Bizim Külliye 39. sayı

Page 1


Muhterem Okurlar, Dergimizin dosya konusu “tarih ve edebiyat”. Tarih ve edebiyat milletlerin varlık belirleyicileri, süreklilik unsurları. Tarihi edebiyata, edebiyatı tarihe tercih etme gibi bir lüksümüz yok. Ancak edebiyat kefesinin yere daha yakın durduğunu söylemeden de geçemeyeceğiz. Mustafa Miyasoğlu, tarihin bir edebiyat türü sayıldığı ve tarih kitaplarının da teşbih ve istiare gibi edebî sanatlardan yararlanarak okuyucusunu etkilemeye çalıştığı dönemlerden geçtiğimizi belirtirken, Hasan Akçay için tarih ve edebiyat, farklı alanlar gibi görünse de aslında iç içe geçmiş iki türdür. Yahya Akengin, tarihi anlamlı kılanın, tarihteki olaylara kılık kıyafet giydirenin yine edebiyat ürünleri olduğu üzerinde duruyor. Metin Önal Mengüşoğlu, “Tarih ilmini ilimler sınıfından saymayanlara dikkatimizi çekerek; bu ikinci kanaati besleyen, destekleyen bir hayli delil temin etmek mümkündür.” diyor. Mahir Adıbeş, edebiyat, tarihin konuşan dili, tespitiyle âdeta, dilsiz bir tarihin neye yarayacağını, bizlere soruyor. İnci Enginün ve Ataol Behramoğlu, kendileriyle yapılan konuşmada zamanın kesintisizliğine işaret ederek tarihi bütünsel bir akış olarak algılıyorlar. Emrah Gürsu, Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinden hareketle: ‘tarihin, şiirin anakronistik boyutunda güçlenmiş ve geçmişten geleceğe akan bir zamandır’ tezini savunuyor. Mehmet Nuri Eminler, ‘tarih ve moral değerlerimize temayül etmemizin dinamiği’ olan bir şiire, Yahya Kemal’in ‘İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar’ şiirine odaklanıyor. Şinasi Gülaçtı, zalim ve mazlumların mücadelesi bir tarihe vurgu yaparken “Zulmün bayrağını dalgalandıran Tanrı’nın rüzgârı değil, olsa olsa iblisin nefesidir.” diyor. Ayrıca İsmail Çetişli, Rıfat Araz, Beyhan Kanter, Ahmet Uludağ, Lütfü Parlak, Ünal Taşkın, Özcan Bayrak, İbrahim Çapan ve Suat Bulut’un düşünce kapılarımızı aralayacak yazılarının dikkatleri çekeceğini umuyoruz. 39. sayımızda tarih-edebiyat ilişkisi üzerine düşünülmesi ve söylenilmesi gerekeni yerimizin darlığından söyleyemediğimiz için, 40’ıncı sayımızda da aynı konuyu sürdüreceğimizin bilinmesini isteriz. Sağlıcakla kalın. Nazım Payam


Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Behçet Necatigil

NAZIM PAYAM

"... âb-ı hayatın kaynağı edebiyattadır. Edebiyat, fertlere her an, her saat, her türden tehlikeye karşı uyanıklık halidir. En sağlıklı seferberlik; insanı, insanlığı göz ardı etmeden edebiyatla yapılan seferberliktir. Bu, savaş karşıtı direncin de bir beyannamesi."

“Sosyal hayatımızı düzenleyen tarih mi, edebiyat mı?” sorusunu cevaplandırmak zorunda kalsaydım galiba çaresizliğin verdiği hırstan çatlardım. İkiz çocuklarından birini yaşatmak için ötekini yok saymak çokları gibi benim de harcım değil. Okumaya başladığımdan bu yana tarihe merakım dozunu artırarak devam ediyor. Edebiyata meylimden mahrum kaldıklarımı saymakla bitiremem. Sancılı merak ve meyil mahrumiyetine rağmen bu ikizlerle baş başa kalmanın huzurunu kolay kolay bir başka şeylere değişmem. Bunlar benim maşukum. Kâğıt, kalem arasına sıkışmış maşuklarımı açmaya göreyim; onların büyüleyici güzelliklerinden karamsarlığımıza ne dersler ne hayaller çıkarırım. Edebiyatın, sanatın işlediği her konuyu tarihin bir parçası; tarihte yaşanılmış her olguyu edebiyatın, sanatın konusu olmaya

3

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


namzet bilirim. Okuduğum edebî türün konusu tarihimizden bir yapraksa zevkten esrik olmam kaçınılmaz. Tarih bilimi ve edebiyat yalnız beni mi etkiler, yalnız benim milletimin mi aynasıdır? Arnold Toynbee “Tarih Bilinci”nde bunu daha veciz genelliyor: “Tarih merakı sadece entelektüel bir alıştırma değildir; aynı zamanda duygusal bir yaşantıdır; bunda payı olan duygulardan biri de huşu duygusudur.” İşte bu “huşu duygusu”yla, tarihin içini dolduranı merak etmekten kendini alıkoyamıyor insan. Ve ikizlerin esenliği için usulca sanata, edebiyata doğru kayıyor. Bir milletin binlerce, on binlerce yıla uzanan derinliğinin kanıtı; bugünlere kadar bırakmış oldukları edebî eserleri, sanatlarıdır. Sanata, edebiyata yeterince değer veremeyen, vermeyenlerin ise geçmişteki varlıklarına şüphe ile bakılmakta, isimleri akraba kabul edilen toplumlara iliştirilerek geçiştirilmekte. Lakin tarih, mağlup milletlerin eser sahibi sanatçı evlatlarını bir gün savaşı kazanacak kahraman gibi anar, atalarını diriltecek anıları yüreğinde saklar. Ölçülü dil, muhteva, estetik bütünlüğü ile insan enginliğini somutlaştıran edebiyat, kanımca tarihten evladır, sosyal hayatımıza daha fazla tesir edendir. Tarih, bir millet, bir devlet var oldukça kayda geçecektir. Oysa âb-ı hayatın kaynağı edebiyattadır. Edebiyat, fertlere her an, her saat, her türden tehlikeye karşı uyanıklık halidir. En sağlıklı seferberlik; insanı, insanlığı göz ardı etmeden edebiyatla yapılan seferberliktir. Bu, savaş karşıtı direncin de bir beyannamesi. Tanpınar, “Atatürk” isimli makalesinde; kahramanların gerçek yüzleri ancak sanatta görülür, tezini savunur. Çok zaman tarihi yönlendiren milletlerin ortak arzusu bir kişiyle tecelli eder. O kişinin hayalleri, hakikati, ataklığı, cesareti, bütün bir milletin gerçekleştirmek istediğine kâfidir. Böyleleri, meraklar, takvimler, arzular gibi edebiyattan beslenir; ortak hafızanın, ortak arzunun ameli, dahası lideri olurlar. Onların bi-

yografileri, anıları “yurtta sulh cihanda sulh” nöbetlerini sürdürür. Alman sosyolog Georg Sımmel “Tarih Felsefesinin Problemleri” adlı eserinin ilk bölümüne şu görüşüyle girer: “ Siyasal ve toplumsal, ekonomik ve dinî, hukuki ve teknik bütün dış olaylar eğer ruhsal hareketlerden kaynaklanmamış ve ruhsal hareketlere sebep olmamış olsalardı bizim için ne ilginç ne de anlaşılır olurlardı.” Devletler de insanlar gibi önce ihtiyaçları doğrultusunda arzu eder, sonra arzusunu gerçekleştirme yolunda biçimlenir. Devletin bütün unsurları, şartları, yasaları ve gelenek disiplini edebiyatın filizlendirdiği ortak hedefler neticesidir. Tarih, bu neticeleri bir şekilde yaşayan ve tanık olanların ifadesidir. Sımmel, eserinin ikinci paragrafında; “…tarih eğer bir kukla oyunu olmayacaksa, ruhsal olayların tarihidir” yargısını ileri sürer. Ferdi, yalnız neticelere ve kronolojik tasnife itmek, böyle bir tablodan geleceğin yol haritasını çıkarmaya koyulmak, gerçekten tarihi “bir kukla oyunu” yapmaz mı? Türküsüyle, roman, hikâye, piyesiyle, yargılarıyla tarihî olayları millet hafızasında yaşatan edebiyat, milletin kaderini de belirler. İnsan, tasarılarıyla, yanılgılarıyla, yenilgileriyle, tecrübesiyle, sevdalarıyla, en evveli de sevdalarına teslimiyetiyle insandır. Bütün bunları dile getiren ve bazen bir cümlesiyle bazen bir metniyle insanın içinde bulunduğu durumu, niyeti tescilleyen edebiyattır. “Ruhsal hareket”leri görmezden gelerek, insana bir iki nicelikle hedefler göstermek onu alelade bir derekeye indirmez mi? Elbette tarih, sonuç ve kronolojiden ibaret değildir. Ama edebiyattan, sanattan ve bunların sorgusundan mahrum tarih, meçhul geleceği ne derece ışıklandırabilir? Veya Mehmet Niyazi’nin şu tespitini hangi tarih kitabından okuyabiliriz: “Bir milletin ölüsü, bir toprağı vatan yapmaya yetseydi, Yemen’in Türk vatanı olduğundan kim şüphe edebilirdi?” ■

4

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


MUSTAFA MİYASOĞLU

Tarihin edebî bir tür olması, tarihçinin dili ve dünya görüşü, hatta hayata bakışıyla da ilgilidir. Bir sanatçının tavrıyla, kitaplarından zengin olmayı düşünenlerin yazdıkları arasında elbette pek çok farklılıklar olacaktır. O yüzden de “Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir!” denmiştir.

R

oman kavramı, anlatı türlerinden biri olmak bakımından, tarih duygusuyla birlikte ele alınmak durumundadır. Yaşanan sahneleri ve olayları canlandıran tiyatro ile şairin ferdî duygusunu ifade eden lirik şiir dışında, edebî türlerin pek çoğu anlatı karakteri taşır ve daha yazılırken mazi duygusu verir. Bu bakımdan, Aydınlanma Çağı ile birlikte bilimsel çalışmalarla sanat çalışmaları dil ve teknik olarak birbirinden ayrılıncaya kadar, tarih de bir yazılı edebiyat türü sayılır ve romanla çok iç içe görülürdü. Kısaca, geçmişte yaşamış insanlar ile olmuş hâdiselerin anlatımına tarih; olabilecek hâdiselerle hayalî kişilerin anlatımına da roman denmesi daha yaygındı. Elbette ikisi de edebî sayılırdı. Tarihî roman kavramı, bu türlerin dil ve anlatım olarak kesin bir ayrıma tabi tutulduğu bir dönemden sonra söz konusu olur. Tarih, bizde de edebiyattan çok bilimin ilgi alanına girdiği ve belgelerin rasyonel çerçevede değerlendirilen bir çalışma alanı olarak edebiyattan ayrıldığı zaman bu kavram ortaya çıkar. Böylece, tarihî olaylarla kişilerin ve mekânların aslına uygunluğu tarihî roman için asgari şart olarak görülür; tarihî dönemlerin fert ve toplumdaki yansımalarını anlatabilmek için, belgelerde bulunan boşlukları romancının muhayyilesinden doldurmasına razı olunur. Bu özellikleri taşımayan ve tarihî gerçekliği önemsemeden keyfi bir tarzda tarihten söz eden romanlara fantezi gözüyle bakılır.

5

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Tarih de bir edebî tür

Tarihin bir edebiyat türü sayıldığı ve tarih kitaplarının da teşbih ve istiare gibi edebî sanatlardan yararlanarak okuyucusunu etkilemeye çalıştığı dönemlerde, tarih kitaplarıyla tarihî roman arasında ciddi bir ayrımın olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü edebiyat türleri arasında geçişlilik her zaman görülür. Tiyatroda anlatıcı, romanda diyalog, tarihi anlatan metinlerde de kişiler ve olaylarla ilgili psikolojik tahlillerle sosyolojik açılımlara rastlamak mümkün. O yüzden, tarih ile roman; biyografi ve hatırat türleri birbiriyle akraba gibidir. Bu türler de artık bilimsel tarihin kaynakları arasında sayılır. Homeros’un destanları ile Heredot’un tarihi kadar Eflatun’un Sokrates’le çevresinin konuşmalarını anlatan diyalogları bile roman türünün hazırlayıcıları olarak görülmüştür. Çünkü İlyada Truva Savaşı’nı anlatırken sosyal ve tarihî roman gibi yazılmış ve bu türlerin ilk örneği olarak görülmüştür. Bu destanda Truva o kadar gerçekçi bir tarzda anlatılmış ki, Schileman adlı Alman arkeolog bu şehrin harabelerini destana bakarak ortaya çıkarmıştır. Sokrates kadar çağının yaşayışı için de Eflatun’un yazdıkları en canlı belgeler sayılır. Bu yüzden felsefeciler “Romancımız Eflatun” diye anmaktadır. Anabasis / Onbinlerin Dönüşü adlı eserin yazarı Ksenophon’u “savaş muhabiri” olarak nitelendirenler olduğu gibi, yanında savaşa katıldığı Kyros’un hayatını anlatan kitabına da “biyografik roman” diyenler var. Eflatun’dan sonra Ksenophon da Sokrates’in Savunmasını ve Şölen’i yazar... Bunlar gösteriyor ki, Rönesans ve Aydınlanma Çağı ile birlikte bugünkü formunu kazanan tarihî romanın unsurları, nitelikleri belirlenmiş edebî bir tür olarak ortaya çıkmadan önce de insanı toplum içinde anlatan ve tarihilik duygusu veren bütün anlatı metinlerinde vardı. O yüzden de Cervantes’in kahramanı Don Kişot, tarih boyunca yazılmış bütün önemli şövalye romanlarını okuyarak tarihî bir görev yapar: Böylece, artık insanlar sanal bir dünyayı ortaya koyan şövalye romanlarına inanmaz olur. Buna rağmen romantik Walter Scott, Ivanho ve Arslan Yürekli Richard’ı yazarak şövalyeliğin yüce değerlerini savunur. Öte yandan, Balzac Paris’i, Dickens Londra’yı

anlatırken Fransız İhtilâli’nin toplumdaki tarihî etkilerine tanıklık ederler. Savaş ve Barış’ta Tolstoy’un kahramanı Piyer, Napolyon ile kendi kaderinin Moskova’da değişeceğine kesinlikle inanır ve Kutsal Kitap’ta buna ait deliller bulur. Tarihin edebî bir tür olması, tarihçinin dili ve dünya görüşü, hatta hayata bakışıyla da ilgilidir. Bir sanatçının tavrıyla, kitaplarından zengin olmayı düşünenlerin yazdıkları arasında elbette pek çok farklılıklar olacaktır. O yüzden de “Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir!” denmiştir.

Tarih ve kültür mirası

İki dünya savaşını anlatan pek çok batılı romancı, aynı zamanda sanatçının çağına tanıklık ettiğine de inanır. Böylece, romanla tarihin kesiştiği nokta yeniden ortaya çıkar. O yüzden, roman türü bizde gelişmeden önce, Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi ile Âşıkpaşazâde ve Naima gibi pek çok Osmanlı tarihçisinin eserleri roman gibi okunur ve Osmanlılık düşüncesi devlet adamlarıyla aydınlar arasında ortak bir şuur olur. Bu anlayışın Osmanlının son yıllarına kadar devam ettiğini görüyoruz. İlk romanlarımızdan biri olan Namık Kemal’in Cezmi, 17. yüzyıla götürerek Türk-İran savaşları sırasında yaşamış bir sipahinin macerasını anlatır. Osmanlı Tarihi yazarı olan Namık Kemal’in Selâhaddin Eyyübi, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim gibi tarihî şahsiyetleri ele alan monografileri de tarihten ibret alan yeni kahramanlara özlemini ortaya koyması bakımından önemlidir. Ahmet Mithat Efendi’nin, Dağarcık’taki yazılarından başlayarak son eserlerine kadar yaşadığı günlere de tarih düşüren bir yanı vardır. Jön Türk adlı romanı bunlardan biridir. Ahmet Metin ve Şirzat ise, tarih içinde bir yolculuk gibidir. Süleyman Muslî adlı romanıyla, 13. yüzyıldaki Orta Doğu coğrafyasının yaşadığı acıları bir macera çevresinde anlatırken, aşk ve fedakârlık duygularıyla Hristiyanların İslam dünyasına saldırılarının gerisindeki zihniyeti de ortaya koyar. Haçlı Seferleri sırasında İstanbul’u işgal eden Latinlerin 50 yıl boyunca şehri nasıl yağmaladığını, Musullu Süleyman’ın maceralarıyla okumanın ayrı bir tadı olduğu muhakkaktır. Ahmet Mithat Efendi, bundan başka piyesleri ve öteki romanlarıyla da tarih ve kültür mirasını sahiplenir, Osmanlı coğrafyasının tarihini de anlatır.

6

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Mizancı Murat Beyin tarihçiliği sonraki yıllarda Reşat Ekrem ve Cemal Kutay eliyle sürdürülür. Servet-i Fünun döneminde romancılarımız da pek çok aydınımızın benimsediği pozitivist dünya görüşünün tabii bir sonucu olarak batılılaşmayı hedef edinmiş, tarih şuurundan kopmuşlardır. Halit Ziya ile Mehmet Rauf’un romanlarında din ve tarih şuuruna rastlanmadığı gibi, anlatılan insanlarda bu toplumun millî değerlerine ait hiçbir unsurun dikkate değer bir tarzda ortaya konmadığı görülür. Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Mütareke ve Millî Mücadele dönemi boyunca yaşananlar, aydınlarımızın dünyaya bakışlarını alt üst eder. Birçok yazarın tarih şuuru olmadan direnişçi saflarına geçtiği ve milliyetçi olduğu söylenebilir. Cumhuriyet dönemi de başlangıçta tarih şuuruna yabancıdır. Yirminci yüzyılın başlarında, önce kendine göre bir sosyete oluşturma, ardından dağılan devletin topraklarını koruma, sonra da yeni insan tipi yetiştirme gayretleri yüzünden, romanın çok önemli malzemesi olan tarih ihmal edilmiş, hatta bazen tarihî miras tamamen yok sayılmıştır. Bunun sonucunda, tek boyutlu romanlar, köy röportajları ve ideolojik kurgular roman adıyla yayınlanmıştır. Bu arada, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece, Halide Edib’in Vurun Kahpeye ve Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanları, yakın tarihin “sarıklı mücahitleri”ni “vatan haini” ilan etme görevini üstlenirler. Bu dönemde, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’tan sonra Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Ankara, Bir Sürgün ve Panorama gibi romanlarıyla 20. yüzyılın ilk yarısına ait kroniği ortaya koyarken Cumhuriyet döneminin benimsediği pozitivist dünya görüşünü de sergiler. Abdülaziz dönemine ait bir aşk hikâyesi olan Hep O Şarkı ise nostaljik tatlar içerir. Fakat tarihimiz onu ilgilendirmez. Her dönemde tarihî olayları macera romanları için sadece malzeme gibi gören ve günümüzü değerlendirmek için tarihin ışık tutmasını isteyen yazarlar da vardır. Fakat bunların eserleri pek dikkati çekmez. Ahmet Refik, M. Turhan Tan ve Abdullah Ziya Kozanoğlu gibi popüler romancılar bir yana bırakılırsa, 1960’tan önceki dönemde tarihe romancı tavrıyla yaklaşan ve edebî çevrelerde yazdıkları ilgi gören romancılarımız çok azdı. Birer romanıyla Mithat Cemal Kuntay (Üç İstanbul), Nahit Sırrı

Örik (Sultan Hamid Düşerken) ve Safiye Erol (Ciğerdelen) bunlar arasında dikkate değer isimlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem Abdülhamid dönemini tasarlayarak, hem de Mütareke ve İstiklâl Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı yıllarını yaşayıp çevresini gözleyerek yazdığı romanlar çok önemli.

Tarihten yola çıkan romancılar

Namık Kemal ile Ahmet Mithat Efendi’den sonra tarihten yola çıkarak yaşadığı döneme ışık tutan romancı edebiyatımızda epeyce bir zaman görülmedi. Yaşadığı ve gözlediği dönemin ilgi çekici olaylarını ve kişilerini bir roman kurgusu içinde anlatan Mithat Cemal Kuntay ile Nahit Sırrı Örik’ten sonra Yakup Kadri ve A. H. Tanpınar’la Kemal Tahir ve Tarık Buğra’nın yakın tarihi konu edinen dönem romanları 1970’ten sonra dikkati çekmeye başlar. A. H. Tanpınar’ın ölümünden on yıl sonra kitaplaşabilen Mahur Beste adlı ilk romanı, Abdülhamid döneminde yaşamış Behçet Efendi ile çevresini anlatırken, tarihî değerlerimizden yeni bir insan tipi için ipuçları arama çabasını ortaya koymaktadır. Sahnenin Dışındakiler (tefrikası 1950) adlı ikinci romanı, Mahur Beste’nin Millî Mücadele yıllarındaki devamıdır ve İstanbul halkının çoğunu “sahnenin dışında” bularak yakın tarihe ışık tutar. Huzur adlı romanı, bir aşk hikâyesinin çevresinde II. Dünya Savaşı yıllarındaki aydınlarımızın huzursuzluğunu ele alır. Bu üçlemeden sonraki Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bütün tespitlerini alegorik bir hikâyeye yüklemesi ve açıkça söyleyemediklerini sembollerle ifade etme çabasını yansıtması bakımından önemlidir. Yarım kalan Aydaki Kadın ise, çok partili hayatın eleştirisi gibidir. Kısacası Tanpınar, yaşadığımız hayatı değerlendirmek ve kendimize özgü bir hayat kurabilmek için tarihi yeni baştan gözden geçirmeyi deneyen romancı tavrı ortaya koyar. Ondaki tarih şuuru, kültür ve medeniyet değerleriyle birlikte gelişmektedir. Böylece, onda yaşadığı dönemin yanlışlıkların önceki yüzyılda arayan bir romancı dikkatinin tarihe yönelişini görüyoruz. 1960 sonrasına gelinceye kadar, romanımızda tarih şuuru Tanpınar dışında pek az bir romancıda görülür. Millî Mücadele bile resmî ideoloji gözüyle ve tek yanlı bir tarzda ele alınır. İlk kez Tarık Buğra, Küçük Ağa’da bu resmî ideoloji gözlüğünü bıra-

7

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


karak olayları oluş tarzı ve kendi mantığı içinde ele almaya çalışır. Farklı tarih görüşüyle dikkati çeken Tarık Buğra, Küçük Ağa adlı romanıyla başladığı sanatçının çağına tanıklığını Firavun İmanı, Yağmur Beklerken, Dönemeçte eserleriyle sürdürür, kendine özgü bir tarih şuuru ortaya koyar. Kemal Tahir, Esir Şehir dizisiyle yakın tarihin romanını yazarken, Devlet Ana romanı ile Osmanlı tarihine yönelir. Bu iki romancının Osmanlıyı konu alan romanları, ortaya koydukları tarih tezleri kadar bize özgü roman dilleriyle de tartışmaya yol açtı. Daha sonra Mustafa Necati Sepetçioğlu, Erol Toy, Yavuz Bahadıroğlu, Mehmed Niyazi, Ahmet Altan ve Orhan Pamuk gibi popüler tarihî roman yazarlarının tarihe ve romana bakışları başlı başına bir çalışmanın konusu olacak kadar hem birbirinden farklı hem de önceki örneklere oldukça uzaktır.

Tarihçilerle romancıların dostluğu

Tarihçilerle romancıların ortak görüşleri olduğu, bazı romancıların tarihçiler kadar yakın ve uzak tarih konusunda araştırmalar yaparak roman yazdıklarını biliyoruz. Bazı tarihçilerin tarihî olaylara bakış tarzını tarih konusunda ikna edici argümanlara sahip sanatçılarla romancıların belirlediği de görülüyor. Bu konuda bazı örnekler üzerinde ufuk açıcı ve önemli yanlarıyla durmak istiyorum... Namık Kemal ile Mizancı Murat Bey’in, hem romancı ve hem de tarihçi olarak İslâm ve Osmanlı tarih dönemlerinin değerlendirilmesinde yönlendirici etkisi olduğu görülmektedir. Daha sonra bu türden misyon sahibi yazarlar arasında Ahmet Mithat Efendi’nin önemli bir fonksiyon ifa ettiği söylenebilir. Bu misyon, Cemal Kutay, Niyazi Ahmet Banoğlu ve Yılmaz Öztuna gibi popüler tarihçilerinkinden çok farklı, edebî bir dille gerçekleştiriliyordu. Çünkü cumhuriyet döneminde resmî tarih görüşüyle romanlar yazan Yakup Kadri, Reşat Nuri ve Halide Edip üçlüsünün yakın tarih konusunda gerçekleri nasıl çarpıttıkları, İstiklâl Savaşı’ndaki “sarıklı mücahitleri” düşmanla işbirlikçilere dönüştürmeye çalıştıkları açıkça ortada. Bunların karşısında, resmî ideolojiye bağlı tarihçiliği ilk kez eleştiren Necip Fazıl çizgisinde görüşler geliştiren Mustafa Müftüoğlu ve Kadir Mısıroğlu’nun uzun süre gerçek bir tarih arayışı içinde oldukları görüldü. Necip Fazıl’ın Namık Ke-

mal monografisiyle girdiği tarih araştırması, yalnız bu şahsiyetle sınırlı kalmayan meraklara yol açtı ve onun çağdaşları arasında farklı bazı tarihî tezler geliştirmesine imkân verdi. Osmanlının kuruluşu, gelişip duraklaması ile Tanzimat’tan sonraki gelişmeleri, özellikle de Sultan İkinci Abdülhamid ve Sultan Vahidüddin ile ilgili monografi kitapları çok farklı bir tarih anlayışı ortaya koydu. Bunlarla Necip Fazıl, Osmanlı sultanlarına bakış ve yaklaşımları etkilediği gibi, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar ve Son Devrin Din Mazlumları gibi eserleriyle de büyük ilgi uyandırdı, her kesimden insanın tarihe bakışta resmî ideolojiden kurtulmasına yol açmış oldu. Necip Fazıl’la onun tezlerini benimseyen, yazarlara paralel olarak, iki büyük romancımızın tavrı gerçekten dikkate değer: Roman dünyaları içinde farklı tarih anlayışlarıyla eser veren Tarık Buğra ile Kemal Tahir… Yakın tarihle Osmanlı üzerinde kafa yoran Tarık Buğra ile Kemal Tahir’in kaynakları farklı. İlki Necip Fazıl’ın teziyle halkın gönlündeki kahramanları öne çıkarırken, ikincisi İdris Küçükömer ve Mustafa Akdağ gibi bilim adamlarından destek alarak resmî anlayış dışında eser verdi. Öte yandan, Marmara Kıraathanesi’ndeki sohbetleriyle meraklılarının zihninde büyük iz bırakan Ziya Nur’un Osmanlı belgelerine dayalı tarih çalışmaları bunlardan büsbütün farklı zeminde gelişti ve etkisi de bizim nesil üzerinde hayli köklü oldu. Çünkü tavrı ideolojik değil, muhabbetli bir sohbetti... Muhatabına göre, aktüel siyasî meselelerle ilgili başlayan sohbet, felsefi ve tasavvufi boyut da kazanırdı. Çok sonra yayınlanan Osmanlı Tarihi adlı eseri de çok büyük alâka gördü. Pek çok tarihçi ile romancının birbirini etkilediği gibi, Ziya Nur da bu kahvehanenin müdavimleri olan Mehmed Niyazi ile beni etkiledi. Hatta yıllarca sonra romanda tarih ve tarihî roman konularını onun ortaya koyduğu perspektifle değerlendirmeye çalıştım. İlber Ortaylı gibi bir tarihî olayı hem içinden hem de pek çok yönüyle ele alırdı. Bunun doğru bir tavır olduğuna inanıyorum. Hatta yakın tarih için vukuflu olmak da yetmeyebilir. Tarihe romanesk bir gözle bakan Reşat Ekrem Koçu ve Cemal Kutay gibi yaklaşmıyordu elbette. Popüler tarih yazarlığının Yılmaz Öztuna ile geldiği yer ortada. Ziya Nur, Tarık Buğra ve Kemal Tahir gibi tari-

8

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


himize resmî ideoloji dışından, tarihimizin verileri ışığında bakmaya çalışanlara özel bir önem verirdi. Onları has romancılar olarak görürdü. Klasiklerin önemli bir kısmını okuduğu, herkesin okuması gerektiğine inandığı konuşmalarından anlaşılıyordu. Yoksa 27 Mayıs’tan sonraki hengâmeli dönemde böylesine sağlıklı düşünmek mümkün olmazdı. 27 Mayıs’tan sonraki süreçte darbelerin birbiri peşinden gelmesi, aslında romana malzeme oldu.

Romancıların tarih yorumu

Romancıya sanatçı olarak bakmaya çalıştığımız için, onların amaçlarına uygun olarak hem tarihî olguları ve belgeleri hem de içinde yaşadıkları toplumu ve dünyayı istedikleri gibi yorumlamalarına hak vermeye yatkınız. O yüzden de kendi dünya görüşlerine ve romanda vermek istedikleri mesaja uygun değişiklikleri tabii görürüz. Ama bunun da makul bir sınırı, kabul edilebilir yorum farkı olmalıdır. Öte yandan tarihçiye bilim adamı gözüyle bakmaya çalıştığımız için, tarihî olgularla belgeleri değiştirmelerine hak vermez, bunu bilim namusuna sığdıramayız. Fakat bazı tarihçilerin tarihî olgularla belgelere yaklaşımı öylesine politik ve ideolojik ki, estetik değerlere bağlı bir romancıda görülmeyecek yorum keyfiliği sergileyerek herkesi şaşırtırlar. Siyasilerin veya partizanların, benimsedikleri siyasi görüş için yaptıkları çarpıtma gayreti aslında gayet alışıldık bir durum, ama buna bilim adamlarının da katılması esef verici. Tarihî olgularla belgeleri çarpıtarak keyfi yorumlar sergileyen romancı ile siyasi bir sonuç hedefleyen tarihçinin tavrını topluma ve insanlığa karşı sorumsuz bir art niyetlilikten başka türlü açıklamanın imkânı yoktur. Bu da elbette hak ve hakikat duygusu taşımamakla ilgilidir. Bunun örnekleri bütün dünyada var. Fakat bize özgü bir hastalık hâlinde son yüzyılda oldukça çok sayıda görülmüştür. Özellikle Cumhuriyetle birlikte resmî ideoloji oluşturan sistem, her dönemde bu ideolojinin sözcülerini bulmayı bilmiştir.

Olgularla belgeleri çarpıtanlar

Bizde roman türüyle yaşıttır tarihî roman kavramı. Namık Kemal’in Cezmi adlı romanıyla başlayan tarihî roman türü, Ahmet Mithat ile imparatorluk coğrafyasını tanıtmaya yönelir. Cumhuriyetten sonra da resmî ideoloji ekseninde yeni ve sanal bir

dünya ortaya konarak toplum mühendisliği yapılır. Öte yandan, tarihi öğretmek maksadıyla da pek çok popüler roman yazılır, çok para kazanılır. Bizde tarihî roman yazanların iki amacı olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi romancının belli bir ideoloji, dünya görüşü adına ortaya koyması; ikincisi de herhangi bir dünya görüşü kaygısı taşımaksızın postmodern bir anlayışla tarihî olguları ve belgeleri bir şov malzemesi gibi kullanması… İlk kez Tanpınar’ın romanlarıyla günümüz meseleleri tarihte tartışılır. Sultan İkinci Abdülhamit döneminden çok partili hayatın eleştirisi niteliğindeki son romanına kadar çağına tanık olur Tanpınar. Bu romanlara ne kadar tarihî roman denebileceği tartışmalıdır. Çünkü tarihî roman, tarih bilimi gibi bitmiş, etkileri ve sonuçları artık herkes tarafından kabul edilmiş, bir bakıma da kapanmış bir tarih dönemini olgular ve belgeler çerçevesinde, bilinen ve bilinmeyen kişilerle anlatan edebî bir eserdir. Bu bakımdan, tartışmaları bitmemiş yakın tarihi bir çeşit hatırat, otobiyografi veya savunmasaldırı tarzında ele alan ve romancıların tezlerine malzeme yapan eserlere tarihî roman demek de kavram açısından oldukça sakıncalıdır. Pek çok ideolojik grup, tarihî romanlarla da toplum mühendisliği yapmıştır. Şiirinde kendine özgü bir ses yakalayan, ama estetik anlayışını metafizik bir temele oturtamayan Attila İlhan’ın romanlarında da sığ bir politik tavır sergilediğini görüyoruz. Rusların Birinci Dünya Savaşı’nda bize saldırdıklarını görmezden gelerek, Gazi ile Lenin arasında hayalî dostluklar kuran ve Millî Mücadele’de Sovyet desteği olduğunu savunan Attila İlhan’ın romanları, özenti diliyle olduğu kadar tartışmalı mesajlarıyla da gerçeklik duygusu veremez. Postmodern tavırlarla tarihe ve topluma yaklaşan Orhan Pamuk ile Ahmet Altan gibi yazarların ciddi bir dünya görüşleri ve sorumluluk duyguları olduğu söylenemez; tarih onlar için bir sirk âdeta… Elbette romanın gerçekliği ile tarihin gerçekliğinin bire bir örtüşmesini beklememek gerekir. Fakat estetik kaygılarla bazı ayrıntılar dışında tarihin keyfi şekilde değiştirilmesi makul görülemez... Evet, “Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir!” Fakat romancılara da bırakılamaz…■

9

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


İHSAN YAŞA

B

ir okur olarak edebiyat ve tarih ilişkisini en fazla tarihî romanlarda hissetmiş, birbirine benzer olayları ve savaşları kronolojik sıra ve kuru bir dille anlatan tarih kitaplarının o donukluğunu ancak okuduğum edebî eserlerle eritmişimdir. Meselâ, bu anlamda en son okuduğum romanlar M. Necati Sepetçioğlu’nun “Çanakkale” romanı ve M. Niyazi Özdemir’in “Yemen, Ah Yemen” isimli romanıdır. Bu iki roman hiçbir tarih kitabının tesir edemeyeceği kadar ruhuma ve beynime nüfuz etmiş, Çanakkale ve Yemen’i bütün benliğimle yaşamama vesile olmuştur. Artık, Çanakkale ve Yemen kelimelerinin geçtiği her yerde mutlaka bu romanlar anılacaktır. Tarihimizin o çok trajik ama bir o kadar da şerefli ve destansı sayfaları bu gibi eserlerimizle hafızalara kazınacaktır. Edebiyatımıza konu olmuş tarihteki diğer sosyal olaylar için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Tarık Buğra’nın “Osmancık”ı, “Küçük Ağa”sı; Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sı, “Yorgun Savaşçı”sı bizim Osmanlının ve Cumhuriyetimizin kuruluş hikâyeleri değil mi? Edebiyat - tarih ilişkisini biraz daha derinleştirdiğimizde meselenin başka boyutları da karşımıza

Tarihin bir gayesi geçmişte vukua gelmiş olayları objektif bir şekilde insanlığın nazarına sunarak onlardan ders alınmasını sağlamak, böylece milletlerin aynı hataları yapmasına mani olmaktır. Tarih bir bakıma millet tecrübesinin hafızasıdır. 10

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


çıkar. Tarihin herhangi bir döneminde meydana getirilmiş bir eser (edebiyat, musiki, mimarî…) o dönemin genel anlayışını, tasavvurlarını, kültürünü, düşüncesini ve ruhi teheyyüçlerini (duygusal heyecan ve coşkular), hatta önemli olaylarını az veya çok yansıtır. Bu husus, tarihçiler için pekâlâ önemli bir malzeme olarak değerlendirilebilir. Shakspeare’siz bir İngiliz, Sadi Şiraz’sız bir Acem tarihini yazmak mümkün mü? Dede Korkut, Kaşgarlı Mahmut, Yunus Emre, Mimar Sinan ve Itri’nin dâhil edilmediği bir Türk tarih anlayışı olabilir mi? Daha yakına bakalım; Mehmet Akif’siz İstiklal mücadelesi düşünülebilir mi? Toplumlar, kendi kahramanlarının yanına şairlerini, nasirlerini ve diğer sanatkârlarını oturtarak ve bunlarla bir bütün olarak bakarlar kendi tarihlerine. Onlar için edipleri vatanı kurtaranlar kadar kıymeti haizdir. Edebî güzelliklerden anlayan ve onları içinde yaşatan bir insanın hayata ve olaylara bakışı ile bunlardan mahrum bir insanın bakışı arasında elbet de bir fark olacaktır. Kendi milletinin duygu bekçisi olan sanatkârlar ayrıca mensuplarına yorum zenginliği de getirir. Tek başına bu özellik bile tarihçileri etkileme ve yönlendirme işlevine sahiptir. Tarih yapan bir devlet adamı, sanatın her çeşidiyle, bilhassa edebiyatla ilgilenmesi ayrı bir kazançtır. Sultanlarımızın, devlet ricalimizin sanatla iştigalleri

bizim o hükmettiğimiz kudretli dönemlerin bir işareti olmakla kalmayıp yöneticilerimizin halka yakın duruşunun da bir göstergesidir. Çünkü sanat, insanı ve insana ait olanı anlatır. Toplumun hiçbir ferdi edebiyata veya genel manada sanata karşı lâkayt değildir. Az veya çok her kademede, her meslekten insan sanatla şu veya bu şekilde ilgilenmekte ve kendini doyuracak arayışını sürdürmektedir. Edebiyat bu arayışı kolaylaştırıcı unsurdur. Tarihin içinden edebiyatı ve diğer sanat unsurlarını çıkardığımızda geriye kalan antlaşmalar yığını ve olaylar zinciridir. Edebiyat ile tarihin gayesine baktığımızda da ilginç benzerlikler ve örtüşmeler görürüz. Tarihin bir gayesi geçmişte vukua gelmiş olayları objektif bir şekilde insanlığın nazarına sunarak onlardan ders alınmasını sağlamak, böylece milletlerin aynı hataları yapmasına mani olmaktır. Tarih bir bakıma millet tecrübesinin hafızasıdır. Tarih sayesinde milletler geleceğini tayin eder ve duruşlarını belirler, edebiyat da bu sürece katkıda bulunur. Edebiyat yalnızca sanat kaygısını ön planda tutmaz, toplumun aynası olma özelliğiyle birlikte insanı olgunlaştır. İnsanda geleceğe ait duyguları depreştirmekle yetinmez, geçmişe doğru yeni bir tecessüs oluşturur. Böylece tarih ve edebiyat bir birliktelik içerisinde milletlerin dünü ile yarınları arasında bir köprü kurar.■

11

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU

"...kurucu irade ile yıkılmaya şahit olan iradeyi karşılaştırdığında daima ecdat’tan yana tavır koyan bir dava adamıdır. İslam milletinin, bu arada Türk kavminin yeryüzü medeniyetine neler kattığının farkındadır. Ve asla bu katkıları görmezden gelen kimileri gibi bir tarih inkârcısı olmamıştır. "

H

er ne kadar bir ilim dalı olarak okuyor olsak da tarih ilmini, ilimler sınıfından saymayanlar da vardır. Dikkatli bir bakışla bu ikinci kanaati besleyen, destekleyen bir hayli delil temin etmek mümkündür. Bir kere tarihi aktaranlar umumiyetle devrin siyasileri tarafından vazifelendirilen kimselerdir. İkincisi aktarılan hadiselerin müşahidi nihayet nisyan ile malul bir veya birkaç insan hafızasıdır. Ayrıca eşya ve hâdiselerin, mekân ve zamanın bizatihi kendileri bize matematik kesinlikte bir veçhe göstermezler. Hülasa içerisinde beşerî unsurun müdahalesi bulunan her bilgi, belli bir ihtiyatla karşılanmalıdır. “Tarih, vesika demektir.” sözü kulağa hoş gelebilir. Ancak vesika dediğimiz nesnenin de üzerine insan eli değdiği düşünülürse, pekâlâ üretilebilir bir şey olduğu ortaya çıkar. Ancak tarih, mademki şüpheli bir bilgi sahasıdır, öyleyse ona ihtiyacımız yoktur, denilemez. Bu bakımdan hemen bütün gayretlerinde insanoğlu her türlü ihtimali hesaba katmalı, asla ihtiyatı elden bırakmamalıdır. Ali Şeraiti, İnsanın Dört Zindanı adlı eserinde bu zindanlardan birisi olarak ‘tarih’ unsurunu boş yere zikretmemiştir. Tarih, sahiden kimi zaman insanlar için bir göz aydınlığı olurken, çoğu kere maalesef insanda kalıcı bir körlük yaratmıştır. Malik bin Nebi’nin Müslüman cemiyetler hakkında

12

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


mühim bir ikazı vardır. Hatırımda kaldığı kadarıyla mealen şöyleydi: Batılılar, biz doğu Müslüman cemiyetlerini hep atalarıyla iftihar etme istikametinde kışkırtırlar. Bunu bizim geçmişimizi sevdikleri için yapmazlar. İsterler ki biz hiçbir zaman bugüne gelmeyelim; bugünü konuşup değerlendirmeyelim. Sürekli zihnen ve ruhen geçmişte kalalım. Zira bugünün yegâne hâkimi kendileridir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’e bakan Mehmet Âkif’in bize hatırlattığı işaretler vardır. Âkif şöyle söyler: Getirin Mağrib-i Aksâ’daki bir Müslüman’ı Bir de Çin sûrunun altında uzanmış yatanı Dinleyin her birinin ruhunu: mutlak gelecek “Böyle gördük dedemizden” sesi titrek titrek “Böyle gördük dedemizden” sözü dinen merdud”. Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, atalarının dini üzere davranan gelenekçi cemiyetleri Âkif’in iktibas ettiği sözlerle kınamaktadır. Allah’ın dini ile ataların dini arasında bir çatışma çıktığında sığınılacak limanın tarih değil, Allah olması gerektiğinin münakaşasına bile bilmem lüzum var mıdır? Mehmet Âkif’in yukarıdaki tespitlerine bakarak onun bütün tarihimiz hususunda benzer düşünceler taşıdığını zannetmek büyük bir aldanıştır. Tam aksine o, Müslümanların tarihini bir bütün olarak mütalaa eder. Ve mesela der ki: Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma Rücu’ etmeliler Müslümanlar sadr-ı İslam’a. Zamanın kahredici selleri önünde yok olup gitmek istemiyorlarsa, Müslümanlar Allah Elçisi’nin ilk mesajını ilettiği model devire dönmelilerdir, demektedir. Âkif’in nazarında Osmanlı Hilafeti bütün dünya Müslümanlarının tabii temsil makamıdır. Kendisi Arnavut kökenli bir Müslüman olmasına rağmen, Balkan Harbi esnasında Osmanlıya baş kaldıran Arnavutlara bakın nasıl haykırıyor: Hani milliyetin İslam idi, kavmiyet ne Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine Arnavutluk ne demek, var mı Şeriatta yeri Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri Arab’ın Türk’e; Lâz’ın Çerkez’e, yahut Kürd’e Acem’in Çin’liye rüçhanı mı varmış? Nerde! Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer! Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.

Şark âleminin mevcut hayatına yönelttiği sıkı ve acımasız tenkitlerine bakarak Âkif’in bütün tarihimizi bu pencereden gördüğünü söylemek insafla bağdaşmaz. Evet, o devrin şartları nazarı itibara alındığında, tenkitlerindeki kıyıcılığın aşırılığı görmezden gelinemez. Ancak ona hak vermemek kolay değildir. Müslüman âleminin topyekûn bugünkü hâline bakıldığında pek bir ilerleme kaydedildiği söylenemez. Âkif’in dilinde ecdad’ın son derece muteber bir yeri vardır. Her fırsatta Osmanlının bu yeni ve çökmeye yüz tutmuş ahalisine geçmişten örnekler vererek ibretlik sahneler sunar. Eski-yeni mukayesesine dair şu ifadelerdeki manidar hatırlatmayı okuyalım: O Buhârâ! O mübârek, o muazzam toprak! Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak! İbn-i Sinâ’ları yüzlerce doğurmuş iklim Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akîm. O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle: Ay tutulmuş “Kovalım şeytanı kalkın” diyerek, Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek. Mehmet Âkif, kurucu irade ile yıkılmaya şahit olan iradeyi karşılaştırdığında daima ecdat’tan yana tavır koyan bir dava adamıdır. İslam milletinin, bu arada Türk kavminin yeryüzü medeniyetine neler kattığının farkındadır. Ve asla bu katkıları görmezden gelen kimileri gibi bir tarih inkârcısı olmamıştır. Aksine tarihe ve medeniyete müspet katkılarından ötürü geçmişe olan minnet borcunu hiç ihmal etmemiştir. Bu konuda birçok misal verilebilir. Bir tanesini kaydedelim: Kış uykusunda mı geçti ömrü ecdadın? Hayır! O nesl-i necibin, o şanlı evladın Damarlarında şehamet yüzerdi kan yerine Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.! Bir başka örnekte ise şöyle haykırır: Ecdadını zannetme asırlarca uyurdu Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Mehmet Âkif şark âleminin bozulmuşluğunu tarihî manada ciddi bir itikadi sapmaya bağlamaktadır. Hususiyle İmam Gazali sonrasında yaygınlaşan inanç ve akide bu âlemi asli kaynağından koparmıştır ona göre. En çok da kader ve tevekkül bahislerindeki yanlış anlayış cemiyetin ataletini ardından da zilletini doğurmuştur. Bu yanlış telakkinin yarattığı tembellik ve miskinlik üzerinde fazlasıyla duran Âkif, muhtelif vesilelerle, bu telakkiye

13

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


işaret etmiş ve tenkitler yöneltmiştir. Birçok örnekten birini zikredelim: “Yarın” nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına. Yıkılsa arş-ı hükumet, tıkılsa kabre vatan, Vazifesinde değil; çünkü “hepsi Allah’tan! Tabiatıyla hatırlanacağı gibi bu hepsi Allah’tan ifadesi asırlardan beridir bütün Müslüman âleminin maalesef fikrisabiti hâlini almıştır. Yanlışları, eksikleri, kötülükleri, tembellik ve miskinlikleri üzerinden atmak isteyen herkes, onu ya Allah’a, ya feleğe yahut da şeytana havale ederek kendisini kurtarmanın peşine düşmektedir. Fertler böylece şahsi kusurlarından kurtulduklarını zannetmektedirler. İşte bu telakkiyi doğuran, İmam Gazali sonrası artık fikren ve ilmen düşüşe geçen Müslüman âleminin çoğunluğunda yaygın bir şekilde yaşanan itikat krizidir. Âkif’in bu hususu dillendirdiği mısralardan ufak bir kısmını hatırlayalım: Dikkat et: 1000 senesinden beri, a’sabı harâb, Yatıyor koskoca bir âlem-i iman, bîtâb. Pıhtı hâlinde yürekler, cevelansız kanlar; Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar! Buradaki tarihî dilim olan 1000 rakamının Gazali sonrasını işaret ettiğini söylemeye bilmem ihtiyaç var mı? Elbette bu durum, Âkif’in Gazali gibi bir büyük âlimi yok saydığı, tenkide tabi tuttuğu manasına gelmez. Tam aksine Gazali sonrasında onun takipçilerine dönük bir tenkittir. Gazali’yi izleyenlerin işledikleri yüzünden o meşhur âlimi suçlamaz. Hatta bakınız bir şiirinde onu hangi makamda zikrediyor: Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüştü? İbn-i Sina niye yok? Nerde Gazali görelim? Hani Seyyid gibi Razi gibi üç beş âlim? Görüldüğü gibi Âkif yeni nesillerin Gazali’leri kopyalamak, taklit etmek yerine, kendi medreselerini kurmalarından yanadır. Malumdur ki Gazali, Müslüman âleminin son telifçi müderrislerinden birisidir. Onun kurduğu medreselerin şöhreti ve tesiri bugün bile sürmektedir. İşte tam bu noktada Âkif, eskilerin eserlerini şerh eden, onlara haşiyeler düşen yeni nesle kendi eserini yaratması yönünde ikazlarda bulunmaktadır. İşte yukarıdaki mısraların devamı:

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ İhtiyacatını kabil mi telafi? Asla. Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı. Mehmet Âkif’in, kimilerince makbul görülen kimilerince de tenkide tabi tutulan birkaç yönü vardır. Malumdur ki O saltanata karşı çıkmış, istibdadı lanetlemiştir. Ayrıca yeni rejimin beğenmediği tutumlarının karşısında durmasını bilmiştir. Ayrıca O şark-garp çatışması hususunda garbın ilmini, fennini, tekniğini alıp ahlakına karşı durmayı teklif etmiştir. Bugünden bakarak, o günlerin şartlarını hesaba katmadan bir sıhhatli bir karar vermek ne ölçüde mümkündür? O, neticede bir büyük şairdir. Sosyolog, iktisatçı yahut toplum mühendisi değildir. Kendisinden bekleneni ziyadesiyle yerine getirmiş bir ahlak ve karakter modelidir. Söylediklerini evvela kendi hayatında yaşanır kılmıştır. Evet, şöyle söylemektedir: Marifetten de cüda şark, faziletten de. Ama aynı mısraların hemen arkasından yüreklere su serpen şu mısralar geliyor: İki üç balta ayırmaz bizi mazimizdeni. Ağacın kökleri mademki derindir cidden, Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar? Yukarıda her ne kadar Âkif’in bir toplum mühendisi olmadığını söylediysek de, onun dillerden düşmeyen, insanların her vesileyle hatırlayıp yâd ettikleri öyle mısraları vardır ki ibretle okunur. Camilerimizde vaaz ve hutbelerin neredeyse tamamında hocalar onun mısralarına müracaat etmekten geri durmazlar. Ve zaten Âkif de birçok şiirini camilerdeki vaazlarda dile getirmiş yahut kürsülerdeki ilhamlar üzerine söylemiştir. Mevzu tarih olduğunda ise onun bize emanet bıraktığı Kıssadan Hisse başlıklı kıta anılmadan bu yazı eksik kalırdı. Malumdur ki “tarih tekerrürden ibarettir.” şeklinde veciz bir sözümüz vardır. İnsanoğlunun hususiyle de savaşları, anlaşmazlıkları hatırlandığında, bu sözü daha ziyade zikrederiz. Ve bununla hayıflanır dururuz. Âkif bu hususta da bize bir ibret dersi vermektedir. Sözü onunla bitirelim: Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi? ‘Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?■

14

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


ÜNAL TAŞKIN

kelâmu’l-mülûk mülûku’l-kelâm yani sultanların sözü, sözlerin sultanıdır. Bundan mülhem tarihimizde birçok sultan savaş meydanından önce gönül meydanında şiir savaşları vermiştir. Zira büyüklük kendini her alanda itibar edilir güç ile beslemektedir

T

arihin kebikeçsiz sayfaları arasında herhangi bir kurala bağlı olmaksızın, göze çarpan şey, sanat ile saltanat arasındaki girift ilişkidir. Birbirini var etme duygusu bu iki kavram arasında derin bağlara götürür bizi. Kültür ve medeniyetin üst seviyede yaşandığı toplumlar, kendi medenî çıkarları doğrultusunda sürekli sanatı kullanırken, sanat da bu kültrürel ihtişamı desteklemekten geri durmamıştır. Max Weber’de bu yapının varlığına değinmiştir. Gerek Doğu, gerek Batı dünyasında bu ilişkiyi gözlemleyebiliriz. Doğu’nun bezm-i şahi veya bezm-i sultani’lerine, Batı müzikli toplantılarla, operetler ile nazire yapar. “Saltanatlar sanat aracılığıyla kendilerini sonraki kuşaklara anlatmayı hedeflerken; sanat da hem çağında hem de sonraki devirlerde kalıcılığını saltanat ile sağlamıştır”. Osmanlı hanedanı, sanat ve sanatçıyı koruyup kollamakta diğer hanedanlar arasından sıyrılır. Zira otuz altı padişahın yirmi ikisi şairdir. Kanuni’nin “Padişahlığımın birkaç yerinden pek haz duymuşumdur. Bunlardan biri de Bakî gibi tab’ı temiz bir insanı bulup, çıkarıp itibar eylediğimdir” sözü Osmanlı sultanlarının şiire bakış açısını özetler niteliktedir. Montesquieu’nun ifadesiyle, hayal kurma kudretleri ateşli olan şarklılar için nadir mahlûklar olmayan şairler de sultanlarına iltifattan geri durmazlar. Hatta en güzel sözcükleri onlar için devşirir, başkalaştırırlar. Öyle ki; Muhabbet ehli bu canı o yara saklarlar Şu meyvedir ki anı şehriyara saklarlar dizeleri sultana yol haritasını verir. Eski bir söz vardır: kelâmu’l-mülûk mülûku’l-kelâm yani

15

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


sultanların sözü, sözlerin sultanıdır. Bundan mülhem tarihimizde birçok sultan savaş meydanından önce gönül meydanında şiir savaşları vermiştir. Zira büyüklük kendini her alanda itibar edilir güç ile beslemektedir. Sözün gücü, sultanın sözündedir. Yıldırım Bayezid ile Timur kelamlarını konuşturduktan sonra, dünya bir kötürüm ile topalın mücadelesine tanıklık eder. Savaş sözleri keser. Tarihimizin cevval hükümdarı Yavuz, Şah İsmail’le öncelikle şiirleşir. Son dizeler savaş meydanında yazılacaktır. Yavuz’un deyişiyle, dünya bir hükümdara çok, iki hükümdara azdır. Osmanlı tarihinin hazin sayfalarından birkaçı da sultanların yazgılarıyla şekillenir. Sultan Cem ile ağabeyi II. Bayezid arasındaki taht kavgası, Danimarka tahtı için amcasıyla mücadele eden Shakespeare’in Hamlet’ine benzemez mi? Olay örgüsü birebir uymasa da Hamlet devşirilseydi ancak Cem olurdu. İki kardeş, birbirlerini yazdıkları şiirler ile meramlarını anlatmaya çalışırlar. Hamlet’teki entrika bu hikâyede yoktur ama şiirsellik kayda değerdir. Sultanların ihtiraslarının kurbanı olmaları ve pişmanlık yazıları yazmaları bile sözün gücüyle aşındırır tarih yapraklarını. Kanuni’nin oğlu Bayezid, babasına isyan edip, İran Şahı’na sığındığında, babasının kendi hayatı üzerindeki tasarrufunu öğrenerek;

İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN* Ey benim canımdan aziz evladım, Adınla toprağa kök saldı adım. Budur senin için Hak’tan muradım: Yüreğinin ateşinde pişesin, İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Gül Resul’ün olsun daim önünde, Burma bıyık alperenler yanında… Hak yolda yürü ki vuslat gününde, Sevgi üzre nice çağlar aşasın, İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Düşmanı dostunla sakın bir tutma, Keskin kılıcını kında unutma, İçindeki cengâveri uyutma; “Allah Allah!” nidasıyla coşasın, İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey serâser âleme Sultan Süleyman’ım baba Tende cânım, cânımın içinde cânânım baba Bayezid’ine kıyar mısın benim cânım baba Bîgünâhım hak bilir devletlü sultânım baba

Fikirde, zikirde birlik isteriz, Hilalin altında dirlik isteriz, Sevmeyiz hileyi, erlik isteriz;

diye yazar. Kanunî’nin bu dizelere cevabı aynı üslûpla ve aynı ustalıkla olmuştur:

Yiğitlikte yerden göğe taşasın, İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey demâdem mazhar-ı tuğyân u isyânım oğul Takmayan boynuna her giz tavk-ı fermânım oğul Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğul Bîgünâhım deme bari tevbe kıl cânım oğul Tarih yapraklarında sadece sultanların hazin hikâyeleri yoktur. Fuzulî gibi bir zekânın yalnızlığı da kapımızı çalar. İki ayrı sultanın arasında kalan Fuzulî, ikisine de yaranamaz. Dersaadetin gönlünü çalar ama Meksika sınırını geçemez. Uzun sözün kısası, sanat saltanatın sağduyusudur. Saltanat onu yeri geldiğinde dinler, anlamaya çalışır. Tabi şartlar elverdiğince…■

Kâinatın en şerefli varlığı, Sensin milletimin bahtiyarlığı, Rabbim göstermesin sana darlığı; Devletinle sonsuzluğa koşasın, İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

YUSUF DURSUN

16

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8

*Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye vasiyeti


HANENDE NİHÂL Ay ninnisi şarkını usulca söyle Bekletme ıslak sesini şehirler uyanacak Gülü demleyen son yaz, cumbalı ev Giderken geride bir tambur taksimi Bir de kırılan zaman kalacak Aşktan kısa vakitler söylerdi gözlerin Tahammül meclisinde sesinleydi yaşamak “Sen sevgili” diye bitmeyen hançerenden Sokaklara dökülürdük yaramaz telaşlarla Yaramaz telaşlardan saçlarımızda ak Gün pembesi sarı sayfalarda iç çekişler Kırık bir telde, zülfün nağme dağıtır Haz çiçeği göğsünde deniz soluğu Ve rüzgârında eğlenen bahar Geride geceyi yüklenen hasret bolluğu Temmuzlar eğleşince masum ikindilerde Mızrap tele değince kaç deniz vurulurdu Hangi uzun gölge çalardı sesini Muhayyer kalırdı insan hasrete Senden sorulurdu aşkın şehir yetimi Zülfün gülünü çoğaltmaz o bahçe Gamzen için sazendeler besteye gelmez Hanendeler gider seninle suskun ve misafir Divanlarda şuh kahkahanla geçen ilkyaz Ve saba gülüşlerin bu çağı bilmez

ÖMER KAZAZOĞLU

17

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


YAHYA AKENGİN

İ

lkokulda bize okutulan tarih kitaplarında, konular arasına serpiştirilmiş ’’okuma’’ parçaları yer alırdı. Bunlar edebiyatçı yazarların eserlerinden alınmış bölümlerdi. Muhakkak ki o kitapta işlenmiş tarih konularıyla da ilgili olurdu. Ben tarihi işte o okuma parçalarından dolayı sevmeye başlamıştım. O yüzden tarihle edebiyatı birbirinden bağımsız olarak düşünemem. Tarih edebiyat ilişkilerine çok yönlü bakmak mümkündür. Çünkü zaten bu ilişkiler çok yönlüdür. Konusu tarih olan şiirler, romanlar, hikâyeler bu ilişkinin sadece bir yönüdür. Konuları tarih olmayan nice edebiyat ürünleri de vardır ki onlar okuyucusuna dolaylı da olsa bir tarih arkaplanını, tarih iklimini sunarlar. Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını düşünelim. Yirminci yüzyılın başındaki toplum yapımızdan, düşünce hayatımızdan, eğitime bakış açımızdan zengin kesitler buluruz. Çelişkileri, çatışmaları, idealizmi, yabancılaşmaları görürüz. Kısacası bir devre tutulan aynada tarihimizin bir dönem panoramasını yaşarız. Bu tür edebi eserler sayesindedir ki bir dönem hakkında fikir yürütme, kanaat edinme şansını yakalarız. Eğer edebiyatın tutmuş olduğu böylesi aynalar olmasa idi, biz tarih kitaplarında yer alan Tanzimat sonrası eğitim hamlelerini bilgi olarak aktarmakla yetinse idik, o dönemi özümsemekte zorlanabilirdik, dolayısıyla da ilgi alanımızın dışına kayabilirdi. Dönem romanlarının tarihle içiçeliği bakımından “Çalıkuşu” gibi daha nice örnekler sıralamak mümkündür. Günümüz insanını ve toplumunu ele alan nice romanın da gelecek kuşaklar için bir tarih ikliminin kaynağı

olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tarih kitapları bizi bilgilendirmek için yazılır, edebi eserler ise yazılanları bize yaşatır. Tarihi anlamlı kılan, tarihteki olaylara kılık kıyafet giydiren de yine edebiyat ürünleridir. Bu yönde bir örnek olarak da Shakspeare’in “Jül Sezar” ını söyleyebiliriz. Hatırlayalım, Roma ve Sezar denilince akla gelen ilk söz “Sen de mi Brütüs…” tür. Öğreniyoruz ki, evet Sezar’ın Brütüs isimli kendine ihanet eden bir evlatlığı vardır. Ama Sezar’ın “Sen de mi Brütüs…” diye bir söz ettiğinin tarihi bir belgesi yoktur. Oysa bu söz yüzyıllardan beri aynen söylenmiş gibi bilinir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Roma tarihi ile ilgili kitaplarda da yer alır. Fakat son dört yüz yıldan beri, yani Shakspeare’den bu yana vardır. Bu söz yazarın “Jül Sezar” trajedisi ile birlikte var olmuş ve tarih kanıtlarının önüne geçmiştir. Yani bir yazar Roma’nın trajik bir olayını öyle okumuş, öyle yansıtmıştır ve bu edebiyatçı okuması, tarihin önüne geçmiştir. Tuna Nehri tarihimizde çok önemli bir yer tutar. Tuna boyları Osmanlı’nın şahdamarları gibidir. Tarih bize bu mekânlarda cereyan eden önemli olayları nakleder. Fakat bu nakillere ruh veren de Tuna’nın edebiyatımızdaki yansımalarıdır. İşte Yahya Kemal’in bir beyti bize bir Tuna Tarihi’nin iklimini yaşatır: “Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle! Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaafilelerle…” Tarih ırmağının aktığı yatağı gözümüzde canlandıran yine edebiyattır. Tarihten beslenmeyen yazarın eserleri biraz çorak olur. Edebiyattan nasipsiz tarihçilik ise biraz yavan kalır. ■

18

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


HASAN AKÇAY

T

arih ve edebiyat… Biri diğerinden farklı alanlar gibi görünse de aslında ikisi iç içe geçmiş türlerdir. Denizlerle ırmaklar gibi. Biraz önce ırmak diye isimlendirdiğimiz su kütlesi, bir müddet sonra deniz veya göl olarak yeni bir anlam kazanacaktır. Bugün kaleme alınan edebî eserler, yarın birer tarih olacak; dünün tarihi bugünün edebî eseri hüviyetine bürünecektir. Edebî eser deyince, uyandırdığı estetik duygularla okuyucunun rûhunu ve gönlünü kanatlandıran, renklendiren eser olarak anlaşılır olsa da, şiirden denemeye; romandan tiyatroya kadar her eser çağının bir aynası, her yazar da çağının bir tanığıdır. Dolayısıyla yazar ve eseri öncelikle yaşadığı ân’ı bir ayna özelliği ile istikbale “tanık” olarak yansıtmaktadır. İlk yazılı eserlerden günümüze kadar bu böyle devam etmiştir. Göktürk Âbideleri tarihî olduğu kadar, edebî eserlerdir de. Aynı zamanda kültürün, geleneğin, inancın… Kısaca yaşanılan dönemin her haliyle istikbalden seyredilen aynası. Aynı şekilde bugünün her bir edebî eseri yarının tarihî vesikaları özelliğine sahip olacaktır.

tarihî malzemenin edebîyatta ele alınıp işlenmesi, yeniden yorumlanması bir ihtiyaçtan doğmuştur. Şiir, roman, hikâye, tiyatro… bütün türlerde yazarlar önlerinde duran bu geniş malzemeyi yeniden kurmak, yorumlamak için kullanırlar. 19

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Günümüz öyküsü, romanı, şiiri, tiyatrosu içinde bilinçli olarak “tarih”e yer verilmese de, birçok özelliği ile, yarın yaşayacak olanlar sözü edilen türlerden bugünün tarihinden de haberdar olacaklardır. Kutadgu Bilig öncelikle bir edebî eserdir, fakat biz aynı eserde o dönemin idaresi, yaşam tarzı, gelenek vb. özelliklerini de görebiliyoruz. Edebî eserlerin bir anlamda sürekliliği de bu bilince bağlıdır. Yazar, yaşadığı dönemin tanıklığının, yarınlara bir ayna olma özelliği taşıdığının bilincinde olmazsa, eserinin kalıcılığından söz etmek mümkün değildir. Bütün bu söylenilenlerin yanında bir de ilhamını tarihten alan yazar ve şairler vardır. Onlar; birer edebiyatçı hüviyeti taşımakla birlikte, engin bir tarih bilgisiyle de donanmış kişilerdir. Herkeste var olması gereken tarih şuuru, yani bir geçmişimizin olduğu ve bir süreğin devamı olduğumuzu bilme ve geçmişi en güzel şekilde anlama bilinci, edebiyatla tarihî mecz etmiş olanlarda daha fazladır. Bir anlamda bu şuuru yitirmiş olanların edebî eserlerde de başarısız ve yarınsız oldukları, dayanaklarının olmadığı bir gerçektir. Edebî eserler, tarihin önüne geçerek onu olayların tarihî olmaktan kurtarır. Bununla birlikte beslendiği kaynak tarihî gerçekliktir. Yazar sırtını tarih malzemesine dayayarak eserini oluşturur. Tarih bilimiyle uğraşanlardan farklı olarak, konuyu yeniden inşa eder, tarihin daha iyi anlaşılmasına, tarihin bir bilinç olarak geniş kitlelere ulaşmasına vesile olur. Edebî eserden beklenen tarihin yerine geçmek değildir. Yazar, tarihî gerçekliğe bağlı fakat ondan farklı bir şekilde yansıtır tarihi. Yazarın şahsiliği, olaylara bakışı, algılayışı söz konusudur. Ancak bunu yaparken de yazarın, tarihî gerçekleri tahrif ve inkâr etmemesi gerekir. Yazarın yapması gereken tarihî yorumlamak, canlandırmak, tarihçinin sorumluluk alanı içindeki bir takım boşlukları, hayal dünyası ile doldurmak tamamlamaktır. Yazar; tarihî, olayların tespiti olmaktan uzaklaştırarak, özellikle esere ilave edilen insan öğesi ve onun dünyasında var olan hisler dünyası ile renklendirilerek, tarihî, olayların tarihî olmaktan sıyırıp tarihî, insanın tarihî haline getirmektir. Bu anlamda N. Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Türklerin İslamiyet’ten önceki dönemini ve sonraki dönemlerini anlatan şiirleri önemlidir.

Bilim olarak tarihîn soğukluğu, şiire malzeme olduğunda daha bir yakın ve sıcak durmakta, daha sevimli ve anlaşılır hale gelmekte, bu yolla da geniş kitlelere mal olmaktadır. Hangi türde olursa olsun tarihî konuları işleyen eserlerdeki en önemli amaç, millî şuuru uyandırmak ve canlı tutmaktır. Dolayısıyla edebîyat da gerçeğin, dil ile yeniden inşa yolu olduğuna göre yazara-şaire düşen görev okuyucuyu bilgilendirmekten ziyade, tarihî sevdirmek ve özellikle genç nesillerde bir tarih şuuru uyandırmaktır. Yazar, tarihi yorumlamada edebiyatı bir araç olarak kullanır. Amaç, tarihi millî kültür unsuru olarak nesilden nesile aktarmak, toplum hayatındaki değerlerin telkini ve tenkidini yapmaktır. İlhamını tarihten alan eserler, geçmişte destanların yüklendiği rolü modern hayatta yerine getirir. Özellikle tarihî romanlar masal, efsane gibi anlatı türlerinin günümüzde en yakın devam ettiricileri olarak kabul edilir. Tarihî anlamada, tarihe ilgi duymada romanların üstlendiği görevin önemi tartışılmaz. Sonuç olarak, tarihî malzemenin edebîyatta ele alınıp işlenmesi, yeniden yorumlanması bir ihtiyaçtan doğmuştur. Şiir, roman, hikâye, tiyatro… bütün türlerde yazarlar önlerinde duran bu geniş malzemeyi yeniden kurmak, yorumlamak için kullanırlar. Bu şekilde tarihî olayları daha yakından seyretmek, tarihî şahsiyetleri sadece olaylar içindeki tutum ve davranışlarıyla değil, insani yönleriyle, duygularıyla da tanıyarak farklı bir bakış kazanmak-kazandırmaktır. Tarih sadece bilim olarak karşımızda kalsaydı, Osmanlı’yı tam olarak anlayamadığımız, öğrenemediğimiz gibi, Millî Mücadele’yi de Küçü Ağa, Yaban, Yorgun Savaşçı, Vurun Kahpeye vb. eserler olmasaydı anlamamış; Çanakkale Zaferini Âkif olmasaydı gerektiği gibi hissedemeyecek, “duyamamış” olacaktık. Tarihi vak’aları ve şahsiyetleri her ne kadar bilgi olarak öğrenebilmemiz mümkün olsa da; kimi zaman gözlerimizde iki damla yaş olan, kimi zaman yüreğimize ışıktan kanatlar takan, kimi zaman bizi sevince, kimi zaman da hüzünlere boğan o rûhu asla bulamayacak, o duyguyu yaşayamayacaktık. Öyleyse son söz olarak, tarih, bilim olarak geçmişin bedeni; edebiyat ise o bedenin her dem diri rûhudur, diyebiliriz.■

20

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


BEYHAN KANTER

T

anzimat’ın getirdiği yenileşme hareketlerinden biri de “kadın inkılâbı”dır. Bu dönemde, aydınların kadın sorunu üzerine eğilerek kadınların toplumsal yapı içindeki konumlanışlarını tartışmaları, kadınların sosyal yaşam içinde etkin bir şekilde görünür olmalarına zemin hazırlamıştır. 19. asırda Osmanlı İmparatorluğunda, edebiyat alanında az da olsa kadın şairler yer almaktadır. Genellikle aristokrat ailelerde yetişen bu kadın şairlerin eserlerinde, Divan Edebiyatı geleneğinin izleri görülmektedir. Ancak Tanzimat’ın getirdiği en büyük yeniliklerden olan gazete kültürünün yaygınlaşmaya başlamasıyla kadın yazarlar, şiir dışında bir alanda kendilerini ifade edebilme imkânı bulmuşlardır. Kadın yazarların basın hayatı içinde görünmeye başlamalarının elbette bir alt yapısı söz konusudur. Bunda Tanzimat’ın erkek aydınlarının kadınları destekleyici bir görev üstlenmelerinin etkisi göz ardı edilemez. Nitekim Ahmet Mithat Efendi, bu noktada hem yazıları hem de görüşleri ile “basın hayatındaki kadın hareketi”nin en büyük savunucularındandır. Ahmet Mithat Efendi’nin bu desteğinin yanı sıra pek çok aydının gazete ve dergilere kadın imzasıyla yazılar yazmaları da halkı kadın yazarların varlığına alıştırmaya yönelik bir tutumun yansımasıdır. Osmanlı basın tarihinde kadınların varlığı, özellikle kadınlara yönelik süreli yayınların çıkmasıyla belirginlik kazanır. Kendilerini “toplumsal cinsiyet” ayrımı yapan erkeklere karşı savunmak ve kamusal alanda görünürlük kazanmak isteyen Osmanlı Türk aydın kadınları, öncelikle bu dergilerde, bir var oluş mücadelesi içine girerler. Bu anlamda ilk olarak, kadınların var oluş mücadelesini destekleyen erkek aydınların kadınlara yönelik gazete ve dergi çıkardıkları ve bu

21

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


yayınlarda da kadın imzasıyla yazılar yazdıkları görülür. Tanzimat sonrasında yayın hayatına başlayan kadın dergilerinde genel olarak kadınların toplumsal statülerinin ne olduğu sorunu ele alınırken kadınların kendilerini ifade etmeleri için de uygun zemin hazırlanmıştır. Özellikle bu dergilere gönderilen kadın mektupları bu anlamda dikkat çekicidir. Kadınlar için yayınlanan süreli yayınlar içinde Şükufezar, “sahibi kadın olan ve yazı kadrosunu tümüyle kadınların oluşturduğu ilk kadın dergisi”(Çakır, 1996:26)dir. Şükufezar’ın yazarları, kadınların varlığını sadece aydın kesime değil bütün halk kitlesine duyurmak amacıyla yayın hayatına başladıklarını daha ilk sayıda belirtme gereği duymuşlardır. Nitekim bu derginin açtığı yolda, daha sonra pek çok kadın dergisinin Osmanlı basın hayatında birer birer yer edinmeye başladığı görülür. Kimlik arayışı içindeki Osmanlı Türk kadınının bu atılımı ile “kadınlık bilinci” uyanan kadın kitlesinin de bu dergilere yazılarıyla destek vermeleri, kadın hareketindeki ciddiyeti göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Zira daha sonra “Mürüvvet” gazetesinin haftalık eki olarak çıkan “Mürüvvet Dergisi”nin (Aşa,1989:63) yazar kadrosunun büyük bir çoğunluğu erkekler olduğu hâlde, dergide yer alan konuların kadınlara yönelik yazılardan oluşması da kadınlar için yapılan yayınların gördüğü değeri yansıtmaktadır. Osmanlı basın tarihinde, kadınlara yönelik yayın yapan en uzun süreli kadın dergisi ise “Hanımlara Mahsus Gazete”dir. “1895-1908 yılları arasında 13 yıl toplam 604 sayı olarak çıkan en uzun süreli kadın dergisi”(Çakır,1996:27) olan bu derginin yazarlarının büyük çoğunluğu, Osmanlı basın hayatına damgasını vurmuş aydın kadınlardır. Derginin yayın amacının kadınların sesi olmak ve kadınların her türlü sorunlarına eğilmek olduğu belirtilir. Hanımlara Mahsus Gazete’de genel olarak geleneksel çizgiden uzaklaşmayan “ılımlı bir feminist” anlayış görülür. Dinden ve gelenekten kopmamaya özen gösteren bu derginin yazarları, böylelikle sadece aydın kesimin değil aynı zamanda geniş bir halk kesiminin de desteğini almayı başarmışlardır. Bu dergide makalelerini yayınlayan Fatma Aliye Hanım, Osmanlı basın tarihinin

en büyük kadın simalarından biridir. Zira o, hem makaleleri hem romanları hem de felsefe ve tarih alanındaki eserleriyle, bilinçlenen Osmanlı -Türk kadının ilk öncüsü durumundadır. Fatma Aliye Hanım’ın pek çok alanda eser vermesi dışında, kadınların sorunları üzerine yönelirken sergilediği tutum da bunda etkilidir. Nitekim basın hayatının bir başka önemli yazarlarından olan ve Fatma Aliye Hanım’ın kız kardeşi Emine Semiye’nin görüşlerinde daha sert ve daha feminist bir özellik görülür. Fatma Aliye gibi öncelikle kadınların eğitilmesi konusunda ısrarla duran Emine Semiye, sadece basın hayatında değil siyaset hayatında da aktiftir. Makalelerinde, yaşanılan dünya içinde çevreye ve olup bitenlere kayıtsız kalmanın doğuracağı olumsuz neticelerden bahsederken kız kardeşi Fatma Aliye Hanım’ın İslam geleneği içinde kadın olgusunu ele almasına karşın Emine Semiye Hanım, dinî olgularla ve geleneksel anlayışla kadın haklarına yaklaşmaz. Bu yönüyle ailesi ile farklı bir fikrî zeminde olduğunu yansıtır. Fatma Aliye Hanım’ın eserlerinde İslam tarihindeki kadınlardan örnekler vermesine karşın Emine Semiye’nin “Batıcılık” anlayışından kopmamaya çalıştığı görülür. Onun bu yaklaşımında, bir süre etkin görev aldığı İttihat ve Terakki Partisi’nin etkisi sezilmektedir. Kadın dergilerinde, genel olarak geleneksel bir çizgi görülmesine karşın özellikle “Batıcılık” görüşünü savunan bazı aydın yazarlar, Osmanlı toplumu içinde kadınların geleneğin dayatmaları yüzünden kimliksizleştirildiği ve değersizleştirildiği düşüncesini savunurlar. Ancak Tanzimat’ın ilk dönemlerinde kadın yazarlar, bu görüşlere çok fazla itibar etmemişlerdir. Nitekim Emine Semiye’nin de yazılarını yayınladığı İnci dergisi, kadın hakları ve kadınların sosyal yaşam içindeki konumlandırılmaları noktasında kadın ve erkek yazarların yazdığı yazılarla, kadınları teşvik edici bir rol üstlenirken daha çok kadınların aile içindeki durumlarından bahsederek siyasi noktalardan kaçınır. Osmanlı basın hayatında aktif olarak görülen bir başka kadın yazar, Nigâr Bint-i Osman’dır. Nigâr Hanım, “Demet”, “Kadın”, “Hanımlar Âlemi”,”Nilüfer”, “Kadın” ve Selanik’te çıkan “Mütalaa” gibi kadınlara yönelik süreli yayın-

22

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


lar dışında, Servet-i Fünun, “Malumat” gibi gazete ve dergilerde de makalelerini yayınlar. Nigâr Hanım, “Hayatımın Hikâyesi” adlı eserinde kadın-erkek eşitliğini kabul etmediğini; kadınların güzel bir eğitim almaları gerektiğini, devlet adamlarının asıl görevlerinin kadınların eğitilmesini sağlamak olduğunu belirterek kadınların toplumsal yaşam içinde etkin bir konumda bulunmalarının toplumsal yaşamın medenileşmesi için küçümsenmemesi gereken bir olgu olduğunu vurgular. “1914’de haftalık olarak çıkarılan”(Aşa,1989:645) “Hanımlar Âlemi” dergisinde, Nigâr Hanım, “Feminizm Nedir?”konulu ankete cevaben yazdığı mektupta, kendisinin feminizm anlayışında, kadın ve erkek arasında tam bir eşitlik olmadığını, zira kadın ve erkeğin yaratılış itibari ile bile birbirinden çok farklı olduklarını belirterek kadın hakları konusundaki tutumunu net bir biçimde açıklar.(Hanımlar Âlemi, 1914:sayı:1). Nigâr Hanım “ özellikle bir süre için başyazarlığını da yaptığı Hanımlara Mahsus Gazete etrafında edebî hayatının renkli ve zengin bir dönemini geçirdi”(Bekiroğlu, 2007:84). Hanımlara Mahsus Gazete’de çıkan makalelerinde de kadınların eğitiminin toplumsal yaşamın geleceği için önemini açıklama gereği duyması, onun eğitim ve kadınların bilinçlenmeleri konusundaki hassasiyetini göstermektedir. Nigâr Hanım’ın da yazar kadrosunda bulunduğu Celal Sahir tarafından çıkarılan ve II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayınlanmış ilk kadın mecmuası (Aşa,1989:248) olan “Demet” dergisinin kadın dergiciliğinde özel bir yeri söz konusudur. “Kadınlar siyasal konularla ilk kez Demet’le tanışmış, dergide yer alan siyasi makaleler okurlar tarafından ilgi görmüştür.”(Çak ır,1996:s.33) Bu dönemde basın hayatının göze çarpan kadın yazarlarından Şükûfe Nihal de makalelerinde kadınların okutulması ve kadınlar için eğitim kurumlarının açılmasını isterken, erkeklerden bencil davranmamalarını ve kadınlara okul açılması için destek olmalarını talep ederek bu anlamda birlik oluşturulması yönünde görüşler ileri sürer. Toplumsal değişim süreci içinde “yeni kadın” tipini hem eserleri hem de sosyal faaliyetleri ile örneklendiren Şükûfe Nihal, etkin ve

faal bir kadın kimliği ile karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, o da kendisinden önceki kadın öncüler gibi yazdıkları ve yaptıkları ile Osmanlı feminizminin ve kadın hareketlerinin hazırlayıcılarındandır. Nezihe Muhiddin tarafından yayın hayatına kazandırılan “Kadın Yolu Dergisi”nde yazdığı yazılarında da kadın hakları ve kadınları sosyal hayata teşvik edici bir yol izleyerek kitlesel kadın hareketlerinin öncülüğünde aktif bir rol oynamıştır. İnas Darülfünun’undan mezun olan Şükûfe Nihal, idealist çizgisinden taviz vermeden kadınların toplumsal yapı içindeki gelişim süreçlerinde aktif bir birey olarak yer alır. Şükûfe Nihal’in Mehmet Rauf’un çıkardığı “Mehasin” adlı kadın dergisinde yayınlanan “İnas Mektepleri Hakkında” başlıklı yazısında, kız okullarında yapılması gereken yeniliklerle ilgili görüşlerini açıkça belirtmesinin Emine Semiye Hanım’ın yazdığı bir yazı ile takdir edilmesi, kadın yazarların birbirlerini desteklediklerini ve birbirlerinin yazılarından ve faaliyetlerinden haberdar olduklarını gösterir. Bu anlamda farklı bakış açıları ile yollarına devam etseler de Tanzimat ve ondan sonra Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar basın hayatında yer alan kadın öncülerin hak mücadeleleri, bir örgütlenmenin ve birlikte hareket etmelerinin bir sonucudur. Makaleleri, “Bilgi Yurdu Işığı”, “Türk Kadını”, “Firuze”, “Kadın Yolu/Türk Kadın Yolu” dergilerinde yayınlanan Şükûfe Nihal, haftalık edebî bir kadın dergisi olarak yayınlanan “Süs” dergisinde yer alan “Fırkamızın Mefkûresi” başlıklı yazısında, Kadın Halk Fırkasının fikirlerini ve programını açıklayarak kadınların her alanda görünür kılınmalarının şart ve gerekli olduğunu ifade eder. Yazılarında, kadınların bilinçlenmelerinin Türk kadın tarihinin değişimi ve yenileşmesi açısından gerekliliği üzerinde fikirlerini açıkça ve gür bir sesle ifade etmekten kaçınmaz. Yenileşme döneminin basın kültüründe yazılarıyla yer alan bir diğer önemli şahsiyeti Makbule Leman’dır. Bir dönem “Hanımlara Mahsus Gazete”de başyazarlık yapan Makbule Leman Hanım, yazılarında evlilik ve kadınların eğitimi, çocuk bakımı, annelik, gibi konular üzerinde dururken, geleneğe ve dine dayalı bir yaşam tarzından da uzaklaşmamak gerektiği fikrini savunur. II. Abdülhamit döneminde, makalelerinden dolayı

23

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


“şefkat nişanı” ile ödüllendirilen Makbule Leman, kadınların eğitilmesi noktasında fikrî alanda mücadele vermiş yenilikçi ve aynı zamanda gelenekten kopmamış bir Osmanlı aydınıdır. Makaleleri, “Hanımlara Mahsus Gazete”, “Hazine-i Evrak”, “Hazine-i Fünun” gibi süreli yayınlarda çıkmıştır. Bu dönemde kadınların hürriyetleri için mücadele veren Nezihe Muhiddin, Türk kadınının her alanda görünür olmasını arzulamış ve bunun mücadelesini vermiştir. Nezihe Muhiddin, geleneksel anlayışa zaman zaman ters düşen görüşler ileri sürer ve geleneği yargılayıcı ifadeler kullanmaktan çekinmeyerek, kadınların sadece kamusal alanda değil siyasal alanda da varlıkların göstermeleri gerektiğine inanır. 1923’te onun başkanlığında “Kadınlar Fırkası” kurulur. “Süs” dergisinde “Partinin kuruluş gerekçesi, hükümete verilen beyannamede özetle şöyle açıklanmıştır: “Kadın ülkenin her yerinde yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların içinde olmasına ve bu sorunlardan etkilenmesine karşın, bu alanlarda gözle görülür biçimde çalışamamaktadır. Amaç yer yer ortaya çıkan kadın varlığını ve kişiliğinin kitlevi bir şekle dönü ştürülmesidir.”(Çakır,1996:75) Nezihe Muhiddin, “Kadın Yolu” dergisinde, kadınların siyasi hayata katılmaları ve seçim hakkı elde etmeleri gerektiğini ısrarla savunmuştur. Kadınların oluşturdukları bu hareketlilik sürecinde bir başka öncü kadın olan Ulviye Mevlan, radikal görüşleriyle siyasi ve ideolojik yönü daha ağır basan biridir. Onun bu radikal görüşleri kadın hareketlerinde bir değişim ve keskinlik oluşturma sürecini hızlandırır. Ulviye Mevlan, yazılarında ve faaliyetlerinde de görüşlerindeki radikalliği her fırsatta ifade etmekten kaçınmaz. Çıkarmış olduğu “Kadınlar Dünyası” dergisi ile ılımlı bir kadın hareketinin yerini daha keskin çizgilerle hak arayışında olan bir anlayış almıştır. Bu anlamda Ulviye Mevlan, Osmanlı basın hayatındaki varlığı ile kadınlık bilincini uyandırırken batıyı takip etmiştir. “Kadınlar Dünyası” dergisinin bir önemli özelliği de haklarını savunmak için bütün kadınları birleşmeye ve örgütlenmeye çağırmasıdır. Kadınların ekonomik özgürlüklerini kazanmalarının teşvik edildiği bu dergide, kadınlara yapabilecekleri mesleklerle ilgili bilgi verilmekte ve kadınlar yönlendirilmektedir. “Kadınlar Dünyası” zaman zaman aşırılığa

kaçan feminist söylemler neticesinde tepki toplamıştır. Dergide yazıları yer alan yazar Mükerrem Belkıs ise feminizmi şöyle açıklayarak tepkilere yönelik cevap vermektedir: “Feminizm ahlakı yıkan, aileyi yıkan bir cereyan değildir. Saadeti mahveden bir cereyan değildir. Bilakis feminizm ahlak esaslarına ibtina ederek(dayanarak) daha iyi bir saadetin idrakini temin eden bir yoldur. Feminizm haksızlığı, biçareliği ve müsavatsızlığı kaldırarak yerine ahlakın, vicdanın muhakemesiyle vücuda getirilecek yeni ve insani bir teşkilat tesis etmek emelindedir(Doğan, 2003:12). Mükerrem Belkıs, feminizm anlayışını açıklayarak kadınlarla bire bir ilişkiye girer ve onlara yol gösterir. O, bütün kadınları birlik içinde inkılâp yapmaya çağırırken ancak cesur bir kitlenin sesi olabilmiştir. Bunun nedeni ise görüşlerindeki keskinliktir. Osmanlı basın tarihinde var oluş mücadelesi veren Osmanlı Türk kadınları, makaleleri ile Osmanlı İmparatorluğunun son dönemi içinde kadının konumuna netlik kazandırma çabası içinde olmuşlardır. Bu anlamda Tanzimat’la birlikte gelişen basın kültürü ile kendilerini ifade eden Osmanlı aydınları, kadınlarla birlikte bir mücadeleyi başlatmış ve basın hayatı içinde kadınların etkin bir rol almalarını desteklemişlerdir. Kadınların basın hayatındaki bu etkinlikleri ile ortaya çıkan “yeni kadın tipi” toplumun yadsıyamayacağı bir gerçeklik oluşturmuştur.■ KAYNAKLAR Aşa, Emel(1989) 1928’e Kadar Türk Kadın Mecmuaları, Yayınlanmamış Yük. Lis. Tezi, İstanbul Ü.Türk Dili ve Edebiyatı Böl. Bekiroğlu, Nazan(2007) Nigâr Hanım, İslam Ans., Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul. Çakır, Serpil (1996) Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., İstanbul. Doğan, İsmail(2003) Bizde Kadın, Millî Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul. Fatma Aliye (1309) Nisvan-ı İslam, İstanbul. Nigâr Bint-i Osman (1959) Hayatımın Hikâyesi, Ekin Basımevi. İstanbul. Nigâr Bint-i Osman(1914) Feminizm Nedir? Hanımlar Âlemi, 1914: S. 1, s.2. Şükûfe Nihal (1339) Fırkamızın Mefkûresi. Süs. S. 3, s. 3-4. Zihnioğlu, Yaprak (2003) Kadınsız İnkılâp, Metis Yay., İstanbul.

24

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


MEHMET NURİ EMİNLER

B

ir taşralı olarak İstanbul’la alakalı ilk intibaım, yazının başlığımda tırnak içinde geçen ifadenin bulunduğu muhteşem hatıra. Ondan önce de babamın – Allah sağlıklı, uzun ve hayırlı ömürler versin- askerlik yıllarının cereyan ettiği “suyu allı pullu” olan güzide şehirle alakalı pare pare anlattıkları. Sinema ya da TV’den takip ettiğim “belgesel” ve filmlerden ise – eskilerin tabiriyle- “sarf-ı nazar” ediyorum. “Asitane” ile ilgili intibalarım, sadece medya ile sınırlı kalsaydı, ruhumdaki “ allı pullu” hisler, belki de zaman ilerledikçe kesafeti artan bir karanlığa dönerdi belki de. Ortaöğretimin lise kısmındayken öğrenciliğin teneffüs zamanlarında, yani Yaz tatillerinde, ailemin davetiyle Almanya’ya gitme maceralarımın dışında, İstanbul’la alakalı ilk köklü tedai hamlesinin kaynağı ise Yahya Kemal Beyatlı. Bugün gibi hatırımda. Lise 2 sıralarındayız ve yıl 1977. O “civcivli” günlerin merkezinde kültürle ne kadar uğraşılabiliyorsa, “talebe”lik seviyesinde – ki hadis bu, talebeliğin mezara kadar olduğu ve olması gerektiğini buyuruyor- karınca kararınca didinip durmadayız. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenimiz de, şu anda avukatlık yapan - Allah uzun ve hayırlı ömürler nasip etsin- “Birecik Tarihi”, “ Uygurca Tezkiretü’lEvliya Tercümesi “ Yazarı, şiirlerini “Nale”de toplayan şair Verdi Kankılıç. Galiba mayısın ilk günleri, bunu hocamızın “ İstanbul fethine daha yirmi gün var ama…” deyişinden hatırlıyorum.

Mevzuumuz “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar.” Sonraki İstanbul Edebiyat’a girmemin de, edebiyatçı olmamın da, tarih ve moral değerlerimize temayül etmemizin de dinamiği işte bu şiir: İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri. Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü? Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” Elli üç gün en mehâbetli temâşâ idi o! Sanki halkın uyanık gördüğü rü’yâ idi o! Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatırâdan; Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan; Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl; O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl. Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha Şanlı nâmıyle ‘Büyük Top’ denilen ejderha. Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece, Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Halic’e; Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,

25

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak, Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu; Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu. Muhterem Ömer Faruk Akün hocamızın anlattığına göre – Allah rahmet etsin-, Yahya Kemal bu şiiri Paris’ten dönüşünde yazmıştır. Bilhassa orada Şair Baudlaere’nin tesiriyle coğrafyaya bağlı tarih anlayışına sahip olmuş, Felsefeci Albert Sorel’in tesiriyle de tarihe milli kültürün ve sanatın kaynağı olarak bakabilmiştir. “Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri”dir ve daha İstanbul “İslambol” olmamışken, mescitlerinde namaz kılınmakta, minarelerinde ezanlar okunmaktadır. Bu “ayrıcalığından” dolayı, “her şehri onu gıpta ile hatırlar.” Hepsi de “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü? Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” diye sorar hâl lisanlarıyla. Elli üç gün süren o “mehabetli temaşa” halkın uyanık gördüğü rüya gibiydi. Şimdi “o büyük hatıradan” beş yüz sene geçmiş olmasına rağmen, elli üç gün boyunca o hengâme görülmüştür: Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha gürleyen Şahi topları, - şanlı namıyla ‘Büyük Top’ denilen ejderha- , surlarda “mukaddes” gedikler açmaktadır. Karadan sevk edilen yüz gemi Haliç’e geçmiştir. Üsküdar son günün cengi olurken tepelerden bakarak gözleri dolmuştur. Çünkü henüz melaikeyi hoşnut edecek amelleri yapacak olanlardan önce “İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu” görmüştür. Bu şahane tabloyu “asırlarca hayalinde saklamış”tır. Yahya Kemal’in: “Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! / Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri. / Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü? / Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” mısralarını her okuduğumda, Üsküdar Sahili’ni ne zaman hatırlasam bu mısralar ruhumda canlanır da hem büyük fethi hem de bu güzel şiiri yeniden yaşarım. Fatih, İstanbul’u akan suları tersine çevirerek fethetti. Onun yaptığı bu fetih sayesinde İstanbul, altı asırdır Müslüman Türk’ün zevkiyle yoğrulmuştur. Ancak bir de İstanbul’un ruhunu ve zevkini fethedip bunu şiirleriyle gönüllere duyurmuş “İstanbul’un güzelliklerinin fatihi” şairimiz var ki sadece Üsküdar’a bakışı bile onun İstanbul’u ne kadar kavradığını bize anlatır. Yahya Kemal’e gelene kadar birçok şair İstanbul’a

şiirler yazmıştır. Ancak hiçbiri İstanbul’un güzelliğini, manasını, onun fetihten bu yana gelen tarihî misyonunu ruhlarımıza Yahya Kemal’in duyurduğu keyfiyette duyuramamıştır. İlk yayımlanan şiirinin, hiç görmediği İstanbul’u “tasvir eden” “Hâtıra” isimli ve “mübtedi gençlerin pek bilmediği muzâri vezni ile yazılmış bir manzume olduğunu” belirten Yahya Kemal, bu ilk ürününün İstanbul’da yayımlanan Terakki mecmuasında çıktığını bildirmektedir. İstanbul’a geldikten sonra Tevfik Fikret’in, Cenap Şahabettin’in şiirlerini tanıyan Yahya Kemal, Servet-i Fünun şiirinin etkilerini taşıyan gençlik şiirlerini Agâh Kemal imzasıyla İrtika, Mâlumat dergilerinde yayımlamıştır. Bu yıllarda, akrabalarından Abdurrahmanpaşazade İbrahim Bey’in evinde Hacı Arif Bey yönetiminde yapılan icra fasıllarını izleyerek Türk müziğini yakından tanımış, klasik bestecilerimizi derinden anlayıp sevmiştir. Paris’te bulunduğu yıllarda Fransız sembolistlerinin eserlerine yakınlık duyan Yahya Kemal, şunları yazmaktadır: “Gerçi Hugo’yu iyi anlıyordum, gerçi Gautier’yi ve De Banville’i iyi anlıyordum, gerçi Baudelaire ve Verlaine’i sıtmalı bir ibtilâ ile seviyordum, gerçi şahsî şairliğin en son numuneleri olan Maeterlinck, Verhaeren gibi şiirleri yakından biliyordum, lâkin zevkim, bütün bu şairlere nisbetle çok geri sayılan Jose Maria de Heredia’nın şiiri üzerinde durmuştu”. (Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar) Yahya Kemal, Heredia aracılığıyla, daha sonraki yıllarda şiir anlayışını kökten değiştirmesine yol açacak Latin ve Yunan şiirini tanımış, Heredia’nın Sonnet’lerinde “şiirin esas madenine eliyle dokunduğu” duygusuna kapılmıştır. Paris’te Yahya Kemal’i derinden etkileyen ve tarih görüşünün oluşmasını sağlayan ikinci kişilik Albert Sorel olmuştur. Yahya Kemal’in bu hâlini hatırlatan bir kültür adamımız, “Mademki Avrupa üflüyor, şimdiye kadar da bu üflemeyle hareket ettik. Bari biz oralara açılalım da, Yahya Kemal’in kendine dönmesi gibi nice insanları aslına çevirelim.” diyerek mühim bir gerçeğe parmak basıyordu. Haksız da değil hani? Bu değişim olmasaydı, biz Süleymaniye’nin “kuru” binasına bakacak, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nın taşıdığı manaları hissetmeden, bir turistin yabancılığında hissiz seyredecektik onu.■

26

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


T

A

ARİHİ

NLAMAK

“Manasına nüfuz edilmediği, tarihî hâdiselerin sebepleri anlaşılmadan kaldığı takdirde tarih hususunda âlim ile cahil müsavidir. “ İbn Haldun

SUAT BULUT

Giriş

Tarihin öğrenilmesinin gerekli ama yeterli olmadığını biliyoruz. Ancak anlama ve bu sürecin devamı olan anlamlandırmanın, tarih ilminin asıl gayesi olması gerektiği ve tarihi anlamlandırmanın da subjektif niteliği de unutulmamalıdır.

Tarih ilminin insanlığın yazıyı bulunmasıyla başladığı, klasik bir argüman olup doğruluğu tartışılmaz bir tespittir. Gerçekten de yazının bulunmasının olayları ve olguları kayda geçirme bakımından bir zaruret olduğu ve bu “kayda geçme” süreciyle geçmiş olayların günümüze taşınabilirliğinin sağlandığını biliyoruz. Ancak tarihi sadece olayların ve olguların sıralanması olarak algıladığımızda, tarihin bir bilim dalı olarak, insanlık bakımından bir faydasının olamayacağı da bir başka tartışılmaz gerçekliktir. Bu sebeple tarih ilminin epistemik karakteri, muhteva itibariyle pek çok bilim dalını ihata ediyor olması, belki tarihin öğrenilmesini (olay ve olguların sırlanması bakımından) mümkün kılsa da esas amaç olan tarihin anlaşılmasını oldukça zorlaştırmaktadır. Bu değerlendirme sebebiyle tarihin “öğrenilmesi” ve “anlaşılması” olarak iki ayrı yaklaşımın var olduğunu ve bunların her ikisinin de birbirinden farklı ancak her ikisinin de gerekli olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Fakat tarihin kendisin-

27

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


den beklenen faydayı sağlayabilmesinin mutlaka tarihin “anlaşılması” pratiği ile mümkün olacağı açıktır. Genel okuyucu kitlesi bakımından, gözlemlendiğinde tarih temalı kitapların her zaman diğer konulara nazaran daha fazla ilgi gördüğü ve “tüketildiği” söylenebilir. Buna ilaveten bu kategorideki kitaplarında çoğunluğunun “tarihî romanlar” olduğunu söylemek de mümkündür. Konu Türk edebiyatı bakımından incelendiğinde, “tarihî roman geleneğimizin” istisnaları olmakla beraber esasen masal veya hikâye tarzı bir anlatım formu ile “vakanüvislik” geleneğinin hâkim olduğu ekol arasına sıkışıp kaldığını görmekteyiz. Bu sebeple ülkemizde “tarihî roman yazıcılığının” pek az örneğini görebilmekteyiz. Bu durumun temel sebebinin, tarih bilimi ile şu ya da bu şekilde uğraşan akademisyen, yazar-çizer veya aydın grubunun geneline hâkim olan tarihe yaklaşımdaki eksik ve aynı zamanda metodolojik bakımdan çoğunlukla yanlış perspektiften kaynaklanmaktadır. Toplumsal kolektif şuurun bir parçası olan tarih şuurunun Türk toplumunda istenen seviyede olmadığı malumdur. Tarihin bir bilim olarak “ objektifliğinin” Türkiye genelinde fazlaca abartılması ve ciddiye alınması bu duruma sebep olmaktadır. Tarih anlatımında, tarihçilerin kuru ve sıkıcı anlatımı, açıklayıcı anlatım ve anlamlandırma geleneğinden uzak “ objektivite fetişizmi” ile yukarıda bahsi geçen, “masal – hikâye” ve “vakanüvislik” arasına sıkışan tarihçiliğimiz maalesef, toplumsal bir şuur oluşturabilecek birikim ve literatürü oluşturabilmiş değildir. İstisnaları olmakla beraber, toplumsal anlamda tarih öğrenmede, kısmi başarılarımız olsa da tarihi –öğrenmne değil – anlama ve anlamlandırma çabalarımızın zayıflığı ortadadır. Tarihin öğrenilmesinin gerekli ama yeterli olmadığını biliyoruz. Ancak anlama ve bu sürecin devamı olan anlamlandırmanın, tarih ilminin asıl gayesi olması gerektiği ve tarihi anlamlandırmanın da subjektif niteliği de

unutulmamalıdır.

Epistemolojik bakımdan tarih

Tarihin bir bilim olarak, “Pozitivist Bilim Teorisi” bakımından bilim olup olmadığı, hâlâ tartışma konusudur. Genel pozitif bilimler bakımında olmazsa olmaz şartlardan kriterlerden olan “gözlem ve deney”in tarih bilimi bakımından uygulanamıyor olması, epistemolojik bakımdan tarihi tartışmalı kılmaktadır. Gerçekten de tarihî olaylar bakımından deneyin ve bunu yanı sıra gözlemin -sosyolojik gözlemle karıştırılmaması gerekmektedir- mümkün olmayışı, tarihin pozitif bilimler kategorisindeki yerinin ne olacağı ve ne olması gerektiği problemini sürekli güncel kılmaktadır. Buna rağmen tarihin insanlık tarihi boyunca felsefe ile birlikte insanoğlunun ilk bilimsel uğraşları arasında yer aldığı kuşkusuzdur. Hatta tarih bir yönüyle felsefeden de öncedir. Yazıyı bulan insanın ilk yaptığı şeyin, kendi yapıp ettiklerini ve çevresinde olanları kayda geçmek olduğu tarihsel bir bilgidir. İnsanoğlunun bu çabasının bilimsel olmaktan ziyade ontolojik bazı gerekçeleri vardır. İlk elde söylenebilecek olan ise insanın kendisini sınırlayan temelde iki ontolojik sınırı yani zaman ve mekan kaydını ya da engelini aşması çabasının verdiği bir saikle veya daha sarih bir ifadeyle zaman galip gelmek isteğinin bir sonucudur. İnsanlığın medeniyet bakımında gelişimine paralel ( her ne kadar tarihselci bir yaklaşım olsa da genel anlamda medeniyetin veya insanlığın doğrusal bir ilerleme kaydettiği söylenebilir.) tarih dışında diğer sosyal ilimlerin ( felsefe ,sosyoloji, edebiyat ( şiir, roman.. ) v.s.) tarih biliminde süreç içinde ayrılarak bağımsızlaştığını bilim tarihinde görmek mümkündür. Orta Çağın sonlarına doğru, modernleşmenin başlangıcına ve paradigmasına paralel, bilimlerin yavaş yavaş ayrışmaya başladığı tarihin içinden, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve ilahiyat gibi farklılaşarak ve ayrışarak müstakil disiplinler hâline

28

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


geldiğini görüyoruz. Bu ayrışma süreci sonunda tarih de bir bilim olarak oldukça soyutlanmış ve uzunca bir süre sadece tarihî olayların kaydedildiği kısır bir faaliyet olarak, “vakanüvislik geleneği” içinde sıkışıp kalmıştır. Söz konusu bu sıkışıklık aydınlanma süreciyle paralel değişik çabaların varlığını doğurmuş ve tarihin öğrenilmesi, anlaşılması ve anlamlandırılması bakımından oldukça farklı ekollerin doğmasına sebep olmuştur. Elbette ki bundan önceki dönemlerde de tarihin anlaşılması bağlamında istinai bazı gayretlerin – İbn Haldun gibi – varlığını biliyoruz. Ancak sistematik ve yoğun çalışmaların modernleşmeye paralel başladığı da açıktır. Bu çalışmalar zaman içinde disiplinler arası yaklaşımların gerekliliğini doğurmuş ve bu çerçevede, edebiyatın, psikolojinin, felsefenin ve özellikle sosyolojinin desteğinin ortaya çıktığı bir döneme girilmiştir. Tarihin yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız epistemik yönü elbette ki etimolojik yönün bilinmesiyle daha da anlaşılır olacaktır. Tarihin bu yönlerinin çok kapsamlı çalışmalar gerektirdiği herkesin malumudur. Ancak kısaca değinmek gerekirse tarih kelimesinin doğu ve batı dillerinde farklı anlamlar taşımasının iki kültür dünyasının farklı “sosyolojik ön kültüre” sahip olmalarından kaynaklandığı söylenebilir. Tarih, doğu dillerinde, tarih “zaman kavramına” ağırlıklı olarak vurgu yapılırken, batı dillerinde ise olayların olguları tek tek incelenmesi anlamı ağırlıktadır. Bu yönüyle doğuda tarihe bakış açısında “bütüncül” bir yaklaşım varken, batıda ise parçalı, zaman ve olgular arasındaki irtibatları problematik olarak gündeme getiren bir nitelik taşır. Bu yönüyle tarih felsefesi bakımından doğu mantalitesindeki yaklaşımın daha elverişli olduğu söylenebilir. Tarihin metodolojik anlamda kısaca değinmeye çalıştığımız bu yönü bir tarafa, tarihin anlaşılması problematikinin çok değişik yaklaşımlarla çözülmeye çalışıldığını ve bu yaklaşımlarda da oldukça

başarılı sonuçlar alındığı sabittir.

Tarih ve empati

Tarihin anlaşılmasının disiplinler arası bir çalışmayı gerekli kıldığı ve bu metodoloji ile mümkün olduğu tartışmasızdır. Bu sebeple oldukça değişik nitelikli “anlama” çaba ve metotlarının varlığı ile beraber, tarihin anlaşılmasında, tarihçi bilim adamlarının yapmakta oldukları bilimsel çalışmaların dışında, herhangi bir akademik formasyon gerektirmeden genel okuyucunun dahi rahatlıkla uygulayabileceği popüler bir “anlama çabasından” tarihin empatik yaklaşımla okunmasından, oldukça büyük fayda sağlanacağını söylemek mümkündür. Bilindiği gibi, psikolojik muhtevalı bir kavram olan “empati” nin en genel ve anlaşılır tanımı” bir başkasının yerine kendisini koyabilme, karşısındakinin bakış açısından olaylara bakabilme yeteneği” olarak ifade edilebilir. Bu tanımda empatiden bir yetenek olarak bahsedilmesinin elbette ki özel bir anlamı vardır ve bu özel anlam “empati yapmanın” sanılanın aksine oldukça ciddi motivasyon gerektiren bir zihinsel ve ruhsal tutum alınmasının zor olması niteliğine vurgu yapılmasıdır. Bu yaklaşım çerçevesinde, tarihin anlaşılmasında “Biz tarih okurken, Greklilerin, Romalıların, Türklerin, rahip ve kral ya da celladın yerine koymalıyız ve bu tasavvurları kendi gizli tecrübemiz içindeki realiteye bağlamalıyız. Aksi takdirde, hiçbir şey öğrenmeyecek ve hatırlamayacağız.” ( Tarih Felsefesi Yazıları, Şahin Uçar) Bu alıntıda tarihe “empatik yaklaşımın gerekliliği en yetkili ağızdan ifade edilmektedir. İşte empatinin bu yönüyle sağlanabilmesinin en etkili aracının ve en sağlıklı zeminin de edebî eserler olduğu tartışmasızdır. Tarihin anlaşılabilirliğinin edebî eserler sayesinde, imkân dâhilinde olabileceği ve bu empati sürecinin bilimsel nitelikli tarihî eserlerden ziyade edebî ürünlerle sağlanabileceği kuşkusuzdur. Çünkü “Geçmişe nüfuz edebilmek için tarihsel

29

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


kaynaklar yegâne aracımız değil, aynı zamanda da yolumuzda engeldir. (…) tarihçi toplumun kendi kendisini tanımasına gerçek anlamda katkıda bulunabilmek için toplumun tümüne yönelmelidir.” (Aaron Guryeviç) Toplumun tümüne yönelmesi gereken tarihçinin bu amaç doğrultusunda edebiyatın yardımından başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. “Gerçi tarihsel olayların ve kazanımların sosyal, ideolojik ve ekonomik ilintileri anlamlıdır. Ancak bunlar insanı içten harekete geçiren ve motive eden bir anlayış – Guryeviç buna mantalite diyor—temelinde araştırılmadığı takdirde tarih bilimi temelinde yapılan çözümlemelerin sonuçları tarihin kendisinden çok bu çözümlemeyi yapan hakkında bilgi verir. (Empatinin Yitimi, Arno Gruen, s. 266-277) İşte tarih konulu edebî eserler, bu imkânı okuyucuya fazlasıyla tanıyan bir nitelikte oldukları zaman ve empati sürecinin de sadece bilimsel nitelikli eserlerden ziyade edebî nitelikli çalışmalar bakımından mümkün olabileceğinden “tarihin anlaşılabilirliği” problematikinde edebiyata oldukça ciddi bir misyon yüklenmiş olmaktadır. Bu sebeple tarih – edebiyat ilişkisinin tarihin İbn Haldun’un ifade ettiği manada, sosyolojik eksenli sebep- sonuç ilişkileri ve olay ya da olguların “arkasındaki gerçek sebepler” in bilinip anlaşılmasının edebiyatla mümkün olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Söz konusu sürece genel olarak bakıldığında herhangi bir tarihî olayı anlatan edebî bir eserin (roman, şiir vs. ) okunması sırasında okuyucunun birikim ve kapasitesine göre anlatıma konu olayın geçtiği mekânlar, olayın aktörleri olan kişileri zihninde canlandırması, imkânları tasavvur etmesi, yine söz konusu olayın oluş ve meydana gelişindeki sosyolojik ve psikolojik süreçler – edebî eserin kalitesine göre—değerlendirilecek ve empatik yaklaşımla olay bir nevi zihinde yeniden ancak oldukça özgün bir tarzda canlandırılacaktır. Böylesine yoğun bir zihni ve psikolojik faaliyet sonucunda elbette ki olayın aklıda kalıcılığı azami

derece sağlanacağı gibi esas sebeplere de nüfuz edilmiş olacaktır. Üstelik bu birikim sadece bilimsel nitelik taşıyan çalışmaların sağladığı birikimden daha fazla olacaktır. Bilimsel çalışmalar olmadan da böylesine romanları yazılmasının mümkün olamayacağını ifade etmek gerekir. Ancak tek başına edebiyatın ve gerekse müstakil bir disiplin olarak tarihin söz konusu bu karşılıklı ilişkilerinin sağlıklı ve beklenen amacı gerçekleştirebilmelerinin olmazsa olmaz şartı hem edebiyatın hem de tarihin sosyolojiden beslenmelerinin ve özellikle sosyolojik bakış açısını sürekli canlı tutmalardır.

Sonuç

Tarihin “geçmiş zaman masalları” niteliğinde sıyrılıp bugüne bir katkı sağlamasının ya da bir başka ifadeyle anlamlandırılmasının – ki tarihi genel anlamda öğrenmiş olmanın son aşamasının ve amacının “anlamlandırılması “olduğu unutulmamalıdır—bu zeminde mümkün olduğu görülmektedir. Tarihin anlamlandırılması yani güncellenerek bugüne taşınması bir süreç olarak; tarihi öğrenme -tarih araştırmaları, belgelerin toplanması ve arkeolojik çalışmalar- tarihi anlama -yani sebep- sonuç ilişkilerini çözmek olayların arakasında sebepleri anlamak ve empatik okumalar- ve sonuçta da anlamlandırılması ya da güncellenmesi - söz konusu bilginin yani öğrenme ve anlamanın getirdiği müktesebatı kullanılır ve işe yarar hâle getirip değerlendirmek ) ile süreç toplamda kolektif şuurun önemli bir unsuru olan tarih şuuruna dönüşecektir. İşte bu nokta tarih ilminden beklenen faydanın somutlaştığı nihai aşama olacaktır. Pozitif bilim anlamında bilim olup olmadığı hâlâ tartışılan ve günümüzde pek çok sosyal bilimi içinde çıkaran tarihin objektifliği ve bu objektivitenin ne kadarının gerekli olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak kesin olan bir şey var ki o da, Cemil Meriç’in ifadesiyle tarihin düpedüz bir ideoloji olduğudur. ■

30

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Büyük ikramiye ÜMİT FEHMİ SORGUNLU

D

eniz tarafından esen sert bir rüzgâr Beykoz sırtlarında insanların yüzünde bir kamçı gibi şaklıyor adeta evlerine girmeleri için zorluyordu. Boğaza yakın lüks bir restorandın hemen hemen tamamı Beyzade holding tarafından kapatılmıştı. Personeline yılbaşı yemeği verip hoşça vakit geçirmelerini sağlamak amacıyla üç gün önceden yer ayırtmışlardı. Davetlilerin birçoğu masada yerlerini almış, kendi aralarında konuşuyorlardı. Holdingin Genel Müdürü Macit Bey sekreteriyle bir şeyler konuşuyordu. Hemen yanı başındaki Genel Müdür yardımcısı Mükrimin Bey de ne konuştuklarını anlayabilmek amacıyla onlara daha çok yaklaşmaya çalışıyordu. Macit beyin karısı Süslü Pembe Müdür eşleriyle birlikte yan tarafta otururken, yan gözle de kocasını izliyordu. Herkes yemeğe başlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Genel Müdür “büyük patron gelmeden yemeğe başlanmayacak demişti” Onun için garsonlar servise bile başlamamışlardı. Bir ara Macit Bey tuvalete gitmek için ayağa kalktı. Rahat hareket edebilmek içinde ceketini çıkarıp oturduğu sandalyenin arkasına asmak istedi fakat küçük bir aksilikle ceket elinden kayıverdi. Mahcubiyetini gizlemek için kimseye fark ettirmeden aceleyle yere düşen ceketini alıp tekrar sandalyenin arkasına asıverdi. Ancak bu esnada ceketin cebinden kayan cüzdanını fark etmemişti bile. Macit beyin her hareketini takip eden Mükrimin Bey yerdeki cüzdanı hemen gördü. Eğilip sessizce yerden aldı. Tekrar ceketin cebine koyacakken, cüzdanın arasındaki piyango biletini gördü. Kimseye fark ettirmeden bileti çekip aldı. Tam biletti. “Demek Macit Bey milli piyango ile de ilgileniyor” diye söylendi içinden. Yan gözle sekretere baktı, hiç bir şeyin farkında değildi. Kalemini çıkarıp kendi kendine gülümseyerek numarayı bir kenara kaydetti. Sonra bileti cüzdana koyup Macit beyin cebine yerleştirdi. Az sonra Macit Bey gelip yerine oturdu. Saatine baktı. Büyük patron Haşim Beyzade şimdiye gelmiş olmalıydı. Acıkan personel garnitür ve salatalardan atıştırmak zorunda kalıyordu. Hep böyle yapardı Haşim Bey. Hiçbir randevusuna zamanında gelmez, sürekli kendisini zor durumda bırakırdı. Gözü restorandın kapısında takılı bekliyordu ki, Haşim bey hanımıyla birlikte içeri girdi. Palto-

31

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


sunu vestiyere bıraktıktan sonra gülümseyerek masaya doğru yürüdü. Müdürlerle el sıkışıp Macit beyin yanına oturdu. Bir iki fısıltılı konuşmadan sonra Macit Bey şef garsona servisin başlaması için işaret verdi. Bu arada Genel Müdür Yardımcısı Mükrimin Bey lavaboya gitmek için izin istedi. Lavaboya geçerken de kimseye görünmeden şef garsonu buldu. Aralarında bir şeyler konuşup gülüştüler. Masaya geldiğinde çorbalar dağıtılıyordu. Gülümseyerek yerine oturdu. Hoparlörlerden hafif bir müzik sesi geliyordu. Hanımlarla birlikte gülüşerek eğlenen karısının kendisiyle pek ilgilenmediğini görünce Muhasebe bölümüne yeni giren genç kızı aradı gözleriyle. O genç, güzel ve cilveli kızı kendisine sekreter olarak almayı düşünüyordu. Kumral saçları ela gözleriyle aklından hiç çıkmıyordu. Olur olmaz şeyler bahane edip sürekli muhasebe bölümüne geçer olmuştu. Her gidişinde de kendisine gülümseyip cilve yapan bu kız, istediği türden sekreterlik yapabilirdi ona. Karşı masada kendisine bakarken gördü onu. Göz göze geldiler. Kız her zamanki gibi cilveli bakışlarıyla gülümsedi. Ela gözleri yüreğine sımsıcak duygular saldı. Mükrimin Beyin içinde bir şeyler kımıldamaya başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkesin karnı doymuş, sigaralar yakılmış, gelen çay ve kahveler yudumlanıyordu. Garson kızlardan biri elinde bir kâğıt ve mikrofonla birlikte salona seslendi. - Diğerli müşterilerimiz biraz önce Milli Piyango çekilişleri tamamlandı. Buna göre en büyük ikramiye tam bilete isabet etmiştir. Müsaade ederseniz sizlere Büyük ikramiye çıkan ve sahibini yeni yılın büyük zengini yapacak olan numarayı okumak istiyorum. Bütün gözler bir anda garson kıza çevrilmişti. Genç kız bunun farkındaydı. Sesini biraz daha yükselterek tane tane numarayı okumaya başladı. Müşterilerin kimisi elinde biletle numarayı takip ediyor, kimisi de sadece dinliyordu. Mükrimin Bey ise pür dikkat Macit Beyin hareketlerini takip ediyordu. Macit Bey önce durgunlaştı. Sonra sarardı, kızardı ve sekreterine baktı uzun uzun. Sekreteri Meral de ondan farklı değildi. Yüzü bir tuhaf olmuş, ağlamakla gülmek arası bir hâl almıştı. Mükrimin Beyse onların halini gördükçe kıs kıs gülüyordu. İçinden de “inşallah bu şakama fazla kızmaz” diye geçiriyordu. Numarayı dinleyen Süslü Pembe bir anda kahkaha atarak sessizliği bozdu. - Aaa! Ayol bu bizim biletin numarası, öyle değil mi Macit? Büyük patron Haşim Bey şaşkınlığını gizlemeden Macit Beye baktı. - Doğru mu bu Macit? Eğer öyleyse bir gecede benim seviyeme geldin demektir. Macit Bey sağına soluna baktı, sonrada sekreteriyle göz göze geldi. Hafifçe gülümsedi. Sağ elini sekreterine uzattı, birlikte el ele ayağa kalktılar. Sesinde yılların özlemini saklayan ve bunu açıklamanın verdiği heyecan vardı. - Evet dedi. İşittikleriniz doğru. Bilet bana ait ve bu geceden itibaren müthiş zenginim. Çok yakında da sekreterim Meral’le birlikte Avrupa’ya uçuyoruz. Bu hiçbir işten anlamayan, sonradan görme patrondan da, sürekli beni takip edip açığımı bulmaya çalışan şehvet budalası yardımcımdan da ve en önemlisi her gün dırdırlarıyla kafamı şişiren geveze karımdan da kur-tu-lu-yorum. ■

32

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Diş kirası OSMAN KOCA

Dışarısı sarı sıcak olduğu halde baktım yorgan döşek yatıyor hayta. İçim acıdı. Kalk dedim. Ses vermedi. Dün akşam halı saha maçına gitmiş. İkinci devrenin ortalarına doğru kalbi sıkışıp yere yığılmış. Ağzından kuduruk salyalar akmış habire. Tutup acile götürmüşler palas pandıras. Kontrol sonrası bir ağrı kesici iğne vurduktan sonra bir şeyin yok deyip evine yollamış doktor… Tek tüfek Numan, içeri girmesiyle yatıvermiş dangadak. Öğleüzeri Onat aradı. “Abi acil gel” derken pek telaşlıydı sesi. Ne oluyor demeye kalmadan kapadı cebi… Yatıyordum o sıra. Kalktığım gibi gittim yanına. Sallanıyor biteviye yatak. Zangır zangır titriyor olmalı. Bu havada, bu kavurucu sıcakta, bu titremeler hiç de hayra alamet değil ya!.. -Numan, hastaneye gidelim! -Gece geç saatlere kadar ordaydık zaten, diyor Onat. İşaret parmağımı, uçuk dudaklarıma götürüp susmasını söylüyorum. Tahlilleri uzatıyor. İdrar, kan, gayta, şeker… Hepsi de normal seyrinde… -O halde bu titreme de neyin nesi oluyor? Kafasını iki yana sallayıp; “yok bir şeyciği” diyor. Doktora göre normalmiş… Başındaki yorganı çekip gözlerine bakıyorum. Çukurları mosmor, ışığı fersiz… Tümüyle çekiyorum bu kez. Kıllı, cılız elleri iki bacağının arasında; hantal gövdesi iki büklüm… Konuşmak ister gibi açılıyor yarık dudakları… Ne ki ses vermiyor… Eğiliyorum enikonu, belki bir şeyler duyabilirim ümidiyle… Birbirine çarpan dişlerinden başka bir şey duyulmuyor. -Örtelim abi üstünü. Mahallenin gedikli çocuğu Onat’a bakıyorum. Kaygılı gözleri, Numan’da… -İlaç milaç yazmadı mı doktor? Tahliller yaptırdığını ve sadece iğne vurdurduğunu söylüyor… İçimden sahibi meçhul bir ses; “kötü şeyler olacak” diyor… Mutfağa geçiyorum keyifsiz bir halde. Canım epey sıkkın, ocakta su ısıtırken Onat’ın endişeli sesi, kulağımı yırtıyor: -Yetiş abi, yetiişş! Suya ocakta bırakıp derhal giriyorum içeri… Numan, doğrulmaya çalışıyor. Sırtını tutup destek oluyorum. Şimdi oturur vaziyette. Onat’a dönüyorum: -Noldu? -Kalkmak istedi. -İyi de niye bağırdın? -Ağzından kan geldi abi…

33

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Yastığın üzerinde ruj lekesi gibi koyu kırmızı iki kesik çizgi… -Kalk gidiyoruz, dedim sert bir dille… İtiraz etmesine fırsat vermeden Onat’a kollarına girmesini söyledim. Kofti, çarpık elleriyle ceplerini çıkartıp para yok demsin mi! İfrit kesildim dangadak… Ateşine bakayım için derece aradım odada ama nafile! Ellerimle yokladım bunun üzerine… Alnı felaket sıcaktı… Hemen leğeni ve bezleri alıp suyla doldurdum… Koltuk altlarıyla kasıklarına ve dizleriyle ayaklarına sulu bezle tampon yaptım. Titremeleri daha da artınca ne yapacağımı bilemedim. İrkildim birden. Onat’a tampona devam etmesini salık verip fırladım sokağa… Az geçti, taksiyle döndüm. Bir yandan, Numan’ı sırtlarken; diğer yandan Onat’a ses ettim; “Hadi gidiyoruz!” Gittik. Kâğıthane Devlet Hastanesi’nin aciline geldiğimizde kusmaya başladı Numan… Apar topar yatırdılar sedyeye. İçeri aldılar. Birazdan beyaz önlüklü biri girdi odaya. Bizi dışarıda tuttular… Dakikalar geçmek bilmiyordu. Onat’la bahçeye çıkıp tel kafesle örtülü pencereden Numan’ı görelim istedik ve fakat beyhude yere çabaladık durduk. Çaresiz dönüp bir banka oturduk. Elini cebine götürdü Onat. Hastane bahçesinde olduğumuzu söyleyip duvardaki dumansız hava sahasını gösterince, keyifsiz bir yüz ifadesiyle çıkardığı ellerini alışkanlık dürtüsü içinde ağzına götürerek: -Abi sence nolacak! -Ne, nolacak? -Numan diyorum… -Kötüye bir şey olmaz… Yaptığım esprinin ne kadar bayat kaçtığını ben de biliyorum. Can sıkıntısı benimkisi… Severim Numan’ı… Sokak içinde salaş bir büfem var. Konu komşuya hizmet ediyoruz kendi çapımızda. Bi şey kazandığımız yok aslında. Numan’ı göz kulak olsun için yanıma aldım. Öğleye kadar yatar, geç kalınmış kahvaltımı güneş tepedeyken yapar, ardından büfeye uğrar, fazla değil iki üç saat durduktan sonra eve gider, akşamüzeri tekrar döner, alışkanlıktan olsa gerek yatsı okunduktan sonra kepenkleri birlikte indirip ayrı yollardan çekip giderdik… Dürüst, emektar, hakşinas, özverili oğlan… Tam bir yıldır beraberiz. Bir kez olsun rastlamadığım yamuğuna… -Hadi abi kalkalım artık! Güzel bir düşten vakitsiz uyanmanın kekremsiliği içinde kalkıyorum banktan. İçeri girmemizle, dışarı çıkması bir oluyor doktorun. Daracık koridorda karşılaşıyoruz: -Tahlilleri temiz… Yine de ferahlayan içime galebe çalıyor merakım: -Titremeleri? Normaldir deyince, az önceki yürek acım büsbütün diniyor… Salaşa girdiğimizde anahtarları Onat’a uzatıyorum: -Dükkânı aç sen, birkaç saate gelirim. Taşsa da iyi, buhar olmuş ocakta su… Kesif bir yanık kokusu… Demliğin dibi kapkara… Numan, şimdi iyice… -Açsındır, sana bir şeyler hazırlayayım… Hayır, anlamında başını sallayıp açık ağzını işaret ediyor… Bakıyorum… Damağının sol tarafındaki yer yer yarıkların arasından koca bir dişin ucu görünüyor. Anlıyorum… Bunca ateş, titreme, kan kesikleri… Meğer bizim hayta, yirmilik diş çıkarıyormuş… ■

34

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


İBRAHİM ÇAPAN

Bizim tarihimiz, destanlar yazdıran tarihtir. Atalarımız üç kıtaya yayılıp dördüncüsüne harita hazırlarken; kıtaları nal sesleriyle çınlatmış, medeniyetin ışığı olmuş, adaletin ve faziletin filizlerini atmış hür toprakların yüreklerine.

Önce şiir vardı… Şiirin aynasında da tarih… Tarihin gözlerinde şiir vardı… Şiirin yüreğinde tarih… Şairler, tarihin damarlarına mısralar döşediler. Tarihe şiir yazmak suçtu… Tren rayları, şiir tadında ritim tuttu. Ütopik sevgililer sızdı deniz mavisi mürekkeplerden; ama tarihe şiir yazmak suçtu… Sevgilerin en mukaddeslerindendir bayrak sevgisi. Gölgesinin gölgesinde huzur bulduğumuz; Türklüğün sembolü, bağımsızlığımızın teminatı. Bayrak hiçbir şairin kaleminde Arif Nihat Asya’nınki kadar derin, bu kadar güzel, bu kadar kuvvetli bir şekilde hissedilemez… Mavi semanın nazar boncuğu olan bayrağı nasıl selâmlar, bayrak şairimiz: “ Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü. Işık ışık dalga dalga bayrağım,

35

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.” Arif Nihat Asya, “ kanları bayrağa renk, canları vatan olanları ” destanlaştırmak için göndere çekti ay ve yıldızı. Anadolu türküleri, Anadolu masalları, Anadolu efsaneleri hep onun adıyla başlar, “Anadolu ” nun adıyla başlar. Bir Anadolu efsanesi, “Anadolu ” isminin kullanımını şöyle tanıtır : “Türk Sultan asker toplar, sefere çıkar; dağ taş, dere tepe aşarlar. Ağustos güneşi, dudakları çatlatır, asker su diye kıvranmaya başlar. İşte bu sırada, ta karşıki tepelerden omzunda ayran baklacı, ak saçlı bir nine görünür. Yanık dudakların tek umudu oluğun başına üşüşürler. Manga manga, bölük bölük ellerindeki bakır mataraları doldururlar. Doldur oğlum! Dolu ana… Doldur yiğitlerim! Ana dolu… İhtiyar anne “doldur!” dedikçe askerler “ana dolu!” diyerek, buz gibi ayranla bağırlarını serinletirler. Öyle ki bir bakraç ayran koca bir ordunun susuzluğunu giderir. O günedek “ Belde-i Rûm ” olan bu mukaddes toprakların adı da “Anadolu” olur.” Anadolu, Hayati Vasfi’nin mısralarında nasıl dile gelir: “ Kaldır Yavuzları, Alparslanları, Dök ortaya sakladığın kanları. Boğ, bu kanda, bütün kalpazanları, Dile gel hey Anadolu’m dile gel!... ” Biz padişahından çobanına kadar şair ruhlu bir milletin yadigârlarıyız. Sultan II. Selîm, sarışınlığı münasebetiyle “ Sarı Selim ” olarak da tarihe geçer. Türk edebiyat tarihine ise: “ Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” Mısraların şairi “ Sarı, Selim, Selimî, Tâlibî ” mahlaslarıyla geçer. Sultan Alparslan ise Anadolu’nun üç büyük kumandanlarından ilkidir. Sultan Alparslan, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolu’da ilk Müslüman Türk Devleti’ni kurandır. Hayati Vasfi, şiir ile tarihi ne kadar mükem-

mel bir şekilde analiz etmiştir. Türküler… Türkülerimiz… Türküler bizim kültür coğrafyamızın iğneli oylarıdır. Buram buram Anadolu kokar türkülerimiz. Biz kokar türkülerimiz. Bestelenmiş özlemlerimizdir… Aşlarımızıdır… Tarihimizdir… Talihimizdir… Ayrılığımızdır… Bekleyişimizdir… Türküler ki kültür hazinemizin atar damarıdır. Bizi, bize anlatan, bizi doyuran, hayatımızı renklendirendir. Türkü sözleri ki şiirdir. Biz; ölüme, şahadet şerbetini içmeye bile şiirlerle gideriz: “ Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyorum düşmana karşı Çanakkale içinde sıra sıra serviler Binbaşılar oturmuş asker öğütler ” Bu türkü… Çanakkale Türküsü… Her saza sığmaz. Anadolu insanı, türküleşsin diye yüreğini ortaya koyup; Çanakkale’de şehit olan Mehmed’in yaralarına merhem olabilmek için şiirlere kelimeler giydirdiler. Bizim tarihimiz, destanlar yazdıran tarihtir. Atalarımız üç kıtaya yayılıp dördüncüsüne harita hazırlarken; kıtaları nal sesleriyle çınlatmış, medeniyetin ışığı olmuş, adaletin ve faziletin filizlerini atmış hür toprakların yüreklerine. Atalarımız; dünyanın güneşi, karanlık gecelerin dolunayı, çelik bilekli, demir yürekli atalarımız. Tarihe ruh veren atalarımız. Atalarımızın tarihe ruh veren her güzelliği mehter marşlarımıza konaklamıştır. Güftekârı meçhul olan; sofyan vuruşlu, segâh makamında Cemal Cümbüş tarafından bestelenen “ Zafer Marşı ” daha sonra hafızalarımızda “ Tarihi Çevir ” şeklinde iz bırakmıştır: “Tarihi çevir nal sesi, kısrak sesi bunları, Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hunlar, Köktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler, Türk’ün yüce tarihine bin bir zafer ekler.” Tarih sahnesine çıktığımızdan beri toprağımızı koruma mecburiyeti hissetmişizdir. Huzur içinde yaşamışızdır üzerinde. Atalarımızın mukaddes kanlarıyla paklanan bu topraklar emanettir bize. İç ve dış düşmanlara karşı bu toprakları korumak namus borcumuzdur.

36

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Türk Kurtuluş Savaşı yalnız bizim değil mazlum milletlerin de makûs talihini değiştirmiştir. Dünyaya bağımsızlık sevdası aşılamıştır. Millîliğimiz, evrenselleşmiştir Türk Kurtuluş Savaşı ile. Millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul, 1923 tarihli “Zafer” isimli şiirinde, Türk Kurtuluş Savaşı’nın millîliğini, evrenselliğe nasıl taşımıştır bakınız: “ Bu parlak yıldızın menfâlarından, Paryalar, Fellâhlar selâmlıyorlar; İrlanda, Sumatra Adaları’ndan, Beyazlar, siyahlar selâmlıyorlar.” Mehmet Emin Yurdakul, bu mısraları; Türk tarihinin, Anadolu toprağına sadakatle bağlılığını göstermiştir. Ve bir bahar mevsiminde bir akşam vaktine tarih düşüyordu Çanakkale… Marmara’ya dümen kırıyordu sürekli hürriyet rüzgârı… Her fırtına sessizliğini yaşamıyordu Çanakkale… Yorgunluğunu Çanakkale’ye hissettirmiyordu hürriyet rüzgârı. Ve hürriyet güneşi ağlıyordu hürriyeti için. Ve Çanakkale hüzünleniyordu… Tarih, deniz mavisinin gardiyanı olmuştu. Nöbet tutuyordu tarih, tarih sahnesinde. Çanakkale, Marmara’nın karanlığından diriliyordu. Tarihin hafızasından bir Çanakkale rüzgârı esiyor. Ve Hürriyetin yüreğinde bilinmeyen baharlar tomurcuklanıyordu. Ve bir bahar mevsiminde bir akşam vaktine tarih düşüyordu Çanakkale… Mehmet Âkif, Dedem Korkud olmuş, isim koymuştu kınalı kuzuları. Asım’ın nesli… Asım’ın neslini kurban etmişti İsmail misali Çanakale’ye. Asım’ın nesli ile çıkılmıştı hürriyet yolculuğuna. Asım’ın nesli ki ateşle, barutla karındaş olmuşlardı. Yağmur niyetine yağarken mermiler, dualarla yıkanıyordu Çanakkale: “ Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, ya Râb ne güneşler batıyor.” Mehmet Âkif, kınalı kuzuları Asım’ın neslinin dönmeyeceğini biliyordu. Onlar, tarihi altın

harflerle Çanakkale’de yazdılar. Ey Mehmet Âkif’in kınalı kuzuları Asım’ın nesli! Siz, altı delik postallarınızla uçmağa yükselirken emin olun ki Anadolu, Çanakkale Türküsü’nü ezberletecektir mavi kanatlı turnalara. Ey Çanakkale’nin ürkek martıları!... Adınız kınalı kuzu oldu… Adınız Asım oldu… Adınız Mehmet oldu… Adınız şehit oldu… Var olduğumuz müddetçe yüreklerimizde yaşayacaksınızTorunlarınız sizin ruhunuzu yaşatmaya yeminli. Türk tarihinin, ortak kültür değerlerinden birisi de millî heyecanı dile getiren eserlerdir. Millî şiirlerimizde; yoluna can, uğruna baş koyduğumuz cennet vatanımız, Türk İstiklâl Savaşı yıllarında çektiği sancılar tanıtılır. Bu tanıtımın gayesi gelecek nesle: “Ecdadımızın kanlarıyla sulanmış olan bu vatanın kadrini biliniz. Ona sahip çıkınız ve ona koruyunuz.” mesajı verilir. Onun içindir ki Türkçenin mukaddes kitabı Orhun Abideleri “Ey Türk titre ve kendine dön!...”, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ise “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Ne mutlu Türküm diyene!” diye tamamlanır. Her iki ifade arasında zerre kadar mesaj farkı yoktur. Türkçenin ses mimarlarından Necmeddin Halil Onan ise gelecek nesle şöyle seslenir: “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.” ……………….. İstiklâl uğrunda, namûs yolunda, Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.” Necmeddin Halil Onan, vatanın sadece bir toprak parçası olmadığını hatırlatmıştır gelecek nesle. Yıl 1914… Türkün ateşle imtihan edildiği Birinci Cihan Harbi cehennemi.

37

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Tarihi sorgulamak değildir işimiz. Şanlı Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan “ Sarıkamış Kuşatma Harekâtı ”nda muvaffakiyet elde edilememiştir. Mehmetçik, yazlık kıyafetlerle en ağır kış şartlarında verilen emre “hayır” dememiştir. Burada dikkate değer en önemli nokta Mehmetçiğin sergilemiş olduğu itaatkâr tavrıdır. En zor şartlarda dahi bütün badireleri aşmaya muktedir olan Mehmetçiğin vatan savunması için gösterdiği kudret ve azim, insanın kanını donduran cesaretinin örneği sergileniyor bu savaşta. Doksan bin yiğit hafızalara derin çizgilerle kazınmış. Anadolu insanının yüreğini sızlatmış ve gönüllerde taht kurmuştur. Doksan bin fidan, bağımsızlığımızın sembolü olan bayrağımızın yılmaz bekçileri. Doksan bin fidan, vatanı için gözünü kırpmadan çarpışan, âdeta ölüme koşan kahraman savaşçılar. Doksan bin fidan, şahadete adım adım yürüyen Alperenler. Ey beyaz ölüme direnen kar çiçekleri, Alperenler !... Ne gözlerinizde ne de yüreğinizde kaygı taşıdınız. Buz kesmiş parmaklarınız. Bedeninizi, Allahuekber Dağları’na emanet ederken donan bedeninize soğuk aldırış bile etmedi. Beyaz ölüme direnen kar çiçekleri, Alperenler; Özhan Eren’in kaleminde nasıl ısınmıştır: “Sarıkamış üstünde kar Kar altında Mehmed’im yatar Gülüm donmuş kara dönmüş, Gören sanmış yârini sarar Kimi Yemen, kimi Harput Üzerinde ince çaput Avut yiğit gönlün avut Yâr sarmazsa Mevlâm sarar” Ruhunuz şad olsun, doksan bin beyaz ölüme direnen kar çiçekleri… Yıl 1919… Mayısın on dokuzu. Bir güneş gibi Samsun semalarında doğup, asırların mirasçısı olan Türk’ün bahtsız talihini değiştirecek, son bağım-

sız Türk devletini tarih sahnesinden silme politikası güden emperyalizmin gölgesi olan sürülere Türk’ün gücünü gösteren Anadolu’nun üçüncü fatihi, 1922’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde Anadolu’daki Türk devletini müstevli devletlerin işgalinden kurtaran Türk’ün atası Mustafa Kemal Atatürk, şairin kaleminde şaha kalkar. Cahit Külebi, epik şiirin farklı bir penceresidir. Yapay destanımızın mimarlarındandır. “Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda” isimli eseri “Atatürk’e Birlikte Savaşanlara ve Çocuklarına” yahut “ Atatürk Oratoryosu ” ismiyle milletimizin yüreğine taht kurmuştur. Eser, ünlü bestekârlarımızdan Nevit Kodallı tarafından bestelenmiştir. Cahit Külebi, Atatürk’e nasıl seslenir. “Davullar, zurnalar döğende, Biz seni hatırlarız! Binip trene gezende, Biz seni hatırlarız! Önce adını öğrenir çocuklarımız, Eli kalem tutup yazanda. Binler yaşa, yurdumuza hizmeti büyük, Kemal Paşa! Ölümsüz insan! Şanlı Atatürk! Dünü vardı Türk tarihinin… Bugünü var Türk tarihinin… Yarını olacak Türk tarihinin… Yahya kemal Beyatlı der ki : “Biz ölüleriyle yaşayan bir milletiz.” Şehitlerimiz, tarihimizin teminatıdır. Önce şiir vardı… Şiirin aynasında da tarih… Tarihin gözlerinde şiir vardı… Şiirin yüreğinde tarih… Şairler, tarihin damarlarına mısralar döşediler. Suçtu şiir yazmak tarihe. Tren rayları, şiir tadında ritim tuttu. Ütopik sevgililer sızdı deniz mavisi mürekkeplerden; ama tarihe şiir yazmak suçtu… Suçtu şiir yazmak tarihe. ■

38

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


AHMET ULUDAĞ

Y

Transval, bugünkü Güney Afrika Cumhuriyetinin kuzeyi. Bugün coğrafi bir terim olarak kullanılıyor; bir zamanlar uranyum ve altın gibi madenleriyle ünlü bağımsız yerli toprağıymış… Haydi, kelimeleri azıcık değiştirin, petrol deyin meselâ, Irak deyin…

ahya Kemal “kökü mâzide olan âtiyiz” derken gelecek nesillerin emaneti olan bugünlere ne şekilde bakılacağını da özetlemiştir. Toz, duman, kavga, gürültü, savaş, katliam ve de sanki bunlar yokmuş gibi öte yandaki kutlamalar, sevinçler, eğlenceler içerisinde, bugünü bugünkü veriler (yönlendirilmiş, karartılmış veya değiştirilmiş de olabilirler) ve sıcak duygularla anlamak imkânsız olmasa bile çok büyük meleke ister. Aciziyetini göstermek için delile ihtiyaç duyulmayan insanoğlunun duygu ve menfaatlerinden sıyrılarak böyle bir meleke göstermesini beklememek lazımdır. Ama yazar ve şairler diğer sanat erbabı gibi kurmaca içerisinde, tarihe, gelecekte kullanılabilecek, bir not düşebilir. Bugünü anlamak için, bizden öncekilerin bize bıraktıkları eserleri dikkatle okumalıyız. Kurmaca içerisine yerleştirilmiş hakikatler bazen olay örgüsü içerisinde gizli bir şekilde benzetmeler, göndermeler hâlinde, bazen de bir kahramanın veya anlatıcının dilinden açık bir şekilde bulunabilir. Günün dağdağası içinde dikkati bile çekmeyecek satırlar, yarınki nesle yol gösterici olabilir. Burada bahsedilen yazarın kendinden önceki tarihlerde olmuş olayları kullanması değil, doğrudan hâdiselerin sıcaklığı devam ederken veya akabinde yazıya dökmesidir. Cengiz Aytmatov hikâye ve romanlarında Kırgız halkının 20’nci yüzyılda yaşadıklarını anlatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarının cephe gerisinde yaşananlar, bir kurtuluş gibi görülen komünizm, komünizmin getirdiği olumsuzluklar, kapitalizme geçme çabaları ve doğurduğu kötü sonuçlar gibi yazarın yaşadığı yıllara ışık tutacak birçok hususu eserlerinden çıkarabiliriz. Mahir Adıbeş’in Eylül-

39

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


de Soldu Bu Çiçekler gibi Türkiye’nin bilhassa 1970 ve 1980’lerde yaşadıklarının ortaya konulduğu eserler, yarın, hem o günleri yaşayanlara hem de müteakip nesillere neler yaşandığını sebepleriyle beraber gösterecektir. Ömer Seyfettin’in yirminci yüzyılın başındaki Trablusgarp’ın kaybedilişini, Balkan bozgununu sebepleriyle birlikte irdeleyen ve yapılan zulümleri gösteren Primo Türk Çocuğu adlı eserini bu bağlamda ele almak istiyorum. Eserin başında Selânik’te Bir Akşam’ı ve bu akşamın içinde eserin kahramanı Kenan’ı anlatırken kullandığı cümlelerde batının Türkiye’ye ve Türklere bakışını gösteriyor: “…medenî ve necip Garbın Vahşî Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve mümtaz orospuların arsız kahkahalarını işitmiyordu.” “Ecnebi ve Levanten mahfillerinde, taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu.” Avrupalının bugününü anlayabilmek için dününü iyi anlamak lazımdır. Ömer Seyfettin’in satırlarından dünü okumaya devam edelim: “Milyonlarca adamı insan yerine saymıyorlar, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalancıktan, gülünç insaniyetler gösteren, şefkat pazarları, şefkat müesseseleri tesis; hattâ hayvanları himaye cemiyetleri teşkil eden bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar; zavallı Çin ahalisinin sıhhat ve âfiyetini, neslinin istikbalini muhafaza için afyonu menedince, birden kuduruyorlar, bütün alacaklarını meydana çıkarıyor: «Ticaretimize ziyan gelir!» diye bu talihsiz hükümeti sıkıştırıyor, korkutuyorlar, tekrar afyona müsaade ettiriyorlardı... Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sıhhat ve âfiyetinden, istikbalinden daha kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar ehemmiyet vermiyorlardı. İngiltere, Hindistan’ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmetçi hayvanlar, yani at ve eşek gi­bi, her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğ­niyor; İngiltere ile, üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzün­den kaldırmak için ittifak ediyorlardı... Türkiye’nin taksimi de muhakkaktı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Evvelâ onu zayıf bırakmak, mahvetmek lâzımdı.” Şu cümle hiç de yabancı gelmiyor: “Zavallı

Transval’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması!..” Transval, bugünkü Güney Afrika Cumhuriyetinin kuzeyi. Bugün coğrafi bir terim olarak kullanılıyor; bir zamanlar uranyum ve altın gibi madenleriyle ünlü bağımsız yerli toprağıymış… Haydi, kelimeleri azıcık değiştirin, petrol deyin meselâ, Irak deyin… Kenan’ı yıllarca öne çıkaran, onun önünü açan hususlar “Ne anane, ne mazi, ne vatan, ne kavmiyet tanırdı.” cümlesinde ortaya konulmaktadır. Devamında “Ne olduğunu vuzuhla bilmediği bir gaye, «fazilet ve insaniyet» fikri, muayyen ve sabit mânâsı olmayan bu umumî ve müphem iki kelime bütün mantıklara, bütün muakalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı vahşî bir din gibi, dimağını dumura uğratmış, ruhunu katletmiş, onu müteharrik ve yaşar bir ceset halinde bırakmıştı.” Kenan’ın fikrî yapısını daha da açmaktadır. Burada Ömer Seyfettin’in “fazilet ve insaniyet” fikirlerine karşı olduğu gibi bir mana çıkarmak isteyenler olabilir. Bu insafla bağdaşmaz. Ömer Seyfettin Kenan’ın bir din gibi savunduğu fikirlerin içinin doldurulmadığını, boş bir slogan olduğunu ifade etmektedir. Kenan, mason locasına üyedir, ama milletin menfaatlerinin, diğer ülkelerdeki mason biraderlerinden önce gelebileceğini ta Trablusgarp’a İtalyanlar hücum edinceye kadar düşünememiştir; ancak yeni yeni sorgulamaya başlamıştır: “İtalya vekili Gioletti, hariciye nazırı San Julianos da, “Avrupa’da hükümet adamlarının çoğu gibi, mason değil midirler?.. Şöhreti gran-metrleri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle «Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!» diyen far-masonluk şimdi neredeydi?...” Şu hayal kırıklığına bakınız: “Yirminci asrın orta yerinde, fertlerin, cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin hakları tamamıyla taayyün etmiş ümit olunurken bu korsan hücumu beklenir miydi?” diyor, Kenan… “Avrupalıların âdetlerine; ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Ecnebi­lerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirir­di?..” Ah, bu son cümle… hâlâ ne kadar tanıdık hâlâ ne kadar canlı … Kenan ve Grazia (Levanten patronunun kızı) birbirini sevmektedirler. İş evlenmeye gelince “Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hâsılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi?” Ama onun da çaresi vardı. “Grazia tehalükle: “—Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla

40

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


bir Türk olamaz... -diye cevap vermişti. “Sonra uzun uzadıya hasbihal ettiler. Mösyö Vitalis, kızına tarihten, ensâbiyât ilminden bahis açtı; Bizans İmparatorluğu’nu zapteden Türkler ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet, Kenan da bir Rum çocuğuydu. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra, hiç şüphesiz, Ru­meli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine dönecek, Hıristiyan olacaklardı... Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir famil­ya olmadığını ve hatta bunu, aklı eren malûmatlı Türklerin de itiraf ettiklerini ilâve ediyor. Grazia şaşı­yor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edildi. Bu müsahabeler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, ananeleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan, daha Abbasîler zamanında Garba üşüşmeye başlayan mil­yonlarca Türk’ü, Karamanlıları, Selçukileri, Akkoyunluları, Karakeçilileri unutarak, Osman haneda­nının zuhurundan birkaç sene evvel Rumeli’ye, Vardar vadisine geçen bahadır Türklerin vücudunu in­kâr ederek, o da, Türkiye’de bir Türk bulunmadığını tasdik etti. “Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra, izdivacı o kadar imkânsız görmediler.” Bu çözüm de bugünlerde kulaklara yabancı gelmiyordur mutlaka… Şu işe bakın, ülkeyi yönetenlerin haberi olmayan hususları yabancı elçiliklerin en alt kademedeki adamlarına kadar biliyorlar: “Grazia bu sabah tercüman ile konuşmuştu. Hiç kimsenin bilme­diği, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrenmişti. Ecnebi siyasî memurlar her şeyi biliyorlardı. Yalnız Türklerin bir şeyden haberleri yoktu. Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Şark Meselesi’nin en mühim noktaları hallolunacaktı.” Müteakiben, yabancı devletlerin Türkiye’deki gruplar üzerinden siyaset yapmalarının ve iç çekişmelerim ipuçlarını anlatıyor Ömer Seyfettin. Buraya kadar yaptığımız alıntılar Primo Türk Çocuğu’nun ilk bölümünden, “Nasıl Doğdu”dan yapıldı. Bu kısım 1911’de yayınlanmış ve Trablusgarp’a İtalyanların saldırdığı dönem. Bundan sonra yazar Primo’nun ikinci bölümünü “Nasıl Öldü” başlığıyla 1914’te yayınlıyor. Balkan faciasını yaşamıştır Türkiye… Ömer Seyfettin önce imparatorluğun diğer unsurlarında ortaya çıkan milliyetçilik akımlarından ve Türklerin bunda geri kaldığından bahsediyor. Bunda da Tanzimat’ın getirdiklerini hatalı buluyor:

“Sonra Tanzimat işi bozmuş. Ah bu Tanzimat... Bu, işte asıl felâketimizin başlangıcıdır. “Primo: “—Acayip, bu Tanzimat ne? diye sordu. ”Babası daha mufassal anlatmağa başladı: “—Türklüğümüzü bütün unuttuğumuz tarih.” Yazar, Balkan faciasının sebeplerini iyi tahlil etmişti. Bunda subayları suçlu görüyordu. Bu konuda Primo ile Kenan arasında geçen bazı diyaloglara bakılabilir: “Primo hâlâ anlayamıyordu: “—Tuhaf şey! Babacığım, bu Türk zabitleri Türk olduklarını bilmiyorlar ha?... “—Bilmiyorlar, düşmanları kardeş sanıyorlar. Türk’ten başka olan düşman milletlerini, Türk’ü mah­ vetmeğe çalıştığını onların, kör gözleri göremiyor. “—Peki... Zabitler öyle... Ya askerlerimiz? Ana­ dolulu Türk askerlerimiz? “Onlar bir vücuttur... Kafa olmayınca ne yapar­lar? Zabitleri Türklüklerine düşman olduktan sonra, zabitleri kendilerini mahvetmeğe çalıştıktan sonra? onlar ne yapacaklar?...” Savaş esnasında ve savaş sonrasında yılgın askerlerin durumuna sık sık değinilmektedir: “... Diyorlardı ki, muharebeyi bırakan, Selânik’e kaçıyormuş! Primo geziyordu. Kahveleri, hanları, dükkânları hep askerle doldurmuş görüyordu. Mademki muharebe oluyordu, bu kadar askerin bayram günüymüş gibi böyle sokaklarda gezmesinde ne mânâ vardı?” “Her şey, her yer değişmişti. Ah, de­ğişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerliğini, topları­nı, tüfeklerini, vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşma­na verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kı­lıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerleri­nin arasında, erkeklerin önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar. Gazinolarda bacak ba­cak üstüne atıp narin kadınlar gibi nazik ve beyaz el­leriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırılmış bıyık­larını düzeltiyorlardı. Evet, yalnız bunlar değişme­ mişlerdi; sanki onlarca bir şey olmamış, sanki Selanik alınmamış, sanki muhacirlerin anlattıkları kanlı kat­ liâmlar vuku bulmamıştı. Onlar yine arabalara bini­yor, şantözlerle konuşuyor, hâlâ birbirleriyle politika­ya dair münakaşalar arasında, Yunan askerlerinin içinde nasıl utanmadan yaşayabiliyorlar?” “Evde babasına sordu: “—Anladık, Selanik zaptolundu. Fakat bu zabit­leri niçin tutuyorlar, süs diye mi?

41

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


“Babası başını salladı: “—Heyhat yavrum -dedi-, onları tutan yok, ken­ dileri duruyorlar. “Primo gözünü açtı: “—Kendileri mi duruyorlar? “— Evet, kendileri. “—Nasıl? Onlar esir değil mi? “—Hayır yavrum. Yunan ordusunun kumanda­nı Prens Kostantin onlara «Anadolu’ya, İstanbul’a gi­ debilirsiniz,» demiş. “—Ey, niçin gitmiyorlar?... “—Niçin gitmeyecekler... Bulgarlar Çatalca’ya da­yanmışlar. İstanbul’a yahut İzmir’e giderlerse tekrar muharebeye gönderilmek ihtimalleri var. Onun için vakit geçirmeyi tercih ediyorlar.” İnsanlarda da bir yılgınlık bir korku olduğunu anlıyoruz. Muhacerat yormuştur, bıktırmıştır insanları ve her savaşın sonu da bir muhacerattır. Türklüğünün bilincine yeni varan çocuk Primo ise ancak heyecanlarıyla hareket etmektedir. Belki bu heyecan Primo yerine ülkenin kaderinde söz sahibi olan büyüklerde olsaydı: “Aşçı Emine Hanıma muharebe olacağı­nı ve Türklerin nasıl yine yeniden memleketler zaptedeceğini anlatmağa başladı. Fakat bu kadın kendisi gi­bi sevinmiyor; kim olduklarını göstermelerini istemez miydi? Sordu; “—Niçin muharebe istemiyorsun? “—Ah yavrum, o kadar «Ümmet-i Muhammed»e yazık değil mi? “—Ne demek? “—Yine o kadar muhacirlik olacak, çoluk çocuk meydanda kalacak.” Ve ileriki satırlarda bu gerçekleşir de… Silâh atılmadan teslim edilen Selânik hâlâ muhacirler için bir sığınaktır ama tutuklamalar, esir almalar orada da başlamıştır. Görüldüğü gibi, belki de olayların sıcaklığı için de söylenemeyecek birçok husus hikâye içerisinde dile getirilmiştir. Bugün bu hikâyeyi okuyarak dünü öğrenmiş oluyoruz. Bugünümüzü, dünyada ve Türkiye’de olup bitenleri, bu ve benzeri hikâyeleri okuduktan sonra düşünmekte, değerlendirmekte fayda olacağı kanaatindeyim. Ömer Seyfettin tarihe bir not düşmüştür, kendi gününe de rehber olmaya çalışmıştır. Maalesef “ibret alınmayan tarih” tekerrür etmeye devam etmektedir.■

GÖĞSÜMDE KIRLANGIÇ TÜRKÜSÜ Sana bir sır vereceğim Yağmur yağacak gece Islanacak kül bebeklerim… Sürüyle kuş havalanacak Göğü ağrıtacak bu zamansız istila Telaş dökülecek arza… Sen, canımda kalacaksın yaralı kuş Alev delisi kanatlarınla, Buz tutmuş kanınla… Kalbime dolan sevda senin Duyulmaz olacak ansızın sesin Kırlangıç uçtu diyeceğim… Yürüyecek üzerime bir yaz hikâyesi Kalacak göğsümde türkün Sana bir sır vereceğim…

SERDAR ARSLAN

42

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


ÖMER'İN YÜZÜNDE ÖLÜMÜ GÖRDÜM Ömer’in yüzünde ölümü gördüm Her şeyi hiçleyen derin bir kuyu Ankebut sabrıyla bir kefen ördüm Yenmek için içimdeki korkuyu Ömer’in hasreti sâkin bir mekân Ürkütmeyen bir diyârın arzusu Nasıl sükûn bulmuş o delişmen kan Yorulup durulmuş, kök söktüren su Ömer Ömer değil, Ömer ben oldu Kendimi seyrettim o uçurumda Ne olduysa eşya uyurken oldu Artık şebnem açmaz bu kızgın kumda Ömer bir mağara, Ömer bir çığlık Yankısı dolanır körpe yüzlerde Büyük endişeyi gizleyen sığlık Hikâyemiz mahzun kalır cüzlerde Ömer kalbi kırık bir yılkı atı Hülyâsını, rüyâsını yel almış Ömer ki, sırtında taşır sıratı Yaşamaktan, var olmaktan usanmış Ömer’in ışığı söndü sönecek Hüzünlü bir ilticâdır son satır Ömer bir kuşlukta yine dönecek “Güneş yalnız dirileri ısıtır!” Ömer’in elinde sırlı bir ayna Aynada yılların puslu sûreti Esenlik ol âteş, su artık kayna Ömer şimdi terke hazır gurbeti!

OLCAY YAZICI

43

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


PROF.DR. İNCİ ENGİNÜN ile tarih ve edebiyat üzerine

Her konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesi olarak yazarların hem kişilikleri hem de kültürleri dolayısıyla farklı açılardan yorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar umuduyla, propaganda amacıyla yazılanlardır.

TANER NAMLI

Takdim İnci Enginün, 06 Ağustos 1940 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunudur (1963). Bitirdiği fakülteye aynı yıl asistan olarak girdi. 1984’te profesör oldu ve aynı yıl Marmara Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi’ne geçti. 1997’de emekliye ayrıldı. Bu iki üniversiteden başka Columbia University, New York, USA 1979-1980, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı (1982-1984), Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 1986, Uludağ Üniversitesi 1996-1998’de ders verdi. Boğaziçi Üniversitesi (1996’dan beri) ve Marmara Üniversitesi’nde lisansüstü dersler vermektedir. ARIT Türk Amerikan İlmî Araştırmalar Derneği, Türk Dil Kurumu Bilim Kurulu asli üyesi, İlesam, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Türk Kültürünü Araştırma Derneği üyesi olan İnci Enginün, 1988-1993 arası UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Yönetim Kurulu üyeliğinde bulunmuştur. Makaleleri Hisar, Türk Kültürü, Tarih, Millî Kültür, Hareket, Türkiyat Mecmuası gibi dergilerde yayımlanmıştır. İngilizceden çeviri makale ve kitapları da vardır. “Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa” adlı eser, geçen yılın en çarpıcı kitaplarından biri olarak Dergah Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

44

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8

“Tarih”i, konu itibariyle edebiyatın temel kaynaklarından biri kabul edersek “tarih”in edebiyata kaynaklık etmesi ve edebiyatı beslemesi üzerine nasıl bir yorumlama getirebilirsiniz? Edebiyatın konusu hayattır. Sadece bugünün hayatı değil, dünün, yarının hayatı da edebiyatçıların konularındandır. Bir yazar açısından bu zaman dilimlerinden herhangi birini seçmek, konusu, amacı açısından tabii bir durumdur. Fakat nasıl ki insanlar kendi geçmişlerini, âdeta musallat bir hayal gibi sık sık hatırlarlarsa, tarihlerini de hatırlarlar. Bugünün meselelerini dünde veya yarında canlandırma çok yaygındır. Tarih çok eski devirlerden beri sanatçıların ortak malzemesidir. Destanlar, efsaneler, meddah ve halk hikâyeleri vasıtasıyla milletin geçmiş varlığını nesilden nesile aktarmıştır. İnsan bunlara baktığı zaman geçmiş günlerde dinleyicilerin çok daha anlayışlı olduklarını anlıyor. Günümüzde yazılan tarihî romanlarda hemen tarihî gerçekliğe uygunluk arandığı hâlde,


söz konusu halk edebiyatı ürünlerinde hiç de böyle bir zorlama yoktur. Tarihe bazı dönemlerde daha büyük ilgi duyulur. Bizde özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra tarihî eserler moda olmuş, tarihin değişik dönemleri devrin ve yazarların görüş açılarına göre seçilmiştir. Sürekli savaşların yaşandığı günlerde, mustarip insanların tarihteki olaylardan ibret ve güç almak istemeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Her konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesi olarak yazarların hem kişilikleri hem de kültürleri dolayısıyla farklı açılardan yorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar umuduyla, propaganda amacıyla yazılanlardır. Fakat tarihin propaganda amacıyla kullanılması bütün dünya edebiyatında bol bol görülür. Tarihedebiyat ilişkisi millî bilincin kazanılması açısından da önemlidir. Batı edebiyatının dar anlamda Batı romanının tarihî veriyi işlemesi ile Türk edebiyatının işlemesi arasında, genel hatlarıyla bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? Farklı yaklaşımlardan söz edebilir miyiz? Edebiyatımızda, hamaset kanalıyla tarihî birikimin işlenmesinin çok yaygın olduğunu görüyoruz. Bu yoldan da bir işleme biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu soruya herhâlde cevap veremem. Batı romanı dediğimiz alan çok zengindir, birçok ülkenin edebiyatını içine alır. İngiliz romanında Walter Scott’un İngiliz efsanelerini dirilten tarihî romanları bütün dünyaya da bu alanda örnek olmuştur. Bu eserler hâlâ okunduğu gibi, onlara dayanılarak yapılan filimler de bulunmaktadır ve sadece İngilizlere değil bütün dünyaya da İngilizlerin eski tarihleri fonunda, İngilizlerin beşeri sergüzeştleri de tanıtılmaktadır. Klasik edebiyatlar zaten tarihe dayanırdı. Fransız klasiklerinden Racine sadece Grek ve Latin tarihinde kalmamış, döneminin büyük devleti Osmanlı Devleti’nden bir konuya seçerek Bayazıt adlı oyununu yazmıştır. Romantiklerin tarihe bakışları daha farklıdır. Onlar millî tarihlerine dönmüşler, destanlarından başlaya-

rak hepsini ihya etmişlerdir. Millî bilinçlenmede bu tür eserlerin gücü kesindir. Bizde, halk hikâyecileri ve meddahların geleneğinden sonra Namık Kemal Cezmi ile bu alanda bir örnek vermiştir. Ahmet Midhat Efendi ise tarihin çeşitli dönemlerine gitmiş, Tanzimat günlerinin meselelerini tarih havasında anlatmıştır. Ancak onun kitapları arasında Yeniçerilerin sebep oldukları kötülüklerle ilgili romanları dikkat çekicidir, bunlar bir anlamda Tanzimat’ın başlangıcı olan Yeniçeriliğin ilgasını savunmaktadır. Romanda olmasa da tiyatro ve şiirde Tanzimat döneminde yazarları, Endülüs tarihiyle ilgilenmişlerdir. Bunda bir çeşit savunma amacı bulunduğu gibi, estetik bir sebep de vardır. Abdülhak Hâmit, konusunu Endülüs tarihinden alan oyunlarında, gününün meselelerini tarihe taşımıştır. II. Meşrutiyet’te tarihî romanlar artar, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları özlemle hatırlanır. Osmanlı tarihinden devlet otoritesinin zayıfladığı, karmaşanın ve yolsuzlukların alıp yürüdüğü Kösem Sultan dönemi işlenir. Orta Asya tarihi, İslamiyetin ilk dönemine duyulan ilgi de yine II. Meşrutiyet’teki fikirler dolayısıyladır. Okuyucuya tarih havasında güncel meselelerle ilgili mesajlar vermek de amaçlar arasındadır. Mütareke döneminde biraz da Nedim Divanı’nın basılması, Yahya Kemal’in dikkati Lâle Devrine karşı yazarlarda, özellikle şairlerde büyük ilgi uyandırmıştır. Yahya Kemal’in Eski Şiirin Rüzgârıyla başlığı altında yazdığı şiirler de gençleri teşvik etmiştir. Faruk Nafiz başta olmak üzere bütün gençler Sadabat şiirleri yazmışlar, Nedim’i yüceltmişlerdir. Bunda biraz da gençlerin Osmanlı Devleti’nin barış, aşk ve eğlence dönemine sığınmak isteyişleri rol oynamıştır denebilir. Tarihî birikimin, estetize edilerek algılanmasında Yahya Kemal çok ayrı bir yerde duruyor. Onun, düzyazıları ve şiirleriyle, tarihe bakışımıza kazandırdığı perspektifler hakkında ne düşünüyorsunuz? Yahya Kemal tarih konusuna çok önem verir. Edebiyatta anlatılanla yazarın arasına koyması

45

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Tarihin yorumlanmasında geniş bir bakış önemlidir. Yahya Kemal gibi Tanpınar da başka ülkelerin tarihlerini okurken, kendi tarihleri ve insanları üzerinde de düşünmüştür. gereken bir mesafe vardır. Bu estetik mesafeyi Yahya Kemal tarihte bulmuştur. Öyle ki Millî Mücadele heyecanıyla yazdığı şiirlerin konularını tarihten almıştır. Birçok aşk şiirinde de Lale Devrini hayal etmektedir. Yahya Kemal çizgisinde yürümeye devam edersek, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tarihe bakışını da yorumlamamız gerekir. Özellikle Beş Şehir’i... Tanpınar’ın, tarihsel birikimimizi değerlendirme şekli nasıl olmuştur? Tanpınar da belki Yahya Kemal’in etkisiyle tarihe büyük ilgi duyar. Eserini de o tarihî dekora yerleştirir. Günlüklerinde Avrupa tarihiyle ilgili eserler okuduğunu yazmaktadır ki bu çok ilginçtir. Tarihin yorumlanmasında geniş bir bakış önemlidir. Yahya Kemal gibi Tanpınar da başka ülkelerin tarihlerini okurken, kendi tarihleri ve insanları üzerinde de düşünmüştür. Beş Şehir’de çok açık belirttiğinden şehirleri anlatan bu kitabında tarih bilgisi ağır basar. Tanpınar bu bilgiyi, şehrin tarihî kalıntılarından hareketle verir. Bir mimari eser, onu, şehrin yaşayışına, idarecilerine götürür. Bir milletin kültürünü yaratan her unsuru yansıtmaya çalışır. Ancak onun bütün romanlarında tarihî dekor mevcuttur. Huzur’da bile kahramanları tarihî semtleri, mekânları gezerler. Aydınlar arasında geçen bu kitapta aydınlar, nice meseleyi tarihî bilgilerin ışığında tartışır, yorumlarlar. Bir toplum için geçmişin önemi büyüktür, fakat bugünü bastırıp öldürmemesi şartıyla. Tanpınar’ın bütün eserlerinde tarih ile bugün iç içedir. Tıpkı şehirlerimiz gibi.

Merhum Mehmet Kaplan Hoca da, bir bilim adamı olarak bu iki ismin fikir kanalını kendi sahasında devam ettirmiştir. Kaplan Hoca’nın en yakınındaki kişilerden ve öğrencilerinden biri olarak, onun tarih-edebiyat ilişkisine bakışını değerlendirebilir misiniz? Biz merhum hocamızın öğrencileri, hepimiz tarihe karşı ilgi duymuşuzdur. O da elbette her aydın gibi, tarihin yarını aydınlatacak bin bir örnekle dolu olduğunu bilirdi. Fakat onun tarihi devam ettirmek gibi bir amacı yoktu. Tanpınar’ın Huzur’da geçen o anlamlı cümlesiyle “Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” Mehmet Kaplan için de önemlidir. Değişmeyi reddederek tarihe bağlanmak, canlılığı, hayatı öldürücü bir güç taşır. Değişmenin içinde devam edenler vardır. Tanpınar da bütün eserlerinde bunu işlemiştir. İşte burada usta yazarla, usta olmayan ayırımı ortaya çıkıyor. Ustalarda farkına varmak güçtür, usta olmayanlarda ise ben tarihten söz ediyorum feryadı duyulur. 1960'lı yıllarda Turan Oflazoğlu, konusunu Osmanlı tarihinden alan oyunlar yazmaya başladığında, bu oyunların büyüsüne kapılmıştım. Merhum hocamız da onları çok beğenmişti. IV. Murat’ın başarısı ne yazık ki Oflazoğlu’nun öteki eserlerini gölgeledi. Hâlbuki o arka arkaya yazdığı eserlerle sadece Osmanlı hükümdarlarının değil, Korkut Ata’dan başlayarak sanatçıları da anlatmıştır. Tragedya türünü kullanan yazar, Osmanlı tarihine çok farklı bir açıdan bakmıştır. Saygıdeğer Hocam, sohbetiniz için teşekkür ediyoruz.■

46

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


ATAOL BEHRAMOĞLU ile tarih ve edebiyat üzerine

Ben de donmuş bir şeyin hayat olduğuna inanmıyorum. Tarih diyorsunuz. Öyle bir şey yok. Yaşanmış şimdiler var. Tarihi ben böyle algılıyorum. Yerli ya da yabancı, geçmişteki bütün şairleri, yazarları, sanatçıları akrabam olarak duyumsuyorum. İç seslerini işitmeye çalışıyorum.

TANER NAMLI Takdim Ataol Behramoğlu, 1942 yılında Çatalca’da doğdu. DTCF Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmiştir Moskova Üniversitesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı üzerinde çalışmıştır. Sorbonne Üniversitesi Centre de Poetique Comparee Bölümüne devam etmiş, “Diplôme d’etudes approfondies” derecesi almıştır. Paris’te ressam Yüksel Aslan’la birlikte kurduğu ve Fransızca olarak yayımlanan Türk edebiyatı dergisi Anka’yı (30 sayı, 1986-97) yönetmiştir. Anka yabancı dilde yayınlanan, Türk edebiyatını tanıtan nitelikli ve kapsamlı ilk dergi olma özelliğini taşır. 1960 sonrası kendine bir yön tayin etmeye çabalayan toplumcu şiir anlayışının öncü isimlerinden biridir. İsmet Özel ve Murat Belge ile birlikte Halkın Dostları dergisini, kardeşi Nihat Behram’la birlikte Militan dergisini çıkarmıştır. Pendik Belediyesi’nde kültür danışmanı (1989-93), daha sonra Simavi Yayınları’nda editör (1990-94) olarak çalışmıştır. 1995’te seçildiği Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanlığını 1999’a kadar iki dönem sürdürmüştür. 1981 yılında Asya-Afrika Yazarlar Birliği Lotus Ödülü’ne layık görülmüş, yine PEN Yazarlar Derneği Dünya Şiir Büyük Ödülü Mart 2003 tarihinde tarafına verilmiştir. Şair, hâlen İÜEF Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Eserlerinden bazıları; Mustafa Suphi Destanı, Toplu Şiirler I / Bir Gün Mutlaka, Toplu Şiirler II / Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var, Toplu Şiirler III / Kızıma Mektuplar, Sevgilimsin, İki Kişiliktir, Yeni Aşka Gazel, Yaşayan Bir Şiir, Nazım’a Bir Güz Çelengi, Şiirin Dili-Anadil, Başka Gökler Altında, Yiğitler Yiğidi ve Uçan At Masalı, Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi, Kardeş Türküler, Aziz Nesin’le Anılar

47

Hep taze kalan bir şiiriniz var. İlk yazdıklarınızdan son yazdıklarınıza dil ve içerik sadeliğini önceliyorsunuz gibi geliyor. Zahmetten uzak, alabildiğine bir yalınlık… Tazeliğin sebebi de bu anlaşılırlık olmalı. Yanılıyor muyuz? Şiirden beklediğiniz bunlar mı? “Anlaşılırlık” ve “tazelik” her zaman aynı şey olmayabilir. Hatta kolay anlaşılan şeyin kolayca da eskiyip bayatlayacağını söylemek belki daha doğru olur. Şiirlerimde, saptadığınız gibi kolayca eskimeyen bir yan varsa, bu hep kendim kalmaya çalıştığım için olmalı. Başka bir deyişle, modalara özenmedim. Modalar geçiyor. Hakiki, samimi, kişisel, özgün olan kalıyor. “Zahmet” kavramını da açmamız gerekebilir. Okurun belki fazla zihinsel çaba göstermeye gereksinim kalmadan algıladığı sonuç, çoğu kez uzun ve zahmetli çabaların ürünüdür. Fakat bu çaba ille de tek bir şiirin biçimsel örgüsü konusunda olmayabilir. Şair, bence, bütünüyle şiire çalışan kişidir. Hayata ve şiire… Şiirinizin en karakteristik taraflarından biri: Gerçeklik... Şiirlerinizdeki bu “gerçeklik” meselesinin altını çizebilir miyiz biraz? Evet. Yukarıda kullandığım “hakikilik” ten söz ediyorsunuz. Bu kavramı da “kendi olmak”

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Bana göre, çok az istisna dışında, günümüz Türk şairi ne toplumuna ne hayata ve kendi hayatına ve ne de dile gerçek anlamıyla dokunabiliyor. İnsan ve hayat (ve kendi hayatı) arasındaki temassızlık, birey ve başka bireyler ve toplum arasındaki kopukluk, günümüz dünyasının ve kendi ülkemizin bir gerçeği. kavramıyla açıklayabileceğimizi düşünüyorum. Bu “kendi olmak”, bireysellik, bireycilik filan değil. Belki tam tersine, kendini çoğu kez nesnel bir olgu olarak algılayıp duyumsamak. Zaten esasen de böyledir. “Sen ne imiş, ben ne imiş” ölümsüz dizesinde anlamını bulan şey. O zaman hakiki bir şeyi yakalayabiliyorsunuz. Saf, kendi olan hakikati. Galiba şairden çok felsefeci gibi konuştum. Çağdaşlarınızdan sizi ayıran önemli özelliklerinizden biri de şiir üzerine yazmanız. “Şiirin Dili-Anadil”, “Yaşayan Bir Şiir” gibi şiiri konu edinen çeşitli kitaplarınız var. Şiir üzerine yazmamayı bir bakıma şiir üzerine düşünmemek de sayabilir miyiz günümüzde? Tanınız bence yerli yerinde. Oysa şiir üzerine yazmak-düşünmek, şiire çalışmak kadar zevkli ve yaratıcı bir iştir. Şiir üstüne yazılmış incelikli değerlendirmeleri okurken, şiirden aldığım lezzeti duyarım. Bu tür yazılar sizi şairin dünyasını ve üslubunu keşfetmeye götürür. Şiir üstüne yazmak, şiiri keşfe çıkmaktır. Bu işin üstesinden gelmek, doğal olarak, ciddi bilgi birikimi de gerektirir. “Yaşadığımız toplumun şiirle olan ilişkisi” ve “yazılan şiirin yaşadığımız toplumla ilişkisi” üzerine ne söyleyebilirsiniz? Şimdiden bahsediyorum… Bir başka deyişle yaşadığı toplumun şiirini yazabiliyor mu Türk şairi? Nasıl bir şair figürü ile karşı karşıyayız? Bana göre, çok az istisna dışında, günümüz Türk şairi ne toplumuna ne hayata ve kendi hayatına ve ne de dile gerçek anlamıyla dokunabiliyor. İnsan ve hayat (ve kendi hayatı) arasındaki temassızlık, birey ve başka bireyler ve toplum arasındaki kopukluk, günümüz dünyasının ve kendi ülkemizin bir gerçeği. Bu durumun ülkemiz bakımından kökleri, benim algılayışımla, 1970’lerdedir. “Kuşatmada” bu algılayışın sonucu olan bir tepki şiiridir. “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” bir başka açıdan aynı şeydir. Yine o dönemin ürü-

nü “İşte Bir Şiir”de bu yabancılaşma algısı -Batıdan yürütülmemiş, kitabi olmayan, kişisel bir kavrayış ve duygulanım olarak- açıkça dile getirilmiştir. Bizdeki şiir eleştirisi dün olduğu gibi bugün de bunları algılayıp irdelemekten çok uzaktır. Zaten başka türlü bir şey beklemek de, sözünü ettiğimiz durumun sonucu olarak, gereksizdir. Hilmi Yavuz, bir süre önce yayınladığı bir gazete yazısında, Camus’un “şiir elleri kirli olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye başladı artık…” sözüne yer vermişti. Ve Türk şiir geleneğini dünya şiiri ile birlikte tehlike içinde gördüğünü ifade etmişti. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Hilmi beğenmiş, ama ben benzetmeyi pek de parlak bulmadım. Şiir hiçbir zaman yaşlı bir amca olmadı, olamaz, doğasına aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda bir talebi vardır. Yanılmıyorsam “Yaşayan Bir Şiir” adlı kitabımdaki “Şiirin Yoksulluğu ve Zaferi” adlı bir yazıda bu konuya değinmiştim. Öte yandan, tüketim toplumu ahlakının ve daha da doğrusu tecim olgusunun her alanı kaplayışının, şiirle okuru arasında engel oluşturduğu bir gerçek. Sofrayı bilmem, ama kitapevi vitrinlerinde şiir kitaplarına artık yer yoktur. Toplumcu şiirin izini sürebiliyor musunuz mevcut sanat ortamında? Bir kuşağın yol çizen şairlerinden biri olarak toplumcu şiirin kabuk değiştirdiğini söyleyebilir miyiz? 2007’de ve geçen yıl toplam üç yeni şiir kitabım yayınlandı. “İki Ağıt”, “Okyanusla İlk Karşılaşma” ve “Hayata Uzun Veda”, “İki Ağıt” toplumcu şiir tanımına girer. Öteki iki kitaba dar anlamıyla toplumcu denemez. Fakat örneğin “İki Ağıt”ta “Şili’ye Şiirler” bölümünde, bireysel yaşamdan çizgiler vardır. Hatta bu bölümde “ağıt” kavramına getirmek istediğim yorumun ne kadar bireysel ne kadar toplumcu olduğu tartışılabilir. Yine, son derece bireysel bir şiirler toplamı olan “Hayata

48

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Uzun Veda”da “yaşadığım dünya adaletsizdi” diye başlayan bölüme herhâlde bireysel denemez. Toplantılarda yeri geldiğinde, toplumculuğun çalışılması gereken bir şey olduğunu söylüyorum. İnsan olarak eğilimimiz galiba bireyselliğedir. Toplumculuk, bir üst insan olma aşamasıdır. Neruda’nın, Nazım’ın, daha öncelerde Mayakovski’nin büyük epopeleri, Brecht’in şiiri bunun örneklerindendir. Toplumcu şiiri bugün ne durumda? Parlak bir durumda olduğu söylenemez. Bu eleştiriyi kendime de yöneltiyorum. Gerçi, kendi payıma, eskisinden daha az toplumcu değilim. Ne yazık ki yeterince de toplumcu değilim. Oysa köşe yazılarımda toplumsal sorunların tam ortasındayım! Burada, sadece şiirin özgül doğasıyla açıklanamayacak bir sorun olduğunu düşünüyorum.

SON TÜRKÜ bana bir türkü söyle hasret hüzün gam üstüne neşeyi hiç tanımadım hicran veda yol üstüne bana sevgiliyi anlat cefa sitem naz üstüne vefayı hiç tanımadım hançer zülüf söz üstüne beni muma fitil eyle sevda gönül dost üstüne ateşimi leylî yaksın sıla gurbet yâr üstüne sen yine bir türkü söyle dağlar mızrap saz üstüne usandım ben yaşamaktan arsız sabahlar üstüne son bir türkü daha söyle ömür ecel can üstüne toprağımı gülüm koysun öldüğümde ten üstüne

Türk şiirinin, “tarih”le bağlantısı üzerine de birkaç şey sormak istiyorum. Tarihten bir şair yahut bir romancı nasıl bir dayanak sağlayabilir yazdıklarına? Yani “tarih”, bize ne sağlayabilir edebiyatta? Ben hayatı dün, bugün, yarın diye ayırmayı pek anlamıyorum. Onu bütünsel bir akış olarak algılıyorum. Bu anlamda da bugünü, tarihleşmekte olan şimdi, tarihi bugüne açılan dün olarak görüyorum. Birlikte geleceğe akıyorlar. T.S.Eliot’un gelenekle ilgili, bence çok önemli ve o belki böyle tanımlayamayacak bile olsa “diyalektik materyalist” bir düşüncesi var. Diyor ki, “Şimdide yapılan, geçmişteki taşları da yerinden oynatıp oranlarını değiştirir.” Yaklaşık olarak böyle bir şey. Ben de donmuş bir şeyin hayat olduğuna inanmıyorum. Tarih diyorsunuz. Öyle bir şey yok. Yaşanmış şimdiler var. Tarihi ben böyle algılıyorum. Yerli ya da yabancı, geçmişteki bütün şairleri, yazarları, sanatçıları akrabam olarak duyumsuyorum. İç seslerini işitmeye çalışıyorum.

KALENDER YILDIZ

Tarih, toplumcu şiiri nasıl besler? Homeros, Vergilus, Dante bana bir geniş solukluluk duygusu kazandırmıştır. Yunus yalınlık, Fuzuli incelik, Karacaoğlan kır çiçeği renkliliğidir. Toplumcu şiir bütün bunlardan beslenir… Sohbetiniz için teşekkür ederim.■

49

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


KONYA’YA KONAN GÜVERCİN Eva De Vitray Meyerovitch’e

Bilinmez göklerde, bir Yeşil Nur’du.. Bizim Eva Hanım… Dünya’ya, tuhaf Bir beyaz güvercin şeklinde indi… Karanlık dehlizler… bir derya çamur… İçinden geçse de… bir bilinmez sır Kanat suya değer… sular ıslanır. O latif kanatlar, kar beyaz tüyler Fezada aktıkça bir ışık gibi… Değdi Sultanlar’ın gönül busesi Bizim Eva Hanım, aslına döndü Bir Yeşil Nur oldu… kesildi, sesi. Lakin nur kalemi, gönül avazı Fezada seyreder… ebede kadar “Zerreler akıyorken, zamanın yalağında Bir sır var, bu âlemde; zerrelerce bir sır var!... Hayattan kelebekler uçar, ölüm bağında Bir sır var bu kalemde, çizgilerce bir sır var!...” Ey yeşil kubbeler, bir yeşil rüya Bahşeden, toprağa basan gönüle… Konya!.. n’olur Güvercin’i incitme… Bir nazenin… bir Yeşil Nur… Gül Eva!

AHMET TEVFİK OZAN

50

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


EMRAH GÜRSU

T

arihi tarihçi yazar, yazar ve şair ise tarihe ruh verir. Yazarın veya şairin tarihî resmî gerçekler ve realist gerekçelerle verme derdi yoktur. Romanın fiktif âleminde, şiirin muhayyile ikliminde tarih, kırılgan çizgisinden kayarak esnek bir yapıya bürünür ve üzerine yazarın ve şairin biçtiği gömleği giyer. Böylece tuğlalarını kralların ördüğü duvarları, yazarlar ve şairler boyar. Tek bir kere yaşanmış olan tarih, romanda veya şiirde yeniden yaşanarak tarihî olaylar ve kahramanlar geçmişin hapishanesinden çıkarak Edward Hallet Carr’ın dediği gibi “bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog”[1] kurar. Tarihî olaylar objektif, tarihî olayların anlatılması sübjektif bir yapıdadır. Bu nedenle şairden de tarihi realistlik beklenmez. Anakronizm “kronoloji hatası, özellikle de kişilerin, olayların ve geleneklerin birbiriyle ilişkili olarak, yanlış kronolojik zamanlara yerleştirilmesidir.” Anakronizm ana(geri), khronos(zaman) söz1. Edward Hallet Carr, Tarih Nedir, İletişim Yay, s.37

cüklerinden oluşmuştur. Bilerek veya bilmeyerek yapılan tarih yanılgısının iki kaynağı vardır: 1. Tarihsel bilgi yetersizliği 2. Tarihsel bağlantı ile anlatılanı güçlendirme Anakronizm ile tarihin sesi çağlar arasında yankılanmaya başlar. Bir çağda anılan ve bir başka çağa yerleştirilen homo-historical (tarih insanı), tarihsel olmaktan çok zamansal bir kavrama dönüşür. Kendi bağlarını koruyan ve onu aşmaya çalışarak geçmiş ve günümüzle bağ kurar ve evrensel düzeye ulaşır. Tarih, şiirin anakronistik boyutunda güçlenmiş ve geçmişten geleceğe akan bir zaman olmuştur. Böylece tarih, rakamların merkezinde dönen, yelkovan ve akrebin değişmez yolundan şiirin mülhem ve hayalî boyutunda yeniden yaratılmış olur. Tarih, anakronizm ile kronolojik ve siyasi kimliğinden sıyrılarak “zaman” kavramına dönüşür. Ve şiirin soyut dünyasında somut bir imge yaratır. Şair, tarihin tozlu perdesini aralar, sahneye alkış tutan ise

51

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


şiirdeki kelimelerdir. Melih Cevdet Anday, özellikle “garip” kimliği ile tarihî milliyetçi bir tavırdan öte birleştirici bir kavram olarak ele almış ve şiirlerinde tarihsel boyutta özneler ve olaylar arasında ilişki kurmuştur. “Atatürk’ün Bir Saati Vardı” şiirinde Atatürk’e ait olan atın Etilerden beri yaşadığını söyleyerek atı zamanlar arası yolculuktan geçirerek yurdun köklü geçmişi üzerine vurgu yapılır. “Atatürk’ün bir atı vardı Etilerden beri yaşardı.” “Atatürk’ün bir sözü vardı” dizeleriyle başlayan şiir “Atatürk’ün bir saati vardı/Durmadı” dizeleriyle biter. Şiir Atatürk’e methiye gibidir. Amaç Atatürk’ü “söz, at, resim, saat” imgeleriyle donatarak yüceltmektir. “At” ise ölümsüzlük suyu içerek, tarih sahnesinden çıkmış ve Atatürk’ün atı olmuştur. “Etilerden beri yaşayan ve Atatürk’e gelinceye değin devam eden bir düşün evrenini, araya zaman kategorileri koyarak bölümlemek istemeyen Anday, insanın tinsel varoluş sürecini de böylesine bir zaman anlayışı içine yerleştirmek ister. Mitolojik kaynaklara yönelirken yabanıl-uygar karşıtlığını irdeleyen Anday, bu karşıtlığı verirken geçmişten geleceğe bir çizgi hâlinde devam eden insan serüvenini sorgular.”[2] Görüldüğü gibi “at” motifi kullanılarak fiziksel zaman tipolojik zamana dönüşür. Anday, “Etiler” zamanına döner ve retrospektif (geriye dönük) zamanı yakalayarak perspektif(ileriye dönük) zamana taşır. “Antropolojinin zamanlaştırmasına yol açan şey insan kültürlerinin mekân, insanlığın mekân içindeki dağılımına anlam kazandıran şey doğallaştırılmış- mekânlaştırılmış zamandır.”[3] “Atların ruhu vardı Troya önlerinde … Diomedes Tros atlarını koştu arabasına … Agemenon’un kısrağı Aithe’yi, kendi atı Podargos’u … Sonra Köroğlu kalktı koştu Kır At’ı 2. Mitat Durmuş, Melih Cevdet Anday’ın Şiirlerinde Bireysel Öznenin Belleksel Varoluşu Bağlamında Zaman İzleği, Türkoloji Dergisi, C.XIV, S.2, Ankara 2003, s.165– 180 3. Johannes Fabian, Zaman ve Öteki-Antropoloji Nesnesi Nasıl Oluşur-, Bilim ve Sanat Yay, s.48

… Sonra göründü Muhammed’in damadı Ali’ye Benzer iyi huylu düldül, edep yeri kapalı … Başını yana eğen İskender’in Bukephalos’u … Elcid’in Babeica’sı, derken Rocinante çıktı … Kanatlı Pegasos! Gençliğim benim oğlum! “Troya Önünde Atlar” şiirinde Anday, özellikle 1.koşu bölümünde anakronizmi kullanarak tarih sahnesinden ayıkladığı kahramanların atlarını aynı zaman düzleminde buluşturarak, Truva Savaşının yaşandığı mekâna, Troya önlerine, götürerek tarihi mekânlaştırmıştır ve zaman sekanslarını aşarak kronolojik olaylar ilintilemesi yapmıştır. “At” imgesi, kahramanın sonsuz yolculuğunda, yanındaki tek varlık olması bakımından önemlidir. Tarihin çizgisel değişimi geçmiş- bugün- gelecek kavramlarının sentezi olan “zaman” hâlini alır. “Tarih, fiilî olarak insan bilimlerinin ne içinde ne de yanında yere sahiptir. Onlarla garip, belirsiz, silinmez ve ortak bir mekânda olabilecek bir komşuluk ilişkisinden daha temel bir ilişki sürmektedir.”[4] İskender’in Bukephalos’u, Hz. Ali’nin Düldül’ü, Don Kişot’un Rocinante’si, Zeus’un Kanatlı Pegasus’u ve Troya atları zaman boşluklarından akarak tarih sahnesine oturtulmuştur. Böylece anlatılmak istenen imaj, tarihsel çizgide güç kazanarak “poem spermaticus” (gebe bırakan şiir) hâlini alır ve böylece tarihin doğurduğu olay, geleceğin çocuğu olan olgu hâline dönüşerek gerçek değerini kazanır. “Zaman sonsuz (ebedî) bir dönüş olarak”[5] şairi, tarihler arasında zaman seyyahı olarak yansıtır. “Historik bilginin salt akıl bilgisi olmayacağını ve tarihsel olayları teorik akla uygun bir rasyonalite ile aramak, kör bir determinizmden başka bir şey değildir.”[6] Çünkü tarihin gerçekliği bile, tarih yazıcının gerçekliği ölçüsündedir. Tarih gerçekliğinin öneminden ziyade, tarih gerekliliğinin nasıl olduğu daha önemlidir. ■ 4. Mıchel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, İmge Yay, s.474 5. Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu, İmge Yay, s.37 6. Özlem Doğan, Tarih Felsefesi, İnkılâp Yay, s.221

52

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


SELİM İLERİ

Hangisiydi acaba III. Murad? Sazende ve hanendelerin kendisi için hazırladıkları eserler demetini dinleyen, zarif tavırlı kişi mi; padişahlığın sağladığı buyurganlıkla, yorumcuları hiçe sayarak, adam yerine koymayarak, gönlünden geçirdiği şarkıları emreden kişi mi?

B

izde tarih yazımı şu son döneme kadar pek tartışılmazdı. Tarihten söz açan yazarların âdeta dokunulmazlığı vardı. Tarih yazanların toplum hayatındaki saygınlıklarını da hatırlatmak isterim. Çocukluğumda Gülbahar Sultan, Küçük Mustafa Kemal, Estergon Kalesi gibi kitaplarını okuduğum Enver Behnan Şapolyo’yu annemin babamın ahbaplarının evinde görmüştüm, altmışlarında bir adam, hiç de büyüklük taslamıyor ama, hem ev sahipleri hem annem babam telâş içinde... Öyle sanıyorum ki, tarih, ürküntüyle karışık bir huşu yaratıyor. Romandan, öyküden, şiirden habersiz nice insan tanıdım ki, tarih kitaplarına, yarı fantezi tarihî romanlara gönülden bağlıydılar. Bu seçim, tercih, galiba günümüzde sürüyor. Ben de tarihe kapılıp gitmeyi çok severim. Yine çocukluğumun en güzel romanlarından biriydi Balaban, Reşat Ekrem Koçu’nun eseri olduğunu ise yıllar sonra öğrenecektim. Balaban’ın serüven çizgisine kapılıp gitmiş* 18 Ocak 2009 tarihli Zaman gazetesinden iktibastır.

53

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


tim ama, tarihî dönem de iz bırakmıştı. Bir ara Safiye Sultan sahneye çıkıyor, roman yıldızlanıyordu. Dönem III. Mehmed’in mi saltanatıydı, III. Murad’ın mı? Hatırlayamıyorum. İlkinin olsa bile, III. Murad’ı Safiye Sultan unutmuş olamaz. Hangisinindi; iki padişahın saltanatlarını karıştırdığım gibi, Reşat Ekrem’in Topkapı Sarayı’nı mı yoksa Osmanlı Padişahları’nı mı daha önce kaleme getirdiğini de çözemiyorum. Çünkü bilgi kaynaklarında çelişik yayın tarihleri karşıma çıkıyor. Koçu, Topkapı Sarayı’nda, “III. Murad sazdan sözden anlayan adamdı. Fakat meclisindeki sazende ve hanendelere müdahale etmez, ‘Şunu çalın, şunu söyleyin’ diye emretmezdi. Kendisini ölüm döşeğine yatıracak hastalığının başlangıcında bir gün yine İncili Köşk’e inmiş ve saz takımından ‘Bîmarım ey ecel bu gece bekle canım al’ şarkısını istemiştir” der. Osmanlı Padişahları’nda durum ve tutum değişmiştir: “III. Murad 1595 yılı Ocak ayının başında hastalandı. Bir gün İncili Köşk’e gitmişti. Mutadı üzere hanendeler, sazendeler, köçek oğlanları toplanmıştı. Okunacak, çalınacak şeyleri daima kendisi emrederdi. ‘Bîmarım ey ecel bu gece bekle canım al’ şarkısını istedi.” Hangisiydi acaba III. Murad? Sazende ve hanendelerin kendisi için hazırladıkları eserler demetini dinleyen, zarif tavırlı kişi mi; padişahlığın sağladığı buyurganlıkla, yorumcuları hiçe sayarak, adam yerine koymayarak, gönlünden geçirdiği şarkıları emreden kişi mi? Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi’nde, “III. Murad Han, 15/16 Ocak 1595 gecesi, mesane hastalığından Topkapı Sarayı’nda öldü. 48 yaşını 6 ay, 13 gün geçiyordu. Hükümdarlık müddeti 20 yıl, 1 ay, 2 gündür” diye yazmış. Öztuna, III. Murad’ın Osmanoğulları’nın “en bilginlerinden” biri olduğunu belirtmiş. Padişah iyi bir şairmiş, tasavvuf üzerine bir eser yazmış. 1949 tarihli Osmanlı Padişahları’nda Vasfi Mahir Kocatürk, III. Murad’ın bütün zamanını işrete, eğlenceye harcadığını söylüyor.

Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları’nda, III. Murad’ın mesane hastalığına açıklık getiriyor: “Hekimler ilk tanıyı soğuk algınlığı olarak koydular ve kış soğuklarının artmasıyla hastalığın da tehlike göstereceğinden kaygılandılar. Hastalık ilerleyince mesanede taş olduğu saptandı. İstanbul’daki elçiler kendi hükümetlerine padişahın böbrek taşı ve tümörden rahatsız olduğunu, hekimlerin uygulamak istedikleri tedavileri kabul etmediğini, buz tedavisini tercih ettiğini, bu yüzden de soğuk aldığını yazmışlardı.” İsmail Hami Danişmend ise, ünlü kronolojisinde, “Ölüm hastalığının perşembe günü başlamış olduğundan bahsedildiğine göre, dört gün sürmüş olması lâzım gelir. Hastalığın mahiyeti de kadın iptilâsından mütevellit ‘illet-i mesane’ şeklinde tarif edilmektedir” diye yazar. Danişmend, okul kitaplarımızın yere göğe sığdıramadığı Sokullu konusunda ikirciklidir. III. Murad’ın ölüm hastalığına yol açan kadına doymazlığında bile Sokullu’nun rolünü ölçüp biçer: “Sultan Murad’ın cülûsuna kadar III. Mehmed’in anası olan meşhur Safiye Sultan’la kanaat ettiği halde, tahta çıktıktan sonra Sokullu’nun karısı olan kız kardeşi Esma Han Sultan’ın ‘peri cemal cariyeler’ takdim etmek suretiyle kocasının mevkiini tahkime kalkışmasından dolayı baştan çıkmış ve sefahat derecelerini bulan bir kadın iptilasına uğramış olduğundan bahsedilir! Herhalde Sokullu’nun Harem entrikalarıyla padişahı ifsat etmiş olduğu muhakkaktır.” Tekrar Reşat Ekrem Koçu’ya dönersek; Koçu, İncili Köşk’ü yaşatan bir yazısında, daha trajik bir ölümü yeğler: III. Murad, kendi­s ini selâmlamak isteyen iki kadırganın top ateşi, köşkün camlarını kırınca, öleceğini hissetmiş. Tuz buz olan camlar gibi, ten kafesinin de artık harap olduğu kanısına varmış. Eceli çağıran şarkıyı işte o an istemiş. III. Murad için bir ‘roman’ yazsaydım, bu son ölümü tercih ederdim. Neyse ki ‘tarih’ yazmıyorum.■

54

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


ŞİNASİ GÜLAÇTI Tarih Nagazaki’dir, Hiroşima’dır, Gazze’dir. Bana göre insanoğlunun bir zulüm bir de mazlum tarihi vardır. Zulmün bayrağını dalgalandıran Tanrı’nın rüzgârı değil, olsa olsa iblisin nefesidir.

Sayın Genel Yayın Yönetmenimiz, “Şinasi Bey, önümüzdeki sayıyı ‘tarih ve edebiyat’a ayırdık. Okurlarımız sizin engin ve zengin okumalarınızdan istifade etsinler.” dediğinde öyle bir havalandım ki… Ancak bu sözü bıyık altı bir gülümsemenin süslediğini görünce yere çakıldım. Yardımıma koşacak bir Sanço da bulunmadığından bedenimin S.O.S.’ine ruhum “Kendi imkânlarınla kurtul!” diye haykırınca devletlü bir suret ve suratla doğrulurken renk vermemeye çalışarak “Elbette!” diyebildim. Yahu ben, tarihle ilgili ne yazıp çizebilirim? Gerçi lisede en yüksek notu tarihten alırdım. Çünkü Abdullah Ziya Kozanoğlu’nu, Oğuz Özdeş’i, Feridun Fazıl Tülbentçi’yi okumuş, Amerikan tarihini Teksas, Tommmiks gibi İtalyan ressamlarının kaleminden takip etmiş bir adamız. Ama şimdilerde biraz şair geçiniyoruz. Divan edebiyatçıları gibi kolay(!) bir iş de tutmuyoruz ki gülden bülbülden dem urup yazıyı kotaralım. Eski edebiyatçılarımız lütfen alınganlık göstermesinler: Tabiat yalnız bir gül ile bir de bülbül yetiştirmedi ya! Bu kadar güzel eserleri var. Niçin biraz da onlardan bahsetmiyorlar. Bereket versin gül ile bülbülü bulabilmişler, yoksa söyleyecek şey bulamayacak-

larmış… üç bin beyitten bin beyti güllü bülbüllüdür. Kalan iki bin beyitten birçoğuna da Leyla-Mecnun, Ferhat-Şirin, Vâmık-Azrâ, Şemi-Pervâne …gibi şeyler çift çift yerleştirilmiştir.[1] Tarihten ne anladığımı- sanki benim ne anladığım çok çok önemliymiş gibi- üç boyutlu bir cümleye sığdırmak lazım gelirse, tarih dinî geçmişin, millî geçmişin, proleter geçmişin adıdır. Tarih, siyahın, beyazın, sarı ve kızıl benizlinin geçmişidir. Tarih zaman zaman tekerrürdür, desek şiddete maruz kalır mıyız! “Tarih kendini tekrarlar mı?” sorusu, “Tarih, geçmişte kendini ara sıra tekrarlamış mıdır?” sorusuyla aynı şeyleri mi araştırmak istiyor. “Tarih kendini tekrarlar mı” Batıda onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda bu soru akademik bir tartışma hâlini aldı[2] Mehmet Âkif merhum ne kadar haklı?! ‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Toynbee ile Âkif bir anlamda örtüşüyorlar: 1. Muallim Naci, Seçmeler, hzl. Seyit Ali Kahraman, Morpa Yay. İst.1992, s. 344. 2. A. Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yay., İst. 1980, s.9.

55

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


“Artık geçmişin yazıtlarını bir ders almak için araştırmaktayız.”[3] Yıllar önce sol bir ağızdan duyduğum şu sözü buraya almakta yarar var mı? “Tarih yinelenmez, yenilenir.” Tarih tekerrür etmiyorsa, dünya, ismiyle müsemma iki savaşla karşılaşır mıydı! Hoş geldin determinizm... Dünya’nın dönmesi, gece ile gündüzün, baharla güzün devri gibi bir tekrar yaşanıyor demek ki… Tarih Nagazaki’dir, Hiroşima’dır, Gazze’dir. Bana göre insanoğlunun bir zulüm bir de mazlum tarihi vardır. Zulmün bayrağını dalgalandıran Tanrı’nın rüzgârı değil, olsa olsa iblisin nefesidir. Dünyada iyi insanların bulunmadığı hiçbir yer yoktur. Bizi korkutan kötü insanların çoğalması değil, iyi insanların azalmasıdır. Tarih, medenileşmektir. Bir yerinden alıntıladığımız kadarıyla bugüne kadar yirmi medeniyetten on dokuzu yıkılmıştır. Tarih belki de yıkılan medeniyetler mezarlığıdır. Tarih çoğu zaman da terakkidir. Mesela, insanların dört ayaktan iki ayağa, eğik omurgadan dik omurgaya geçişi bir terakkidir ve bu nesli devam ettirenler de herkesten mutludur. Terakkidir, çünkü ateş bulunmuş, birbirimizi çiğ çiğ yemekten kurtulmuşuz; teker bulunmuş, sürüklenmekten kurtulmuşuz; gemi bulunmuş, batmaktan; tayyare bulunmuş, uçmaktan kurtulmuşuz; kalem ve defter bulunmuş sözlü sataşmaktan kurtulmuşuz. Edebiyat bu noktada devreye girmeli; dünyanın neresinde olursa olsun zulüm bayrağının gölgesinde titreyen bir çocuğun elini avucuna alıp hohlayabiliyor, kanını onun damarına yetiştirebiliyorsa şairdir, hikâyecidir, romancıdır. Onun hissettiklerini duyurabildiği nispette müzisyen; gözlerindeki korkuyu yansıttığı nispette ressamdır, heykeltıraştır. İnsanlık tarihi hep utanan yüzümüz, unutan yanımız olarak kalmaya devam mı edecek? Geleceği yaşamadım ki bu soruya evet ya da hayır diyeyim. Bu iç karartıcı ağız ve lafları bir kenara bırakalım da o engin ve zengin okumalarımıza geçelim(!) Konuklarımız yine sanat, edebiyat ve her zaman olduğu gibi siyaset adamlarımız olacak. Niçin mi?

Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, iş adamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor, yine şair ve düşünürler tarihçilerden daha uzun bir süre hatırlanıyormuş.[4]

13.1.1 4x400 Engelli

Başlık sizi yanıltmasın. Bu, Melih Cevdet Anday'a ait bir şiirin başlığı ve devamı da şöyle: Birinci Osman/Birinci Orhan/Birinci Murat/İkinci Osman/Üçüncü Orhan/Dördüncü Ahmet/Beşinci Mehmet/Üçüncü Osman/Altıncı Mehmet/Dördüncü Osman/Yedinci Mehmet/İkinci Osman/Üçüncü Ahmet/Haydi Mehmet/Mehmet Birinci İşte bir şairin tarihe bakışı… Demek ki tarih sultanlar silsilesinden ibaret. Biri gidip biri geliyor. Birinci olan Mehmet kim? Halkın gerçek efendisi mi? Bizim nüfus kaydımızda Mehmet erkek isimlerin birincisi, Fatıma da kadın isimlerin. 13.1.2 Tarih-i Cevdet Melih Cevdet, Tarih Okurken başlığı altında şu müthiş mısraları da sıralamış ve bizce şöyle demek istemiştir: Saraydakiler, yani yönetenler hiçbir şey, yönetenler her şey. Yönetenler, kim için vardır? Yönetilenler için… Mabeyin feriği sait Paşa’nın Sarayı korumak işi Bir sarraf Zarifî Bey bir de Çıplak Mustafa Etti mi üç kişi Kim ola Sarraf Zarifî Adı üstünde sarraf Şıkır şıkır altun saymak işi Ya kim ola Çıplak Mustafa O da şehrin delisi O da şehrin fakiri Biri korur biri sayar biri… Tarih böyle bir şey olsa. Yöneten yönetir, onu birileri korur. Beri tarafta zengin mal ve mülkünü saymakla meşguldür. Çıplak Mustafa kim? Mehmet kimse o da odur. Halk tipidir. Çıplak Mustafa da delilik yapar… Bekri Mustafa’nın sırdaşıdır belki de.

4. __________, age. s.9.

3. _____________, age, s.33.

56

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


13.2.1 Cemal Süreya’nın tarihi Kendileri , İkinci Yenicilerdendir, Üçüncü Yenicileri Allah nasip eyleye… Sevda Sözleri’[5]nin bir bölümünü de Kısa Türkiye Tarihi’ne ayırmış. Kısa Türkiye Tarihi II[6] Üç anayasa/Ortasında büyüdün: Biri akasya / Biri gül / Biri zakkum Bir mısra da biz ekleyelim: “Biri saksıda” Kısa Türkiye Tarihi III[7] Türkiye’nin adı soyadı yasasından beri Atatürk adından soyutlanamadı: 1930’lu yıllarda Etitürkiye; 1940’lı yıllarda Atetürkiye; …… 1980’li yıllarda Adıtürkiye Muhterem ve müteveffa şair “Obatürkiye” deseydi neler olurdu acaba? Ey milletim, Etileri Türkleştirdin, Sümerleri Türkleştirdin, Frigleri Türkleştirdin, hızını alamadın Barak Obama’yı bile Türkleştirdin (gazeteler’den), tuttun Aurelio’yu Mehmetleştir’din… Aydınların özür kuyruğunda… 13.3.1 Tanrı, Hrant Dinkdaş’ın toprağını bol eylesin Dergimizin bu sayısına yetiştirmemiz gereken yazı için sağı solu karıştırıp kurcalarken elimiz bir kitaba uzandı… Ece Temelkuran kaleme almış “Ağrı’nın Derinliği”ni[8]. 5. Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY İst. 1995. 6. ___________, age. s.220. 7. __________, age. s.221. 8. Ece Temelkuran, Ağrı’nın Derinliği, Everest Yay. İst. 2008.

Ermenilerle yapılan röportajlar dikkatimizi çekiyor. Bir an boş bulunup “Vay be! Ermeniler bizi ne kadar çok seviyorlarmış da biz farkında değilmişiz…” diyesiniz geliyor. Şehit elçilerimizin kemikleri sızım sızım sızlamıştır. İşte size iki alıntının ilki: Sorsak da sormasak da… “Yok zaten Talat Paşa Yahudi idi, biz bilirdik…” “Türkler böyle soykırım yapmazlardı. Jön Türklerin hepsi Yahudi idi. Onlar bozdu Türklerin Ermeniler ile arasını.”[9] Halk tabiriyle ‘Moskoflar’, Bitlis’i işgallerinde bölge halkını yol üstündeki Hüsrevpaşa Hanı’na sokarak kimin zulmünden korumaya çalıştı Sayın Bay Arşak Sarkisyan?... Yahudilerin mi?... 13.3.2 Dâhili ve haricî aydınlarımız Haygaram adlı Ermeninin sözlerinden: “Türklerden acılarının tanınmasını, tarihin kabul edilmesini beklemeyen bir tek Ermeni bulamazsınız… Dünyada bulamazsınız. Ama Türkler bu ihtiyacımızı ‘milliyetçilik’ olarak göstermeye çalışıyor, toprak istediğimizi, bu yüzden soykırım konusunda sert politikalar ürettiğimizi düşünüyor…”[10] Ama merak buyurmayın Sayın Haygaram, Ermeniler adına Türklerden özür dileyen tek bir ırktaşınız çıkmadı ama bizden bir çırpıda özürcü 228 vatan evladı çıkıverdi. Ara Not: “Memleketin dâhili ve haricî aydınları gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” Kitabı yazan Ece Hanımefendi- Ece adı bizi Ece Ayhan’daki gibi yanıltmıyorsa- bu 228 vatan evladı arasında yer alıyor. Ermenilerle yaptığı konuşma ve görüşmeler kendisini çok ama çok etkilemiş olsa gerek. Yakın zamanda yaşanılan Hrant Dink olayı da milletimizin yüzlerce evladını sizin gibi etkilemişti. Öyle ki hepimiz bir gecede Dinkleşiverdik. Tanrı toprağını bol eylesin. Benim TDK’ye naçizane bir önerim var: Şu -daş, -taş ekinin kullanım alanını bir teklifle sınırlandırsın. Niye mi? Irktaş, meslektaş, soydaş, vatandaş, yoldaş, yurttaş, dahası dindaş, daha dahası Dinkdaş derken Allah başımıza başka -taş düşürmeye…■ 9. _____________, age. s.86. 10. _____________, age. s. 88.

57

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


RIFAT ARAZ

"Türk şiirinde; bazen bediî tefekkür unsurları içinde mecazlara, mazmunlara bürünmüş ifadelerle, bazen de gerçek şekliyle terennüm edilerek sürekli biçimde işlenen ölüm, sebep sonuç ilişkisi içinde hayatın manasını ele alır..."

Ö

lüm; ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.)’den bu yana, insanoğlunu duygulandıran, düşündüren, meşgul eden, onu sürekli tefekküre ve tezekküre zorlayan kaçınılmaz bir hakikattir. İnsanın, bizzat idrak ettiği ve yaşadığı bu varlık âleminin ötesinde farklı ve ebedî bir âlemin mevcudiyetini bilmesi, buna inanması ve bunu derinden hissetmesi, onu ifadesi zor olan bir duyarlılığın ve derinlik psikolojisinin içine çekmiş, bir kısım olayları metafizik zaviyeden ele alıp değerlendirmesine mecbur kılmıştır. Hayatın kaçınılmaz, değişmez ve anlaşılması zor olan hakikatlerinden birisi olan ölüm; İlâhî bir değer olarak insanla ve insanlıkla daima iç içe, en eski ve en yeni duygulardan, en diri ve en köklü düşünce ve inanıştan birisi olmuş, Türk kültür ve edebiyatında dolayısıyla dinî tasavvufi Türk şiirinde de derin tesirler bırakmıştır. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de “Biz Allah’a aitiz ve yine O’na döneceğiz”[1] ayeti, ölüm denilen hakikatin insanoğlu için bir yok oluş değil bilâkis âlemlerin yaratıcısı olan Allah’a dönüş olduğunu işaret ederken, “Her nefis ölümü 1 ) Bakara:2/156.

58

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


tadacaktır.”[2] ayetiyle de bütün canlılar için ölümün kaçınılmaz olduğu kesin bir ifadeyle bildirilmiştir. Dünyanın faniliği, gurbet, hasret, aşk, sevgi, sevda, muhabbet gibi temaların yanında “ölüm” duygu ve telakkisinin de başarıyla işlendiği dinî tasavvufi Türk şiirinde; bazen bediî tefekkür unsurları içinde mecazlara, mazmunlara bürünmüş ifadelerle, bazen de gerçek şekliyle terennüm edilerek sürekli biçimde işlenen ölüm, sebep sonuç ilişkisi içinde hayatın manasını ele alır; insanın mahiyetini ifade ederek, dünyanın faniliğini, ebedî olan bir âleme hazırlık mekânı, bir geçiş yeri olduğunu kuvvetle hissettirir. Tasavvufi duyuş ve düşünüşte amaç hakiki ve ebedî sevgili olan Allah’a dönmek, O’na kavuşmaktır. Bundan ötürü de Hakk’a yürüyüş, sevgiliye vuslat olan ölüm; kulun Mevlâ’sına kavuşması, O’nun ilâhî varlığında sükun bulması ve O’nda huzura kavuşmasıdır. Tasavvufi anlayışta; henüz hayatta iken dünyadan çekilmek, nefsin heva ve heveslerinden kaçmak, sosyal istek ve ihtiyaçlardan bir bakıma el etek çekmek, diğer bir ifadeyle ölmeden önce ölmek gibi bir dünya görüşü de söz konusudur. Tasavvuf yolunda çok önemli addedilen böyle bir manevi makama erişmek, son derece sıkı bir nefis tezkiyesini, ahlaki disiplin içinde geçirilen çileli ve meşakkatli bir hayatı gerekli kılar. Bu anlayıştan ötürüdür ki Türk edebiyatının ilk mutasavvıflarından olan aynı zamanda Pirî-i Türkistan lakabıyla da anılan Hoca Ahmet Yesevî; Peygamberimiz Hz. Muhammet (a.s) altmış üç yaşında vefat ettiğinden kendisi de bu yaşa geldiğinde tekkesinin avlusunda kazdırdığı bir kuyuya inmiş, rivayete göre vefatına kadar bu çilehanede nefsiyle baş başa kalmış, zamanını tefekkürle, ibadet ve riyazetle meşgul ederek geçirmiştir. Nitekim “ölmeden önce ölün” hükmünde olan bu çile hayatını: “Altmış üçte nidâ kildi kul yirge kir Hem cânıng min cânânıng min cânıngnı bir Hû şemşirir kolga alıp nefsingni kır Bir ü Var’ım didarıngnı körer min mü” [3] 2. ) Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57. 3. ) “Altmış üçte nida geldi bu kul yere gir

Hikmeti ve; “Eyâ dostlar kulak salıng aydugumgâ Ne sebebdin altmış üçte kirdim yirge” [4] Hikmetindeki ifadesiyle tafsilatlı olarak ortaya koyar. Bu manevi hâl, bir bakıma yine Yesevî’nin hikmetinde geçen: “Ölmes burun can bilmekni derdin tarttım.” (Ölmeden önce can vermenin derdini çektim.) [5] ifadesiyle izah edilmektedir. Tasavvuftaki bu anlayıştan ötürüdür ki büyük mutasavvıflarımızdan olan Mevlanâ, ölümü “şeb-i arus” yani düğün gecesi, diğer bir ifadeyle vuslat anı olarak nitelendirir. Mensup olduğu dünya görüşünü, sevgi, muhabbet ve aşk duygularını ölüm olgusundan hareketle ebedî vuslata bağlar. Türk kültür ve edebiyatını, dolayısıyla da Türk şiirini gerek dünya görüşüyle gerekse düşünce ve inanç yaklaşımlarıyla uzun süre derinden etkileyen, bu tesirini günümüze kadar da devam ettiren Bizim Yunus, bir kısım şiirlerinde kişiyi ürperten soğuk mezar tasvirleri yapmasına rağmen, ölümü ebedî âleme açılan bir kapı olarak telakki eder. Aynı zamanda tasavvuf cereyanının Anadolu’da yerleşmesine ve yayılmasına da vesile olan bu gönül şairi, bu iç âlem fatihi, ölüm duyarlılığı içinde terennüm ettiği; “Ten fanidir can ölmez, çün gitti geri gelmez. Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” [6] yahut da; “Ol iki cihan güneşi zâhir dünyasın degşürHem canınım, cananınım, canını ver Hû kılıcını ele alıp nefsini kır! Bir ve Var’ım didarını görür müyüm!” Bkz. Prof. Dr. Kemal Eraslan, Ahmed-i Yesevi, Divan-ı Hikmetten Seçmeler, K ve T.B.Ank.1983, s.21,9899. 4. )“Eyâ dostlar kulak verin dediğime Ne sebepten altmış üçte girdim yere” Bkz.Prof. Dr. Kemal Eraslan, “ age”, s. 64, 65.

5. ) Prof. Dr. Kemal Eraslan, “age”, s. 21, 99. 6. ) A. Kabaklı, Yunus Emre, Toker Yay. İst. 1972, 198

59

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


di

Câhil anı öldi sanur ol hod ölmez ölür değül”[7] şeklindeki içli ve derin ifadelerinde de işaret ettiği gibi ölüm; canın geriye bir daha dönüşü olmayan gidişi, ebedî bir âleme geçişidir. Bu âlemde “tenin fanî”, canın ise “canlar ölesi değil” söyleyişiyle ölümsüz olduğunu vurgulayan Yunus, ölüm tasavvurunu sonsuzluk anlayışı ile bütünleştirir. Ölümü canın bir nevi “cihanı değiştirme geçidi” yahut “ebediyet âlemine açılan bir kapısı” olarak nitelendirmek suretiyle ölüm korkusunu aşar. Nitekim

şahitlik edecektir.”; “Derilerine, ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler. Onlar da ‘Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler.”; “Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” İlâhî hükmünün gözlerden ve gönüllerden uzak tutulmamasının gerekliliğine inanıyoruz. 14. Asrın mutasavvıf şairlerinden olup Garibnâme adlı eseriyle şöhret bulan, şiirlerinde Mevlanâ ve Yunus’un tesiri açık bir şekilde belli olan Âşıkpaşa; Bahtludur şol kişi kim dünyada iyi bir eser Ölmedi diri durur ab-ı hayat içmiş gibi[10] diyerek, dünyada ölmeden önce hayırlı bir eser bırakan kişinin bahtlı olduğuna işaret ederek, böyle bir kişinin ölümsüzlük suyu içmiş gibi ebedî olduğunu söyler. Bu mısralarda ölüm duygusu, bir takım sebeplerin yerine getirilmesi şartıyla ölümsüzlüğe büründürülmüştür. 15.Asır tasavvuf şiirinde,Yunus’un takipçilerinden olan mutasavvıf şairlerimizden Kemal Ümmî’;

“Ko ölüm endîşesin âşık ölmez bâkidür Ölüm âşıkun nesi çün nûr-ı ilâhîdür”.[8]

Bayramıdur ölüm güni gerçek aşıklarun K’anlar canını ma’şuka kurban alur gider[11]

mısralarında âşıklar için ölüm endişesi duymağa gerek olmadığını, âşıkların baki olduğunu söyleyen Yunus, bunun hikmetini âşığı Allah’ın, “ilâhî nuru” oluşuna bağlar. Yüce kitabımız Kur’ân- ı Kerim’de üç farklı ayette aynı ifadeyle tekrar edilen: “Her nefis ölümü tadacaktır.” İlâhî hükmü, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi her canlının ölümlü olduğunu kesin bir çizgiyle ortaya koyar[9]. Ancak, “tenin fâni” oluşu noktasına ihtiyatla yaklaşmak gerekir diye düşünüyorum. Zira, Fussuîlet Suresi 20-22. ayetlerde: “Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine 7. ) F. K.Tİimurtaş, Yunus Emre Divanı, Tercüman 1001 Temel Eser 1 , s.99. 8. ) F. K.Timurtaş, “age.”, s.99. 9. ) Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57.

mısralarında terennüm edilen “ölüm günü”, âşıkların bayramı şeklinde tanımlanmıştır. Şiirlerinde Âşık mahlasını kullanarak ibadet, ahlak ve muamelata dair bilgiler veren İbrahim Tennurî; Gerek ağlat gerek güldür Gerek dirgür gerek öldür Bu Âşık hem sana kuldur Kahrın da hoş lütfun da hoş[12] söyleyişinde, tam bir gönül teslimiyeti içinde, 10. ) Ahmet Sezgin-Cengiz Yalçın, Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ünlem Yayınları, İstanbul 1993, sh. 23. 11. ) Ahmet Sezgin-Cengiz Yalçın, age..s.20. 12. ) Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, 3. Baskı, sh.424

60

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Ezelde tayin edilmiş bir vaktin sonunu, ebedî hayata doğuş vaktinin ise başlangıcını belirleyen ölüm hâdisesiyle insan; aşk denilen o ince ve estetik duyarlılıkla, muhabbet denilen o derin iştiyakla gelmiş bulunduğu bu vatandan asıl vatanına döner. Allah’a (cc) tevekkül ederek, O’ndan gelen ve gelebilecek olan her türlü acıyı, sevinci, hayatı, ölümü, kahrı ve lütfu hoş karşılar. Bu mısralarda Allah’ın: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”[13] ilâhî hükmünün bir gereği olarak, hayatın hemen her safhasında idrak edilmesi ve yerine getirilmesi gerekli olan “tevhit, takva ve kulluk” ameliyesinin önemi vurgulanmıştır. 16. Asrın belli başlı mutasavvıflarından olup aynı zamanda Celvetiye tarikatının da kurucusu olan Aziz Mahmud Hüdâyî, Muhyiddin İbnü’lArabî tarafından sistemleştirilen ve birçok tasavvuf şairi tarafından da benimsenen “vahdet-i vücûd” nazariyesine bağlı bir dünya görüşüyle, sade ve hikemî mahiyette terennüm ettiği şiirlerinde, ölüm duygusuna da geniş yer ayırır.[14] Dünyanın gelip geçiciliğini; Yalancı dünyaya aldanma yahu Bu dernek dağılır divan eğlenmez İki kapılı bir viranedir bu Bundan konan göçer mihman eğlenmez ifadeleriyle anlatan, bu itibarla da dünyayı iki kapılı bir viraneden ibaret sayan; bu yalancı mekânda doğum ve ölümle ilgili düzenlenen her türlü törenin de geçici olduğunu addeden Hüdâyî, ölümün vuslat için bir “göç” olduğunu; bazen de; Ömür tamam olup defter dürülür Sırat köprüsü ve mizan kurulur Hakk’ın dergâhına kullar derilir 13. ) Zâriyât:52/56. 14. ) Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, “ age.”, s..433.

Buyruğu tutulur ferman eğlenmez[15] diyerek ölümü; ömrün tamamlanma, defterlerin dürülme, Sırat köprüsünün ve mizanın kurulma vakti şeklinde telakki eder. Hattâ Hüdâyî’nin; Bir âşık irişse sana Ol îd-i ekberdür ana Budur murâd önden sona Rabbüm meded Mevlâm meded[16] yakarışlarıyla ölümü, Allah’a erişme/kavuşma vesilesi; bu kavuşmayı ise âşık için bir “büyük bayram” olarak tasavvur ettiğini de görüyoruz. Mutasavvıflar için asıl murat; dünyada nefsin arzu ve heveslerini yerine getirmek, eşya ile meşgul olmak, maddi âleme ehemmiyet vermek değil, her türlü heva ve hevesten sıyrılıp, her iki âlemin eşsiz, benzersiz ve mutlak sahibi olan Allah’ı (cc) bilmek, bu yolda olmak ve O’na erişmektir. Hüdâyî ile aynı asrı idrak eden, Türk edebiyatının en lirik, en derin, en içli aşk ve ızdırap şairlerinden biri olarak telakki edilen Fuzulî, Hz. Peygamber (as) için yazdığı meşhur “Su Kasidesi” başlıklı şiirinde; Dest-bûsı ârzusiyle ger ölürsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre

su[17]

15. ) Ahmet Sezgin-Cengiz Yalçın. “ age.”, s. 53,54. 16. ) Azîz Mahmud Hüdayi, Divân, İstanbul, h.1287. 17. ) Adem Çalışkan, Fuzûlî’nin Su Kasidesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.99.; M.Orhan Soysal, Edebî San’atlar ve Tanınması, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2005,s.135.

61

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


diyerek seslerden oluşturduğu deruni bir ahenkle, insan bedeninin esasını, asıl nüvesini teşkil eden, aynı zamanda tevazuunun da sembolü olan toprağı, o mezar toprağını vasıta kılarak hayatta iken ulaşamadığı, dokunamadığı sevgiliye bu şekilde dokunmayı arzular. Nefsinin arzu ve ihtiraslarına kendisini kaptırarak bazen dalgınlık, bazen ilgisizlik, bazen de günlük meşgalelerin hengâmesi içinde ortaya çıkan sorumsuzluk sebebiyle asıl mahiyetini ve varoluş gayesini unutan, bu itibarla da hayatın asıl manasına ehemmiyet vermeyen insana, bu gaflet hâlini ölüm denilen hakikat kuvvetle hissettirir. İnsanın, kendisini dış âleme bağlayan bu ihtiraslarından kurtarması ancak, iç âlemine dönmesi ve kendi benliğini aşması ile mümkündür. Bundan ötürüdür ki; Gelün ey ehl-i hakîkat çıhalum dünyadan Gayri yerler gezelüm özge safâlar görelüm[18] gibi içli ve lirik söyleyişlerinde hayatın çilelerinden, acı ve ıstıraplarından bunalan, dermanını ancak kendi derdinde arayan Fuzûlî, hakikat ehlini bu âlemden çok daha farklı olan bir âleme davet eder. Fuzûlî’nin, mekân adı vermeden belirttiği gezilecek ve safalı yaşanacak farklı yerlerden kastı, kendi varlığını “aşma duygusu” ndan başka bir şey değildir. “Gayri yerler gezelüm özge safâlar görelüm” diyerek ölüm kavramının adını belirtmeden ölümün, insanoğlu için dünyadan kurtulma nedeni, farklı bir âlemde diriliş vesilesi olduğuna işaret eden Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn Mesnevisinden aldığımız;

Diriga ah bağrın paresi kan oldu derdinle Ölürsem yoluna can fedadır ya Resûlallah[20] diyerek ölümü, bir bakıma canın sevgili yolunda feda edilmesi şeklinde tasavvur eder. Edebiyatımızın İslami duyarlılıkla yazan güçlü şairi Mehmet Âkif, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinde; “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir Hilâl uğruna Yâ Râb, ne güneşler batıyor!”[21] Bir hilal uğruna nice güneşlerin batması, dolayısıyla da kararan dünyanın İslamın sembolü olan hilalin nuru ile aydınlanması tahayyülünde, tabiatın tabii seyrinden yararlanır. Âkif, İslamın sembolü “hilal” uğrunda, her birisini birer güneş mesabesinde gördüğü Mehmetçiklere ve onların şahadetlerine işaret ediyor. Güneşin batması neticesinde havanın kararması ve gökyüzünde hilalin bir nur gibi görünmesi hâdisesi, normal bir tabiat seyri olup, bu mısralarda güneş ve hilal gibi somut gök cisimlerine soyut manevi anlamlar yüklenerek ölüm duygusu şahadet kavramı içerisinde ebedî bir aydınlık olarak yüceltilmiştir. Güneşin batması, hilâlin görünmesi nasıl ki anlık bir hâdise ise ölüm denilen hakikat de yine insanı nerede, ne zaman ve ne şekilde yakalayacağı belli olmayan anlık bir hâdisedir. Âkif; “Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber Sana aguşunu açmış duruyor peygamber”

mısralarında da yine aynı iç sıkıntısıyla, aynı manevi hâl içinde ölümü; “emel bahçesinden gül dermek;” “ecel sürahisinden mey içmek” şeklinde telakki eder. 18.asırda Bursalı İsmâil Hakkı;

şeklindeki teessür, tebşir ve ebedîlik çağrışımlarında, Allah (cc) yolunda ölen “şehit oğlu şehit” için Hz. Peygamberin, sevgi, şefkat ve muhabbet kucağını bir sığınma mekânı olarak gösterir. Allah (cc) şehitler için: “Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ‘Ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız.”[22] Buyururken diğer bir ayette yine benzer hükümlerle: “ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diri-

18 ) Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Dergâh yayınları,İstanbul 1975, s.311. 19 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age., s.61.

20 ) Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, age., s.493. 21 ) Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, (hzl. Ömer Rıza Doğrul) İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul, 1974, s.426. 22 ) Bakara: 2/154.

Gül derdi hadika-i emelden Mey içti sürahi-i ecelden[19]

62

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


dirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.”[23] buyurarak şehitlere üstün bir ilâhî paye verdiğini müjdelemektedir ki, bugün Gazze’de, Çeçenistan’da, Kerkük’te, Karabağ’da, Afganistan ve Pakistan’da yapılan soy kırımlarda ölen masum halk, inşallah Allah’ın bu müjdesine mazhar olmuş bahtiyarlardır. Arif Nihat Asya “Ecel” başlıklı şiirinde; “Dünyadan uzak, başka bir iklime gider; Der; “Geldim ben…” kendini takdime gider… Ey hatıralar, beklemez Azrail’i o… Vaktiyse eğer, ruhunu teslime gider.”[24] diyerek ölümü, Azrail adlı ölüm meleğini beklemeden, dünyadan uzakta başka bir iklime gidiş, kendisini o ezelî ve ebedî olan sevgiliye takdim olarak nitelendirirken; Necip Fazıl da; “Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun. Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.”[25] ifadeleriyle ölümü, büyük ödüller verilen bir haber, dosta ulaştırılan önemli bir müjde olarak addeder. Ölümün de bir ölümünün olduğuna işaret eden şair, ölümü de öldüren, bu suretle de insana vuslatı bahşeden Rabbe baş eğer, secde eder. Azerbaycan edebiyatında olduğu gibi bütün Türk-İslam dünyasının edebiyatında da bilinen Bahtiyar Vahabzade, anasının ölümü üzerine söylediği: “Bugün Yeddin Oldu” başlıklı şiirinin; “Yuhun (uykun) şirin olsun’ deyirdin mene, ‘Yuhun şirin olsun’ deyim mi sene? mısralarında şair; annesinin, canından bir par23 ) Âl-i İmrân: 3/169,170. 24 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age.,s.128. 25 ) -----------------------------------,age.,s.293.

ça olan yavrusunu tatlı uykularla büyütmek için ninnilerin o sade, samimi ve içli yakarışlarında düştüğü ruh haline, bu sefer de annesinin ölümüyle birlikte kendisinin düştüğünü terennüm ederken bizi “uyku” ve “ölüm” benzetmesiyle derin bir tefekkür dünyasının içine çeker. Şair, birisi içinde yaşadığımız fâni âlemi, diğeri ancak bu âlemde kazandıklarımızla kazanacağımız ebedî âlemi çağrıştıran bu ifadeleriyle, Zümer Suresinin 42.ayetinde geçen: “Allah, öleceklerin ölümü zamanında, ölmeyeceklerin de uykularında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerin (rûhunu) alıkor. Diğerlerini (uykudakileri) bir müddete (ecelleri gelinceye) kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda düşünen kimseler için kesin ibretler vardır. [26] ilâhî hükmüne telmih yaparak ‘ölüm’ü bir bakıma kıyamete kadar süren bir “uyku” biçiminde tasavvur eder. [27] Erdem Bayazıt’ın, “Ölüm Risalesi’nden” başlıklı şiirinden aldığımız; Sevgililer ölür Bir hicret olur ölüm Bir sıla [28] bölümünde ölüm, bazen ‘hicret’ bazen de ‘sıla’dır. Günümüz şairlerinden Muhsin İlyas Subaşı; Bir mezar gezdim, Üstü de altı gibi ölü. Bir mezar gezdim, Ölüler çiçeklere gömülü [29] şeklindeki ifadelerinde ölümü, önce yok oluş çizgisinde, hayatı sadece maddeden ibaret sayanların, bu hayatın dışında farklı ve ebedî bir hayatın varlığına inanmayan materyalistlerin 26 ) Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, (hzl. Dr. Ali Özek Başkanlığındaki İlmi Heyet) Medine Münevvere, 14071987, s. 462. 27 ) Dr. Rıfat Araz, Şiir İncelemeleri, Alp Yayınları, Ankara 2005, s.174.; Bizim Külliye Üç Aylık Kültür ve Sanat Dergisi, Elazığ 2000, Yıl:2, Sayı: 5, Sh.59-66.; 28 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age.,s..218. 29 ) -----------------------------------,age.,s.229

63

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


akıbetiyle tanımlar; bilahare hakikatten haberdar olanların hâllerine işaret etmek suretiyle ölümün, bir yok oluş değil bir diriliş olduğu inancından hareketle bize Hz. Peygamberin: “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, cehennem çukurlarından bir çukurdur” hadisini hatırlatır. Rıfat Araz’ın “Güldür Ölüm” başlıklı şiirinden aldığımız;

huzura yetişme vakti olarak görür. Nazım Payam’ın “Dünya Güle Ayna” adlı şiirinde geçen; Süvariler geçiyor Gül renkli aşk süvarilerin Ellerinde mushaflar Geçiyorlar coğrafyamdan Ay kuşanmış kuşların kanat sesleri Bir efsane zuhuru olan ben Seslerini duyuyorum Ben yokum Niye yokum

“Bir umuttur arş burcunda; Her soluğun, baş ucunda!.. İhrâm giymiş nûr içinde; Hâlden doğan hâldir ölüm!.. Ömür işler ölüm bilen; Ölüm arar ömür bulan!.. Her bir nefsi sorup gelen; Gündür, aydır, yıldır ölüm!.. [30] dörtlüklerinde ölüm hâlindeki kişinin, maddi ve manevi yapısıyla aldığı ve alacağı durumu ile görünen görünmeyen ahvali, soyut bazı mecaz ve mazmunlarla tasvir edilirken; ölüm, her bir nefsi soran gün, ay ve yıl; hâlden doğan bir hâl olarak tasavvur edilmiştir. Burada şair;”Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetine de telmih yapmak suretiyle ölümün; salikler, salihler, âşıklar için ilm-i ezelde tayin edilen sınırlı bir ömrün, arş burcundan ebedî âleme açılan bir umut kapısı olduğunu söyler. Ahmet Tevfik Ozan “Ölüm” başlıklı şiirinde; Gelse bir rüya gibi, o mukaddes akibet; Katlansa dağlar ipek, nurlu yorganlar kadar Sessizce dalga dalga; ne çile, ne hareket!.. Yalnız nur-u Muhammed (sav)saadet ve huzur var!.. [31] Bir rüya gibi gelmesini arzuladığı ölüm denilen o mukaddes ve mukadder akıbeti, insana ebedî saadet ve huzur verecek olan “Nur-u Muhammed” (sav) iklime girme, o saadet ve 30 ) Yüzakı Aylık Edebiyat Kültür Sanat, Tarih ve Toplum Dergisi, İstanbul 2007, Yıl:3, sayı:31, s.47. 31 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age.,s.303.

ifadelerinde, şairin coğrafyasından geçen “Ellerinde mushaflar (olan) gül renkli aşk süvarileri” ile “Ay kuşanmış kuşların kanat sesleri” ifadeleri, bende ahlaki efsanelere, hikmet ve ibret dolu nice destanlara bürünmüş Türkİslam coğrafyasında Allah için, Allah yolunda takatin yettiği yere kadar yürümekte olan hakikat ehli ile bu yolda ömrünü verip maksuduna ermiş olan ervahı çağrıştırmakta ve bu yoldaki ölümün güzelliğini duyurmaktadır. [32] Başlangıçtan bu yana dinî - tasavvufi Türk şiirinden seçerek aldığımız bütün bu şiir mahsullerinde görüleceği gibi, idrak edilen hâl ile arzu ve ümit edilen ebed arasında bir “kapı”, bir “geçit yeri” olarak nitelendirilen; salikin bir bakıma “bedenini aşma”sı biçiminde tasavvur edilen ölüm; bazen fâni âlemden ebedî olan âleme “göç”, bazen bir hâlden başka bir hâle “hicret”; bazı hâllerde ise “düğün gecesi” veya “bayram günü” şeklinde telakki edilmiştir. Ezelde tayin edilmiş bir vaktin sonunu, ebedî hayata doğuş vaktinin ise başlangıcını belirleyen ölüm hâdisesiyle insan; aşk denilen o ince ve estetik duyarlılıkla, muhabbet denilen o derin iştiyakla gelmiş bulunduğu bu vatandan asıl vatanına döner. O’ndan geldik dönüş yine O’nadır.■

32. ) Dr. Rıfat Araz, Şiir İncelemesi, Alp Yayınevi, Ankara 2005, s.346,347.

64

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


NECATİ KANTER

Asayı, abayı, takvaya sattım Köhnemiş külahı başımdan attım Mest olup helâlı harama kattım Cefadan kurtulup sefaya düştüm O.R. M.. Harput’ta doğdu. Hacı Halim Efendigillerdendir. Kazezoğlu Kahraman’la birçok tatlı hatıra ve fıkrası olan Fehmi Baba, yoksul bir insan olmasına rağmen, dilenmezdi. Ancak ona yardım etmeyi seven insanların gözüne görünür, para verenlere de “eyvallah” derdi.

Fehmi Baba

O bir divanedir. Divanelerin bir başka yönü de ibnü’l-vakt oluşlarıdır. Onlar için gelecek ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar. Yaratıcı ile bir ve beraberdirler. Aralarında rint olanları da vardır.

Ak sakallı, gök gözlü, buğday tenli, tombul, sevimli bir ihtiyardı. Şalvarlıydı. Bere gibi sipersiz lacivert bir şapka giyerdi. Onu ilk defa görenler hayretten küçük dillerini yutmuş gibi durup uzun uzun yüzüne bakar, sonra da “la havle.. ” çekip devam ederlerdi yollarına. “Yahu bu adamın ne halt karıştırdığını kendi gözlerimle görmeseydim kesinlikle inanmazdım. Hem de yedi yolun ortasında…” Üç kafadar. Üçü de şişeciydi. Zil zurna gezerlerdi. Fehmi Baba, Kezeroş, Hıllıke. İyi söylerdi Kezeroş… Harput havalarının bütün makamlarına aşinaydı. Gençliğinde onsuz düğün savılmazdı. Çok severdi bağrıyanık deyişleri. Yar yâd oldum, yâd oldum, Yüzün gördüm şad oldum.

65

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Geçtim kapun önünden Yıkıldım berbad oldum. Hıllıke darbukacıydı. Eh!... O da kendi çapında bir sanatçı sayılırdı. Fehmi Baba’nın bu tarakta pek bezi yoktu; lakin genellikle beraber takılırlardı. Sabahın ilk ışıklarıyla Bit Meydanı’nda buluşurlardı. Arkadaşları bir iki saat piyasa yaptıktan sonra topladıkları nevale ve şişelerini de alıp yeniden Fehmi Baba’nın yanına gelirlerdi. İstasyondaki köprünün altından geçerler, Azgın Çay’ın kıyısından bir saat kadar yürüdükten sonra dilleri bir karış dışarıda yorgun itler gibi burunlarını yerlere sürüp, meşhur Şorşor’un üstündeki soğuk suyun kenarındaki ağaç altlarına ya da avuç içi kadar bir gölgeye yerleşirlerdi. Çilingir sofralarını kurar, akşamın geç saatlerine kadar kafa çekerlerdi. Ağızlarından akan salyalara, yüzlerine konan sineklere aldırış etmeden sızıp kalırlardı sabahlara kadar. Artık evlerine ne zaman, saat kaçta, kaç günde varırlardı orasını ancak Allah bilir! Nedense ömrünün son yıllarında onlardan ayrıldı Fehmi Baba. Aslında o dilenmekten de hoşlanmazdı. Yalnız gezmeye başladı. Tenha ve harabeleri mekân tuttu. İçiyordu. Ne geçerse eline… Kolonya, İspirto… Ne gelecek, ne de geçmiş ilgilendirirdi onu. Anı yaşardı. Tabiri caizse o tam bir rintti. “Dün geçmiş, yarını bilmem, bu günü yaşarım… Dem bu demdir, dem bu dem.” Öyle derdi Fehmi Baba. Bu hayatta yok vefa Her günü derd ü cefa Ey müştak-ı safa Ömrünü etme heba Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir dem bu dem! Namaza, niyaza, takvaya, zühte, tövbeye karşı kayıtsız, ancak riyanın düşmanıydı. Daha doğrusu o öyle derdi. Tabi ki klasik divane tanımının da dışındaydı. Hani “Delinin divaneliği sözlerinden belli olur derler.” ya… Bu adam ne deli ne de divane! Onun meşhur sözlerindendir.

“Değirmen gitmiş sen de gelmiş hâlâ şakşakıyı arıyorsun!..” “Saçından sakalından da mı utanmıyorsun? Bırak şu zıkkımı. Baba!... Tövbe et!” diyenlere: “Dünya gamı zehirdir, şarap benim ilacım.” “Hiç nefis yok mu sende?” diyenlere, uzun uzun bakar, şarap dolu ince belli çay bardağından bir yudum alır, kesik kesik öksürürdü. Sonra da alaycı bakışlarla karşısındaki kişileri birer birer süzer: “Nefsim it’imdir... Bir tekme de siz vursanız ne çıkar…” Kaldığı yerden devam eder, sonra da bir taşa çalar, paramparça ederdi şişeyi de kadehi de. “İşte nefsim!...” “Ha taşı vurmuşsun şişeye, ha şişeyi taşa!...” Gözlerini sabit bir noktaya diker, artık konuşmazdı kimse ile kolay kolay. Aslında Fehmi Baba’nın medrese öğrenimi gördüğü, kısa bir süre imamlık yaptığı da söyleniyordu. Hocasının kızını, yani sevdiğini alamayınca hayata küstüğünü ve babadan kalan servetinin tamamını kısa bir sürede satıp savıp içkiye yatırdığını rivayet edenler de az değildi. “İstekle değil içtiğimiz bade velâkin Dert ateşini zehr ile söndürmek içindir Mey, neşeye de keyfe de mahsus değildir. Erbabı gamı belki de tez söndürmek içindir” Hiç evlenmemişti. “Havayı seviiym!..” Aynı sözü tekrarlayıp dururdu. Ellerini ovuşturur: “Ohhh! Ne güzel!.. Havayı seviiym, hele bu havayı!” Yanından geçenler mırıldanırlardı kendi aralarında: “Seninki girmiş yine havaya!...” “Hem de nasıl!” “Yoksa Havva’yı mı?” diyenlere: “Senin ananın adı Havva mı oğlum?” !.. Uyanığın biri uzaktan seslenirdi. “Eee, hepimizin anası Havva değil mi baba?” “Amma benim adım Fehmi!...” !... Rüviyeti Baba’nın da samimi arkadaşıdır Fehmi Baba. Bir gün arkadaşı Rüviyeti’nin sarhoş olup sararması üzerine;

66

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


N’oldu beyime n’oldu /Sarardı benzi soldu Beyim sarhoş olalı /Bu eller viran oldu demesi, yanlarında olan arkadaşlarını güldürmüştü. Evi sırtındaydı. Hemen hemen tanımayan, bilmeyen yoktu. Herkesçe kanıksanmış, hatta sallana sallana şehrin en kalabalık caddesinde dolaşması kimseyi şaşırtmaz, kimseyi de ilgilendirmez olmuştu. Dönüp bakmazlardı bile. Rüviyeti Baba düğünü derneği kaçırmasa da, Fehmi Baba pek gitmezdi eğlencelere. Onun tek eğlencesi içkiydi. Tabi buna eğlence denirse!... Ucuz olduğundan mı, hoşuna gittiğinden mi bilinmez, mezesi Ağın leblebisi, tütünü “Bitlis,” içkisi “Derdalan” şarabıydı. Şişeler dolusu çekip şarabı Kalmadı kıl kadar gönül azabı Kapadım o kara kaplı kitabı Elfazı bıraktım manaya düştüm Fehmi Baba kış yaz demez, ne soğuk ne sıcak ne de kar çamur dinlerdi. Bir köşede, bir duvar dibinde ya da bir ağaç gölgesinde sızar, sokaklarda sabahlardı. Onun en ilginç yanı ise cuma akşamları, kandil geceleri ve dinî bayramlarda kesinlikle ağzına içki sürmemesiydi. Cuma namazlarını kaçırmaz, ara sıra vakit namazlarını da camide kılardı. Hele ramazan aylarında beş vakit namazını mutlaka camide kılardı. Bazı akşamlar tekkelerde zikir halkalarına girdiği de söylenirdi. Onu dergâhların önünde gören bir yabancı, gider bu mübarek adamın eline sarılır, öper, ondan hayır dualarda bulunmasını dilerdi. Tabi, bu hâdisenin tanığı olanların da tebessümlerinden ya da bıyık altı gülüşlerinden başka bir şey gelmezdi ellerinden. Devrin uleması ve hoca efendilerinin de ona karşı hoşgörü ile bakması, onun daha rahat hareket etmesine neden olmuş, hatta halkta gizli bir saygı uyandırmış, ona bazı kerametler atfedenler bile olmuştu. Nakşî şeyhlerinden Musa Kâzım Efendi, memleketin zenginine, fakirine âlim ve ulemasına olduğu gibi, sarhoşuna berduşuna da çok sıcak yaklaşırdı. Bazen onlarla sohbet bile ederdi. Bir gün bir mevlitten gelirken karşı kaldırımda elinde Derdalan şarabı; yal-

palayarak yürüyen Fehmi Baba’yı görünce yanındaki arkadaşını bırakıp bir süre onunla konuştuktan sonra yine arkadaşının yanına döner. Kâzım Efendi’nin bu hareketine anlam veremeyen adamın sitemli bakışına hedef olunca tebessüm eder. “Baba bunlar hoştur, hoş!... İş ki biz hoş olalım.” der. Bu hâdise, “Mehmet Akif ve Safahat” adlı kitapta okuduğum ilginç bir yazıyı hatırlattı bana. /Şefik anlatıyor. Mütareke zamanında idi... Bir gün ‘Sebilürreşad’ idarehanesinde Üstad’la oturuyorduk. Neyzen Teyfik çıkageldi. Üst baş perişan!... Selam vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı. Sarhoştu. Hem de zil zurna! Bir yudum bile içecek hâli kalmamıştı. Uzun bir sessizliğin ardından Ney’ini alarak Üstadın oturduğu koltuğun önünde dizleri dibine oturdu, üflemeye başladı. O halde muhrik bir taksim yaptı. Baktık, Üstadın gözlerinden sessiz sesiz yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce neyi bıraktı. Üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü… Biz bu manzara karşısında mebhut kaldık. Üstad neye ağladı? Ney’in hazin sesine mi? Neyzenin bu hâline mi? Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne de söylenmesine!/ Sıcak ve nemli bir ağustos gecesi Musa Kâzım Efendi, Saray Camii imamı olan ulemadan, Hacı Tevfik Efendi ile birlikte Vali Fahri Bey Caddesi’nden kendi evlerine doğru giderlerken yıkık bir duvarın dibinde uzanmış, elinde şarap şişesi, ufak ufak demlenen Fehmi Baba’ya doğru yürür. Cebinden para çıkarır, gülümser, biraz sohbet eder, hatta şakalaşır; parayı avucuna sıkıştırıp devam eder yoluna. Arkadaşı, “ caiz mi?” diye sorduğunda; “Biz verelim… Biz verelim baba!... hoştur bunlar!...” İşte ne olduysa o gün oldu Fehmi Baba’ya. O gittikten sonra uzun uzun bakar Kâzım Efendi’nin ardından. Elini terleyen alnında gezdirir, gözleri bulutlanır, dolukur, hüzünlenir, ağlayacak gibi olur. Rivayet olunur ki bu hâdiseden sonra Fehmi Baba bir daha ağzına içki sürmez. ■

67

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Karabağ kaçkınları İMDAT AVŞAR

Ö

ğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybolacaktı bu ses. Dalları, dar sokağa sarkan salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, tüm seslere hükmetti biraz sonra ve bütün sesleri bir bir sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzandı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir. Kim bilir hangi aşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara. Bir yürek sızlamasıydı bu ses. Öylesine yanık, içli, öylesine bezgin, dertli… bu ses, dinledikçe kendine doğru çekti beni. Dar sokaktan geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi tüm bedenimi yalayıp geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, şekilsiz binalar yığılacaktı önüme. Şah perdede titreyen bir mızrap, yürek zarında inleyen bir sese dönüşüyordu. Bu ses, birden bire yayladan inen bir sel gibi coşup doldu içime. Sonra, tara eşlik eden bir ses kolumdan tutup kendine çekti beni. Tar, ağır, hüzne batmış bir parçayı terennüm ediyordu. Yaklaştım. Salonun kapısına vardığımda, tara eşlik eden bir ses, aynı hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu: “Dost baaağııındaaa açılııııp gülleeer…” Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi olup, bir çağrıya dönüştü: “Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gööözel oğlan, gözel gıııız çal oyna…” Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses yankılandı. “Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes sen neynirsen? Oyuna hardan girirsen? Yanlış olub ahı… Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece yapacaksan..” Kapıyı usulca açıp içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bu adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “sen ne geziyorsun burada, çık dışarı” dese, itiraz etmeden çıkacaktım. Salondaki o hüzün de o coşku da yoktu. Bütün ekibin gözleri ondaydı. Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeon da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi işlemeli bu tar az önceki seslerin sahibi olmalıydı, garip mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı? Ya o, hüzünle dolup sonra taşan o ses? Akordeoncu ve nağaracı da bu ufacık adamın söylediklerini can kulağıyla dinliyorlardı. O, gah kızlar gibi salınıyor, gah erkekler gibi süzülüyordu. Herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini anlatıyordu Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengarenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi güzel genç kızlar… hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu. Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket adamın üstünde palto gibi duru-

68

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


yordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hala uzundu. Kollarını aşağı indirdiğinde elleri kayboluyor, bu uzun ceket onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçlarını geriye doğru taramış ve ikide bir elinin saçına götürüp alnından arkaya doğru saçlarını sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki çizgiler, adamın bu dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu. “Yahşı? İndi baştan” dedi, yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım… Kızları ve erkekleri tek tek sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti.“Haydi” dedi ve tarı göğsüne bastırdı. Herkes hazırdı, ben de… Adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Yine o ağır hüzünlü parçaya terennüm etmeye başladılar. Adama daha yakından baktım. Bir gözü görmüyordu. Yakından, yara izlerinin çok derin olduğunu fark ettim. Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başladı ve kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi adeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, onun etrafında dönmeye başlayan oğlan, yalvarırcasına hareketler yaptı. Bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “git” işareti yapıyordu. Oğlan hızlı hareketlerle kızdan uzaklaştı, hayali bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda birden tarın hüzünlü sesi kayboldu, müzik coştu. O küçük adamın sesi, yine davetkâr idi. “Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözel oğlan gözel kıııız çal oyna…” Sahnede bir toy başladı. Oğlan ve kız sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk aktılar, aktılar, aktılar… Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi. “Besdi, yahşı,” dedi, “Yahşı…belece e.” Gençler, dışarı çıkarken tanımadığım biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı çalgıcılara dağıttı. Tarcı: “Uşak hestedi,” dedi. Derman alıp aparacağam, iki lire daha ver. Öbür hefte eksik verersen.” “İki lira daha vermedi adam…” *** Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı. “Kapıya baaak!” Kalktım, aceleyle kapıya dayandım, açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da 10 yaşlarında bir kız çocuğu… Kız -anası mı, ninesi mi,- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Kız, yüzünü kadının eteğine gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdela… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle: “Oğul” dedi, “oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle.” Bu sözler, bir bıçak gibi oturdu içime. Kanım içime aktı… “İçeri gelseydin teyze,” dedim, “gel, çocuk da ısınsın biraz.” “Yok balam,” dedi. “Çok sağol, gedek..” Apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da onun eteğine bağlıymış gibi, savrulan etekle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, ardından çağırdım. “Küçük kız, adın ne senin?”

69

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Kız dönüp bakmadı, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın birkaç basamak aşağıdan başını çevirdi: “Pünhane, balam,” dedi, “Pünhane…” Günlerce, gecelerce onu düşündüm, geceler boyu konuştum bu kızla: “Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ve ellerin, ellerin…? O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Bombaların, güllelerin sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renk Pünhane? Akan kanı gördün mü o gözlerin? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların öldü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların? Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı bakıyordum. Şimşekler çaktı ardı ardına. Ortalık aydınlandı biden ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O ışıkla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Yaklaştıkça kayboldu yüzü. Islanmıştı. Uzansam kızın ellerinden tutacaktım. Uzattım ellerimi ama elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı burnu, yanakları yok…bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Yüzünün yerinde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de kurdele de eridi bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı sonra. O el, uzadı, uzadı, camın önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, kara kuru elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silueti belirdi. Yüzü yoktu kadının ama sesi bir çığlıktı. “Oğul” dedi, “oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle.” *** Sabah işe giderken apartmanın aksakalı Kalbayı kesti yolumu. “Hoca” dedi, “ Apartmanın kapıcısı çıkıp gidip işinin dalınca, daha gelmeyecek, cavan bir uşak tapmışam, indice gelecek. Sen de bir danış, apartmanın yöneticisi sensen de hoca.. heberin yokdu? Dünen men yandırmışam kazanı..” “Gelsin Kelbayı, gelsin görelim,” dedim. Apartmanı, güya Kelbayı ile ben yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım o da odun kömür, temizlik, tamirat… Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez… “Temeli bozuk bu binanın” dedi, Kelbayı, “bu sakkalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına…” “Bu kışı da atlatsaydık,” dedim, “ ilk işim, başka bir yere taşınamak olacak…” Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç oğlan yaklaştı. “Sabahınız heyr...” “Uşak geldi hocam, bu uşak” dedi Kelbayı. Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözüme bakıyordu. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovayla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım basamaklarda. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan… dünyanın her halini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Üstelik her iş gelirdi elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi… bu çocuk daha yeni yetme bir delikanlı, nasıl yapacaktı? “Yapabilir misin?” Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi. “Beli, cavan uşakdı de, nece yapamaz, men bunun yaşın olardım, taşı sıksam un eyliyirdim eh.” “Yaparım abi” dedi çocuk, bundan gabak başka bir yerde işlemişem.” Bodruma indik. Her taraf is pis…kömür kokusu, nem kokusu… köşede kapıcıların kaldığı derme çatma bir kulübe…çürümüş, su sızdıran borular, birbirine eklenmiş, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan elektrik kabloları… bir köşeye yığılmış büyük kömür torbaları, iri odun kütükleri…Kelbayı’nın cavan dediği çocuğa sordum. “Adın ne”

70

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


“Seyfettin.” “Seyfettin, sabah saat altıda kazanı yakacaksın, odun kömür burada…” “Tamam” “Saat yedide sıcak suyu vereceksin, su vanaları burada…” “Tamam abi.” “Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın… tamam mı?…” “Tamam abi, tamam abi….” Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Salman dayıdan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere… İnsanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık” deyip işyerine doğru yürüdüm. *** Akşama doğru, evden aradılar. “Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de yok, nerdesin?” Hava kararıyordu, kaloriferler yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Acaba çocuk… Arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim teyze karşıladı beni, şikayetlendi. “Ay oğul, donduk ahı? Niye yanmır bu kaloriferler? “Bakarız Sevim teyze, yakarız şimdi, aşağı bir bakayım…” Bodrum’a doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım. “Seyfettin! Seyfettin!” Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi. Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk “ dedi içimden. Geri dönüp el fenerini aldım ve tekrar aşağı indim. “Seyfettin! Seyfettin! Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyor. Önüne odun ve kömür yığılmıştı. Birden yan tarafımdan can havliyle çağıran, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim. “Abiii!” Feneri o yana tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz. Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış, yardım diliyor. Güçlükle “Abiii” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek epeyce gelmiş, takati bitince de öylece kalmıştı elektrik panosunun dibinde. Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Seyfettin’i kucakladım, cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtıma attım çocuğu, iki ellerinden tuttum. Sağ kolunda garip bir soğukluk vardı, konuşamıyor, inliyordu: “Abiiii!” Sevim Teyze: “Ay guzum buna ne olup, e? diye dizlerine vurarak geldi. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim teyze: “Cavan uşakdı, ay Allah sene tapşırmışam,” diye dualar döktü arkamızdan. Nereliydi? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi çocuk? Cavan mıydı, çocuk muydu? Anası babası kimdi? Şimdi arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allahım! yaşayacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordu. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp yatırdım? Serumu kim taktı? Bilmiyorum… Biraz sonra solunum cihazına da bağladılar Seyfettin’i. Gözlerini açtı bir ara uzaklara daldı önce, sonra, sonra usulca kapandı gözleri. Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Ceketini çıkardılar, içinden bez bir cüzdan düştü. Cüzdanın içinden bir resim ve bir kaç kağıt parçası düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafifçe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı. Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Çok uzaklara... Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kağıtları topladım… Neden sonra kendine geldi Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu. “Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi” dedim, “korkma.”

71

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


“Abiii,” dedi, “babama heber veresin…” “Nerde baban?” “Turak Merketin gabağında, yaşıl binadı, zerzemide galır.” Gözleri tekrar kapadı. Odadan çıktım. Söylediği adresi düşünüyordum. Arabaya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses: “Beyefendi bunun masrafları…? Kaydetmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bunun?” Kendi adımı söyledim. Bir serum parasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası. Kimliğimi uzattım, “sen kaydet, ben geliyorum” dedim. Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yükü. Ne diyecektim? “Seyfettin’ elektrik çarptı, felç oldu!” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısını çalacağım insanlar kimlerdi…? Bodrum kata indim. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyazlamıştı. Tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Elim zile varmadı. Birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri dönse miydim? Ya çocuk uyanmazsa? Sonra tüm cesaretimi toplayıp zile bastım. Küçük bir kız açtı kapıyı. Karşıdaki odanın kapısı da açıktı ve odanın yarısı görünüyordu. Kız gözlerime baktı. Ve birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu. Kapıda kızın beliği ve kurdelesi kaldı. Ardından bir kadın çıkıp geldi. Esmer zayıf bir kadın. Elleri tanıdıktı kadının. Bana baktı ve esmer, zayıf elleri iki yanına düştü birden. Küçük kız geriye dönüp yüzünü korkuyla gömdü bu kadının eteğine. Birer suçlu gibiydik. Kadın da konuşamadı ben de. Odanın karşı duvarına ilişti gözüm. Duvarda, gövdesi işlemeli bir tar asılıydı. Tarın yanında, siyah beyaz bir fotoğraf… Seyfettin’in cüzdanındaki fotoğraf! Az sonra, o ufak boylu, yüzünün bir yanı yaralı, tar çalan adam çıktı odadan ve bir çocuk ağladı akasından… “Seyfettin” dedim, Seyfettin…” Kadın iki elini havaya açıp bağırdı: “Seyfettin! Seyfettin…!”■

VÂKIF OLSAM (nefes) Vâkıf olsam ben de sırr-ı hilkate Erenler bağından gül derebilsem Alev alsam yansam nâr-ı hasrete Sevdâ yangınından kül derebilsem Dolaşsam derbeder dergâh u dergâh Tutsa ellerimden bir pir-i âgâh Kalmazdı kederim olurdum iflah Bezm-i mârifetten yol derebilsem Derler ki tahammül gerektir hâre Gönül sabretmeli yansa da nâre Bir seher erkenden girip gülzâre Bülbül-i şeydâdan dil derebilsem Mecal kalmaz imiş pervânelerde Derman biter imiş divânelerde Ağlayı ağlayı meyhânelerde Sarâb-ı emelden fal derebilsem Gelmişim bu dehre çile çekmeye Hicrân tarlasına hüsrân ekmeye Şu fâni âlemde derdim dökmeye Ben de bir münâsip kul derebilsem Kimse eremedi şir-i nihad’e Kendi lâubâli tavrı âzâde Mürşid-i kâmile olsam âmâde Hikmet çiçeğinden bal derebilsem

NİHAT KAÇOĞLU

72

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


MURABBÂ Başımdan bin bir arzû estirir rüzgâr Uçar durmaz gönül tüydür yel üstünde Kalem oynar çalar cümbüş derinlerden Coşar âhenk kayar mısrâ dil üstünde Götür rüzgâr götür benden bu sevdâyı Gelin dostlar kurun meclîs-i şeydâyı Unutmak istiyor Mecnûn da Leylâ’yı Bu akşam oynasın mızrap tel üstünde Her ân ahvâl perîşân kûşemiz izbe Ümit vermiş yalan gözler birer darbe Kim etmiş böyle içten bedduâ kalbe Bu kalp yansın duman tütsün kül üstünde Hatâ ettin be gönlüm nârı nûr sandın Vefâsız yâri gördün yâr olur sandın O cânândan güzel hiç yok mudur sandın Yalan dünyâda el vardır el üstünde Gönül gel Hakk’a dön bu dertten evlâdır Hüner-mend âşıkın cânânı Mevlâdır Bir ân Allâh demek bin kere Leylâ’dır Neden âh eylesin Mecnûn çöl üstünde

ÖMER DEMİRBAĞ

73

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


MAHİR ADIBEŞ

Tarih, takvimin yapraklarını ne kadar çok geriye çevirirsek o kadar anlam kazanır ve tarih olur. Anlamı o gün için olanlarla önemlidir. Sonrasına da bilgi olarak uzanır. Zaman geçmişte bir yerlerdedir

E

debiyatın tarihle sıkı bir ilişkisi vardır. Taşlara kazılmış yazı ve resimler, heykeller, hatıratlar, dil araştırmaları geçmişle ilgili birçok bilgi verir. Ali Çolak, sözlük okuma yolculuğunu “Kelimeleri seviniz, nihayetinde sizi onlarla tanırlar.” diye sebebe bağlayarak bitirirken, Hilmi Yavuz’un, “Dile, düşünceye, belleğe, yere, mekâna, aidiyete dair olan düşüncelerimin, tümüyle, modernleşme ile ilişkili bir sistematiğe dayandığı söylenebilir.” sözleriyle tarihe köprü kurduğunu görüyoruz. A.Turan Alkan, “Kırmızı kiremitli müstakil evimiz!” yazısıyla kültürümüzün geçmişine yolculuk yapıyor. Böylece hayatımızın geçmişle anlam kazandığını görüyoruz. Bir toplumun dili, o toplumun yaşantı biçimiyle bağlantılı olarak oluşur, gelişir ve değişir. Dil, toplum neyi, nasıl yazıyor; neyi, nasıl konuşuyor ve nasıl düşünüyorsa, ona bağlı olarak biçimlenir. Bu sebeple, bugün dilimizde hepimizi rahatsız eden o acımasız yozlaşmayı konuşur ve tartışırken, aslında bütün toplum hayatımızı irdelediğimizi bilmeliyiz.

74

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


İnsanın düşünceleri biraz da tarihine bağlı şekillenir. Bu yüzden tarihte olan şeyler dilin değişmesine, gelişmesine fayda sağlar. Dil insanın kimliğidir, tarih de insanın geçmişini anlatan bir ilim olduğu için dili etkiler. Tarih, edebiyat üzerinde de önemli bir etkiye sahiptir. Edebiyat, duygu ve düşünce dilinin yazıya aktarılmış hâlidir. Dil tarihten etkilendiğinden edebiyatta dolaylı olarak tarihten etkilenir. Edebiyat, tarih ilişkisini ele aldığımız zaman göreceğiz ki ikisi de Âdem peygambere dayanır! Yani kökü cennetten gelmedir. Âdem Baba’nın, Havva Ana’ya söylediği edepli güzel sözler, Havva Ana’nın cilveleri, nazları belki edebiyatın başlangıcıdır. İşin içinde şeytan var mı, derseniz, tabii ki var, hiç onsuz olur mu derim. O da bu işi kışkırtanlardan! İnsanı cennetten sürdürmek için ne oyunlar oynamış o kıskanç yaratık. Şeytan kötülük yapmayı sever, aşk güzelliklerini anlatır. Bu sahnede bu tip oyunlar gelip geçer. Aşkta şeytan rol oynayamasa da dünyadaki bütün kötülüklerde o vardır. Kabil’in büyük aşkı, sonunda kardeşi Habil’i öldürmesiyle sonlanır. Aşka ilk defa kan burada bulaşır. Geriye kalan pişmanlık, üzüntü ve ağıt… Böylece edebiyatın başlangıcı insanla başlayan hikâyelerle, tarih ise insanın var olmasıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere önce edebiyat vardı tarih ise sonradan yazıldı. Tarih, takvimin yapraklarını ne kadar çok geriye çevirirsek o kadar anlam kazanır ve tarih olur. Anlamı o gün için olanlarla önemlidir. Sonrasına da bilgi olarak uzanır. Zaman geçmişte bir yerlerdedir. Problem çıkınca, üzülünce, sevinince ya da iş düşünce gündeme gelir. Yani zamandan geriye bir iz düşümü söz konusudur. Her şehir kitabı günün belgesidir; her gezi yazısı tarihî bir tespittir; her türkü tarihe iz düşer; hikâye, roman tarihî bir vesikadır. Tarih bazen ozanların dillerinde bazen sazın tellerinde bazen de anaların ninnilerinde, şarkıların sözlerinde, kızların manilerinde, gençlerin askerlik hatıralarında, şiirlerin mısralarında yer alır. Edebiyat, tarihteki

toplumun sosyal boyutlarını, harsını enine boyuna işler. Çoğu zaman, tarihi edebiyattan çıkarmaya çalışırız. Yontma taşlarda, türkülerde bulmaya çalışırız medeniyet tarihimizi. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?” derken gurbet yıllarını, “Şu Yemen elleri ne de yamandır” derken savaş yıllarını, “Kara tren gelmez m’ola?” derken ayrılık yıllarını, “Seneler seneler ille bu sene” derken seferberlik yıllarını, Cerrahpaşa’yı dinlerken de hastaneler gelir aklımıza. Bunların hepsini araştırırsak o günün sosyal yapısını, o günün tarihini incelemiş oluruz. O sesler bizi edebiyat vasıtasıyla tarihe bağlayan bağlardır. Edebiyat, tarihten faydalanmak zorundadır her ne kadar günümüzü yazsa da. Zaman, mekân tarihte değişmeyen dönüşümlerdir. Olaylar ise insan hayatındaki benzerlikler. Yani sorular cevaplanmadıkça insanların karşısına çıkacaktır. Edebî yazılarda geçmişteki sorulara cevap ararız. Bu yüzden de tarih yeniden yaşanmaya devam edecektir. Her şeye rağmen edebiyat da tarih kadar gerçektir, geçmişten izler taşır. İşte bu yüzden diyoruz ki edebiyat, tarihin içindedir. Gününde yazılmasına rağmen zaman eskiyince o da tarih olmaktadır. Edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin en önemli kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar esnasında geçirdiği fikrî ve hissî gelişmeyi belirten bütün kalem ürünlerini inceleme ile onun manevi hayatını, gerçekte olduğu gibi tasvire çalışır. Bir milletin edebiyatı, millî ruhu ve millî hayatı göstermek için en samimi bir ayna sayılabilir. “Bir millet, hayatı nasıl görüyor? Nasıl düşünüyor? Nasıl hissediyor?” Biz, bunu en doğru ve en canlı olarak o milletin fikir ve kalem ürünlerinde bulabiliriz. Edebiyat, toplumun bir kurumu olmasından dolayı, kendisini meydana getiren toplumun diğer kurumlarıyla bağlı ve onlarla ahenklidir. Hakikaten, bir milletin coğrafi çevresiyle, sonra iktisadi, dinî, hukuki, ahlâkî, bedii, siyasi hayatıyla edebiyatı arasındaki bağlantılar çok açıktır. Geçmiş zamanlara ait bir edebî eseri layıkıyla

75

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


ve tarihî manasıyla anlamak için, önce o devrin genel hayatını, yaşayış ve düşünüş tarzlarını, o devir insanlarının hayat ve evren hakkında neler bildiklerini öğrenmemiz gerekir. Demek oluyor ki edebiyat tarihi, bir milletin coğrafi çevresini, din, hukuk, ahlâk, iktisat, güzel sanatlar gibi kurumlarını ve siyasi hayatını genel yapısıyla gösteren medeniyet tarihinin ya da genel ve yaygın anlamıyla “tarih”in çerçevesi içinde incelenmelidir. Filoloji yani “Lisaniyat” ve tarih üzerine dayanmadan edebiyat tarihi meydana getirilemez. Bir “şaheser”i incelemedeki amacımız, o milletin edebî gelişmesini gereği gibi ve doğru olarak anlamak içindir. Çünkü bir “şaheser”, neticede mutlaka “toplumsal bir ülkünün ifadesidir.” Dâhiler, mensup oldukları toplumun bugünkü veya gelecekteki bir ülküsünü başarıyla temsil eden insanlar olmak bakımındandır ki edebiyat tarihinde başlıca hedef olurlar (Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü) Eğer medeniyetlerden yola çıkarsak olayları bir bütün olarak ele almak gerekir. Gününde olanlar (yazı, resim, oyma, taş, heykel, dil…) kültürün oluşumunda yer alır. Bunlar ileride yazılacak tarih için alınan notlardır. Yıllar sonra tarih yazılırken bu sayfalar açılır. Tarih insanın geçmişini kültürel ekonomik ve sanat alanındaki gelişme ve değişmeleri yer ve zaman göstererek inceleyen bilim dalıdır. Mümkün olduğu kadar belgelere dayanır. Edebiyat tarihi aynı incelemeyi edebiyat eserlerini esas alarak yapar. İkisi arasında önemli benzerlikler vardır. Mesela, Orhun Abideleri ve Dede Korkut hikâyeleri hem edebiyat tarihi hem de tarih bakımından vazgeçilmez belgelerdir. Edebî bir eser, konusunu tarihi bir olaydan alabilir. Mesela, Tarık Buğra’nın “Osmancık” isimli romanında Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in hayatı anlatılmaktadır. M. Necati Sepetçioğlu’nun tarihi roman serisi Selçuklu ve Osmanlı devletlerini anlatır. Neticede edebi bir eserdir ve tarih biliminden faydalanmıştır. Tarihi gerçekleri ortaya çıkarırken edebi eserlerden de

faydalanılabilir. Mesela, Oğuzlar’ın yaşantılarını ve kültürlerini konu eden tarihi bir araştırma yapmak istersek kaynak olarak destanlardan faydalanabiliriz. Destanlar bilindiği gibi edebi türlerdir. Bu örneklerden de anlayacağınız üzere tarih ile edebiyat birbirine yardımcı olan bilim dallarıdır. Tarih yoruma çok fazla yer vermemesine rağmen edebiyat yorum içerir. Belki aralarında ki fark budur. Tarihsiz edebiyat olmaz. Edebiyat köklerle var olmuş, kökler de büyük edebiyatlar yazılmıştır. Büyük medeniyetlerde sanatçılar kalıcı eserler verebilirler. “Duygu” insanın yaratılışında var olan meziyettir. Bazı toplumlarda çok gelişmiş, bazı toplumlarda ise hayat tarzına bağlı olarak yıpranmalara uğramış olabilir. Duygu ve düşünce edebiyatta çok verimli eserler üretmesine rağmen tarihe karıştığı anda sapmalar meydana gelebilir. Edebiyat gönül kapımız aşk ister, tarih ise yazılmak için sabır ister. Tarihçi ve edebiyat tarihçisi tarafsızdır. Belgelere dayanarak inceleme yapar ve neticeler çıkartır. Edebiyat, zamanın imbikleşerek ortaya çıkması, ruh yapımızın tezahürü, insanlığın muhabbet toplantısıdır. İnsanlık, edebiyatla geçmişini sesli düşünebilme sanatıdır. Edebiyat sayesinde medeniyetler yok olmaktan kurtarılarak tarihi miras olarak yaşatılacaktır. Bu miras, hayata güzel bakmanın, güzel düşünmenin penceresidir. Düşünüyorum da belki de edebiyat tarihin harcı, gelişmişliğin göstergesi, varım demenin temelidir. Edebiyat, dil demektir, dil ise kimliktir, var olmak için gerisi boş söz… Tarih tıpkı antikalar gibi kıymetlidir. Edebiyatın tarihi de yapılır, bu da tarihin içinde bir yerlerdedir. Aslında edebiyat zamanında yapılır onun için tarihe küçük notlar düşer. Tarih, zamanında yapılan edebiyattan, sanattan, mimariden velev ki kültürden faydalanılarak yazılır. Tarihi, edebiyat yazmaz, tarihî taşların, kalıntıların, zamanın diliyle edebiyat anlatır. Sonuç olarak edebiyat, tarihin konuşan dilidir…■

76

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


LÜTFİ PARLAK

A-Edebiyat ve İnsan İnsan aciz bir varlık olduğundan dünyaya ağlayarak gelir. Ancak zaman içinde gözyaşlarının işe yaramadığını anlayınca gücünü toplayarak tabiat şartlarıyla mücadeleye başlar. Dolayısıyla bu olumsuzlukların üstesinden gelebilmek için gitgide aklını ve geçmişin tecrübesini kullanmak zorunda kalır. Çünkü bu kavgada bazı başarıları olsa da kendini sıkıntıdan kurtaramaz. Hâl böyle olunca etrafını sadece gözleriyle değil düşünce ve duygularıyla görmenin peşine düşer. Sonunda bakışla aklı yaklaştırıp bilgiye, düşünce ile duyguları yaklaştırıp sanat ve edebiyata ulaşır. Neticede bilgiyle bağ kuran edebiyat, kendi devrinin duygusal haritası oluverir. İşte ilk dönemlerdeki savlar, sagular, koşuklar ve destanlar… Bizim bu harita üzerinde tarihle buluşma noktalarımız olur. Kişi doğarken Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetleri dışında dinî, millî, edebî… hiçbir şeyi beraberinde getirmez. Bunları, içinde bulunduğu toplumdan alır. Böylece öğrenilenler; ferdin kanına, ruhuna işler ve onun hayat tarzını etkisine alıp ruhunu terbiye eder. Dolayısıyla birey, millî değerlerine uyumu nispetinde bir kişiliğe sahip olmuş olur. B-Edebiyatın tarihle ilgisi Yaratıcının tanışmak için yeryüzüne gönderdiği kabileler, bir araya gelerek; gelenek, görenek, âdet, anane, düşünce, sanat, edebiyat… gibi değerler neticesinde tarih sahnesinde önemli bir noktaya kavuşmuş olurlar. Çünkü bir araya gelen her topluluğa veya her kalabalığa millet denmediği, sosyolojik bir ger-

çektir. Öyleyse millet; ne ırkî ne kavmî ne coğrafi ne siyasi ne idari bir zümredir. O; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir topluluktur.[1] Böylece terbiye anlamına gelen edebiyatın insanla yakın alakası nedeniyle milletin teşekkülünde önemli bir merhale olduğu anlaşılır. Dünya kurulalıdan beri akıl, kaba kuvvetle sürekli çatışmıştır. Dolayısıyla kuvvetlilerle akıllılar, bir türlü dost olmamış hatta güçlü insanlar, yarı tanrılaşarak efsane kahramanlara dönüşmüşlerdir. Onlara bir şey söylemek vatana ihanetten daha ağır suç sayılmıştır. Bu durum karşısında eğitim sistemleri de zaman zaman çaresiz kalmış ve tarih fanusu içine ahlak yerleştirilerek bu sıkıntı giderilmek istenmiştir. İşte böylesi bir ortamda tarihe yön vermek için; edebiyat ve sanat çalışmaları başlamış, yerine ve duruma göre; hitabet, şiir, masal, efsane, hikâye… ortaya çıkmıştır. Gene bu doğrultuda “müşahede ve tahkikata istinat eden yazı[2]” olarak bilinen roman; şahıslara, eşyalara ve hislere kazandırdığı tasvirlerle vücut bulmuştur. Bu yolla müşahhaslaşan duyguları ele alan yazar; ete kemiğe büründürdüğü tarihî olayları insanların önüne bırakmıştır. Eğer okuyucu da kahramanın çehresine bakıp onun ruhunu okuma yeteneğine sahipse tarihin sesi, fısıltı hâlinde kişinin kulağına ulaşmış ve böylece tarihle edebiyat buluşmuş olur.

1. Ziya Gökalp 2. Tahir ül Mevlevî

77

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


C-Tarihe en yakın edebî tür Tarihle en fazla ilgisi olan edebiyat türünün tarihî roman olduğunu bildiğimiz için biraz gerekçeler üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü tarih okumanın zorluğunu; onun sertliğinden ve kuruluğundan kaynaklandığını düşünüyoruz. İşte bu sebeplerle öğrenim çağındaki gençlerin geçmişleriyle ilgilenmekten kaçmamaları için bu türe ağırlık verildiğine inanıyoruz. Böylece hem bu olumsuzluğu ortadan kaldırıp kişinin düşünme imkânına kavuşacağını hem okuyucuda değişik ruh hâlleri uyandırıp geçmişe yöneleceğini umuyoruz. Baş eğdiren kuvvet karşısında titreyen insanın aradığı yumuşaklığı bu yolla temin edeceğini ya da üstesinden gelemeyeceği olaylar karşısında daha metin olma içgüdüsü kazanacağını bekliyoruz. Bahsi geçen ilgiyi kurmak için ben de ciğerimizi dağlayacak kadar güçlü bir ağıt, gönüllerimizi yakacak kadar içli bir destan olan ve dilimizde hazin bir türkü oluşturan Yemen’i; kardeş kavgalarıyla bölünme noktasına gelen toplumuzu uyandırmak için Behramoğlu Balak’ı; her türlü entrikanın içine dahi bir çıkışın olabileceğini anlatmak için Genç Osman’ı romanlaştırdım. Şimdi de bölücülerin oyununu bozmak için Telaki Taşı romanı üzerinde çalışıyorum. Tarihçiler, büyük olmanın faturasını; Anadolu fidanlarının kanını cephelerde sebil ederek ödediğimizi yazarken diğer yandan da çağı değiştirecek kahramanlar yetiştirdiğimizi belgelemişlerdir. Hani Çanakkale’de araç lastiği almaya giden er Muzaffer’in parası olmadığı için gayrimüslim tüccara verdiği sahte senette; “Bu senedin bedeli, Çanakkale’de şehitlerimizin kanıyla ödenecektir.” diye yazmıştı ya. Edebiyatçılar da o ruhu; destanlarımızla, türkülerimizle, hikâyelerimizle, romanlarımızla olgunlaştırmaya çalışmışladır. Dolayısıyla insanının içine işleyen her olay, sanatın içinde yerini alarak tarihle edebiyatın kardeş olduğunu ortaya koymuştur. “İnsan için sanat, bir tür millî donanımdır. Bu donanımda; his vardır, fikir vardır, bundan öte ‘ortak ruh’ vardır.”[3] İşte bu ortak ruh, tarihle edebiyatın ortak ürünüdür. Ancak zaman zaman bu ortak ruh sekteye uğrayabilir veya milletimiz dağılma sürecine sokulabilir. Bu durumda hastalığı bildiğimiz için Türk milletinin tarihini ve tarihî değerlerini maziden öğrenip atiye taşımak, millî duyguları ihtiva eden ortak paydaya dayalı mühim hâdiseleri ve şahsiyetleri edebiyata aksettirmek gerekir. Çünkü ortak maksadın gerçekleşmesi için ortak gayrete ihtiyaç vardır.

3. Nazım Payam

Genellikle muhatabı ıslah etmek[4] için yazılan roman, Türk toplulukları arasında önce şifahi anlatışlarla başlamış sonra din ve kahramanlık destanlarıyla, menkıbe ve efsanelerle gelişmiştir.[5] Bu durumda; vukuata zemin-i cereyan eden yerlerde ahalinin suret-i maişet ve meşguliyeti hakkında kâfi derecede malumat bulacak[6] bir nitelik kazanmıştır. Bu sebeple; “Güzeran etmemişse bile güzeranı imkân dâhilinde olan bir vakayı ahlak, âdet ve hissiyat, ihtimalata müteallik her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmeye[7] çalışılarak gelecekle ilgili tedbirlerin alınmasına yardımcı olmak istiyoruz. Tarihin sıkıcılığını kolaylaştırmak için; teşhis, teşbih, tasvir gibi tekniklerden yararlanarak tarihle edebiyatın kardeş olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Hem boş geçirilen zamanı doldurmak hem de meraklı vakaları anlatıp sebeplerini araştırmak[8] suretiyle eserlere canlılık kazandırıyoruz. Her şeyden önce şunu bilmek lazım ki tarihî roman, yaşanandan daha gerçektir. Çünkü fert, bu vesile ile toplumun bir parçası ve olayların bizzat kahramanı olur. İnsani ilişkileri anlatırken farkında olmadan tarihî çizgilere ve tarihî renklere ulaşır. Dolayısıyla toplumu ilgilendiren meselelerin çarpıcı özelliklerini, kelimelere dökerek yeni bir açıdan ele alıp okuyucuya sunar. Neticede yaşamakla yaşanılanı seyretmenin farkını sergiler. Böylesi önemli bir konuyu ele alırken dil hususunda çok hassas olmak lazım gelir. “Ben Türkçenin ezeli bir aşığıyım.”[9] veya “Lisan öyle taş kovuğunda yetişen incir ağacı gibi kendi kendine kemal bulmaz”.[10] demek gerekir. Çünkü lisan olmadan insan, insan olmadan eser ortaya çıkmaz. D-Maksat: Edebiyatın tarihle yakınlaşmasındaki maksat; taarruzlarla, tecavüzlerle; isyanlarla gölgede bırakılmaya çalışılan millet hayatını savunacak mekanizmaları oluşturmak ve dolayısıyla kayıranları, saldıranlar karşısında güçlü kılmaktır. Çünkü fert; içinde bulunduğu cemiyetin inancıyla, sanatıyla, hukuk ve âdetleriyle yetiştiği için ruhu o muhitten almış olduğu değerlerden kolay kolay kopamaz. Yani toplum, her ne kadar soyut bir kavram gibi görünse de somut; kendi geleceğini hazırlayacak kadar canlı bir varlıktır. ■ 4. Son Pişmanlık Mukaddimesi 5. Nihat Sami Banarlı 6. Karabibik Önsöz 7. Namık Kemal 8. Nihat Sami 9. Halit Ziya 10. Namık Kemal

78

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


ÖZCAN BAYRAK

İ

nsanın geçmişini ve toplumların birbirleriyle olan ilişkilerini kültürel, ekonomik ve sosyal yaşam özellikleri bakımından ele alan; ele aldığı unsurları yer, zaman ve mekân belirterek belgeler ışığında inceleyen bilim dalına tarih diyoruz. Tarihin inceleme alanı ve tarihî süreçte gelişen olaylar, her zaman edebiyatın ilgisini çekmiştir. Yazarlar, tarihî olayları eserlerinin merkezine yerleştirerek, konu yarattığı gibi değerlendirmiş de olmaktadırlar. Tarih ve edebiyat bu anlamda bir bütündür. Bu bütünlük, her iki bilimin de merkezinde insan ve olay olmasından gelmektedir. Bu nedenle tarihî olayların ortaya çıkarılması ve değerlendirilmesi noktasında edebiyat ve tarih birbirine muhtaçtır. Edebiyat ve tarihin merkezinde insanın oluşu, bu iki bilimi birçok noktada birleştirir ve toplumdan kaynağını alan edebiyat, tekrar topluma yansımış olur. Tiyatro yazarlığımızın önemli kalemlerimizden Haldun Taner, eserleriyle kendini edebiyat dünyamızda ölümsüzleştirmiştir. Toplumun yaşamını ve bu yaşam sürecindeki olumsuzlukları eserlerinde işleyen Haldun Taner, tarihsel olaylara duyarsız kalmamıştır. Örneğin, tarihsel bir olayı ele alıp yaşanılan zamanla ustaca birleştirmiş ve

eserinin merkezine yerleştirmiştir. Tarih ve edebiyat ilişkisi içerisinde, yazarın ele alacağımız “Lütfen Dokunmayın” adlı tiyatrosu, tarih ile zamanın, edebiyat alanındaki yansımasına en güzel örneği teşkil eder. Onun en ilginç oyunlarından biri olan “Lütfen Dokunmayın”, 1960 yılında kaleme alınmıştır. Bu oyun, Osmanlı tarihinde gizemi yüzyıllardır devam eden “Baltacı-Katerina” olayını işlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde yaşanan bu olay, 1711 yılında yapılan Prut Savaşı sırasında yaşanmıştır. Yazar, bu konu üzerine doktora çalışması yapan Sevgi adlı şahsı dinleyici konumunda sergileyerek, bu konu üzerinde Nesip, Ekmel ve Oktay adındaki şahısların fikirlerini nakletmesiyle oluşturur. Yazar, bu olaya farklı bakış açıları verirken, sahne içerisinde tablolar hâlinde olaylar canlandırılmıştır. Yorumlardaki farklılıklar, tabloların oluşmasını zaruri hâle getirmiştir. Bu farklı yorumlar, aynı oyuncuların birden fazla tabloda farklı rollerde yer almasını gerektirmiştir. Yazarın iki perdeden oluşan bu tiyatro eseri, Topkapı Sarayı’nda yer alan müze kısmında geçer. Yazar, ilk bölümünde olayların akışını sağlayacak olan karakterleri müzede bir araya getirir. Sevgi,

79

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde yapılan “Prut Seferi” konulu doktora çalışması hakkında bilgi toplayıp araştırma yapmaktadır. Oktay, adlı kişi ise turist rehberi olarak çalışmakta ve bir grup turiste müzeyi gezdirmektedir. Nesip, adındaki kişi Sevgi’nin babasının arkadaşıdır. Nesip Bey, tarihî bilgisi nedeniyle Sevgi’ye yardım etmektedir. Ekmel Bey ise hariciye emeklisi ve Sevgi’nin teyzesinin eski kocasıdır. Eserin gelişim süreci Nesip, Oktay ve Ekmel Bey’in “BaltacıKaterina” olayı üzerine yorumlarıyla gelişir. Yazar bu şahısları öne çıkararak, olay hakkında farklı üç yorum oluşturur. Oluşan bu yorumlar, şahısların kişilikleriyle de paralellik sergilemektedir. Nesip Bey, konuyla ilgili yorumlarına geçmeden önce kendi görüşlerini ispat ettirecek birkaç tane tarihî kitabı yanına alır. Bunlardan en önemlisi kendi atası olan “Cevdet Tarihi”dir. Nesip Bey, Prut Savaşı hakkındaki görüşlerini bu kitaptan hareketle anlatır. Nesip Bey’e göre Baltacı Mehmet Paşa, konumunu hiç hak etmeyen, maddi yönleri ağır basan, rüşvet yiyen, kadın düşkünü hergelenin biridir. Prut Seferi’nin sonuçsuz kalmasındaki en önemli etken olarak Baltacı Mehmet Paşa’yı gösterir. Nesip Bey’e göre kaynak olarak ele aldığı tarih kitabından hareketle Baltacı Mehmet Paşa, Rus tarafının önerdiği rüşveti almış ve Katerina ile geçirdiği bir gecelik aşk neticesinde barış yolunu seçmiştir. “Prut zaferi bu uğursuz, bu ne idüğü belirsiz, hatta damarlarında belki gavur kanı bile bulunan bu imansız vezirinnaşerifin, bu şehvetperest serserinin hiç layık olmadığı, başkalarının hazırlop yumurta misali soyup önüne kotardığı bir bulunmaz fırsatı tarihi bir eşsiz lütfü ilahi olmuştur.” (Taner, 1991:126 ) Bu yorum karşısında Sevgi, Nesip Bey’in olaya önyargıyla baktığını ve Baltacı Mehmet Paşa’nın bu kadar kötü olamayacağını belirtir. Nesip Bey, görüşlerini ispatlamak için yavaşça Sevgi’ye yanaşır ve olayın nasıl geliştiğini anlatır. Bu bölümden sonra farklı bir tabloya geçilerek olay canlandırılır. Osmanlı çadırında tarihsel bir atmosferde canlandırılan olaylar, uzun konuşmalar neticesinde Nesip Bey’in anlattığı gibi sonuçlanır. Bu anlatış esnasında Nesip Bey’in, Sevgi’ye ilgiyle bakması, “Baltacı-Katerina” olayını düşünce dünyasında canlandırarak, cinsellik noktasında değerlen-

dirmesini işaret eder. Nesip Bey, bu konuşmaları yaparken Ekmel Bey’in geldiğini fark etmemiştir. Ekmel Bey, bu anlatımda eksik ve yanlışların olduğunu belirtir. Oyunda bu bölümünden itibaren ikinci bir yoruma geçilir. Ekmel Bey, ilk olarak Baltacı Mehmet Paşa hakkındaki görüşlerini belirtir. “Baltacı sadece müdebbir bir vezirdi. Situti onlardan en büyük avantajlar çıkarmasını bilen tam manasıyla konsekan bir devlet adamı. Bu itibarla sizin tefsirinizi tek taraflı ve tabiri mazur görün, biraz vülger buluyorum. Bir kere Prut müsalahasından önceki günlerde manzara hiç de sizin anlattığınız gibi değildir.” (Taner, 1991:139 ) Ekmel Bey’in bu görüşünü dile getirmesinden sonra Kantemir Osmanlı Tarihi’ni kaynak göstererek olayları yorumlar. Bu andan itibaren BaltacıKaterina olayına yeni ve farklı bir yorum getirilir. Bu yorum önceki tabloda olduğu gibi canlandırılır. Bu tablo içerisinde Baltacı Mehmet Paşa’nın ileriyi gören akıllı bir asker oluşu ve devlet adamlığı ön plana çıkarılır. Baltacı Mehmet Paşa, uzun bir savaş neticesinde yorgun düşen askerleri tekrar savaşa sokmanın, Osmanlı açısından iyi sonuçlar doğurmayacağını görerek; gönderilen elçilerle barış şartlarının Osmanlı açısından yararlı olacağını düşünmüş ve barış yapmıştır. Ancak bu olay içerisinde Katerina ile yakın ilişkiye girmeyerek bir Osmanlı askerine yakışacak şekilde davranmış olarak sahnelenir. Ekmel Bey’in bu yorumu kendi kişiliğinde yer alan titizlik ve kadınlar konusundaki düşüncelerine uygundur. Ekmel Bey’in bu anlatımı karşısında savunduğu tezin çürütülmesini kabullenemeyen Nesip Bey, karşı atağa geçer. İkili arasında konu üzerine bir tartışma başlar. Bu tartışma Oktay’ın turistleri sahneye ikinci defa getirmesine kadar sürer. Bu tablodan sonra başlayan, oyunun ikinci perdesinde, başka bir gün içerisinde olaya Oktay tarafından farklı bir yorum getirilir. Oktay bu konu üzerine yaptığı yorumu Baltacı Mehmet Paşa’nın ölümünden çocuklarına yazdığı bir mektubu kaynak göstererek yapar. Baltacı Mehmet Paşa’nın insancıl ve barışçı kişiliğini ön plana çıkararak olayı anlatır. Oktay, yaptığı işi sevmeyen yıldızlara âşık bir karaktere sahiptir. Bu özelliği yaptığı yorumda etkili olmuştur. Baltacı-Katerina görüşmesinde

80

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


herhangi bir cinsel olayın yaşanmadığını, insanların kişisel çıkarlar için öldürülmemesi gerektiği fikrinde karar kıldıklarından dolayı antlaşma imzalanmıştır. Oktay’ın ileri sürdüğü bu görüş daha sonra yeni bir tablo hâlinde canlandırılır. Sonraki süreçte III. Ahmet ile Baltacı arasındaki konuşmalar eser içerisinde verilir. Oktay’ın bu anlatımı esnasında Sevgi ile arasında yakınlaşma başlar. Bu arada Nesip ve Ekmel içeri girerler. Oktay ile Sevgi’nin sarılmış hâllerine şahit olunca tepkilerini gösterirler. Bu olayla oyunun son aşamasına gelinir. Yazar, oyuncuların tarihe ve tarihsel olaylara bakış açılarından hareketle; Oktay’ın tarihçilere bakışını ön plana çıkarır. “Tarihçi dediğiniz kim? Sizin, benim gibi etten, kemikten bir insan. Yani taraf tutan, olayları kendi vücut yapısının, yetişmesinin, şartlanmaların, komplekslerinin, kin, sevgi ve kuyruk acılarının prizmasından gören bir hasta yaratık” (Taner, 1991:187 ) Toparlayacak olursak “Lütfen Dokunmayın” adlı tiyatro eseri, iki sahneden ve iki sahne içerisinde yer alan on iki tablodan oluşmaktadır. Oyunun akışı içerisinde merkeze yerleştirilen “BaltacıKaterina” olayı birinci tabloda tanıtılan üç şahsın (Nesip, Ekmel, Oktay) bakış açısıyla verilir. Olaya birbirinden farklı olan bu bakış açıları verilirken, bu tarihî olay sahne içerisinde her bakış açısına göre canlandırılır. Bu sahneleniş anında aynı aktörler farklı yorumlara göre oyunu canlandırır. Nesip, Ekmel, Oktay adlı şahısların olay hakkında yaptıkları yorumlar, farklı üç tablo ile verilir. Bu tablolar tarihi bir şekilde canlandırılırken; olaya yapılan yorumlar da şahısların kendi kişilik ve karakterlerinin etkili olduğu görülmektedir. Tablolardan biri sadece “Prut Seferi” sonunda antlaşma imzalayan Baltacı ile III. Ahmet arasında geçen tarihsel konuşmalardan oluşur. Oyunda içinde bulunulan zamanın temsilcileri olarak “Nesip, Ekmel, Oktay, Sevgi, kütüphane müdürü, müze memuru, müze bekçisi, iki turist” olmakla birlikte, tarihî kişiler de yer almaktadır. Oyun içerisinde “Katrin, III. Ahmet, İtalyan kız, kral, Şafirof, daüssaade ağası, yeniçeri” gibi isimlerle tarihî karakterler de görülmektedir. Tarihî bir olayın ele alındığı oyunda mekân olaya bağlantılı olarak verilir. “Topkapı Sarayı müzesi, silah dairesi. Sağda solda vitrinler. Du-

varda kılıç, kalkan, tüfek, mızraklar ve tarihî bir mekândır.” (Taner, 1991:117 ) İkinci mekân olarak Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırıdır. Eser içerisinde yer alan tarihsel ifadeler ve alıntılar projeksiyonla sahneye yansıtılır: “İstanbul’da bulunan erbabı devlet ve mukribanı saltanat düşman ordusu bütün bütün imha olunabilecek surete gelmiş iken rusyalıdan rüşvet alarak sulha rıza verdi deyu azline say eylediler. Tarihi Cevdet, cildi evvel, sayfa 50” (taner, 1991:126 ) “osmanlı orduğahında uğuldayan vaveylalardan dolayı baltacı bu teklifi memnuniyetle kabul etti. Çünkü harpten hayli kırılmış yılmış olan yeniçerilerin düşman siperlerine titreyerek bakıyorlardı. Kantemir, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Sayfa 59” (taner, 1991:139) Yazar, “Lütfen Dokunmayın” adlı tiyatro eserinde, tarihî bir olaya farklı bakış açılarıyla yaklaşarak üç kuşağın tarihsel olaylara bakışını da ön plana çıkarmıştır. Yazarın şahıslardan hareketle oluşturduğu yorumlar neticesinde varılacak nokta; tarih süreci içerisinde tarihî kaleme alan şahısların da bir insan olduğunu ve tarihî olayları kaleme alırken, kişisel yorumların olabileceğini ve yanlışların yapılabileceğini vurgulamaya çalışılmıştır. Bu bakış acısından hareketle aynı olay, farklı üç kuşağın anlatımıyla ve farklı üç kaynak gösterilerek sahnelenmiştir. Oyun içerisindeki ilk yorumda Baltacı Mehmet Paşa düzenbaz, kadın düşkünü ve aşağılık bir adam olarak tanıtılır. İkinci yorumda tam bir devlet adamı, mükemmel bir insan olarak sahnelenir. Üçüncü yorumda duygusal olmakla beraber içerisinde kin, nefret ve hırs gibi duygular olmayan bir insan olarak gösterilir. Yapılan bu yorumlar farklı kaynaklarla doğrulanır. Netice itibariyle, tarihi yazıya aktaranlarında hata yapabileceği, işine duygularını katabileceğini hatırlatmak ister Haldun Taner. Yazar, oyunun sonunda bu düşüncesini Oktay’ın şu söylemiyle dile getirir. “Baltacı üzerine hiçbir şey bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şu: O, yıldızları çok severdi.” (Taner, 1991:188 )■ ___________________________ * Taner, Haldun , (1991). ... Ve Değirmen Dönerdi – Lütfen Dokunmayın, Bilgi Yayınevi Ankara.

81

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


“KALBİNDEN HABER VER” I- Yanık bir türkü söyle Sevdalı bir şiir oku Sıladan bir mektup yaz da “Kalbinden bir haber ver”

Yalnızlığını kıyıya vur Uzat elini denizler ötesine Sır dolu sandığı açık bırak da “Kalbinden bir haber ver”

Yusufçuk kuşlarıyla haber sal Hüznünle yaşıt bir lale büyüt Sağanak yağmurlara dokun da “Kalbinden bir haber vear”

II- Zaman hüznü demler ben beklerim Gitsen bile ardın sıra emeklerim Güzel düşüncelerle dolu dileklerim “Kalbinden bir haber ver”

Suçlu da olsam aç kapını İhanet kokan esvaplarını soyun Çocuklaşıp olan biteni söyle de “Kalbinden bir haber ver”

Alışkın değil gidişlere kahve gözlerin Değiştiremez yazılan yazıyı sözlerin Mehtaba yönelse de ayak izlerin “Kalbinden bir haber ver”

RECEP YILMAZ

FİLİSTİN İşte ölüyorum Kocamışlığınızın Ve geçmişteki çöplüğünüzün bilgisinde Siyasi kimliğinizin buyurduğu yerde Filistin’de

Filistin Filistin Yalnızlığı deniz kuşu Bombalar ne kadar ümit aşılayabilir bize Bombalar ki hiçbir kavmin rengini değiştiremez Bombalar ki senin gardiyanların Senin öz geçmişin Ve seni sevmenin kefareti

Bu en güzel bombalar mevsiminde Adım suya sabuna dokunmamak Kronolojik öz maskelerin yıkıldığı Irsi kavgaların arşivinde Filistin’de

İşte ölüyorum Ey yalnızlığın deniz kuşu Ey kin dolu pazıların ülkesi

AHMET AYDOĞDU

82

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


hzl.kemal batmaz

Olaylar ilk insanın dilinde destan olurken bu yolun destandan tarihe, tarihten stratejiye uzanacak yükselen ve çoğalan edebiyatın çocuklarının yolu olacağını kim tahmin edebilirdi ki! Yaşadıklarını kutsayarak yücelten, yücelttiklerini hafızası bilen, hafızasını da gönlünün isteği ile donatan aklıyla sistemli hâle getiren bir yol… Geçmişi okuma sanatı; tarih… Edebiyat biraz şaşaalı olur, gösterişi pek sever. Tarih biraz tutucudur ama kibirlidir de. Bilimin soğukkanlılığı vardır. İnandıklarını söyler; bazen hoşlanmadığı durumları farklı ele ama alışkanlığı vardır. Edebiyatın sözüne pek güven olmaz ama eğlendirir insanı, dinlemekten kendini alamaz insan. Dilden dile aktarılır, dili her dilde tatlıdır. Bu sebeple insanlığın malı olur bazen. Tarih “objektifim” der, millî kıyafetlerini giyinir sebeplerden hareketle sonuçlar ortaya koyar. Edebiyat sübjektiftir millî kıyafetlerle oluşturulur ama beynelmilel bir çıplaklıkla okur onu insanlık. Tarihin ne zaman tarih olacağı kesindir su götürmez. Her 'an' tarih olur, an be an. Edebiyatın yapraklarına hangi anın, ne zaman, nasıl, nerede düşüleceği edebiyatçının keyfine, gönül telinin titretilmesine ya da hayallerine bağlıdır. Ayrıca edebiyatçı zamanın sahibiymiş gibi yaşanacaklara da

işaret eder. Üzerine vazife olmayan işlerle uğraşır. Fennin araçlarını kullanır, yaramaz bir çocuk gibi bu araçlarla kendi istediği sonuçlara ulaşır. Sizi götüreceği yere ikna ede ede götürür. Uysal bir koyun gibi kendi ayağınızla gidersiniz onun peşinden. Ya tarih öyle mi.. Gitmek istemezsiniz peşinden. Bağıra çağıra götürür, rakamları kakar başınıza sürekli peşinizden takip eder sizi. Arkanıza bakmanızı ister ama ileri gitmenizi söyler, anlayanlarımıza. Bizdeki tarih ve edebiyat böyledir işte. Geleceği planlama ve stratejiye kadar varır mı tarih? Şimdiye hangi mesafeden bakarsam tarih olur acaba? İşte bu da Batılı tarih… Milletler hayata nasıl bakarsa tarihe de aynı çizgiden bakar. Ondan övünülecek ya da karalayacak bir şey çıkarmak için bakanlar aradıklarını bulurlar. Tarihten geleceği çıkarmaya çalışan milletler de, görüldüğü gibi geleceği çıkarırlar. Sebep ve sonuçlardan stratejiler geliştirirler. Tarih, geleceğe tarih gözüyle bakarak atacağı adımı doğru atma sanatına, strateji geliştirmeye döndü. Edebiyat da buna bağlı olarak tarihin farklı bir sesi ve rengi olmak yerine kendi rengi, kendi sesi olarak- tarihe strateji geliştirme noktasındabir kaynak teşkil etmeye başladı. Bilindiği üzere edebiyat ile tarihi bir araya ge-

83

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


tiren ve geliştiren zemin millettir. Milletler medeniyet yolunda katettiği mesafe ile de tarihe damgalarını vururlar. Milletler tarihin kendilerine biçtiği rolü önce giyinip bezenirler, sonra da sahneye koyup oynarlar. Tarih ile edebiyat arasındaki ilişkiyi ifade edebilmek için ayrı bir disiplin bile oluşturulmuş: Edebiyat Tarihi. Biz de edebiyat tarihinin dışında neler söylenebilir diye düşündük ve “Edebiyat ve Tarih” ilintisini sorduk okuyucularımıza.

Edebiyatın tarih sütunları

Edebiyatın varlığı tarihle çok yakından ilgilidir. Zira her edebî mahsulü ortaya koyan kişi belirli tarihlerde yaşadığına göre, o eserin o tarihler arasında ortaya konduğu daha baştan belirlenebilir. Eğer eserin sahibi biliniyorsa, o eserin ortaya çıktığı tarih de aşağı yukarı tespit edilir. Tarihin de edebiyatın da ortasında insan vardır. Her ikisi de insansız olamıyor. Geçmişten bu yana edebî mahsullerimizden Orhun Abideleri de dâhil olmak üzere Divan şiiri, mesnevi, roman ve hikâyelerimiz ile Cumhuriyet dönemi ve sonrası şiirlerimizin hepsi olmamakla beraber birçoğu dikkatle incelenirse; belli bir mekâna işaret eden kelimelerin yanında belli bir tarihe vurgu yapan ve o tarihî veya tarih dilimini hatırlatan bariz ifadelere ulaşmamız mümkün olabildiği gibi, bazen de karine yoluyla o tarihleri çıkarabiliyoruz. Nedimi’in o güzel şiirlerinde mekânı tespit ediyoruz, ancak tarihi onun yaşadığı döneme atfederek bir tarih kavramı yakalıyoruz. İslami konular ile tarihî konuları işleyen mesnevilerde de kahramanların yaşadığı dönemi hikâyenin içinden çıkarabileceğimiz bir iki kelimeden, tarihî bağlantıyı kurup zamanı tahmin edebiliyoruz. Bu bakımdan edebî mahsuller tarihî sütunlara oturmadan ayakta kalamıyorlar. Zaten birçok eser tarihle iç içe olmadığından ve onlarla tarihî bağlantı kurulmadığı için unutulmuş gitmişlerdir. M. Naci ONUR

Perde arkasında kalanlar…

Aslında tarih ile roman iç içe olmuştur. Tarihe not düşülen satır başları, kimi zaman ifade edilemeyebilir. Yani yalın anlatılmaz, işte o an araya yazarlar girer. Perde arkasında kalanlar, anlatılama-

yan yazarın kalemiyle dile gelir. Yazar, tarihi yeniden yaşayarak okuyucusuna aktarır. Kendisini, anlattığı tarihin bir tanığı olarak görür. Yaptığı araştırmaları, incelediği konuları bir düzen içinde kahramanlarıyla okuyuculara yalın bir şekilde, sıkmadan aktarır. Yıllardır panel ve konferanslarla bilim adamları insanlara tarihi aktarırlar. Bu tür toplantıların baş konukları öğrencilerdir. Öğrenciler, zorlama ile o koltuklarda otururlar ve anlatılanları anlamaya, yarı uykulu bir şekilde anlamaya, çalışırlar. Konuşmalardan sonra “Ne anladın?” diye sorsanız, hep olumsuz cevap alırsınız. Bilimsel anlatımlar insanları sıkar. Burada romanlar araya girer. İnsanları sıkmadan kelimelerin ahengiyle, tatlı bir anlatımla tarihi günümüze taşır. Süper güç diye adlandırılan birçok büyük devlet, edebiyatı ve görsel sanatı (sinema) kullanarak, başta kendi tarihi olmak üzere propagandalarını da yaparlar. Yeni nesil, başta çizgi film olmak üzere sinema ve roman sayesinde tarihle yüzleşirler. Son yıllarda haklı olduğumuz bazı konularda, her ne kadar bilimsel toplantılar düzenlense de haklılığımızı ispatlamanın zorluğunu yaşamaktayız. Sözde Ermeni soykırımında bile haksız kalmışız ki bugünlerde nedense bizler özür diliyoruz. Tarihimizi “Ahçik” gibi romanlarla dile getirirsek, kimseden özür dilemeyiz. Yücel ÇAKMAK

Evrimleşen kelime

Evrimleşen kelime dili ve taşıdığı anlamı değiştirir, genişletir. Oluşan terminolojiyle birlikte insan, hem geçmişini hem de geleceğini okur. Bu okumanın doğurduğu sanattır. Akışın içindeki edebiyat sadece olayları ve toplumun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapıyı yahut inançları ve daha birçok ipucunu bize aktarmakla kalmaz şekil verir, hedef belirler. Her kelimenin anlamı zaman içerisinde evrimleşir. Kelimenin bize aktardığı edebiyat, zamanın anlamlarını da kuşatma imkânı verir. Böylece kelimenin serüvenini ve devinimini vakalardan önceliklidir. Aydın KARABULUT

Tarih edebiyatın başrol oyuncuları...

Edebiyat, ifade etme ve anlatım sanatıdır. Sözcükler edebiyatın kalıplarıdır. O kalıplar birleşir,

84

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


cümle olur. Cümleler de duygu ve düşüncelerin ruh bulmuş, ayağa kalkmış hâli olarak önümüze serilir. Edebiyat muhataplarıyla buluşurken sadece duygu ve düşünceleri ifade etmez. O duygu ve düşünceleri oluşturan ortamlar, tarihle edebiyatı buluşturur. İşte bu noktada tarih, edebiyatın başrol oyuncularından biridir. Büyük kalemler yaşadıkları devrin tarihini, sosyal olaylarını etkilendikleri oranda eserlerine yansıtırlar. Sanatçılar bazen toplumdan soyut yaşıyor gibi görünseler de onlar toplumun bir parçası olarak yine o toplumdan ilham alırlar. Eserlerine yansıttıkları olaylar o gün için güncel görünse bile, zaman o güncel olayları “tarihî” niteliğe taşır. Eski Türk edebiyatında özellikle destanlarda anlatılan olaylar o dönem tarihi hakkında önemli bilgiler veriyor. Ayrıca değişik dönemlerde çoğu şiir, roman ve hikâye yazarlarının yaşadığı devirlerdeki olayları işlemesi, edebiyatın tarih bilimine bir katkısıdır. İnsanlık var oldukça edebiyat var olacak; bu sanatın içinde tarih de kendine yer bulacaktır. Bu gerçekten hareketle edebiyatı tarihten ayırmak; tarihi, edebiyat sanatının bir oyuncusu olmaktan uzak görmek mümkün olmasa gerek. Fethi ÖZDENK

İki ayrılmaz dost

Tarih ve edebiyat yazıyla başlayan birlikteliklerini bugüne kadar sürdüren iki ayrılmaz dost. Geçmişin tüm yaşanmışlıklarını geleceğe aktarma işini üzerine alan tarihin metinlerinde her zaman başvurulmasa da edebî bir anlatım hep var olmuştur. Yaşanılan olayları sadece bir kronoloji yığını olmaktan kurtarmak için de edebî bir dil, edebiyatın farklı sanatsal anlatımları hep kullanılmıştır. Edebiyatçı için de, tarih sanatı için vazgeçilmez bir kaynaktır. İnsan ve toplum yaşamı için yaşanmışlıkları konu alan anlatımlarda geçmiş ve gelecek arasında mekik dokuyan sanatçı için bu alanlarda çalışmak çok zevkli olsa gerek… Edebiyat ve tarih ilintisini toplumsal gelişmelere bağlı olarak gelişen bilimsel çeşitlilik içinde aramak gerekir diye düşünürüm. Bu çeşitlilik içinde değişik bilim dalları arasında ilişkilerin de aynı oranda geliştiği günümüz dünyasında tarihedebiyat ilişkisini irdelemek gerekir. Söz konusu edebiyat olunca tarih, pedagoji, felsefe, estetik ve sosyoloji üretilen edebî yapıtların çalışma alanları olarak görülebilir. Bu bakış aynı zamanda edebiya-

tın toplumsal bir işlevi olduğunu gösterir. Bu işlev toplumsal olduğundan politiktir de. Bundan ötürü edebî bir metin politik ilişkilerle birlikte değerlendirilir. İncelenen metin politik olmasa bile bunu ele almak, incelemek ve yorumlamaya çalışmak, politik bir tavır içine girmek demektir. Tarih bilgisinin ilintisi ise edebî metinlerin hangi toplumsal koşullar içinde oluştuğunu, bu koşulların bireysel gerçekleştirmeyi ne kadar etkilediğini sorgulamayla başlar. Eleştirici okuma, bir anlamda bir yorum yöntemidir. Böyle bir yöntem, her şeyden önce, eserin doğduğu zamandaki işlevini bilmek ister, yazarın amacını öğrenmeye çalışır. Edebî metin geçmiş zamanla ilgiliyse, onun bugün zamandaki “güncelliği”ni kavramaya çalışır. Bunu yaparken (şimdiki zamanla ilgili sağlıklı bir bilinç düzeyinden hareket ettiğini varsayarsak) metnin, doğduğu zamanın hangi nesnel gerçekliğini yansıttığına ve bunların şimdiki zamana kadarki tarihî gelişimi içinde hangi değişikliklere uğradığını, nedenleriyle birlikte ortaya koymak ister. Bu tarihî bakış, toplumsal süreçleri tanımak ve toplumsal hayatın yasalarını bulmak amacını taşır. Çünkü buradaki amaç metin okurunun kendi gerçek durumunun tahlilini yapma ve geleceği kurma konusunda yetenekli kılınmasıdır. Mustafa BALABAN

Zaman sadece dili değiştirir

Aynı kaynaktan kol kola, sarmaş dolaş akarak çağlayanlar oluşturan iki kardeş alan edebiyat ve tarih. Böyle bir tarihî akışta tersine atılan kulaç, bizi M.Ö. 3500 yılında Sümerlerin buluşuyla tarih ve edebiyat için karanlık dönemler yerini yazının süslediği, yol gösterdiği, tat bıraktığı devirlere götürür. Tarih kendini anlatmada acze düşer, ancak edebiyata ilham verir. Yapısına tuğla örer, sofrasına malzeme serer. Tarihin konusu her şey olabilir ama tarih için esas olan insandır. Velhasılı insanlığın tarihidir. Tarih her zaman, edebiyatın bir adım önündedir ve edebiyatı doğrudan ya da dolaylı olarak etkiler. Bugün de olaylar kabuk değiştirerek özünü kaybetmeden tarihî seyrine devam etmektedir. Edebiyatında konusu da tarihin konusu gibi insandır. Zaman sadece dili değiştirir. Fatih YÜKSEL

85

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


İSMAİL ÇETİŞLİ*

Onun yazma sürecindeki bir başka cebelleşme konusu da, kendinden önce yazanların “çığlıkları”dır. Kendisinin söyleyecekleriyle “uyum” içinde, düşüncelerinin “biraz daha filizlenip boy vermesini” kolaylaştıracak ve geçmiş ile bugün arasında köprü kurulmasına hizmet edecek olan metinlerden alıntılar yapmaktan çekinmez.

Kim inkâr edebilir ki Kalemin gücünü, işte Ateşi suya vermiş Denize giriyor kelime.[1] Kendisini Sonrası Güldür Açar ve Ben Kendimi Dağ Bilirdim isimli kitaplarındaki şiirleriyle; dolayısıyla şair kimliğiyle tanıdığımız Nazım Payam (1955), bu defa Şehrin Eylül Tarafı[2] isimli kitabında topladığı “deneme”leriyle; dolayısıyla denemeci kimliğiyle okuyucu karşısına çıktı. Yazarın “şehrine” ithaf ettiği ve “içinde yaşadığı ve içinde yaşayan şehrin kültür ve sanat hayatından kesitler” sunduğunu belirttiği kitabında toplam 26 deneme mevcut. Şehrin Eylül Tarafı’ndaki denemeler, -yazarın “şehir” vurgusundaki gerçeğe rağmen- üç ana konu etrafında kaleme alınmış. Bunlar; Elazığ-Harput çerçevesinde “şehir”, Nazım Payam çerçevesinde “ben” ve bazı genel konular (şiir meclisleri, şiirimizde tabiat, okumak-yazmak, taşra dergileri) çerçevesinde de kültür ve sanat. Bize göre Şehrin Eylül Tarafı’ndaki denemelerin en önemli yanı, doğrudan doğruya veya dolaylı biçimde yazarın kendisini iki temel yönüyle anlatmış olması; insan ve şair olarak Nazım Payam. * Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Ed. Fak. Öğretim Üyesi 1. Nazım Payam, “Şiir Yazmak”, Sonrası Güldür Açar, Tesfa Yayıncılık, Elazığ, 1994, s.5. 2. Nazım Payam, Şehrin Eylül Tarafı, Sütun Yay., İstanbul, 2008, 118 s. (Yazıdaki tüm nesir alıntıları bu baskıdandır.)

86

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Hemen belirtelim ki, kalem sahibinin kendisini konu edinmesinde, “ben”in dar kalıplarına hapsedilmiş bir “bencillik” söz konusu değil. Zira Payam kendini, milletinin uzun tarihi içinde var olan şehri ve bu şehrin; dolayısıyla milletin kültür değerleri ile içinde idrak ediyor. Belirtilmesi gereken bir başka husus; Payam’ın sadece söyledikleriyle değil, kalemi ve yüreğiyle de kendini ortaya koymuş olması. Ayrıca Nazım Payam, kaleminin hangi “tür”de işleyeceğini bilen; yazma serüveninde temel ilke edindiği belirttiği “bir patika açma mecburiyeti, bir iz bırakma arzusu”nu fazlasıyla yerine getirmiş bir sanatkâr. Ona göre, “Eli kalem tutanlar, her türün meydanında at oynatamaz. Yularından tutup götürmeyle at oynattığını sananlar aldanır. Yazar, hangi edebî türde daha verimli olabileceğini bilmeli.” (s.57) Bunun için Şehrin Eylül Tarafı’ndaki denemeler, samimî ve sıcak üslûbu, yer yer şiire yaklaşan âhenkli edâsı ve berrak Türkçesiyle, okuyucuyu cezbediyor. Sanki bir bardak su gibi elinizden bırakmadan bir nefeste okuyuveriyorsunuz kitabı. *** Nazım Payam şehirli bir ailenin çocuğu, ama şehrin “eylül tarafı”na mensup bir ailenin. Yani şehrin “Kolay para kazanmaktan, sanattan, zevkten, yaşadıklarımızın inceliklerini yakalamaktan uzak, sarı solgun tarafında”n. (s.32) O, yaşadığı şehri “yokluk”la anlatan, dili “yedeğindeki yoklukla” dönen, “evi sığınak, kıyafeti örtünmeden ibaret” olan, “susmak bilmeyen yoksulluk”a veya “nasırlaşan fukaralık”a karşı hep “sabır ve şükür” büyüten, “her şeyin masrafsız olanı”nı seven bir baba; bütün dünyası ve şehri, öksüz ve yetim büyüdüğü dayısının evinden sonra geldiği kocasının evinden ibaret olarak tanıyan bir anne; simit ve şeker satıcılığı, sakalık, arabacılık, faytonculuk gibi pek çok işe girip çıkmasına rağmen hiçbir işte dikiş tutturamayınca hayata ve şehre küsen bir ağabey; köy ile şehir arasında bir yerlerde kalan üçü kendisinden küçük, biri ise büyük dört kız kardeşten oluşan bir ailenin çocuğu. Kısacası onun, şehrin hep eylül tarafında yaşadığı çocuk yıllarındaki hayatı, “fukaralık ile terin çarçabuk kaynaştığı boğaz tokluğuna yaşanan” bir olgudan ibaret.

Annemin bir elleri var Yağmur içmiş toprak Yumuşak mı yumuşak Annemin ellerinde Ekinler boy salacak[3] Nazım Payam’a “şehirli olma zevki aşılayan, şehir gerçeklerine yönlendiren şehrengiz yazarları”dır. (s.33) Bunların başında da Beş Şehir’iyle bir şehrin hikâyesinin nasıl yazılacağını dosta düşmana göstermiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Altıncı Şehir’iyle Ahmet Turan Alkan gelir. Buna “yaşadığı şehre yakışan dostları”nı da ilâve etmek gerekir. Ailesinde ve çevresinde pek “okur” olmayan taşra çocuğu Payam, kitaplarla “dostluk kurmakta” hiç zorluk çekmez. Söz konusu dostluğun ilk adımında, “üç-beş kuruş harçlıkla” kiralanan “yabancı çizgi hikâyeler” vardır. Bir sonraki adımda Ferhat ile Şirin, Köroğlu, Battal Gazi ve Ergenekon gibi “tahkiyeli eserlerimiz”e yönelir ve onlara hayranlık duyar. “Geçmişin hafızası” bu eserlerden sadeliğimizi, hedeflerimizi, inançlarımızı, “kendimizi bilen bir millet olduğumuzu; insanımızın samimiyetini, sabrını, cesaretini, fedakârlıklarını, kadınlarımızın gökten inmiş gibi kıymeti haiz olduklarını” (s.12) öğrenir. Bu adımda onu en çok etkileyen Dede Korkut Hikâyeleri’dir. Onun kahramanlarıyla “birinci dereceden akrabalık kurmak”tan derin bir lezzet alan Payam, böylece içine düştüğü “duygu ve fikir karmaşasından sıyrılıp” huzuru yakalar ve “ait olduğu yeri” bulmaya başlar. Göz açıp dağ görmüşüm Göz yumar dağ bilirim Erciyes, Ağrı, Toros Kaşgar dağlarıyla anılır soyum Yıldız bana yakışır, hilâl bana Duman kalkmaz başımdan Ben kendimi dağ bilirim.[4] Payam’ın okumalarındaki üçüncü adım, bi3. Nazım Payam, “Kalp Büyümesi”, Sonrası Güldür Açar, s.70. 4. Nazım Payam, “Ben Kendimi Dağ Bilirim”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, Batı Yayın-Dağıtım, Elazığ, 2004, s.15.

87

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


yografi, otobiyografi ve fikir kitaplarıdır. “Şiir yazmak, şiiri kavramak” için çıkılan bu yolda şiirin yeri henüz “ders kitapları”ndaki metinlerle sınırlıdır. Payam, her nedense bu safhada şiir kitapları ve edebiyat dergilerine para vermeyi, yaşayan şairlerle tanışmayı akıl edemez. “Şiir yazmaya yeltenen, şiir yazmak için okuyan ben, o yıllar şiir kitaplarına hiç para vermemiştim. Ödünç denilen bir şey vardı, onu da kullanmamıştım. Zaten güçlü şairlerle iletişim kurmak aklımdan dahi geçmezdi. Okuduğum şiirlerin şairlerini -nedense- hep ölmüşlerdir, diye düşünürdüm.” (s.13) Bu sebeple onun gerçek manada şiirle tanışması, bahtsız ve yalnız bir şair olan Süleyman Bektaş’ı tanıması ile başlar. “İnsanlar da kitaplar gibidir. Birini tanırsın hayatın değişir. Duruşu, fikirleri, sesinin sıcaklığı bağlar kendine seni, kopamazsın. Ondan ayrı geçen saatler gurbete düşmüş saatlerdir. (…) Şükredersin tanıştığın güne. Minnet duyarsın tanıştıranlara. Onu sever, hayranlık beslersin.” (s.24) Süleyman Bektaş’ı Ali Öztürk, Bestami Yazgan ve Fırat Şiir Akşamları veya Hazar Şiir Akşamları vesilesiyle tanıdığı Bahaeddin Karakoç, Ali Akbaş, Yahya Akengin ve daha niceleri takip eder. Payam, “şiirde kelime seçiciliğini, konuyu tüllendirmeyi, sese akışa uygun biçim vermeyi” (s.14) söz konusu tanışmalar sonucu adı geçen şairlerden öğrenmiştir. Bunun için “öz şairle bir saatlik muhabbet, bir yıllık okumaya denk”tir ona göre. Denemelere yansıyan gerçek, son derece nazik, mülayim, hoşgörülü, sabırlı ve dost canlısı bir sohbet adamı olan Nazım Payam’ın fikrî, siyasî ve edebî sahalardaki birikimlerinin, önemli ölçüde çeşitli mekânlarda hayat bulan sohbet meclislerinden beslenip şekillendiğidir. “Tartışmam gereken konuları uluorta gündeme getirmem. Sohbetine müptelâ olduğumun konusuna da zemin hazırlar, masa üstündeki çerçöpü kaldırırım. Konu, uğraşımın dışındaysa mesafeli durur, çok zaman bir iki soruyla katılır, çoğunlukla dinlemekle yetinirim. Konuya göre adam, adamına göre konu seçimine genelde dikkat ederim. (…) Konuşup tartışılacak kişinin tabiatına, bilgisine ayrı bir dikkat gösteri-

rim. rim.” (s.27) Payam’ın şairliğe uzanan hayat yolundaki önemli dönemeçlerden birisi, öğretmen olarak atandığı Saruhanlı’nın bir köyünde Halil’i tanıyıp onunla dost olmasıdır. Yedi-sekiz yaşlarında anadan doğma kör, yetim ve “esmer tenli” zayıf bir çocuk olan Halil, insan coğrafyasının acılarla yoğrulmuş örneklerinden birisidir. Payam, aradan geçen uzun bir zaman; daha doğru bir ifadeyle ““uzun bir doluş”tan sonra, bir gece evinin penceresinden Bingöl’ün karlı tepelerini seyrederken Halil’i hatırlar ve “Yıldızlar Üşümesin” isimli şiirini yazar. Bir arkadaşının alıp Gül Çocuk dergisine gönderdiği şiir ona, Cahit Zarifoğlu Şiir Yarışması’nda ikincilik kazandırır. Pencereyi açık tut Yıldızlar üşümesin Bulutlanırken göğüm Bir köz olup konsunlar Şu sönük gözlerime Yıldızlar ağlamasın[5] “Yıldızlar Üşümesin”i farklı dergilerde (Çınar, Nilüfer, Erciyes, Güneysu, Berceste, Kültür Dünyası, Ardıç, Bizim Külliye, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Harput Çırası) yayımlanan diğer şiirleri takip eder. Ardından da 1994’te ilk şiir kitabı olan Sonrası Güldür Açar basılır. *** Nazım Payam için sanat, edebiyat ve şiir, hem beşerî hem de millî bir değerdir. Sanat, edebiyat ve şiir, kalabalıkları “güruh” olmaktan kurtarıp “toplumsallaşma sürecine ivme kazandırır”, “insanî değerleri tazeler”, insanlar arası “saygı ve muhabbeti öne çıkarır.” Çünkü “Yazarlar, merakı meziyet yapan erdem manifaturacılarıdır. Duygular, düşünceler, her alıcıya uygun his ve fikir kılıfı onların tezgâhında dokunur. Hayatlar ve hayaller yazarların teşhir salonlarında cem edilir.” (s.100) 5. Nazım Payam, “Yıldızlar Üşümesin”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.53.

88

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Yüzünü ışığa çevir Işığa Şavkı vursun sesine Sesin şafağa Söyle türkünü[6] “Sözün mühürdarı” olarak nitelenebilecek olan sanatkârların yetişmeleri ve yetiştirilmeleri elbette zordur; böyle bir başarı her millete ve her şehre nasip olmaz. “Sözün mühürdarını ve mensuplarını yetiştirmek, istenilen kıvama getirmek her millete, her il’e nasip olmaz. Öyle birden bire olacak iş değil. Asırları asırlara katlayan sancılar, sancıları dört iklim imbiğinden geçiren rüzgâr ister. Dağı eritmek, taşı yontmak, bulutu kıvamında bulmak; ilahî emir alacak duruluk, aldığını uygulayacak erenlik ister. En evveli de ‘üç zamanlı’ hayatta belirlenmiş hedefe atları kanatlı süvari ister, yiğit ister. Yol düşleri şerbetli her yiğidin yanı başında mavi ışık taşıyan sevgili ister.” (s.75-76) Nazım Payam, şiir ve şiiri konusunda son derece hassastır. Bu konuda sık sık kendini ve kendisi gibi şairliğe soyunanları sorguya çeker; hatta zaman zaman sert eleştirilerde bulunur. “Şairleri, kelime çengileri, abartı çığırtkanları, iç çelişkileri kaşıyıp kanatmakta usta büyücüler, genç kalma hastalığına tutulmuş boyalı şablon ‘olgun’lar, ‘sit alanı’ olduğuna inanan yapay aşk kulları, zevk narkozunu fesatça harcayanlar güruhuna benzetirim. Bu iç hesaplaşmam, şiirle doldurduğum yılları boşaltır, rahatlatır beni.” (s.52) Onun şiirde en çok önemsediği husus, “samimiyet”tir. Bunun için söyledikleri “saman alevi de olsa”, inanarak söyler. Gecede arasız Kendini acılara yediren ben Benden bana yürüyeni kim bilir Yorumladığım rüyadır şiir[7] Payam’a göre şair, şiire giden yolda “ân”ın duygusal patlamalarının tuzağına dikkat etmeli ve kendisine bir Molla Kasım edinmelidir. Çünkü ân, şairin geçiş noktasıdır. Bunun için şair ân’ın, 6. Nazım Payam, “Sonrası Güldür Açar”, Sonrası Güldür Açar, s.31. 7. Nazım Payam, “Şiir ve Ben”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.10.

öncesinin ve sonrasının yolcusu olmalıdır. “Yakınlarımın hastalığı esnasında şiirin duygusal şiddetinden ürkerim. Damıta damıta yönlendirmesine katlanamam. Yalayıp geçmez, çöreklenir kelimeler yüreğime. Kelebek kanadıyla taşınan duygu tozlu kelimelerin alt, üst, yan anlamları yumuşatmaya başlar beni, zayıf tarafımdan yakalar, gerçeğimden saptırırlar.” (s.50) Bir şiirinde şairi “sevda sırrı/Kalp sözlüğü biliriz.”[8] demesine rağmen Payam’a göre şiiri sadece “insan ömrünün Lâle Devri”ne hasretmek veya bu çerçeve içine hapsetmek mümkün değildir. Gerektiğinde hastasına sevdiklerine bağlılık ve yaşama sevinci verebilecek bir şiir arayışı içinde olan Payam’a göre “Şiire en çok yakışan (..) hüzündür. Hüzünden başka hiçbir don, şiiri zevk ve belagat vitrininde tutamaz.” (s.50) Ancak bu hüzün “günün kelime hovardaları”nda olduğu gibi “ithal” değil, yerli ve millî olmadır. Zira “Türk zevki, beşerî aşkta, otantik hüzün tecrübelerinden hoşlanır.” (s.50) Bir sonraki adım, otantik hüznün ifadesinde kullanılan söz sanatlarının “yalın ve nesneli” olmasıdır. “Şiirde abartısız nesne, bağbozumu şırasında tat verir.” (s.51) Bu bağlamda Payam, kumaşı Hint tezgâhında dokunmuş, nakışları Fars nakkaşlarınca işlenmiş, kesimi Paris provası sonrası gerçekleştirilmiş siyah şiirden; vatandaşlarını ikinci şahıs gören, sürekli ödül nöbeti tutan şairlerden ve şiir bürokratlarından hoşlanmaz. “Ciddiyeti zaafa düşüren şiirin, ikinci şahsı olmak istemem. Vatandaşlarını ikinci şahıs gören şairlerden de olmak istemem. Bu şairler, diplomasi yönleri ağırlıklı şiir bürokratlarıdırlar. Onlar ABD’nin, AB’nin, tangoyla karıştığı küresel mizahı gözyaşlarıyla dillendirir ama küreselliği hayatlarına bir kalıp olarak kullanmaktan çekinmezler. Araya sıkıştırdıkları ‘Hümanizma çok yaşa” temennisi de cabası… Bundandır ki şiir bürokratlarının hüznü benim hüznüme benzemez. Onların şiir kumaşı Hint tezgâhında dokunmuş, nakışları Fars nakkaşlarınca işlenmiş, kesimi Paris provası sonrası gerçekleştirilmiş, okudukça insanımızı yoran, siyah şiirdir. Yazdıklarıyla ödül nöbetindedirler hep. Sonrası ödülsüzlüğe örtülü, örtüsüz isyanlar.” (s.51) 8. Nazım Payam, “Biz Sözle İkiz Kardeşiz”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.20.

89

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Gençlere teselli ver, şâir Çocuklara bayramlık şiir Katar katar sevgimiz olsun Mısralarında dosta dair.[9] Nazım Payam “Benim Alıntılarım” başlıklı denemesinde şiir yazma sürecine dair pek çok sırrını bizimle paylaşır. O bu süreçte tam bir sessizlik ve vecd hâli ister. Aksi bir hâl, düşüncelerin dağılması kadar sanatta çok önemsediği samimiyetini yok edecek; yerini salt akıl ve onun “yaranma duygusu”nu alacaktır. Yazarken “tecrübe ve hisleri”ne dayanan Payam, elinden geldiğince bağnazlıklarını törpülemeye çalışır; ancak bu mutlak “objektiflik” anlamına gelmez. Onun yazma sürecindeki bir başka cebelleşme konusu da, kendinden önce yazanların “çığlıkları”dır. Kendisinin söyleyecekleriyle “uyum” içinde, düşüncelerinin “biraz daha filizlenip boy vermesini” kolaylaştıracak ve geçmiş ile bugün arasında köprü kurulmasına hizmet edecek olan metinlerden alıntılar yapmaktan çekinmez. Bu bağlamda o, Şeyh Gâlip’in dediği gibi, “çaldımsa mîri malı çaldım” demeyi yeğler ve “her yazının bir başka yazının adresi olduğu”nu söyleyenlere hak verir. “Biri, kapımı çalacak olsa dağılırım. Hane halkı, bu dağılmanın nelere sebep olacağını bildiğinden temkinlidir. Onlar, duymak istemediğim gürültülerin kalemimi körelteceğini bilir; bütün bağlantılarını koparır, bir başıma bırakırlar beni. Yazmaya yeltendiğimde bir kez düzenim bozulmaya görsün, dağılan düşüncelerimin ardı sıra giden, içtenliğimdir. İçtenlik gidince onun yerini dolduran akıl, her şeye uyum sağlayan yaranma duygusu gelir. Salt akıl, somut ayrılıkları dayattığından, asıl anlatacağım karşısında donakalırım. Yazarlar için objektif olmak bir mecburiyet olsa da ben bu konuda biraz sıkıntılıyım. Yazarken elimden geldiğince bağnazlımı törpülemeye ve tarafsız olmaya çalışırım; ama tarafsız olacağım diye kendimi bir kenara itemem. Her kalem sahibinin önceliği yazarak durulmak değil mi? Bardağımı taşıran damlaları anlatmaya9. Nazım Payam, “Arzu”, Sonrası Güldür Açar, s.63.

caksam sıkıntılarımdan, donukluğumdan nasıl kurtulurum. Yazdıklarıma yön veren içtenliğimin oluşumunu sağlayan tecrübe ve hislerimdir. Yalnız, yazarken bütün arınmışlığıma rağmen benden evvel kalemi ele almışların o sürgit çığlıklarından kolay kolay kurtulamam. Evvel söylenmişlerle âdeta/ soluksuz cebelleşir, kendimi kurtaracak bir yol arar, sonuçta onları da tecrübeme dâhil eder, bir iki cümleye teslimiyeti yeğlerim.” (s.107-108) El çekti duygular İçimdeki mevsimden Kafeslendi güvercinler bir bir Ak köpüklere karıştı Kıyıya vurup giden şiir.[10] Nazım Payam, ister şiirin biricik vasıtası, isterse millî bir değer olarak dil veya Türkçe hususunda son derece hassastır. Özellikle 1960’tan sonra merkez ve taşra dergilerinin ideolojik yaklaşımı ve duyarsız aydınlar yüzünden dil bilincimizin zayıflaması, dilin alanının daralmasından üzüntü duyar. İnsanımızı “bir Yunus güzelliğiyle, bir Kaşgarlı titizliğiyle, bir Nevâî inceliğiyle, bir Yesevî inancıyla” buluşturamamış olmamıza hayıflanır. Bir şiirinde dili için; Kınalı elde testi Dudaklarda izdivaç Duamız kadar nisan Ağza tat, ruha azık Uykulara salınan Özlemin gül yumağı Umudun ak pürçeği Dingin, diri, uyanık Türkümüz söylendikçe Düşlerimizin adı[11] diyen Payam’ın “vatan”ı Türkçemizdir. ■

10. Nazım Payam, “Kasım Günlüğü”, Sonrası Güldür Açar, s.60. 11. Nazım Payam, “Türkçem Benim Vatanım”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.11.

90

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


NAMIK YUSUF

A

kif, kendimizi tanıdıkça kendisini tanıdığımız ya da kendisini tanıdıkça kendimizi anladığımız müthiş bir akıl ve ruh adamı… Akif, yaşarken aydın bir insan olmanın sorumluluğunu kaybettikleriyle taşıyacak kadar özverili bir vatanperver, öbür dünyaya göçtükten sonra da yazdıkları ile çağları aydınlatmayı başarabilecek kadar aydın ve akılcı, bağımsızlığımızın zamanı kaplayan sesi olacak kadar gür ve diri bir ses, yeni cumhuriyetimizin âkif ve samimî bir değeridir. Her an “İstiklâl Marşı Şairi" diyerek andığımız Akif, “Korkma!” ünlemi ile başlayan marşımızda yiğit ve savaşçı bir millete seslenen sağduyumuz. Hile ve yalanın şeytanı bile şaşırtacak kadar diri ve karanlık olduğu bir insanlık çağının uyanık insanı. Korkulacak olanın nerede olduğunu kestirebilmiş bir sezgi insanı. Ve bir uyarıcı... Bağımsızlığımızın teminatı olan insanımızın sonsuz güvenci içinde ömrünü tamamlamış bir sabır abidesi. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” ifadesi ile geleceği planlayan ve yaşadığı toplumu tanıyan bir sosyolog. “Tüten ocak” iki kişi ve çocuklardan oluşan çoğalıp yeniden millet olan bir destana göndermede bulunur. O, tarihini; destan döneminden vakanüvisliğe oradan tarih yazarlığına ve strateji uzmanlığına varana kadar bilir ve planlar. Bilmek ve planlamak gerektiğine inanır.

Akif hayatında öncelikleri olan ve bu öncelikler içinde kendisi en sonda olan az bulunur insanlardan. Bir neyin yanık sesi, bir güreşçinin peşrevi Akif’in zevki olurken bir veteriner hekimin karışık hayvan anatomilerini bilmesi ise vatanın ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Akif, başı bulutların arasında kaybolmuş karlı bir dağ, etekleri envai türlü çiçekle ve otla örtülü uzun ve zorlu bir yolculuğun zirvesi… Aşağıdan bakıldığında yukarısı görünmeyen ancak ilim, çaba ve sezgi ile zirvesindeki ışığa ulaşabileceğiniz bir gökyüzü zirvesi, yukarıdan bakıldığında aşağısı görünmeyen ancak cesaret ve sabır ile nice hayatı içinde barındırdığını ve bu hayatlarla var olduğunu görebileceğiniz bir alçak gönüllü derviş… Gövdesi bir kültürü besleyecek cevher zenginliğini barındıran kutlu bir dağ gövdesi… Akif’in şiiri ise coşkun, bulanık bazen duru akan, bazen dağları yırtan suyunun miilletinin dili… Bir dağın duman, rüzgâr ve sudan oluşan dili… Akif’in yaşantısı ve Safahat’ı irdelendiğinde onun toplumu inşa etmeyi hesap eden mühendis bir şair olduğunu görürsünüz. Şiirlerini yazarken yaptığı hesabın ve gayretin kat kat fazlasını insanları için göstermiş, onları dimağında yeniden inşa ederek 'safalar' halinde “Küfe”, “Mahalle Kahvesi”, “Bülbül”, “Çanakkale Şehitlerine” gibi şaheser

91

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


yapıtlarla dilimizi donatarak unutulmaz bir kalıba dökmüştür. Bu durum bazen bir sezgi adamını, bir sosyologu, bir bilgeyi bazen de bir destan şairini çıkarır karşınıza. Akif şiirleriyle rolden role girer. Türk tarihi ona nasıl bir rol biçerse o da bu rolü kendi akışıyla akıtır yatağına. Şimdi Akif’i yeterince tanımak için hangi yönünü ele almak gerek şair yönünü mü, marş yazan Akif’i mi, insan Akif’i mi yoksa Müslüman Akif’i mi? Hangisini? Hangilerini?

Bir konuşmanın ardından

Geçtiğimiz günlerde (9 Ocak 2009 tarihinde) dergimiz Bizim Külliye ve İzzetpaşa Vakfı’nın organize ettiği Mehmet Akif konulu konuşmaya konuk olan Mengüşoğlu’nun ifadesiyle Akif’i tanıyalım: “Akif’in üç kimliği çok önemlidir: Birincisi İnsan Mehmet Akif, ikincisi Şair Mehmet Akif ve üçüncüsü Müslüman Akif’tir.” Mehmet Akif’i belli bir düzeyde tanımanın en önemli üç bakış açısı bunlar olsa gerek. Mengüşoğlu, İnsan Akif’i anlatırken onun doğduğu evde Kuran okunması ile başlıyor söze. Doğduğu evde Kuran okunması onun insan Akif ve Müslüman Akif kişiliklerini anlamada oldukça manidardır. Yaşadığı mekânın insanlarını ve kültürünü çok iyi tanır. "Seyfi Baba" şiiri buna en güzel örnektir. İnsanının hallerini ifade etmede, dramları dil kabına silinmemek üzere nakşetmede insan Akif’in büyük etkisi vardır şüphesiz. Akif de herkes gibi Osmanlı’nın içinde bulunduğu buhranı önemsemekte ve çareler aramaktadır. Bu çareler içinde İttihat ve Terakki de yer alır. Ama yine Akif, İttihat ve Terakki’ye yemin edilmeden girilemeyen İttihat ve Terakki'ye kendi İnsan Akif yaklaşımı içerisinde, yemin etmemek koşulu ile girer. Mithat Cemal, zengin insanın onun yanına zenginliğinden soyunmadan giremeyeceğini söyler. Eniştesinin evinde gördüğü şekerden dolayı eniştesiyle bir daha görüşmez. Çünkü çıplaklığı üzerine giyinmiş bir milletin şekere verecek parası yoktur. Şair Akif’i anlatmadan önce Müslüman Akif’i anlatmak istiyorum. Çünkü Şair Akif’te bu iki insanın dili ile karşılaşırız. Kötü ahlaka, hurafeciliğe, uydurma hadislere sığınanlara ve en çok da dini, ölüler dinine çevi-

renlere büyük öfke duyar. Bunları "Mahalle Kahvesi" ve diğer şiirlerinde dile getirir. Akif, dine akılcı yaklaşır. İnsanların statüler ile birbirinden ayrılmasına karşıdır. Mengüşoğlu’nun deyimiyle “O şark toplumunu hayata bağlayacak aşıyı bulmuş, kâinattaki ve Kuran’daki ilahî vahiyi okumayı bilmiştir. Amentüsünü dahi sorgulayabilecek kadar akılcıdır…” geleneksel hale gelmiş hiçbir inanç onun hayatında yer almaz. Şair Akif’te ise yaşadıklarının, gördüklerinin, ihtiyaçların ve inancının hitabı yer alır. O, hatiptir ve daima hitap eder. Kime nasıl hitap etmesi gerekiyorsa öyle hitap eder. Çünkü ona göre şiirin onda biri ilham, onda dokuzu ise alın teridir. Bu anlamda o bir şiir işçisidir.

Konuşma

Organizasyonda yer alan Bizim Külliye Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, konuşmasında; dergilerin yazar ve okuru buluşturma işlevi üzerinde durduktan sonra tertip edilen konuşmanın bu rol dâhilinde aydın kişileri halkla buluşturmak olduğunu dile getirdi. Sonraki konuşmacı İzzetpaşa Vakfı Genel Sekreteri Yard. Doç. Dr. M. Naci Onur, vakfın kuruluşu ve çalışmaları hakkında dinleyicileri bilgilendirerek kendilerini destekleyen nezih kitleyi hassasiyetlerinden ötürü tebrik etti ve kürsüyü asıl konuşmacı hemşerimiz Metin Önal Mengüşoğlu’na bıraktı. Mengüşoğlu, söze Filistin’de yaşanan insanlık dramını telin ederek başladı ve Harput’u, doğduğu yeri yad ederek dinleyicilerin gönül telini titretip Harput nağmelerine daldırdı. Sonra da Akif’e sıra geldi. Akif’i anlattığı bölüm akıcı ve Akif’in dilince anlatılan bir Akif’ti. Güzel Türkçesiyle anlattığı Akif konuşması genç dinleyicilerimizden aldığım tepkilere bakılırsa oldukça anlamlı ve etkili bir konuşma olmuştu. Bizim için anlamlı ve etkili olan konuşma ise siz okuyucularımızın da çok iyi tahmin edebileceği gibi sonrasında Bizim Külliye Dergisinde çayımızı yudumlarken misafirlerimizin can kulağı ile bir konuşup birbirlerini iki dinledikleri bölüm idi. İşte asıl Akif’i, şaşkınlığı, Filistin’i, Harput’u ve diğer düşündüklerinizi orada konuştuk. Siz okuyucularımıza ise ancak yukarıdaki bölümü armağan edebildik.■

92

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


Ruha şekil veren "Taş Ustaları" AHMET FARUK GÜLER

İçinde bulunduğum sıkıntılı anlarda eğer elimi uzatabileceğim iyi bir kitap varsa başucumda ve başlayabiliyorsam okumaya, bütün dertlerimden uzaklaşıp kendimi içinde kaybedebile-

varlığını koruyan bu muhayyileye tercüman olup yazıya dökmüş; taşları,

ceğim yepyeni bir dünya açılır önüme. Hikâyesi olan insanları sevmişimdir,

cuyu kendi iç dünyasına çeken, insanın doğayla olan mücadelesini yahut

taşlardan hareketle insanı anlatmasını bilmiş bir yazar. İlk sayfasından hareketle okuyu-

hele bir de söyleyişleri güzelse… Mahir Adıbeş’in “Taş Ustaları” adlı kitabı işte böyle bir zaman diliminde bana kapılarını açtı. “Taş Ustaları”, unutulmaya yüz tutan bir gele-

mücadeleden ziyade yaratılan bütün canlı cansız varlıklarla hemhal olma sürecini kitabına nakşetmiş. Bu bir mücadele değil elbette, çünkü taşa verilen her şekil insan ruhuna çizilen bir desen, onu

neğe yazılmış ağıt niteliğinde. Çoğu zaman etrafımızda olan fakat bakıp da göremediğimiz; görüp hissedemediğimiz cansız varlıkların hikâyesi bu eserle okuyucuya hatırlatılmakta. Bir kale duvarında yüzlerce yıl varlığını koru-

güzelleştiren bir eylem olarak vücut bulmuş. Modern dünyanın betonarme yapısı içerisinde var olmayan ruhsal iklim ancak eski dönem camilerinde, kümbetlerinde, kervansaraylarında insanla taşın münasebetiyle karşımıza çıkmakta, öylesi ya-

yan taş kütlelerin hikâyelerini hep merak etmişimdir. Onu olduğu yere yerleştiren bir ustanın varlığını; o ustanın bir hikâyesi olduğunu zihnimde tahayyül eder kendimce çıkarımlarda bulunurdum. Mahir Adıbeş bu güzel eserle yıllardır zihnimde

pılar içerisinde insan kendi özünü aslolan mutlak varlığın içinde idrak edebilmekte. Zaten Türk insanı taş ustalığını daha çok bu amaç doğrultusunda kullanmayı tercih etmiş, Batı kültürünün aksine ilahlık kavgasına girmeden yok olmaya daha me-

93

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


yilli ahşapta aramış kendini. Batılılaşmayla birlikte hayatımıza giren modern mimari taşı ruhsuzlaştırarak betonu keşfetmiş ve bugün hiçbir estetiğe sahip olmayan gulyabani gibi şekilsiz binaları modernleşme diye önümüze sermiş. Bu noktada Mahir Adıbeş devreye girerek unutulan bir geleneği ve bu geleneğin kültür dünyamızdaki yansımalarının önemini güzel bir eserle okuyucularla paylaşma yoluna gitmiş. Yazar, iç dünyasında birbiriyle örüntülü birden çok hikâyeyi anlatırken aslında her biri bağımsız olan bu küçük hikâyeler arasında geçiş noktalarında bazı küçük kusurlar sergileyebiliyor. Bir

noktasını merakla bekliyor okuyucu. Yazar, babası taş ustası olan bir çocuğun ruhi büyüme sürecini taşlarla olan iletişimiyle birlikte anlatıyor olması bu durumu bir nebze de olsa açıklıyor aslında. Bazen yazar, betimlemelere başvururken kuru bilgi aktarımına başlıyor ki bu durum eserin akışını bozabiliyor. Eserin bütününe baktığımızda usta kalem Mahir Adıbeş bahsettiğimiz bu hususların da üstesinden başarıyla gelebilmiş ve ortaya okuyucuların zevkle okuyabilecekleri bir eser vücuda gelmiş. Mahir Adıbeş, “Taş Ustaları”, Sütun Yayınları, İstanbul-2008

hikâyenin sonunu beklerken bir başka hikâye başlıyor ve eserin sonuna kadar bu hikâyelerin birleşme

hzl.

AHMET AYDOĞDU

tinde yaşamaya devam eden öğretmenlerdir. Onlar bizim öğretmenlerimiz. Mustafa Özçelik, Eğitime Adanmış Hayatlar, Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları, Eskişehir 2009.

Eğitime Adanmış Hayatlar

Her insanın hayatında derin izler bırakmış, ona yol göstermiş bir öğretmen vardır.Mustafa ÖZÇELİK bu iyi düşünülmüş eserinde bunu araştırıp okuyucuya sunmuştur.Ahmet HAŞİM den Yahya KEMAL e, TANPINAR dan Mehmet KAPLAN a kadar öğrencilerinde büyük etkiler bırakmış ulu çınarların gölgelerini görüyoruz bu eserde. Onlar her ne kadar dünyamızdan göçüp gitmiş olsa da izleri silinmemiş, öğrencilerinin zihninde, şahsiye-

Süveyda

Üzerinde yaşadığım dünyada her kıvılcım bir harf, her şekil bir sembol…Etrafımda yüzüyor kalemimin avları…Bana da onları yakalamak düşü-

94

eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8


yor…Böyle diyor Sergül VURAL. Binlerce yıllık şiir geleneğimizden kopmadan, son derece akıcı bir dil ve kendine özgü bir üslupla sesini bize duyuruyor.şimdiden şunu Söyleyebiliriz ki gümrah bir kaynaktan geliyor bu şiirler.Gelecekte de nice iyi eserler bekliyoruz Sergül VURAL dan. Sergül Vural,Süveyda,Laçin Yayınları,Şiir, Kayseri 2009.

Tarihten Gelen Ses

Öykülerinde ana izlek olarak dini unsurları ve dinselliği ön plana çıkaran yazar, konuyu anlatırken bireyin duygularından ziyade olaylar karşısındaki tutumunu yansıtmaktadır. Ahlaki değerlerin göz ardı edilmesi ve yapay ilişkilerin içtenliğin yerini alması, aile kurumunun yok oluşuna zemin hazırlamıştır. Ümit Fehmi Sorgunlunun öyküleri bu anlamda ötekileşerek benliğini yitiren bireyin açmazlarını göz önüne koymaktadır. Ümit Fehmi Sorgunlu, Tarihten Gelen Ses, Romantik Kitap, Hikaye,İstanbul 2009.

Geleneğin İzinde

Şair, kendine özgü bir üslupla mistik şiirin izini

sürmektedir bu eserinde. Ölümden sonrasına bir kapı aralamıştır. Dünya hayatının boşluğu, cennete duyulan özlem, Allah düşüncesi, nefsani duygulardan arınma gibi izlekler kullanılmıştır. Bu dünyadaki hayatın bir sorgusu yapılmıştır. Yer yer büyük şahsiyetlere ve peygamberlere göndermelerle dolu, gelenekten kopmayan bir eser geleneğin izinde. Bekir Oğuzbaşaran, Rubaiyyat-ı Oğuz, Geleneğin İzinde, Laçin Yayınları, Şiir , Kayseri 2009.

Sadaka Taşları

Osmanlının; kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine kazandırdığı yeni yöntem, vasıta, kurum ve kuruluşlar tanıtılmaktadır.özellikle sadaka taşlarıyla sosyal dayanışmanın ulaştığı zirve, göz kamaştırıcı boyutlarıyla dile getirilmektedir. Çoğumuzun anlamını bile bilmediği, önünden geçip de farkına varamadığı sadaka taşları, Osmanlı Medeniyetinde ihtiyaç sahiplerine yardım amacıyla içine çeşitli para ve değerli diğer yardımların konulduğu çeşitli şekil ve biçimlerdeki taşlardır. Sadaka taşları, duvar içinde açılmış bir oyuk şeklinde ya da yerden bir buçuk metre yükseklikte duvarda çıkıntı şeklinde farklı çap, ebat, şekil ve türde bulunan,silindirik, çoğu antik mermer sütunlardır. Sadaka veren kişi bu taşlar sayesinde kime sadaka verdiğini de bilmediği için, böylece sadakasına kibir ve riyanın karışmasını da önlemiştir. Bu eser, sadaka taşlarına ait bir çok fotoğrafla da içerik yönünden daha da zenginleştirilmiştir .Medeniyetimize ait zenginliklerle dolu eşsiz bir yapıt Sadaka Taşları. Nidayi Sevim, Medeniyetimizde Toplumsal Dayanışma ve Sadaka Taşları, Kitap Dostu Yayınları,n İstanbul 2009.

95

eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8


96

eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 0 8


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.