayı, yer yer izleyiciye doğru konuşmak gibi, oyunun başka unsurları yerine getirirken, Körmükçü ise, canlandırdığı karakter ile alay edilmesine hiç meydan vermeden, o karakterin ta kendisiymiş gibi oynamayı sürdürdü. Bu seçim oyunun biçemine öylesine oturuyordu ki iktidarın kendisini tükettiğinin, atık haline getirdiğinin farkına varmayan bu köle karakterin komiklik (dokunaklılık) etkisini kat kat artırıyordu; bu neler olup bittiğinin farkında değilmiş gibi sahici oyunculuk yerinde bir seçimdi. Diğer oyuncular da oynadıkları karakterlerin kişiliğine ihanet etmeden kalburüstü bir oyunculuk sergilediler. Temponun düştüğü yerler dışında toplu oyunculukta çok başarılı oldukları bir yapıttı. Bulgar yazar Stanislav Stratiev'in yazdığı ve duru bir Özdemir İnce Türkçesi ve sahneye Arzu Işıtman'ın dramaturjisi ile taşınan Deri Ceket'i yöneten Arif Akkaya'yı kutlamak gerek. Bu oyun, umarım yeni yılda da izleyici karşısına sıklıkla çıkar. Sahne tasarımı (Gamze Kuş) da yerindeydi. Karakterler kadar işlevsel dört temel kapı ve geri plandaki asansör bölmesi oyunun temasına uygun hücreleri simgelerken, arayış içindeki karakterleri bir hücreden başka bir hücreye taşıyor, onları uzun bir yoldaymış aldatmacası içinde bunaltıyor, umut arayışları içinde lâbirente dönüşen uzam, başarılı ışık tasarımı ile birlikte (F. Kemal Yiğitcan) yılın en iyi yapımlarından biri de olmaya adaylığı bence hak ediyor. Metinde yer alan "koyun olmak istemiyorum!" gibi izleyenin kör gözüne parmak ifadelerin izleyiciyi dolduruşa getirdiği için alkışa mazhar olmasına karşın beni rahatsız ettiğini söylemeliyim. Metinde bir değişiklik yapılabilir miydi, bilemiyorum ama bu Yiğit Sertdemir'in oyunculuğunu zedelememişti. Absürde yakın bir oyunculuk ve ileti tamamen metaforlara ve simgelere
pe
İlkin Deri Ceket'i incelemek isterim. Deri Ceket, Hikmet Körmükçü'nün yılın en iyi kadın oyuncusu ödüllerine mutlaka aday gösterileceğine inandığım doğal ve inandırıcı oyunculuğu başta olmak üzere
Ehrensache (Namus Meselesi) - Peripheri 1
45
dayandığı için, hatta alegorik yorumlara da müsait güldürü biraz da Aziz Nesin'in "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" tadında bir yapıt gibi geçti bize. Deri Ceket, cep telefonudur, arabadır, mülktür... Varoluşumuza değer ve anlam bulamazken nelere teslim olduğumuzu gösterendir. Bürokrasi kıskacında var olmaya çalışan küçük insanların trajikomik hallerinin yansıtıldığı oyunda, dilbilimcinin ve tıpkı Steinbeck'in Gazap Üzümlerinde giderek çözülen aile gibi sisteme yenik düşüp teslim olan yol arkadaşlarının, kısacası hepimizin halini yansıtan bir oyundu. Bu yüzden de, bugünün Türkiyesine uygun, rahatsız ederken eğlendiren ve düşündüren bir temsildi. Kendi hallerimize güldük, düşündük. Çeviride, kimi karakterler yerel ağızla konuşsa daha mı iyi olurdu ki diye düşünmedim değil. Yönetmen ya da dramaturg arkadaşlarımın bunu düşünmüş olduğundan kuşkum yok, belki yetkin bir çevirmenin kalemi ile oynamak istememişlerdir. Memurun Dilbilimci'ye "Şapkaları geri verin kardeşim, niye kaldırdınız şapkaları!" diyerek çıkışması kimin fikriydi, bilmiyorum ama buna benzer güncellemeler oyunu benzer başka ayrıntılarla birlikte Türkiye oyunu yapıvermişti. Finalde, ceketin ortadan ikiye bölünmesi Hz. Süleyman'ın adaletini anıştırdıysa da yere çalınmasını da yadırgadım. Yine de, daha tempolu, daha hızlı oynanması koşulu ile ayakta alkışlanacak bir başyapıttı, emeği geçen herkesi yürekten kutlarım.
pe cy
a
İzlediğim yapıtlar arasında Leonce ile Lena da yılın en tutarlı yapıtlarmdandı ve umarım yeni yılda da izleyicinin karşısına çıkar. Yiğit Sertdemir'in yönetimindeki bu yapıt da duru ve olmuş dediğim bir yapıttı. Kerem Yılmazer adına yaraşır ve yılın en iyi yapımlarındandı bana göre ve bu başarısını öncelikle oyunun bugünün Türkiyesine zamanlamasının doğruluğudur ve bu karakomedinin karakterleri için doğru oyuncuların seçilmiş olmasıdır. Soytarı Valerio karakterini oynayan Mert Budak'ın yılın en iyi erkek oyuncusu ödüllerine aday olacağı kuşkusuz. Öyle de olmalı. Diğer oyuncuların da ondan geri kalır yanı yok. Oyunda bütünselliği bozacak, tek etkiye zarar verecek bir kusur göremedim. Sadece siyah zeminin bütün renkleri ve ışığı yuttuğu ve gözleri yorduğunu fark ettim. Georg Büchner'in bu oyununda sahne tasarımı da (Gamze Kuş) yönetmenin niyeti doğrultusunda atmosferi yakalamaya yönelik ve tasarruflu, gösterişten uzaktı. Özellikle karakterlerden birinin yüzünün "anasını alıp gidesice" bir devlet "büyüğümüzü" anıştırması da, körün gözüne parmak sokmadan verilmiş iletilerden biriydi. Geri planda o yüzün çoğalması ve kahvehanelerdeki "langırt" oyunu gibi başlarının öne düşüş ve kalkışı ile tek tip ve suphanallah boncuğu gibi yan yana dizilişleri ile iktidarı destekleyen kişiliksiz meclis üyelerim gösterişi de eleştirinin uslu uslu değil ama usulca yapıldığını söyledi bana. Bu tavrı çok seviyorum, çünkü iletiyi izleyenin zekâsına hakaret etmeden geçirebiliyor. İktidarın varlığının her an her yerde oluşuna usulca dikkatimizi çekiyordu oyunun bu yorumu. Bu tasarım içinde Prens Leonce'un bonus saçlı oluşunu yadırgayanlardanım. Ama "Vadaa!" mı deseydi. Hayır, tabii ki! Valerio'nun giderek benzediği bu iktidar temsilcileri o kadar itici ve sahteydiler ve yaratıklaştırılmışlardı ki soytarının onlardan biri olmasına fazlaca üzülmedik; oyunun
sonunda da eski grubundan dayak yiyişine de oh çektik. Sistem, Valerio gibilerini çoğaltıyor ki düzen sürsün. Dayak bu anlamda cennetten çıkmadır, evet. O dayağı yememek için Valerio gibi olmamak gerek. Bu ileti izleyene usulca geçti. Monarşi ile uğraşıyormuş gibi yapan bu oyun, 19. yüzyıldan bugüne değişen bir şey olmadığını, hatta İslami burjuvazi yaratılmasının iyi olduğu bile savunulan günümüz Türkiyesi için en uygun yapıtlardan biri olarak mutlaka izlenmesi gerekir. Mecliste herkes başkanın yüzüdür, herkes diye bir irade yoktur. Meclis o yüzdür, onun erki prensin ya da mutlak iradenin yüzüdür. Bu iradeye teslim olmayı reddetmekle ona uyum sağladığı anda yok olmayı göze alan Valerio karakterini böylesi yalınlıkta izlemek, yüzüme vurulmuş bir tokat gibiydi. "Uy ya da öl!" Bilgesu Erenus'un Arkabahçe başlıklı oyununun uyarıcı sloganıdır ama bu oyunda da aynı uyarı izleyiciye geçiyordu. Siyah zeminin gözü yorması ve bütün renkleri yutması dışında ekibi uyaracak bir mesele bulamıyorum. Prenses Lena rolüyle E. Özge Özder'in de en iyi (yardımcı) kadın oyuncu ödüllerine aday olacağından kuşku duymadığım bu yapıtta ekibin tamamını yürekten kutluyorum. Maske ve kukla tasarımları için Gamze Kuş ve Nihal Kaplangı'yı da kutlamak gerek. Yiğit Sertdemir'in işlerini bundan sonra da izlemeliyim.
46
Gelelim İstanbul Efendisi'ne. Kuşkusuz, 2008'in en tartışmalı yapıtlarından biri olacak. Tiyatro ödüllerinde "toplu oyunculuk" diye bir ödül de olmalı. Müzikten dansa her açıdan görkemli bir yapıt Engin Alkan'ın rejisi ile izlediğimiz Musahipzade Celal'in bu oyunu. Episodik yapısı, gazino havasına finale doğru izleyenleri kaptırması ile hemen tepki toplayabilecek bir yapım, ama bir o kadar da coşku ile karşılanabilecek bir yapıt. Engin Alkan, deneyimli bir oyuncu ve yönetmen, ne yaptığını biliyor olması gerek. "N'oluyor burada yahu!" diye dellenip çıkmak kolaydı; "eskilerin
cümbüş dedikleri gibi bir şey olmuş," diyenlere hak verip geçiştirmek de olasıydı. Öyle yapamadım. Bu oyunda da gerek oyunun matematiği, gerekse kostüm tasarımı "kokuşmuş, çürümüş, zombileşmiş" bir Osmanlı geçmişi sergilenmesi için yerinde bir gösterge seçimi olabilir, siyasi duruş yerinize göre fikriniz, tepkiniz değişebilir. Fakat çok eğlenceli bir yapıttı ve bir süre sonra yüzeydeki bu göndermeyi görmez olduk. Eski ile şimdi aynılaşıverdi. Tiyatro oyunu gibi başlayan gösteri (karakterlerin izleyenlerin arasından sahneye çıkışları ile uzamı/sahneyi tüm salon yaparak) izleyenin de el şaplatıp eşlik ettiği bir cümbüşe dönüşüverdi. Sahne tasarımı da (Barış Dinçel) kısmen hareketli, kısmen sabitti ve köhne
Mecliste herkes başkanın yüzüdür, herkes diye bir irade yoktur. Meclis o yüzdür, onun erki prensin ya da mutlak iradenin yüzüdür. Bu iradeye teslim olmayı reddetmekle ona uyum sağladığı anda yok olmayı göze alan Valerio karakterini böylesi yalınlıkta izlemek, yüzüme vurulmuş bir tokat gibiydi. "Uy ya da öl!"
pe
cy
a
bir geçmişe göndermelerle doluydu ve yönetmenin niyetine hizmet ediyordu belli ki. Tarzını oluşturmuş Barış Dinçel'in kendine özgü ve sahnede durağan sanat yapıtı üretme eğilimli sahne tasarımlan arasında şimdiye değin gördüğüm en iyi çalışmasıydı bu. Oyuna sessizce ve kimi zaman da az da olsa katılımı yüzündendir bu belki de ya da ayrıntılarda oyunun atmosferine, ruhuna uygun geçmişi iyi yakalamış olmasındandır. Devinimli ve bir karaktermiş gibi oyuna katılan sahne tasarımını sevdiğim bilinir. Bütün bu veriler bir araya geldiğinde oyun tek etkisinde sadece tempo aksamalarında fire veriyordu. Gerisi kiraz bahçesiydi. Anlamayan, anlamaya eğilimli olmayan eleştirmen, yönetmene kulak vereydi keşke: Alkan şöyle diyor oyunun broşüründe: "Taklidin çoğaldığı, kalp olanın sıvazlandığı, röprodüksiyonun aslıyla eşdeğer bulunduğu kafa karışıklığımıza, güle oynaya bir cevap niteliği taşısın istedik... Dünden bugünü kutsadık." Sunum, bu niyetle tutarlıydı o zaman. Bence başarmışlar da.
Hele hele izleyen gazinodaki gibi eğlenmeye başladıysa, "Allah!" çekerek, tuzağa düştüğünü bilmedikleri için, sanatçılara "başardık" da dedirtmişlerdir. Episodik yapısından kaynaklı, sahneden sahneye geçişlerde tempoda, hızda düşüşler olmasa, dört dörtlük bir yapım. Hele hele Senem Oluz'un koreografisi Tiyatro Ödülleri'ne yeni ilave edilen "Koreografı" kategorisinde ödüle hemen aday olacaktır. Belki Türkiyemiz gibi, ayrı ayrı kotarılmış parçalar, bütünü oluştururken geçişlerin daha hızlı, daha tempolu olması gerekirdi. O düşüşlerde düşündük, parçalar yan yana güzel duruyor ama iyi kenetlenmemiş gibi galiba diye. (Belki bu da kasıtlıydı, bilemiyorum. Bu kadarı da öküzün altında buzağı aramaktır.) Sadabad Sahnesi'ne de yakışacak denli kalabalık bir kadronun hiç kuşkusuz ayakta alkışlanacak emekleri galadan sonraki sunumlarda belki daha iyi olmuştur, bilemiyorum. "Cümbüş, şamata, bir hırgürdür gitti," diyenlerin de sunulan metni kendi içinde değerlendirmelerini salık veririm. Cümbüşse, cümbüşlü oyunları sevin ya da sevmeyin, o tarz içindeki örnekler içinde değerlendirmeyi deneyin. Eleştirmenlik yetkisi ışık saçmaya ehliyet kazandığımız anlamına gelmez. (İç kaynanam diyor ki: "Sen ne yaptın şimdi burada peki?") Oyundan parodi tadı alarak çıktım. Bazı sahneler aklımdan gitmeyecek: Kusursuz icraları ile kulaklarımızı dolduran, yeri geldiğinde oyunculuk da döktüren orkestra üyelerinin falakadan geçirilişi; çeyiz sandığı içine, bulvar komedilerini anıştıran giriş çıkışlar ile iletilen âşıkların çıkmazlar içinde çözüm arayışları; ezik ve kambur kızın finaldeki görkemli sesi ile söylediği şarkıda grotesk yapıtlardaki gibi çirkinin gerisindeki gizli güzelliği (Quasimado gibi) sergileyişi; müslüman olmayan ya da "muhacir" esnafın 'çokkültürlü İstanbul'u oluşturduklarının ve bu bütünün vazgeçilmez parçaları olduklarının altını çizen şarkılarının icra edildiği sahneler. Doğru seçimdi, tavır ve duruş usulca söylendi. Sevdim de sevdim. Engin Alkan ve kotarılması böylesine meşakkatli işleri sergileyen bütün yönetmenler, arkalarından gelecek gençler için bilgi ve birikimlerini reji defterleri dışında, makale ya da anı-deneme tarzında kitaplar da yazarak aktarsalar keşke. Garajistanbul, yenilikçi ve aykırı çalışmalarına bu kez de Namus Oyunları ile devam etti. İzleyebildiğim Alman grup Peripheri 1 'in sunduğu Ehrensache (Namus Meselesi) yalındı, değerli bir metindi ve özellikle erkek oyuncuların öne çıkan oyunculukları ile etkileyiciydi. Öğretilmiş eril bilincin, onu yadsıyan dişil bilinci bilmem kaç yerinden bıçaklamasının ne denli haklı olduğuna kafa yorduk durduk. Halimiz içler acısı ve bu gerçeğin sadece ve sadece doğu ya da güneydoğu yörelerimize mi özgü olduğu konusunda uzun uzun düşünmeye itti beni. Popüler medya içinde de ses getirmeyi başaran Sürmanşet ise izlenesi bir oyun. Ama hiçbir iz bırakacağını sanmıyorum. İki kadının öpüşmesi de yetmeyecek çünkü eşcinseller arasında da takdir toplayacak bir sahne değil o çünkü kadınlardan biri lezbiyenmiş gibi yapıyor. Öpüşme, bu bağlamda
47
iki eşcinselin öpüşmesi değil. Sansasyon yaratmak amaçlı bir girişim. Homofobik izleyicinin ya da eşcinsel kimliğini bastırmışların oyuna koşmalarını sağlayacak bir uyanıklık olarak gördüm bu girişimi. Aynı tutumu, ortada ya da ne köz yansın ne kebap tutumlu bir eşcinsel göndermeli metni Histanbul'da da görmek mümkün. Bir başka deyişle, sonunda atı alan Üsküdar'ı geçsin diye bir komplo söz konusu ve nitekim siyasinin oğlu yükünü tutup Brezilya'da hortumladığı parayı yemeye gidebiliyor, Erkan Can'ın duru oyunculuğu ile oynadığı polis karakteri sayesinde. BKM balkonundan replikleri güçlükle duymama karşın Ceyda Düvenci'nin oyunculuğunu hepsinden çok sevdim. Ama düzene ya da sisteme eleştiri yapılıyormuş gibilik kötüydü. Popüler oyuncuların kitleleri çekebildiği bir oyundan daha sağlam, daha kalıcı bir oyun beklemek de bizim müsrif beklentimiz olarak kalsın. Yıkacağınız kal'alar yoksa adınızı yazacağınız kal'alar hiç olmayacaktır. Uslu uslu eleştirmeye eğilimliyseniz, adınız eşiğe sıkışır kalır.
Histanbul/garajistanbul-Foto:Fethi İzan
isterken kargo ile "ödemeli" görsel gönderiyorlarsa, o kargoyu iade edelim. İşlerini izlemek için ayırdığımız birkaç saate ilaveten, o işin üzerine patlattığımız hücrelerimizden çıkacak yorumları yazmak için ayıracağımız en az bir saatin dört lira kıymeti yoksa kargoyu geri gönderin gitsin. Hiç kimse gözünün üstünde kaşın var denmesinden hoşlanmıyor. Demem o zaman, zaten millet biliyor kaşının nerede olduğunu. Biz böyle öğrendik eleştiri derslerinde.
cy
a
Tiyatro alanında birçok başarılı çalışmaya imza atmayı sürdüren Sibel Arslan Yeşilay, birkaç aydır Goethe Enstitüsü ile işbirliği içinde Alman yazarları yurdumuza getiriyor ve gençlerle tanışmalarını, deneyimlerini aktarmalarını sağlıyor. İzleyebildiğim iki yazardan David Gieselmann'ın söyleşisi de okunan oyunu Bay Kolpert da izleyenlerde önemli izler bıraktı. Başta TV dizilerinden gelen popülerliğini ve kaliteden ödün vermeyen oyunculuğunu tevazu ve içtenlikle tiyatroya geri getiren Şenay Gürler olmak üzere, oyuncu-okuyucular okuma tiyatrosu hakkında da birçok fikir verdiler izleyenlere. İkinci yazar Kristof Magnusson'un Erkek Parkı ise zekice kotarılmış metnin söze dayalı olması dışında kadınerkek çatışması gibi ikili karşıtlıklar üzerine kuruluydu ve finalinde kadınlardan kaçarken yine kadınlardan başka bir şey neredeyse hiçbir şey konuşmayan kocaların birbirlerinin eşleri ile yatmış olmaları ile oyun kendisini ansızın sıfırlayıverdi. Bütün meselemiz bu olsa keşke dedik.
pe
Yenilik peşinde koşan arkadaşlarıma da seslenmek ihtiyacındayım. Biz yapamıyoruz diye, dışardan getirilen sanatçıların vasat ya da çok aykırıymış gibi görünen işlerine körü körüne hayranlık niyedir, anlayabilmiş değilim. Sadece kültürel alış-veriş içinse, alışlarda Türkiye adına, tiyatroda yenilik adına ne vermektedir gelen yapıt, bu sorunun yanıtı iyi verile. Çünkü çevirisinden okumasına, sahnesinden, görseline hepsi emektir ve kalıcı olmalıdır. Emeğiniz, çabalarınız, unutulup gidecek işlere imza atacak kadar değersiz midir? Amacımız "İstanbul, İstanbul olalı böyle zulüm görmedi" mi dedirtmektir kültür başkenti pastasına saldırırken?
Farkındayım, on dört oyun etmedi. Eleştiri derslerimizde öğrendiğimiz kuralların başında şunlar geliyordu: "Bu oyun örnektir, iyi ve başarılı bir yapıttır," diyeceksek hakkında mutlaka yazalım, gelecek kuşaklara aktarımı açısından. "Tartışılası bir yapıttır, önemli olabilir, hatta çığır açabilir," diyeceksek hakkında yine mutlaka yazalım. O tartışmalardan bir şeyler öğreniriz de belki biz tiyatro incelemecilerine haremağası muamelesi yapılmaz diye. Eden ile izleyip ahkâm kesenlerin dayanışması, karşılıklı bir öğrenim sürecine katılabilmeleri için gerekli bu. Yapmak, eleştirmekten zordur çünkü. "Daha iyi olabilirdi," diyebileceğimiz bir şeyler varsa da bilgimiz birikimimiz ölçüsünde ışık saçmadan yine yazalım. Bu da yapıcı ve hasetten uzak bir yaklaşımdır. Çamur atmak için yazmayalım. Egomuzu öne çıkararak, hele hele eleştirmen olduk diye vazgeçilmez olduğumuzu sanarak eleştirmeyelim. Eleştiriye kapalı olduğundan emin olduğumuz ve kendi dükkânında ya da kozasında başardığına inananlara, hatta ilahlaştıklarına inananlara da hiç ilişmeyelim. Tiyatroyu değil de kendi adını büyütmek için dükkân açanlar (Şenay Gürler gibi sanatçıları örnek alacak yerde), işlerine dikkatimizi çekmek
48
Çevirilerde, "ta ki.. oluncaya kadar" dil hatası hâlâ yaygın hata olarak yerini koruyor. "Fazla espri yapamıyorum," (Histanbul) benzeri söz dizimi (sentaks) hataları sürüyor. Ömer Asım Aksoy'un Dil Hataları adlı kitabı ise başucumuzda dururken üstelik. Tiyatro yapıtlarını izleyen, yarım yamalak eleştiren, incelediğini sanan biri olmaktan sıkıldığım günlerde yazıyorum bu yazımı. Saf değiştirsem de yapanlar, edenler arasına geçip boyumun ölçüsünü orada alsam mı ki diye uğunduğum günlerde yazıyorum. İki kalas, bir heves. Hep olası bir illettir ve hep olsun bu illet. Tiyatro yaşasın! Bütün okurlarıma, sanatçı dostlara mutlu, verimli ve bol izleyicili bir yıl dilerim.
İzleyici Gözüyle Megalopolis'te "Histanbul" Nur Nacar-Logie nurlogie@hotmail.com
Memleketin ahval ve şeraiti bildiğiniz üzereyken ve ben kendimi, siz kendinizi, onlar kendilerini bir başka yalnız ve uzak hissederken ortak coğrafyamızın yaşam sahnesinde, hep birlikte yüzümüzü sanata döndüğümüzde ne de güzel binbir ışıkla aydınlanıyor içimizdeki sahne! "Histanbul", melankolik, tutkulu ve imkânsız bir aşkın yaşatabileceği olası tüm hisleri özgün anlatım ve sahneleme biçimi, dekoru ve oyuncularıyla bir bütün olarak sunuyor izleyiciye.
Ve "Kadın"-şehir metaforu ne de güzel yakışıyor bir kez daha İstanbul'a! Dünyanın tüm diğer güzel şehirleri gibi İstanbul da bir kadın. Ama başka bir büyüsü var, bir başka güzel: Hassas ama bir o kadar da güçlü, zarif ama hırpalanmış. "Histanbul", şehre duyulan aşk kadar, şehrin ruhunu ve bedenini harikulade bir betimleme ile dile getiriyor; hafızasını, yüreğini, cömertliğini, hoşgörüsünü ve sabrını. O herkese kucak açmışken, kucak açılanların birbirlerine tahammülsüzlüklerini, bencilliklerini, hoyratlıklarını, kayıtsızlıklarını ve hatta kabalıklarını, çaresiz, umutsuz aşkıyla yalnız ve şaşkın Ali Bora'yı, Aliboraları. Ali Bora yalnız çünkü anlamıyor aşkını hiç kimse, şaşkın
Histanbul'un sahne tasarımının en önemli özelliği, dünyanın tüm güzel şehirleri gibi 7 tepeli bu güzel şehrin 77 milletinin tarihe bile sığmayan bu çeşitliliğini, Kemal Gökhan Gürses'in kaleminden olağanüstü çizgilerle 7 ayrı sahnede özetleyebilme başarısı. 7 ayrı sahnenin oluşumundaki diğer çok önemli etmen ise baştan sona bir armoni metaforu olan müziğin kullanımı. Son sahneye kadar müzik şehrin dili iken son sahnede aşığının dili oluveriyor. Aynı çeşitlilik armonisi özellikle son sahnede müziğe de yansıyor. Yazan, sahneleyeni, oyuncuları bu üstün performansları için ve şahane rap finali ve dans performansı için de Mehmet Ali Alabora'yı ayrıca kutluyorum.
pe
cy
a
"Kadın"-şehir metaforu ne de güzel yakışıyor bir kez daha İstanbul'a! Dünyanın tüm diğer güzel şehirleri gibi İstanbul da bir kadın. Ama başka bir büyüsü var, bir başka güzel: Hassas ama bir o kadar da güçlü, zarif ama hırpalanmış.
çünkü anlam veremiyor sevdiğinin maruz kaldığı onca şeye, şaşkın çünkü sevdiğini de tanıyamaz olmuş: "Hangi İstanbul olursan ol, gel..." diyor yine de. Selami'nin repliğine dikkat: "Ali, anam be orada kimse yok ki!.." Ali gerçekten de artık bir hayale mi âşık? Buna hepimizin yanıtı farklı olacak gibi... Ali aşkından vazgeçer mi? Bunun yanıtı için de sizleri oyunu izlemeye davet etmek yerinde olur sanırım. Çok şey biliyor ve önemli olanı anımsıyor Ali Bora; 2. Dünya Savaşı'nda 9 ay Nazi kampında kalan fransız Filozof Sartre'ın adını hatırlamasa da fikirlerini hatırlıyor (bu göndermenin göndermeleri için yazara özel bir teşekkür), daha pek çok şeyi anımsıyor ama önemlisi şehrinin ya da aşkının geçmişini hatırlıyor nostalji ve hüzünle olsa da. Bu arada yaşasın Aliboralar!
Fotoğraflar:
Fethi İzan
49
Söyleşi Mitos-Boyut Yayınları 3. Oyun Yazma Yarışması'nda Ödül Alan
Gürol Tonbul
pe
guroltonbul@tiyatrodergisi.com.tr
cy
a
İstibdat Kumpanyası' yazarıyla...
Abdülhamit döneminde her şey yasaktı. Gazetelerin sayfaları neredeyse bembeyaz çıkardı sansürden dolayı. Hele hele tiyatro yapmak akıllara zarardı. Haldun Taner 'in "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım " adlı ünlü oyunu ne güzel anlatır o dönemin yasaklarını: "Abdülhamit devrinde sıkıysa tut da burun de hürriyet de ya da yıldız ya zindan ya fızandaydınız. " Ve bu makûs talih, her darbe döneminde ve 12 Eylül yasaklarında da aynıydı, bugün de izdüşümünü görüyor insanın gözü... "İnsan belleği unutkanlıkla sakattır, " diyor ya ünlü deyiş, anımsatalım o dönem yasaklarını da bir bir: Darbe ve devrim yasak, evren, doğa yasak, mavi, kırmızı hele kırmızı tümden yasak... Şimdi durup dururken nereden aklına geldi bu sözler, demeyin. Darbe ve darbe beklentisi, sansür, yasaklanan sözcükler hiç eksik olmadı ki yaşantımızdan. O nedenledir ki, yazarlar için bereketli topraklardır bu sözcükler. Yasak sözcükleri serpiştirsek yazın dünyasının ortasına, her birinden bir oyun doğar. İşte İzmirli genç bir yazar Uğur Saatçi de bu sözcüklerin üstüne kurduğu İstibdat Kumpanyası oyunuyla MitosBoyut Yayınları 2008 yılı 3. Oyun
50
Yazma Yarışması 'nda ödül aldı. Yarışmaya gönderilen 122 oyun arasından, Yarışma Şartnamesi 'ne göre seçilen en iyi 3 oyunun içinde yer alan İstibdat Kumpanyası için Uğur Saatçi ve fikir yoldaşı Adnan Yıldırım ile bir araya geldik. Sansürü, darbeyi, demokrasiyi, devlet tiyatro ikilemini ve ödül nedir, neye yarar üstüne konuştuk. Konuştukça anladım ki, söyleşiyi yaptığımız ortam dahil, çevremizi saran koşullar aynen devam etmekte. Yok canım, bana öyle geldi herhalde!.. Neyse... Açalım perdeyi de dökülsün sözcükler ak kağıt üstüne... Önce kutluyorum sizleri. Arkadaşlığınız kadar, fikir paylaşımlarınız, bir ödülün coşkusunu paylaşabildiğiniz için. Uğur ve Adnan, bu ödül nasıl bir şey? Uğur Saatçi- Ödül bir grubun, yani jürinin takdiridir. Ortak bir karar olduğu için önemli. Ödül benim için bir motivasyon kaynağı elbette. Ödül almadan motive olamam anlamına mı geliyor bu? US- Ödül almadan önce motivasyonunuzu sağlayan şey, akademik eğitim aldığım için, elbette dersten
başka bir şey değil. Bir oyunun ikinci perdesi salı günü yapılan derse gelmezse, derste kırılacak puanlan düşününce, bu inanılmaz bir motivasyon oluyor. Oturulur ve ikinci perde yazılır durumu, trajik yazgınızdır. Not baskısı insanı yaratıcı yapabiliyor mu yani? US- Elbette öyle değil ama yazmak zorundasınız, iyi ya da kötü. Yazmak eyleminin içindesiniz böylece. Bu açıdan bakınca, ödül yararlı bir şey. Cesaret verici bir eylemin içinde olmak, ödül almak için katılıyorsunuz yarışmalara... Yazdıklarını paylaşmak isteği oluyor insanda. Bu kaçınılmaz bir dürtü. Bu dürtüyü duyan herkes yapıt göndermeli mi peki? US- Gönderebilir ama yazarlığını kanıtlamış biri neden göndersin ki yapıtını? Bunu algılamam,
İstibdat Kumpanyası için Uğur Saatçi ve fikir yoldaşı Adnan Yıldırım ile bir araya geldik. Sansürü, darbeyi, demokrasiyi, devlet tiyatro ikilemini ve ödül nedir, neye yarar üstüne konuştuk. Konuştukça anladım ki, söyleşiyi yaptığımız ortam dahil, çevremizi saran koşullar aynen devam etmekte. Yok canım, bana öyle geldi herhalde!.. anlamam çok zor. Daha çok gençlerin adını duyurduğu bir alan olmalı yarışmalar...
İstibdat Kumpanyası oyununa geçmeden Adnan'a yönelteyim aynı soru ve sorunu. AY- Benim iki ödülüm var. 2007 yılında Suat Taşer adına yapılan Kısa Oyun Yarışması'nda "Küçük İntikam Sahnesi" oyunuyla mansiyon ödülünü aldım. İkinci olarak, Uğur Saatçi ile birlikte yazdığımız "Demokrasi Çıkmazı" oyunuyla ödül aldık ve oyun sahnelendi. "Demokrasi Çıkmazı" ilginç bir oyun. Uğur ile yaptığımız geleneksel sohbetlerden birinde, dünyada 10 tane Türk kalsa ne olurdu sorusu takıldı aklımıza. (Üçüncü Dünya Savaşı sonrası. Dünyada kalan son 50 kişi. Bunların 10'u Türk. Türkler'in önderliğinde bir devlet kurulmaya çalışılıyor ama her şey birbirine giriyor. Sanki bugünün izdüşümünü yaşıyor. Halkın değerleri, Avrupa ile ilişkiler, halkın kendisine nasıl davrandığı ile göndermeler yapan bir oyun, Demokrasi Çıkmazı.) Sizin, ikide bir demokrasi ve darbe sözcükleri mi takılıyor aklınıza? Başka işiniz yok mu? (Pastanedeki yan masa kesinlikle taktı kafayı bize. İstibdat diyoruz, demokrasi diyoruz, sansür diyoruz ya, dik dik bakıyor büyük birader bize. Yan masa demokrasi masası da, biz oyun yazanlar, oyunbozanlar dönen tekere çomak sokuyormuşuz gibi hissediyorum kendimi. Arada bir "La havle!" sesi duyuluyor, tespih şıkırtıları arasından.)
a
Zorunlu kalem oynatmak yararlı oluyor herhalde? US- Yazarlık derslerinin oyunları son gece motivasyonudur. Bu oyunu yazıldığı yıl gönderdim Suat Taşer Kısa Oyun Yazma Yarışması'a, dereceye girmedi. Jüri her yıl değiştiği için yine gönderdim, kazanamadım. Üçüncü sınıfta da kazanamadım. Son yıl, "Ümidim yok ama hadi bir daha göndereyim," dedim, kazandım. Diğer üç jüri oyunuma kötü dememiştir elbette ama dördüncü jüri belki de kendine yakın buldu ve ödülü verdi. Kısacası, ödül ve değerlendirme böyle bir süreç benim için.
yazması kaldı diyebilirim... Belki, bunu sevmiştir, hissetmiştir Jüri. Alışılagelmemiş bir durumu parlak bulmuşlardır belki de...
pe
cy
Adnan devam ediyor hâlâ... AY- Yaşamda ilgilendiklerinizle, sorguladıklarınızla ilgili her şey... Yaşamda nerede duruyorsunuz, kendimize asıl sormamız gereken bu bence. İstibdat, demokrasi, darbe, sansür... Bunlarla sorunumuz var elbette...
Ödül neye göre veriliyor sorusu geliyor aklıma o zaman. Yaratıcı bir fikre mi, belli akademik kurallara uygunluğa mı veriliyor? Yapıtını nereye koyacağız peki? İstibdat Kumpanyası neye göre ödül aldı sence? US- Yapıtı okuyan insanların kültürel birikimi belirler her şeyi. Jüri neye göre ödül verir, bilemiyorum, düşünmedim de... Adnan Yıldırım- Ben yanıt verebilirim. Uğur'un bakış açısına göre, oyun hem parlak bir yaratıcılığa sahip hem de akademik kurallara uygun. O nedenle ödül aldı. Jüriler gerekçeli karan açıklamak istemiyor ya da çok az jüri açıklama yaparken gerekçelendiriyor. Belki de, kızılca kıyamet kopmasın diye, açıklama yapılmıyor. US- Yıllardır Adnan ile konuştuk bunu. Jüri, "neye göre ödül veriyor," diye sorguladık, sohbet ettik. Falanca hocanın dersinden nasıl geçeriz, neler yapabiliriz diye konuştuğumuz gibi. Çıkar yol bulamadık... Akademik anlamda, Aslıhan Ünlü hocamın ve sınıf arkadaşlarımın oyunun biçimlenmesinde payı çok büyük. Bana sadece oyunu
US- Yeterince elde edemediğimiz bir demokrasi anlayışı içinde yol almaya çalışıyoruz. Daha fazlasına gereksinim duyuyoruz; bunun için de çaba gösteriyoruz. Bazen boğuluyoruz demokrasi denizinde... AY- O zaman kaleme sarılıyoruz. Yapabildiğimiz iş bu çünkü. Bu noktada, ilk ödülde ne hissettim, doğrusunu söylemek gerekirse, bilmiyorum. Ama insanın çok hoşuna gittiğini söyleyebilirim. İlk ödülün, birey üzerinde etkili olduğunu ve yazma çabasını artırdığını söyleyebilirim. Bunun için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yazma gayretiniz, yazdığınız bir şey, bir jüri tarafından değerlendiriliyor ve size bir ödül veriliyor. Suat Taşer Kısa Oyun Yazma Yarışması'nın bir başka olumlu yanı, ödül aldığınız oyununun sahnelenmesi... İkinci ödülü Uğur ile birlikte aldığımda ise, asıl ödülün, yazma çabasını sürdürmek olduğunu düşündüm. Ve daha da önemlisi yazdığınız satırları sahnede görebilmek, duyabilmek... Ödülün, yapıt sahnelendiği zaman bir anlamı var belki de... Peki, ödül yazar için olmazsa olmaz bir anlam taşır mı sorusu geliyor aklıma... AY- Bilmiyorum ama bir örnek verebilirim. Benim
51
Uğur Saatçi
Adnan Yıldırım
(Adnan bam teline dokundu ki, sormayın gitsin. Bir anda tiyatro ödülleri sırasında, "Bundan sonra bütün ödüllerden çekiliyoruz, " açıklaması yapıp, sonra da ödül alan topluluk ya da oyuncular geliyor aklıma. Burjuva değerleri ağır mı basıyor ne? "Almayacaktım ama şu kişi adına olunca çok önemli oldu, o nedenle alıyoruz, " açıklamaları, yarışmayı bıraktım diyenlerin mazereti olabilir mi? Neyse, dayanamadım yine. Kirpi gibi oklarını çıkarmanın bir alemi var mı?)
cy a
bir oyunum vardı: "Aradığınız İlişkiye Şu Anda Ulaşılamıyorum". Yarışmalara gönderdim. O oyunum hiç ödül almadı ama en sevdiğim oyunum diyebilirim. Şimdi, "Bu oyunum ödül alamadı, acaba kötü bir oyun mu?" diye düşünmedim. Doğru jüriyi bulamadı, doğru kişilerin eline geçmedi belki de...
AY- Elbette ki, oyun ödül aldıktan sonra, oyunun sahnelenmesi söz konusu ise, sahnelemek isteyenin ya da o göreve talip olanın kimliği önemlidir benim için. Görece bir kavram bu elbette. Başarı sürekli yok ettiğine göre, sürekli üretmek zorunda bıraktığına göre, o yönetmenin bir önceki başarısı şu anı belirlemez tabii ama benim için önemlidir. O kişinin düşüncesine, yönetmen kimliğine güvenirsem, oyunum hakkında bir şey söylememeyi tercih ederim. Eğer düşünceler çakışmazsa, "benim oyunumu mahvetti," demektense, hiç başlamamak gerekir diye düşünüyorum. Onun için çalışmaların başından itibaren, daha provalara başlamadan görüşmeyi, tartışmayı yeğlerim. Ancak, şunu net olarak söyleyebilirim: Uğur da ben de karşımızdaki kişi yapıta ne katıyor, diye bakıyoruz.
pe
Ödülün katkısı ne o zaman senin gözünde? AY- Bunu biliyorum. (Gülüyor bıyık altı hınzırca...) Tiyatro çevresi adını duyuyor, belki de oyunun seyirci ile buluşmasını sağlıyor ödül. Mutlu oluyorsunuz elbette. Sahnelendiğinde, sizin kafanızdaki gibi sahneye taşınıyor mu, onu değerlendirme olanağınız oluyor. Devam eden eğitiminizin, geliştirmeye çalıştığınız tekniğinizin bir parçası oluyor bu ortam... Satırlar arasına serpiştirdiğiniz düşüncelerinizin, yönetmenin düşünceleriyle ne boyuta taşındığını ya da yok edildiğini görüyorsunuz. Düşüncelerin nerelere doğru yelken açtığını görmek önemli. Uğur'a sözü vereceğim ama ödülün olumlu yanına bakıyorsun hep. Peki, düşüncelerin hiç yoksa sahnede, hiç taşınmamışsa yapıtın içeriği... O zaman, "ödüllü oyunumu katletti," demekten başka bir şey gelmeyecek mi elinden ya da "Bu da bir görüş," avuntusuyla mı bakacaksın yapıtına? AY- "İstibdat Kumpanyası" oyunu örneğiyle açıklamaya çalışayım sorunu. Bu oyun başarılı oldu ve 3. Mitos-Boyut Oyun Yazma Yarışması'nda ilk üçe girdi, belki de birinci oldu. Yarışmanın kuralları öyle olduğu için; ilk üçün sıralaması yapılmadığı için, bilmiyoruz. Demek ki, Uğur'un da önemsediği, çok sevdiği bir oyun olduğu için yarışmaya gönderdi. Haa, bu arada, "ben bu yarışmadan ödül beklemiyordum," demek, çok ama çok saçma. O zaman neden girdiniz yarışmaya? Göndermeseydiniz ya da çekilseydiniz yarışmadan.
52
İyimser bir bakış açısı... Peki, yönetmen bazı sahneleri atıyor ve bazı yerleri değiştiriyorsa? Biliyorsunuz, böyle yönetmenler çok günümüzde. Ve onlar, "En iyi yazar ölü bir yazardır. Çünkü değiştirilen yerlere karışamazlar," savında... Uğur, "Ölmeyi tercih etmiyorum daha, " deyince, kahkahalar üst perdeden duyuluyor gene. Yan masa kalabalıklaşıyor git gide. Aile içi bir tartışma havası seziliyor. Öyle olmalı ki, bizim kahkahamız yine hoşnut etmiyor onları.
US- Yazdık, budur diye düşünmüyorum, düşünmüyoruz da... Biliyorum ki, hâlâ eksiklerim var. Bu eksikleri de ancak iyi bir yönetmen düzeltebilir. Bunun biri tarafından yapılması gerek. Bu kişi de daha iyi olandır. AY- Bu temelde, bizim söylemek istediğimiz bir söz, bir ileti varsa, onu değiştirmemeli. Ana tema yok edilmemeli elbette... O söz korunduğu sürece, oyun metninin çok açık, yaratıyı içinde barındıran bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Bir oyun metni değişime, yaratıya açıksa, kalitesini ortaya koyuyor demektir. Bana göre kalitesini ortaya koyan oyuna, İstibdat Kumpanyası'na dönelim öyleyse. Uğur'a göre yapıtı çekici kılan özellik ne?
Devletin tiyatroya büyük desteği olmalı. Ama bu nasıl olmalı ya da olmamalı? Diğer devlet dairelerinde olduğu gibi memurlar doluşmuş gibi olmamalı... Devletin de, onların sanatçı kimliklerine saygı göstererek, sanatın işlevini yaymak, sanatçıların işlerini kolaylaştırmak gibi desteği olmalı.
Devlet para veriyor ama sahneler yıkılıyor, satılıyor... Bu konuda da olumlu hiçbir adım atmıyor Kültür Bakanlığı. Para var, (yeterli mi tartışılır) oynayacak sahne yok... Ne yaman çelişki! Kültür Bakanlığı bile, Kültür ve Turizm Bakanlığı oldu. Kültür, turizmin dişlileri arasına sıkıştı kaldı kanımca... US- Devletin para verdiği, desteklediği bir tiyatro ne kadar özgürdür, ne kadar özgür olabilir? Yanıtlanması gereken soru bu. Çok doğru... İstibdat Kumpanyası oyununda olduğu gibi, korkuya dayalı bir tiyatro modeli ile sansür içinde boğuşan oyuncularla, devletin tiyatrosu var olabilir mi? US- Oyunda bu sorunu da anlattığımı düşünüyorum. İstibdat Kumpanyası'nda o dönemi tartışırken, o dönemin baskılarını ve sansür anlayışını anlatırken, sanatçının sorumluluğunun ne olduğunu da tartışıyorum. Avrupa'dan getirtilen Samuel kimliğinde Avrupalının sanata nasıl baktığını da vermeye çalışıyorum. Samuel'in kimliğinde özgür ortamda akademik bir tiyatro adamı nasıl olur, onu da gösteriyorum. Samuel'in oyundaki beklentisi de bu yöndedir. O sanatı özgür ortamda yapacağına inanarak gelir. Oysa kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değildir. Sistemsizliğin ve baskının, o bireyi de nasıl değiştirdiğini anlatıyorum. İstibdat Dönemi'nin, oyundaki gibi, halk oyuncularının üstünde baskısı yok mu? Var. O dönemde hemen hemen her sözcük yasak, çağrıştıran ifadeler yasak... Lastik demek bile yasak... Çünkü lastikten lafın uzatıldığı anlamı çıkarılıyor. Eleştiri olabilir mi bu ortamda? Olsa bile kısıtlı, zararsız... Yine de, bizim halk sanatçılarının yaptığı eleştirinin daha zekice olduğunu düşünüyorum. Onun için, oyunda eleştirel bir dili koruduğumu düşünüyorum. Bu oyun çerçevesinde, özgürlüğün yok sayıldığı bir ortamda, evet, devletin tiyatrosu olmamalı. Çünkü oyunda, devletin tiyatrodan beklentisi başka, sonunda da iyice başkalaşıyor. Kendi iktidarının sağlam koltuğu gibi görüyor tiyatroyu. O sihirli koltukta oturan da, iktidarın propagandasını dinleyecek, dinletecek. Oyunda devletin tiyatrodan beklediği bu. Buna ne kadar tiyatro denirse tabii... Kendini eleştirecek bir tiyatro gereksinimi tarihsel süreçte hemen hemen hiç olmamış ki... Kısacası, başına iş açacak tiyatroyu kimse istemiyor. Bugünle paralellik kurulabilir mi?
a
US- Bugüne kadar tarihsel olaylara gülmece açısından pek bakılmamıştı ya da bir anlatıcı aracılığıyla gülmece sağlanmaya çalışılmıştı. O nedenle, oyun, alışılageldik yöntemlerin dışında oluştu. Ayrıca, ülke tarihiyle bağlantı kuran sosyal, toplumsal bir yanı da var. Bu yanı tiyatro yoluyla irdeleyen bir oyun diyebilirim.
Bu tartışmaların ötesinde de, yapılan işlerin, sanat üretim modellerinin her dönemde değiştiğini görüyoruz. Her gelenin "benim dönemim" damgasını vurduğu ya da vurmaya çalıştığı bu anlayışın bitmesi gerek. Olumlu olanın devamından yana olmalıyız. Olumsuz olanı değiştirirken de didişmek yerine, cesur üretimlerle sahnede olmalıyız. Devletin tiyatrosunun, genelde tiyatronun estetik kaygıları siyasilerin desteğiyle bugüne kadar çözülmedi, bundan sonra da çözüleceğini düşünmüyorum. Her siyasi destek sansürü, ister istemez otosansürü beraberinde getiriyor çünkü... AY- Bugün Devlet Tiyatrosu'nda çok iyi üretimler de var, çok kötü üretimler de... O zaman sorun nerede? Ben, devlet destekli tiyatroda hâlâ kurumsal bir kimliğin olmadığını düşünüyorum. Bu devlet ya da özel tiyatro fark etmiyor... Parasal desteği almak yerine kurumsal kimliklere, tiyatronun özgür alanına yönelik yatırımların olması gerek.
pe cy
İşte, döndük dolaştık aynı noktaya geldik. Yeni yönetim, yeni oluşum derken, tiyatro oyuncularının başına geliverir dönem hükümetleri... Peki oyunun sonundaki göndermeye ilişkin soralım: Devlet-Tiyatro kesişmesi ya da ayrışmasında, düşünceniz ne yöne akıyor diye düşünmeden ve devletin tiyatrosu olur mu diye sormadan da duramıyorum... (İşte şimdi yandık! Yan masanın bakışları iyice değişti. Hiç olumlu bakış olmamıştı da, bu kadar da olumsuz bakmamışlardı. Ergenekoncu muamelesi görmeye başladık iyiden iyiye. Aile konusunun giderek ötelendiğini, devlet işlerinin masaya yatırıldığını görüyordum. Tiyatro söyleşisi yapalım derken başımız derde mi girecek ne? Tuhaf olan, masaya çay servisi yapan garson da, Abdülhamit'in jurnalcisi gibi kulak kesilmişti sohbetimize...)
AY- Devletin tiyatrosu bana göre, mutlaka olmalı. Devletin tiyatroya büyük desteği olmalı. Ama bu nasıl olmalı ya da olmamalı? Diğer devlet dairelerinde olduğu gibi memurlar doluşmuş gibi olmamalı... Devletin de, onların sanatçı kimliklerine saygı göstererek, sanatın işlevini yaymak, sanatçıların işini kolaylaştırmak gibi desteği olmalı. Tapu dairesi gibi görülen ve çalıştırılan bir devlet tiyatrosu da, sanat anlayışı da olmamalı. Sanatın tüm artistik, estetik işleri, dönem dönem olduğu gibi bu işlerden anlamayan siyasiler ve bürokratlar tarafından belirleniyorsa bu yanlış bir uygulamadır. Son dönemlerde sanatın üretim kaygılarının yerini genel müdür kim olmalı, kim atanmalı tartışmaları aldı. Bunun doğru bir yaklaşım olmadığı ortada.
53
tiyatro ortamıyla mümkündür. Ama bu mümkün değil. Devlet eliyle sanat heyecanları yok ediyor belki de... Sonuç oyunun finali gibidir.
pe cy a
Seyirci, oyun sahnelendiğinde karar versin. Devlet ya da Şehir Tiyatroları'nın kurumsallaşma aşamalarında da, Samuel'in kişiliğindeki gibi, hayal kırıklıkları yaşanmadı mı? Kişilere ne özgürlükler, tiyatro adına ne sözler verilmedi mi? Sonuçta, ülkenin tiyatro yolculuğunda olduğu gibi, Samuel Efendi gibi yalnız ve baskı altındasınız.
Final deyince perdeyi kapamak gerekiyor artık. Yolunuz açık, ödülünüz bol olsun diyerek kapatalım perdeyi. Sürç- i lisan ettikse, affola! (İstibdat Kumpanyası heyecan verici bir oyun. Tiyatro ortamında, sansürü, devlet eliyle sanatı, Tiyatronun devlet eliyle ya da özel bütçeyle desteklenirken kurumsal yapılaşamaması, Muhsin sanatın özgürleşme sürecindeki önemini, oyuncuların Ertuğrul'un dediği gibi, sanat adamlarının belli konumunu tartışıyor. Alttan alta ne darbeler görmüş bir ülkenin makûs talihinin nerelere dayandığını dönemlerde siyaset kaftanına fazlaca yüz anlatıyor. Bunu tiyatro tadında yapıyor ama... Oyun sürmelerinden de olabilir mi, sorusu geliyor aklıma. Her kişinin yanıtlaması gereken bir soru kimlikleri renkli, keyifli. Tek kusuru bir dönemin dilini (Ermeni, Rum, Fransız aksanı gibi) bu. aktarmadaki zayıflığı. Belki, oyunun sahnelenmesi (Yan masa iyice huzursuz. Şu tiyatro tartışmaları kimseye huzur vermiyor, işte bir örneği daha... Pala aşamasında bu çalışmaya ihtiyaç duyulacak. Tiyatro ve tiyatro grupları içinde ele alınan oyunların, oyun bıyıklı ağabey birden silkindi yerinden, bize doğru bir bakış fırlattı. İstibdat Kumpanyası'nın oyuncuları içinde oyun olgusu seyirciye bir başka heyecan veriyor. Bizim tiyatromuzda Sersem Kocanın Kurnaz gibi baskı altındayız şimdi. Aman, masa da ne Karısı (Haldun Taner), Dünyada, Oyunun Oyunu kalabalıkmış! Tiyatronun üstüne manga manga (Michael Frayn) ve Mefisto (Thomas Mann) geliyorlar vallahi! Hıncını bizden çıkaramayınca, garsondan çıkardı: "Hesabı versene kardeşim!" Kem oyunlarının gişe başarıları da bu savı kanıtlıyor küm etti garson, "hesabı istemediniz ki... " diyecek olsa gerek. Uğur Saatçi'nin İstibdat Kumpanyası oldu da diyemedi. Büyük birader, oyundaki Sefer Bey oyunu da samimiyeti ve ilginç yaklaşımıyla bu başarıya ortak olacak belli ki...) gibi maşallah! Tam masamızın yanında bir tespih şakırdattı ki, sorma gitsin! Şimdi durup dururken, bugünle bağlantısını kurmayın bu olayın. İzmir 'in bir pastanesinde oyun kimlikleri sarmış etrafımızı da, haberim yokmuş! (Ehh, bu şakırdatmayla oldu!) Garson 'a gelince... Büyük birader gidince ortalıktan yok oldu. Gün geceye dönmüş, mesaisi bitmiş belli ki...) US- Devlet özgür bir ortam sağlıyorsa, tiyatronun gelişimine katkıda bulunuyorsa neden olmasın? Ama bu mümkün mü? Tartışılması gereken budur. Genç yazarların, yaratıcı oyuncuların ve aykırı yönetmenlerin ortaya çıkabilmesi özgür ve tartışılabilir
54
Çocuk Tiyatrosu Üç Farklı Kültürden Çocuklar İçin Ortak Bir Hikaye
cy a
"Mucize"
Editör: Nihal Kuyumcu
pe
nihalkuyumcu@tiyatrodergisi.com.tr
İBB Şehir Tiyatroları bir ortak projeye imza atıyor. Bu ortak projede Sırbistan, Danimarka ve Türkiye'nin ortak olduğu bir çocuk oyunu sahneleniyor. Beden dilinin yoğun kullanıldığı, dilin önemini yitirdiği ve en önemlisi tüm çocukların yabancısı olmadığı bir konu ile Nisan ayında çocuklarımızla buluşacak olan oyunun yönetmeni Ana Djordjevic ile konuştuk. Bu üçlü çalışma nasıl başladı? Belgrad'taki Boşkobuka Tiyatrosu'nun Genel Müdürü Boşko Georgeviç'in, üç farklı Avrupa ülkesiyle bir prodüksiyon yapma fikri vardı. Ama tam olarak nasıl yapacağını bilmiyordu. Danimarka'da yaşayan bir Sırp olan Pyotr Jankoviç aracılığı ile Avrupa ASSITEJ'le bağlantıya geçti. Türkiye'nin seçilme nedeni Avrupa'nın en uç köşesinde olması. İskandinav ülkelerinden de Danimarka'yı seçti. Daha sonra bir yandan bu iki ülkeden katılımcılar aramaya diğer yandan projenin konusunu düşünmeye başladık. Sonra Tülin Sağlam'la karşılaştık, kendisi İstanbul Şehir Tiyatroları'yla çalışmamızı önerdi, Pyotr
Jankoviç de Danimarka partnerini buldu, deneysel çalışmalar yapmak istiyorlardı. Sonra yönetmenin Sırbistan'dan, yazarın Danimarka'dan, oyuncuların 3 ülkeden birden olmasına karar verdik, Boşko Georgeviç bu projenin yaratıcısı, Soren Ovesen yazarı, ben de yönetmeniyim ama bu sadece benim performansım değil hepimizin performansı. İşin başlangıç kısmı bu. Bu proje hangi çocuklara göre yapıldı, konuyu neye göre belirlediniz? Hangi yaş grubunu hedef seçtiniz? Bu uluslararası bir hikâye, hem çocuklar hem yetişkinler için. Bu gösteride gösterdiğimiz sorun her üç ülkenin de sahip olduğu bir sorun. Hikâye küresel bir köy haline gelen dünyanın hangi yöne doğru gittiğini tartışıyor. Hikâyenin 3 ülkede de aynı derecede önemi var. Bunu şöyle gösteriyoruz; üç farklı ülke, üç farklı kültür aynı hikâyeyi yaşıyor. Türkler, Sırplar ve Danimarkalılar bu global köyün içinde aynı soruna sahipler ve bu gösteri de bunu ispatlıyor. Ülkelerarası sınırlar olmadığını, yeni
55
çağın aslında başladığını, yeni çağda lokal problemlerin değil tek bir problemin olduğunu, bunun da yalnızlık olduğunu gösteriyoruz. Oyun, 12 yaş ve üstü çocuklar için, daha küçük çocuklar hikâyenin her aşamasını, oyunun metaforlarını anlamayabilir ama takip edebilir ve eğlenebilirler. Daha küçük çocuklar da oyunu izleyebilirler ama elbette başka bir hikâyeyi takip edeceklerdir. Birbirinden ayrı olan anne ve kız arasındaki ilişkiyi görecekler ve mucizenin o aile içindeki ilişkileri nasıl değiştirdiğini görecekler. Daha büyük yaştaki çocuklar ve yetişkinler günümüzde var olan politik ve kültürel sistemi görecekler. Yediden yetmiş yediye kadar herkes için bu oyun.
Yani ortak projelerle bir yandan ortak dil oluştururken, sınırları kaldırırken diğer taraftan küreselleşmeye bir eleştiri getiriyorsunuz. Hayali bir krallığımız var oyunda. Bu dünya trafik ışıklarıyla yönetiliyor ve her şey yasak. Herhangi bir serbesti yok. Ne yapmaya çalışırsanız hepsi yasak, sadece çalışmak zorundasınız bilimi yaratmak için, bu yarattığınız bilim de bilim yaratmak için yaptığınız çalışmada daha verimli olmanızı sağlıyor. Bir kısırdöngü. Sonra bir mucize gerçekleşiyor ve işler tersine dönüyor. Bir Sırp yönetmen olarak Türk çocukları ya da Danimarkalı çocukları düşündüğünüzde nelere dikkat etmeniz gerektiğini düşündünüz, neyi onlara göre değiştirdiniz? Türkiye'de çocukların nasıl olduklarını bilmiyorum, Danimarka'dakilerin veya Sırbistan'dakilerin de. Ama bu bir deney, deneyip göreceğiz. Genel müdürle de "bunu bir deney olarak alalım ve 3 ülkenin seyircisinin nasıl tepki vereceğini görelim," diye konuştuk. Bunu bilmiyoruz ama cevabını görmeyi bekliyoruz. Çünkü bizim tiyatromuz için bu oyun daha farklı ortak çalışmaların başlangıç çalışması. Ama bunu sıradan bir şeye dönüştürmek, daha fazla yapmak istiyoruz. Biz yeni başlayanlarız, kendimi kâşif gibi hissediyorum, çocuklarlarla oynamaya başladığımız zaman çocukların ne tepki verdiklerini gözleyeceğiz, hatamız olmuş mu onu göreceğiz ve gelecek için bunu değiştireceğiz. Hikâye çok evrensel, farklı ülkelerdeki reaksiyonların aynı olacağını düşünüyorum çünkü bu kendi deneyimlerinden tanıyacakları bir şey.
a
Dil sorununu nasıl çözdünüz? Sırpça söylenen bütün cümleleri Türkiye'de oynandığı zaman Türk oyuncular Türkçeye çevirecekler sahne üzerinde. Sırbistan'a gidildiğinde de Sırp oyuncular Sırpça anlatacaklar, Danimarka'da da aynısı olacak. Önceden sahnede bir oyuncu Sırpça, bir oyuncu Türkçe, bir oyuncu Danimarkaca söylüyordu ama bu işin zaman aldığını gördük, bunun yerine oyun hangi ülkedeyse anlatıcı o dilde izah edecek, sonra oyuna geçilecek. Çeviri oyunculuğun bir parçası olacak. Gösterinin dört farklı versiyonu olacak. Üçü Türkiye, Sırbistan ve Danimarka'dayken, dördüncüsü başka bir ülkede uygulanacak. Orada da İngilizce konuşulacak.
Sırbistan ve Türkiye tam olarak bu halde değil ama bu yöne gidiyor. Biz Avrupa yoluna gidiyoruz ve Avrupa bu yönde ilerliyor.
pe cy
Küresel köyü olumluyor mu karşı mı çıkıyorsunuz? Eleştiriyoruz, ama sadece bir yönünü eleştiriyoruz. İnsanlar çok fazla çalışıyor, sevmeyi, yaşamayı ve oynamayı unutuyorlar. Modern dünyada çok daha verimli olmak için çalışılıyor. Hayatlarımızda robota dönüşüyoruz, her türlü endişeyi, işi, verimliği unutmak, sadece oynamak ve rahat olmak gerekiyor.
56
Peki, bir Türk oyuncu olarak bu çalışma sizin için ne ifade ediyor? Gökhan Eğilmezbaş - Bu çalışma çok heyecan verici, Danimarka, Sırbistan ve Türkiye'nin oyuncularının ve müzisyenlerinin bir arada olması ve bizim de bu işin içinde olmamız çok güzel. Şehir Tiyatroları olarak ilk kez gerçekleştiriyoruz ve çok verimli geçiyor. Her meslektaşımızın bu deneyimi yaşamasını isteriz. Oyunculuklarımız farklı karakterlerle iç içe geçerek oynanıyor ve bu da heyecan verici. Oyunun Belgrad'da sergileneceği günü iple çekiyoruz. Yonca İnal Eğilmezbaş - Farklı bir sistemle çalışıyoruz ve bunu yaşamak çok heyecanlı. Örneğin meddah oynarken role gireriz sonra çıkarız, önce meddah olup sonra başka bir role gireriz. Burada deneyimlediğimiz şey daha farklı. Roller iç içe geçmiş durumda ve bir çeşit mutantlaşma var aslında. Bir anda diğer karaktere geçiyoruz, o diğer karaktere dönüşüyor bir anda. Hiçbir zaman meddah olmuyoruz, çevirileri okurken bile bir dönüşüm var, bu çok zenginleştirici bir şey.
pe cy a
GE - Bizim Türkiye'de alışık olduğumuzdan daha zengin bir oyun olacak bu. Roller birbirinin içinden çıkarken sahnedeki müzisyenler bile bir karakter içinde var oluyorlar. Sadece müzisyen olarak değil, onların da bir karakteri var, onlar da kendi içlerinde dönüşüyorlar, yaşıyorlar. Dolayısıyla inanılmaz derecede dinamik, finale doğru o dinamizmi artıyor, bizim de beklentimiz şu ki bu dinamik karakterde başlayıp biten bir oyun çok ilgi toplayacaktır diye düşünüyorum. Oyunda 5 tane Sırp oyuncu var, 2 tane Danimarkalı oyuncu var, 9 kişi toplam.
Ne zaman başlayacak oyun? YİE - 5 Şubat'ta Belgrad'da prömiyer yapacak. Nisan ayı içerisinde Türkiye'de oynayacak. 3 ayrı ülkede 3 ayrı prömiyer olacak. Festivallere katılacak. Türkiye içinde İstanbul, Ankara, Eskişehir gibi iller ziyaret edilecek. Danimarka turnesi olacak. Haziran ayında Sırbistan'da bir festival var. Tabii Şehir Tiyatroları oyuncuları olarak bizim için bunlar çok farklı deneyimler. Hem böyle bir çalışma yapmış olmak hem farklı ülkelerin farklı festivallerinde sahne almak, bunların her biri heyecan verici aşamalar bizim için. Oyuncu olarak da farklı ülkelerin insanlarıyla çalışınca farklı malzemelerle karşılaşıyorsunuz. Örneğin Danimarkalılar çok farklı, beden dilleri farklı, oyunculuklar farklı. GE - Aslında benim heyecanla beklediğim bir şey var, acaba Sırp çocuklar ya da Danimarkalı çocuklar beni izledikleri zaman bana verecekleri tepki, yaptığımız işe verecekleri tepki ne? Bunu merak ediyorum. Bir saat boyunca çocuk seyircilerin ilgisini ayakta tutmak çok zor, bu oyun çok dinamik ve Türkiye'de yaptığımız bu tarz canlı oyunlar çocuğu hep kendisine çekmiştir. Çünkü her an bir değişim var. Size başarılar diliyorum ve heyecanla oyunu bekliyorum.
Yazan: Soren Ovesen Yöneten: Ana Djordjevic Yapımcı: Bosko Djordjevic Dramaturg - Sanat Danışmanı: Soren Ovesen Koordinatör: Aslı İçözü Sahne Tasarımı: Annika Nilsson Giysi Tasarımı: Snezana Veljkovic
Kompozitör: Lene Pernille Christiansen, Kirsten Juul Sorensen Koreograf- Hareket Tasarım: Marija Milenkovic Oynayanlar: Yonca İnal Eğilmezbaş, Gökhan Eğilmezbaş, L. Pernille Christiansen, Kirsten Juul Sorensen, Milena Nikolic, Marija Milenkovic, Marko Nikolic, Vladan Mitic, Mila Manojlovic
57
13. Eğitimde Yaratıcı Drama ve Tiyatro Kongresi Ali Kırkar alikirkar@gmail.com
Tiyatro, hangi sosyal-tarihsel nedenlerle salonlara, çerçeve sahneye, ışıkların ve sahne yükseltisinin yarattığı üstün sanat konumuna erişmiştir? Sanırım bu sorunun yanıtı, insanlık tarihine koşut olarak yazılmış binlerce sayfalık "tiyatro tarihi" çalışmalarıyla verilebilir. İlginç olan şudur ki; bugünün sosyal-tarihsel dinamikleriyle tiyatro, sokaklara, yaşam alanlarına yöneliyor, oralarda kendini var etmeye çalışıyor. Işıkların, sahne yükseltisinin yarattığı/yaratacağı sihir yeterli veya yeterince işlevli bulunmuyor olmalı ki, festivallerde öncü ve deneysel çalışmaların neredeyse tamamı sokağı, yaşam alanlarını mekân tutuyor, seyirciyi kendi sanatsal yaratımının öznesi yapmaya çalışıyor.
Çağdaş Drama Derneği artık yılda iki kez düzenlemeye başladığı uluslararası yaratıcı drama seminerlerinin on üçüncüsünü 'kongre' yaparak bu alandaki bilimsel çalışmalar için uluslararası paylaşım zemini yaratmış oldu. Kongrenin sunum başlığında yaratıcı drama ve tiyatronun ayrı ayrı vurgulanmış olması önemli ve dikkat çekiciydi. Tiyatro ile yaratıcı drama arasındaki ortaklıklar ve geçişmeler, yaratıcı dramanın 'bir tür tiyatro faaliyeti' olarak anlaşılmasına neden oluyor. Oysa yaratıcı drama deyince birini eksik düşünemeyeceğimiz üç temel kavramın bileşimini ve etkileşimini aklımıza getiririz. Bu üç kavram; eğitim, tiyatro ve yaşantısal süreçtir. Bazı ülkelerde bu alan eğitimde tiyatro, bazı ülkelerde tiyatro pedagojisi, bazı ülkelerde bizde olduğu gibi 'yaratıcı drama' olarak adlandırılıyor. Nitekim kongrede sunulan bildiriler bu yönelim farklarını bir zenginlik olarak önümüze serdi. Bildirilerden ve atölyelerden bir kez daha anlaşıldı ki tiyatronun giremeyeceği yaşam alanlarına yaratıcı drama girebilmekte ve var olduğu her alanda, başta rol oynama ve doğaçlama teknikleri üzerinden tiyatro olanaklarını var etmektedir.*
pe cy
a
21-23 Kasım 2008 tarihlerinde gerçekleşen 13. Eğitimde Yaratıcı Drama ve Tiyatro Kongresi, yaratıcı dramanın ve tiyatronun eğitimdeki, yaşam alanlarındaki etkisini sorgulayan büyük ve önemli, uluslararası bir etkinlikti. Çağdaş Drama Derneği ile Ankara Üniversitesi tarafından düzenlenen bu kongre, her şeyden önce yaratıcı drama ve tiyatro alanında düşünen, üreten insanlara bir paylaşım ve etkileşim ortamı sundu. Kongrede ayrıca, Çağdaş Drama Derneği tarafından yaratıcı drama alanının
öncülerinden, bu alan içinde kendi özgü bir yaklaşım geliştirmiş olan Doroty Heathcote'a yaşam boyu başarı ve onur ödülü verildi.
Prof. Dr. İnci San, Doroty Heathcote, Prof. Dr. John Somers, Yrd. Doç. Dr. H. Ömer Adıgüzel kongrenin çağrılı konuşmacılarıydılar. Kongrede, yaratıcı drama alanının farklı ülkelerden, farklı kültürlerden uygulama örneklerini bilimsel düzlemde karşımıza getiren 44 bildiri sunumu yapıldı. Aralarında Doroty Heathcote, John Somers, Tamer Levent, Joe Winstons, Patrice Baldwin, Ali Öztürk, Helen Nicholson, Tinti Karpinen gibi eğitmenlerin de bulunduğu 12 farklı konuda 18 atölye gerçekleştirildi. Atölyelere Türkiye'nin yedi bölgesinden gelmiş yüzlerce yaratıcı drama ve tiyatro meraklısı katıldı. Katılımcıların ilgisi haklı olarak 84 yaşına rağmen üç gün boyunca 12 saat atölye yapan Doroty Heathcote'a yöneldi. Yaşına rağmen hayran olunan enerjisi, karizması ve uygulamadan süzülmüş birikimiyle Doroty Heathcote, üç aşamalı olarak yapılandırdığı üç gün süren ve "su sorunu"nu merkez alan bir atölye süreci yaşattı katılımcılarına. Bir güzel haber daha: Bu yıl on üçüncüsü düzenlenen bu etkinliğin on altıncısı, "İstanbul - Mekân Drama" üst başlığı ile 2010 İstanbul'a yaraşır bir nitelikte İstanbul'da gerçekleşecek. Çağdaş Drama Derneği İstanbul Şubesi bu yönde çalışmalarına başladı. (Bknz: İ. San, Tiyatroya Rağmen Yaratıcı Drama - Yaratıcı
58
Sahne Alanlar TAYYİP'IN SİNİRLİ LAMBASI
Tiyatro: Müjdat Gezen Tiyatrosu, Yazan: Seyfi Şahin, Yöneten: Müjdat Gezen, Müzik Tasarımı: Selami Şahin, Dans Tasarımı: Pınar Ataer, Oyuncular: Müjdat Gezen, Ercan Bostancıoğlu, İlhan Daner, Kemal Kuruçay, Serda Özşahin, Can Bana, Ayşe Taşyar, Banu Özdemir, Rabia Tutal, Önder Yalçın, Eren Dişisağlam, Gizem Gürel, Pınar Şenbaş, Zeynep Akay, Derya Karada Zrömiyer Tarihî: 11 Ekim 2008 Oyun Türkiye'nin şu anda içinde bulunduğu durumu mizahi bir dille anlatan skeçlerden oluşmuştur.
ADA
Tiyatro: Avcılar Belediye Tiyatrosu, Yazan: Athol Fugard, Yöneten: Burhan Gençkol, Işık-Ses Tasarımı: Hüseyin Özfırat, Kayhan Ergene, Oyuncular: Gültekin Tepe, Ahmet Uçar Prömiyer Tarihi: 20 Aralık 2008 Özgürlük kimine yakın, kimine uzaktı...
SEN OLMASAYDIN
Tiyatro: Turkish - American Art Society of New York, Yazan: Uğur Uludağ, Yöneten: Enginay Gültekin, Yönetmen Yardımcısı: Özlem Gülbir, Sahne Tasarımı: Eril Şerbetçi, Giysi Tasarımı: Melek Erkoç, Oyuncular: Yağmur Kaşifoğlu, Yosi Mizrahi, Gülden Avşaroğlu
YABAN ÖRDEĞİ
Tiyatro: Antalya Devlet Tiyatrosu, Yazan: Henrik Ibsen, Çeviren: Faruk Ersöz, Yöneten: Soner Çimen, Sahne Tasarımı: Hakan Dündar, Giysi Tasarımı: Gülümser Erigür, Işık Tasarımı: Namık Gürsoy, Oyuncular: Gül Tunççekiç, Esen Özman, Reha Özcan, Y. Murat Sarı, Oğuz Tunç, Cenap Aydınoğlu, Aslı Arslan, Mustafa Doğan Ayhan Prömiyer Tarihi: 24 Aralık 2008 Werle ailesinin tek çocuğu olan Gregers 15 yıl aradan sonra dağda olan işletmelerinin başından bir günlüğüne şehre döner... Babasının karşı geleceğini bilmesine rağmen, nerdeyse ailenin servetini ve itibarını kaybetmesine neden olmuş, babasının eski iş ortağı Teğmen Ekdal'in oğlu, gençlik arkadaşı Hjalmar Ekdal'i özel aile partisine davet eder. Gregers bu partide, geçmişe dayalı birçok yeni gerçeği daha öğrenir, bu gerçekler Ekdal ailesinin içinde bulunduğu durum ve yaşananlardır... Gregers bir karar almalıdır, bu karar her şeyi görmezden gelerek eski yaşamına dönmek ya da yeni bir hayata başlamaktır... Ve biz bu önlenemeyen olaylarda, toplumsal ve bireysel değer yargılarının acı sonuçlarını görürüz!
ACI. MISERY
Tiyatro: Tiyatro Ayna, Yazan: Stephen King, Çeviren: Selma Yeşilbağ, Yöneten: Mahmut Gökgöz, Oyuncular: Dilek Türker, Kazım Akşar Prömiyer Tarihi: 13 Ocak 2009 Misery'nin kitaptaki ürkütücü şiddet öğelerinin büyük bir kısmından ve filmin içerdiği "Hollywood"vari unsurlardan arındırılmış tiyatro uyarlaması, oyun kişilerinin ruhlarına olabildiğince yaklaşmayı seçer ve seyirciyi de onların içinde bulunduğu "kapana" hapsederek bu "zalim-mazlum" ilişkinin arka planına bakmaya zorlar. Onlara, çocukluk travmalarının, sevgiden ve ilgiden yoksun büyümüşlüğün çarpıttığı ruhların nasıl gerçek dünyadan sahte dünyalara kaçtığını ve nasıl şiddete yöneldiğini yansıtan bir ayna tutar...
a
Prömiyer Tarihi: 11 Kasım 2008 "Birbirlerini ve ilişkilerini farklı koşullarda sınayan, arada bir ateşkes, arada bir esaret, arada bir ihanet, arada bir çırpınışın yaşandığı bir ilişkiyi anlatan oyun, "biz" olabilmek adına "ben"liğinden vazgeçen çiftlerin hikâyesi...
Ormanda yaşayan mutlu ağaçlar, yağan zararlı yağmurdan etkilenerek bunun nedenini araştırmaya karar verirler. Çevre kirliliğine neden olan bulutlan, arabaları, fabrikaları çağırıp sorunun kökenini öğrenirler ve bir çözüm yolu bulmaya karar verirler.
MASKELİLER
ÇATIŞMALAR
pe
cy
MASKELİLER Tiyatro: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Yazan: İlan Hatsor, Çeviren: N. Tarhan, Yöneten: Taner Barlas, Yönetmen Yardımcısı: Aliye Uzun, Sahne Tasarımı: Duygu Sağıroğlu, Giysi Tasarımı: Zuhal Soy, Işık Tasarımı: Murat İşçi, Oyuncular: Levent Üzümcü, Mehmet Gürhan, Serdar Orçin Prömiyer Tarihi: 12 Kasım 2008 Maskeliler, Filistinli üç erkek kardeş arasında bir kasap dükkânında geçen, gerek örgütiçi gerekse aile ilişkileriyle biçimlenen hesaplaşmaların anlatıldığı trajik bir oyun. Savaşın, kardeşlik bağlarım bile koparan ezici baskısına, insanları nefret ve şiddet içinde birbirlerinden uzaklaştırmasına çok iyi bir örnek. Tiyatro: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu, Yazan: Roland Topor, Jean-Michel Ribes Yöneten: Arzu Bigat Baril, Çeviren: Arzu Bigat Baril, Sahne Tasarımı: Cem Yılmazer, Giysi Tasarımı: Aslı Ataseven, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Koreografı: Alexandre Abellan, Oyuncular: Barış Falay, Betül Çobanoğlu, Şafak Karali Prömiyer Tarihi: 17 Aralık 2008 Yaşamın içindeki çatışmaları izleyeceğimiz oyunda; sınıf farklılığından çıkan çatışma... biten bir aşkın iç çatışması... ölümle yüzleşme... içimizdeki farklı yanların çatışması... iki düşman erkek ile bir kadının çatışması... Yaşam çatışmalar arasında iniş çıkışlardan ibaret olabilir mi? Yaşam-ölüm, kadın erkek, aşağıdakileryukandakiler... "Çatışmalar" 5 kısa absürd öykü ile tiyatro sahnesine taşınıyor.
YAĞMURLA GELEN ÇOCUK (Ç.O.)
Tiyatro: İzmir Devlet Tiyatrosu Yazan: Meral Babacan, Yöneten: Fatih Kahraman, Yönetmen Yardımcısı: Nurhayat Boz, Sahne Tasarımı: Tayfun Çebi, Giysi Tasarımı: Tayfun Çebi, Işık Tasarımı: Mehmet Alacı, Müzik: Cem İdiz, Koreografı: Neslihan Öztürk, Oyuncular: Yılmaz Tüzün, Şule Demirezen, Derya Kara, Ufuk Bostancı, Aytaç Özgür, Burak Özbaykuş, Yağmur Damcıoğlu, Zehra Takmaz, Leyla Takmaz. Prömiyer Tarihi: 14 Aralık 2008
DÜĞÜN YA DA DAVUL
Tiyatro: Yeşilköy Halk Tiyatrosu Yazan: Haşmet Zeybek, Yönetmen: Müfit Kayacan, Sahne Tasarımı: Özcan Körpe Prömiyer Tarihi: 27 Aralık 2008
Geleneksel halk tiyatromuzun özelliklerinden yararlanarak köy meydanından alınıp sahneye taşınan oyunda, Anadolu insanının gündelik yaşamı ile gelenek ve görenekleri anlatılırken, bir köyün sosyal yapısından yola çıkılarak bir ülke panoraması çiziliyor.
GALILEI'NİN YAŞAMI
Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu, Yazan: Bertolt Brecht, Çeviren: Ahmet Cemal, Yöneten: Erhan Gökgücü, Yönetmen Yardımcıları: Serdar Kayaokay, Hande Keçeci, Ümit Bahadır Tunç, Sahne Tasarımı: Aydan Çınar, Giysi Tasarımı: Nalan Türkoğlu, Işık Tasarımı: Ersen Tunççekiç, Müzik: Hans Eisler, Koreograf!: İhsan Bengier, Dramaturji: Canan Kırımsoy, Oyuncular: Tamer Levent, Rengin Samurçay, Çetin Azer Aras, Serdar Kayaokay, Alper Tazebaş, Yavuz Sepetçi, Şemsettin Zırhlı, Fuat Çiyiltepe, Volkan Benli, Ersin Ayhan, Özlem Tokaslan, Pervin Bağdat, Bahadır Tunç, Koray Alper, Hande Keçeci, Çağlar Maçkalı, Tülay Sancı, Sahir Tamer, Eşref Pişirici, Pınar Uslu, Özgür Günay, Hasan Ataman, Erkan Erkoç, Gökhan Olcay, Ali Nihat Yavşan, Volkan Eliaçık, Murat Ateş, Mahmut Işık, Tamer Yılmaz, Tuba Tazebaş Prömiyer Tarihi: 10 Aralık 2008 Bilime baskı yapılmalı mı? Baskı hangi nedenlerle yapılır bilime? Bilimin amacı ne olmalıdır? Toplumsal gelişme için kahramanlara muhtaç mıyız? Epik-diyalektik tiyatronun kuramcısı Brecht Usta "Galilei'nin Yaşamı" adlı oyununda, tarihi bir kişilikten yola çıkarak bu soruların yanıtını arıyor.
59
Sahne Alanlar SOKRATES'İN SON GECESİ
Tiyatro: İstanbul Devlet Tiyatrosu, Yazan: Stefan Tsanev, Çeviren: İsmail Bekir Ağlagül, Yöneten: Metin Belgin, Sahne Tasarımı: Ali Cem Köroğlu, Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan, Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz, Dramaturg: Şafak Eruyar, Oyuncular: Melek Baykal, Mustafa Uğurlu, Mehmet Ali Kaptanlar Prömiyer Tarihi: 17 Aralık 2008 Sokrates'in baldıran zehrini içmeye hazırlandığı son gece, gardiyanı için büyük bir fırsattır. Bu sayede ünlü filozofun hem son anlarına tanıklık edecek hem de cebini doldurabilecektir. Demokrasi, iktidar, oligarşi, savaş, adalet gibi kavramların sorgulandığı tartışma, Sokrates'in karısının gelmesiyle başka bir noktaya taşınır. Artık kimin gardiyan kimin Sokrates olduğunun karıştığı gecede, olaylar istenmeyen ve beklenmeyen şekilde gelişir.
BAŞ BEKLASI
Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu, Yazan: Sam Bobrick, Çeviren: Ekin Tuncay Turan, Yöneten: Mustafa Şekercioğlu, Sahne Tasarımı: Suar Şeylan, Giysi Tasarımı: Ceren Karahan, Işık Tasarımı: Ali Karaman, Oynayanlar: Yener Sezgin, Melike Ergüzen, Ahmet Somers Prömiyer Tarihi: 25 Aralık 2008
Tiyatro: Antalya Devlet Tiyatrosu, Yazan: Ayhan Akalın, Yöneten: Selim Bayraktar, Sahne Tasarımı: Dilek Tuğcu Sayıner, Giysi Tasarımı: Dilek Tuğcu Sayıner, Işık Tasarımı: Namık Gürsoy, Oyuncular: Çağdaş Çobanoğlu, Nihal Çağdaş, Oya Yılmaz, Devrim Çebişli, Mevlana Şems Çankaya, Ahmet Çakır, Mine Yöntem Prömiyer Tarihi: 16 Aralık 2008
İnsanların yıllar boyunca kendi rahatları uğruna görmezden gelip düşüncesizce kirlettikleri doğanın çağrısını sevimli mi sevimli bir Keloğlan duyar, Keloğlan'ın peşine de Cıbıl Kurt düşerse neler olur?
BİR ANARŞİSTİN KAZA SONUCU ÖLÜMÜ
Tiyatro: Tiyatro İmge, Yazan: Dario Fo, Çeviren: Füsun Demirel, Yöneten: Tiyatro İmge, Sahne Tasarımı: Tiyatro İmge, Giysi Tasarımı: Tiyatro İmge, Oyuncular: Ergün Demir, Şirin Geylan, Nurcan Uçar, Denizcan Abay, Nurten Baydemir Prömiyer Tarihi: 4 Ocak 2009 Oyun, 1969'da Milano'da geçer. Duomo Meydanı civarında bir bomba patlar ve 16 kişi yaşamını yitirir. Polis patlamadan anarşistleri sorumlu tutar ve Giuseppe Pinelli'yi tutuklar. Anarşist Pinelli'nin, camdan atlayarak 'intihar' ettiği iddia edilir. Ve bir 'deli' sorgulanmak üzere aynı binaya getirilir. İşte, oyun da emniyet teşkilatının kaderini değiştiren olaylar da bundan sonra başlar.
YANGIN YERİ MARAŞ
Tiyatro: Canlar Tiyatrosu, Yazan: Serdar Doğan, Yönetmen: Cengiz Sezgin, Sahne Tasarımı: Rıfat Batur, Müzik Tasarımı: Hasan Yükselir, Oyuncular: Halil Esen, Cengiz Sezgin, İlkay Kayku, Hasan Ballıktaş, Melih Yetkin, Habip Hacımustafaoğlu, Figen Adıgüzel, Caner Yamaç, Süha Koçoğlu Prömiyer Tarihi: 24 Aralık 2008
a
Terapist Dr. Anita Wells'den ısrarla randevu isteyen bir hasta olan Ethan Steckler'in muayenehaneye gelişiyle başlar. Bilinen hastaterapist konuşmalarıyla başlayan seans Ethan'ın giderek doktoru çileden çıkaracak denli dayanılmaz bir adam olduğunun anlaşılması ve Dr. Anita gibi kocası Dr. Sidney'i de çileden çıkarması ile devam eder. Oyunun sonunda Ethan birdenbire değişir. Dünyayı farklı görmeye başlar. Ethan'ın muayenehaneden çıkmasıyla karı-koca birbirine girer, çünkü oyun boyunca Ethan'ın söylediği her söz doğrudur.
CIBIL KURT (Ç.O.)
6. KOĞUŞ
30 yıl öncesini, 19 Aralık 1978 Maraşı'ın anlatan Yangın Yeri Maraş adlı oyun, Alevi, Sünni gözetmeyen Maraşlıların beraber yaşarken, provokatörlerin işbaşında olduğunu ve bu katliamın nasıl planlı bir şekilde gerçekleştiğini anlatıyor. 20 yıldır aynı mahallede yaşayan, yeri geldiğinde aynı sofrada oturup, birbirlerine kirve olanların bile bu provokasyonda nasıl karşı karşıya getirildiğini anlatan oyun izleyenleri, kısa süre için de olsa o günlere götürüyor.
pe cy
Tiyatro: Adana Devlet Tiyatrosu, Yazan: Anton Çehov, Çeviren: Nihal Yalaza Taluy, Uyarlayan: Kemal Demirel, Yöneten: Petru Vutcarau, Sahne Tasarımı: Tatiana Popescu, Giysi Tasarımı: Tatiana Popescu, Işık Tasarımı: H. İbrahim Karahan, Oyuncular: Nimet İyigün, Devrim Evin, Murat Özben, Demet İyigün, E. Çağrı Turan, M. Şekip Taşpınar, Ömer Bertan, Ata Çağdaş Yıldırım, Başar Uğur, Mazlum Taşkıran Prömiyer Tarihi: 23 Aralık 2008 Felsefe öğrenimi gördüğü üniversitede son sınıftayken babasının işlerinin bozulması ve sonra da ölümü üzerine okulu bırakmak zorunda kalan Ivan dünya için de; insanlar için de hep iyi şeyler dilemiş, haksızlıklar yeryüzünden silinsin istemiştir. Çevresinde tanık olduğu haksızlıklar, acımasızlıklar karşısında derin acılar çekmektedir. Bir gün jandarmalar arasında elleri zincirli bir adamın götürüldüğünü görünce paranoid krizleri geçirir. Ve 6. koğuş diye bilinen akıl hastalarına ayrılmış bölüme kapatılır. Dr. Andery Ivan'ın entelektüel derinliğini keşfedince aralarında ilginç diyaloglar başlar ve bu sohbet; dışarıdakilerin mi yoksa içerdekilerin mi daha deli olduğu tartışmasına kadar derinleşir.
BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN (Ç.O)
Tiyatro: Diyarbakır Devlet Tiyatrosu, Yazan: Turgut Denizer, Yöneten: Hakan Şahin, Sahne Tasarımı: Murat Gülmez, Giysi Tasarımı: Günnur Orhon, Işık Tasarımı: Aydın Özdemir, Müzik: Kemal Günüç, Oyuncular: Şıvan Binici, Özden Gökgöz Prömiyer Tarihi: 28 Aralık 2008 Büyüyünce ne olacaksın? Bunu bilen ama aldırmayan büyüklere bir serzeniş... Aslında biz büyüklerin içinde kalmış meslekler vardır. İyi ki çocukları olmuş... 'E, büyüyünce ne olacaksın? Ben büyüdüm ama olamadım, keşke olabilseydim... Ama sen olabilirsin...' iç sesi ile ne komiktir düştükleri durum. Koskoca bir avukatın şarkıcı olma isteği ya da bir doktorun boksör olma isteği o anki mesleği ile nasıl uyuşabilir? Tüm çocuklar bu konuda büyüklere şunu söylemeli: 'Avukat, Futbolcu, Doktor, Eczacı, Hâkim, Boksör hatta Aslan Terbiyecisi... Ne olursa olsun bırakın benim istediğim olsun!'
60
YEDİ TEPELİ AŞK
Tiyatro: İBB Şehir Tiyatroları, Yazanlar: Nezihe Meriç, Ayşe Kilimci, Seray Şahinler, Evrim Yağbasan, Melisa Gürpınar, Uyarlayan-Yöneten: Ersin Umulu, Sahne-Giysi Tasarımı: Zuhal Soy, Işık Tasarımı: Yusuf Tuncer, Oyuncular: Sema Keçik, Esin Umulu, Hasibe Eren, Nur Saçbüker, Bensu Orhunöz Prömiyer Tarihi: 8 Ekim 2008
Bu öykülerde İstanbul'a duyulan aşkın yanı sıra, İstanbul'da yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan aşkları, öykülerdeki kadın kahramanların gözünden izleyeceğiz. Beş farklı kadın kahramanın anlattığı bu öykülerde, yedi tepeli kentin sokaklarını, Boğaz'dan geçen vapurlarını, Üsküdar'ın arkasından doğup Cihangir'in sırtlarında batan güneşini, yokuşlarını, kokusunu, rüzgârını ve güvercinlerini göreceğiz.
İÇİMDEKİ TİMSAH
Tiyatro: Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Yazan: Ali Poyrazoğlu, Yöneten: Ali Poyrazoğlu, Oyuncu: Ali Poyrazoğlu Prömiyer Tarihi: 28 Aralık 2008 Seyirciyi bir yandan güldürürken bir yandan da herkesin yaşamındaki en önemli olgularla ilgili aydınlatıcı bakışını paylaşıyor. İçimdeki Timsah özel yaşamında, kendinde, iş yaşamında, aşk hayatında, fark yaratarak herkesin kullanması gereken yöntemler üstüne düşünen bir oyun. Ali Poyrazoğlu'nun çalışma yöntemlerini, yasakları, aşkları, alışkanlıkları hınzır bir üslupla 'ti'ye alan, ezberbozan oyun.
DT
OCAK / Ankara Büyük Tiyatro
Küçük Tiyatro
01Perş FIRTINA
PİNTİ HAMİT
03 Ctesi (M)
PİNTİ HAMİT
03 Ctesi (S)
PİNTİHAMİT
Akün Sahnesi
Şinasi Sahnesi YENİ
02 Cuma
DEVLET TİYATROLARI
YILINIZ
KUTLU
SUÇLU YÜREKLER
Muhsin Ertuğrul Çayyolu Cüneyt
Altındağ Tiyatrosu
Sahnesi
OLSUN
YENİ
FOSFORLU CEVRİYE
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
AYYAR HAMZA
Oda Tiyatrosu
YILINIZ
GENÇ OSMAN
KUTLU
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
AYYAR HAMZA
GENÇ OSMAN
AYYAR HAMZA
GENÇ OSMAN
İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi Stüdyo Sahne
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
PİNTİ HAMİT
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
HÜZZAM
Ctesi 15:00-20:00 Pazar 15.00 Diğer Günler 20:00
AYYAR HAMZA TAHSİS
Şinasi Sahnesi GENÇ OSMAN
KÜÇÜK BİR MUCİZE KÖŞE BAŞI
SUÇLU YÜREKLER
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
FOSFORLU CEVRİYE
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
07Çrşba
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
AYYAR HAMZA
08 Perş
KÖŞEBAŞI
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
AYYAR HAMZA
TAHSİS
KÖŞEBAŞI
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
AYYAR HAMZA
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
AYYAR HAMZA
10 Ctesi (S)
KÖŞEBAŞI
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
AYYAR HAMZA
KANLI NİGAR
HÜZZAM
KANLI NİGAR
HÜZZAM GİORDANO BRUNO
KANLI NİGAR
KÖŞEBAŞI
SUÇLU YÜREKLER
FOSFORLU CEVRİYE
HÜZZAM
'FUL YAPRAKLARI
FOSFORLU CEVRİYE
FUL YAPRAKLARI
FOSFORLU CEVRİYE
15 Perş
ŞAHANE DÜĞÜN
FUL YAPRAKLARI
FOSFORLU CEVRİYE
ŞAHANE DÜĞÜN
FUL YAPRAKLARI
FOSFORLU CEVRİYE
GENÇ OSMAN
TEK KİŞİLİK ŞEHİR TEK KİŞİLİK ŞEHİR
17 Ctesi (M)
ŞAHANE DÜĞÜN
FUL YAPRAKLARI
FOSFORLU CEVRİYE
17 Ctesi (S)
ŞAHANE DÜĞÜN
FUL YAPRAKLARI
FOSFORLU CEVRİYE
KANLI NİGAR
KANLI NİGAR
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
KONTRABAS
GİORDANO BRUNO
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
KANLI NİGAR
KONTRABAS
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
Salı - Çrşba - Perş C u m a - C t e s i 18:30
GENÇ OSMAN
KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN
HÜZZAM
EŞİK
21Çrşba
KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN
HÜZZAM
EŞİK
22 Perş
ŞAHANE DÜĞÜN
HÜZZAM
EŞİK
HÜZZAM
EŞİK
GÖZLERİN YERALTINDAN NOTLAR ARDINDAKİ ÇOCUK
EŞİK
YERALTINDAN NOTLAR
EŞİK
YERALTINDAN NOTLAR
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
TARIHLERI ARASı AYSA
ŞAHANE DÜĞÜN
2 4 C t e s i (S)
ŞAHANE DÜĞÜN
ORGANIZASYON HÜZZAM
Stüdyo Sahne Salı-Cuma 20:00 Tüm Çocuk Oyunları 11:00
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ KASİMİR VE KAROLİNE
GÖZLERİN ARDINDAKİ ÇOCUK
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
25 Pazar (M) GENÇ OSMAN
2 6P t e s i
ŞAHANE DÜĞÜN
HÜZZAM
EŞİK
SUNAY AKIN ANLATIYOR
27 Salı
FIRTINA
""TAHSİS
TAHSİS
İHANET
FOSFORLU CEVRİYE
BİR DAHA ÇAL SAM
2 8Ç r ş b a
KÖŞEBAŞI
İHANET
FOSFORLU CEVRİYE
BİR DAHA ÇAL SAM
GALİLEİ'NİN YAŞAMI
JAPON KUKLASI
29 Perş
KÖŞEBAŞI
İHANET
FOSFORLU CEVRİYE
BİR DAHA ÇAL SAM
GALİLEİ'NİN YAŞAMI
JAPON KUKLASI
3 0c u m a
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
GÖZLERİN ARDINDAKİ ÇOCUK
GÖZLERİN KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ 'YERALTINDAN NOTLAR ARDINDAKİ ÇOCUK KASİMİR VE KAROLİNE KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ KASİMİR VE KAROLİNE GÖZLERİN YERALTINDAN NOTLAR ARDINDAKİ ÇOCUK
19.01.2008-25.01.2009
ŞAHANE DÜĞÜN
İrfan Şahinbaş Atölye Sah. Çrşba 20:00 Perş 20:00 Ctesi 15:00
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
FOSFORLU CEVRİYE
2 4C t e s i ( M )
TAVANDAKİ KUŞ
KONTRABAS
KANLI NİGAR
Çayyolu 125. Yıl Sahnesi Çrşba-Perş Cuma-20:00 Ctesi 15:00 - 20:00
GİORDANO BRUNO
ŞAHANE DÜĞÜN
GENÇ OSMAN
GİORDANO BRUNO
KONTRABAS
GENÇ OSMAN
19Ptesi
TAVANDAKİ KUŞ
KONTRABAS
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
KÜÇÜK BİR MUCİZE
18 Pazar (M)
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
KANLI NİGAR
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
11:00
"'TAHSİS
pe cy a
GENÇ OSMAN
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
14Çrşba
25 Pazar (M)
Ctesi 15:00-20:00 Pazar 15:00 Diğer Günler 20:00 Çocuk Oyunu
KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN
23Cuma
Ctesi 15:00-20:00 Pazar 15:00 Diğer Günler 20:00
AYYAR HAMZA
12Ptesi
20 Salı
Akün Sahnesi TAVANDAKİ KUŞ
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
1 1 P a z a r ( M GENÇ ) OSMAN
18Pazar (M)
HÜZZAM
KANLI NİGAR
(M)
16 Cuma
KANLI NİGAR
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
KÖŞEBAŞI
13 Salı
GİORDANO BRUNO
Ctesi 15:0020:00 Pazar 15:00 Diğer Günler 20:00
GİORDANO BRUNO
10 Ctesi (M)
11 Pazar
TAVANDAKİ KUŞ
HÜZZAM
AYYAR HAMZA
KÜÇÜK BİR MUCİZE KÖŞEBAŞI
09 Cuma
15:00
Küçük Tiyatro
05 Ptesi 0 6s a l ı
Büyük Tiyatro Salı - Cuma 20:00 Pazar
GİORDANO BRUNO
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
FIRTINA
Oyun Başlama Saatleri Ankara
OLSUN
HÜZZAM
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ
04 Pazar (M) 04 Pazar (M)
Gökçer Sahnesi
FIRTINA
KÖŞEBAŞI
İHANET
FOSFORLU CEVRİYE
BİR DAHA ÇAL SAM
31 Ctesi (M)
KÖŞEBAŞI
İHANET
fOSFORLU CEVRİYE
BİR DAHA ÇAL SAM
31 Ctesi (S)
KÖŞEBAŞI
İHANET
FOSFORLU CEVRİYE
BİR DAHA ÇAL SAM
DEVO . PERA
BALE
•SUNAY
AKIN
İSTANBUL
GALİLEİ'NİN YAŞAMI
DT.
İZMİR
DT.
KASİMİR VE KAROLİNE KASİMİR VE KAROLİNE BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
JAPON KUKLASI
GALİLEİ'NİN YAŞAMI GALİLEİ'NİN YAŞAMI
FRANSIZ KÜLTÜR MERKEZİ AYSA ORGANİZASYON
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
JAPON KUKLASI
KASİMİR VE KAROLİNE
JAPON KUKLASI
İSTAN BUL DT. SANAT TİY. ANKARA ÇAYYOLU PLATFORMU DURU TİYATRO
61
OCAK / İstanbul Şişli Cevahir Sahnesi
Şişli Cevahir Genç Kuşak Sahnesi
01 Peşm
YENİ
YILINIZ
Harbiye Kenter Tiyatrosu KUTLU
Konak Sahnesi
Beykoz Feridun Kartal Bülent Karakaya Sahnesi Ecevit Sahnesi
OLSUN
YENİ
YILINIZ
Karşıkaya Ragıp Haykır Sahnesi KUTLU
Karşıkaya Oda Tiyatrosu
DEVLET TİYATROLARI
Oyun Başlama Saatleri
OLSUN
02cuma
SOKRATES'İN SON GECESİ
BİR ŞUBAT GECESİ
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN
TEYZESİ
03 Ctesi (M)
SOKRATES'İN SON GECESİ
BİR ŞUBAT GECESİ
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN
TEYZESİ
Şişli Cevahir Sahnesi Salı-Çarş.
03 Ctesi (S)
SOKRATES'İN SON GECESİ
04 Pazar (M)
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BEYKOZ BELEDİYESİ
SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN
BİR ŞUBAT GECESİ
Perş/Cuma
TEYZESİ
20.00
CTesi
15.00-20.00
Pazar
15.00
Şişli Cevahir Genç Kuşak Sahnesi
YAĞMURLA GELEN SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
0 4 P a z a r( M )
Çocuk Oyunu 11:00-13:00
SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN
12:00- 14:00
05Ptesi
Harbiye Kenter Tiyatrosu
06Salı
FUL YAPRAKLARI
07 Çrba
FUL YAPRAKLARI
BİR ŞUBAT GECESİ
UYARCA
BİR DAHA ÇAL SAM
08 Perş
FUL YAPRAKLARI
BİR ŞUBAT GECESİ
UYARCA
BİR DAHA ÇAL SAM
ÜÇKAĞITÇI
09 Cuma
FUL YAPRAKLARI
BİR ŞUBAT GECESİ
UYARCA
BİR DAHA ÇAL SAM
ÜÇKAĞITÇI
10 Ctesi (M)
FUL YAPRAKLARI
BİR ŞUBAT GECESİ
BİR DAHA ÇAL SAM
ÜÇKAĞITÇI
BİR DAHA ÇAL SAM
ÜÇKAĞITÇI
BİR ŞUBAT GECESİ FUL YAPRAKLARI
11 Pazar (M)
BAVUL HİKAYESİ
K E
11 Pazar (M)
DELİL YETERSİZLİĞİ
BİR DAHA ÇAL SAM
10 Ctesi (S)
UYARCA
N
DELİL YETERSİZLİĞİ
Perş.-Cuma
20.00
CTesi
15.00-20.00
Pazar
15.00
Saı-Çarş Perş.-Cuma
20.00
CTesi
15.00-20.00
Pazar
15.00
Kartal Bülent Ecevit Sahnesi
ÜÇKAĞITÇI
UYARCA
Salı-Çarş.
Beykoz Feridun Karakaya Sahnesi
AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ
T
Çocuk Oyunu
13:00
BİR ŞEHNAZ OYUN
R
14 Çrba
BİR ŞEHNAZ OYUN
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
L
15 Perş
BİR ŞEHNAZ OYUN
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
E
16Cuma
BİR ŞEHNAZ OYUN
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
17 Ctesi (M)
BİR ŞEHNAZ OYUN
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
17 Ctesi (S)
BİR ŞEHNAZ OYUN
R
SOKRATES'İN SON GECESİ
BİR DAHA ÇAL SAM
SOKRATES'İN SON GECESİ
BİR DAHA ÇAL SAM
SOKRATES'İN SON GECESİ
YAĞMURLA GELEN BİR DAHA ÇAL SAM
SOKRATESİN SON GECESİ
BİR DAHA ÇAL SAM
SOKRATES'İN SON GECESİ
BİR DAHA ÇAL SAM
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
18 Pazar (M)
19Ptesi
BAVUL HİKAYESİ
20 Salı
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
DELİL YETERSİZLİĞİ
İzmir Konak Sahnesi Salı-Çars. Pers/Cuma
ÜÇKAĞITÇI
ÜÇKAĞITÇI
20.30
CTesi
14.00-20.30
Pazar
14.00
Çocuk Oyunları- 11.00-14.00
ÜÇKAĞITÇI ÜÇKAĞITÇI
Haykır Sahnesi
AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ
BİR ŞEHNAZ OYUN
18 Pazar (M)
DELİL YETERSİZLİĞİ
BİR DAHA ÇAL SAM
pe cy
13 Salı
a
E
12Ptesi
Perş-Cuma ÜÇKAĞITÇI
20.30
CTesi
1400-20.30
Pazar
14.00
Çocuk Oyunları 11.00-14.00 FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ
YAĞMURLA GELEN
BİR GARİP ORHAN VELİ
Karşıyaka Oda Tiyatrosu
YAĞMURLA GELEN
BİR GARİP ORHAN VELİ
Salı-Çarş.
20:00
21Çrşba
BAVUL HİKAYESİ
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
KRAL DAİRESİ
FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ
22 Perş
BAVUL HİKAYESİ
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
KRAL DAİRESİ
FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ BİR DAHA ÇAL SAM
Selahattin Akçiçek Sahnesi
23Cuma
BAVUL HİKAYESİ
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
KRAL DAİRESİ
FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ BİR DAHA ÇAL SAM
Çocuk Oyunu 11:00-14:00
24 Ctesi (M) 24 Ctesi (S)
BAVUL HİKAYESİ
25Pazar
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
BAVUL HİKAYESİ
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
KRAL DAİRESİ KRAL DAİRESİ
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
2 5 P a z a r( M )
FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ
AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
(M)
FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ
BİR DAHA ÇAL SAM BİR DAHA ÇAL SAM YAĞMURLA GELEN
KRAL DAİRESİ
2 6 Pztsi 27salı
NE DERSİN AZİZİM
28 Çrşba
NE DERSİN AZİZİM
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BİR ŞEHNAZ OYUN
TEYZESİ
29 Perş
NE DERSİN AZİZİM
D E Ğ İ Ş M İ Ş ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BİR ŞEHNAZ OYUN
TEYZESİ
30 Cuma
NE DERSİN AZİZİM
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BİR ŞEHNAZ OYUN
TEYZESİ
3 1 C t e s i( M )
NE DERSİN AZİZİM
DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BİR ŞEHNAZ OYUN
TEYZESİ
31 Ctesi (S)
NE DERSİN AZİZİM
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BİR ŞEHNAZ OYUN
TEYZESİ
*Promiyer
62
DT
OCAK / İzmir
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
BİR GARİP ORHAN VELİ
TEYZESİ
Prömiyer
BİR GARİP ORHAN VELİ FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ
OCAK/
Bursa Oda Tiyatrosu
Sahnesi
DT
Adana Trabzon Diyarbakır Antalya Erzurum Hacı Ömer Sabancı Kül. Merkezi Sahnesi
Atapark Haluk Ongan Sahnesi
Orhan Asena Sahnesi
Haşim Işcan Kültür Merkezi DT Sahnesi
Erzurum Sahnesi
DEVLET TİYATROLAR]
Oyun Başlama Saatleri Bursa
01 perş
Avp Sahnesi
02 Cuma
BU CAN BENİM KİME NE?
03 Ctesi (M)
BU CAN BENİM KİME NE?
03 Ctesi (S)
BU CAN BENİM KİME NE?
04 Pazar (M)
DANS EDEN EŞEK
BAŞ BELASI
BAŞ BELASI
ŞAN RESİTALİ
DOĞAL ZEHİR
PAPA'NIN KAÇIRILDIĞI GÜN
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
DOĞAL ZEHİR
PAPA'NIN KAÇIRILDIĞI GÜN
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
ŞAN RESİTALİ
DOĞAL ZEHİR
PAPA'NIN KAÇIRILDIĞI GÜN
KÜÇÜK KARABAUK
SOYTARILAR OKULU
BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
15,00-20.30
Pazar
15.00
Çocuk Oyunu
14:00
Pers-Cuma-CTesi
18.30
Salı-Çarş-Perş-Cuma
20,00
ÇANAKKALE'DE ZAMAN
0 5P t e s i
(ADANANIN KURTULUŞU)
06 Salı
DANS EDEN EŞEK ASİYE NASIL KURTULUR
RİTA'NIN ŞARKISI
07Çrşba
ASİYE NASIL KURTULUR?
KÜÇÜK KARABALIK (M M) RİTA'NIN ŞARKISI
SOYTARILAR OKULU
08 Perş
ASİYE NASIL KURTULUR?
AKIL DEFTERİ
RİTA'NIN ŞARKISI
DOĞAL ZEHİR
09 Cıra
ASİYE NASIL KURTULUR?
AKIL DEFTERİ
RİTA'NIN ŞARKISI
10 Ctesi (M)
ASİYE NASIL KURTULUR?
10 Ctesi (S)
ASİYE NASIL KURTULUR?
11 Pazar (M)
DANS EDEN EŞEK
CIBIL KURT (MM)
CTesi
CIBIL KURT YABAN ÖRDEĞİ
KIRMIZI ŞAPKALI KURT
CEZA KANUNU
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
DOĞAL ZEHİR
CEZA KANUNU
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
RİTA'NIN ŞARKISI
DOĞAL ZEHİR
CEZA KANUNU
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
AKIL DEFTERİ
RİTA'NIIN ŞARKISI
DOĞAL ZEHİR
CEZA KANUNU
YABAN ÖRDEĞİ
İKİ EFENDİNİN UŞAĞI
KÜÇÜK KARABALIK
SOYTARILAR OKULU
BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?
MASALLAR VE TÜRKÜLER
İKİ BAVUL DOLUSU
14:00 Trabzon 20.00
CTesi
15.00-20.00
Pazar
15.00
Çocuk Oyunları 1030 Diyarbakır Perş-Cuma
1 2P t e s i
CTesi
YILDIZLAR GÖKTE YAŞAR 6.KOĞUŞ
1 4Ç r ş b a
DELİ BAYRAMI
KÜÇÜK KARABALIK (M M) 6.KOĞUŞ
15 Perş
DELİ BAYRAMI DELİ BAYRAMI
17 Ctesi (M)
DELİ BAYRAMI
17 Ctesi (S)
DELİ BAYRAMI
(M)
BAŞ BELASI
BAŞ BELASI
DANS EDEN EŞEK
DOĞAL ZEHİR
CEZA KANUNU
CIBIL KURT BENİM DOKTOR OĞLUM BENİM DOKTOR OĞLUM
CEZA KANUNU
BENİM DOKTOR OĞLUM
TEHLİKELİ SAPLANTI
6.KOĞUŞ
DOĞAL ZEHİR
CEZA KANUNU
BENİM DOKTOR OĞLUM
TEHLİKELİ SAPLANTI
6.KOĞUŞ
DOĞAL ZEHİR
CEZA KANUNU
BENİM DOKTOR OĞLUM
TEHLİKELİ SAPLANTI
pe
14.00
Çarş-Perş-Cuma TEHLİKELİ SAPLANTI
DOĞAL ZEHİR
BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?
20.00 15.00-20.00
CIBIL KURT (MM)
6.KOĞUŞ
SOYTARILAR OKULU
(M)
19Ptesi
6.KOĞUŞ
SOYTARILAR OKULU
cy
16 Cuma
BAŞ BELASI
a
Çocuk Oyunu
DANS EDEN EŞEK DELİ BAYRAMI
13 Salı
18 Pazar
15.00-20.00
Çocuk Oyunu 10.00-11.00
Perş-Cuma
11Pazar(M)
Ctesi
1500-20.00
CTesi
15.0O-2O.OC
ÇOCUK Oyunları 11.00-14.00
Erzurum Pers-Cuma CTesi
CIBIL KURT
Çocuk Oyunu
19.30 14.00-19.30 14:00
BACH ORYANTAL
20 Salı
AKILLI SOYTARI ASİYE NASIL KURTULUR
21Çrşba
ASİYE NASIL KURTULUR?
22 Perş
ASİYE NASIL KURTULUR?
23 Cuma
ASİYE NASIL KURTULUR?
24 Ctesi
ASİYE NASIL KURTULUR?
24 Ctesi (S)
ASİYE NASIL KURTULUR?
25 Pazar (M) 25 Pazar
CTesi
Feraizcizade Oda Tiyatrosu
04 Pazar (M)
18 Pazar
Salı-Çarş.-Perş.-Cuma 20.30
ZİYARETÇİ
MASALLAR VE TÜRKÜLER (MM)
KÜÇÜK KARABALIK (M M) ZİYARETÇİ
MASALLAR VE TÜRKÜLER YABAN ÖRDEĞİ TEK KİŞİLİK ŞEHİR
AKIL DEFTERİ
ZİYARETÇİ
DOĞAL ZEHİR
"BENİM DOKTOR OĞLUM
YABAN ÖRDEĞİ
AKIL DEFTERİ
ZİYARETÇİ
DOĞAL ZEHİR
BENİM DOKTOR OĞLUM
YABAN ÖRDEĞİ
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
ZİYARETÇİ
DOĞAL ZEHİR
BENİM DOKTOR OĞLUM
YABAN ÖRDEĞİ
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
ZİYARETÇİ
DOĞAL ZEHİR
BENİM DOKTOR OĞLUM
YABAN ÖRDEĞİ
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
KÜÇÜK KARABALIK
SOYTARILAR OKULU
AKIL DEFTERİ
AKILLI SOYTARI
(M)
2 6P t e s i 27 Salı
YILDIZLAR GÖKTE YAŞAR BU CAN BENİM KİME NE?
'TEK KİŞİLİK ŞEHİR
28 Çrşmba
BU CAN BENİM KİME NE?
KÜÇÜK KARABALIK TEK KİŞİLİK ŞEHİR
29 Perş
BU CAN BENİM KİME NE?
BAŞ BELASI
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
DOĞAL ZEHİR
SAHNEMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR
GECENİN KULLARI
ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR
30 Cuma
BU CAN BENİM KİME NE?
BAŞ BELASI
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
DOĞAL ZEHİR
SAHNEMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR
GECENİN KULLARI
ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR
31 Ctesi (M)
BU CAN BENİM KİME NE?
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
DOĞAL ZEHİR
SAHNEMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR
GECENİN KULLARI
ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR
31 Ctesi (S)
BU CAN BENİM KİME NE?
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
DOĞAL ZEHİR
SAHNEMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR
GECENİN KULLARI
ŞEYTAN AYRINTDA GİZLİDİR
Prömiyer ÜLKÜERAKALIN
BAŞ BELASI
MERSİN
DEV.OPERA
GECENİN KULLARI
BALE
ÛLKÜ ERAKALIN
Prömiyer
Prömiyer
ANKARA DT.
63
OCAK/Konya Sivas Van G.Antep Malatya Elazığ Aydın DT
Atatürk
Sahnesi
Kültür Merkezi
Kültür Merkezi
DT Sahnesi
DT Sahnesi
DT Sahnesi
Sahnesi
Şükran Güngör
DT
Turneler Her ay her ilde tiyatro
DEVLET TİYATROLARI
Oyun Başlama Saatleri
Sahnesi
01 Perş 02 Cuma
BAYAZlT
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
03 Ctesi (M)
BAYAZIT
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
03 Ctesi (S)
BAYAZIT
KOKONA YATYOR GEVEZE BERBER
ÇİRKİN PRENSESLE ŞİŞKO PRENS CUCO
Konya KÜÇÜK KARABALIK(MM)
Pers.-Cuma CTesi
BİLMİYOR(MM) KÜÇÜK KARABALIK (MM)
Çocuk Oyunu 10.30-14.00 ÇİRKİN PRENSESLE ŞİŞKO PRENS
04 Pazar (II)
Sivas Pers.-Cuma
04 Pazar (M)
CTesi
0 5P t e s i
Çocuk Oyunu 06 Salı 07
Çapla
08 Perş
20.00 15.00-20.00
19.30 14.00-19:30 14.00
MİDAS'IN KULAKLARI (M-M) TEK KİŞİLİK ŞEHİR
İSTANBUL SABANCI ÜNİVERSİTESİ
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
MlDASIN KULAKLARI (M-M)
OYUNUN ADI KÜLKEDİSİ
CUCO BİLMİYOR
BAYAZIT
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
ÇİRKİN PRENSESLE ŞİŞKO PRENS
EŞİK
ÇİRKİN PRENSESLE ŞİŞKO PRENS
EŞİK
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
İSTANBUL SARİYER YÜZ YOL IŞIL KOLEJİ SALONU
CUCO BİLMİYOR
EŞİK
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
DEĞİŞTİRLMİŞ ÇOCUK (M)
EŞİK
TEK KİŞİLİK ŞEHİR
BAYAZIT 09 Cuma BAYAZIT
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
10 Ctesi (M) BAYAZIT
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
10 Ctesi (S)
Pers.-Cuma
19.30
CTesi Matine 13.30-19.30 Çocuk Oyunu Çarş.-Pazar
13,30
Gaziantep Perş.-Cuma
CUCO BİLMİYOR
11 Pazar (M)
Van
20:00
CTesi 11 Pazar (M)
Çocuk Oyunu 11:00-14:00
12Ptesi MİDAS'IN KULAKLARI (MM)
1 4Ç r ş b a
MİDAS'IN KULAKLARI (MM)
OYUNUN ADI KÜLKEDİSİ
CUCO BİLMİYOR
15 Perş
EVLENME
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
GAYRI RESMİ HÜRREM
EVLENME
17 Ctesi (M)
EVLENME
17 Ctesi (S)
EVLENME
18 Pazar (M) 1 9P t e s i
21
Çapla
MİSAFİR
GAYRI RESMİ HÜRREM
ZİYARETÇİ
MİSAFİR
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
GAYRI RESMİ HÜRREM
ZİYARETÇİ
MİSAFİR
GAYRI RESMİ HÜRREM
ZİYARETÇİ
MİDAS'IN KULAKLARI MİDAS'IN KULAKLARI
OYUNUN ADI KÜLKEDİSİ
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
KANLI NİGAR
CEZA KANUNU
23 Cuma
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
KANLI NİGAR
CEZA KANUNU
ÇILGIN DÜNYA
2 4 C t e s i (M)
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
KANLI NİGAR
CEZA KANUNU
ÇILGIN DÜNYA
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
KANLI NİGAR
CEZA KANUNU
ÇILGIN DÜNYA
İKİ BAVUL DOLUSU
Pers.-Cuma CTesi
20:00 14:00-20:00
Çocuk Oyunu 11:00-14:00
Aydın Pers.-Cuma CTesi
KAHRAMANMARAŞ BENİM DOKTOR OĞLUM BENİM DOKTOR OĞLUM
RİZE DOĞAL ZEHİR
ASİYE NASIL KURTULUR
2 8Ç r ş b a RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
ASLAN ASKER CHVEİK
AYYAR HAMZA
BENİM DOKTOR OĞLUM
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
ASLAN ASKER CHVEİK
AYYAR HAMZA
BENİM DOKTOR OĞLUM ASİYE NASIL KURTULUR
31 Ctesi (M)
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
ASLAN ASKER CHVEİK
AYYAR HAMZA
BENİM DOKTOR OĞLUM ASİYE NASIL KURTULUR
31 Ctesi (S)
RESİMLİ OSMANLI TARİHİ
ASLAN ASKER CHVEİK
AYYAR ,HAMZA
BENİM DOKTOR OĞLUM ASİYE NASIL KURTULUR
ANKARA DT.
ASİYE NASIL KURTULUR
20:00 14:00-20:00
Çocuk Oyunu 11:00-14:00
DELİL YETERSİZLİĞİ
27 Salı
64
Elazığ KIRMIZI ŞAPKALI KURT
ÇILGIN DÜNYA
2 6P t e s i
30 Cuma
Çocuk Oyunu 11:00-14:00
FOÇA
Pazar(M
29 Perş
20:00 14:00-20:00
ORDU
ÇILGIN DÜNYA
2 5 P a z a r( M ) 25
CTesi
MİSAFİR
22 Prşmbe
2 4 C t e s i (S)
YAĞMURLA GELEN (M-M)
MİSAFİR
ZİYARETÇİ
KOKONAYATIYOR GEVEZE BERBER
KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER
Pers.-Cuma
CUCO BİLMİYOR
18 Pazar (M)
20 Salı
YAĞMURLA GELEN (M-M)
pe cy
16 Cuma
Malatya
a
13Salı
ocak 2009 ÇATIŞMALAR
MASKELİLER
Yazan: Jean-Michel RİBES ve Roland TOPOR Yazan : İlan HATSOR Çeviren ve Yöneten : Arzu BİGAT BARİL Çeviren : Nebil TARHAN Yöneten : Veysel Sami BERİKAN
YOLCU
KOCAELİ BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
ŞEHİR TİYATROLARI
O GÜZELİM KAYMAKLI DONDURMA RENGİ ELBİSE
Yazan Çeviren Yöneten
RITA
Yöneten
: Mehmet Sait KARAÇORLU : Ali DÜŞENKALKAR
BENİM GÜZEL PABUÇLARIM
Yazan Yöneten
Oyunlaştıran ve Yöneten:
(Mevlana'nın Mesnevi'sinden Oyunlaştıran E m r e
KOYUNCUOĞLU
pe
zan
cy
a
IRK BİTİG
Ray BRADBURY Gül EVRİN Mehmet ÇEVİK
Dersu Yavuz ALTUN Zuhal ERGEN
Yazan : Willy RUSSELL Çeviren : Sevgi SANLI Yöneten : A. Nejat BİRECİK
PİNOKYO
HOŞU'NUN UTANCI
Yazan Yöneten
: Şinasi EKİNCİOĞLU : Zuhal ERGEN
Yazan Yöneten
: Carlo GOLDONI : Veysel Sami BERİKAN
SDKM Yahyakaptan / İZMİT Gişe : 0 262 311 59 01 / 2306 Halkla İlişkiler: 2346-2347 Fax: 0 262 311 59 15 Halk Eğitim Sahnesi / İZMİT Gişe : 0 262 325 53 16 www.kocaeli.bel.tr/e-posta
:
sehirtiyatrosu@kocaeli.bel.tr
pe cy a