ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 17/2015
65
İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Basın ve Medya GIYASETTİN DAĞ Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Dağıtım İzzetpaşa Vakfı Danışma Kurulu Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR Prof. Dr. Tarık ÖZCAN Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL Dr. M.NACİ ONUR Uzm.Necati KANTER Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER KEMAL BATMAZ Ömer KAZAZOĞLU Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 80 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) bizimkulliye@gmail.com www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500
3
Nazım Payam Hangi şiir
5
Nâzım Hikme Polat röp. Taner Namlı
12
Vefa Taşdelen Poetika tarihinden bir kesit
38
Taner Tatar Şiire bal, şaire hemhal olmak
43
Yusuf Çetindağ Divan şiiri poetikasında ilham ve olağanüstülük
46
19
Namık Açıkgöz Klasik Türk poetikası
23
Nazire Erbay Klasik şiirde kadim kelamdan "söz"e
Sema Önal Şiir sanatı
Nuri Sağlam Poetika ve ontolojik huzursuzluk
27
Mustafa Özçelik Şiirin değiştirme gücü
30
50 60
Veysel Doğaner Tanzimat devri şiir poetikası
64
A. Faruk Güler Yahya Akengin Türk şiirinin kırılma Şiirin yelpazeleri noktalarından: İkinci Yeni şiiri
32
Celal Fedai Lütuf varsa şiir de var
34
Tarık Özcan Şiir dilin miracıdır
36
Seval Koçoğlu Edebiyatımızın nihayatsiz seferi...
66
Mahmut Bahar Salâhi Bey: Şiirin İlkeleri'ni yazan adam
70
İbrahim Tüzer İsmet Özel ve poetikasından bir kesit
73
M. Halistin Kukul Alp Erenlerin destan şairi
78
Necati Kanter Esma'nın gözleri
82
Serhat Işık Bir ömrün sonunda arzu
83
Soruşturma
106
Lütfi Parlak röp. Gıyasettin Dağ
109
Abdullah Satoğlu "Hisar" dergisi ve Hisarcılara dair
112
Osman Suroğlu
Muhterem Okurlar, Elinizdeki sayımızın dosya konusu, poetika. Otuza yakın şairimize “Bize poetikanızı anlatır mısınız?” sorusunu yönelttik. Kimi şairimizden de sorgulayıcı yanını öne çıkaracak yazı talebinde bulunduk. Gayemiz duygu ve düşünce dünyamızı etkileyen, tetikleyen şiir söyleme nedenini anlamaya çalışmak; günümüz şairlerinin kendi şiirlerine dair görüşlerini hem şiir sevenlere aktarmak hem de yarınlara taşımak. Ortak görüşler ağırlıkta ancak edebiyatımızı besleyip gürleştiren farklılıklar da dikkatlerinizden kaçmayacaktır. Fakat aslolan şair-şiir-poetika üçlüsünün aynı düzlemde olup olmadığı. Bu arada poetikaların üçüncü gözden nasıl göründüğü de bir o kadar önemliydi. Onlara da yer açtık. Umarız duygu ve düşünce dünyamızı etkileyen şairlerimizin sözleri kör noktamıza ışık tutmuştur. Gelecek sayımızın dosya konusu ise Edebiyat ve Psikoloji. Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Hangi şiir NAZIM PAYAM
H
Kimi edebiyatçımız acemi devresinde halk şiirinin suyuyla bir iki yıkanır. Bu, rahatlıkla yazabilirim sanısından kaynaklanan bir heves teşebbüsüdür. Halk edebiyatımızın bütün türleri yazmaya umutlandırır insanı. Ama ozan ve âşıkların ilhamı, ifadesi başka!
alk şiirimiz türkülerle ayakta. Masallar, efsaneler, destanlar; yuvanın, sokağın büyülü sıcaklığını eriten dijitalin elinde kaldı. Artık anneler bebelerine ninni söylemiyor, çocuklar bilmece bulmaca oynamıyor, nineler gençleri maniyle uyarmıyor, ihtiyarlar yiğitlemeleri unuttu. Bir türkülerimiz kaldı günlük hayatta. Türküler hatırlatıyor halk edebiyatını. Semai imiş, ağıt imiş, koşma imiş; ne fark eder, yeter ki bir beste eşliğinde gelsin. Onun arılığı duruluğu, içinde barındırdığı samimiyet her şeye rağmen ilelebet sürecek. Severiz türküyü. Nerede, hangi mevkide, nasıl bir yaşantıyla hemhal olursak olalım, vaktini kollar döne gide uğrarız kapısına. Çok zaman efkârımızı da neşemizi de ona söyletiriz. Bir de içlendiğimiz konuyla örtüşeni yok mu? Karasında teselli, akında umut… Neler söylemez ki bize. Mest olur, tekrar tekrar dinleriz. Ama türkünün içinde bulunduğu anlatım tarzını çağımız şiirinde göremez, hissedemezsiniz. Hele benim şiirimde. Sanırım dertleştiğim, gönülden söküp atamadığım türkülerin gölgesi dahi şiirimle çelişir. Bazı şeyler eskitilmeden, yitirilmeden değişim olmuyor. Türkü kolektif serüvenin, paylaşılan hayatın, ortak hafızanın eseri; benim şiirim, benim. Yaşadığımız dönemin edebiyatı okura, sırrını bütünüyle açmıyor. Kiraya verilecek ev gibi ona, sanatın özenilmiş, kafa yorulmuş odalarını, mutfağını, balkonunu gezdiriyor. Sır ortaklığı herkesin bildiği gerçekten ibaret. Özellikle şiirde. Şair, edebî görevinin gereği duygusunu yoğunlaştıran nedenin yalnızca bir kısmını somutlaştırıp yansıtıyor. Ötesi, okurun malik olduğuna, okuma alışkanlığına, analiz gücüne bağlı: Konu kişiden kişiye bu yolla daralıp genişliyor. Bugünün şiirine yüklenilen anlam, birbirine teğet halkalardan oluşuyor. Kişinin herhangi bir şiirde tutunması kendi iç âleminin dayanaklarından geliyor. Şiir zevkimiz ses bozukluğunu, yanlış kelime seçimini, mısralar arası uyum3
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
suzluğu nasıl kaldıramıyorsa sırrını bütünüyle açan şairden de öylesine hoşnutsuz, huzursuz oluyor. Ne yazık ki ben de herkes kendi hüznüyle ağlasın istiyorum, şahsi bölgeye girmekte ısrarcı olanlara sadece tebessümle yetiniyorum. Kimi edebiyatçımız acemi devresinde halk şiirinin suyuyla bir iki yıkanır. Bu, rahatlıkla yazabilirim sanısından kaynaklanan bir heves teşebbüsüdür. Halk edebiyatımızın bütün türleri yazmaya umutlandırır insanı. Ama ozan ve âşıkların ilhamı, ifadesi başka! Onlara öykünen şerbetli değilse yalnızca taklitle yetinir. Şiirde kulaç atmaya başlayan şairimiz, uğraşını uzatmak, özgünlüğünü bulmak niyetindeyse eğer koşar adım zamanın ırmağına dönmek zorundadır. Çünkü kusurlu, eksik içselleştirme olmaz. Peyami Safa, halk şiirine heveslenen ve orada kalış süresini uzatan sazsız şairleri “Şiir ve Folklor” isimli köşe yazısında şiddetle kınar: “Halk şiirini yazmaya saz şairinden (ozan) başka hiç kimsenin ne kabiliyeti ne de hakkı vardır. O adam başka adamdır; Atillâ doğduğun yer hangi Anadolu köyü olursa olsun, sen, başka bir kültürün ve havanın çocuğu, o olamazsın. Bu işi onun elinden alma. Almaya çalışmayınız, gençler! Ayran çanağıyla şampanya sunmayınız. Trubadur’un lirikliği, saflığı ve bilgisizliği taklit edilemez. O yalnız kendi şartları içinde mümkün ve güzeldir. Örnek değil, ham maddedir. Kutsi’ciğim çok aldanmıştır. Şiirden geriye dönülmez.” Safa, o yazının son paragraflarında okuruna “Dünyanın hangi büyük şairi -affedin, beni bin kere affedin- folklor maymunudur?” sorusunu yöneltir. “Hiçbir şehir köye benzemediği gibi, hiçbir kültür şiiri de halk şiirinin naziresi olamaz.” der. “Güzel bir halk şiirinin daha güzel bir taklidine hiçbir yerde” rastlanamayacağını vurgular. Alanı genişletmek, derinliği artırmak için yeni kalıp, yeni eda aramamızı önerir ve Fazıl Hüsnü Dağlarca örneğini haber verir. “Şiir ve Folklor” 19 Mart 1950’de Ulus gazetesinde yayımlanmıştır. Tam altı yıl sonra, A dergisinde, Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” denemesi yankı uyandırır. Peyami Safa, komple yetkin bir edebiyatçı, Cemal Süreya ise şiiri hâlâ dorukta bir şairdir. Yine İkinci Yeni akımı ve Papirüs dergisi denilince akla ilk gelen isim Cemal Süreya’dır. Her ikisi de farklı görüşlerin temsilcisidir. Farklı kaygı-
larla kaleme almışlardır o yazıları. Lakin geleceğin şiiri üzerinde aynı temayı paylaşıyorlar: Özgünlük. Bugünün edebiyatında özgünlüğün mantığını dolduran husus, edebiyatçının çağının insanı olması, birikimi, ifade tercihi ve sanat egemenliğini kişisel limitiyle ölçmesi… Ayrıca dilini, üslubunu, temasını dış dayatmalara karşı savunmakla kalmayıp kitlesine kalem aşısı vurabilmesidir. Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” savı, bir yanıyla da kişiye, özgünlüğü öncelemeyi gerektiriyor. Bunun hükmü hangi vakte kadar sürer bilmem. Fakat günümüzde sanat eserlerinin ilkelerini belirleyen “ben” gerçeğidir. Geçerli olgu böyle olunca tabii ki Orhan Veli’nin önermesi de ayrıcalık kazanıyor: “Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göremeyiz. Bina tamamiyetini ancak bu harçla temin ettiği zamandır ki, onu teşkil eden tuğlaları teker teker görmek, onların vasıfları üzerinde düşünmek fırsatını elde ederiz.” Artık bir kişi bir başka kişinin, bir grup bir başka grubun piramidine tuğla taşımaktan kaçınıyor. Uzlaşır veya uzlaşmaz görünen savlar, dikenli telle örülüyor. Geleneğin kılcalları nicelerinin esin kaynaklarını adressiz bırakıyor. Şiirini sandıksız, bohçasız, imgesiz sunanlar umursanmıyor. Evet, edebiyatçımız geneli, okur, hane içinden biri olmayı erteliyor. Lakin hangi yöne dönsek, parçalardan mevcut bütündür muhatabımız. Söz konusu ‘özgünlük’ olunca kimileri çağdaş edebiyatçıyı (şairi) sorunlara, acıtıcıya, kadim kültür katmanlarına duyarsız görüyor. Onun dürtülerden, meraklandırıcı bakışından, sorgulayıcı niyetinden çekiniyor. Dürtüleri, bakışları, niyetleri anlamsız öfkeye ek olarak niteliyor. Düşüncesine, duygusuna uzandığında dağınıklığa karışmaktan, kaybolmaktan korkuyor. Girdaba düşeceğini sanıyor. Kopuşları, karşıtlığı dillendirip pürüzsüzleştiren çabasını hafife alıyor. Kişilikli tavrın karşılığını aramaktan ürküyor. Eskilerin yokluğuna hayıflanıyor. Oysa kişinin “bana özgü” dediği gizli sebepler yenilendikçe elbette ölçütler değişecek; arayışlar çeşitlenecek; yargı, nabzı vuran her hücrenin meçhulüne eğilecektir. Hem kendi külünden doğan toprak şairlere; Yunuslara, Mevlanalara asıl kıymet, durmaksızın yenilenen seslerden gelmiyor mu? Öyleyse bir şair için asıl mesele “karanlıklar içinde insana eğilen” şiiri bulmak.■
4
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
NÂZIM HİKMET POLAT ile poetika üzerine
Şiir sanatı hakkında kanaat beyan edenler de sanatı bir adım daha ileriye taşımak amacıyla yazar veya konuşurlar. Bunların bir kısmı bir veya birkaç nesil önce söylenmiş şeyler de olabilir.
TANER NAMLI
Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT 1955 Bahçecik-Oltu doğumlu. Yüksek tahsilini Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yaptı (1979). 1981-1985 yılları arasında Atatürk ile Yüzüncü Yıl Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Aralık 1984’te doktor unvanını aldı. Cumhuriyet Üniversitesinde (Sivas) 1985’te yardımcı doçent oldu. 1993’te doçent ve 1999’da profesör oldu. 2001’de Niğde Üniversitesine geçti. 2004-2007 arasında Doğu Akdeniz Üniversitesinde (Magosa-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) çalıştı. 2009’dan beri Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesidir. 01 Mart 2012’de Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne dekan olarak atandı. Çeşitli bilim, kültür ve sanat dergilerinde şiir, hikâye, makale vb. kalem tecrübeleri yayımlandı. Ayrıca, “Türklük Bilimi Araştırmaları” adlı uluslararası bilimsel bir dergi çıkarmaktadır. Nâzım H. Polat, Tanzimat sonrası kültür hayatımızın süreli yayınlarda saklı bulunduğu inancıyla çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmıştır. Şahabettin Süleyman, (1987), Müdafaa-i Milliye Cemiyeti (1991), Külliyatına Girmemiş Yazılarıyla Ömer Seyfettin (1988), Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine -Cevat Rüştü'den Bir Güldeste (2001), Bir Jöntürk'ün Serüveni -Dr. Şerafettin Mağmumi'nin Hayatı ve Eserleri (2002), Rübap Mecmuası ve Meşrutiyet Dönemi Türk Kültür ve Edebiyat Hayatı (2004) eserlerinden bazılarıdır.
Sizinle poetikalar üzerine konuşmak isteriz. Hay hay. Ancak sorularınıza geçmeden önce bana ne kadar zaman, derginizde ne kadar hacim ayırabileceğinizi öğrenmeliyim. Sözü uzatmamak veya yeterli açıklamayı yapmadan sözü bitirmemek için gerekli bu. Süre size bağlı; dört beş sayfalık hacim ayırabiliriz. Türk edebiyatı tarihçiliğiyle ilgili bir makalenizde “Yarım saat içinde edebiyat tarihçiliğimizin tarihini yazamasak da hikâyesini dile getirebileceğimizi sanıyorum.” diyor ve “Klasik edebiyatımız döneminde, şiire dayalı edebiyatımızın tarihçiliği şuara tezkireleriyle yapılıyordu.” cümlesini ekiliyorsunuz. Makalenizin ilk paragrafında akla gelen soru şu: Edebiyat tarihimizin omurgasını oluşturan şiir ve şairler mi? Önce, bahsettiğiniz yazının edebiyat tarihçiliği hakkındaki bir çalıştay bildirisi olduğunu ve daha sonra bilimsel yayınlar yapan bir internet sitesi tarafından kullanılarak yaygınlaştığını, hâlbuki Yenileşme Devri Türk Edebiyatından Çizgiler (2012) kitabımıza bazı değişikliklerle alındığını belirtmeliyim. Ancak klasik edebiyatımızın şiire dayalı olduğu yolundaki kanaatimiz değişmemiş, hatta daha başka yazılarımızda da tekrarlanmıştır. 5
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Daha önce şiir hakkında görüşlerini dile getirenler, genel anlamıyla edebiyat hakkında konuşmuşlardır. Fakat Haşim, şiiri öteki edebî türlerden tamamen ayırmıştır. Hatta şiir ile nesir türleri arasına tam bir duvar ördüğü söylenebilir. Bu poetika, sembolizmin Türkçedeki en özlü ifadelerinden biridir. Şuara tezkirelerinin tamamı değil yalnızca bir tanesi, Gûftî’nin Teşfirat’ş-şuara’sı manzumdur. Konunun ilginç tarafı şu: Tezkire dediğimiz şey, şairlerin hayatını, edebî şahsiyetini, eserlerini anlatmak için yazılır. Böyle bir konunun bile manzum yazılabilmesi için edebî hayatta şiirin bugün hayal edemeyeceğimiz ölçüde nazma kıymet veriliyor olması lazımdır. Yenileşme döneminde, Ziya Paşa’nın, Harabat Mukaddimesi’nin “Ahral-ı Şuara-yı Rum” başlıklı kısmı da kısacık bir edebiyat tarihidir ve manzumdur. Tahirü’l-mevlevî’nin Başlangıcından Tanzimat Devrine Kadar Edebiyat Tarihimize Bir Muhtıra’sı da manzum olup Gûftî ve Ziya Paşa’nın eserlerini tamamlayıcı niteliktedir. Destan geleneğinin devamı sayabileceğimiz tarih kitapları da vardır. Firdevsî-i Rumî’nin Kutubname’si, Nadirî’nin Şehname’si, Şükrî’nin Selimname’si, Abdullah Hatifî’nin Timurname’si, Asafi Dal Mehmet Çelebi’nin Şecâatname’si, Harimî’nin Gonca-i Bağ-ı Murad’ı, Enverî’nin Düsturname’si ve Seyyid Muradî’nin Gazavat-ı Hayreddin Paşa, Hadidî’nin Tevarih-i Al-i Osman adlı eserleri manzumdur. Bir vak’a etrafında yazılan yani tahkiyeli (anlatma esasına dayalı) mesnevilerin, halk hikâyelerinin, gazavatnamelerin de manzum olduğunu hatırlayalım. Bütün bu örnekler, klasik edebiyatımızın omurgasını, şiirin, manzum söyleyişin oluşturduğuna yeterli delillerdir. Şiir dünyası zengin bir millet olmakla beraber şiir sanatı üzerine görüşlerini beyan etme bakımından zengin bir millet sayılabilir miyiz? Şuara tezkirelerinde şairler ve sanatkârlıklar değerlendirilirken, şüphesiz şiir sanatı hakkında görüşlerle hareket edilmiştir. Şiir söyleyip yazıp da
üzerine düşünmemek olur mu? Her türlü şiir zevki, aynı zamanda şiir üzerine farklı bir görüştür. Müstakil bir kitaba rastlanmasa da bazı Divan şairleri, Divan ön sözlerinde (dibace) şiir anlayışlarına dair ipucu hükmünde bilgiler vermişlerdir. Bazen bir beyit, bir kıt’a ile şiiri vasıflandırdıkları da görülür. Bunların genel karakteri, şiiri ilahî bir lütuf olarak görmek, tarif etmektir. Şiirin şekil bilgisi konusunda ise, daha zengin ve müstakil eser bazında kaynakça zikretmek mümkündür. Aruz risaleleri gibi… Şiirin şekil bilgisi konusundaki diğer bir bilgi kaynağı da geleneğin ta kendisidir. Birçoğunun okuryazar olduğu şüpheli âşıklar, bir koşma söylerken belli bir vezin, vezin içinde durak, kâfiye, redif, mahreçleri birbirine yakın veya aynı seslerle kurulan ahenk içinde söyleme gereğini gelenekten öğreniyorlar. Şu hâlde şiir üzerinde düşünmek hususunda değil ama bu düşüncenin ifade vasıtaları bakımından çok zengin sayılmayız. Çünkü bütün bunlar bir sistem arz etmez. Buna rağmen, tam bu noktada, sorunuz başka kelimelerle sorulabilir: Bizde neden bir Platon, bir Aristo yok? Evet, bu hususta bir tembelliğimiz bulunduğu söylenebilir. Yenileşme döneminde ise durum epeyce değişmiştir. Hikmet-i bedayi kitapları, şiir yanında genel olarak sanatın kaynağı, mahiyeti, iç ve dış şartları, toplumsal fayda ve ferdiyetçi sanat anlayışları vb. konulardan bahsedilir. 20. yüzyılın başlarından itibaren ise, aynı türden eserlerin iyiden iyiye çoğaldığı görülmektedir. İletişim vasıtalarının hayli zenginleştiği günümüzde, bu soru artık değerini kaybetmiştir. Özel olarak şiir, genel olarak sanat meseleleri etrafında Amerika’da, Avrupa’da veya bu konuda cevval sayacağımız herhangi bir ülkede ne kadar yazılıp çiziliyorsa, Türkiye’de de o ölçüde üretim yapılmaktadır.
6
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Türk edebiyatında asıl büyük değişimi/değişimleri meydana getiren tesiri ve katkısı bakımından hangi poetika metinlerini önemsiyorsunuz? Edebiyat ve özel olarak şiir hakkında yazdıklarına “poetika” adını veya başlığını koymamış olsa bile, Namık Kemal’in kanaatleri, en az yedi asır boyunca Türk aydınını kendine bağlamış olan bir sanat anlayışını sarsabilmiştir. Namık Kemal, Divan edebiyatının hayal sistemini alaycı ve çok mübalağalı biçimde eleştiren, yerden yere vuran görüşleriyle, edebiyatın (özellikle şiirin) yatağını değiştirmiştir. Bunu ferdiyetçi anlayış yanında toplumsal faydacı anlayışla tanışma olarak değerlendirmek yanlış sayılmaz. Keza Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşa” makalesi, doğrudan şiir sanatı olmaktan ziyade dil meselesi etrafında dönse de, kalem şuarasına, halk şiirine yönelmeyi tavsiye etmesiyle önemlidir. Şinasi şiir sanatı hakkında görüş bildirmemiş fakat “lisan-ı avam üzre” manzumeler yazmıştır. Bugün bu tür çıkışlarının artık bir değeri kalmamıştır. Fakat Tanzimat yıllarında konuşma diliyle yazı dili arasındaki farklılığı azaltıcı bu çeşit beyanlar, şiirin mecrasını farklılaştırmış, alanını genişletmiştir. Ferdî tecrübeler bir yana, Edebiyat-ı Cedide topluluğunun az çok ortak ilkelerle hareket edişi, edebiyat hayatına önemli bir canlılık getirmiştir. Sanat ve özellikle şiir üzerinde tartışma yoğunluğu, bu canlılığın kanıtıdır. Tevfik Fikret ve Cenab’ın poetika olarak nitelendirilebilecek yazıları vardır. Yahut şöyle demek daha yerindedir: Onların tenkidî yazılarından, Edebiyat-ı Cedide poetikası elde edilebilir. Aynı şeyleri II. Meşrutiyet devrinin ferdiyetçi sanat anlayışını temsil eden Fecr-i Âtî ve toplumsal faydacı sanat görüşüyle yola çıkan Millî Edebiyat hareketi için söyleyebiliriz. Yani bunların “poetika” olarak adlandırdıkları bir metin yoktur ama şiirin iç (şiirselliği sağlayan unsurlar) ve dış (şiirin okuyucu kitleleri karşısındaki tutumu, toplumsal konulara bakışı vb.), meselelerinde, bunların birine veya birkaçına dair görüş belirten pek çok metin vardır. Söz gelimi Tevfik Fikret’in “Musahabe-i Edebiye”, “Rûh-ı Eş’arım”, “Tefelsüf ”, “Resim Yaparken”, Kendi Kendime”, “La Danse Senpantine”, “Heykel-i Giryan” gibi şiirlerindeki sanatla ilgili kanaatleri üst üste koyduğumuzda adeta Servet-i
Fünun’da yazdığı “Musahabe-i Edebiye”lere benzer bir metin elde edilir. Hatta bu başlıkla, yani “Musahabe-i Edebiye” başlığıyla, edebî hayatla ilgili görüşlerini dile getirdiği bir manzumesi de vardır. Cenap Şahabettin’in “Şiir Nedir?”, “Şair Kimdir?”, “Mesele-i Evzân”, “Vezin ve Ahenk Meselesi”, “Tabiata Karşı Şair” gibi birkaç yazısı birlikte düşünüldüğünde bir poetika ortaya çıkarılabilir. Mehmet Emin Yurdakul, Türkçe Şiirler (1897) kitabının başına, âdeta bir poetika olması düşüncesiyle “Biz Nasıl Şiir İsteriz?” adlı bir manzume koymuştur. Bu manzumede, şiirin toplumsal sıkıntılarını dile getiren hatta onlara çare arayan metin olması yönünde bir tercih dile getirilmiştir. Faruk Nâfiz Çamlıbel’in “San’at” şiiri meşhurdur ve sanatla millîleşme düşüncesinin yansımalarından biridir. Listeyi uzattıkça uzatabiliriz. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde en etkili poetika, şüphesiz, Ahmet Haşim’in önce “Ma’na ve Vuzuh” daha sonra “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” başlığıyla yayımlanan yazısıdır. Bu metin, şiirle ilgili asli meselelerin tamamı hakkında görüş beyan etmektedir. En orijinal tarafı şudur: Daha önce şiir hakkında görüşlerini dile getirenler, genel anlamıyla edebiyat hakkında konuşmuşlardır. Fakat Haşim, şiiri öteki edebî türlerden tamamen ayırmıştır. Hatta şiir ile nesir türleri arasına tam bir duvar ördüğü söylenebilir. Bu poetika, sembolizmin Türkçedeki en özlü ifadelerinden biridir. Yahya Kemal Fransa’dan döndüğü 1912’den itibaren şiir sanatı hakkında düşünenler üzerinde en çok tesir bırakanlardan biridir. Daha 1912’de şiiri -en kısa biçimiyle- “derunî âhenkle söylenmiş mısra” olarak tarif etmiş ve daima bu görüşünü tekrarlamıştır. Mehmet Emin Yurdakul’un manzumesinin başlığı, “Biz Nasıl Şiir İsteriz?” sorusu daha sonra çok tekrarlandığı için Yahya Kemal istediği şiiri yazamayıp bu soruyla oyalananları şöyle alaylı cümlelerle ifade eder (Edebiyata Dair’den okuyalım): Fikirlerini hususî ıstılahlarla hayli izah ettikten sonra yumruklarını asabî bir hareketle sıkarak ve yüzüme bakarak “Biz nasıl şiir isteriz, anlatabiliyor muyum?” diyen bir gence dedim ki: Sizin istediğiniz şiiri ben söylersem ve siz dinlerseniz mükemmel
7
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
bir şey olmaz. O şiiri benden ve herkesten iyi siz söyleyebilirsiniz, ben ve benim gibiler de dinler ve mehmâ-emken [olabildiğince] anlamaya çalışır. Biz anlamazsak elbette anlayanlar bulunur, siz de bir cemaatin başı olursunuz. Ben ancak benim duyduğum bir şiir varsa ve o şiiri de söyleyebiliyorsam insanların nazarında bir değerim vardır. Yani Yahya Kemal diyor ki şiir üzerine görüş belirtmek yerine o şiiri yazabilmek daha önemlidir. Buna rağmen, ömrü boyunca Balkan’a Seyahat (1923) adlı bir risaleden başka bir kitap yayımlamamış olan Yahya Kemal’in şiir sanatı hakkında pek çok konuşma metni veya mektup ait parçası bulunmaktadır. Bunlar Edebiyata Dair’de (1971) toplanmıştır. Özellikle “Derunî Âhenk ve Öz Şiir”, “Sual ve Cevabı”, “Şiir ve Müddea” başlıklı yazılardan bir poetika elde edilebilir. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal tesiri II. Meşrutiyet yıllarından beri daima var olagelmiştir. Ancak her ikisinin en etkili olduğu dönem 19201940 arasıdır. Orhan Veli bu yüzden, poetikasını kaleme alırken, bu iki şairi hedefe koymuştur. Garip Mukaddeme’sinin özü, geleneğin öğrettiği her türlü kuralı yok saymaktır. Sanat kuralları her zaman bir bağlayıcılıktır. O kuralları aşabildikten sonra sanatkârlıktan bahsedilebilir. Garip hareketinin geleneğin oluşturduğu kuralları bir yana itmesi, içinde sanatkârane bir kabiliyet ve ceht taşımadığı hâlde sanatkâr görünmek ve tanınmak isteyenleri de cesaretlendirmiştir. Bu durumun doğal sonucu, sayıca fazlalık ama kıymet bakımından irtifa kaybıdır. Böylesi müptedilerin yönü, sanata doğru değil kolaycılığadır. Sanatta, kabul görmüş bir kuralın aleyhine davranmak için ilgili kuralların cenderesinden geçebilmiş, onu aşabileceğini ispat etmiş olmak gerekir. Nitekim Orhan Veli, heceyi de aruzu da üstün başarıyla kullanabiliyordu. Ölümünden sonra yayımlanabilen son şiiri de aruzladır. Hülâsa Garip (1941) Mukaddeme’si, poetika olarak çok geniş bir kitleyi etkilemiş ama etkilenenler arasından bir Orhan Veli çıkamamıştır. 1940’lı yıllardan sonra “poetika” niyetiyle pek çok yazı yayımlandığı görülmektedir. Fakat bunlar arasından merhum hocam Prof. Dr. Kaya Bilgegil’in henüz 23 yaşındayken 1944’te Cehennem Meyvası adlı mensureler kitabının önsözü “Şiir ve Ma’badı”, apayrı bir yere sahiptir. Çünkü
kolaycılığı sanat sananların aksine o, Ahmet Haşim-Yahya Kemal çizgisini yenileştiren bir poetikadır. “Etki alanı geniş midir?” diye soracak olursanız “Evet” diyemem. Kolaycılığın dayanılmaz hafifliğine teslim olanlar, ilhama bile güvenmeyip “Eğer onlar kalıcı duygularsa şairi tekrar tekrar yoklayacaklardır.” diyen Bilgegil’i anlayabilmek için yeterli donanıma sahip değillerdi. Necip Fazıl, şiir sanatını metafizik zemine oturtmaya çalışmasıyla diğer bütün poetika sahiplerinden ayrı bir konumdadır. Bundan dolayı onun şiirine hep bir ideolojik sinyal bakılmıştır. Doğal sonuç şiir ve şaire karşı tam bir ilgi patlamasıdır. Benzer şeyleri Sezai Karakoç için de söylemek yanlış sayılmaz. Poetika görüşleriyle yeterli dikkati çekmediğini düşündüğüm şair, Behçet Necatigil’dir. Çünkü o da daha çok şiirin iç meselelerini önemsemiştir. Salah Birsel, poetik görüşlerini içeren yazılarını birleştirerek Şiirin İlkeleri (1952) adıyla kitaplaştırmıştır. Birsel bu kitabın Türkçedeki ilk poetika olduğu iddiasındadır. Şiirin İlkeleri’nde şairin ve şiirin toplum meseleleriyle ilgisi değil, şiirin iç meseleleri yani biçim, ahenk, dil ve üslup gibi konulara değinilmiştir. Şair kadar okura da görev yükleyen bu poetikanın yeterince yankı uyandırmadığı kanaatindeyiz. Nâzım Hikmet’in şiirin meseleleri konusunda söyledikleri, Salah Birsel’in söyledikleri yanında pek azdır. Fakat gerek şiiri gerekse poetik görüşleri bakımından en etkili isimlerdendir. Çünkü onun tercihi, “bilimsel sosyalist bir yazar olarak, öz’ün biçimi belirlediği” yönündedir. Yani şiirin iç meselelerinin (estetik cephesi), konu ve tema ile şekillendiği görüşündedir. Bu kanaatin donanımlı veya donanımsız geniş kitleler tarafından ilgiyle karşılanacağı açıktır. Sanatın toplumsal ve siyasi eğilimlerini önceleyen her şair, sanatın iç meseleleriyle ilgili görüş beyan ederden, her zaman, daha çok ilgi görmüştür. Günümüzden de bir isme değinmek isterim. 1970’lerin slogancı ortamında, şiire, önce “estetik kaygu” ile bakabilen Yağmur Tunalı… Onun 2009’da çıkan Melal Burcu adlı ilk şiir kitabının baş tarafına koyduğu ve bir kısmı 1970’li yıllarda yayımlanmış “Şiiri Anlatamayan Notlar”, “Sanatta Devam Fikri Üzerine Notlar”, “Şiir Düşünüyor muyuz?” gibi yazıları, yeni bir “Şiir
8
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ve Mabadı” (K. Bilgegil) huzurunda olduğumuzu hatırlatmaktadır. Ne yazık ki Yağmur sesi, gürültülü ortamda, melal burcunda bir nağme olarak kalmaya mahkûmdur. Şairin poetikasını ortaya koyması neden önemlidir? Gerek bilim gerekse sanat dallarında teorik görüşler birer içtihattır. Bir dinî terim olan “içtihad”ı şundan dolayı kullanıyorum: Malum, müçtehitlere yanıldıkları noktalarda bile sevap verildiği kabul edilir. Çünkü onların halisane niyetlerle bir meseleyi aydınlığa kavuşturmak ve çözüm aramak gayretiyle hareket ettiğine inanılır. Şiir sanatı hakkında kanaat beyan edenler de sanatı bir adım daha ileriye taşımak amacıyla yazar veya konuşurlar. Bunların bir kısmı bir veya birkaç nesil önce söylenmiş şeyler de olabilir. Mesela Recaizade’ye kadar şiiri tarife yeltenenler, önce “söz”ü nazım ve nesir diye ikiye ayırıp sonra şiiri nazmın sınırları içinde “manzum ve mukaffa (kafiyeli)” diye nitelendirirlerdi. Recaizade Mahmut Ekrem bu kaydın gerekli olmadığını söyledikten sonra herkes sözbirliği etmişçesine şiir için bu kaydın koyulamayacağını beyanla söze girerler. Üstelik Recaizade ile ayrı kutupta olanlar (mesela Şeyh Vasfi -İmdadü’l- Midad) bile… Bugün dahi şiir sanatı hakkında fikir üretimi adına vezin ve kafiye şartının gereksizliğini belirterek Amerika’yı yeniden keşfedenler görülmektedir. Ama zararı yok, söylesinler. Fikir üretenler yanında, onunla ilk karşılaşma seviyesinde bulunanlar da olacak ve bir şeyler öğreneceklerdir. Böylece yeni bir fikir ortaya çıkmayacak ama bilinenler yaygınlaşacaktır. Bu arada bazılarının da başka türlüsünü bilmediği veya başaramadığı için “Bence şiir …dir.” dedikleri yani bir bahaneye sığındıkları görülür. Başına “Bence”yi getirdikten sonra atış serbest!.. Her şeye rağmen, ister şiir sanatı alanında isterse başka konularda olsun, bütün nazarî (teorik) çabalar, ilgilenenlerin -ufkunu patlatmasa bilebakış açılarını genişletir. İlkeler mi şiiri belirler yahut şiir yazıldıkça ilkelerini mi ortaya koyar sizce? Bir edebiyat bilimci olarak genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Sadece şiir bahsinde değil akla gelebilecek her hususta ilkeler, kurallar, kanunlar; uygulamalardan, yapılan işlemlerden, tecrübelerden doğar. Arazi, vergi, suç olmadan bunlarla ilgili çeşitli seviyelerdeki hukuki metinler ortaya çıkamaz. Şiir olmadan da onunla ilgili tercihler sıralamaktan, mevcut kabulleri değiştirmeye çalışmaktan bahsedilemez. Bütün poetikalar veya daha geniş anlamıyla sanat doktrinleri, bu alanlardaki mevcut baskın görüşleri hedef alır ve bu stratejilerinden dolayı, bir önceki sanat anlayışına az çok yakın dururlar. Divan edebiyatını toplumsal sorunlara kapalı ve tamamen hayalî bulan Tanzimatçılardan sonra, sanatı toplumsal faydanın bir aracı olmak yerine kendi kendisi için konuşmak isteyen bir sanat anlayışı ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır ki bu tavrın uç noktadaki temsilciliğini Edebiyat-ı Cedide üstlenmiştir. II. Meşrutiyet sonrasında, sanatın gayesini toplumsal faydayla arayan görüş ağırlığını hissettirmiş ve Millî Edebiyat hareketiyle zirvesini bulmuştur. Edebiyat-ı Cedide, sanatın en asli meselesinde Tanzimatçılara karşı iken Divan edebiyatının iklimine Tanzimatçılardan daha yakındır. Millî Edebiyat hareketi, Edebiyat-ı Cedide’den uzaklaşma gayreti ölçüsünde Tanzimatçılara yakın düşmüştür. Bir yanlış anlamaya mahal bırakmamak için tekrarlayalım ki bu tasnifi, “Sanatın gayesi nedir, sanat niçin yapılır?” sorusu ile yapıyoruz. Yoksa Edebiyat-ı Cedide’nin Divan şiirinin mazmunlar dünyasına yöneldiği gibi bir sonuç çıkarmıyoruz. Görünüşte, sorunuzun yönlendirdiği vadiden ayrılmış sanılabiliriz. Fakat demek istiyoruz ki ortada Divan edebiyatı olmasa, ona karşı Tanzimatçıların ürettiği fikirler, ilkeler olmayacaktı. Yahut Divan şiiri başka bir algıya müsait olsaydı, ona karşı geliştirilen ilkeler de farklı olacaktı. Bir edebî zümrenin “Şu şu ilkelerle hareket edeceğiz.” beyanı ve bunları -velev ki tam olarak- uygulaması, önce ilkelerin var olduğu zehabını uyandırmamalıdır. O ilkeleri var eden aslında mevcut edebî zemindir. Yaşanılan devrin şartları mı poetikayı yazdırır yahut şairin şahsiyeti, şiir sanatına bakışı mı devrin edebiyat ilkelerini belirler? Bu sorunuza verilebilecek cevabın bir kısmı, önceki soru vesilesiyle açıklanmaya çalışıldı. Esasen bu sorunun cevabını insanlık tarihi ve sanat
9
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
tarihi –zıddı savunulamayacak ölçüde- kesin olarak vermiştir. Sanayi devrimi olmadan Marksist sanat yorumu nasıl ortaya çıkabilirdi? Üretimtüketim ilişkileri Hz. Âdem’den beri vardı. Fakat proleter edebiyatı, işçi sınıfının doğmasından sonradır. Sovyetler Birliği’nden itibaren bir Sovyet edebiyatı doğduğunu ve onunla, onun ilkeleriyle yapılmaya, yaşatılmaya çalışıldığını kim bilmez? O anlayışın bugün aynı yoğunlukta yaşadığını söylemek akla ziyan bir iddia olur. Çünkü bugün Sovyet bloku ve onun yarattığı siyasi ortam yoktur. Sovyet blokunun dağılmasından sonra Batı ve Amerika için hedef alınması gereken yeni bir karşı güç lazımdı. 100 yıl sonrasında kendilerini garantiye almanın yegâne yolu buydu. İslam coğrafyasının bugün anlamsız ve ilkel mezhep savaşları girdabına yuvarlanması, bunun başarılamayacağı yerlerde etnik kaşıntılara tırnak tedarik edilmesi bundandır. Bunları siyasî kadrolar ve hele devleti idare eden kadrolar, açık seçik söylemeyi uygun bulmayabilirler. Ama tarih ve sosyoloji ilminin penceresinden görülen manzara budur. Peki, bunun poetika ile ilgisi nedir? Çerçeveyi, poetikanın da içinde bulunduğu “sanat anlayışı” olarak görelim. Türkiye’de son 15,20 yıldır sanatın yegâne konusu, etnik meseleler olarak sunulmaktadır. Bugün devrin şartları, televizyon dizilerinden romanlara, şiirden tiyatroya varıncaya kadar her alanda, Türk’ün aleyhine bir kampanya vardır. Üstelik bütün bunlar 30,40 yıl önce böyle davranacağı asla tahayyül edilemeyecek kitleler eliyle yapılmaktadır. Amerikan beslemesi solculuk, Galiyevci solculuğa galip gelmiştir. 2007-2008 yıllarında bu çevrelerin Ömer Seyfettin’i hedef seçen ve onun üzerinden Türk aleyhtarlığını kampanyalaştırmaları çok ibret vericidir. İslamcı kanatta Türk olanlar dışında herkes kendi ırkçılığını İslamın emriymiş gibi öne çıkarmakta ama Türk, Türk olduğunu bile söylemekten çekinmekte, kendisine farklı bir kök bulmak için kendine yeni babalar aramakta (edinmekte), “Türkiyeli” olmaktadır. “Dinler arası diyalog” gayretlerinin ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığını varın yorumlayalım. Meseleyi güncel alan üzerinde incelediğim için objektiflikten uzaklaştığımı düşünenler olabilir. Ama bu badire atlatıldıktan sonra, tablonun,
çizdiğim biçimde net olarak görüleceğine inanıyorum. Bütün bunları asli fon olarak bir kenara koyalım ve biraz daha özele gelelim. Mehmet Âkif, Edebiyat-ı Cedide’nin şiir ve genel olarak edebiyat anlayışını “süs ve çerez” diye nitelendirir. Kendi şiir (poetik) görüşlerini ise toplumun ve devrinin meseleleriyle şekillendirdiğini, vefatından bir yıl kadar önce; Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu! Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum Yâ Rab! Beni evvel getireydin ne olurdu ?.. mısralarıyla en veciz biçimde ifade eder. Onun şiir iklimi konusunda çok şey, yaygın biçimde bilindiği için ayrıntıya girmek gereksizdir. Konunun özeti şu: Âkif ’in poetik görüşlerini ve şiirini, devrin toplumsal ve siyasi zemini şekillendirmiştir. Genel geçer kural budur. Yani pek çok şair için aynı şeyler söylenebilir. Fakat devrinin şartlarını bir yana bırakarak sanatı sadece sanat için yapan, poetikasını devrin toplumsal ve siyasî olaylarına kapalı tutanlar da vardır. Cenap Şahabettin ve Ahmet Haşim, bu sanatkâr tipi için en iyi örneklerdendir. Yalnız hemen uyaralım ki bu sanatçılar sadece şiiri devrin şartlarından soyutlamak istemişleridir. Nesir türleri için aynı şeyleri düşündükleri söylenemez. Ahmet Haşim roman yazsaydı herhalde şiirinden apayrı bir iklimi yansıtacaktı. Cenap Şahabettin, II. Meşrutiyet’ten itibaren İttihatçıdır. Hatta İttihat ve Terakki Cemiyeti adına Tanin’i çıkaran dört isimden biridir (diğerleri onun Edebiyat-ı Cedide’den arkadaşları olan Tevfik Fikret, Hüseyin Kâzım Kadri ve Hüseyin Cahit Yalçın). Yeni devrin toplumsal ve siyasi şartlarına göre tavır belirleyenlerdendir. Nitekim İttihat ve Terakki’nin iktidardan düşmesiyle o da Hürriyet ve İtilaf ’ın önemli bürokratlarından olmuştur. Nesirleri baştan sona bu siyasi mücadelenin yansımalarıyla doludur. Ama şiiri bütün bunların dışında tutmuştur. Bu tavır, hiç şüphesiz, Sembolizm’den geliyor. Sembolizmi yahut başka bir edebi akımı desteklemede edibin şahsiyeti mutlaka belirleyicidir. Ancak şiirin bütün edebî hayat içerisinde, Tanzimat’tan günümüze doğru geldikçe azaldığını unutmayalım. Şairler,
10
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
poetikası ne olursa olsun, artık edebî hayata asli rengi vermekten uzak düşmüşlerdir. Daha etkili olan romandır, romancıdır. Aslında günümüzde her türlü entelektüel faaliyet diğerlerinden etkilenmektedir. Fakat en belirleyici olan siyasettir. Bundan dolayıdır ki günümüz edebiyat hayatı, baskın rengiyle, tam bir “güdümlü edebiyat”tır. Tek cümleyle, edebiyatın yürüyüşünü devrin -edebiyat dışındaki- şartları belirlemektedir. Buradan yola çıkarak Türk edebiyatında iz bırakan birkaç şahsiyeti bu anlamda değerlendirebilir miyiz? Aslında önceki sorularınız vesilesiyle etkili isimler sayıldı. Tanzimat’ın üç önemli isminin (Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa) değiştirici/ dönüştürücü rollerine değinmiştik. Sultan II. Abdülhamit döneminin Recaizade’si, edebiyatı güzel sanatlar içinde sayan görüşleriyle Cumhuriyete kadarki bütün nesiller üzerinde etkilidir. O, istediği şiiri kendisi yazamasa da şiir sanatı hakkındaki eleştirel görüşleriyle etkili olmuştur. Fikret, Cenap, Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek ve Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cemal Süreya Seber, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Hilmi Yavuz, Yağmur Tunalı hayal ve şiir dili itibarıyla önceki nesillerin kendilerine öğrettiklerini aşmış kimselerdir. Bu isimleri zikrederken “poetika” sayılabilecek metinler yazmış olma ölçütünü kullandığımızı ve unuttuğumuz başka isimler de mutlaka bulunacağını kabullenmeliyiz. Akademik camiada şiir sanatı konusunda yapılan çalışmalar konusunda neler söylersiniz? Konunun Osmanlı dönemindeki adlandırması hikmet-i bedayi veya daha sonraki kısaltılmış hâliyle “bedayi”dir. Şiir sanatı hakkındaki bahisler, konunun önemli bir kısmıdır. Bu alanda hemencecik hatırlanabilecek eserler Recaizade’nin Talim-i Edebiyat’ı (1879), Süleyman Fehmi’nin Edebiyat’ı (1909), Şahabettin Süleyman’ın Sanat-ı Tahrir ve Edebiyat’ı (1911), birkaç bahsi Fuat Köprülü’ye ait olmakla birlikte Şahabettin Süleyman adına kaydedilmesi gereken Malumat-ı Edebiye (1. C. 1912, 2. C. 1913), Cumhuriyete kadarki nesilleri beslemişlerdir. Akademisyenler, çalışmalarının konusu şiirle
ilgiliyse, bir biçimde bu mesele ile meşgul olurlar. Suut Kemal Yetkin Sanat Felsefesi (1934), Filozofi ve Sanat (1935), Estetik (1936), Edebî Meslekler (1941), Estetik Dersleri (Estetik Tarihi-1942, Sanat Meseleleri-1945), Estetik Doktrinler (1974) gibi tercümeye dayalı eserleri yanında Edebiyat Üzerine (1952), Günleri Götürdüğü (1958), Şiir Üzerine Düşünceler (1969) gibi eleştirel ve deneme yazılarıyla bu alana büyük hizmet etmiştir. İsmail Tunalı’nın Aristoteles’ten Poetika’yı Fransızca üzerinden tercümesi (1961), şiir sanatı konusundaki akademik çalışmalara ilk kaynağı sunması bakımından kaydedilmesi gereken yayınlardandır. Doğrudan doğruya şiir sanatına odaklanmış olmasa da Zahir Güvemli’nin Güzel ve Sanat (1970)’ı, unutulmaması gereken eserlerdendir. Benim neslim, poetika konusunu Prof. Dr. M. Orhan Okay’dan öğrenmiştir. Hocamızın Atatürk Üniversitesi ve Fırat Üniversitesinde okuttuğu Yeni Türk Edebiyatı derslerinin bir yılı, Cumhuriyet Devri Türk şiirindeki önemli poetikalarıydı. Hocamız; Ahmet Haşim, Orhan Veli, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl Kısakürek’in şiir sanatı hakkında yazdığı metinleri cümle cümle okuyarak her bir bahsi öncesiyle sonrasıyla mukayeseli biçimde açıklardı. Bu dersler öylesine etkiliydi ki şiir meraklısı arkadaşlarla kendimizce yeni poetikalar icat(!) ederdik. Hocamızın söz konusu poetikalar hakkındaki dersleri bir müddet sonra müstakil yazılara, yazılar ders notu olarak bir kitap formatına kavuştu, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayını olarak Şiir Sanatı Dersleri –Cumhuriyet Devri Poetikası- (1992) adıyla basıldı. Hocamın bütün kitapları gibi bu da ilk hâliyle kalmadı, hayli gelişerek Poetika Dersleri (2004) adıyla son şeklini aldı. Prof. Dr. M. Orhan Okay’ın doktora öğrencisi olan Prof. Dr. Ali İhsan Kolcu, hocamızın öğrettiklerinden hareketle, aynı yöntemi başka şairlere uygulayarak Namık Kemal’in Poetikası, Ziya Paşa’nın Poetikası, Recaizade Mahmut Ekrem’in Poetikası vb. (şimdilik) 20 kitap yayımladı. Yakın zamanlarda da poetika konusu üzerine pek çok şey söylendi, yazıldı. “poetika” veya “poetika çalışmaları” vb. anahtar kelimelerle internette tarama motorlarına başvurulursa birbirinin benzeri veya az çok farklı hayli metinle karşılaşırsınız.■
11
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Poetika tarihinden bir kesit VEFA TAŞDELEN
Giriş
“Poetika” kavramı, son yarım asırdır Türkçede daha sık kullanılan bir kelime olmuştur. Bunun nedeni, bir yandan şiir ve sanat konularına ilişkin ilginin artması, bir yandan da felsefi terminolojinin giderek yaygınlaşmasıdır. “Poetika”, yerli kültürde bir karşılığının olması nedeniyle, kendisine kolayca bir zemin bulabilmiştir. Sadece parlak şiir geleneğine değil, İslam düşüncesinin görkemli dönemlerine dönüş yaptığımızda da, şiir konusunun pek çok boyutuyla ele alınıp tartışıldığını görebiliriz. Kindi, Fârâbî, İbn Sina, Gazali, İbn Rüşt, İbn Haldun, şiir sanatını, sadece estetik boyutuyla değil, mantıksal, epistemolojik, eğitimsel, ahlaksal, dini ve politik boyutuyla da ele alıp tartışmışlardır. Grekçede tekne sözcüğü, zanaatı ve yüksek sanatı içeren bir kavramdır. Onda, el becerilerindeki maharet, ustalık yanında sanat, şiir, tiyatro gibi yüksek sanatsal aktiviteler de yer alır. “Poetika” kavramının türediği kök, öncelikle yapma, üretme anlamında sun’i bir alana işaret eder. Poíêsis, şiir sanatının dışında, yapma biçimlendirme, oluşturma; poieteke, üretme bilimi, sanat veya zanaat gibi anlamlara da gelir. (Peters: 2004: 307-308). Buna göre, poetik tutum, öncelikle bir kültür oluşturma olayı, bir kültür üretim
biçimidir. “Poetika”nın günümüzde, mantıksal, epistemolojik boyutuyla değil, daha çok sanatsal yönüyle öne çıkar. Onu geniş anlamda sanat felsefesi, dar anlamda da şiir felsefesi olarak anlamak mümkündür. Konu, daha çok Aristoteles’in Poetika adlı eseri ile düşünce tarihine girmiştir. Kendisinden önce hocası Platon da sanat, şiir gibi konular üzerinde geniş bir çerçevede durmuş olsa da, sanat ve şiir konusunu bağımsız bir eser halinde ele alıp işleyen ilk eser Poetika’dır. Aristoteles, hem Doğu/İslam kültüründe hem de Batı kültüründe derin etkiler bırakmış bir filozof olarak ölümünün ardından eserleri üzerine yapılan sınıflama, açıklama ve yorumlama çabaları hız kazanmış; dünyayı, insanı ve varoluşu anlama konusunda sürekli bir başvuru kaynağı olarak görülmüştür. İşte bu etki alanlarından biri de Poetika vasıtasıyla sanat ve şiir konusunda olmuştur. Tunalı’nın da belirttiği gibi, Aristoteles’in bu eseri, yüzyılların sanat görüşlerini belirlemiş, estetik tarihi yönünden çok önemli olan bir eserdir (Tunalı, 1960: 9). İslam düşüncesinde de, gerek Aristoteles’in etkisi, gerekse kültür içindeki yeri (hikmet ve şiir geleneği) nedeniyle şiir sanatı üzerinde durulmuş; konu doğrudan bağımsız eserlerle ya da farklı konuları işleyen eserler içinde ele alıp
12
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
tartışılmıştır. Fârâbî, 1937 yılına kadar sadece adı bilinen, fakat bir nüshasına ulaşılamayan Şiirin Kanunları Hakkında Risâle (Risâle fî Kavânîni Sınâ’ati’ş-Şi’r) adlı eserinde Aristoteles’in bu eserini yorumlamaya, İslam kültürü içinde yeniden üretmeye çalışır. Hindistan Ofis Kütüphanesinde, Margoliouth tarafından tesadüfen bulunan bu eser, 1937 yılında Arberry tarafından Fârâbî’nin Şiirin Kanunları (Farabi’s Cannon of Poetry) başlığı ile Roma’da yayınlanan doğu araştırmaları dergisi Rivista degi studi oriantali dergisinin 17. sayısında, 266-278. sayfalar arasında İngilizce çevirisi ile birlikte yayımlanmıştır. Söz konusu bu risale 1997’de Mehmet Bayraktar tarafından “Fârâbî’nin Şiir Sanatının Kanunları Adlı Risalesi” başlığı altında çevrilerek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi’nin 36. sayısında, 4565.sayfaları arasında kendi değerlendirmeleri ile bilirkte yayımlanmıştır. Bu makalede, uzun ve geniş poetika tarihinden bir kesit olarak, Aristoteles’in Poetika’sı ile, Aristoteles’ten sonra insanlığın ikinci öğretmeni (Muallim-i Sânî) olarak nitelendirilen, en büyük Aristoteles yorumcularından biri olan Fârâbî’nin Şiirin Kanunları adlı risalesi arasında bir karşılaştırma denemesi yapılacaktır. 1. Mantık ve Sanat Arasında Şiir
Şiir sanatı, sanatlar içinde üzerinde en çok konuşulan, en çok düşünülen edebi türlerden biri, hatta başlıcası olmuştur. Bu doğaldır da; zira edebiyatın deneme ve roman gibi türleri, 16001700’lü yıllardan sonra gelişmeye başlamış, bundan önce şiir temel bir söz ve yazı biçimi olarak varlığını hep korumuş; bilginin, tecrübenin, düşüncenin ve duygunun en etkili ifade aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle, şiir, günümüzden geriye doğru gidildiğinde farklı anlam katmanları ile karşımıza çıkar. İlk çağda, ortaçağda, yeniçağda, zamanın ruhuna uygun olarak farklı şiir anlayışları kendini gösterir. Şiirin ilk ortaya çıkış biçimi, etkileyici bir ifade biçimi olmaya yöneliktir. İnsanları etkilemek, yönlendirmek, ikna etmek isteyen sihirbazlar, kâhinler, büyücüler, şamanlar, retorikçiler, eskilerin bu prestijli kişilikleri, yer yer şiir tarzında konuşmuşlardır. Şiiri ve sanatı evrimci bir yaklaşımla açıklamaya çalışan düşünürlerden
bazıları, insan gırtlağının biyolojik evrimine koşut olarak çıkardığı ilk seslerin, kurduğu ilk cümlelerin de şiir(imsi) olduğunu iddia etmişlerdir (Bkz. Thomson, 1984). Şiir, uzun süre, bilginin, düşüncenin ve duyguların dil alanında yeniden üretimi için etkili, hatta biricik ifade aracı olarak görülmüştür. Destanlar, teogoniler, mitolojiler; hatta kimi felsefi, eğitimsel, ahlaki ve dini nitelikli eserlerin bile şiir formunda yazıldığı olmuştur. Büyük destanlar, şiir formundadır. Gılgamış bunlardan biridir, Odysseia bunlardan biridir, İlyada bunlardan biridir. Manas bunlardan biridir. Dede Korkut Hikayeleri’nde şiir ve nesir bir aradadır. Bilgelik geleneği, sözü şiirsel tarzda söylemeyi sevmiştir. Hint, Çin, Fars geleneğine bakıldığında ifadelerin ya doğrudan şiir formunda ya da şiirsel olduğu görülür. Tasavvuf geleneği, hâl’in anlatımını, doğrudan apaçık bir ifade ile söylemeyi değil, şiirin bulanık, dolaylı ve metaforik anlatımına emanet etmeyi uygun bulmuştur. Antik Yunan’da, Mitos’tan logos’a geçiş de başlarda şiirle olmuştur. İlk filozoflar düşüncelerini şiir formunda üretmişler, böylece şahsi kültürün ilk örnekleri şiir formunda ortaya çıkmıştır. Platon’a gelindiğinde, diyalog şekli, dönemin güçlü tiyatro geleneğini de andıracak şekilde felsefeye girmiştir. Aristoteles, düşüncelerini ifade edebilmek için, felsefenin kavramsal dilini oluşturmuş ve eserlerine yansıtmıştır; bu nedenle tam bir nesir örneği ortaya koymuştur. Nesir, felsefenin kavramsal yapı arayışı ile Aristoteles’te kendi biçimine kavuşmuştur. Bilgi, düşünce ve tecrübe için daha uygun bir ifade formu olarak nesir, insanlık tarihinde çok önemli bir aşamadır. Nesrin ortaya çıkması, logos’a büyük bir ifade imkânı kazandırmıştır. Bilimsel ve kuramsal düşüncenin ifadesine sağladığı geniş imkânla daha ileri bir dil ve ifade biçimi olarak görülür. Şiir metaforik, simgesel bir dil olarak, logos’un dünyasından farklı alanlara hitap eder. Nesir olmasaydı, düşünce ve bilim gelişemezdi. Bu nedenle şiirin metaforik, dolaylı söyleyişi karşısında nesir, daha ileri bir aşama olarak görülmüştür. Sanatın gelişimi ile felsefe ve bilimsel düşüncenin gelişimi, başlıca bu iki kanal üzerinden olmuştur. Sanat, genel anlamda, şiirin hayale, imgeye (eikasia) dayalı metaforik ve dolaylı anlamını, bilim ve felsefe ise aklın net söyleyişini tercih etmiştir.
13
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Platon’un İon, Devlet ve Yasalar isimli eserlerinde şiir sanatından söz edilir; şiir üzerine konuşulur. Bu eserlerde, şiir başlıca bilgisel (epistemolojik), politik, eğitimsel değeri açısından ele alınır ve sonuçta, bir taklit (mimesis) edimi olarak bilgisel açıdan değersiz, politik açıdan tehlikeli, eğitimsel açıdan da denetlenmesi gereken bir tür olarak görülür. Aristoteles mantık ve retorik gibi, düşünmenin ve söylemenin anlamının, sınırlarının ve yasalarının tartışıldığı eserlerinin yanında bir de şiir sanatı üzerine eser yazar; böylece, düşünmenin, bilmenin, söylemenin dünyasını açık ve anlaşılır kılmaya çalışan bir yol izler. Bu çabanın önemi, günümüzün değil, dönemin koşulları içinde değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılır; zira insanın bilme, anlama ve söyleme imkânları sınırlıdır. Günümüz açısından bakıldığında hitabet sanatı konusunda yazılan bir kitap, ikna etme özelliği ile, pazarlama teknikleri ve politika sanatı açısından ilgi çekici olabilir. Şiir üzerine yazılan bir kitap da, eninde sununda sanatla sınırlı bir çaba olmaktan öteye geçmeyecektir. Mantık üzerine bir kitap yazmak da, doğru ve tutarlı düşünmenin yasalarını araştırma çabası olarak ilgi çekebilir. Ancak o günün koşulları içinde, bu üç faaliyet alanı oldukça önemlidir: Mantık sadece düşünmenin değil, dünyayı tanımanın, varlığın bilgisine ulaşmanın yolu ve yordamı olarak da görülmüştür. Retorik, sadece bir ikna sanatı değil, giderek kişinin kendi varoluşunu, toplumsal statüsüne uygun şekilde gerçekleştirmenin de ifadesidir. Dönemin katılımcı demokrasisi, her bireyin kendini, kendi görüşlerini etkili bir şekilde anlatabilmesine dayanır. Bunun için hitabet, dönemin soyluları açısından, kendi özgür ve asil kişiliklerini geliştiren ve tamamlayan bir unsur olarak görülür. Zira bu dünya, tüm varoluş sınırlarıyla kendisini sonuna kadar denemesi ve açması gereken bir yer olarak algılanır. Hayat buradadır, bir başka dünyaya ertelenmiş değildir; ne olacaksa burada, bu dünyada olacaktır. Bu nedenle pagan, dünyasal imkânlara, kendi potansiyel ve yeteneğini sonuna kadar açacak; kendi gelişiminden bizzat kendisini sorumlu görecek, bunu bir başkasına havale etmeyecektir. Erdem, bu amaca yönelik cesaret ve çaba gösterebilmektir. Eldeki bilgisel, felsefi ve sanatsal imkânlar da bellidir. Ortada mitoloji, çoklu tanrı inancı,
felsefi denemeler, tiyatro ve şiir vardır. Dünyayı, insanı, evreni açıklayabilecek bilgi kaynakları oldukça sınırlıdır. İşte bu ortam içinde Aristoteles, doğru düşünmenin koşullarını, dil ve gerçeklik ile ilişkisini, mantığın varlığın bilgisini elde etmedeki yerini ortaya koyacak Organon isimli eserini yazar. Bu eser, konuyla ilgili ilk ve en temel kaynak durumundadır. Mantık, öyle sistematize edilir ki, varlığı bilme ve kavrama anlamında, bir metodoloji olarak ortaya çıkar. Tümden gelim ve kıyas ilkesine dayanan bu bilim anlayışı, yaklaşık iki bin yıl, İslam filozoflarının üzerinden de geçerek, Rönesans’a değin uzanır. İngiliz Filozof Francis Bacon, Novum Organum (Yeni Organon) isimli eseriyle, modern bilimin epistemolojisini kurar. Bu yaklaşımın temel ilkesi, theoria’ya (teorik, tümdengelimci bilme anlayışı) karşı emperia’yı (deneysel, gözlemsel bilgi ve tümevarımsal bilgi) öne çıkarması, böylece bilgilerimizin kaynağını dış dünyada aramasıdır. Bacon, “Şimdi var olan mantık sistemi, gerçeği araştırmaktan ziyade gelişigüzel kavramlar üzerine kurulan kökleşmiş hataları onaylamaya ve kuvvetlendirmeye yarar; bu nedenle de faydalı olmaktan çok zararlıdır” der (Bacon, 1999: 10). Bu yaklaşımın sonucunda mantığın yerini matematiğe dayalı tümevarımsal yöntem alır. Böylece Aristoteles’in bilgi anlayışı, iki bin yıllık bir sürenin sonunda, modern bilimin kendisinden türediği yeni bir bilme anlayışına yerini bırakır. Newton, Galileo, Kepler gibi modern bilimin öncüleri bu yeni metodolojinin ilk ve en parlak örnekleridir. Aristoteles’in eserleri, Yahudi ve Süryani mütercimlerin Yunancadan Arapçaya yaptıkları çevirilerle İslam dünyasına girmeye başlamış, bunun sonucunda Kindî, Fârâbî, İbn Sina, İbn Rüşt gibi filozofların içinde yer aldığı Meşşaiyun akımı ortaya çıkmıştır. Meşşaiyun akımı, Aristoteles’in Lyceum (Lykeion)’da verdiği derslerde kullandığı yürüyerek ders yapma tekniğini ifade eden peripatosçuluk’ta kaynağını bulur. İslam filozoflarından bazıları özellikle Fârâbî, İbn Sina ve İbn Rüşt Aristoteles’in eserlerini anlama ve yorumlama konusunda o kadar ustalık gösterirler ki, bir yandan Aristoteles’in eserlerini yorumlayıp şerh ederken, öte yandan da bu eserleri İslam kültürü içinde yeniden üretirler; böylece basit bir
14
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
aktarıcı olmaktan çıkarak görüş ve felsefe sahibi kişiler haline gelirler. Bu konudaki ustalığı yansıtacak şekilde, Fârâbî Aristoteles’ten sonra ikinci öğretmen (üstad-ı sani), İbn Rüşt de büyük Aristoteles yorumcusu (Commentator) olarak anılır. “Poetika” konusu, İslam felsefesinde, bazı filozoflar tarafından mantık geleneği çerçevesi içinde ele alınmış (Sheikh, 1976: 65), Aristoteles’in beş mantık konusuna (kategoriler, önermeler, birinci analitikler, ikinci analitikler, topikler) retoriği (belagat) ve şiiri de ilave etmişlerdir. “Poetika” adı altında, Aristoteles’in sanatı ve şiiri ontolojik bir zeminde tartışma girişimi (Tunalı, 1983: 7-10), bu gelenek içinde, mantık ve bilgi, hatta eğitim ve ahlak öncelikli bir tutuma indirgenmiş olur. Bu indirgeme, şiire meşruiyet kazandıracak bir nitelik olarak da görülür. Örneğin Gazzâlî, şiiri, kendi sanatsal-ontolojik yapısı içinde değil, belirli bir mesajın ve ruh halinin taşıyıcısı olarak, bu mesaj ve ruh hali çerçevesinde ele alır (Bkz. Gemuhluoğlu, 2011: 115). 2. Aristoteles ve Fârâbî’de Poetika
Aristoteles, Poetika’yı Organon’un/mantığın bir parçası olarak değil, genel anlamda sanatın, özel anlamda da şiirin ve şiir türlerinin ne olduğunu irdelemek için yazmıştır. Bununla yapmak istediği şey, kendi türleri içinde şiiri şiir olarak ele almak ve bu sanatın insan dünyasındaki yerini ve anlamını sorgulamaktır. Bu konuda ortaya koyduğu düşüncelerden ilki, şiirin bir “taklit” (mimesis) faaliyeti olduğudur. Ona göre insan taklit etmeye olağanüstü yetili bir şekilde dünyaya gelir (Aristoteles, 18983: 11). Her birisinin ayrı ölçü ve vezinleri olan epos, tragedya, komedya, dithrambos gibi şiir türleri, öncelikle taklit ettikleri insan davranışları açısından birbirinden ayrılırlar. Aristoteles’e göre, bir kahramanın, soylu bir insanın acılarını anlatan trajedi ile hafifmeşrep kişilerin eylemlerini taklit eden komedya arasında estetik ve etik değer açısından fark olacaktır. Şiir, taklit ettiği yaşantıya göre türlere ayrılırlar; türlere göre de farklı ölçü ve vezni olur. Bir dili şiir dili kılan özellikler arasında, kuşkusuz ölçü, vezin, ahenk, harmoni, ses vardır. Bu özellikler, şiirin “güzelleştirilmiş” bir dil olduğu gösterirler (Aristoteles, 1983: 22). Tabi, güzel-
leştirilmiş dil sadece vezinden, ölçüden, kafiyeden, sesten ve ahenkten oluşmaz; kelime, konu ve anlatılan öykü de şiirin güzelleştirilmiş diline katılırlar. Bunun yanında anlatılan tiplerin kişilik özellikleri, öykünün uzunluğu kısalığı, anlatının orijinalliği, öne çıkardığı duygu ve düşünceler; bütün bunlar da dile etki eden hususlardır. Güzellik orantıdır, simetridir, uyum ve ahenktir. Aristoteles, insanın algılama sınırlarını dikkate alarak şöyle der: “Güzel ister bir canlı varlık, isterse belli parçalardan oluşmuş bir nesne olsun, sadece içine aldığı parçaların uygun düzenini göstermez; aynı zamanda, onun gelişigüzel olmayan, bir büyüklüğü de vardır. Çünkü güzel, düzene ve büyüklüğe dayanır. Bundan ötürü ne çok küçük bir şey güzel olabilir, çünkü kavrayışımız, algılamayacak kadar küçük olanın sınırlarında dağılır, ne de çok küçük bir şey güzel olabilir” der (Aristoteles, 1983: 28). Aristoteles estetiğindeki bu simetri ve ölçülülük ilkesi, Batı sanatını da etkilemiş, adeta onun ruhunu oluşturmuştur. Kant’a gelindiğinde, insan algısını aşan nesnelerde de bir “güzellik” değeri olabileceği fikri ortaya çıkmıştır. Kant bunu “yüce” (Erhabenheit) değeri olarak ifade eder Poetika’da güzelleştirilmiş dil bağlamında pek çok ifadeye rastlanabilir. Kullanılan öykünün anlaşılırlığı, dilin açıklığı ve kapalılığı, seçkin bir dil olup olmaması, yabancı kelimelere yer verilip verilmemesi; bütün bunlar, “güzelleştirilmiş dil” bağlamında düşünülebilir. Aristoteles, “Dilsel anlatım açık olur, buna karşılık bayağı olmazsa iyi bir dilsel anlatımdır. Kuşkusuz en açık dil, herkesin ortak olarak kullandığı sözcükleri kullanan dil, açıklık yanında aynı zamanda bayağılığı da beraberinde getirir. Alışılmamış sözcüklerin kullanılmasıyla bir dil, gündelik ve kaba olmaktan kurtulur, yücelir. Alışılmamış sözcükler deyince yalnızca yabancı sözcükleri değil, aynı zamanda mecazları, uzatılmış sözcükleri ve genel olarak da gündelik dilin dışında kalan şeyleri anlıyorum” (Aristoteles, 1983: 63). Aristoteles, sanat eserini salt estetik planda anlamaz; güzelleştirilmiş dile her zaman etik değer eşlik eder. Şiir bir taklit, taklit edilen de insan davranışları ve yaşantıları olunca, sanat eseri ister istemez etik değerde ortaya çıkar. Şiir taklit ettiği yaşantıya göre eserine etik bir değer katar.
15
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Aristoteles’e göre, şairler, ortalama insandan daha iyi ya da daha kötü kişileri taklit ederler. Aynı durum ressamlar için de geçerlidir; onlar da iyi ya da kötü karakterleri taklit ederler. Taklit ettikleri davranış biçimleri şairlerin niteliğini de belirleyecektir: “Ağırbaşlı ve soylu karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin iyi ve soylu eylemlerini, hafifmeşrep karakterli ozanlar ise bayağı yaratılıştaki insanların eylemlerini taklit ederler. Sanat eseri, taklit vasıtasıyla, sadece davranışları değil, duyguları ve içsel yaşantıları da işler; bunun sonucunda, özellikle tragedyalarda, öfke, acıma, korku, merhamet gibi duygular vasıtasıyla kişide bir ahlaksal “arınma” (katharsis) ortaya çıkmasını sağlar. Estetik değerin yanında bireyde gerçekleştirdiği arınma da, bir erdem ve ahlaksal değer olarak şiirin amaçları arasında bulunur (Aristoteles, 1983: 17). Fârâbî, Şiirin Kanunları adlı risâlesine, amacının Aristoteles’in Poetika’sının anlaşılmasına katkı sağlamak, bunun yanında şiir sanatının icrasında gereksinim duyulan unsurları ele almak olduğunu belirterek başlar. Aristoteles’in (risalede Filozof olarak geçer) bitiremediği Poetika ve Muğalata/Safsata (Art of Sophistry) çalışmalarını bitirmek/tamamlamak gibi bir amacının olmadığını belirtir. Şöyle der: “Bütün hüner ve dehasına rağmen Filozof’’un bir sonuca kavuşturmaya cesaret edemediği şeyi, bu sebeple bizim tamamlamaya yeltenmemiz hiçte uygun olmayacaktır. Daha ziyade, bu zamanda bize göründüğü şekliyle, bu Sanat’ın incelenmesi, için faydalı kanunları, örnekleri ve görüşleri belirtmekle kendimizi sınırlandıracağız.” Burada “bize göründüğü şekliyle” derken, “görüşler ve fikirler ortaya koymak” derken, basit bir tekrarcı olmadığını, aksine bakış ve görüş sahibi bir kişi olduğunu da belirtmiş olur (Fârâbî, 1997: 47-48 – 1937: 273). Böylece Aristoteles’ten gelen bilgileri, aktarmakla kalmayıp, onu kendi zamanı ve koşulları içinde, İslam kültürünün geniş şiir deneyimini de dikkate alarak, bir görüş ortaya koyacak şekilde yeniden üreteceğini de belirtmiş olur. Risâle’e genel anlamda üç konu üzerinde yoğunlaşır. Bunlardan ilki, şiir sanatının ne olduğu, ikincisi şiir çeşitleri, üçüncüsü ise şairler hakkındadır. Fârâbî, yukarıda da değinildiği üzere, retoriği ve şiiri, Organon serisinin bir parçası olarak gö-
rür. Bu yüzden onun şiir anlayışının çerçevesini doğrudan sanat değil, mantık oluşturur. O, şiiri mantıksal bir ifade biçimi olarak ele alır ve “yalancı (kâzibe) beyan”lar arasında görür. “Yalancı beyan” ifadesinin, sıradan anlamıyla değil, hakikat tanımı içinde, önerme ve işaret ettiği nesne arasındaki uygunluk anlamında, mantıksal bir içerimle anlaşılması gerekir. Şiir öyle bir yalancı beyandır ki, hem doğrudan delâlet ettiği bir konu yoktur, hem de benzetmelerle ele almak istediği konunun kendisini değil taklidini (el-muhâkî) dinleyenin zihnine nakşeder. Bu durumda şiir, “hakikat” değeri, açısından, yalan yanlış bir beyan olarak ortaya çıkar. Hakikat karşısındaki bu konumuna karşın, yine de şiirle safsata aynı değildir, birbirinden farklıdır. Bu farklılığın öncelikli nedeni sofist (safsata yapan kişi) bir önerme ile insanları kandırır; şair ise, taklit eden bir kişi olarak, yaptığı benzetmelerle, metaforlarla, bir konuyu doğrudan değil, dolaylı olarak düşündürmeye çalışır. Şair, şiiri üzerinde çalışırken, hayal gücüne yaslanır, kendi muhayyilesinde bir dünya kurar. Fârâbî’nin, mantıksal açıdan ilgilendiği nokta, şairin bu ifadelerinin gerçeklik alanıyla ne ölçüde bağdaştığıdır. Çağımız şairlerinden Kavafis, “şiir her zaman yalan söylemez mi?” derken, yine aynı sorunu gündeme taşır (Kavafis, 1993: 7). Burada söz konusu olan şairin neyi söze açtığı, neyi söz konusu ettiğidir: olmuş bir şeyi mi, yoksa olması muhtemel bir şeyi mi? Aristoteles, olmuş olanla tarihçinin ilgileneceğini, şairin ise, bir öyküyü anlatırken, olana sadık kalmak gibi bir mecburiyetinin olmadığını belirtir. Ona göre şair, zorunluluk ve olasılık sınırları içinde, mümkün olanı anlatır; olanı değil olması muhtemel olanı işler. Bir başka deyişle, onun, “yaşanmışlık” gibi bir ölçütü yoktur. Bu da, muhayyilenin/imgelemin (eikasia) sınırlarını açar. Muhayyilenin akılla ilgisini kurarken de, sözgelimi eposlarda, akla ve gerçekliğe bağlı kalmak gibi bir ilkenin söz konusu olmadığını, eposların akla-aykırı da olabileceğini, şairin olanı değil olağanüstüyü de anlatabileceğini söyler (Aristoteles, 1983: 73 ); bu da oldukça çağcıl bir yaklaşımdır Fârâbî’nin “yalancı beyanlar” olarak nitelediği şey, ifadenin, öykünün gerçekliğe uygunluğudur. Buna göre şairin anlattığı, gerçeğe uygun değilse, bu yalancı
16
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
beyan olur. “Yalancı beyan”ı, bu anlamda hayal gücünün işlediği ve oluşturduğu bir tasarım/ kurgu olarak anlamak gerekir –ki, bu da sanatın doğasını ifade eden bir yaklaşımdır. Buna göre, şiir ve giderek sanat, nesnelerin, olayların bizzat kendisiyle değil, onların zihinsel tasarımlarıyla, imgesel kurgularıyla ilgilenir. “Nesnenin kendisini değil, hayalini zihne nakşeder” derken, kâzibe beyanların, bir hayal, tasarım ve kurgu işi olarak gerçeklikle ilişkisini de dile getirmiş olur. Fârâbî’nin doğrudan şiir sanatı bağlamında ele aldığı konulardan bir başkası da şair sınıflamasıdır. Ona göre üç çeşit şair vardır. Bunlardan ilki, şiir sanatında tabii bir vergi ve yeteneğe sahip olanlardır. Bu kişilerin şiir sanatı hakkında bilgi ve görüşleri yoktur, fakat yetenekleri sayesinde şiir sanatında varlık gösterirler. İkinci tür şairler ise, şiir sanatını bilen ve şiir sanatı konusunda görüş sahibi olan kişilerdir; şiirin kanun ve kurallarından hiç birisi onlara yabancı değildir. Üçüncü sınıf ise şiir yetenekleri olmaksızın ve sanatın kanunlarını bilmeksizin, ilk iki sınıfı takip ve taklit eden şairlerdir (Fârâbî, 1997: 51). Bu sınıflamada poetik bilgi, görüş ve tutum merkezileşir. Fârâbî, şiirini, “şiir hakkında bilgi ve görüş”e dayandıran şairleri öne çıkarır; çünkü onlar, şiiri bir yetenek ve ilham işi olarak değil, bir bilgi, bilinç ve sürekli çaba işi: yapılan, kurulan, üretilen bir nesne olarak görürler. Bu yaklaşım, evrensel şiir kültüründe, Rilke’nin Rodin’den aldığı esin çerçevesinde oluşturduğu “nesne-şiir” (dinge Gedicht) anlayışıyla örneklendirilebilir. Görüleceği üzere Fârâbî, şiir sanatının mantık içinde mantığa uygun bir tarafını bulamaz. Onu hayal ve yalancı beyan olarak anlar. Aslında ilk bakışta olumsuz gibi görünene bu ifade, yakından bakıldığında şiiri tam da kendi yerinde, kendi özgün konumunda ele aldığı anlamına gelir. Poetika, tanımı gereği, bir üretim, bir kurma, bir yapma işidir. Aristoteles’e göre bu aklın ve mantığın bir yapısı değildir, hayal gücünün bir üretimidir. Bu nedenle bu yaklaşım sanatın ve estetiğin kuruluşunda/ temellendirilmesinde de önemli bir noktadır. Hayal, duygu ve imge zemini, estetiğin ontolojik temelini de oluşturur. Asırlar sonra, modern estetiğin kurucusu Baumgarten, estetiği, mantığın ”ikiz kız kardeşi”, duygusal bilginin (cognitio sensitiva) mantığı olarak değerlen-
dirmişti (Baumgarten, 1954). Peki, bu “kâzibe” beyanlardan oluşan şiir sanatının amacı nedir? İnsan böyle bir sanatla niçin uğraşır? Fârâbî bu sorunun cevabını İhsa’ül Ulûm’da verir: Şiirin, alımlayıcı (okuyucu-dinleyici) üzerinde etkisi vardır; ancak bu etki estetik bir etki değil, daha çok bir talimat, bir direktif, bir eyleme koşma hareketidir (Fârâbî, 1989: 85). Durum Aristoteles’te de benzer bir nitelik gösterir: Şiir, ihtiva ettiği duygusal yoğunluk ile kişide bir arınma duygusu da oluşturur; yaptığı tesir, aynı zamanda etik değerdedir ve esas olarak korku ve acıma duygularıyla, kişinin iç âlemini ve benliğini arındırmayı amaçlar. Fârâbî’nin alımlayıcıyı şiirin etkisine maruz bırakması doğrudan şiiri okuyucu üzerindeki etkisini hesaplayarak işe başlaması, konuyu önemsediğini gösterir. Şiir, alımlayıcıyı etkiler, yönlendirir; ne var ki, bu yönlendirme Aristoteles’te olduğu gibi doğrudan estetik ve etik bir değerde değildir; ancak dolaylı olarak da olsa şiirin etkisinin başka hangi konularda ortaya çıkabileceği sorusu, estetik etkiye de kapı aralar. Üstelik şiirde düşünme yetisi ile hayal gücünün yer değiştirmesi, ifadelerin süslenmesi, güçlendirilmesi, çeşitli söz sanatlarıyla parlaklık ve güzelliğinin artırılarak büyüleyici hale getirilmesi, estetik değere kapı aralar (Bkz. Fârâbî, 1989: 85). Tıpkı Aristoteles’te olduğu gibi, bu “güzelleştirilmiş dil” yanında, mevcut etki içinde fayda değeri, etik ve pedagojik değer de vardır. Burada şiir sanatı, mantıksal ve bilgisel değerden sonra, ahlaksal ve eğitimsel değerle de karşılaşır. Ancak geride hâlâ yeterli derecede ele alınmayan bir nokta kalır; o da bir sanat olarak şiirin ne olduğu, nasıl olduğudur. Bu konunun cevabını verebilmek için, estetiğin çağdaş bir konu olarak ortaya çıkışını hazırlayan Baumgaarten’ı beklemek gerekir. Tabii burada şöyle bir yorum da yapılabilir: Şiiri “doğru” ve “yanlış” gibi mantıksal değerlerle anlamaya çalışmak, sanatın ve şiirin doğasına ne kadar uygun olacaktır? Şiir, doğru ve yanlış kategorileriyle açıklanamayacak denli kendine özgü bir değil midir? Eğer mantıksal bir çerçevede değerlendirilecekse, onun kendi içinde ve kendine özgü bir mantığı vardır ve bu mantık, ifadeleri, doğru ve yanlış diye niteleyen iki değerli mantıktan tamamıyla farklıdır.
17
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Sonuç
Aristoteles’in Poetika’sı ile Fârâbî’nin Şiirin Kanunları isimli risalesi, şiir üzerine yazılmış iki farklı eserdir. Aralarındaki ilişki, bir çeviri ya da basit bir şerh (açıklama ve yorumlama) ilişkisi değildir. Fârâbî, her ne kadar Aristoteles’in eserini açıklamak ve yorumlamak istediğini söylese de ve iki eser arasında her ne kadar yer yer bir benzerlik olduğunu görebilsek de, öz olarak Poetika’dan bağımsız bir eserdir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, Şiirin Kanunları mantıkla şiir arasında bir ilişki kurmaya çalışır; şiiri mantık çerçevesinde ve mantığın kavramları ile anlamaya çalışır. Daha önceki Poetika çeviri ve yorumlarından kaynaklanan bu husus, Şiirin Kanunları hakkındaki bu risaleye, şiir sanatını mantık bilimi çerçevesinde anlamaya çalışmak gibi, bugün bile özgün sayılabilecek bir nitelik kazandırmıştır. Bu nedenle, onun yapısını oluşturan üç unsurdan ilki olan “şiir nedir” konusu mantıkla şiiri anlama çabası olarak Poetika’dan farklıdır. İkinci unsur olan şiirin türleri ise Poetika’da yer alan konuları kısaca açıklamaya çalışır. Üçüncü unsur olarak yer alan şairlerin nitelikleri hakkında açıklamalar ise risalenin Poetika’dan ayrıldığı bir başka yönünü gösterir ve şiir sanatına ait önemli bir konuya değinir. Şiir sanatında bilgi ve yetenek konusunu ele almaya çalışması, Risâle’nin özgün yanlarından birini oluşturur. Bu işaret edilen hususlar açısından bakıldığında Şiirin Kanuınları’nın bir kopya değil, bir yeniden yazma değil, özgün bir çaba olduğu söylenebilir. Kuşkusuz, bu özgünlüğün nedenlerinden biri de Fârâbî’nin şiir konusunu İslam kültürünün kendi sanat ve şiir geleneği içinde yeniden üretmesi, anlaması ve sorgulamasıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Fârâbî, Poetika’yı açıklamak bahanesi ile kendi şiir görüşlerini ortaya koymaya çalışır. Her ne kadar mantıkla karşılaştırma içinde ve mantığın kavramlarıyla olsa da, yaptığı tartışmanın bugün de şiir sanatına farklı pencereler açabileceğini, özellikle Analitik felsefenin şiir ve sanat anlayışına temel teşkil edebileceğini ve onu önceleyebileceğini söylemek gerekir. Risâle, yukarıda da değinildiği üzere, yeniden ele alınmaya ve geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmeye ihtiyaç duyar; bu da onun yorumlanmaya ve yeniden üretilmeye uygun bir yapıda olduğu anlamına gelir. ■
Kaynakça
Arberry, A.I. (1937). Farab’s canon of poetry. Rivista Degli Studi Orientali, 17, 266. Aristoteles. (1983). Poetika. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi, ss. 7-19. Aristoteles. (1995). Retorik. Çev. Mehmet H. Doğan. İstanbul: Yapı Kredi yayınları. Aristoteles. (1989). Organon I-V. Çev. H. Ragıp Atademir. İstanbul: Milli eğitim Bakanlığı Yayınları. Aristoteles. (1983). Metafizik. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi, ss. 7-19. Bacon, F. (1999). Novum Organum. Çev. Sema Önal. Ankara: Doruk Yayınları. Baumgarten, A. G. (1954). Reflections on Poetry. Tr. Karl Aschenbrenner - Wılliam B. Holther. Berkeley And Los Angeles: University Of California Press. Bayraktar, M. (1997). “Fârâbî’nin “Siir Sanatının Kanunları” Adlı Risâlesi”, Ankara Üniversitesi lâhiyat Fakültesi Dergisi, 36, ss. 4565. Fârâbî (1937) Farabi’s Canon of Petry. Tr. A.I. Arberry. Rivista Degli Studi Orientali, 17, 266278. Fârâbî (1997). Siir Sanatının Kanunları, Çev. Mehmet Bayraktar. Ankara Üniversitesi lâhiyat Fakültesi Dergisi, 36, ss. 47-52. Fârâbî (1989). İhsa’ül Ulûm. Çev. Ahmet Ateş. İstanbul: Milli eğitim Bakanlığı Yayınları. Gemuhluoğlu, Z. (2011). İrfânî Yorum ve Şâirin Niyeti Gazzâlî’nin Şiir Anlayışı Üzerine Bir İnceleme. Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 40/1, ss. 109-136. Thomson, G. (1984) Şiir Sanatı. Çev. Cevat Çapan. İstanbul: Üç Çiçek Yayınları. Tunalı, İ. (1983). Aristoteles’in Poetikası’na Önsöz. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi, ss. 7-10. Kavafis (1993). Sanat Her Zaman Yalan Söylemez mi? Çev. Semih Rıfat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Peters, F.E. (2004). Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü. Çev. Hakkı Hünler. İstanbul: Paradigma Yayınları. Sheikh, M.S. (1976). A Dictionary of Muslim Philosophy. Lahor: Instıtute of Islamic Culture.
18
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiir sanatı SEMA ÖNAL*
B
atı geleneğinde şiir üzerine eserler düşünüldüğünde akla ilk gelenler Aristoteles ve Horace[1]’dir. Aristoteles, Poetika ve Retorik adlı kitaplarında şiir sanatı ve ifade sanatını ilk defa sistemli ve bilimsel şekilde incelemiş ve günümüzde hâlâ kabul gören felsefi derinlikte fikirler üretmiştir. Aristoteles’in Poetika adlı eserinde edebî türleri tanımlar, sınıflandırır, taklit (mimesis) ve arınma (katharsis) gibi kavramları sanat ve edebiyat alanına kazandırır. Ona göre sanatın yararı, okuyucu ve seyircinin duygularında arınma sağlamasıdır. O, felsefe, bilim ve şiir arasındaki farkı belirginleştirir, derinleştirir ve ayrımlaştırır. Ona göre, bir şairin şiirlerinde yarattığı dünyanın kökeni, yaşadığı bu dünyadadır. Ancak şair maddenin sınırlarının üstüne çıkar. Bu nedenle şair her iki dünyada nasıl çalışması gerektiğini bilmelidir. Şair, insani imkânlar içinde bulunduğu dünyada daha mütevazıdır. Şiirsel dünyada ise yüceltilmiş şeylerin içine dalar. Böylece, tabiat ve insanlar dünyasında insanın görmeyi istediğini şiirlerinde resmetme soyluluğuna sahiptir. Oysa bilim adamı 1. Horatius M.Ö 65 yılında doğan Romalı şair: Şiir Sanatı adlı eserinde mektuplar şeklinde yazarak şairlere tavsiyelerde bulunmuştur.
* Doç.Dr. Kırıkkale Üniversitesi Felsefe Bölümü
maddenin sınırlarında kalır ve onun ne olduğunu bulmak için çalışır. Felsefe ve şiir arasındaki tartışma da logos ve mythos arasındaki dikotomiye önderlik etmiştir. Platon bu ikisinin farkını ihtilaf ve bölünmenin kaynağı olarak mütalaa eder. Rönesans şairleri de şiirsel bir felsefe sunarlar ve Vico, 18. yüzyılda şiirin ve felsefenin ortak yönlerini mythos bağlamında halk hikmeti ve esoterik hikmet aracılığıyla dillendirir. Platon ve Aristoteles’e göre sanat, yapma ve yaratma işidir ve bu yaratma yoktan bir yaratma değil var olanı yansıtma ve bir taklittir. Sanatçı ister şair ister ressam olsun eserlerinde tabiatı, hayatı toplumu, insanları yansıtır. Platon, sanatın gerçeklerden (idealar) uzaklaştırdığını iddia etmesine karşılık, Aristoteles sanatın gerçekleri dile getirdiğini ifade eder. Çünkü Platon’a göre gerçek (idea) duyulur dünyanın dışındadır. Aristoteles’e göre ise gerçek (idea, form) duyular dünyasındadır. Dolayısıyla da sanatçı da gerçekleri yansıtır. Çünkü Platon’a göre formlar, maddi dünyanın dışında idealar âlemindedir. Aristoteles’e göre ise madde ve form birbirinden ayrılamazlar. Yaşadığımız bu dünyanın içinde bir arada bulunurlar. Şiir dendiğinde, günümüzde biz normal olarak mısra ile yazılmış bir şeyi anlarız. Aristoteles’e göre ise şiirin tanımı daha spesifiktir. Ona göre şiir dili, ritmi ve harmoniyi kullanan bir taklit türüdür. Bu
19
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ögeler dikkate değer farklılıklar içerse de kesinlikle her şiirde bulunur. Aristoteles için şiirin illâki mısra hâlinde yazılmış olması şart değildir. Ritim, uyum (harmony) varsa düzyazı da şiir olarak sayılabilir. Şiir bir mimesis çeşididir. Mimesis, kabaca taklit olarak çevrilebilir. Ancak burada taklitten daha çok tasviri anlamak gerekir. Çünkü şiir dünyada var olan bir şeyi anlatmaktadır. Bu anlayış, çok soyut şiiri dışta bırakır gibi görünür. Platon, İon diyalogunda “Büyük destan şairleri, büyük lirik şairler, o güzel şiirleri sanatla değil, tanrısal bir ilham ile yazmışlardır.” der. Ona göre şair, ilham duymadan, kendinden geçmeden, aklı başında iken hiçbir şey yaratamaz. Tanrı vergisi olmayınca kimse şiir söyleyemez. Şairler de bilicilere benzerler. Akılları başlarında değildir, söyledikleri kendi sözleri değildir, tanrı sözüdür. Şair tanrıya tercüman olmaktadır.[2] Şair, kanatlı, kutsal bir şeydir, esinlenmeden, aklı başından gitmeden, kendinden geçmeden bir şey yaratamaz. Bu tanrı vergisini almadıkça hiç kimse mısra kuramaz. Mısraları esinleyen sanat değil, tanrısal bir güçtür. (...)Bu kadar güzel şeyler söylemeleri onların ağzından tanrının konuşmasındandır.[3] Yine Platon, Epinomenis adlı diyalog da gerekli şeylerin sanat yoluyla elde edildiğini ama hiçbir sanatın insana bilgelik kazandıramayacağını da söyler. Zevk verici sanatların ciddi işler olmadığını birtakım araçlarla taklitler yapan bu sanatların, bedenle de edebe uygun olmayan taklitler yaptığını söyler (komedide olduğu gibi). Bu sanatların bazıları nesir, bazıları nazım kullanırlar, bazıları resme dayanır. Fakat insan bir sanatı istediği kadar ustalıkla işlese de bunun hiçbir değeri yoktur. Çünkü taklit, insana bilgelik kazandırmaz. Sayı, ölçü, bilgelik için temel bir kriterdir. İnsandan sayıyı kaldırırsak bilgelikle hiçbir ilişiği kalmaz. Çünkü hesap ruhunu kaybeden hayvan ruhu hiçbir zaman tam erdeme eremez. [4] Platon burada insanın sonradan kazandığı sanatların taklit olduğunu söylemeye çalışmaktadır. Şairler, sanat yoluyla şiir söylerse bu bir taklittir. Oysa tanrı vergisi ile şiir söylerlerse bu kutsal bir şeydir. Çünkü tanrısal bir güç, şaire söyletmektedir. 2. Platon, İon, 534 d,e, 535. 3. Platon, İon 535 d. 4. Platon, Epinomis 975 d 976c,- 977c.
Aristoteles de şiiri tabiatın, hayatın bir taklidi olarak değerlendirir, yani ister doğal nesneler ister insani eylemler olsun, şiir, bir sanatçının duygulanımlarından, etkilenişlerinden ortaya çıkmaktadır. Aristoteles belki de Platon’a zıt olarak şiirin gerçek bir şeyi, dünyada var olan bir şeyi temsil ettiğini söylemiştir. Hâlbuki Platon, şiirin gerçeklikle ilgisi olmadığını iddia etmiştir. Aristoteles şiirin, daha büyük bir ideale ulaşma yerine doğrudan doğruya hayatın kendisine bağlı olduğunu görmüştür. Şiirin kökenlerine ait analizinde Aristoteles, taklidin çocukluktan itibaren doğal bir şey olduğunu savunur. Çünkü çocuklar hayatlarının ilk dönemlerindeki derslerinin çoğunu başkalarını taklit yoluyla öğrenirler. İnsanlar da doğal olarak taklitten zevk alırlar. Şiir sanatı da genel olarak varlığını insan doğasında bulunan taklit içtepisinden alır. İnsan eylemlerini yansıtan tragedya taklittir. İnsan, hareketlerini sözle, ritimle, harmoni ile hikâye ederek hareket hâlinde taklit içtepisine sahip olduğu için anlatır. Uyandırdığı duygularla ruhları tutkularından arındırmaya çalışır. Tragedya, Aristoteles’e göre bütünlüğü olan bir hareketinin adıdır. Bütünlük hareketin, olayın tamamıdır. Kahramanlar ve zaman tek başına bütünlük sağlamaz. Tragedyada hikâye birlikli ve tamamlanmış bir hareketin taklidi olmalıdır. Serim, düğüm, çözüm bağlamında en önemli öge, plan veya kurgudur. Kurguda resmedilen bütün olaylar bulunmalıdır. Kurguda eksiklik ve aşırılığa gerek yoktur. Kurgunun her ögesi kusursuz bir bütün yaratmak için birlikte çalışmalıdır. Herhangi bir kısım değiştirilir veya çıkarılırsa bütünlük kaybolur. Aristoteles’in tragedyadan yola çıkarak sanatın işlevi konusunda en önemli tezi arınma (katharsis) felsefesidir. Ona göre, sanat eserinin iyi hissettirici ve iyileştirici gücü vardır. Aristoteles tragedyanın kaynaklarına iner. Dithyrambos ve benzer şiirlerin trajedinin kökeni olduğunu, ezgi, ritim ve abartılı ögelerin sanat eserinde olması gerektiğini söyler. Tragedyada her şeyi anlatmak imkânsız ve gereksizdir. Olayı olduğu gibi anlatma gayreti içinde olan tragedya yazarı, planı kendine göre seçer ve düzenler. Bir kişinin hayatını anlatmaya çalışırken genel olarak insan hayatını anlamaya çalışır, yani özelden genele varmayı amaçlar. Aristoteles, böylece tarih ve tragedya arasındaki farkı yakalar:
20
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Poetika’nın 9. Bölümünde şairin görevi olanı değil, olabilir olanı, yani zorunluluk ve olasılık kanunlarına göre mümkün olan şeyi ifade etmektir. Tarih yazarı ve şair, biri düzyazı öteki nazım yazdığı için birbirlerinden ayrılamazlar. Tarihçi olan şeyi, şair olabilir olan şeyi ifade eder. Şiir, tarih eserine göre daha felsefidir. Şiir daha genel olanı tarih ise daha özel olanı tasvir eder. Hikâye ve tragedya da daha çok olabilir olanı ifade eder[5]. O hâlde, Aristoteles’de, şiir, tarihten daha felsefi ve daha soyludur. Şair aslında kopya veya taklit etmez daha çok olmuş şeyler üzerine düşünür ve böylece evrensellerin temaşasına yükselir. Soylu aktivitelerde bulunan insan varlıklarını tasvir etmek, soylu şeyleri ve mümkün şeyleri tasvir etmek şiirin maksadıdır. Böylece şairlerin muhayyilesinde bir dünya yaratılır. Bu öyle bir dünyadır ki bitkilerin ve canlıların alelade dünyasının maddesinin formunu belirler, formla doludur. Aristoteles’e göre insanda taklit yetisi doğuştan var olduğu için insan bu edimden hoşlanır. Sanat da belirli tutku davranış düşünüş ve tutumları kendi kişiliğinde cisimleştiren tiplerin yani eylemde bulunan kişilerin taklididir. Ona göre şiir sanatı, ozanların karakterlerine uygun olan iki yön alır: Ağır başlı ve soylu karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu tiplerin iyi eylemlerini; düşük karakterli ozanlar ise bayağı yaradılıştaki insanların eylemlerini taklit ederler. Poetika’da tipler etik ölçüte göre değerlendirilir. Ona göre komedya hafif, tragedya soylu duyguları temsil eder. Komedya özü gereği kusura ve eksikliğe trajedi ise tamlığa, saygınlığa, mükemmelliğe ve soyluluğa dayanır. Sevgi, şefkat, fedakârlık, cesaret gibi soylu duyguların taklidi ancak tragedya içinde belirli tiplere giydirilmiş şekilde ortaya çıkar. Tragedya kişide saygı, acıma, korku duyguları uyandırarak ruhu tutkulardan temizler. Aristoteles’in tragedya ve komedya hakkındaki bu fikirleri onun madde-form felsefesiyle yakından alakalıdır. Aristoteles’e göre formu anlamak, görebilmek aklın bir işidir. Madde, biçimsiz, kusurlu, karanlık, yavaş, bölünebilir, devingendir. “Maddi dünyada ‘başka’ hâkimdir. Başka ‘aynı’dan farklılık gösterir. Kaos, bütün formları yıkar. Oysa formun özellikleri, mükemmellik, aydınlık, aktif oluş, bölünmezlik, değişmezliktir, yani içinde 5. Aristoteles, Poetika, s.16-19, 30-33.
bulunduğu durumda olabildiğince kalmaya çabalamaktır. İşte Platon’un Parmenides ve Sofistes diyaloglarında ‘aynı’ kavramını tartışmasının nedeni budur. ‘Aynı’nın özelliklerinden dolayı insani formun tabiatı düzen, ışık, hayat, uyum ve güzellik olmaktadır. Bu nedenle ilahi öğüde ve değere sahip olmayan insanlar maddi yönleri içinde kaybolur. Henüz biçim alamamışlardır, madde kusurlu olma özelliği dolayısıyla ahlakı bozuk insanı tanımlar. Çünkü bütün kötü alışkanlıklar kusurdan dolayıdır. Ağırkanlı, tembel, aylak, özel ilgilerinden başka hiçbir şeyin peşinde olmayan insanlar bedensel zevklerin peşindedirler. Kendi zevk ve kaprisleri uğruna hareket ederler. Zihinleri hiçbir şeyde sabit kalamayan daima değiştiren aptal insanlardır. Bunlar daima yeni şeyleri severler, ondan etkilenirler, hayatlarını teolojik şairlerin kaos dediği şeye yani kötü ve vahşi hayata indirgerler”[6]. Komedya’nın konusunu bu tip insanlar oluşturur. Diğer yandan bu dünyanın formunu ve zihnini oluşturanlar, formun mükemmel olma özelliği dolayısıyla kendilerine ve başkalarına nasihat edebilen ve onları savunabilen insanlardır. Bunlar bilge ve güçlüdürler. Formun aktif olma özelliği dolayısıyla çalışkan ve sabırlı insanlardır. Aydınlık olma özelliği dolayısıyla, özel hayatta övgüyle, kamusal hayatta şanla donanmışlardır. Bölünemez olma özelliği dolayısıyla her işte veya öğretide kendi güçleriyle ve bütün özellikleriyle bütünleşmişlerdir. Gerçek bilginler gerçek zanaatkârlar gerçek şövalyeler, gerçek devlet adamlarıdırlar. Sebatkâr olma özelliği dolayısıyla ciddi, ağırbaşlı, ‘aynı’ olma özelliği dolayısıyla doğru tedbirli, yerinde davranan görgülü, düzenli olma özelliği dolayısıyla güzel, uyumludurlar. Her biri tam olarak kendi görevini yapan insanlar, yönetimlerde uyumu ve güzelliği oluştururlar. Yurttaşlık değerleri dolayısıyla devletlerini korumak için çaba harcarlar. Zayıf ve bozulmuş tabiata sahip olanlar gibi kölelik, alçaklık ve zevk peşinde değil, şeref, zafer, mutluluk ve fazilet peşinde gitmeyi isterler[7] İşte tragedya daha çok bu tip insanları anlatmaya çalışır. Şimdi de Romalı şair yazar Horace’ın şiir hakkındaki fikirlerinden bahsedelim. Horace, Şiir 6. Vico, Yeni Bilim. 512, 513. 7. Vico , _______, 511- 513.
21
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Sanatı adlı eserinde şunlar söyler: “Şairler ya bize yararlı olmayı ya bizi memnun etmeyi yahut aynı zamanda hem zevk veren hem de yaşamamız için yararlı olan sözler söylemeyi arzu ederler. Her ne öğretiyor olursanız olun bırakın kısa ve öz olsunlar. Böylece açık fikirli ruhlar, söylediklerinizi çabukça kavrayacak ve sadakatle akıllarında tutacaklardır. Gereksiz her şey iyi bir depo olan zihinden dışarı akar. Zevk vermek için şiirsel kurgular gerçeğe yaklaşmalıdır[8] Komedyanın konusuna giren olaylar tragedyanın dizelerinde ifade edilmek istemez. Her tür, kendine tahsis edilen uygun yerde kalmalıdır. Horace’a göre, şiirlerin yalnızca güzel olması yeterli değildir. Ayrıca zevk vermeli ve dinleyicisinin ruhunu istediği yöne doğru yönlendirebilmelidir. “İnsan yüzü gülenle güldüğü gibi ağlayanla birlikte de ağlar. Eğer benim ağlamamı istiyorsan önce sen kendin hüzünlenmelisin. İşte o zaman senin felaketlerin beni acıtır. Eğer uygun olmayan sözcüklerle konuşursan ben ya uyurum ya gülerim. Acıklı sözler hüzünlü yüzlere uyar, tehditle dolu kelimeler kızgın yüzlere; şen sözler eğlenen yüzlere uyar, ciddi sözler haşin yüzlere. Çünkü doğa bizi başımıza gelecek her tür olaya tepki verecek şekilde biçimlendirir. Bizi neşelendirir veya öfkelenmemiz için zorlar. Yerlere fırlatır ve zalim acılarla eziyet eder. Sonra da tercüman olarak dili kullanır ve ruhun heyecanlarını dile getirir. Ancak eğer konuşanın başına gelenlerle sarf ettiği sözcükler arasında bir uyumsuzluk varsa Romalılar kaba kahkahalarla seslerini yükseltirler”[9]. Horace, Platon gibi büyük şairleri kutsar, Ona göre de edebî mükemmelliğin kaynağı ve temeli bilgeliktir. Sanatçıyı, hayatın ve karakterlerin ibretlerini göstermeye ve bu kaynaklardan yaşayan sesler getirmeye davet eder. Ona göre bazen biçimsel incelikten, görkemden ve ustalıktan yoksun etkileyici pasajlarla ve doğru olarak çizilmiş karakterlerle süslü bir hikâye, gerçeklik anlayışından yoksun şiirlerden ve sırf kulağa hoş gelsin diye yazılmış ıvır zıvırdan daha zevk verici olabilir ve seyircinin ilgisini çekebilir. “Bilgelik tanrısı Minerva’nın yasakladığı hiçbir şeyi söyleme ve yapma, iyi bir yargı gücün var,
iyi duyguların var ama eğer bir gün bir şey yazarsan onu önce bir eleştirmenin kulaklarına duyur. Aradan dokuz yıl geçene kadar onun üzerine bir şey ört. Yayınlamadığın her şeyi yok edebilirsin ama bir kez yayılmış bir söz geri dönüş yolunu bilmez.”[10] Grek ve Roma geleneğinden gelen Giambattista Vico’ya göre şiir ilk insanların dilidir. Şiirsel hikmet de dünyanın ilk hikmetidir. Uygarlık şiirseldir, şiirle başlamıştır. Şiir insanın düşüncelerin ortaya koymada doğuştan gelen arzusudur. Vico, fikirlerini desteklemek için Aristoteles ve Horace’ın Homer yorumlarından alıntı yapar. Aristoteles, tragedyaya konu olan Homer’in kahramanlarının emsalsiz olduğunu Horace ise taklit edilemez olduğunu söyler. [11]Horace’a göre, şairler “tanrıları yorumcularıdır”. Vico’ya göre şairler, kitaplı dinlerden habersiz ilk insanlar arasında, dinleri kurmuşlardır. Şiiri yücelten şey, akıl yürütme gücünün değil belleğin ve hayal gücünün yüksek oluşudur. İlk çağlarda şairlerden sonra gelen filozoflar, şairlerin ürettiklerine denk şeyler üretemedikleri için şiirin gelişmesini de engellemişlerdir.[12] Bütün bunlardan anlıyoruz ki şair ve şiir ilk çağlardan bu yana toplumda çok önemli bir role sahiptir. Şair, duyguları güzelleştirilmiş bir dil ile ortaya koyar. Şiirin kaynağı, öğrenilmiş bilgi değildir. Bir tür gönül yaşantısıdır, tanrı vergisidir. Şair üretici değildir, etkilenir ve söyler. Sözcüklere can verir. Sevgiyi nefreti, zaferi, yenilgiyi, umudu, umutsuzluğu, acıları, zevkleri, tutkuları, çatışmaları, hiç kimseyle paylaşılamayan duyguları yansıtır. Şiiri okuyan veya dinleyen onda kendini bulmalıdır.■ Kaynaklar
Aristoteles Poetika çev. İsmail Tunalı Remzi Kitabevi, 1987. Horace, Şiir Sanatı dergiler@ankara.edu.tr Tr: Ars Poetica Horatius, İngilizceden çevirenler: Irmak Bahçeci, Eren Buğlalılar, Barış Yıldırım. Platon, İon diyalogu, çev. Nihal petek Boyacı, Kabalcı yay. Humanitas Dizisi. Platon, Epınomis, çev. Adnan Cemgil, Maarif Matbaası 1943. Taşdelen, Vefa; Felsefeden Edebiyata, Hece yay.2013. Vico, Giambattista; Yeni Bilim. çev. Sema Önal, Doğu- Batı yay. 2007.
10. Age.. 385-390 11. Vico Yeni Bilim s.382, paragraf: 838 12. Vico _______, s. 160
8. Horace şiir sanatı 333-346 dergiler ankara@edu. Tr Ars Poetica Horatius, 9. Age.
22
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Poetika ve ontolojik huzursuzluk NURİ SAĞLAM
P
oetika, Aristo’nun Poetika adlı yapıtından itibaren en geniş anlamıyla edebiyat sanatına fakat özellikle son yüzyıl boyunca daha çok şiir sanatına dair teorik metinlerin genel adı olarak kullanılagelen bir kavramdır. Hiç kuşku yok ki dikkatli bir okur, henüz işin başında bu giriş cümlesinin ne kadar müphem ve muğlak bir ifade olduğunu, zira ilk bakışta “poetika” kavramının genel-geçer bir tanımı gibi görünen bu cümlede “poetika” yerine, başta “edebiyat bilimi” olmak üzere -ki Roman Jakobson birçok yazısında “poetika” kavramını “edebiyat bilimi” anlamında kullanmıştır-[1] “edebiyat eleştirisi”, “edebiyat teorisi”, “edebiyat kuramı” gibi daha başka adlandırmaların da rahatlıkla konulabileceğini fark edecektir! Bu, son derece çetrefil bir meseledir. Dolayısıyla burada bir kavram analizine kalkışmak yerine, öteden beri zihnimi kurcalayan bir problem olarak şairi bizatihi kendi yaratısı hakkında konuşmaya iten entellektüel huzursuzluğun ontolojik zeminini, hemen her poetik söylemin en gerilimli hattını oluşturan “gerçeklik” iddiası etrafında sorgulamayı deneyeceğim.[2] Zira şiir sanatıyla 1. Tzvetan Todorov, Poetikaya Giriş, İstanbul: Metis Yayınları, 2001, s. 38. 2. “Gerçek” ve “gerçeklik” kavramlarının anlamsal olarak ne denli kaypak kılıklara sokulduğunu ve bir şairin
felsefe ve din arasında süregelen kadîm kavganın temelinde, bireysel ya da toplumsal bütün “iktidar” alanlarının en kullanışlı argümanı olan bu kavramın yattığını düşünüyorum. Edebiyat sanatıyla felsefe ve din arasındaki söz konusu kavga, kahramanlar çağının Tanrı öykülerine dayanan mitik evren tasarımı yerine, rasyonel ölçütlere dayalı ideal bir evren düşüncesinin gelişmeye başladığı sıralarda ortaya çıkmıştır. Platon’un tragedya ve trajik şiire saldırmasının en önemli sebebi de bu düşünsel değişim hamlesinde şiir sanatının son derece kritik bir rol oynamasıydı. Çünkü felsefe, bilim, din ve ideoloji gibi farklı entellektüel disiplinler, “dil”in soyut ya da somut bir gerçekliğe dikkat çekmesi hâlinde ancak anlamlı olacağını ileri sürerlerken doğası gereği imge ve metaforlarla büyülü bir şekilde oynayan şiir sanatı, felsefî düşüncenin, insanı metafizik gerçekliğe yöneltme gayesinin önüne güçlü bir engel çıkarıyor ve dilin herhangi bir gerçekliğe işaret etmeksizin de çok çeşitli ve kontrol edilemez anlamlar üretebileceğini kanıtlıyordu.[3] Bir başka deyişle gerçekle şiir ilişkisini sorgularken aporetik bir söylem yığını içinde nasıl boğulduğunu görmek için Özdemir İnce’nin Şiir ve Gerçeklik (İmge Yayınları, 4. bs., 2011) adlı kitabına bakmak yeterlidir. 3. Bu konuda kapsamlı bilgi için bk., Burhanettin Tatar,
23
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
“mitos” gelip “logos”a dayanmıştı. Platon’un şiire ve şaire yönelttiği eleştirilerin temelinde de bu tedirgin edici farkındalık yatıyordu. [4] Ancak bu huzursuzluğun körüklediği felsefe yapma güdüsü, onu kendi metafizik kuramıyla yüzleşmek yerine, “idea”ların gerçekliği konusunda ısrarcı olmaya sevk etmiş ve düşüncelerinde ısrarla direten her filozof gibi içine düştüğü daha önemli tutarsızlıkları görme ihtimalini karartmıştır. Bu yüzden mesela hiç değişmeyen ideler âleminin bir yansıması ya da taklidi (mimesis) olarak betimlediği duyular dünyasındaki bir kısım unsurların Tanrı, bir kısımlarının da insanlar tarafından meydana getirildiklerini söylerken[5] taklitçilikle suçladığı sanatkârla beraber bizatihi Tanrı’yı da bir taklitçi durumuna düşürdüğünün farkında değildir! Bu da hiç kuşkusuz Platon’un hem şairi ve şiiri suçlama gerekçesini geçersiz kılacak hem de kendi dinî inancı ve ahlak anlayışına göre tasavvur ettiği ideal devletinde, insanları gerçeklikten uzaklaştırıp yalana ve sahtekârlığa sürüklediği savıyla -Tanrıları ve iyi insanları öven şiirler dışında- hiçbir şiire ve şaire hayat hakkı tanımayışını sorunlu hâle getirmeye yetecek kadar büyük bir mantıksal hatadır! Gel gelelim şiir ve şair karşısındaki bu olumsuz tavır, aradan yaklaşık bin yıl geçtikten sonra aynı keskinliğiyle İslâm’ın ilk yıllarında da karşımıza çıkmaktadır. Çünkü eski çağlardan beri toplumu yönlendirmek adına çok etkili bir silah olarak kullanılagelen şiir sanatı, Hz. Muhammed ve İslâm’ın iktidarına karşı da aynı şekilde kullanıldığı için “O, bir şâirin sözü değildir, ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka, 41) ayeti ve buna benzer toplam yedi ayette görüleceği üzere, şair daima “yalancı, deli, azgın, cahil, gafil” gibi sıfatlarla birlikte anılarak aşağılanmış ve kötülenmiştir. Yine “Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da…” (Yâsîn, 69) Din, İlim ve Sanatta Hermenötik, İstanbul: İsam Yayınları, 2014, s. 39-75; aynı yazar, “Din Dilinin Ontolojik-Tarihsel Karakteri Üzerine Notlar”, Din Dili, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur’an Araştırmaları Merkezi Yayınları, Çalıştay Serisi: 1, s. 19-62. 4. Iris Murdoch, Ateş ve Güneş-Platon Sanatçıları Niçin Dışladı?, (Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008, s. 76-79. 5. Platon, Devlet (Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz), 6. bs., İstanbul: Remzi Kitabevi, 1988, s. 281295.
ayeti ve “Birinizin içinin kusmukla dolması, şiirle dolmasından daha iyidir.” yahut bunun bir başka varyantı olan “Birinizin içinin kusmuk ve kanla dolması, beni hicveden şiirle dolmasından daha iyidir.” mealindeki hadisten de anlaşıldığı üzere, şairin yanısıra şiir de kötülenmiş fakat “Şüphe yok ki bazı şiirler hikmet ifadeleridir.” tarzındaki birtakım hadislerle de tıpkı Platon’un yaptığı gibi şiirin iktidara ve iktidarın gerçeklik tasavvuruna hizmet eden güzel ve faydalı olanına ancak izin verilmiştir.[6] Bununla beraber Hz. Ömer’in Mısır ve İskenderiye’yi fethettiğinde kütüphanelerde bulunan binlerce cilt kitabı yine aynı gerekçeyle yaktırdığını da hatırlamak gerekir.[7] Bütün bunlar, gerek Platon’un gerekse Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in şiir ve şair karşısında takındıkları bu olumsuz tavrı belirleyen esas ölçütün, her anlamda “iktidar” ve iktidarın belirlediği inançsal ve ahlakî normlar olduğunu göstermektedir.[8] Fakat işin ilginç yanı, her iki tavırda da suçlanan ve aşağılanan ana unsurun şiirin ve şairin toplumsal işlevi olduğu anlaşılmakla beraber şiir sanatının doğasının da bu suçlamadan nasibini almış görünmesidir! Kaldı ki söz konusu ayetlerin tefsirlerinde şiire ve şairin toplumsal misyonuna dair verilen birtakım tarihsel bilgiler de bu konu üzerindeki müphemiyeti ortadan kaldırabilmiş değildir. Dolayısıyla günümüz poetik metinlerinde muhtemelen “O, bir şâirin sözü değildir, ne de az inanıyorsunuz!” ayetinden kaynaklanan entellektüel huzursuzluğun çok çeşitli trajik yansımalarını görmek mümkündür. Mesela Fuzulî’nin Ger derse Fuzulî ki güzellerde vefâ var/Aldanma ki şair sözü elbette yalandır! beytinin ikinci dizesinin, öteden beri Klasik edebiyat mütahassısı akademisyenler dâhil birçok yazar ve şair tarafından beytin anlamsal bağlamından koparılıp garip ve anlaşılmaz bir şekilde şairlerin yalancı olduklarına dair âdeta kesin bir kanıt olarak kullanılagelmesi[9] bu huzursuzluğun en 6. İslâm’ın ilk yıllarında şair ve şiire nasıl bakıldığı ve bu konudaki hadislerin kaynakları hakkında bk., İsmail Durmuş, “Şiir”, DİA, C. 39, İstanbul, 2010, s. 144-154. 7. Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehakk, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2008, s. 19-20. 8. Cemal Süreya, “Şuara Suresi”, Toplu Yazılar-I, İstanbul: YKY, 2000, s. 55-58. 9. Örnek olarak Abdülbakı Gölpınarlı’nın Fuzûlî Dîvânı (2. bs., İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1961, s. XXIV),
24
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
dikkat çekici örneklerinden biridir. Hiç kuşkusuz bu şair ve yazarların Türkçedeki şartlı cümle yapısını bilmedikleri ve Dîvan şiirinde anlamı dizenin değil beytin oluşturduğu temel bilgisinden habersiz oldukları iddia edilemez. Bu yüzden söz konusu entellektüel huzursuzluğun, büyük ölçüde şair sözünün yani şiirin ontolojik bakımdan yalan olduğu itikadıyla yüzleşme korkusundan kaynaklandığını düşünüyorum! Fakat meselenin hassaslığına binaen şimdilik Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Arâbî, Cürcânî, İbn Haldun vb. gibi meşhur İslâm filozoflarının şiire büyük bir önem verdiklerini ve yukarıdaki ayetlere hiçbir atıfta bulunma gereği duymaksızın felsefe ile şiiri uzlaştırma çabası içine girdiklerini fakat zaman içinde felsefe yapmayı dinsizlikle bir tutan cehaletin, İslâm’ı asrın idrakine söyletme imkânını ortadan kaldırdığını ve nihayet çağımızda bütün siyasî, kültürel ve düşünsel sorunlarımızın da buradan kaynaklandığını belirtmekle yetineceğim... Bizde durum böyleyken Batı dünyasında felsefe ve din ile şiir sanatı arasındaki kadîm kavga onsekizinci asrın sonlarına doğru şiirin lehine gelişmeye başlamıştı. Batı modernitesinde eski ile yeniyi teolojik kavramlarla bağdaştırma çabaları yahut teoloji, felsefe, siyaset, bilim ve sanat arasında yeni bir sentez kurma girişimleri, on sekizinci yüzyılın ortalarına doğru tamamen çökmüştü.[10] Bu sürecin devamında, Kant ile birlikte felsefî bir düzeye yükselen şiir sanatı, Schiller, Hölderlin ve Schelling tarafından felsefe, bilim ve diğer sanatlardan çok daha üstün bir konuma yerleştirilmiş ve hatta Schiller, insanı ifade edebilecek en güçlü etkinliğin şiir sanatı olduğunu ileri sürmüştü...[11] Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi felsefe yapmayı dinsizlikle bir tutan cehalet yüzünden İslam dünyası henüz böyle bir tecrübe yaşamamıştı. Dolayısıyla şairlerimizin neredeyse yüz yıldır kaleme aldıkları bütün poetik metinlerde gizemli bir söylemin hâkim olması, çoğu zaman aforistik ve metaforik İskender Pala’nın “Şair” (Zaman, 20 Ocak 2009) ve Hilmi Yavuz’un “Şiir ve Gerçek” (Okuma Biçimleri, İstanbul: Timaş Yayınları, 2010, s. 82-84.) başlıklı eserlerine bakılabilir. 10. Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, İstanbul: Yordam Kitap, 2014, s. 20. 11. Doğan Özlem, Hermeneutik ve Şiir, İstanbul: Notos Kitap Yayınları, 2011, s. 34-35.
bir dil kullanılması, hiçbir şeyin açıklanamayışı ve hatta tam tersine açıklanmaya muhtaç savlar ileri sürülmesi gibi hususlarla böyle bir tecrübe yokluğu arasında ilgi kurulabilir mi bilmiyorum ama bütün bunlar, Ahmet Oktay’ın “Şiir-bilime ilişkin kuramsal üretim, doğrudan doğruya bilimsel söylem çerçevesinde olanaklı. Yani şairlerin dışında.”[12] tespitini teknik olarak doğruluyor gibi görünmektedir. Ancak şiir-bilimin de bugüne kadar “Şiir nedir?” sorusuna ikna edici bir cevap bulabildiği söylenemez. Bu, hiç kuşkusuz epistemolojik bir sorundur. Fakat özellikle şairlerin kaleme aldıkları poetik metinlerin, epistemolojik değil ontolojik bir soruna işaret ettiğini düşünüyorum. Bu sorunun bana göre en dikkat çekici özelliği, şiirle dinin aynı cinsten olduğu düşüncesine istinaden şairlerin kendilerini insan üstü bir varlık olarak görme temayülü ve belki biraz da ilahlaşma arzusudur![13] Zaten ontolojik huzursuzlukların kıskacında bunalan şairleri, bir de epistemolojik açıdan ne ölçüde rahatsız edeceğini kestiremediğim bu son derece tehlikeli ve netameli iddiayı -ki bunu elbette bütün şairlere teşmil etmek insafsızlık olur- çok bilindik birkaç poetik metin üzerinde kısaca açımlamaya çalışacağım. Böyle bir temayülün ilk izlerini, şiirin kaynağını sırlar ve bilinmezliklerin karanlıkları içine gömülü kutsal ve isimsiz bir memba olarak gören Ahmet Haşim’in “Hâsılı şiir, resullerin sözü gibi muhtelif tefsirâta müsait bir vüs’at ve şümulü hâiz olmalı.”[14] ifadesinde buluyoruz. Burada 12. Ahmet Oktay, İmkânsız Poetika, İstanbul: İthaki Yayınları, 2008, s. 15-18. 13. Nitekim beşeriyette bir ilahlaşma temayülü bulunduğunu ifade eden İbn Haldun bu konuda şunları söyler: “Malum olsun ki bahiskonusu büyüklenme ve kendini yüksekte görme hâli kötü huylardan olup kendisinde kemâl bulunduğunu vehm eden veya sahip olduğu ilim veya sanat sermayesine halkın muhtaç olduğunu zanneden kimselerde hâsıl olur. Meselâ ilminde engin olan âlim, güzel yazı yazan kâtip, beliğ şiir söyleyen şair ve mesleğinde başarılı olup herkesin elindeki sanata muhtaç olduğunu vehm eden tüm sanatkârlar böyledir. Bu durumda bulunan bir kimsede bahiskonusu hâl sebebiyle diğerlerinden daha üstün olma hissi hâsıl olur...” [İbn Haldun, Mukaddime II, (Hzl. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, 2012, s. 709.] 14. Bu ifade, Ahmet Haşim’in 1921 yılında Dergâh mecmuasında “Şiirde Mana” başlığı altında yayımladığı
25
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
“resullerin sözü” ibaresi ile Kur’an dâhil bütün kutsal metinlerin kast edildiği açıktır. Çünkü nihaî olarak peygamberlerin dili vasıtasıyla ancak somutlaşabilen kutsal metinlerin, belki bu yönüyle “resullerin sözü” oldukları düşünülebilirse de doğrudan doğruya peygamberlere ait sözlerin muhtelif tefsirata müsait oldukları söylemi realiteyle bağdaşmamaktadır.[15] Bununla beraber Haşim, “resullerin sözü” ibaresi ile kutsal metinlerin peygamberler tarafından yazıldıklarını ima ediyor da olabilir. Kaldı ki Mallarme’yi anlattığı bir yazısında, onun şiir ile dinin aynı cinsten oldukları kanaatini paylaşarak kendi sanat anlayışında da şiirin din yerine ikame edilecek mistik bir karaktere sahip olduğunu ifşa etmektedir.[16] Şairlerin kendilerini insan üstü bir varlık olarak görme temayülü (tekebbürü), bazen ihtiyatlı bazen cüretkâr ifadelerle Necip Fazıl’ın poetikasında da kendisini göstermektedir. Zira ona göre şair, İlahî idrak emanetini temsil etmeye memur ya da memur olması icap eden insan üstü bir yaratık ve hatta haddini bilmesi gereken insanlar arasında, haddini aşmaya imtiyazlı yegane varlıktır. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın şiir anlayışını büyük ölçüde etkileyen Valery’nin sanatı bir din mertebesine yükselterek kutsallaştırma eğilimi[17], Necip Fazıl’ın şiire ve şaire yüklediği ontolojik temelli “Allah’ı (mutlak hakikati) bulamamacasına arama”[18] tezi etrafında felsefî bir meşruluk kazanmış fakat sırlı, büyülü, tılsımlı vs. kelimelerle ibret verici apokaliptik bir söyleme dönüşmüştür... Bu kadar belirgin olmasa da şairin insan üstü bir varlık olduğu inancı Sezai Karakoç’un poetik metinlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Bir bakıma Heidegger’i çağrıştıran bir ifadeyle sanatçıyı “âdeta bilmediğimiz bir dünyadan bir ve 1926 yılında çıkan Piyale adlı şiir kitabına “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” adıyla ön söz yaptığı poetik metninde yer almaktadır. 15. Bu konuda farklı bir yorum için bk., M. Orhan Okay, Poetika Dersleri, Ankara: Hece Yayınları, 2004, s. 134135. 16. Ahmet Haşim, “Sembolizmin Kıymetleri”, Hayat, C. 1, nr. 26, 26 Mayıs 1927, s. 507-508. 17. Daryush Shayegan, Melez Bilinç, İstanbul: Metis Yayınları, 2013, s. 73-74. 18. Necip Fazıl Kısakürek, “Poetika”, Çile, 41. bs., İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2001, s. 491.
kaza sonucu dünyamıza düşmüş bir yaratık, fizikötesi yaşantılı bir kazazede”[19] şeklinde tanımlayan Karakoç da daha ilk hamlede şairle sıradan insanın doğası arasına aşılması imkânsız ontolojik bir uçurum koymakta ve yine felsefî bir söylemle şaire insanlık içinde tıpkı peygamberlere mahsus bir misyon yüklemektedir. Zira insanın ya da insanlığın din kaynaklı törenlerinde, ibadetlerinde, İlahî musikiye onun sesi karışacak, Tanrı’yı bütün insan kardeşleri adına o yüceltecek; felâket anında yine insanlar adına sesini o duyuracak, insanlık adına o günah çıkartacak ve Tanrı, samimiliği ve temiz yürekliliği içinde şairi insanların temsilcisi, sözcüsü kabul edip eşsiz acımasıyla günahkârları bağışlayabilecektir! Yalvarıların en güzelini, en ölmezini de şair yapacaktır ki insanlar Tanrı’ya yönelirken dillerinde ve gönüllerinde bu yakarıyı hazır bulabilsinler ve o yakarı insanlık için sunulan en etkin teselli olabilsin!...[20] Hangi amaç ve niyetle yazılmış olurlarsa olsunlar bu ve benzeri ifadelerin şiiri âdeta bir din, şairi de o dinin peygamberi konumuna yükseltip yükseltmediği hiç değilse bir söylem analizi çerçevesinde tartışılabilir mi bilmiyorum! Fakat bütün bu poetik söylemlerin merkezinde, şairlerin ilahlaşma arzusu değilse bile insanlar arasında ya da toplum içinde, kendilerine en azından otonom bir iktidar alanı oluşturma endişesinin yattığını söyleyeceğim... Buraya kadar dile getirmeye çalıştığım gibi söz konusu poetik metinlerin neredeyse insanüstü bir gayrete rağmen şiir sanatına dair hiçbir şeyi açıklayamayışları, diğer bir deyişle bir yaratma edimi olan şiir sanatı ve yaratılanı açıklama girişimi olan poetika arasında, anlaşılmaz ve kesinlikle saptanamaz bir boşluğun bulunması, acaba Tanrı’nın insana armağan ettiği yaratma kudreti ile yaratılanı açıklama kudretinin aynı anda ve aynı varlıkta bulunmayacağına dair çok daha genel ve bambaşka bir ontolojik sorunun varlığına mı işaret ediyor! Yoksa şairler, Tanrı’nın yaratma kudretinin yanı sıra yine onun yarattıklarını kontrol etme eylemini de mi taklit ediyorlar! Eğer durum buysa sadece şiir yazmalılar...■
19. Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-I, İstanbul: Diriliş Yayınları, 1988, s. 20. 20. Age., s. 56 vd.
26
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiirin değiştirme gücü MUSTAFA ÖZÇELİK
Yunus’un şiirlerine baktığımızda onda sadece bir dervişin nefsini olgunlaştırmak adına giriştiği mücadelenin anlatımını değil, aynı zamanda toplumsal bir mücadelenin izlerini görürüz.
A
dına şiir dediğimiz metinlerin tür olarak tanımı her ne kadar şairden şaire, kültürden kültüre değişiyor olsa bile yine de ortak kimi kabullerden, özelliklerden söz etmek mümkündür. Buna göre şiir her şeyden önce bir dil olayıdır. Ses ve musiki ile doğrudan ilgisi vardır ve okuyanda mutlaka estetik bir etkilenme, bir duygu ve düşünce değişimi meydana getirebilecek bir özelliğe sahiptir. Toplumların ve şiirin tarihine baktığımızda şiir ve toplum arasında bu tür bir ilişkinin var olduğu, yani şiirin toplumu en azından toplumdaki bazı bireyleri değiştirdiği/ dönüştürdüğü rahatlıkla görülebilecek olaylardandır. Bu değişim sonucundadır ki toplumlarda şair bir öncü görevi görmüştür. Mesela 13. asırda Yunus Emre böyle bir örnektir. Yine son yüzyılda Mehmet Akif, benzer bir durumun sembol ismidir. Şiirin değiştirme gücünü anlayabilmek için önce bu iki şairin yaşadıkları yüzyılların olaylarına bakmak gerekir. Çünkü eser, şairin çağından soyutlanarak anlaşılamaz. Bir şiiri değerlendirirken yazıldığı/söylendiği çağın şartları şairi de şiirini de mutlaka etkileyecektir. Yani bir anlamda 27
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
önce çağ, şairi değiştirmekte, sonra da şair çağını değiştirecek bir söylem geliştirmektedir. Bu konu çerçevesinde isimlerini andığımız şairlerden ilki olan Yunus Emre, 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadı. Bu dönem Anadolu Selçuklularının yıkılışı, Beyliklerin kuruluşu ardından Osmanlı devletinin ilk yıllarına tekabül etmektedir. Bu zaman diliminde Anadolu Haçlı Seferleri, Moğol akınları ve Babai isyanları olarak üç büyük felaket yaşamıştır. Kısacası bir bunalım çağıdır bu dönem. Bütün bu hadiseler toplum ve devlet düzenini bozmuş, ortaya her anlamda çok ciddi sıkıntılar çıkmıştır. Yunus Emre, işte böylesi bir asırda yaşamış ve şiirler söylemiştir. Onu değiştirici bir şair saymamızın sebebi öncelikle çağının sorunlarını çok iyi kavramış olmasıdır. Bunun ardından sorunlara çözüm olacak yolu görmesi ve insanlara göstermesidir. Nitekim Yunus’un şiirlerine baktığımızda onda sadece bir dervişin nefsini olgunlaştırmak adına giriştiği mücadelenin anlatımını değil, aynı zamanda toplumsal bir mücadelenin izlerini görürüz. Onun “Ben gelmedim dava için/Benim işim sevi için/Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim” şeklindeki dörtlüğü çağının şartlarını kavrayan ve ona ilişkin çözümün ne olduğunu iyi bilen bir öncünün sözleridir. Kin karşısında sevgi, savaş karşısında barış, ayrılık karşısında birlik sesidir bu. Başka bir değişle menfi olandan müspet olana geçme yani değişime, dönüşme çağrısıdır. Şüphesiz neyin doğru olup olmadığı aslında herkesin ilke/kural olarak bildiği şeylerdir. Esas olan bu bilinenlerin bilinç seviyesine çıkarılmasıdır. Şairin gücü işte buradadır. Yüreğin tıkanan kanallarını açmak, bunun için de sözü etkili kullanmaktır burada yapılan. Bu nitelikteki söz ise ancak şiir olabilir. Çünkü şiir, kalbin sesidir ve yankısını da başka bir kalpte bulur. Şair, bu anlamda yürekte şok etkisi meydana getirir. İnsanı sarsar ve kendine getirmeye çalışır. Mesele sadece sorunun tespit edilmesiyle bitmemektedir elbette… Asıl olan çözümdür. Yunus, bu noktada da konuşur ve menfi davranışların panzehri olabilecek söz, davranış ve fiillerden bahseder. Bunları genel olarak “ahla-
Kin karşısında sevgi, savaş karşısında barış, ayrılık karşısında birlik sesidir bu. Başka bir değişle menfi olandan müspet olana geçme yani değişime, dönüşme çağrısıdır. Şüphesiz neyin doğru olup olmadığı aslında herkesin ilke/ kural olarak bildiği şeylerdir. Esas olan bu bilinenlerin bilinç seviyesine çıkarılmasıdır. Şairin gücü işte buradadır. 28
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ki öğütler” şeklinde belirtebiliriz. İnsanı sevme, paylaşma, hoşgörü, sabır, umutlu olma… gibi değerlerin yeniden bilinç ve uygulama alanına sokulmasıdır. Bu kavramlar, şiir dilinde didaktizmin kuruluğundan sıyrılır lirizmle yüreklerde karşılık bulacak özelliğe bürünür. Nitekim öyle olmuş, Yunus Emre, çağında bir uyarıcı, öncü, aydınlatıcı dolayısıyla bir değiştirici dönüştürücü olmuştur. Onca yıkımdan sonra Osmanlı devleti kurulabilmişse bunda Yunus’un bu anlamdaki katkısı, hizmeti görmezlikten gelinemez. Çağında elbette başka önderler de vardır. Onlar da sonuçta aynı misyonu üstlenmişlerdir. Mesela Mevlâna da şiiri bu anlamda bir fonksiyonla kullanmış bir isimdir. Diğer şair örneğimiz ise Mehmet Âkif ’tir. O da tıpkı Yunus Emre gibi zor bir zamanın şairidir. Toplumumuzun o yıllarda yaşadığı 93 harbi, Balkan harbi, Osmanlının yıkılışı, Anadolu’nun işgali gibi trajik olaylara tanıklık etmiştir. Olaylar önce şairi değiştirmiş, Mehmet Âkif, toplumcu bir anlayışı benimsemiş, ardından bu anlayışla yazdığı şiirlerle toplumu sarsmış, kendine getirmeye çalışmıştır. Eğer Türk toplumu, onca olumsuz şartlara rağmen bir kurtuluş mücadelesine girebilmişse bunda Âkif ’in dolayısıyla sözün/şiirin etkisi gerçekten de çok büyüktür. Onun “Ey, bütün dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan!/ Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah›tan utan.” Şeklindeki onlarca ifadesi gaflet hali yaşayan bir toplumu sarsma ve değiştirme çabasından başka bir şey değildir. Yine “Ye›se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan;/Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.” Şeklinde söyleyişi tıpkı Yunus Emre’de olduğu gibi hem sorunu tespit eden hem de çözüm için kafa yoran bir şairin ifadeleri olarak dikkat çekicidir. Nitekim Safahat okunduğunda görülür ki, biz hangi halden hangi hale düştük, bunun sebepleri nelerdir? Bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Bunlar ve benzerleri yüzlerce sorunun cevabı vardır Âkif ’in şiirlerinde. Bir şair olarak Âkif, toplumu değiştirme mücadelesinin son örneği olarak İstiklâl Marşı’nın yazmış ve bu marş gerçekten de kurtuluşun meşalesini yakmıştır. Burada sonrası ne olmuştur gibi bir soru haklı olarak sorulabilir. Elbette bu mücadele sonrasında
Âkif ’in düşlediği bir yapı kurulmamıştır. Ama şunu unutmamak gerekir. Şair, şiiriyle konuşur, onun meydana getirdiği yeni iklimde hadiseyi nihayete erdirecek olan başkalarıdır. Âkif, şair olarak görevini yapmıştır. Kısacası şiir, millete iman ve ümit aşılayarak insanların bir mücadeleye girmesinde etkili olmuştur. Şiir insanı/toplumu değiştirir derken meseleye bir de g ünümüz açısından bakmak gerekecektir. Zira günümüzde de şairler vardır. Tabi çok ciddi sorunlarımız da… Peki, böyle bir durumda ortada öncü nitelikli kaç şair vardır? Yazılan şiirler ne ölçüde değiştirici/dönüştürücü bir özelliğe sahiptir? Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevaplar vermekte zorlanıyoruz. O zaman şu çıkıyor ortaya… Şair, sadece sanatkâr değil bir münevver kimliği de taşıması gereken ve bu kimliğin gerektirdiği sorumlukları kuşanan insan demektir. Bu da çağın şartlarının farkında olmayı, sorunları iyi tahlil etmeyi, çözümleri doğru belirlemeyi zorunlu kılmaktadır. Burada şaire bir fikir ve eylem adamının bütün sorumluluğunu yüklüyor değiliz. Ama insan şairse ve şiir şuur kavramıyla ilgili bir sözcükse, söylenen/yazılan her sözün bir anlamsal karşılığı varsa o zaman bu çağın da öncü şairleri olmalı ve onların şiirleri tıpkı Yunus Emre’ninki Mehmet Âkif ’inki gibi bir etki meydana getirmelidir. Eğer bu amaç gerçekleşmiyorsa o zaman kendilerini asıl sorgulamaları gereken şairlerdir. Demek ki şairler olarak çağın farkında değiliz. Demek ki sorumluluklarımızı kuşanmamışız. Demek ki hayat ve insan gerçeği üzerinde ciddi anlamda durmuyoruz. Dahası şiirimizi bütün bunlara göre kurmuyoruz. Bir başka şairimiz Mehmet Emin Yurdakul, Âkif ’in yaşadığı şartlar karşısında şöyle diyordu. “Unutma ki şairleri haykıramayan bir millet/Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” Bence bu söyleyiş üzerinde düşünülmelidir. Altımızdan toprak kayıyor, değerlerimizle savaşılıyor. Çevremizde her gün nice insanlık suçları işleniyor. Bütün bu şartlarda şairlerin söyleyecek sözleri olan insanlar olduğuna inanmak istiyoruz. Bir mısraın, bir beytin, bir şiirin okuruna direnme, karşı koyma, ümitlendirme, bilinçlendirme gücü vermesi gerektiğini belirtmek istiyoruz.■
29
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiirin yelpazeleri YAHYA AKENGİN
İ
nsan iç dünyasının laboratuvarı diyebileceğimiz şiirin yol haritasında poetikalar önemli kilometre taşlarıdır. Bunu kabul ettikten sonra yine de poetikalara yüklenen anlamlar tartışılabilmelidir. Bütün şiir anlayışları arasında geçişkenlikler olduğunu da düşünmeliyiz. Poetikaların temelinde edebiyat akımları vardır. Ne var ki edebiyat akımları ile poetikalar arasında her zaman bir paralellik de düşünülemez. Türk edebiyatında hem bir edebiyat akımını hem de kendine özgü bir poetikayı temsil eden Ahmet Haşim’den yola çıkarak konuya girmeye çalışacağım. Bilindiği gibi Ahmet Haşim, Batı şiirinde vücut bulmuş edebiyat akımlarından biri olan Sembolizmi temsil eden Türk şairi olarak öne çıkmıştır. Ahmet Haşim poetikasında öne çıkan unsur ise şiirde anlam aranmaması gerektiğidir. Bu durum, Sembolizm ile “anlam aramamayı” aynı şey olarak düşünmeyi gerektirir mi? Kanaatimizde bunları özdeş görmek yanıltıcı olur. Sembolizmin öncülerinden Fransız Şair Baudelaire’in şiirlerinde anlamsızlık diye bir unsur yoktur. Şu hâlde hem Sembolist hem anlam yüklü şiirin mümkün olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu hâle göre Ahmet Haşim Sembolizme bir farklı boyut eklemiştir diyebiliriz. Yani Batı kaynaklı bir edebiyat akımının doğrudan izleyici olma yoluna girmemiştir. Şiirlerinin yadırganması üzerine poetikasını ortaya koymak ihtiyacını duyan Ahmet
Haşim’in, “Şiirde mânâ aramak, mehtaplı gecede güzel sesiyle ötmekte olan bülbülü eti için kesmeye benzer.” demiş olması da doğrudan anlamsızlığı işaret etmeyip şiiri kuru mantığın boyunduruğundan kurtarmaya yönelik bir tavır olsa gerek. Esasen bütün edebiyat akımlarında çağrışımların zengin dünyasına yaslanmak söz konusudur. Bu çağrışımlar, şiir okuyucusunun dünya görüşüne, kültür birikimine, ruh dünyasına, mizacına göre geniş bir yelpazeyi oluşturur. Şairler de kendi poetikalarını ortaya koyarken, aynı şekilde kendi iç dünyaları, hayata bakışları, kültür birikimleri ve mizaçlarından kaynaklanan bir tavır belirlemiş olurlar. Okuyucular da kendi ruhsal enlem ve boylamlarına uygun düşenlere yönelerek şiir piyasasının alıcıları durumuna girmiş olurlar. Dolayısıyla her şairi herkesin benimsemesi, sevmesi gibi bir durumun söz konusu olamayacağı ortaya çıkmış olur. Edebiyat akımlarının ve poetikaların hepsinde esas olması gereken ortak malzeme, şiir kumaşının olması ya da olmamasıdır. Bu kumaş yoksa istediğiniz kadar bir edebiyat akımının gerekleri ve bir poetikanın doğrultusuna dikkat ederek şiir yazmaya çalışsanız da ortaya çıkan ürün şiir sayılmayabilir. Bir zorlama ve özenti nesnesi olarak kalmaya mahkûmdur. Ortaya koymuş olduğu poetikasıyla belli bir kesimin şiire bakışını ağırlıklı bir şekilde etkileyen Necip Fazıl’ın takipçiler oldukları iddiasını
30
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Edebiyat akımlarının ve poetikaların hepsinde esas olması gereken ortak malzeme, şiir kumaşının olması ya da olmamasıdır. Bu kumaş yoksa istediğiniz kadar bir edebiyat akımının gerekleri ve bir poetikanın doğrultusuna dikkat ederek şiir yazmaya çalışsanız da ortaya çıkan ürün şiir sayılmayabilir. Bir zorlama ve özenti nesnesi olarak kalmaya mahkûmdur. taşıyanlar da işte o şiir kumaşının varlık ya da yokluğunu ne kadar hesaba katabiliyorlar? Ne demiş Üstat, “Sanat Allah’ı aramaktır.” Bir poetika unsuru olmaktan ziyade bir dünya görüşü sayılması gereken bu söz, “Yeni İslamcı” şairlerin şiir anlayışları hâline getirilmiştir. O arkadaşlara şunu hatırlatmak gerekir -ki herkesin farklı dünya görüşünün olağan karşılanması gerektiğine itirazları yoksa eğer- kendi çizgilerinin dışında kalanların şiirlerini yok sayma ya da din dışı görme gibi bir hakları bulunmadığını düşünmeleri icap eder. Kayseri Belediyesinin yıllar önce düzenlemiş olduğu bir edebiyat etkinliğinde poetika konusunu ele alıp tartışma oturumunda bulunuyorduk. Aynı masa etrafındaki şair dostların hepsi konuşmalarına “Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi” cümlesiyle başlıyor, Necip Fazıl poetikası etrafında dolaşıyorlardı. Sıra bana gelince şöyle demek mecburiyetinde kalmıştım: “Arkadaşlar, Üstat’ın mistik bir coşku hâlinde söylemiş olduğu söz anlaşılır bir şeydir. Ama siz bunu Necip Fazıl şiirin tanımlayıcısı olarak tekrarlayıp durursanız, birileri de çıkıp demek ki Üstat bir türlü Allah’ı bulamamış diyebilirler.” Yani Necip Fazıl şiirinin kumaşını göz ardı ederek onun sanatını dünya görüşü ile sınırlamaya kalkışmak, biraz da ona haksızlık sayılır. Poetikaları etrafında yıllarca süren, sansasyonlar yapılan Orhan Veli ve arkadaşlarının öne sürdüğü görüşler, “başıbozukluk” anlamında algılanan “serbest şiir” anlayışı ise hâlen durulmuş değildir. Önce şunu ifade etmeliyim ki serbest şiir konusunda bozulması gereken bir ezber vardır. Serbest şiiri Fransız şairi Apollinaire ortaya koymuş, Orhan Veli ve arkadaşları da bu anlayışı bizim edebiyatımıza mal etmişlerdir. Öncelikle bu
doğru değildir. Dede Korkut hikâyelerinde en az bin yıl öncesinde görülen serbest şiir örneklerini bilmeden bu anlayışa sarılmak da bizim gafletimiz olmuştur. Bununla beraber “Garip” akımının Türk şiirinde bazı kazanımlara yol açtığını da kendi hesabına kabul etmekteyim. Ancak her zaman ifade etmeye çalıştığım gibi, aruzun, hecenin ritminden, sesinden nasip almadan serbest şiir vadisinde yüzmeye çalışmak, kumlar üzerinde kulaç atmaya benzer, kumlara saplanıp kalmaya yol açar. “Garip” akımının artçısı olan “İkinci Yeni” poetikası ise Ahmet Haşim anlayışının farklı bir şekilde yeniden kotarılması olmuştur. İkinci Yeni’nin Türk şiirine kazandırdıkları da vardır elbette. Onların en önemlisi Türkçenin anlatım imkânlarını genişletme şeklinde ifade edilebilir. Tanzimat’la birlikte eksileri ve artıları ile önemli kırılma yaşayan Türk şiiri, zaman zaman geleneği yok sayma yanlışlığına da sürüklenmiştir. Bu tür çığırından çıkmalar karşısında Hisar dergisi “Gelenekten yararlanan yenilik ve yaşayan Türkçe” anlayışıyla otuz yıllık bir mücadele vermiş, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Her şairin bir poetikası olması şart mıdır? Bizce hayır. Esasen şairlerin poetikalarını kendilerinin ortaya koymaları istisna sayılmalıdır. Poetikaları asıl ortaya çıkaracak olan edebiyat inceleyicileridir. Sonuç olarak edebiyat akımlarını ve poetikaları tanımadan bu geniş yelpazeyi algılayıp özümsemeden yapılan şiir yolculukları temelsiz duvarlar örmeye benzer. Her akımdan, her poetikadan edinilecek kazanımlar vardır. Ancak bir şartla, önce şiirin kumaşına sahip bulunmak gibi bir olmazsa olmaz vardır. ■
31
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Lütuf varsa şiir de var CELAL FEDAİ
Şiiri alıp getiren lütfun kesilmesi söz konusu değildir elbette. Rabbin lütufları nihayetsizdir. Eksik olan şey, doğru bir hayatın yaşanmamasıdır. Şeytanın vaadini ve kendi vaadini unutan insan asla has şiire yaklaşamaz.
Ş
iir üzerine düşünmek, yazmak fetişleştirilecek, abartılacak bir husus değil. Çünkü şiir, doğru bir hayata gelen lütuflardan doğar. Dolayısıyla aslolan şiir değil, doğru hayattır. Başka türlüsünü düşünmek şiiri de şiir üzerine düşünmeyi de fetişleştirir. Nitekim romantik dönemden bu güne şiir tarihinin önemli bir kısmı şiiri bir kurgunun, kuramların içine sıkıştırmıştır. Neden lütuftan bahsediyoruz? Günlük hayatın içinde kullanıp geçtiğimiz bir kelime oldu lütuf. Oysa hayatlarımızı dolduran şeydir o. Zihnimizi o açar. Darlığımızı o giderir. Rabbimizi onunla biliriz. İlahî yardımdır lütuf. İnsan eliyle gelmediği öylesine bellidir. Has bir şiir, lütuftan başkası değildir. Bu yüzden de onun üzerine düşünmek zordur. Bir hâldir çünkü. Gelir geçer. Uzun kalmaz. Şairler bu “hâl” üzerine düşünüp onu anlamaya çalışırlar. Bana göre tüm poetik yazıp çizmeler bundan ibarettir. Böyle demekle şiir üzerine yazıp çizmeyi küçümsediğim, basitleştirdiğim sanılmamalı. Aksine “ilahî olan” bir küçük parçacık bile 32
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiir, şaire Tanrı’nın bir lütfu, şairdense insanlığa bir armağandır. Has şair kardeşlerine türlü türlü armağanlar sunar. Doğru bir hayata sunulan lütuflardan gelen armağanları insan kardeşleri almak istemezse şaire kim, ne diyebilir? dünya bir yana değerlidir. Bu nedenle de doğru bir hayata doğan şiir ve onun doğduğu doğru hayat çok değerlidir. Üzerine düşünülmelidir ki mahiyeti göz önünde olsun. Yaşadığımız dünya şeytanın vaadinin işlediğini bize unutturan bir dünyadır. İnsanlık bugün tarihin her döneminde olduğundan çok daha fazla bir “nefs imparatorluğu”nun hükmü altında ve bunun farkında bile değildir. Ömrü yemek içmenin ağırlığıyla geçen, gezip tozmakla avunan, türlü narkotiklerle uyulan insanlar için şiirin anlamı hâliyle olmayacaktır. Bugün şiire verilen değer, geçmişte verilen değeri sürdürmek şeklinde sürüp gitmektedir. Şiirin anlamı, mahiyeti yeniden kazanılmak durumunda. Fakat böyle olmadığı çok açık. Öyle görünüyor ki doğru bir hayata doğan lütufların mahsulü olan şiir, İbrani anlatısındaki çocuk gibidir bugün: “Dediklerine göre, insanların “Artık gereksemiyoruz seni.” demeleri üzerine Tanrı gitmeye karar vermiş. Ancak sevgisinden, “Ne hâliniz varsa görün!” deyip dünyayı hemen terk etmek, kendi suretinde yarattığı varlıklarla, insanlarla, çocuklarla ilişkiyi kesmek istememiş. “Belki ben olmayınca anlarlar değerimi, ararlar beni…” diye düşünmüş. Yeryüzünde gizlenerek kalmayı yeğlemiş. Gözlerini, çocukların en güzeline bırakıp uzaklara çekilmiş. Çocuğun ruhundaki sonsuz karanlıklara gizlenmiş. Kulağını dikerek, en küçük çağrıda dönmeye hazır beklemeye koyulmuş. Beklentisi çocuğun gözlerinden okunsun istemiş. Gelgelelim, insanlar kendi işleriyle o denli meşgullermiş ki bakmamışlar çocuğa, aldırmamışlar ne hâlde olduğuna. Atmışlar bir kenara, Tanrı akıllarına bile gelmemiş. Hıçkırık, ateş, kan ve kahkaha!
Umudunu kesmiş Tanrı. Gözlerini almak için geri gelmiş. Ancak, çocuğu görünce… Öylesine güzel, öylesine mahzunmuş ki, kıyamamış karanlıklar prensesine bırakmaya. Onu da alıp götürmüş.” Şiiri alıp getiren lütfun kesilmesi söz konusu değildir elbette. Rabbin lütufları nihayetsizdir. Eksik olan şey, doğru bir hayatın yaşanmamasıdır. Şeytanın vaadini ve kendi vaadini unutan insan asla has şiire yaklaşamaz. Fakat şiirin şemaili bulanıklaşınca -ki günümüzde olan budur- insanlar has inci ile boncuk olanı karıştırır. Şiir üzerine yazmak işte bu noktada önem arz eder. Şiirin mahiyetini vaktiyle olduğundan haberler getirip bugüne hatırlatmak gerekir. Şiir üzerine yazmak, vaktiyle olan ile bugünün karmaşasını beraberce sunma imkânını verir bize. Belki bu sadece insanlar, içinde yaşadıkları karmaşadan çıkmaya yönelik bir güç bulabilirler kendilerinde. Şiir onlara o dinçliği verir. Şiir, şaire Tanrı’nın bir lütfu, şairdense insanlığa bir armağandır. Has şair kardeşlerine türlü türlü armağanlar sunar. Doğru bir hayata sunulan lütuflardan gelen armağanları insan kardeşleri almak istemezse şaire kim, ne diyebilir? Şair mazurdur. Şair şiirinin yaşayamadığı yerde onu korumak zorundadır. Şiirini “Tanrı bakışlı çocuk” gibi alıp götüremeyeceğine göre, onu korumanın yollarını aramaktır. Benim şiir üzerine naçizane yazıp çizmelerim hep bu koruma gayretinin bir yansımasıdır. Bir yandan şiirin mahiyetini görünür kılmak bir yandan da Molla Camî’nin ifadesiyle “at kuyruğuna takılması gereken boncuklar” içinde has incinin yerini korumak durumundayız. Elden geldiğince…■
33
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiir, dilin miracıdır TARIK ÖZCAN
Şairlik, bir mizaç meselesidir. Yıllarca metin şerhi yapmış olmasına rağmen tek bir mısra yazamayan insanlar vardır. Ancak şair doğulur; büyük şair olunur. Irmaklar ırmaklarla şairler şairlerle büyür.
Ş
ark toplumları, felsefenin boşluğunu yıllarca şiirle doldurmuştur. Bunun için doğu şiirleri hikmet ve hayret burçlarında yükselir. Bu nedenle doğulu bir şair olarak bir düşünceyi birikimlemeyen şiirlerin boşluğunun büyük olduğuna inanırım. Çağdaş şairlerin en büyük problemi budur: Oyunda kalmak ve sırtını büyük boşluğa dayamak. Hâlbuki kapalı bir âlem olan şarkta her kapı, bir odaya açılır ve her oda, bir diğerinin tamamlayıcısıdır. Kısacası her şey birbirinin cevabıdır. Tanpınar’ın deyişiyle Mutlak’ın malikânesidir. Bunun için şark, binlerce yıl büyük boşluğa sorular sormuş ve cevaplarını almış olmalı ki oradan kendi iklimine uygun yeni bir dünya görüşüyle çıkmıştır. İşte burada şiir devreye giriyor. Şiir, dikey boyutların dilini kullanarak bize yeni bir dünyanın kapısını açmıştır. Yunus ve Mevlana’nın yaptığı budur. Şarkta şairi irşadın kürsünde vaaz ederken görmemizin sebebi de budur. Genel dil, umumun dili olduğu için yatay boyutta şekillenir ve tek bir anlamı barındırır. Onun tek bir amacı vardır: Kitlelerin iletişimini gerçekleştirmek. Şiir, dilin miracıdır. Bunun için dikey boyutların sembolik dilini kullanır. Hayalin egemen olduğu bu dil, tıpkı bir yılan gibi şah vuruşunu yapmadan önce kavsini çizerek miracını gerçekleştirir. Bütün mesele okuyucunun muhayyilesini zehirlemektir. Bu, bir bakıma algı ve duygu karışımının yanı sıra zihnin bulanıklıklaştırılmasıyla gerçekleştirilir. Sonuçta; görüngü dünyasındaki gerçek sandığımız şeyle okuyucunun irtibatı kesilir. Yeni an34
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şair, dille beklenmedik ve yapay bileşimler gerçekleştiren bir hokkabaz değildir. Dünyanın en güçlü şairleri en rahat yazanlardır. Rahatlık ve doğallık şairin elinin hamuru olmalıdır. Bütün mesele; evrensel insana has güzel bir temayı/düşünceyi güzel bir dille söylemektir. lamlar ve yeni görüntüler ortaya çıkar. Bu özgün görüntüler, eşyayı ve anlayışımızı farklılaştırarak müptezel hale gelen dünyanın yüzünü yeniler. Estetik evren/itibari âlem dediğimiz şey sürekli farklılaşarak kendisini okuyucunun dünyasına yeni görüntülerle sunan sanatın bu özel dünyasıdır. Bunun için modern şiir tek bir anlama bağlanamaz. Sürekli anlam üretir. Özne’nin zaman ve mekânla ilişkisine bağlı olarak yapıp edilen bir şey gibi değişerek gelişir ve gelişerek değişir. Bütün mesele okuyucunun doyuma/doruğa ulaşması üzerine kurulmuştur. Form, verilidir. Her kültür, tarihsel akışı içerisinde kendi formlarını yaratır. Bu nedenle form dediğimiz şey, sanatkâra içerisinde yaşadığı toplumun bir mirasıdır. Dil, binlerce yıllık mecrası süresince sıkı dikişler halinde formlarını şekillendirir. Şiirin bağlı bulunduğu formun sükûnetini bozarak onu harekete geçiren güç, dilin tâ kendisidir. Tanpınar’ın belirttiği gibi: Şiirde şekil, bir kap değil, bir uzuvlaşmadır. Bu kayna(ş)mayı sağlayan şeyse şiirin cephe ve cidarını oluşturan dil örgüsüdür. Şair, dille beklenmedik ve yapay bileşimler gerçekleştiren bir hokkabaz değildir. Dünyanın en güçlü şairleri en rahat yazanlardır. Rahatlık ve doğallık şairin elinin hamuru olmalıdır. Bütün mesele; evrensel insana has güzel bir temayı/ düşünceyi güzel bir dille söylemektir. Çünkü şiir, sözün iktidarıdır. Bunun için dilde muktedir olamayanın şair olması mümkün değildir. Şiir, dil içerisinde yapılan bir yolculuktur. Şiir otobüsünü dilin çapraşık yollarına sokmadan sürmek gerekir. Yolu tanımak, şoförlüğün yarısı olduğuna göre; dili tanımak da şairliğin yarısıdır. Yaşamak için yazan şairin okuyucuyu hesaba almaması mümkün değildir. Şair, zamanın üç boyutunu da düşünür. Geçmiş ve şimdiki zaman şairin, gelecek zamansa okuyucunundur. Bunun
için yaşadığı zamanı aşmak isteyen her şair, zarını gelecek zamandan yana atmalıdır. Ancak akıllı şair, okuyucunun hatırı için zarını gele atmaz. Kısacası şiirine kıymaz. Sıradan okuyucuyu avlamak, günü kurtarırken geleceği karartır ve prematüre doğan hiçbir şiirin zamana karşı direnme şansı yoktur. Güçlü şiir, okuyucusunun ufkunu genişletmelidir. O, şairin bilincinden çıkarak okuyucunun coğrafyasını besleyen güçlü nehirlere benzer. Her şiirin kendisine özgü bir hayatı vardır. Bunun için her şiir bir varoluş biçimidir. Kendi âleminde tektir ve müstesnadır. Bu nedenle biçem dediğimiz şey, şiirin tümüne ait bir meseledir. Dilin adım adım bir düşünceyi var etme ve şiir aracılığıyla yeni bir dünyayı kurma biçimidir. Burada şiir kelimesini unutmamak gerekir. Mesele, düşüncenin ve dünyanın şiirsel bir formda yeniden kurulması meselesidir. Bu dünya, şiirin dünyasıdır. Dikkatli bir göz, her şeyin dilin etrafında döndüğünü görecektir. O zaman, hesabı dilin terazisinde tartmak gerektiğine inanıyoruz. Ey Öke, Ey Araştırmacı! Şiirin dünyasında reel dünyayı aramanın anlamı var mı? Cevabı ben vereyim: Şiir, dili kullanma biçimidir Şairlik, bir mizaç meselesidir. Yıllarca metin şerhi yapmış olmasına rağmen tek bir mısra yazamayan insanlar vardır. Ancak şair doğulur; büyük şair olunur. Irmaklar ırmaklarla şairler şairlerle büyür. Çıraklık, ustalık ve kalfalık, zenaatın olduğu gibi, sanatın da zorunluluk yasalarındandır. Şiir meydanı, Kırkpınar meydanı gibidir. Hesaplaşma şairle diğer şairler arasındadır. Her şair, bu hesaplaşmayı göze alarak yola çıkmalıdır. Zamana karşı direnmenin başka yolu yoktur. Bu meydanda hatır gönül para etmez. Etse de günü kurtarır, geleceğe yetmez. Çünkü her hesap gelecek adına yapılmaktadır. Sesini bütün zamanların sesi yapan şairlere aşk olsun.■
35
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Edebiyatımızın nihayetsiz seferi ile onun tanrı buyruğu alan içli savaşçıları ya da sadece şair ve şiir SEVAL KOÇOĞLU
Şairler korkak insanlardır korktukları nedir?
Şiir, hayatın şaire yaşattıkları karşısında şairin cevaplarının toplamıdır. Şair bu cevapları kendinden yola çıkarak tüm insanlar adına vermeye çabalar. Estetik üretimlerin tamamının böyle bir amaçları varsa da bunu şiir soyundan gelmelerine borçludurlar.
- Kurdukları dünyanın tamamıyla yalan olmasından korkarlar.( İyi bir şair bu dünyanın gerçek olmasından daha çok korkar.) -Onlara yazmasını buyuran iç sesin cılızlaşacağından korkarlar. -Yanı başlarında hazır tuttukları dizelerden, bu dizelerin yaratacağı yıkımdan/ kendi kasırgasını yaratan itici güçten korkarlar. -Duyargalarını yitiren minik bir canlı gibi yönünü kaybetmekten, gittiği yolun kayda değer hiçbir yere bağlanamayacağından ve bu eksensiz kalışın hasarını karşılayabilecek güçten yoksun olmaktan -çoğunlukla da yoksundurlar- korkarlar. -Dört mevsim yeşil kalma zorunluluğundan, bu zorunluluğun yorgunluğundan korkarlar. -Ev/sokak/kent/ülke/dünya/evren ona karşı işleyen ilkel bir mekanizmadan ibaretken seküler yanıyla bu mekanizmayla kop(a)maz bağlar kurmaktan korkar. -Kötü bir çocuğa şahit olmaktan korkarlar. -Kulağını yeryüzünün herhangi bir ülkesinde başka bir şairinin söylediklerine uzatmışken, eş kaygıları duyup dünyanın kendini koruyamayan bir canlı olduğunu varsayıp -ki bu savunmasız canlının prematüre çocuklarıdır şairler- kötümser kalmaktan korkarlar. -Bir savaşı, kıtlığı, katliamı durduracak gücü hiçbir zaman ele geçiremeyecekleri için insan eliyle var edilen
36
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
kıyımların seyircisi/ sessiz tanığı olmaktan korkarlar. -Milyonlarca yıl geçmesine rağmen yörüngesine hâlâ oturamayan bir gezegende olmanın kendi kaderiyle ne kadar da benzer olduğunu içinde hissetmekten korkarlar. -Patikaların bir gün biteceği, yıldızların ışımayacağı ihtimalinden korkarlar. -Kelimeleri öldürmekten, sızan kanın yazdıklarının içine işlemesinden korkarlar. -İnsanlığın büyük duygularının küçücük, hiçten insanların üzerinde de aynı görkemle durduğunu keşfetmekten korkarlar. Şairler cesur insanlardır cesaretleri neyedir?
-Zorbaların kuyruklarına teneke bağlanırken ilk düğümü bir şair atar. İkincisini bir kahramana devretme cesareti gösterir. -Bir âmânın en azından istediği zaman ağlayabilmesi için -fizyolojik olarak buna herhangi bir mani bulunmasa da- gözlerini temelli ona verme cesaretini gösterir. -Şiirini tek dilde yazıp dünyanın bütün milletleriyle aynı dili konuşma cesaretini gösterir. -Etrafında olup biteni anlamadığında -aslında fark etmesi bile uzun zaman alır- merakla sorma cesareti gösterir. -İdeal dünyanın (sorulduğu zaman) var olmadığını itiraf etme cesareti gösterir. -Bir mucizeye ihtiyaç duyulacak kadar her şey kötüye gittiğinde kıyamet helezonunun gözlerinin içine bakma cesareti gösterir. -Ruhunun çizikler içinde kalmasına aldırış etmeden -bu, acıya duyarsızlık/ kendini hırpalamak anlamına gelmedi hiçbir şairce- yüksekçe bir yere çıkıp -bu yüksek yer de şiirdir- başka kederler için çare arama cesareti gösterir. -Siyahın karşılığının sadece beyaz olmadığını, uygun bulduğu bir mavinin de yerinde bir seçenek olduğuna herkesi ikna etme cesareti gösterir. -Bir şehri planlayanların her ne kadar şehir planlamacılarının ya da bir yerleşim yerini keşfedenlerin orada suyu ilk bulanların işi olduğu sanılsa da aslında şiiri yazılmayan bir yerin insanlar için yaşam çok da elverişli olmadığını itiraf etme cesareti gösterirler.( Elbette bu itirafın öldürücü yan etkileri vardır. “Kasaba sıkıntısı” bu durumun en bilinen örneğidir.)
-Aynı anda hakkıyla pek çok yerde olunacağını ispata çalıştıkları gibi asla (tam anlamıyla) hiçbir yerde olamama tercihlerini sonuna kadar kullanma cesareti gösterirler. -Toplumun büyük çoğunluğu tarafından yüce bulunan değerleri ölümsüz kılabilecekleri gibi, tam tersine çevirebilecek/ alaşağı edecek ateşi yakma cesareti gösterirler. -Arkasından homurtular, konuşmalar, alaylar, alkışlar duyarsa da sadece önüne ve yukarıya bakarak yürüme cesareti gösterir. -Yok oluşun içinde en ufak bir yaşam belirtisi ararken büyük bir coşkuyla akan varlığın kangrenli parçalarını ayıklama cesareti gösterir. - Ağıt yakan ve şarkı söyleyenle yan yana oturarak onları birbirinden haberdar etmeyi biricik görevi sayma cesareti gösterir. Şiir: Hareketli bir mekanizma
Şiire her ne kadar “canlıdır” denilemese de onun hareket ettiğine inanılması gerekir. Bu hareket dişlileri, çarkları olan yazılırken ve okunurken devinimini gerçekleştiren bir tuhaf mekanizmadır. Şair, bu kendisi için elzem olduğu kadar varlığının acısını da yaşamı boyunca taşıyacağı cisim için yanında yöresinde ne varsa takas eder. Etmelidir de. Etmezse eğer şiir içinden harcı çekip alınan bir sözcükler yığını gibi kalakalır.(bk. dağılan sözcüklerin oraya buraya saçılması) (Dağılan sözcükler meselesi: Şiire, en azından kendi şiirine hâkim olmak isteyen şair için her sözcük hayati önem taşır. Birinin yerinden edilmesi şiiri huzursuz, okuyucuyu şair hakkında kararsız kılar. “Şair” burada aynı zamanda kendi şiirinin okuru olarak da düşünülmelidir.) Şiir, hayatın şaire yaşattıkları karşısında şairin cevaplarının toplamıdır. Şair bu cevapları kendinden yola çıkarak tüm insanlar adına vermeye çabalar. Estetik üretimlerin tamamının böyle bir amaçları varsa da bunu şiir soyundan gelmelerine borçludurlar. Bu benzersiz armağanın yerine başka bir şey konulmaya çalışılırsa tüm insanların sefil canlılara dönüşme tehlikesi baş gösterir. Aklın kolluk kuvvetlerine güvenerek ya da sadece hislerin himayesinde gerçekleşmesi beklenen şiir kendinden bekleneni veremez, infilak eder. Hatta bu infilak utanç verici bir şekilde sessiz sedasız bir biçimde gerçekleşir. ■
37
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiire bal, şaire hemhal olmak TANER TATAR
Okuyucu, şiiri kendisine ayna yapar. Bu öyle bir aynadır ki, herkes kendisini görür mısralarda. Her kelime, hayat dokusunda bir liftir; her deyim, bir düğüm. Ümidini de seçer, kederini de; şairi kendisine hemhâl yapar, okuyarak parlatır aynayı, elinde aynalardan bir berceste!
Bugün sohbet bizim oldu, bize bizim diyen gelsin Bu aşk zehrin seve seve içübeni kanan gelsin Bugün meydan-ı aşk içre, çağırıp bir ün eyledim Müezzinlik bizim oldu, imam olduk uyan gelsin Yunus Emre
Ş
iir hakkında konuşmak şairin dedikodusunu yapmak gibidir. Düşünmediklerini düşündürür, hissetmediklerini hissettirir, söylemediklerini söyletiriz. Hislerini ve düşüncelerini söylemek şairin hakkı ise de onun hakkında konuşmak da okuyucunun hakkıdır. Şair içinde tuttuklarını saklayamamış ve bir an söyleyivermişse, okuyucunun okuduğunu önce kendisine, sonra başkasına okumasında bir beis yoktur. Söyleyene bir söyleten varsa, okuyana da bir okutan vardır. Söyletenin ve okutanın bulunmadığı bir yerde, ‘ya nice söylemek’, ‘ya nice okumak’tır. Nice yazmak ve nice okumakla söze hamal olunur. Lakin okuyan da okunan da kendine hemhâl arar. Okuyucu, şiiri kendisine ayna yapar. Bu öyle bir aynadır ki, herkes kendisini görür mısralarda. Her kelime, hayat dokusunda bir liftir; her deyim, bir düğüm. Ümidini de seçer, kederini 38
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Bilim adamı, varlık âleminde ömrüne ömür katmanın davasını güder; şair, yokluk yurdunda, ölmeden önce ölüp her dem yeniden doğarak diri olmak ister; yokluk yurdunda hayat çeşmesi olur ve “gitme” der. Giden, ölmezlik kaynağını kaybeder. de; şairi kendisine hemhâl yapar, okuyarak parlatır aynayı, elinde aynalardan bir berceste! Kalem tutan eller de bilir bunu, Allahu âlem; böyle buyurur kadim demde hatem olan kelam: “Elleżî ‘alleme bil-kalem”, “Alleme-l-insâne mâ lem ya’lem”. Kadim demde verilmiştir kıdem. Rabbinin adıyla yazdıkça parlatır yaprakların yüzünü; seyreder kendisini bütün âlem: Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir an görür, Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür (Niyazi-i Mısri). Şair yazar, okuyan düşünür. Şiirin içinde gizem vardır, okuyucu onu keşfetmeye çalışır. Gizemi keşfedebilmek için gizlemeyi bilmek gerekir. Gizleyebilmek için de gizemli olmak gerekir. Gizemli gözlerle okunan mısraların şairi, dedikodunun hırdavat tenekesine dönüşmez; kilidi açılan hazine sandığı olur. İncik boncuktan kelimeler sönüverir; pırlantalar dizilir, taç olur; okuyanın başına konulur, şaire hemhâl olunur.
yapmak derdiyle söyler. Mecnun, Leyla ile aynı istikamete bakınca, Leyla’nın gözünden bir yıldız kaydı, gitti de Mecnunun göz bebeğine kondu. Mecnun’un gözünde Leyla doğdu. Söylenecek söz bulunamadı, lisan-ı hâl dile geldi ve nihayet sessizlikten söz doğdu. Harfler inci tanelerinden seçildi; sıraya dizilip birlendi. Söylenen şiir, söyleyen ise şair oldu. Şiir öyle bir gerçekliktir ki gönülden taşar. Gönle sığdırılamayan, kalıba dökülemez. Gönül dahi bir kalıp değildir. İçerisine nesnelerin konulacağı bir mekân hiç değildir. Gönül, asli var oluşun mahallidir. Kalıp inşa edici olan akıldır. Şiirde akıl vardır, lakin aklın şaşırdığı yerde şiir konuşur. O hâlde şiiri tanımak için onunla tanışmak gerek. Tanışmak, belirleyen-belirlenen ilişkisinin bulunmadığı, aynadaki yansımayla hemhâl olmak demektir. Tanış olmak ben-sen ilişkisiyle değil “biz” olmakla inşa olunur. İnşa olunanı şiir ifşa eder. Söylenmemesi gerekenler de şiirde dile gelir. İçi dışı birdir şiirin. Bu yüzdendir ki şair bazen mustariptir söylediklerinden: Elimle kuyumu kazdırdı bana, Ah şu şairliğim olmaz olaydı! Aklına eseni yazdırdı bana, Bütün sırlarımı âleme yaydı; Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ... (Cemal Safi)
Tanımlamak ve tanımak
Tanımak için tanımlamak gerek. Her tanıma bir ad gerek. Her ad bir tanım, her tanım bir kalıp ister. Tanıma hudut çizilir, tanımlanan tanımın kalıbına dökülür. Kalıptan taşanlar törpülenir, törpülenemeyenler ihmal edilir. İhmal edilse de ihtimaller varlığını devam ettirir. İhtimallerden biri ortaya çıkıp tanımı yeniler; varlığın durumunu yeniden dile döker. Şiirin tanımı, kalıba dökülemeyen sözlerdir. Kalıba dökülemiyorsa tanımı da yoktur. Yok olan bir şeyin adı nasıl olur? Şiir adı, bir gerçeğin varlığına işaret eder. Lakin bu gerçek, varlık kavgasına girişmez. İşi sevgidir şairin, ne söylerse gönüller
Hudut çizilemeyeni dile getirir şiir. Her nesnenin bir bitimi var olsa da “Aşka hudut çizilmiyor Mihriban” der şair. Kâğıda yazılamayanı yazmaktır şiir. Lambada titreyen alev üşürken, “Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” derken yazar şair. Her şeyi söylemenin mümkün olduğu bir yere epeyce yaklaşır şair ve “anlatamıyorum” derken anlatır derdini.
39
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şiirde laf kalabalığına yer yoktur. Öz, özlü kelimelerde, zorlama olmaksızın dökülüverir. “Şiir beşeri “öz”ün kendi özgürlüğünü tanıdığı bir alandır. İnsanoğlu özünü gürleştirdikçe özgürleşebilecektir” (İsmet Özel). Özünü gürleştirdikçe kendi varlığının şuurunda olacaktır. Şuurunun şuuruna erdiğinde nihayet öz-söz ikiliği ortadan kalkacaktır. Bilimin varlığı, şiirin yokluğu
Hakikate ne maskeler takar cehalet ehli, şiirin diliyle. İlahlar inşa eder sözün gücüyle. Beşerin çirkinliklerini, sözle inşa ettiği ilahlara yakıştırır: Tragedya! Eflatun, korkar şiirin bu türünden; uzak durulmasını ister, sözün ilahlar inşa eden gücünden. Varsın korksun ve kapı dışarı etsin şiiri, Eflatun. Lakin tez zamanda geri çağırır talebesi, kapıları açar ardına kadar, şiir sanatının temeline poetika çivisini çakar. Dünyaya “mimesis”ten bakıp taklit ve temsilden öteye gidemez Aristo. Hakikat, kendisinden çok uzakta kalır. Hâl böyle olunca Yenişehirli Avni Bey, “Bin safsata bir mısra-i bercesteye değmez/ İndimde esâtîr-i Felâtun hezeyandır” demekle haklıdır. Haklılık, felsefeden ziyade bilimin soğuk yüzünün varlık davasında saklıdır. Bilimin sözü demirden ayakkabı gibidir, insanı yere sabitler; şiir söze kanat takar, göklere bakar. Gökler açılıncaya kadar kendini yakar; göğün kapıları açılır ve kendi küllerinden yeniden doğar, kavuşmak ümidiyle kanat çırpar. Bilim, altından sular akmayan yataklara köprü kurar, illa ki sebep-sonuç ilişkisi arar; şiir, çağlayan ırmaklar üzerinde yalınayak yürür de suyu incitmez, su ile arasına nesne koymaz, köprü kurmaz. Bilim adamı, balı kavanozlara doldurup raflarda sergiler; şair balı dilinde ister. Canlar canını bulan “Bizim Yunus” ne hoş der, bal u şeker yer; ballar balını bulup kovanını yağma eder. Şiir bir iniltidir, ancak dünyaya sağır olanlar duyar o sesi. Dünyaya sağır olan, dert ehlidir: “İnile ey dertli gönül, inile/ Ehl-i derdin inileyecek çağıdır” (Niyazi-i Mısri). Şair, suyunu alçaktan alır, yükseğe döker; dertli bir dolaptır o, Mevla aşkıyla iniler; yarenler, sessizliğin sesinde duyar iniltiyi, duyar da kesilir nefesi. Bilim adamı, varlık âleminde ömrüne ömür
katmanın davasını güder; şair, yokluk yurdunda, ölmeden önce ölüp her dem yeniden doğarak diri olmak ister; yokluk yurdunda hayat çeşmesi olur ve “gitme” der. Giden, ölmezlik kaynağını kaybeder. Bilim adamı, zamana hükmetmek ister; şair, ne içinde ne de büsbütün dışında olduğu zamanın parçalanmaz akışında yüzer. Zamanın çarkları bilim adamını yürütür; zamanın çarkları şairi öğütür. Öğütülmüş şair, kendini dinletendir. Dinleyen ise dinlenen! Ayrılıktan şikâyetini ‘ney’e söyletir, inleyen; Dinle, bu ney neler hikâyet eder, Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder (Mevlânâ). Şairin sırrı, feryadından uzak değildir. Bülbül, gagasında gül varken hazin hazin ötüyorsa, maşukun cilvesidir ona feryat ettiren. Lakin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur. Sırların sırrına ermek için elde anahtar yoktur. Şair tenzih ile teşbih arasında gider gelir. Bizatihi “o” bilimin işidir. Bilim onunla oyalanıp dursun, şair O’nu gönlünde arar, bulduğunu gösteremez, zira hafidir ‘O’. Ahmet Haşim’in deyişiyle “Bu bir lisân-ı hafidir ki rûha dolmakta”. Gizliyi aşikâr kılma çabasıyla yazılan sözler, kâğıt üstünde solmakta! Tenzihten teşbihe geçse de şair, her ne kadar benzetmeye çalışsa da benzemeyendir O: “Benzemez kimse sana tavrına hayran olayım” der de O’nu eşsiz kılar. Eşi olanın şiirde işi ne ola ki? Eşi varsa zaten o çoktan söylenmiştir. Eşsiz olan henüz söylenmemiştir. Şiir, söylenmemişi söylemektir. Ne çok söyleyecek şey var! Şairin şirin dili
“Şairin evreni dildir” der Cemal Süreya. Hâlbuki şair evrenin dilidir. Bilinen bilinmeyen kâinat, onun kalemiyle konuşur. Konuşmasına konuşur da şairin sözünde ahenk vardır, tıpkı kâinatın zerre şaşmaz ahenginde olduğu gibi. Yahya Kemal’in ifadesiyle “Üstad elinde serteser âheng olur lisân”. Bu sebeple şiir “nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında sözden ziyade
40
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
musikiye yakın, mutavassıt bir lisan, nesre kâbil olmayan nazımdır” (Ahmet Haşim). Şairin dilinde ikmal olur lisan. Şiirin hamurunun mayası dildir; şairinki ise muhteliftir. Lakin hikmetli şiir ‘logos’dan ibaret değildir. Hikmetler, kadim demde hatem olan kelâmdandır. Kelam kalbe dolunca, gönül telinden şiir diye dökülür. Dil, kelimelerden mürekkeptir. Şair, her bir kelimeyi musikiyle izdivaç ettirebilendir. Geçmiş neslin abide şahsiyetleri, akılda üretip, gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet süzgecinden geçirip nota nota sıraya dizdiler. Musikiyle izdivaç eyleyip gök kubbeye hediye eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler. Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar. “Sevdün ol dilberi söz eslemedün vây gönül” (Fâtih Sultan Mehmed) deyip ferman dinlemeyen gönülleriyle birlikte kendileri de yandılar. Ah, ey vay gönül! Gönülden taşan gönle dolar. Gönülden gönle sohbet olur. Hak, bir gönül verir, ha! demeden hayran olur. Bir dem gelir şadan olur, bir dem gelir giryan olur. Gök kubbede hoş seda sohbet ile Bâkî olur:
Hamid, sevdiğini makbere koyan beşerin aczinin feryadıyla aslında her şeyi anlatır: “Eyvâh!.. ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu âh u zâr kaldı”. O anlatır da şair olamayan istese de anlatamaz; çile çeker, lakin çilesi bizatihi kalemiyledir ve kalem dile gelmeyince ayakaltında ezilmekle kalır: Çilem sensin ey kalem Kara gözlerinle bakıp Ne yazarsın? Bilemem! Ney olsan da inlesen Satır satır seni dinlesem Ağlatır mısın çilemi? Bilemem! Gözyaşını salıverip Kâğıda mürekkep Boğazındaki düğümleri söküp Irmak ırmak çözer misin? Bilemem! * * Yapraklarda bitip dal budak Aydınlıktan uzak Karanlık odalara dalarsın Duygularımın kesmez Kör bıçağısın.
Sohbetün mübtelâya sıhhat olur, Bir selâmun alan selâmet bulur. Bir selamımızı alan selamet bulsun, Selamette olmayanlar selamımızı bulsun, Selamette olmayıp farkında olmayanları da selamımız bulsun. Selam, selamet, muhabbet olsun.
Düşüncelerimi çizersin dev yumak Damar damar Hafıza kazar, Seni tutan felç elleri; Kıvrım kıvrım Sonsuz çilelere salarsın.
Söylenemeyeni söyleyebilmek
“İnsan, bazı kere, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile feryat koparır, yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut hiçbir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir… En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-i müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir” dese de Abdülhak
*
Ey bilinenin yalancısı, Bilinmeyenin inkârcısı Bu ses sessizliğin sancısı! Derdin çok, hem derdin olmadığı bir hâlde şair şiiriyle bölüşür dertlerini. Gam yükünü mısralara bölerek hafifletir. Her mısraa bir parça
41
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
gam yüklese de nihayetinde mısraların tamamını taşıyan tüccar, şairin kendisidir: Bugün gam yükünün kervanı geldi Çekemem bu derdi bölek seninle Seni seven âşık sararıp soldu Çekemem bu derdi bölek seninle Yine gam yükünün tüccarı ben oldum Bulamadım Lokman’ı çaresiz kaldım… (Feryâdî) Yâ İlâhi! Sâna lâyık kullar ile hemdem et Ehl-i derdin sohbetine mahrem et (Süleyman Çelebi). İlim, Edep, Mana, Hakikat; Şiiri Eder Hilkat “İlimsiz şiir olmaz” der Fuzulî. Öyledir de lakin “Girdim ilim meclisine kıldım talep, ilim ta geride kaldı illa edep” der edepli söz söyleyen. Şiirinde ilim, ilminde edep aranır şairin. “Edep bir taçtır Nur-i Hüda’dan/ Onu koy başına kurtul belâdan” (Laedri). Kendini bilmekle başlanır ilme, kendini bilmiyorsa kişi, ya nice okumaktır işi. Başta akıl, göğüste ilim, yüzde edep bulunur, işte o zaman belki şair olunur. Şiir her zaman fazlasının peşindedir. Görünene itibar etmez, görünmeyeni görmek muradıyla başını kalbine yaslar. Her şeyin fazlası ifrata götürür insanı. Şiir ise edebin fazlasını az sözle ifade ederken fazilete ulaştırır. Ne dâde-i mahlûka ne sîm-ü zere minnet/ Dîvân-ı ezelde yazılan deftere minnet” eden Nabi için hikmetle sulanan gül bahçesi gibi olan şiirin ki -“Âb-ı hikmetle bulur neşv ü nemâ Gülşen-i şi’r ü riyâz-ı inşâ”- amacı irşattır: “Hikmetâmîzgerekdüreş’âr/ Ki me’âli ola irşâdamedâr.” Her ne kadar manasız söz yok gibi ise de şiirle ifade edildiğinde kökü derinlerde, dalları semada olan şairin meyvesi olur mana. “Manasız şiir meyvesiz ağaçtır” (İsmail Hikmetî). Meyvenin bulunmaması, ağaç olmaya mani değildir. Lakin o ağaçta lezzet aramak beyhudedir. Yine de hiçbir ağaç lüzumsuz değildir. Gölge arayanlar için, yaprak da yeterlidir. “Şiirde aslolan hakikattir” (Hayâli). Yere göre sığmayan Hakikat, bir müminin kalbindedir.
Başını kalbine eğen şair, Üstad’ın ifadesiyle Mutlak Hakikat’i aramakla vazifelidir. Yoksa gerisi çelik çomaktır. Meşguliyeti oynamak olanlar için bu da gereklidir. Batı dünyası kendi Batılının içinde şiirde Hakikat’e maskeler takarken, Hakikat’in peçesini yırtmaya çalışır bizim şair. Gökyüzüne gerilmiş mavi perdeyi yırtıp ötesine ulaşmayı hedefler. Şair, dert çiçeklerinden toplar özünü. Çiçekten çiçeğe konar, bal eyler özünü. Ağulu aşı, yağ ile bal eder şairin bir sözü. Hayat ona bol bol zehir içirir. Dost bî-pervâdır, felek bîrahm, devran ise bî-sükûndur. Bu öyle bir hayattır ki dert çoktur, hem-derd ise yok; düşman kavîdir, tâlî ise zebun (Fuzulî). Gerçi ümitsizlik yoktur. Dertli ağlayıp gezse de “ağlatırsa Mevlâm yine güldürür” diye özünü sözün sahibine bağlar. Öyle ya Mevla ne eylerse güzel eyler. Özünde bulur dermanı nihayetinde, bizatihi derman olur şairin kendi sözü: “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş. Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü, Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş. (Niyazi-i Mısrî) Sevgiliyle buluşan artık kimseyi dinlemez olur, ister ki herkes sussun. Kendisi de susar aslında. Artık şairin can özü söyler, can kulağı dinler: Oldu cân hem-bezm-i cânân dinlemem sussun cihân Gûş-i cânım dinlesin ârâm-ı cânım söylesin (Muallim Naci) Cesede can gelmeli, duymaz kulaklar açılmalı; aşk ile dolmalı gönüller, misal-i taşa dönmemeli. Mademki aşk imiş her ne var âlemde, son sözü yine aşk söylemeli: “Aşk olsun”. “Hoş gördük”.■
42
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Divan şiiri poetikasında ilham ve olağanüstülük YUSUF ÇETİNDAĞ*
Şiiri çirkin ve güzel diye ikiye ayıran Şarklılar her ikisinin de metafizik güçlere dayandığını iddia ederler. Yani Şarklılar bir yandan manevi içerikli şiirlerin İlâhî ilhama dayandığını söylerken diğer taraftan çirkin diye niteledikleri şiirleri de olağanüstü unsurlar olan cinlere veya şeytanlara dayandırırlar.
Ş
iirin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir, hatta ilk şairin Hz. Âdem olduğuna dair rivayetler Arap tezkirelerinden Türk tezkirelerine kadar birçok Şark-İslam tezkiresinde üzerinde ısrarla durulan bahislerin başında gelir. Tüm Doğu milletlerinin ilk eserlerinin ve ilk dinî metinlerinin manzum olması da bunun diğer bir delilidir. Doğu milletlerinin şiirle olan münasebeti kendi kültürel genlerine bağlılık derecesiyle de birebir ilgilidir. Zira değerlerinden uzaklaşarak Batılılaşan Doğuluların şiirden de uzaklaştıkları açıktır. Başlangıçtan itibaren şiirle oturup şiirle kalkan Doğululara göre şiiri şiir yapan temel unsurlar nelerdir? Uzun yüzyıllar Doğulular nasıl bir şiirin peşinde koşmuşlar ve poetik anlamda idealize ettikleri şiirde neler aramışlardır? Bunların kısaca cevaplarını aramaya çalışacağız. Her şeyden önce Şark-İslam tezkirelerinde şiir yaratılanla yapılan arasında yapılandan çok yaratılana yakın çok özel bir sanat eseridir. Yani zihinde ve hayalde yaratılan ya da ilham edilene verilen şekille belli bir standardın yakalandığı olağanüstü bir icattır. Sanatın zanaatla yüceltilerek şekil alması eski kültürde ibda, icat ve ihtira terimleriyle vurgulanır. İlk Arap tezkirelerinden itibaren gerçek şairi diğerlerinden ayırt ederken bu terimlerden birini kullanarak yorumlar yapılırdı. Çünkü Şarkİslam şairinin asıl hedefi kimsenin söyleyemediğini söylemek, el değmemiş mana, hayal ve deyişler Prof. Dr. Artuklu Üniv. Fen-Ed. Fak.
43
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
bulmak ve bunun üzerinde zanaatkârlık yaparak mükemmel bir kalıba sokmaktır. Yani zihne gelen ilhama belagat kuralları çerçevesinde ideal bir format vermektir. Eski bakış açısıyla söyleyecek olursak zihne doğan mükemmel gelin hayalini en güzel şekilde süslemek gerçek şairliktir. Zihne doğan şairin yaratışı, ona en güzel söz elbisesini giydirmek ise zanaatkârlığıdır. Bu yüzden ilk Arap tezkireleri de dâhil olmak üzere şairlerin bu yönüne her fırsatta dikkat çekilmiştir. Bu yöndeki ilk açıklamalar İbn Kuteybe’yle başlar. İbn Kuteybe yedi şairin bu yönüne dikkat çekerken, İbnü’l-Mu’tez on beş, Kureşî iki, Arûzî iki, Avfî on iki, Câmî ve Devletşâh bir, Nevâî ve Sehî dört, Latîfî otuz, Âşık Çelebi yedi, Hasan Çelebi otuz ve Beyânî altı kez bu konuya değinir. Mesela Âlî, Atâyî için: “Ma’lûm oldu ki Necâtî merhûm bu zemîni bulmada muhteri’ degül imiş. Niteki Ahmed Paşa “güneş kasidesini” bunlarun nazmını tetebbu’la söylemiş.” (Âlî, s.119) der. Şairin hayal dünyasında yaratılarak mükemmel bir işçilikle belli bir seviyeye getirmeye icat, ibda veya ihtira denildiğine göre Doğu eleştirmenlerinin, yani tezkirecilerinin ve şairlerinin bu konudaki yorumları konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Bilindiği gibi Şark-İslam dünyasında Osmanlı döneminde Divan şiiri olarak isimlendirdiğimiz şiirin temeli Arap Cahiliyye şiiridir. Şark-İslam şiirinin temelleri oraya dayanmaktadır. Şairlerin icat etmelerini, yani yeni bir şiir söylemelerini başta Araplar olmak üzere Şark-İslam dünyası kime ve neye dayandırıyordu? Bu yaratışta ya da icatta asıl yaratıcı veya mucit kimdi? Şair bu yaratışta ne kadar etkiliydi? Şair yaratırken kendisine metafizik âlemden ilhamlar geldi mi? Şair denen kişi bir peygamber, evliya, kâhin veya bahşı gibi seçilmiş biri miydi? İlk tezkirelerden itibaren şairlerin olağanüstü güçlerle irtibatlı oldukları ve şiiri doğururken ya da ilham gelirken şairlerin peygamberler veya büyücüler gibi kendilerinden geçtikleri yönünde açıklamalara şahit oluruz. Şarkta şiire manevi açıdan yüksek bir değer verilmiştir. Şiiri çirkin ve güzel diye ikiye ayıran Şarklılar her ikisinin de metafizik güçlere dayandığını iddia ederler. Yani Şarklılar bir yandan manevi içerikli şiirlerin İlâhî ilhama dayandığını söylerken diğer taraftan çirkin diye niteledikleri şiirleri de olağanüstü unsurlar
olan cinlere veya şeytanlara dayandırırlar. Çirkin şiirle güzel şiir arasındaki hassas farkı bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım: Hz. Musa döneminde insanlar büyüde çok ileriydiler ve Allah, Hz. Musa’ya bu ilme göre hareket etmesini istedi. Hz. Musa da asasını yere bıraktı, asa yılan oldu ve diğer büyücülerin yılanlarını yuttu. Görünüşte Hz. Musa da diğerleri gibi büyü yapmış oldu. Ancak hakikatte onların yaptığı büyünün yanlışlığını gösterdi. İşte şiirin iyisi ile kötüsü Hz. Musa’nın asasıyla büyücülerin asası gibi birbirinden farklıdır. İyi şiirler Hz. Musa’nın asası gibi kıymetli, kötüler de büyücü değnekleri gibi kıymetsizdir. Biz bu bölümde her iki yaklaşıma da değinecek ve sırasıyla değerlendirmeye tabi tutacağız. Bu algı İslam öncesi Cahiliyye dönemine kadar uzanır. Kureşî İslam öncesi şairlerin şiirlerindeki mükemmelliği ve güzelliği cin ve şeytanlara bağlar. Her şairin bir cini olduğunu iddia eden Kureşî, bu cinlerin isimlerini bile verir. “İbn Mervezî babasından nakille dedi: Bir gün huysuz bir deveye bindim. Onu zapt edemeyince beni aldı dağa doğru götürdü. Issız bir yere geldik, karşıma ceylanlar çıktı. Bir de baktım ki yaşlı, acayip bir adam bana bakıyor. Adam deveyi durdurdu ve bana bir bardak ceylan sütü uzattı, ben de sütü içmek için aldım. Sütü dudağıma götürdüm. O kadar acı ve iğrenç idi ki hemen tükürdüm. Sütün o ağır kokusu hâlen ağzımdan gitmiş değil. Sonra adama: ‘Cinlerin en büyük şairi kimdir?’ dedim. Adam: ‘Sen buradan git.’ dedi ve kovdu. Arkamdan da: ‘Eğer bu sütü içseydin, kavminin en büyük şairi olurdun.’ dedi. Ben de o anda ‘keşke içseydim’ dedim. Adam: ‘Benim adım Hâzır, cinlerdenim.’ dedi. Babamdan bu hikâyeyi dinledikten sonra uzun süre ıssız yerlerde Hâzır ve Müdrik isimli cinleri aradım. Hâzır, Nâbiga’nın cininin (şeytan) ismiydi. Yaşlandıktan sonra bir süre Zerud adlı bir su başında kaldım. Bir gece Şam’dan birisi oraya geldi. Yatacak yer sordu, ben de ona gösterdim. Adam namaz kıldı, ben de bu sırada iki oğluma Nâbiga’nın şiirlerini söylüyordum. Bu kişi namazdan sonra yanımıza geldi ve ‘Bu şiirleri üç gün önce konakladığım bir yerde duydum.’ dedi. İlginç bir adam büyüklerden şiirler okuyordu. ‘Ben bunları hiç duymadım.’ dedi. Ancak o ilginç adama: ‘Son söylediğin A’şâ’nın şiiriydi.’ dedim. Adam itiraz etti, ‘Hayır, bunlar
44
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
benim şiirim, benim adım Mishal es-Sekran b. Cündül’dür.’ dedi. Adamın A’şâ’nın cini olduğunu anladım. Adama, ‘Arapların en büyük şairleri kimlerdir?’ dedim. Adam: ‘Lâfız b. Lâhız: İmrü’lKays’ın cini, Habid: Ubeyd b. Abbas ile Bişr’in cini, Hâzır b. Mahr: Nâbiga’nın cini, Hubeyt ve Heyyeb’tir.’ dedi. Ben ‘Bunlar kimlerdir?’ deyince ‘Cinlerdir.’ dedi. (Kureşî, s.45) Latîfî, çirkin şiiri tarif ederken kötü şiirin cin ve şeytanın ilhamı olduğunu vurgular: “Tevil niteliği olmayan, mecazi manalardan başka anlamlar yüklenmeyen, beliğ ve bedî şiir, “şiir şeytanın zurnalarından biridir” hükmüne dâhildir ve binlerce sanat ve güzellikle sihr-ı halal da olsa atıl ve batıldır.” der. Görüldüğü gibi başta Cahiliyye dönemi şairleri olmak üzere şairin sıradan bir insan olmadığı düşünülmüş ve hiç olmazsa cinlerle irtibatlı oldukları vurgulanmıştır. Şimdi de İlâhî ilhama dayandığı iddia edilen şiirlerle ilgili yorumlara bakalım. Kureşî’nin bir rivayetinde ise Hz. Muhammed’in şiiri savunma amaçlı kullandığı görülür: Hassan b. Sâbit, Hz. Muhammed’e dedi ki: “Ebû Süfyan seni hicvetti. Nevfel ve Kureyş’in kâfirleri de ona yardım etti. Bana müsaade edin, ben de onları hicvedeyim.” Bunun üzerine Hz. Muhammed: “Bana ne yapmak istiyorsun?” deyince Hassan: “Ben seni hamurdan kıl çeker gibi temize çıkaracağım.” deyince Hz. Peygamber: “O zaman onları hicvet, Rûhu’l-Kuds (Cibril) seninle beraber olsun.” dedi. Ardından da ekledi: “Ancak Hz. Ebubekir’in yardımını da al, çünkü o, Kureyş’in en büyük nesep âlimidir.” dedi. Hassân bunun üzerine şiir söyledi. (ىباب نعتساو كعم سدقلا حورو مهجها هل لاق ( )برعلا باسناب شيرق ةمالع هناف ركبKureşî, s.45) Hz. Peygamber’in Cibril seninle beraber olsun demesi şiire Cahiliyye döneminde şeytan ve cinlerden alınan ilhamları hatırlatmaktadır. Her iki durumda da şiir metafizik güçlerle irtibatlı görülmüş; ilkinde ilham kaynağı cin ve şeytanlar iken ikincisinde meleklerdir. Avfî, şiirin manevi âlemdeki değerini anlatırken Hz. Muhammed’in bir hadisini nakleder: “Muhakkak ki Allâh’ın hazineleri arşın altındadır, anahtarları da şairlerin dillerinde.” (Avfî, s.7) Devletşâh, şairleri diğer söz söyleyenlerden ayırır ve konuyla ilgili Senaî’nin bir beytini nakleder: “Sen şairlerle alelâde rivayetçileri bir tutma. Zira
Hz. İsa’nın yeri gök ve papağanın ise ağaç dallarıdır.” (Devletşâh, s.12) Molla Câmî, şiirin manevi derecesinin ölçülemez olduğunu söyler. Hatta o, Hz. Muhammed’e şairlik isnat edilmesini ve Kur’an’ın bu konudaki ikazlarını şiirin yüceliğine birer delil olarak görür. Latifi Hz. Mevlana’dan nakille şairlerin mertebesine dikkat çeker: Ez-kerâmât-ı bülend-i evliyâ/ Evvelâ şi’rest ve âhir kîmyâ În suhan râ tû nedânî serserî/ Şâ’irî cüz’ist ezpeygam-berî” (Latîfî, s.74) (Ulu evliyanın ilk yüce kerameti şiir, sonra kimyadır. Şu sözü iyi bil, şairlik peygamberlikten bir parçadır.) Tezkireciler iyi şiir ile kötü şiiri melek-şeytan bağlamında uzun yıllar tartışmaya devam etmişler; iyi şiiri peygamberlikten bir parça olarak değerlendirmişlerdir. Şiiri yapılandan ziyade yaratılan bir olgu kabul edilmesi Antik Yunan dünyasında da görülür. E. R. Dodds, The Grek and İrrational adlı yapıtında bir yalvaç ya da bilici olarak şair imgesinin, İ.Ö.V. yüzyıldan daha eskiye dayandığını söyler. İon’da Platon iyi şairlerin şiirlerini yazarken, akıllarının başında olmadığını söyler. Ancak ilerleyen yüzyıllarda Antik Yunan bu düşünceden vazgeçer ve şiiri yapılan bir olgu kabul eder. Yani bir heykel veya resim gibi şiir de bakılarak yapılan bir sanat eseridir. Sonuç olarak şiirin yaratılan bir olgu olarak olağanüstü bir düzleme çekilmesi Doğu milletlerinin karakteri olmuştur.■ Kaynaklar ÂŞIK ÇELEBI, Meşâ’irü’ş-Şu’arâ İnceleme Tenkitli Metin, hzl. Filiz Kılıç, Basılmamış Doktora Tezi, Gazi Ü. SBE, Ankara 1994. CÂMÎ, Baharistan, çev. Nuri Gençosman, MEB, Ankara 1945. Devletşâh-ı Semerkandî, Tezkire-i Devletşâhî, hzl. Necati Lugal, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1994. Gelibolulu ÂLÎ, Künhü’l-Ahbar’ın Tezkire Kısmı, hzl. Mustafa İsen, Atatürk Kültür Merkezi Yay, Ankara 1994. LATİFİ, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nüzamâ (İnceleme-Metin, Atatürk Kültür Merkezi Yay, hzl. Rıdvan Canım, Ankara 2000. Muhammed b. Sellâm el-Cumahî, Tabakâtu’ş-Şuarâ, Beril Matb., Leyden 1913. Kuteybe, Eş’şi’r ve’ş-Şu’arâ, hzl. Ahmed Muhammed Şâkir, Dâru’l-Ma’ârif, Kahire 1982.
45
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Klasik Türk poetikası NAMIK AÇIKGÖZ*
B
ilimsel bilgi konusunu, Batılı bilim ideolojileriyle öğrenen Türk aydını, kıstasları ve terminolojisi tamamen Batı olduğu için, kendi medeniyet coğrafyasını değerlendirirken çoğu zaman hataya düşer veya kendi medeniyet coğrafyasının değerlerinin hiç farkına varmaz. Bilimin pek çok alanında olduğu gibi, poetika alanında da durum aynıdır. Poetika konusunu sadece Aristo’da gören ve sadece kök bilgi olarak Aristo’nun Poetika’sını tanıyan modernist-aydınlanmacı aydınlarımız, kendi kök bilgilerine yüz çevirdiklerinden, âdeta üzerinde oturdukları zengin maden yataklarının farkında olmayan insanlar gibi, medeniyet birikiminin önemli alanlarından olan klâsik şiir bilgisinden de mahrumdurlar. Klasik poetika, 2 şekilde gelişim göstermiştir. İlki, belagat/retorik (bedî’, beyan ve me’ânî) bilgilerinin sistematize edildiği metinler; yani “poetik kurallar” metinleridir. İkincisi, şiir ve şairlik eleştirilerinin yapıldığı metinler; yani “eleştirel poetika” metinleridir. Poetik kuralları ele alan metinler
Klasik şiir bilgisi ile ilgili teorik bilgiler, bedî’, beyan ve me’ânî kitaplarında sistematize edilmiştir. Başta söz ve anlam sanatları olmak üzere, kelimelerin gerek kendi içlerindeki semantik dün-
yasından kaynaklanan bir anlam kurgulaması ve gerekse, kelimeler arası ilişki ile kurgulanan ifade tekniklerini anlatan kitaplar, Arap edebiyatı kaynaklı olmak üzere Osmanlıda da yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Anlamsal kelime işçiliğinin yanı sıra, teknik işçilik (tür-şekil, vezin-ritm, kafiye) ile ilgili kitap ve risalelerin beslediği klasik Türk şiiri; bu tür metinlerde ortaya konan edebiyat kurallarının içselleştirilmesiyle, bir nevi “oto-kritik” ile söylenen; yani, bedî’ ve beyan kuralları ve teknik özellikler çerçevesinde şiir söyleme geleneğidir. Tabii bu oto-kritik özellik, sadece klasik Türk şiirine mahsus bir hususiyet olmayıp medeniyet dairesinde yer alan Fars ve Arap edebiyatları için de geçerlidir. Öğretme amaçlı pedagojik metinler olarak, biraz da modernitenin şekillendirmesiyle, Osmanlıda poetik kitaplar 19. yüzyılın ikinci yarısında telif edilmeye başlanmıştır. Recaizâde Mahmut Ekrem’in Mülkiye’de okutulmak üzere kaleme aldığı Tâlim-i Edebiyat, türünün ilk modern örneklerinden olup beslendiği kaynaklar, eski bedî ve beyan kitaplarıdır. Gene Ahmet Cevdet Paşa’nın Belagat-ı Osmaniye adlı eseri, klasik poetikanın pedagojik düzenlemesi olan bir eserdir. Bu vadideki 20. yüzyıl eserlerinden ilki Ali Nihat Tarlan’ın kaleme aldığı Edebî Sanatlara Dair (İstanbul 1932) ve Edebî San’atler (İstanbul
46
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
1964) adlı risaledir. Bunu takip eden eser ise M. Kaya Bilgegil’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri 1 Belagat, (İlk Baskı Ankara 1980) adlı eseridir. Klasik şiir bilgisini derli toplu veren bir diğer akademik eser ise, Cem Dilçin tarafından kaleme alınan Örnekleriyle Türk Şiir Bilgisi adlı eserdir. Bu konuda, son derli toplu çalışma, Yekta Saraç tarafından yayımlanan Klasik Edebiyat Bilgisi-Belagat ve Klasik Edebiyat Bilgisi Biçim-Ölçü-Kafiye adlı eserlerdir. Kadriye Yılmaz Orak’ın, Belagat Geleneğimiz ve Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, İstanbul 2013 adlı çalışması, 19. yüzyıl müellifi Ahmet Hamdi’nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî adlı eserindeki terimlerin değerlendirildiği bir eser olarak önem taşır. Bu eser, poetik terminolojinin oluşmasına dikkat çektiği için, ayrıca değerlidir. Verdiğim bu yayınlardan hareketle başka metinler de oluşturulmuşsa da, esas kök kaynaklara dayanan metinler, isimlerini verdiğimiz eserlerdir. Bu yayınların temel özellikleri, felsefi birer poetik metin olmaktan ziyade, pedagojik metinler olup lise ve üniversite seviyesindeki öğrencilere klasik poetikayı öğretmek amaçlı teknik eserlerdir. Kadriye Yılmaz Orak’ın çalışması, poetik terminolojinin oluşması ve tasnifi açısından, diğerlerinden ayrılır. Osmanlı döneminde “şiir ve inşa” dersleri ile öğretilen poetik bilgiler, geleneğin toplumsal fonksiyonu ile bütün topluma mâl olmuş ve böylece kitabi poetik bilgi toplumsallaşmıştır. Hiç medrese yüzü görmeyen klasik şairlerin, mektepli şairler kadar sağlam şiirler söylemesi, klasik poetik bilginin toplumsallaşmasıyla sağlanmıştır. Eleştirel poetika metinleri
Poetik kurallar çerçevesinde yapılan eleştiriler, klasik metinlerde 3 yerde bulunur. 1) Tezkire ve divan dibacelerinde, 2) Tezkirelerde şair bilgilerinin verildiği maddelerde. 3) Şiirlerde.
Tezkire Dibacelerinde Eleştirel Poetika
Müellifler, şuara tezkireleri dibacelerinde, şiirle ilgili görüşlere yer vermişlerdir. Latifî, Kınalızâde Hasan Çelebi ve Riyâzî, şiir ve şairlikle ilgili görüş belirtmekte, ciddi ve sistematik tavır takınan müelliflerdir. Bu yazıda, Latifî ve Riyâzî’nin eserlerinden örnekler üzerinde durulacaktır.
Tezkire müellifleri, dibacelerde, şiir sanatının teknik bilgilerini değil, bu teknikleri kullanarak söylenen şiirlerin estetik kompozisyonlarının özelliklerini verirler. Yani bu metinlerde mecazın kullanım tekniği üzerinde durulmaz; şairin mecazı kullanma başarısı veya başarısızlığı üzerinde durulur. Ayrıca, bu metinlerde, anlam kurgulama, üslup, söyleyiş gücü gibi özellikleri kullanma becerisi değerlendirilir. Tabii, bütün bunlar yapılırken, şairlikteki tavır da değerlendirilir. Latîfî’nin şiir ve şairlikle ilişkili görüşlerini, değerlendiren Fahri Kaplan, Latifî’nin konuyla ilgili görüşlerini şu şekilde değerlendirir: Latîfî, “Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’nNuzamâ”nın giriş kısımında “Der Beyân-ı Merâtib-i Aksâm-ı Şuarâ» başlığı altında şairleri başlıca iki kısma ayırır. İlk kısım, icad eden ve maharetli anlamında “mâhir-i mübdi‘” şâirlerdir. Latîfî’ye göre böyle şairler, (şiir alanında) “mûcid” üstâdlar gibi “hassa-i karihasından” parlak deyişler (“garrâ gûşeler”), süslü/güzel (“zibâ”) tasarruflarda bulunurlar ki bunlar kulağın köşesine bile dokunmamış ve önceki devirlerde kâğıda yazılmamış ve okunmamıştır. İkinci kısımdaki şairler ise mukallid ve taklit sahibi (“sâhib-i taklîd”) şairlerdir. Latîfî’ye göre; bunlar sadece vezne ve tabiata (şâirlik mizacına) sahip olmakla nazım yoluna girmiş olup yaş ve kuru bulduğu boş sözlerle (“türrehât”) nazım ve vezin kurarak gururlanma ve övünme (“fahr u mübâhât”) yoluna girer ve onunla kendini hakîkî şâir tasavvur edip şairlerin olgun kimselerinden addeder. Tezkire müellifi bunlara, -yafta söyleyen (ilân kâğıdı gibi söz söyleyen) mânâsında- “şâir-i yâftegûy” ve -çok konuşup saçma sapan saçma sapan söz söyleyen mânâsında- “jâj-hâ-yı pür-gûy” denildiğini söyler ve şiir erbâbı içinde bu mertebenin pek hüner olmayıp makbul ve muteber bulunmadığını belirtir. Latîfî’ye göre, şiir tabiatı insanların çoğuna verilmiş olmakla birlikte yeni fikir ve söyleyişler bulma kabiliyeti ve “sözün ruhu her ölü gönüle verilmemiştir.” Latîfî, şairleri iki kısma ayırdığı ana tasniften sonra bir alt tasnif ile ikinci kısımda zikrettiği şairleri, şiir yazma hususundaki kabiliyet ve yöntem farklılıklarına göre beş kısma ayırır. Bu kısımlandırmada intihal yapanlardan bir şairin/şiirin mazmununu alıp ona yeni şekil verenlere, kendi hayâlinin ürünü buluşları olanlardan “taklid”le şiir yazanlara kadar çeşitli
47
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
grupta şairler değerlendirilmektedir1. Görüldüğü gibi Latîfî, şiiri değerlendirirken, modern zamanların verileri ölçüsünden daha ayrıntılı ve daha fonksiyonel bir bakış açısı sergiler ve terminoloji yerleştirir. İmge kurgulamasındaki yaratıcılık, taklit, tutarsızlık-saçmalık, parlaklık, o devir şiirini değerlendirmekte olduğu kadar modern zamanlar şiirini de değerlendirmekte kullanılabilecek terminolojik bir zenginliktir. Tezkiresini 17. yüzyılın başında yazan Riyâzî, poetik görüşünü veciz bir şekilde ifade eden bir müelliftir. Tezkiresinin dibacesinde, konuyla ilgili olarak şunları söyler: Ma’lûm ola ki lisân-ı Türkî’de şi’r dimek gâyetde düşvârdur. Zîrâ elfâz-ı Türkiyye rekîk ü nâ-hemvârdur. Pes kudemâ-yı şu’arâ-yı Rûm’da şi’re evvel âb u tâb virenlerün elfâz-ı rekîke ile ta’bîrâtına engüşt-i i’tirâz vaz’ olınmayup mahall-i irtizâda vâki’ olmak gerekdür. Müte’ahhirîn hod hüsn-i ta’bîre bir mertebe i’tibâr itmişlerdür ki asl-ı maksûdları hüsn-i ta’bîr olup ma’nâyı ana tâbi’ itmek mertebesine varmışdur. Ammâ hak budur ki ikisini dahı elden bırakmayup hem hüsn-i ta’bîr tarafı mer’î hem cevdet-i ma’nî cânibi manzûr olmak gerekdü2. Dikkat edilirse, Riyâzî’nin de poetik teknik bilgi vermeyip, bu tekniklerin kullanılmasıyla söylenen şiirlerdeki estetik kompozisyonun üzerinde durduğu görülür. Onun ilk tespitine göre o yılların Türkçesi, rekîk ü nâ-hem-vâr (tutuk, kelimelerdeki uyumsuzluk, ıttıratsızlık, atonalite) olduğu için, Riyâzî, o Türkçe ile şiir söylemenin zor olduğunu belirtir ancak başlangıç döneminde o dil ile şiir söyleyenlerin mazur görülmesi gerektiği kanaatindedir. Riyâzî, şairliği ele aldığı kısımda, merkeze mânâ’yı alır. Riyâzî’nin mânâ’dan kasdı, kelimeler arası ilişki ve bu ilişki ile kurgulanan imgedir. Şairleri bu çerçevede “mânâ” ile olan yaratıcılıkları etrafında dörde ayıran Riyâzî, ilk sıraya, anlamda yaratıcı olanları koyar. Bunlar kelimeler arası ilişkiyi özgün bir şekilde kurgulayanlardır. Yani, bütün şairlerin kaş’ı hilâle benzettiği yerde, bir şair hilâli gök yüzünde gezen atın nal izine benzetiyorsa, bu yaratıcı bir şairdir. İkinci kısım şairler, önceki anlama yeni anlamlar katarak ona bir güzellik verirler. Üçüncü kısım şairler, daha önce söylenen anlamları, güzel bir üslup ile ye-
niden söylerler. Dördüncü kısım şairler ise, önceki anlamı başka anlamlara dönüştürürler. Bu dönüştürme, öncekinden daha iyi olursa, değer verilir; eşit veya daha düşük seviyede bir söyleyişse, reddedilir ve makbul bulunmaz. Riyâzî, şiirde anlamın “hüsn-i ta’bîr”e; yani üslup ve söyleyişe kurban edilerek yanlış yapıldığı düşüncesindedir. Ona göre şiirde anlam ile üslup ve söyleyiş, at başı beraber olmalıdır. Tezkire metinlerinde eleştirel poetika
Tezkire müellifleri, aynı zamanda şiir de söyleyen edebî şahsiyet olduklarından, eserinde ele aldıkları şairlerin şiirleriyle ilgili poetik değerlendirmelerde de bulunurlar. Şairlerin hayatı, meslekleri ve eserleri hakkında verdikleri bilgilerle beraber, birer eleştirmen gibi davranan tezkire müellifleri, bugün terim olarak henüz fark etmediğimiz bir terim dünyası oluşturmuşlardır. Latîfî, Neşrî’nin , Geçmek içünseyl-i eşkümden hayâlün leşkeri Bir direkli iki gözlü köprüdür kaşum benüm
beytindeki imge kurgulamasını eleştirir. Latîfî’ye göre bu beyitteki teşbihin güzel ve dikkatli bir hayal kurgulaması olduğunu; ancak hayalin gözden geçip kaştan geçmeyeceğini; bu yüzden de beytin anlam olarak saçma olduğunu; böyle yapanların şiir şuuru olmayan kişiler olup bunların anlamın sağlamlığı konusunda sıkıntılı olduklarını şöyle söyler: “Ale’l-husûs ki bu beyt zâhirine nazar-ı teşbîhen mehbet ü tirzîkdür. Zîrâ hayâl gözden geçer, kaşdan geçmez. Lâkin bedâyi’-i şi’riyyeye şu’ûrı olmayan elfâz-ı zâhire bakar. Ma’nânun sıhhat ü sakâmetin fark idüp seçmez ve idrâk ü iz’ân eylemez3. Riyâzî, Latîfî’nin bu tespitini şöyle eleştirir: “Latîfî, bu beyt, ‘Tirzîkdür. Hayâl gözden geçer, kaşdan geçmez.’ dimişdür. Şa’ir, leşker-i hayâl, hüsn-i müşterek yolından derûna gelürken, sırât-ı ebrûya uğramasın iddi’â itdüginden gaflet itmişdür.4” Görüldüğü gibi, Riyâzî, bu beyti Latîfî’nin saçma bulmasını eleştirir ve hayal askerlerinin müşterek güzellik yolundan kalbe giderken kaş köprüsüne (kaş köprünün üstü; gözler de köprü gözleri) uğradığı şeklinde yapılan kurgulamayı doğru olarak görür.
48
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Bu ve buna benzeyen pek çok örnekte, tezkirecilerin, şiirlerdeki imge kurgulamasının sağlam olup olmadığını göz önünde bulundurdukları görülmektedir. Bu şekilde yapılan eleştiriler, klasik Türk şiirindeki eleştirel poetikanın güzel örneklerindendir. Tezkireciler, şairleri değerlendirdikleri metinlerinde, şiirler için “âb-dâr, dakîk, dil-cûy, rakîk, bî-tekellüf, tirzîk, latîf, selîs, nâzik, muhayyel, pür-hayâl, hayâl-engîz, edası hoş, pür-me’ânî, garrâ” gibi değerlendirme kelimeleri kullanırlar. Mesela Hasan Çelebi, Ahmet Paşa’nın şiiri için “hâlet, nezâket, selâset”; Ahmed Rıdvan’ın şiirleri için “mücerrred bir kelâm-ı mevzûn”; Âsafî’nin şiiri için “rakîk, rikkat”; Cemâlî’nin şiirlerinin edası için “hoş-âyende”; Sâfî şiiri için “sûz-nâk” gibi değerlendirme ifadeleri kullanır5. Tezkire müelliflerinin şiir değerlendirme ve eleştirisi yaptığı bu tür ifade ve cümleler, genel olarak eleştiri poetikasının bulunduğu yerlerdir. Bu tür değerlendirmelerin ele alındığı çalışmalardan bazıları şunlardır: 1) Namık Açıkgöz (Yaykınlı), Divan Edebiyatında Tenkid, Doğuş Edebiyat, Ankara 1982, S.3, s. 14-16. 2) Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre16.Y.Y’da Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, İzmir 1983. 3) Ali Fuat Bilkan, Divan Edebiyatında Tenkid, Milli Kültür, Eylül 1986, S.54, s.10. 4) Filiz Kılıç, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Ankara 1998. 5) Süleyman Solmaz, Onaltıncı Yüzyıl Tezkirelerinde(Ahdî, Gelibolulu Âlî, Kınalızade, Beyani) Şâirin Dünyası, Ankara 2012. 6) Klasik Türk Şiiri Tenkid Terminoloji ve “ab-dar” örneği, Türk Kültürü İncelemeleri, İstanbul 2000, S.2, s.149-160. 7) Klasik Türk Şiiri Tenkid Terimi Olarak “muhayyel, pür-hayal, hayal-engiz”, 38. ICANAS Bildirileri, Ankara 2008, C. 1, s.13-20. Şiirlerde Poetika
Şairlerin kendi şiir anlayışlarını belirledikleri şiirleri de, klasik poetikanın belirlenmesi için önemli birer kaynaktır. Şairler, kendi şiirlerinde zaman zaman kendi şiirlerini olduğu kadar, diğer şairlerin de şiirlerini değerlendirirler. Mesela, Nâbî, genel olarak
şiir sanatını değerlendirirken, şiirde kullanılan kelimelere dikkat çeker ve şiirde güzelliğin, bilinmeyen kelimeler kullanmakla sağlanamayacağını şöyle söyler: Ey şi’r meyânında satan lafz-ı garîbi Divân-i gazel nüsha-i kâmûs değüldür Nef’î, “sözüm” redifli kasidesinde, söz/kelam felsefesine yakın değerlendirmeler yapmışsa da, bu tavrını yoğun bir övünmeye kurban etmiştir. Sünbülzade Vehbî, aynı redifli kasidesinde, poetik tavra daha çok yakındır. Aşağıdaki şu iki eser, şiirlerden hareketle derlenen poetik değerlendirmelerle ilgilidir: 1) Menderes Coşkun, Klâsik Türk Şiirinde Edebî Tenkit, Ankara 2007 (şairlerin şiirlerinden hareketle 2) Abdülkadir Erkal, Divan Şiiri Poetikası (17. Yüzyıl), Ankara 2009 Sonuç
Klasik metinlere bakış açıları değiştirilip onlar, eleştirel bir şekilde ele alındığında, poetik bilgi açısından, geniş bir dünya ile karşılaşılacağı görülmektedir. Özellikle tezkire müellifleri, klasik poetikaya malzeme olacak pek çok ifadeyi kullanmakla, sadece biyografik metinler vermekle kalmamış, aynı zamanda poetika ve eleştirinin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Poetik tavırlar, tezkirelerin yanı sıra, divanlarda yer alan şiirlerde de yapılmıştır. ■ Kaynaklar
1. Fahri Kaplan, Latîfî’nin Şâir Tasnifinde Metinlerarasılık, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research, Şubat 2015 February 2015, Cilt: 8 Sayı: 36 Volume: 8 Issue. 2. Riyâzî Muhammed Efendi, Riyâzü’ş-Şu’arâ (hzl. : Namık Açıkgöz, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1982, s.4. 3. Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratu’n-Nuzamâ, (hzl.: Rıdvan Canım), Ankara 2000, s. 528. 4. Riyâzî, Riyâzü’ş-Şu’arâ, s. 275. 5. Klasik Türk Şiiri Tenkid Terminoloji ve “ab-dar” Örneği, Türk Kültürü İncelemeleri, İstanbul 2000, S.2, s.149-160.
49
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Klasik şiirde kadim kelamdan "söz"e NAZİRE ERBAY*
Giriş
Varlık, var olanların bütününü ifade etmekte kullanılır. Varlık, görülen ve düşünülen yahut zaman ve mekân üstü olmasıyla çeşitli anlam ve yorumlarla karşılığını bulur. Nesnel değerlendirmelerle varlık; mahiyetini ve anlamını söz sayesinde kazanır. Allah âlemi söz üzerine yarattı. “Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı ‘ol’ demekten ibarettir. Hemen oluverir.”(36/82) Kur’an-ı Kerim’deki ayet mucibince ‘söz’ varlığın, evrenin var olmasındaki esas hikmetlerdendir. İncil’deki “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu.”(Yuhanna 1:1-3); “Gökler Rabb’in sözüyle ve gök cisimleri O’nun ağzından çıkan solukla yaratıldı.”(Mezmur 33:6) ifadeleri kutsal kitaplardaki söz ve var olmayla ilgilidir. Söz, varlığın veya şeylerin ‘ol’masının aracıdır, sebebidir. Varlığın yaratılışı hususunda tasavvufi manada farklı görüşler olsa da söz ve var oluş arasındaki ilişki sabittir. Çünkü Allah işin olacağını ilan etmiştir. “Yaratanın sözü, yaratmanın kendisidir. Zira vahiy kâinatın doğuşunu yaratanın sözüne bağlar. (…) Söz (kelime) bir şeyin gerçek mahiyeti olarak kabul edilir. Herhangi bir kimse, bir şeyin adına sahipse veya bir şeye nasıl ad vereceğini bilirse onun gerçek mahiyetini elde etmiş olur ve onu kontrol eder.” (Atay 1997:136-137) Şurası muhakkaktır, “Allah insana insanın konuştuğu dille hitap eder. Bu, Allah’ın sadece kutsal kitap göndermesi demek değil, bizzat
* Yrd. Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi
Allah’ın konuşmasıdır. İşte vahyin manası budur. Dolayısıyla vahiy birinci derecede dille alakalıdır.”(Izutsu 1975:143) Sözün taşıdığı kutsallık, onunla olan her münasebetin şeklinin, derinliğinin boyutunu etkilemektedir. Sözün verdiği imkânların yaratana, evrene dair bilinmeyenlerin idrak edilmesinde aracılık ettiği muhakkaktır. Bilinmeyene, kutsi olana, bilgiye ulaşmak için söz hem kutsal kitaplarda hem de yüzyıllardır farklı milletlerden sanatkârların, düşün insanının temel malzemesidir. Sanatkâr, varlığını anlamlandırdığı kültürün ve entelektüel yönünün verdiği imkânlarla sözün gücüne güç katmak maksadıyla, sözü bilinen anlamının ötesinde farklı göndermeler, benzetmeler, sembollerle kullanır. “ (…) kelimeler, esas manadan ibaret kalmaz. İstisnasız bütün kelimeler, bulundukları kültürden etkilenir ve tali anlamlar kazanırlar. Buna ‘izafî mana’ denir. Kelimenin izafi manası dediğimiz şey, o kültürün ruhunun, somut olarak kendini göstermesinden ve o dili kullanan insanların genel psikolojik veya başka eğilimlerinin gerçek görünümünden ve yankısından başka bir şey değildir. Dil üzerine yapılan çalışmalarda, dile ve söze ait bu bilim dalının bilinen terimsel anlamının ve görevinin yanında, bir milletin dilini de kuşatan dünya hakkındaki anlayış ve düşüncelerinin vasıtası olarak kelimeler üzerinde inceleme yapmaktır. Bu araştırma o dili kullanan halkın, dünya hakkındaki düşüncelerini kavramak için de yapılır. Burada esas olan, bir ulusun, tarihinin şu veya bu önemli devresindeki dünya görüşünün mahiyeti ve yapısı hakkında
50
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
bazı çıkarımlarda bulunmaktadır.”(1975:15-25) Sözün, kadim Türk kültüründeki yeri millî olduğu kadar kutsaldır. Maniheist metinlerde: “sakınçun sözün kılınçın”, Uygur metinlerinde: “Tanrı söz sözlemiş kergek” Orhun metinlerinde, “İnim Kültigin birle sözleştimiz.” (Küçük kardeşim Kültigin ile sözleştik.) Kutadgu Bilig’de “Bayat atı birle sözüg başladım / Törütgen igidgen keçürgen idim” (Söze yaratan, affeden, bağışlayan, rızık veren Rabb’in ismiyle başladım.) (Clauson 1972:860) şekillerindedir. Klasik şiirde de söz veya sühan kavramının yanında, zaman ve şahıs eklerinin yardımıyla “sözüm”, “sözlerüm” “sühanum”, “suhün” “sahun” redifleriyle metin oluşturan şairler vardır. Bu şairler, bir bakıma şiirlerinin temasını bu kelimelere yüklerler. Sık tekrar edilen bir bakışla şairlere göre, şairlik yeteneği, söz söyleyebilme gücü, başka ilimlerdeki olgunlaşmalar gibi elde edilmez. Şiir söyleyebilmek, sühan sahibi olabilmek ayrı bir ilimdir. Daha açık bir ifadeyle şairler bu ilme uhrevî boyut yüklerler ve onların “gayb âlemi” ile bir ilgilerinin varlığı söz konusudur.[1] Buna ilaveten sözün klasik şiir geleneği içinde, anlamını ve değerini kavramak için başta divan dibaceleri önemli bir kaynaktır. Bu dibacelerin en önemlilerinden biri Fuzuli Divanı’nın dibacesidir. Fuzuli dibacede; mana ile söz, can ile ten gibidir ki, hiç biri diğerinden müstağni değildir. Dil (zeban) nasıl bir gelin süsleyicisi kadındır ki gönül tarafından bu ipe dizilmiş mazmun cevherleri zaman dilberinin boynuna takıp hem cevherlere kıymet verir hem de dilberi süsler. Söz (kelam) nasıl bir inci ipidir ki o hazinenin incilerini dane dane öyle bir sıraya dizer ve nizam altına alır ki hiçbir mana onsuz şekillenmez. Muhakkak ki en iyi söz ki natıka papağanı onun zevk ve şevki şekeristanında daha istekle konuşmaya başlar, bir mütekellim (Allah)in zikri zemzemesidir.[2] Söz, bilinen anlamlarının dışında tarihî süreçte değişikliğe uğrarken üzerine kutsi anlamlar da yüklenebilir. Dolayısıyla sözün tasavvufi metinlerde de ilahî olan açıklanırken, ilk anlamından 1. Şevkiye Kazan, “Divan Şiirinde Önemli Bir Leitmotif : Sühan Redifli Şiirler”, jass.cankaya.edu.tr/geçmiş Yayinlar/yayinlar Erişim: 20.10.2014. 2. Tahir Üzgör, Türkçe Divan Dibaceleri, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990, s. 27.
uzaklaştığı görülür. Açıkçası kutsal metinler başta birçok edebî metni sadece görülen kelimeleri, kavramları, gramer özellikleriyle değerlendirmek eksik bakış olacaktır. Sanatkârlar ‘söz’leriyle farklı bakış açıları geliştirirken, yüzyıllarca konuşulacak dikkatler ortaya koyarlar. Metinlerle ifadesini bulan bu bakıştaki farklılık, dünyevi ve uhrevi konulardaki ayırıcı özellikleriyle birçok anlam zenginliğini beraberinde getirirler. Sanatkâr kutsal metinler başta olmak üzere, hakkında söz söylenen değer ve kavramlara eserlerinde yer vererek, aslında kültürlerine ait geleneği de devam ettirirler. Kadim zamanların göstergesi gelenek, tarihî şuur etrafında teşekkül eder. Söz kavramı açısından gelenek, eskiye ait dil özelliklerini metne yansıtmaktan ibaret değil, metni içinden çıktığın toplumun imajıyla, inancıyla, ilmiyle donatmaktır. Geleneğin bir parçası olan ve bilge kişiliklerini eserlerinde her vesileyle sergileyen sanatkârlar toplumun edebî, felsefi, ilmî ihtiyaçlarını karşılarken bazen de zamanlarının yönlendiricisi olurlar. Bahsedilen sanatkârlar eserlerindeki sözleriyle çoğunlukla evrendeki gizli manalara estetik olduğu kadar didaktik yaklaşırlar. Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Seyyid Nesîmi ve Fuzuli bu kabil sanatkârlardandır. Bu çalışmada, söz kavramına ait kutsi yönelişler dikkate alınıp Yunus Emre Divanı’ndaki mısralardan şairin söz kavramına genel bakışı ‘gelir’ ve ‘söz’ redifli gazelleriyle ele alınırken, Mevlana’nın rubailerindeki sözün mahiyeti, rubailerden örneklerle değerlendirilmektedir. Seyyid Nesimi ve Fuzuli’nin ‘söz’ redifli gazelleri de çalışmada aynı bakışla ele alınmaktadır. Burada Yunus Emre, Mevlana, Seyyid Nesimi ve Fuzuli’nin eserlerindeki söz kavramı sesi, ritmi ön plana çıkaran bir leitmotif olmaktan ziyade anlam, kutsiyet, mana, sır, mecaz, hakikat, ilim, yaratılış, insan, dua, hâl dili, sükût, hikmet ve ilahi aşk yönünden bir değerlendirme çalışmasıyla okunmaktadır. Çalışmaya konu olan ehl-i irfanın mevzua ortak bakışları kuşkusuz itici güçtür. 1. Sözün tanımı, mahiyeti
Ehl-i tasavvufta söz, sohbet meclislerinin asıl nedenidir. Yunus Emre, beytinde sözün tanımı ve mahiyeti üzerinde durur. Söz insan varlığı adına, her şeye karşılık gelir. Yunus, sözün insanın varlı-
51
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ğı üzerindeki etkisi üzerine bir yargı ortaya koyar. Ona göre söz, insanı mutlu etmeye, gönülde kalmaya muktedirdir. Yunus Emre, hakkı ve doğruyu konuşan bir ehl-i tasavvuf olarak beyitlerinde nefis, ölümün gerçekliği, İslam dininin esasları, doğru insanın özelliklerini sıraladıktan sonra bu değerlerin her zaman için geçerli olduğunu söyler: Söz var kılur gönüli şâd, söz var kılur bilişi yâd Eger horluk, eger izzet, her kişiye sözden gelir (42/2)[3] Yunus senin sözlerün ma’nîdür bilenlere Söyleyeler sözüni devr-i zaman içinde (302/18) İnsan nefsi değişmeye, eğilip bükülmeye meyyaldir. Nefsi terbiye için muhasebe şarttır. Yunus, nefsine seslenir. Düşünmeden konuşmanın insana verdiği zarardan, sözü bilerek konuşmanın öneminden bahseder. Yunus Emre, insanın sözü bilerek kullanması gerektiğini söyler. Ayrıca insanın meselelere bakış yönünün, insan algısıyla şekillendiğini belirtir:
çünkü yazan dünyada gördüğünü her fırsatta ve hiç gecikmeden söylerken, kendi sözünü arındırılmış ve en sonunda sanatın o uygulanamayan, kristalize doğruları olarak ortaya koymaz.” (Barthes 1964:151-152) düşüncelerine yüzyıllar öncesinden bir yaklaşımdır: Ey ukûl ü nüfûs iden idrâk! Kamuyâ söz de kim hemândur söz (179/11)[4] Söze herkes gaybı bilen fazlın tâ kendisidir derler, ona bu üstün paye ve değer yetmez mi? Söz, doğası gereği insanın bildiği dışında, bilinmeyene de işaret eder. Söz, varlığının sebebi gereği içinde kıymetler hatta hikmetler taşır. Bu hikmetler bağlamına göre ilahî bir boyut kazanır: Söze bû izz ü cân yetmez mi K’eydeler fazl-ı gaybdandır söz (179/14) 2. İlahî söz
Nesimi’ye göre ise sözün muhataba ulaşma şekli önemlidir. Söz, şahsi şartlarda oluştuğunda ortak dilden ayrılır. Söz ifadesini bulduktan sonra, herkes kendi anlayabildiği ölçüde sözü anlar ve yorumlar. Beyitte söz, ey akıllılar ve nefisleri idrak eden insanlar, söz herkesedir, işte o kadardır ifadesi yer alır. Bu ifade, sözün insanların algı ve anlamalarına göre değer bulacağına işaret eder. Nesimi’nin bu ifadeleri tıpkı postmodern düşüncenin kurucularından Roland Barthes’ın söz ve yazı hususunda, “Yazanlar, sözün yalnızca bir araç olduğu göstermek, açıklamak, öğretmek gibi bir amaç ortaya koyarlar. Onlara göre söz, bir eyleme dayanır ama eylemi oluşturmaz. Bu, bir iletişim aracı olan dilin, bir “düşünme” aygıtı olarak yeniden kurulmasıdır. Bununla birlikte yazan, yazardan çok daha özgür bir yapıya sahiptir;
Mevlana’nın rubailerinde insan nefsinin kendini sorguya çekmesi gerektiğine dair mısraları vardır. Mevlana bu paralelde ele aldığı mevzulardan biri söz kavramıdır. Allah›ın, ayetleriyle (işaretleriyle) gösterdiği yol, doğru yoldur. Dolayısıyla söz de bu ilahî kelamın gösterdiği işaretleri takip etmelidir. Mevlana’ya göre ilahî kelam dışında söz söylemek yersizdir. İnsanın konuştukları sevgilinin (Allah’ın) sözü olmalıdır. Ağızdan çıkan sözleri geri almak mümkün değildir. Sevgiliyi, Allah’ı sık zikreden dil, aslında ruhun gücünü de ortaya çıkarır. Söz sevgiliyle bir olma, onunla hemhâl olmaya vesile olur. Söz sayesinde akıl ve gönülde hep sevgili var olur. Aslında asıl marifet sevgilidedir. İlahî kelam bütün bilinmezleri, sırları açığa çıkarır. Burada Mevlana kendini kastederek söylediklerinin, O’nun güzelliklerini ifade eden ama yetersiz olan, çirkin bir kapı kilidi gıcırtısından ibarettir görüşündedir. “Ben bir dağım, sesim, sözüm, yârin sadâsıdır, yârin sözüdür. Ben bir resmim, benim ressamım o güzeldir. Sen sanıyorsun ki, konuştuğum zaman ağzımdan çıkan sözler, benim sözümdür. Hayır; anahtar kilide sokulur da açılırken ses çıkarır ya,
3. Beyitler; Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, H Yayınları, İstanbul 2008 gazel/beyit numarasıyla verilmiştir.
4. Beyitler; Hüseyin Ayan; Nesimî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara 1990 gazel/beyit numarasıyla verilmiştir.
Miskîn Yûnus bil sözüni dosta açup şol gözüni Kangı burcdan bakarısan ol sultâna güneş gelür (92/8)
52
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
işte, benim sözlerim böyledir.” (225)[5] Mevlana, sözün insana verilen en büyük ayrıcalık olduğuna rubailerinde vurgu yaparken, sözü insan için bir hediye olarak görür. Söz ağızda dönüp dolaşır, bazen yaratanın onu var ederken öğrettiklerini unutur, etrafta oyalanır. Aslında söz bilir ki, etrafta dönüp dolaşması, farklı şeylerle meşgul olması, ‘bir tek olan’ı anlatmak içindir. Marifet sözü söylemede değil o sözleri söyletende, Allah’tadır. Sözü anlamak için O’nu düşünmek ve bulmak esas olandır. “Her ne kadar söz, ağızda dönüp dolaşıyorsa de, şaşılacak bir sözün, sözümüzün etrafında dönüp dolaşmaktır. Söz bize demek istiyor ki: “Benim, kendi çevremde dönüp dolaşan, bana bu sözleri söyleteni düşün, bul.” (537) Yunus Emre, ‘gelür’ redifli gazelin ilk beytinde sözün kaynağının yaratan olduğuna vurgu yapar. Bu arada iyi, doğru sözün aslını bilen, zaten onun nereden geldiğine, kaynağına muktedirdir. Bunun tam tersi, sözün kaynağını anlamayan, sözün hikmetinin kendinden olduğunu zanneder. Emre, sözlerin aslının Allah’tan kaynaklandığını bilen olgun insana vurgu yapar. Sözlerin en yücesinin yaratandan olduğunu anlamayanlar bilime, irfana, insana, âleme ait herhangi söz söyledikleri zaman, bunun aslının kendilerinden kaynaklandığını düşünmeleri yanılgıdır. Yunus, ilaveten insanın değerinin sözleriyle ölçüleceğini belirtir. İy sözlerün aslın bilen gel di bu söz kandan gelür Söz aslını anlamayan sanur bu söz benden gelür (42/1) Nesimi, ‘söz’ redifli gazelinde söz, ‘cân’dır, gökyüzünün en yüce yerinde mekân bulan sözdür, diyerek sözün menşeinin ilahî olduğunu belirtir: Dinlegil bu sözü ki cândur söz Âli-i âsmân mekândur söz (179/1) Yunus Emre, yaratılmışların üzerindeki varlığın, sözü söyleyen can menzili olduğundan bahseder. Allah mutlak olarak her şeyin kaynağıdır. Zaten eşsiz sözleri ve anlamları olan kelâmullah, bütün sözleri kapsar. Bunun dışındakiler suretten
ibarettir. Bu suretin varacağı menzil, O’na yöneliktir: Dinleyen ol işiden ol gören ol gösteren ol Her sözi söyleyen ol sûret cân menzilidür (25/2) Nesimi aşağıdaki beytinde söz ve vahiy birlikteliği üzerinden bir bakış açısı geliştirir, sözün ilahî boyutunu vurgular. Şaire göre söz, Allah’ın göklerden Peygamberin gönlüne kelamını aktığı ilk kaynaktır. Söz, arştan peygambere doğru uzanan bir hazinedir. Nesimi, Hazreti Muhammed’e Allah kelamını yaymada, İslamı tebliğde sözü aracı kıldığını belirtir. Bu yüzden söz, gönülde değerdir. Söz, gönüllerde kabul gördüğünden gönül, Rahmanın arşıdır: Arş-ı Rahmân didi nebî gönüle Çünki gördi gönülde kândur söz (119/5) 3. Söz ve ilim
İlim, bilmenin güvenli bir yoludur. Sağlamlığı, objektif bir şeyle garanti edilmiştir. Çünkü o, iyi bir kaynaktan gelmektedir. “(…) Kur’ân’da ilim kelimesi, ilahi vahiy düşüncesinden meydana gelen bir alana oturtulmuş ve bu alanda cahiliye çağındakinden başka kelimelerle temas kurulmuştur. Artık ilim, başkasından değil, doğrudan Allah’ın vahyinden alınan bilgidir. Kelimenin tam manasıyla sağlamdır, haktır.” (1975:57) Şiir vadisinde kabiliyetini ispat etme gayreti içinde olan şairler sözlerini ancak ilimle süsleyebilir ve sahip oldukları bedii değerleri kristalize ederek muhataplarına arz edebilirler. “(…)Yine söyleyecek sözü olan şairler, faydalı ve zevkli olanı seçebilmek için, ilmin gerektirdiği dikkat ve titizliği, vazgeçilmez bir ölçü olarak ele almak zorundadırlar.” (2003:92) Fakat insan, şair olsun olmasın nasip edilen kadar ilim sahibi olabilir. Bütün ilimlerin kaynağı Allah’tır. Sözlerin esası, doğrusu muhakkak insandan değil, Allah’ın sözünden ortaya çıktığı Yunus Emre’de ifadesini bulur: gül
Söz karadan akdan degül yazup okumaktan de-
Bu yüriyen halkdan degül Hâlik âvâzından gelür (42/3)
5. Rubailer; Rubâiler, Mevlânâ, (çev. Şefik Can) Kurtuba Kitap, İstanbul 2008 baskısındır.
53
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
4. Sır ve söz
“And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (50/16) Mevlana için her söz söylenir değildir: “ Dün gece çok ihtiyarlamış olan akla, gizlice dedim ki: ‘Dünya sırlarıyla ilgili hiçbir sözü benden gizleme.’ O, kulağıma eğildi ve yavaşça şöyle dedi: ‘Bu sır irfanla bilinir, söylenir söz değildir.’ (1159) Söz, Nesimi’ye göre sırları açığa çıkarmak için araçtır. Görünen görünmeyen, önce olanlar sonra olanlar; bilinenler, gizli olanlar söz sayesinde bilinir. Allah’ın esması bu kavramları açıklayan en yüce isimlerdir. Zâhir, bâtın, evvel ve âhir esmâ-i hüsnadandır: Zâhir ü bâtın evvel ü âhir Âşikârâ vü hem nihândur söz (179/10) Yunus Emre, insan, aklıyla bazı şeyleri anlamaya çalışır görüşünü savunsa da aklın çözemediğini sözler gönle oradan dile, söze getirir. Beyitte kaderi anlama hususunda akıl, gönül ve söz arasında bir bağlantı kurulmuştur: Aklumuz ol levhe bakar gizli marazlarum açar Söz gelür gönlüme akar söz dile ansuzın gelür(42/8) Fuzuli, ‘söz’ redifli gazelinde, sözdeki sır kavramına dikkat çeker. Şair, sözün insana ve topluma ait ne varsa açığa çıkarmaya vesile olduğunu ifade eder. Söz öyle bir güçtür ki, her nefeste tek sevgili olan Allah’ın varlığına, birliğine dair sırları ifşa etmek için vardır. Bu sırdır ki, söz her an yoktan var olur. Fuzuli, Kur’ân’ı Kerim’de sıklıkla geçen ‘kün feyekûn’ ayetine de bir gönderme yapar: “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece ‘ol’ dememizdir. Hemen oluverir.”(16/40) Halka ağzın sırrını her dem kılar izhâr söz Bu ne sırdır kim olur her lahza yoktan var söz (119/1)[6] Dünyanın altı günde yaratıldığına dair “Şüp-
6. Beyitler; Fuzuli Divanı, Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Akçağ, Ankara 2000 gazel/beyit numarasıyla verilmiştir.
hesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş’a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (7/54) mealindeki ilahî kelama gönderme yapan Nesimi, bu yaratma sürecine işaret ederek, cihanın yaratılışının esasının söz olduğuna vurgu yapar. Şeş cihetten münezzeh anlayu bah Şöyle kim Hâlik-i cihândur söz (179/2) Fuzuli’de söz, sırlar hazinesini açıklamaya kâfidir. Zuhur eden süsler, binlerce sırrın göstergesidir. “Allah’ın tecelli sıfatı, eserlerinin eşyada görünmesidir. Kur’ân’a göre Allah, insanla konuşmak isterse bir ayetler (işaretler) gönderir. Bu durumda sözlü işaretlerle sözsüz işaretler arasında bir ayırım yoktur. Her ikisi Allah’ın ayetleridir. Allah’tan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, Allah’la insan arasındaki konuşmanın bir bölümüdür. Bundan dolayı Kur’an, ‘vahyedilen sözlere’ ayet der, bunlarla yine ayetler adı verilen sözsüz tabiat işaretleri arasında bir ayırım yapmaz.” (1975:126) Söz, bahsi geçen nurları ifade etmede bir aracı vazifesini görmektedir. Allah’ın tecellisi sözsüz şahitler vasıtasıyla insanın idrakine sunulmuştur. Fuzuli’nin sözün Allah’ın bu tecelli sıfatını ifade etmede en iyi vasıta olduğunu belirtmesi önemlidir: Hâzin-i gencîne-i esrârdur her dem çeker Rişte-i izhâra bin bin gevher-i esrâr söz (119/5) Fuzuli, sözün gayb âleminden her zaman bir iz, işaret taşıdığını söyleyerek bilinmeze gönderme yapar. Şair, metaforlu anlatımında, sözün amber kokulu yüzü kullanıldığında gönülleri almaya kâfi geleceğini belirtir. Sözün yaratılışla ilgili sırlara vâkıf olmasından dolayı çözülmeye muhtaç durumu söz konusudur. Söz, içinde barındırdığı bu sırlardan dolayı gönüller almak için, gayb peçesinin altındadır, her an amber kokulu ayva tüyleriyle yüzünü gösteren bir güzeldir. O güzel, güzelliklerin aktarıcısıdır:
54
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Bir nigâr-ı anberîn-hattır gönüller almağa Gösterür her dem nikâb-ı gaybdan ruhsâr söz (119/4) Aşk, varlığın esas sebeplerindendir. Allah yeryüzünü aşk üzerine yaratmıştır. Bu var oluşun içinde sır da gizlidir. Aşk yeryüzü ve gökyüzündeki ebedî varlığıyla her şeyde varlığını hissettirir. Yunus Emre’ye göre gönlündeki gizli sırlar, söz vasıtasıyla ortaya çıkar. Âşık bunları anlamakla mükelleftir. Söz, aşkın sırlarını içerir. Bu sözler yabancılara denmez. Âşık bu sırlara erişirse, zamanın hangi diliminde olursa olsun geçmişte ve anda, içindeki aşk ateşi sürekli yanar, sönmez. O sözler, kuşdili gibidir, anlaşılması güçtür. Fakat söylemeye başlamayınca, ötmeyince de anlaşılmaz, öğüt vermez: Bî-çâre Yûnus›un sözin key ‘âşık gerek anlaya O kuş dilidür n›eylesün ol dinlenmez ötmeyince (325/7)
gönülde bulunan gam, sözle gidebilir. Fakat gönlümüzde açılan şu garip, şu güzel gülü bir düşün, onun ne rengini gösterebiliyoruz ne de gizli kokusunu duyabiliyoruz.” (438) Mevlana ramazan, dua ve istemeyle ilgili rubaisinde yine söze vurgu yapar: “Hadi, işte sabır sırası geldi, oruç ayı başladı. İki gün kâseden, testiden söz etme. Gökyüzü sofrasının çevresinde, rızık isteğiyle dolaş ki, can pamuğu, kozadan tekrar kurtulsun.”(1807) Dua ve sözü mısralarında Nesimi de kullanır. İnsanın her zaman yaratanının yardımına ihtiyaç duyduğunu, sözün; O’na duada yardımcı olduğunu ifade eder. Hazret-i Ali de sözün kendinden yardım beklenen varlık, müstean, olduğunu bildiği için Kâf hâ, ek kâfi demek olan kâf, ey hâdi, hidayet edici demek olan hâ, şeytan şerrinden sana sığınırım, ilahî kelamını Kur’ân-ı Kerimde sıklıkla geçen müstean, ‘yardım umulan’ sıfatına vurgu yapar: Didi yâ “Kâf-hâ eûzü bike” Çün Ali bildi müsteândur söz (119/5)
5. Dua ve söz
Söz, farklı zaman ve mekân çeşitliliğiyle muhatabın varlığına, anlamına göre değişik maksatlarda kullanılır. İnsanın gönlündeki sıkıntıları, yakarışları, şükürleri aktarmada söz önemli bir vasıtadır. İnsanın kendini kendine veya muhatabına ifade edebilmesi, konuşabilmesi söz vasıtasıyla gerçekleşir. Allah’ı aralıksız anmak sözün en kutsi olanıyla vuku bulur. Rabbe yönelen sözün en güzel şekillerinden biri dua ile şekle bürünür. Dua; her an, her yerde kulun Rabbe yönelmesidir. Allah’a karşı duyulan derin sevgide, ölümde, yakarmada, bunalmada dua, kalbin yaratana yönelen gizli sözleri olur. Dilde ve gönüldeki sözler vasıtasıyla şekillenen dua, kulun Allah’la arasında kurduğu özel bağlardandır. Manevi anlamda insanın boyut değiştirip ruhunun temizlendiği, sonunda da etrafına güzellikler saçtığı anlar zinciri olmasının yanında dua, fiziksel anlamda da insanı rahatlatır, güzelleştirir. Mevlana, insanın içindeki sıkıntılara dua yoluyla, Rabbe yönelmeyle çare bulacağını söyler. Sözle şekillenen dua, güzel bir gülün açması gibi etrafa güzel kokuların yayılmasına vesile olur: “Bir kimsenin gönlünde bir gamı olup da, onu sevdiğine açabiliyorsa, açsın, söylesin, çünkü
6. Kal dili, hâl dili
Mevlana, bazı hislerin sözle ifadesini bulamayacağını belirtir. İlahî kelam, herkes tarafından anlaşılmaz. Her kulak, her sözü anlamaz. Duymak ve anlamak idrak, nasip, ilim sayesinde olur. Bazı dilsiz ve dudaksız sözler konuşmayla anlaşılmaz, söze gerek kalmaz. Mevlana bu rubaisinde kal (söz) dilinden hâl diline geçmeye dair mısralar söyler. Âşığın hâl dili, sözün dar imkânlarından ayrılınca kendini ifadede daha etkilidir: “Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli olan şeylerden söz edeceğim. Sana anlatacağım bütün bu sözleri herkesin içinde söyleyeceğim; fakat senin kulağından başka hiçbir kulak, bu sözlerini duymayacak, anlayamayacak.”(439)
7. Sükût, söz ve arif
Arifler, manaya dair tezahürleri ve yansımaları başkalarından ayırt edilebilenlerdir. Arif insanın özelliklerinden yola çıkarak; Yunus Emre fazla konuşmanın insan için gereksiz olduğunu, Allah kelamının bulunmadığı sözlerin hayvan yüküyle özdeş olduğunu, arif için az sözün yeterli olduğunu söyler.
55
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
“ (…) Bu tecrübelerimizin içinde başka bir anlatım şekli olan sükût son derece önemlidir. Eğer dünya ve kendi gerçekliğimiz birtakım sözcük ve formüllerle tüketilebiliyorsa sessizlik önemli değildir. Sözcüklerin ifade edemediği dilin sınırları dışında kalan çok daha derin bir gerçekliğimiz ve varoluşumuz varsa, bu durum ancak sessizliğin kullanılmasıyla sezdirilebilir. Bu sezdirme insanı çoğunlukla kârlı çıkarır. Sükût, yanlış konuşma yolunu kapattığı için insanı, birçok sıkıntıdan da emin kılar.” (Emiroğlu 2005:170-173) Her ne kadar sükûtla söz (kelam) görünürde birbirinin zıddı da olsa, esasında sınırları birbirine karışan iç içe bir varlık alanına sahiptir. Bazen sözün esaslı bir hâle gelebilmesi için, sükûta ihtiyaç duyar. “Tefekkür sükûtta mayalandığı gibi, fikirler de sükût iklimlerinde cürufundan temizlenir. Bu noktada sükûtun da manalı bir sükût olabilmesi sözün kalitesi önemlidir. Kısacası sükût aslında bir şeyleri açığa vurur, ihbar eder, bildirir, ilan eder, ortaya koyar.” (2010: 12-15-21) Mevlana, kudretli söz söylemenin yanında sükûtun ehemmiyeti üzerine rubailer söyler. Kadim zamanlardan beri söz söyleyerek insanların birbirini etkileme yarışı malumdur. Fakat susma, bir sanattır meziyettir. Mevlana, insanın kendini ifade için söz söylemesinin boşuna olduğunu, sükûtun çok şey anlatabileceğini söyler: “Bir padişah var ki, neyi gizlesen onu bilir, dilsiz dudaksız, köpürsen, kızsan kötü şeyler düşünsen onu da bilir o. Herkes, söz söylemesini, kendini sözleriyle tanıtmasını, söz satma sanatını bilir, bense susmayı bilenin kölesiyim, kuluyum.” (696) Arif o kişidir ki, konuştukları doğru ya da yanlış olsun onun insanlık için konuşması kâfidir. Çünkü arif, nerede ne konuşacağını bilir. Eftal olansa arifin dostluktan konuşmasıdır: “Ey konuşan arif! Yüksek sesle terennüm et, söyle, söyle de, ya doğru bir söz söyle ya da doğru bir söz söyle ya da yanlış, yeter ki, söyle. Gül bahçesinin, yeşilliğin kapılarını aç. Sarhoş bülbül gibi tanışlıktan, dostluktan söz et.” (1757) Çok söz hayvân yükidür az söz erün görkidür Bilene bir söz yiter cânda gevher varışa (300/9) Yunus Emre, az sözün değeri hakkında mısralarında etkili, doğru söz konuşmanın gücünü gös-
terir. Sükûttan kaynaklan güç, etkili konuşmadan daha güçlüdür. Söz, insandaki çirkinlikleri silmede araçtır: Söylememek harcısı söylemegün hâsıdur Söylemeklik harcısı gönüllerin pâsıdur (29/1) Gönüllerin pasını ger sileyim der isen Şol sözü söylegil kim sözün hulâsasıdır (29/2) Fuzuli’ye göre ‘söz söylemek’ herkese nasip olmaz. Söz söyleme bilincinde olan, marifet denizinin dalgıcı olmayan, arif olamaz. Bedenin yapısı sedefse söz içindeki değerli inci tanesidir: Olmayan gavvâs-ı bahr-i ma›rifet arif degül Kim sadef terkîb-i tendir lü›lü›-i şehvâr söz (118/6) Sükût gibi az söz Fuzuli’ye göre makbul olandır. Az söz insanın değerini artırır. Çok konuşan rezil olur. İnsanın en değerli sözleri, çok konuşmayla değersizleşir. Ger çok istersen Fuzûlî izzetim az et sözi Kim çok olmaktan kıluptır çok azizi hâr söz (119/7) Ey Nesîmî sözünü ariflere harc et revân Nitekim kadrin bilen katında söz bulur revâc (32/8) 8. Dağınık söz
Âşık olan ne yaptığını, ne söylediğini bilemez. Şaşkınlık içinde âlemi seyreder, her seferinde Allah’a tekrar hayran olur. Hayranlık beslediği sevgiliye kavuşmak onun için asıl olandır. Bir an önce içinde bulunduğu gurbetten kurtulma isteği zaman zaman sözlerindeki dağınıklığa coşkunluk şeklinde yansır. Mevlana, bazı rubailerinde ‘dağınık söz’ ifadesini kullanır. Mevlana, sevgilinin hâl hatır sorma adına söyledikleri karşısında hâlinin dirilen ölü gibi olduğunu, kendinde olmadığını, dağınık paramparça durumundan bahseder. Bu durum, yorucudur ve dağınık sözler söylememek gerekir: “Sevgilim nasılsın, hoş musun der ve güler. Dirilen bir ölü nasılsa, ben de öyleyim. Bugün
56
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
dağınık sözler söylemeyeceğim. Her ne kadar sözümün yolu dağınıksa da ben dağınık söylemeyeceğim.” (859) Mevlana yine ‘dağınık söz’e değindiği bir rubaisinde gönül kişileştirilirken, onun söylediklerinin sevgiliye ait olduğu ifade edilir. Bu hoştur, insanı kendinden geçirir. Dağınık söz, kendinde olmama anında, ruh hâlindeki bozulmalarda tezahür eder. Düzensizlik coşkunluktandır. Bu hâl âşığı en iyi ifade eden sözlere vesiledir: “Gönül, açık, gizli, ne söylerse hep, o amberler saçan misk gibi kara saçlarla ilgili olanı söyler. Bu, coşkundur öbürü perişandır, dağınıktır. Biliyorum ki bu yüzden coşkun ve dağınık sözler söyler.” (921) 9. Az söz-yeni söz
Mevlana bir rubaisinde de ağza her gelen sözün söylenmemesi gerektiğini belirtir. Bu durumda dil, insanın başını (canını) sıkıntıya sokar. Mevlana burada balık örneğiyle, az konuşmanın kişiyi sıkıntıdan kurtaracağını söyler: “Eğer başında akıl, gözünde görüş varsa, o her ağzına gelen sözü söyleyen bu dili, sat da başını kılıçtan kurtar. Görmüyor musun? Balık, söyleyen dilden tamâını kesti. Bu yüzden balığın gövdesinden başını kesmezler.” (1020) Mevlana, uzun konuşmanın insana hiçbir şey kazandırmayacağını belirtir. Çok konuşan, hep bilinenleri söyleyenlerin bundan vazgeçip, meydanı terk etmesi gerekir. Burada ilim, üretme ve yenilenme mevzuundan bahsedilir. Söz bu yenilenme sürecinde aracı konumundadır: “Ey sözün ve ey uzun uzadıya konuşmanın âşıkı! Ey şairlerin kahreden gürzü! Ey eski sözlerle, eskiler satan, yeni yeni bilgiden mademki nasibin yok, haydi, yürü git.” (1599) Yunus Emre, sözünü bilerek az ve öz kullanmanın önemini vurgular. Ağzından çıkacakları düşünüp taşınarak söyleyen kişinin işlerinin rast gideceğine ve sözlerinin kendisini mahcup etmeyeceğine inanır:
lığına dair izahların yetersizliği şüphe götürmez gerçektir. Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam (269/7) 10. Aşk, âşıklık ve söz
Ruh, söz vasıtasıyla aşkı ifade etmenin en güzel yollarını, fırsat ve imkânlarını değerlendirir. Mevlana örnek verilen rubaisinde aşk, âşıklık ve söz kavramına değinir. Olgunluğunu bulan aşk, güzel sevgilinin ilhamıyla insana güzel sözler söyletir. Bazen bu durumun tam tersi olur. Aşk gönülde olgunlaştığı zaman, dil söylemez olur. Aşk, âşığı bitirse güzellikler önünde olsa da dil susar, hâl dili konuşur: “Olgun bir aşk, çok güzel bir sevgili, gönül sözlerle dolu, fakat dil, söyleyemiyor, dilsiz bir hâle gelmiş. Bundan daha şaşılacak ne olabilir ki, ben susamışım, yanıyorum. Hâlbuki önümden tatlı, berrak bir su şarıl şarıl akıyor.”(1216) Âşığın hâl ve tavırları herkesten farklıdır. Onu anlamak, sözlerini yorumlamak, aynı yolda ilerleyenler için mümkündür. Yunus Emre sözlerini kimsenin anlamadığından şikâyet eder: Ben bir ‘aceb ile geldüm kimse hâlüm bilmez benüm Ben söylerem ben dinlerem kimse dilüm bilmez benüm Benüm dilüm kuş dilidür benüm ilüm dost ilidür Ben bülbülem dost gülümdür bilün gülüm solmaz benüm (175/1-2) Söz, aşkın bir arada yüceliğini ifade etmek için de kullanılır. Söz ve aşk kavramının yan yana kullanıldığı da görülür. Yunus Emre için aşksız söz, kayadan gelen sese özdeştir. Ruhu olmayan sözün etkisi olamaz. Aşkta yalan söyleyen insanın sonu ahirette cehennemdir, zindandır:
Keleci bilen kişinün yüzünü ag ide bir söz Sözü bişürüp diyenün işini sag ide bir söz(102/1)
Işksuzlara benüm sözüm benzer kaya yankusına Bir zerre ‘ışkı olmayan bellü bilün yabandadur
Nesimi, insan ve varlık üzerinden söz söyler. Yeryüzünde yaratanın halifesi olan insanın var-
Yalancılık eylemegil ışka yalandur dimegil Bunda yalan söyleyenün anda yiri zindândadur
57
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
(65/3-4) Mevlana’da söz kötü olsa da, sevgiliden geliyorsa âşığın sarhoş olmasına, kendinden geçmesine vesile olur. Âşık, sevgiliden gelecek bütün sıkıntılara dayanır, onun hiddeti hoş gelir: “Bana söv, senin sövmenden sarhoş olmadayım. Ben senin, tadı güzel, kötü sözlerinin, sövüşlerinin, hiddetinin, hakaretinin sarhoşuyum. Zehirli su getir, ben onu senin elinden şerbet gibi içerim. Ben seninim sana ram olmuşum.” (1406) Sevgilinin güzelliği karşısında söylenecekler kifayetsiz kalır. Sözcükler, onun büyüleyici güzelliği karşısında çaresizdir. O yapıp etmeleriyle, var ettikleriyle âşığı zaten kendine hayran bırakmıştır: “Gönlüm geldi, bana ondan söz etmek istedi dedi ki: “Onun için ne söyleyeyim, ne biliyorsun ki söyleyeyim” gönle dedim ki: “Sevgilinin, iki gözünden çok az bir söz, bir sözcük söyle. Onun iki gözünün büyüleyici güzelliğinden ne biliyorum ki, söyleyeyim dedim.” (1597) Aşkın dile gelmesinde sözün varlığı önemlidir. Söz, aşkın meyvesidir. Sevgililer arasında bağın kuvvetlenmesine vesile olur. Söz, aşkla var olduğu zaman, anlam kazanır: “Söz söylerken yüzü, yanakları ateş gibi oluyor. O baygın gözleri kızarıyor, beyaz teninde beliren pembelik, gönülde ne sabır bırakıyor, ne karar… Ey söz bağışlayan, âşıkı çok konuşturan aşk, o güzeli hemen söze getir, konuştur, söylet.” (1598) Yunus Emre için makamın yüceliği göz önünde tutularak aşk ve aşka ait ifadeler, ilahî sözleri ihtiva eden üslupla anlatılmalıdır. Âşığa eskiden beri her sözü söyleten, ilham veren O’nun sonsuz, güçlü sözleridir: Işk makâmı âlîdür ışk kadîm ezelidür Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür (25/1) 11. Hikmetli ve nükteli söz
Hikmetli ve nükteli söz, ehemmiyetlidir. Güzel söz, Kur’an-ı Kerim’de de tavsiye edilir ve güzel sözün nitelikleri sayılır. Dayanağı kuvvetli olan söz, kıymetli ve güzeldir. Nükteli söz güçlüdür, dilin güzelliği insanları etkiler. Gerçek mümin “Onlar ki, boş ve yararsız sözlerden yüz çevirirler.” (23/3) ayetiyle karşılığını bulur. “İki dünyada da, o dünyanın padişahı gibi hiç-
bir kimse yoktur. Ne aşağıda ne yukarıda, ne açık ne gizli, ona benzer birisi vardır. Hangi ok atılırsa, onun çok güçlü olan yayından atılmıştır. Hangi güzel bir nükteli söz söylenmişse, o dilinin güzelliğiyle tanınmış, güzel söylenmiştir.” (1586) “Ağızdan çıkan söz, boş ve beyhudeyse sadece bir lafızdır. Henüz kavle, kelimeye, kelama dönüşmemiştir. Henüz beyana ve hitaba layık değildir. Bunun yanında sağlam söz ‘doğru söz’ demektir. (…) Söz ameldir. Bu sebeple “Sağlam konuşursanız Allah amellerinizi de güzelleştirir.” (33/7071), (Görmez 2014: 133-137) Sözün kıymeti, doğruluk ve samimiyetle artar. İnsanın konuşma şekli, konuşmalarının muhtevası onun kimliği hakkında ipuçları verir. Fuzuli için, sözün aslı onun doğruluk ve değeriyle eş değerdir. Kim ki, doğru söyler sözün değeri o oranda artar: Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz(119/2) İnsan sözleriyle toplum içinde ya itibar kazanır, ikram görür veya gözden düşer. Yunus’a göre bazı kişiler sözleriyle iyi hatırlanır: Söz var kılur gönüli şâd söz var kılur bilişi yad Eger horluk eger ‘izzet her kişiye sözden gelür (42/2) İnsanın sözünün ölçüsünü bilerek konuşması önemlidir. İnsan acı sözlerle muhataplarına muamele etmemelidir. Yunus Emre’ye göre dünya bir cehennemdir. İnsanın ağzından çıkacak olan söz, onu cennetin sekiz katına çıkarabilir. ‘Güzel söz sadakadır.’ Gönül alan insan, Allah’ın takdiriyle ödüllendirilecektir: Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini Bu cihân Cehennem›ini sekiz uçmag ide bir söz (102/5) 12. Ebedî, kadim söz
Söz, tebliğ için en önemli araçtır. Dolayısıyla söz, bütün peygamberlerin peygamberliklerinin ilanına, yayılmasına, vahyin anlatılmasına, anlaşılmasına, insanların irşadına vesile olması bakı-
58
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
mından önem taşır. Söz, ayrıca zamanın sahibi mehdidir. Hazreti İsa’ya birçok mucize gösterebilecekken, beşikteyken konuşma mucizesi verilir. “O, sâlihlerden olarak beşikteyken ve yetişkinlik hâlinde insanlara (peygamber sözleriyle) konuşacak.” (3/46) Îsî-i pâk ü Ahmed ü Âdem Mehdî-i sâhib-i zamândur söz (119/12) Yunus Emre, Allah’ın varlığına deliller getirir. O’nun kışın ardından, tabiatı tekrar diriltmek gücüne sahip olduğunu belirtir. Allah’ın varlığını, büyüklüğünü sözleriyle vurguladığını, sözlerinin bu gerçeklik için aracı olduğunu, hakkı anlattığını belirtir. Yunus, sözlerini yalandan uzak olduğunu, gerçeklerin düş olmadığını ifade eder. Kadimden gelen, ebediyete uzanan bir değerden bahseder. Yine Yûnus başdan çıkıp âr u nâmûsı yıkup ‘Âşıklarun cur‘asından ulu kadeh içdi yine (312/8) Fuzuli’de sözün anlamı, ecel vakti geldiğinde ‘son söz’ olarak kıymetlidir. Gaflet uykusundan insanı son nefeste uyandıracak, Allah’ın varlığına, birliğine şehadet edecek sözlerdir. Söz kıymetli, ebedîdir. İnsan, hayattayken söyledikleriyle öldükten sonra yaşamaya devam eder. Bu sözler, sadaka-i cariye niteliğindedir. Ver söze ihya ki tuttukça seni hâb-ı ecel İde her sâ›at seni ol yuhudan bîdâr söz (119/3) Sonuç
Tekrar, akılda kalmaya vesiledir. Kültür, yüzyıllardır tekrar edilen değerlerden meydana gelir. İnanca ve geleneğe ait kültür malzemeleri tekrar sayesinde ebedîleşir. Söz dil sayesinde bir şekle ve anlama bürünür, değerleri yüzyılların ötesine taşır. Mevcut anlam zenginliğine paralel olarak söz, zaman içinde farklı ve zengin anlam birlikleri içinde kullanılır. Anlamı ve anlatımı kendi içinde çeşitlilik gösteren sözü, klasik şiir, inanç temelli beslendiği zengin kaynaklarla, Türkçenin imkânlarıyla harmanlayarak edebî olduğu kadar didaktik, felsefi yoruma imkân tanıyacak şekilde kullanmıştır. Söz, üzerinden yeniyi inşa etme sanatı olan şiir,
sözün gerçek varlığı ve kullanımındaki anlam zenginliği sayesinde kadim kültürden gelen görevini yüzyıllardır devam ettirmiş, ele aldığı mevzularla kutsal sayılan değerler manzumesinde varlık göstermiştir. Kutsaldan (vahiy) edebî, dinî, felsefî anlayışı ve kavrayışı yansıtma sürecinden geçen söz, kullanım zenginliğiyle yücelir. Yunus Emre, Mevlana, Seyyid Nesimi, Fuzuli sözü anlamsal olarak basit bir anlatı malzemesi olmaktan öte, içine inanç ve kültürün kıymetlerini katarak kullanmışlardır. Bu kullanımlar vesilesiyle kadim söz; ilahî kelamın, hikmetin, ilmin, inancın, aşkın, coşkunluğun, yeniliğin, sükûtun, hâl dilinin, duanın, sırrın vd. taşınmasına ve aktarılmasına vesile olmuştur.■
Kaynaklar Akalın, Nazir (2003).Şairin Eldivenleri, Ankara: Meneviş Kitapları. Akyüz, Kenan, Beken Süheyl (2000).Fuzuli Divanı, Ankara: Akçağ. Atay, Hüseyin (1997).“Semantik”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 7. Barthes, Roland (1964).Essais Critiques, Paris: Editions du Seuil. Clauson, Sir Gerard (1972).An Etymological Dictionary of Pre- Thirteenth Centruy Turkısh, Oxfort At the Clarendon Press. Emiroğlu, İbrahim (2005).Sûfi ve Dil, İstanbul: İnsan Yayınları. Görmez, Mehmet Kalbin Erbaini,(2014).Ankara: Otto. Izutsu Toshihiko (1975).Kur’an’da Allah ve İnsan, (çev. Süleyman Ateş) Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. Mevlânâ, Rubâiler, (2008).(çev. Şefik Can), İstanbul: Kurtuba Kitap. Nesimi, Seyyid (1985).Seyyid Nesimi Divanı’ndan Seçmeler (hzl. Kemal Edip Kürkçüoğlu), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Tatcı, Mustafa (2008).Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, İstanbul: H Yayınları.
59
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Tanzimat devri şiir poetikası VEYSEL DOĞANER
P
oetika kavramı, Aristo’nun Poetika adlı eseri ile birlikte ortaya çıkar. Aristo, eserinde sadece şiirden değil sanatın diğer türlerinden bahsetmiş olsa da poetika, genellikle şiir türü için kullanılmıştır. Bu kullanım özellikle 20. yüzyılda genişletilmiş ve poetika kavramı diğer edebî türler için de bir araştırma yöntemi olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Poetika genel anlamı ile ‘şiir üzerine yazılan yazılar’ olarak tarif edilebilir. Şiire ve sanata dair belli teorileri ihtiva eden Aristo’nun Poetika’sı ile birlikte ortaya çıkan poetikanın bir araştırma yöntemi olarak amacı, metnin edebî olmasının sebeplerini araştırmaktır. Aristo, poetikanın hedefini, sanat yapıtının amacını anlatmak olarak belirlemiştir. Orhan Okay ise şiir üzerine yazı yazmanın ve bir teori ortaya koymanın zorluklarından bahseder ve ardından poetikanın bu zor olan alandan farklı olarak “şiirin gerçeğini, güzelini, hasını ve ona bu özelliklerini veren inceliklerini aramak (bulmak değil) daha sağlıklı bir yol gibi görünüyor.”[1] sözleriyle poetika için izlenmesi gereken metodun çerçevesini çizer. Todorov, “Poetika gerçek edebiyatla değil, mümkün olan edebiyatla uğraşır; başka bir deyişle, edebiyat olgusunun tekilliğini oluşturan soyut bir özellikle,
edebîlik ile ilgilenir.”[2] der. Todorov, Okay’ın poetika için kullandığı ‘şiiri şiir yapan unsurlar’ tabirini kavramsallaştırır. Edebîlik, şiiri şiir yapan unsurları bulmanın adıdır. Poetika, edebî eserin yapısına dair bir teori sunmayı amaçlar. Poetikanın teorisini kurarken yapılması gereken öncelikle edebiyat söylemini kavramsallaştırmaktır. Bu kavramsallaştırma ise poetika metinlerinin incelenerek tasnif edilmesi ile meydana gelir. Poetika, şiir üzerine yazılan yazı ya da şiirlerden hareketle eserin yazılmadan önce çerçevesini belirlemeyi amaçlar. Poetika metinleri ile şairler, hem kendi şiirlerini açıklarlar hem de nasıl bir şiir anlayışı benimsediklerini ortaya koyarlar. Tanzimat devrinde poetika metni açısından önemli kaynaklar yer almaktadır. Poetikanın malzemesini şairlerin şiir üzerine yazdıkları yazılar olarak belirlediğimizde özellikle bu dönem edebî anlayışını teorik yazıları ile besleyen Namık Kemal’in makaleleri poetika nitelikli metin olarak zengin bir malzeme sunar. Bunun yanında Recaizâde Mahmut Ekrem’in Takdir-i Elhân adlı eseri de şiir üzerine şairin görüşlerini dile getiren önemli bir eserdir. Muallim Naci’nin Beşir Fuad ile mektuplaşmaları2. Todorov, Tzvetan, Poetikaya Giriş, Metis Yay.,
İstanbul 2008, s. 37.
1. Okay, Orhan, Poetika Dersleri, Dergah Yay.,
İstanbul 2011, s. 14.
60
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
nı içeren İntikad adlı eser, şiir poetikasının önemli kaynaklarındandır. Devrin şairlerinden Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Makber mukaddimesi ve Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşa makalesi, Harâbât mukaddimesi devrin öne çıkan poetika nitelikli metinleridir. Tanzimat devri poetikasının en önemli meselesi hakikat ve hayaldir. Hakikatin hâkim olduğu bir şiir anlayışı kurmaya çalışan Tanzimat şairleri şiirlerinde yine edebîliğin en önemli unsurunu da hakikat olarak belirlemişlerdir. Tanzimat şairleri hakikat meselesini ele alırken öncelikle Divan şiirindeki anlayışı eleştirirler. Şiirde hakikatin ölçüleri Divan şiiri karşıtlığı üzerine kurulmuştur. Namık Kemal, Tahrîb-i Harâbât’ın manzum önsözünde ”En parlağı en büyük yalandır/Doğrusunu bul beni inandır”[3] anlayışının Divan şiirindeki hâkimiyetinden yola çıkar ve Divan şiirinin akıldan yoksun olduğunu dile getirir. Ziya Paşa’nın Harâbât adlı eserine aldığı Divan şiir örneklerinin de hakikatten uzak anlayışın en açık örnekleri olduğunu belirtir. Namık Kemal, Kâni Paşazâde Rıfat’a yazdığı bir mektubunda ise Divan şiirinde yapılan tasvirlerin dünyadakiherhangibirvarlıklailişkilendirilemeyecek kadar değiştirildiğini ve hakikatten uzaklaştırıldığını dile getirir[4]. Mukaddime-i Celâl’de ise Namık Kemal, Divan şairlerinin insan tasvirlerini eleştirir: “Dîvânlarımızdan biri mütâlaâ olunurken insan; muhtevi olduğu hayâlâtı zihninde tecessüm ettirse etrafını maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zuhâl’in tepesine basmış, hançerini Mirrih’in göğsüne saplamış memduhlar, feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş; cehennemi alevlendirmiş de dağ diye göğsüne yapıştırmış; bağırdıkça arş-ı âlâ sarsılır; ağladıkça dünya kan tufanlarına gark olur âşıklar, boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı maşûkalarla mâl-â-mâl göreceğinden kendini devler, gulyabanîler âleminde zanneder.”[5] sözleriyle yapılan tasvirlerin gerçek dünyada karşılığı olmadığını ifade eder. Bütün bu Divan şiir eleştirisine karşın Namık Kemal, hakikate ait ölçüleri bütün yönleri ile açıkla3. Tansel, Fevziye Abdullah, Namık Kemal’in Husûsî Mektupları I, TTK Yay., Ankara 2013, s. 5. 4. Age., s. 59. 5. Namık Kemal, Mukaddime-i Celâl, Matbaâ-i Ebuzziya, Konstantiniye 1305, s. 7.
mamıştır. Bundan dolayı şairin hakikat anlayışı bazen ileri derecelere ulaşır. Örneğin, Menemenlizâde Tahir Efendi’ye yazdığı bir mektubunda, Tahir Efendi’nin şarap içmediği hâlde şiirinde şaraptan bahsetmesini eleştirir.[6] Böylece Namık Kemal şiirde hayal gücünün de önüne bir set çeker. Ona göre şair, hayatta tecrübe etmediği hiçbir meseleyi şiire almamalıdır. Namık Kemal’in bu tutumu deneyimsel gerçeklik olarak da görülebilir. Divan şiirini eleştirerek hakikatin ölçülerini belirlemeye çalışan Namık Kemal, hayal konusunda ise İntibah mukaddimesinde, hayal kavramının Doğu’da her zaman var olduğunu ve Batı’nın bu noktada Doğu’dan etkilendiğini belirtir.[7] Batı’nın etkilenmesi Namık Kemal’e göre hayalin hakikate uyan yönlerini alma şeklinde kendini göstermiştir. Bu anlamda hayal, hakikate uygunluğu ölçüsünde şiirde yer alabilir. Şiiri hakikatten uzaklaştıracak her unsur, şiiri güzelleştirse bile Namık Kemal’in poetikasında kendisine yer bulamaz. Muallim Naci ve Beşir Fuad’ın mektuplaşmalarında da hakikat konusu önemli bir yer teşkil eder. Beşir Fuad, Namık Kemal gibi hakikatin şiir için önemli bir edebîlik ölçütü olduğunu düşünmektedir. Muallim Naci, Beşir Fuad ile aynı fikirde olmasına rağmen hakikatin ölçüsü konusunda anlaşmazlığa düşerler. Beşir Fuad, hakikat konusunda Namık Kemal’den de ileri giderek bilimsel kriterlere dayalı bir hakikat anlayışını savunur.[8] Muallim Naci ise şiir için gerçeklik ölçüsünü ‘hakikate müşabehet’ yani gerçeğe yakınlık olarak belirler. Muallim Naci ve Beşir Fuad hayal konusunda da aynı görüşü benimsemezler. Beşir Fuad, hayali hakikati gölgeleyen bir unsur olarak değerlendirirken Muallim Naci, hayalin hakikati güzelleştirdiğini ifade eder. Ona göre, hayalden yoksun olan şiir, giydiği güzel elbisesi çıkarılmış, üryan bırakılmış kuru bir metinden ibarettir.[9] Naci, hayalin sınırlarını be6. Tansel, Fevziye Abdullah, Namık Kemal’in
Husûsî Mektupları I, TTK Yay., Ankara 2013, s. 360. 7. Yetiş, Kazım, Nâmık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve Yazıları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1989. s. 64. 8. Ağır, Ahmet, İntikad, Grafiker Yay., Ankara 2012, s. 60. 9. Age., s. 72.
61
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
lirlerken “Daire-i tabiat ve imkân dâhilinde olmalı. Haricinde bulunacak olursa latif olmaktan başka cinnet kadar gülünç olur.”[10] der. Bu devir poetikasında, hakikat konusunda en çok fikir beyan eden şairlerden biri de Recaizâde Mahmut Ekrem’dir. Ekrem, hakikat konusunda Takdir-i Elhân’da şiirin kendisine has bir mantığı olduğunu anlatmaya çalışır. Şiir için hakikat meselesini bir ölçü olarak belirlerken bu durumun göz ardı edilmemesini ister. Ona göre, şiir için uyulması gereken bu gizli mantık ilkesi, şiire hakikat noktasında bir düzen de getirecektir. Bu mantık “Eserin mevzuu olan fikr-i esâsîye iltihak edecek bir hayli teferru’ât-ı efkâr içinde ne çok fâ’ide bahş olanlar hangileri ise onları intihab ile fazlasına iltifat etmemek ve bunları da mültezim olan fayda ve tesiri tamamıyla hâsıl edecek bir tertipte sırasıyla irad eylemekten ibarettir.”[11] Ekrem’e göre, bu çerçeveyi düstur edinen şiir, hakikat açısından da yeni anlayışın ilkelerine uygun olacaktır. Recaizâde Mahmut Ekrem’e göre edebiyatın amacı fikir, his ve hayal ekseninde iyilikleri ve güzellikleri ortaya çıkarmaktır.[12] Bu işlevi yerine getiren eser edebî açıdan makbul olarak kabul edilir. Bu amaç ekseninde yazılan bir şiirin içerisinde yer alan bilgilerin hakikat ile uyuşmaması bir sorun olarak görülmemeli görüşünü benimseyen Ekrem’e göre, “Mesela bir şair (iki ile iki yine iki eder) diyebilir. Fakat öyle bir mevkide, öyle bir güzel surette söyler ki siz bu kaziyenin (iki kere iki dört eder) bedahatiyle tearuzunu zihninizde hissedemezsiniz. İşte bir hakikat-ı edebiyye de budur demek olur ki sanâyi-i tahyiliyye yerinde olmak şartıyla yine tabiat ve hakikat dairesinde bulunur.”[13] Ekrem için önemli olan şiirde aktarılan bilginin sunuluş şeklidir. Ekrem, Namık Kemal gibi hakikatin şiirde en saf hâli ile sunulmasını bir gereklilik olarak görmez. Şairin, yalan bile olsa bilgiyi sunuş şeklindeki letafet, Ekrem’in anlayışına göre onu hakikat dairesine dâhil eder. Ekrem, Takrizât adlı eserinde, hakikate uygunluk prensibine uyan eserlerin düşünce açısından
zengin olmasına rağmen edebî zevkten yoksundur görüşünü ifade eder.[14] Ekrem, bu türlü eserlerin manzum olsalar bile şiirden kabul edilemeyeceği görüşündedir. Recaizâde, bu düşüncelerine örnek olarak da Kanunî’nin ‘Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi’ beytini verir ve bu beytin hakikate uygun olduğunu fakat şiir olarak kabul edilebilecek bir meziyete sahip olmadığını belirtir. Bu beytin şiir hâline getirilebilmesi için söyleyişin süslenerek, hakikatin şiirin içerisinde latif bir hâle bürünmesi gerekmektedir. Ekrem, şiirdeki salt ya da kuru gerçekliğe karşıdır. Şaire göre şiir, hakikat mertebesine hiçbir zaman erişemez. Şiirin gerçekliği hayatın gerçekliğinden farklı olmalıdır. Şiir salt gerçeğin günlük hayatta dile getirildiği gibi sıradan bir söyleyişin ürünü değildir. Gerçek, sanatlı söyleyiş ile şiirde kendine yeni ve parlak bir elbise giymelidir. Ekrem, Zemzeme ön sözünde ise şiirde hakikati yok saymadığını, hakikate uygun şiirlerin kalıcı olduğunu ifade eder.[15] Ona göre, şiirde önemli olan sözün yüceliği değil hakikatin yüceliğidir. Şiirde sözün yüceliğine sahip olan eserlerin beğenilse bile bir müddet sonra unutulacağını düşünen şairin bu görüşü, hakikatin bu devir poetikasında önemli bir yer teşkil ettiğini de göstermektedir. Recaizâde, Ta’lîm-i Edebiyat’ta hakikate karşılık hayali resimdeki renk ile bir tutar. Hayal, edebiyat için çok önemli bir kuvvettir. Ve Ekrem’e göre şairlerin hayalleri mutlaka bu dünyadan izler taşımaktadır. Eşyaya asalet ve ulviyet veren, onu şekil ve surete benzeten hayaldir.[16] Edebiyat gerçek bir eşya bulamadığında da kendi âleminde bir eşya icat eder. Ortaya koyduğu bu eşya da hakiki âlemdeki eşya gibi canlıdır. Hayalin sınırlarını da yine hakikate uygunluk olarak çizen Tanzimat şairlerinin aksine Ekrem, hayalin şiirde aşırıya kaçmadığı sürece kullanılmasında bir beis olmadığını savunur. Şairin hayal için koyduğu şart edebî zevke uygun olmasıdır. Ekrem için makbul şiir, hakikat ile hayalin birlikte olduğu şiirdir. 14. Age., s. 207. 15. Recâîzâde Mahmut Ekrem, Zemzeme(Üçüncü
10. Age., s. 100. 11. Kacıroğlu, Murat, Ta’lîm-i Edebiyat, Asitan
Kısım), Matbaâ-i A. K. Tuzluyan, İstanbul 1301, s. 9.
Yay., Sivas 2011, s. 212. 12. Sazyek, Hakan v.d., Takdîr-i Elhân-Recâîzâde Mahmut Ekrem’in Bütün Eserleri-2, Umuttepe Yay., Kocaeli 2014, s. 18. 13. Age., s. 18.
16. Kacıroğlu, Murat, Ta’lîm-i Edebiyat, Asitan Yay., Sivas 2011, s. 57.
62
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Bu devrin etkili şairlerinden Hâmid’e göre, “En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememek(tir).”[17] Makber ise bu baskıya rağmen gerçeği söyleyen şiirdir. Şiir ve hakikat meselesinde Hâmid’in düşüncesi hayalden hakikate giden bir çizgi değil hakikatten romantik tasavvura giden bir çizgi izler.[18] Hâmid, görünenin değil ardındakinin peşindedir. Bu açıdan bakıldığında şairin hakikat anlayışı, Divan şiirinin anlayışı ile benzerlik göstermektedir. Sonuç
Tanzimat poetikasının ana eksenini oluşturan hakikat ve hayal konusu, yeni şiirin en önemli edebîlik ölçütü olarak bu devir şairlerin poetika metinlerinin temel konularındandır. Divan edebiyatının, mutlak hakikati anlatma amacı güden şiir anlayışının yerine şairler, Batı edebiyatının etkisinin de bir sonucu olarak bazı felsefi konulara yönelmişlerdir. Mutlak hakikati arama düşüncesinden uzaklaşan şairler, poetika metinlerinde de nasıl bir hakikat anlayışını benimsediklerini açıklamaya çalışmışlardır. Poetika niteliği taşıyan metinlerinde hakikatten uzaklaştığını düşündükleri ve hayalî olduğunu iddia ettikleri Divan şiirini eleştirirken bilimsel gerçeklik ya da deneyimsel gerçeklik gibi uç noktalara varan anlayışlara da yönelen Tanzimat şairleri, yeni şiir anlayışı konusundaki düşüncelerinde hayal konusuna başka bir açıdan bakmışlardır. Şiirsel hakikatin hayalden arındırılmadan, hakikat ile yoğrularak var olması gerektiğini savunan Tanzimat şairi, hayali, şiiri süsleyen ve güzelleştiren bir unsur olarak görür. Hayal konusunda eleştirdikleri ve örnek alınmaması gerektiğini belirttikleri dönem Divan şiiridir. Tanzimat şairi poetikasında aklın sınırlarını zorlamayan hayalin şiirde yer almasında bir mahsur görmez. Fakat burada da ölçü en azından hakikate benzer olmasıdır. Burada hakikate benzerlik unsurunu bir ön koşul olarak koymalarının sebebi ise Divan şiir anlayışı ile yeni şiir arasına şiirin her unsuru
17. Abdülhak Hâmid, Makber, Matbaâ-i A. K. Tuzluyan, İstanbul 1303, s. 8. 18. Öztürk, Veysel, Türk Şiirinin Romantik Kökleri: Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Şiirinde Romantik Öznellik, (doktora tezi), Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul 2010, s. 18.
konusunda bir set çekme isteğidir. Tanzimat şairi poetikasında, eski edebiyatta bir ‘hakikat krizi’[19] olduğu üzerinde durarak yeni anlayışın bu krizi aşabileceği fikri ile kendisine bir misyon yüklemiştir. Bu noktadan hareket eden Tanzimat şairi poetikasında hakikat konusuna sıkı sıkıya sarılır. Yeni şiir anlayışını hakikat üzerine bina etmek ister. O, Batı edebiyatının da etkisi ile hayatı akıl ile açıklayabileceğini düşünür. Görünmeyeni değil görüneni anlatmayı ister. İnsanı merkeze alarak dünya eksenli bir şiir yazmanın peşindedir. Bu şiirin ana kollarından biri olan hakikat meselesi poetikanın diğer başlıkları için de öncelikle aranması gereken bir ön koşul olarak kendisini gösterir. Yani Tanzimat poetikasının şiiri şiir yapan en önemli husus olarak gördüğü kavram hakikattir. ■
Kaynakça:
Abdülhak Hâmid (1303), Makber, Matbaâ-i A. K. Tuzluyan, İstanbul. Ağır, Ahmet (2012), İntikad, Grafiker Yay., Ankara. Kacıroğlu, Murat (2011), Ta’lîm-i Edebiyat, Asitan Yay., Sivas. Namık Kemal (1305), Mukaddime-i Celâl, Matbaâ-i Ebuzziya, Konstantiniye. Okay, Orhan (2011), Poetika Dersleri, Dergâh Yay., İstanbul. Öztürk, Veysel (2010), Türk Şiirinin Romantik Kökleri: Abdülhak Hâmid Tarhan’ınŞiirinde Romantik Öznellik, (doktora tezi), Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul. Recaizâde Mahmut Ekrem (1301), Zemzeme(Üçüncü Kısım), Matbaâ-i A. K. Tuzluyan, İstanbul. Sazyek, Hakan vd. (2014), Recâîzâde Mahmut Ekrem’in Bütün Eserleri-2, Umuttepe Ya y. , Kocaeli. Tansel, Fevziye Abdullah (2013), Namık Kemal’in Husûsî Mektupları I, TTK Yay., Ankara. Todorov, Tzvetan (2008), Poetikaya Giriş, Metis Yay., İstanbul. Yetiş, Kâzım (1989), Nâmık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri veYazıları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul. 19. A. g. e., s. 12.
63
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Türk şiirinin kırılma noktalarından: İkinci Yeni şiiri A. FARUK GÜLER
M
Edebiyatta “tip” ve “karakter” ile ifade edilen şahıs kadrosu, aslında, his ve hasletlere bindirilmiş yapay insanlardan başka bir şey değildir. O insanların hepsi yapaydır ama o insanların her his ve hasleti, gerçektir.
odern Türk şiirinin önemli kırılma noktalarından biri de 1950’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni Hareketi’dir. Kendisinden önceki edebî hareketlerden farklı olarak herhangi bir beyannameye sahip olmayışı, bir dergi etrafında toplanan sanatkâr topluluğu olmayışı gibi pek çok faktörden ötürü farklı bir edebî hareket konumundadır. İkinci Yeni şairleri gerek dönemi içinde gerekse 50’li yıllardan bugüne uzanan çizgide Türk edebiyatında derin izler bırakmış bir edebî harekettir. Ancak oluşumu itibariyle ortak bir bildirisi olmayan bu hareket, şairlerinin bireysel olarak incelenmesiyle daha net anlaşılabilir. Bu noktada araştırmacıların sıkıntı yaşamaları muhakkaktır. Her şair kendi dünya görüşü, şiir iklimi, yetişme şartları sebebiyle bir diğerinden ayrılırken İkinci Yeni Hareketi’ni yorumlayışı ile de farklılaşır. O sebeple, her şaire göre bir İkinci Yeni Hareketi ve İkinci Yeni şiiri söz konusudur. Gerek İkinci Yeni şiir anlayışını gerekse günümüz Türk şiirini yorumlayabilmek için bu döneme ait şairlerle ilgili yapılacak çalışmalarda oldukça titiz davranılması gerekmektedir. Bu dönemin özelliklerinin doğru tespit edilebilmesi için araştırmacılar, yapacakları çalışmalar esnasında dilsel sapmalar, yeni imaj dünyası; Dada, Gerçeküstücülük gibi Fransa’da doğup gelişen edebî akımların etkileri; resim, heykel gibi görsel sanatların şairler üzerindeki etkisi, anlamsızlığa kaçan sözcük oyunlarına yer veriş; Rimbaud, Apollinaire, Eluard, Tristan Tzara, Réne Char gibi Batılı şairlerin etkisi, 1950-60’lı yıllarda 64
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Türkiye’de görülen baskı rejimi vb unsurlar üzerinde oldukça ciddi bir çalışma içerisinde olması gerekmektedir. Genel olarak İkinci Yeni Hareketi ve şairlerinin poetik anlayışlarındaki farklılıklara rağmen ortak unsurlardan hareket edersek mevcut sanat ortamı içerisindeki Garip şiirinin artık tıkanmış yapısı karşısında yeni bir hamle yapma arzusu içindeki şairlerin aynı dönem içerisindeki ortaya koydukları eserlerin toplamı olarak değerlendirmek mümkündür. Nitekim “İkinci Yeni” ifadesi bile 1956 yılında Muzaffer Erdost’un Pazar Postası dergisindeki yazısıyla kabullenilmiş bir ifadedir. Özellikle 1953-54 yıllarında çeşitli şairlerin farklı sanat anlayışları içerisinde yeni bir söylem içerisine girmeleri dikkat çekmiş ve Muzaffer Erdost tarafından da “İkinci Yeni” olarak isimlendirilmişlerdir. Şiirde anlama ve konuşma diline karşı olan ve salt şiirden yana olan bu şairler geleneği bu noktada dışlayan ve anlamsızlığa kadar uzanabilecek bir özgürlükten yana yapılarıyla yepyeni, canlı bir şiir yaratma yoluna giderler. Bu şairler; Cemal Süreya, İlhan Berk, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Ece Ayhan, Turgut Uyar ve Oktay Rifat’tır. Anlatım tekniği bakımından ortak fakat kullandıkları imge ve izlekler noktasında ayrışan bu isimler Türk şiirinde önemli bir kavşak noktasında yer alırken aynı zamanda günümüz Türk şiirinin de temellerini atan isimler olmuşlardır. İkinci Yeni’nin poetikası ancak saydığımız şairlerin şiirlerindeki ortaklıklardan hareketle ortaya konulabilmektedir. Bu noktada İkinci Yeni şiiriyle ilgili şu özellikleri saymak mümkündür. Şiir dili
Dil, İkinci Yeni’nin merkez noktasını teşkil etmektedir. Çünkü alışılagelen bir şiir dili değildir ve varolanın yıkımı üzerinden kendi dilini kuran bir şiirdir. Dilde görülen bu deformasyon beraberinde anlamsızlığı getirse de Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi şairler anlamsızlıktan ziyade anlamı örten bir dil yapısı içerisinde eserlerini vermeyi tercih ederler.
İmge dünyası
İkinci Yeni şairleri, yeni hayaller ve bu hayalleri yansıtacak alışılmamış bağdaştırmalarla ken-
dine özgü bir imaj dünyası yaratır. Dil ile eş değer konumda görülen bu farklılaşma ilk okunduğunda okuyucuda anlam problemi ortaya çıkarsa da şiir, aynı zamanda okuyucunun da belli bir hazırlık geçirmesini beklemektedir. Mitoloji
Şiirlerde Yunan mitolojisi, Batı mitosları üzerinden efsanevi karakterlerin kullanımı söz konusudur.
Gelenekten kopma
Garip şiirinin halk şiirine yaslanan yapısına karşı çıkarak folklorik malzemenin şairi sınırlandıracağı düşüncesiyle gelenekten kopma esas kabul edilmiştir.
İnsan
Şehirli küçük insan profiline yaslanan Garip şiirinin dışına çıkarak bu yapıdan uzaklaşmayı hedeflemişlerdir.
Şiir ve güzel sanatlar
Şiir ile müzik, resim, heykel gibi güzel sanatlar arasında yoğun bir bağ kurmuşlardır. Bu noktada Batı’yı takip etmişler ve güzel sanatların hemen hemen bütün alanları ile şiir arasında ilgi oluşturmuşlardır.
Bilinçaltı
Şiirin dünyasından akıl ve ahlaki unsurları ötelemişler, böylelikle her tür baskı unsurunda uzak, özgür bir yaratım alanı oluşturmuşlardır.
Biçim ve içerik
Biçim, içerik düzleminde biçim ön plana çıkarılmıştır. Siyaset dışı kalmayı hedeflemişler fakat yine de alttan alta şiirlerin arka planında siyaset yer almıştır. Konu ve öykü anlatımını içerikten uzaklaştırmışlardır. Bu anlayışları betimleyici bir şiir yaratımına sebep olmuştur. Bu ve diğer özellikleriyle II. Yeni Hareketi, dönemi içinde farklı bir şiir dünyası yaratmayı başarmıştır. Bu dünya aynı zamanda şiirin bugünkü evrimlenmesinde kırılma noktalarından biri olmayı da başarabilmiş bir dünyadır. Yeni bir hayal dünyasına dalan Türk şiiri daha önce ayak basılmamış alanlar açarak bu topraklarda özgürce at koşturabilmiştir. ■
65
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Salâhi Bey: Şiirin İlkeleri'ni yazan adam MAHMUT BAHAR
1
940 Kuşağı şair ve yazarları, yeni bir sanat anlayışı ve arayışıyla ortaya çıkarak edebiyatımızın çok tartışılan ve konuşulanları arasındaki yerini alır. Bu isimler arasında deneme, günlük ve şiirleriyle kendisine yer aralamaya çalışan önemli isimlerden biri de asıl adı Ahmet Selahaddin olan Salâh Birsel’dir. Üç dönem ve Salâhi Bey şiirleri
Edebiyatımızın Salâhi Bey’i, ilk dönem şiirlerinde (1936-1938) ölçü ve kafiye gibi geleneksel enstrümanları kullanır: Neşemi vermişler / kilitli bana Aslımı alıp da / kaçan adamlar Aklımla bir etmiş / eceli bana (Ben, VD., s.59) Yalnızlık, karamsarlık, gurbet; kendisini hem fiziksel hem ruhsal olarak tanımaya, keşfe çalışma, mistisizme yakınlık, korku ve endişe, eşya tarafından kuşatılmışlık vb. temalar onu geleneğin iz sürücüleri arasına katar. Alsancak Ortaokulunda tarih öğretmeniyken ‘lafı boyuna edebiyata kaydırır, öğrencilerine şiir okur. Öğrenciler kendisine tarih öğretmeninden çok Türkçe öğretmeni nazarıyla bakar’lar. 1937 ‘de Yedigün dergisinde (daha sonra Gündüz’de) yayımlanan Yalnızlık’taki çalışmalarda kendi içinde derinleşmenin kâşifi gibidir: Sesini veren şehir / Gözyaşımda erir İçimde binbir nehir / Hızıyla akan nedir? Ben ve Ötesi kitabını ‘yutarcasına okuyan şair’in (vurgu.M.Uyguner) çokça tanınan Ben, Ben II (VD.59, 60) adlı şiirlerinde Necip Fazıl bir ‘seyyah’tır,
Birsel bir ‘yolcu’. Birinin yolculuğu kabirde, diğerininki gurbette biter. Yolcuyum alnımı gurbetler yazar Gurbetsiz rüzgâra bürünemem ben (Ben, VD.s.60) Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin, Ben, yankısından kaçan çocuk, kendi sesinin. (N.Fazıl, Ben, 1.beyit) 1940 Kuşağı, Abidin Dino ve Sait Faik’in öncülüğünde yayınlanan ortak bir bildiride (24 Ocak, Tan gazetesi) Gençlerin Müşterek Beyanatı’yla Yeni neslin iddiası ve davası ortaya konur. Buna göre millî edebiyata ancak ‘hakiki bir ümanizme sahip olmak’la ulaşılabilir. Eski edebiyat ‘taklidi bile beceremiyen mukallitt’tir. Bu bağlamda edebiyatımızın bir kesiminde yeni ürünler görülür(1940-1946). Salâh Birsel’in Ayni Sokak Boyunda adını taşıyan ve Yenilik Dergisinin 2. sayısında (Mart 1941) yayımlanan 14 mısralık şiiri Genç Kuşak hareketi içinde yer alan ilk çalışmasıdır. Şairimiz bu şiirini sevmez ancak ‘sıfatsız, benzetmesiz, değişmecesiz, eğretilemesiz gerçek bir şiire el attığını’nın kanıtıdır 14 mısra. O, artık içteki yolculuğu bırakarak insanların ortak kullandığı cadde ve sokaklara taşınır; yeni adresi dış mekândır: Soğukkuyu Mahallesi, Soğukkuyu Tramvay Caddesi, Sokak, 118 Numaralı Ev… Realizmin etkisi yanında zaman zaman sürrealizme de kapı aralar: Ben bir ev hatırlıyorum Her akşam takılır bulutlara Her akşam düşündürür birini (Ben Bir Liman Anımsıyorum,VD.56)
66
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
1947-1954 yılları arasında yazılan şiirlerin Yenilikçiler’in anlayışına uygun olduğunu söyleyebiliriz. İroni ve yergi yoğunluğu, tiplemeler Birsel’in üslubunu belirleyici bir niteliğe kavuşturur. Mesela Hacivat tiplemesi ile şairin halk kaynaklarından yararlandığını görüyoruz. Fakat bu tiplemede Karagöz’ün yeri yok gibidir. Çünkü ‘şamarcı’dır. Hacivat ise ‘şamaroğlanı’. Biri ezilen halkı, diğeri zorba ve diktayı temsil etmektedir. Hacivat’ın Karısı şiirindeki örgü düzdür; rediflerle bir ses uyumu sağlanmaya çalışılmıştır: HACİVAT’ın karısı / İncecikten yeldirmeli Göz kaş oynatmalı / Gerdan kırmalı Belden sarmalı (Bütün Şiirleri, 88) Birsel’e göre 1940 Kuşağı hareketi ‘bir gemi değiştirme olayı’dır. Hâl böyle olunca aynı gemide bulunanların eserlerinde birtakım benzerliklerin bulunması mukadderdir. Söz gelişi, Ahmet Oktay, ‘Bir şairin Ölümü’ şiiriyle Orhan Veli’nin Yokuş’ şiiri arasında ‘kanbağı’bulur. Şairimizse bilakis Orhan Veli’nin ‘Karşı’ şiirinde kendisinin 1946 yılında Yenilikler dergisinde yayınlanan ‘Dünya Senfonisi’ şiirine ‘selam sarkıt’tığı görüşündedir. ‘Galata Köprüsü’ şiiriyle de ‘Dünya İşleri’ne ‘uzak yakın gülücükler dağıt’mıştır: Kiminiz midye çıkarır dubalardan Kiminiz dümen tutar mavnalarda (Galata Köprüsü, 1.5.1947) Kiminiz başbakan Kiminiz tersane işçisi Durmayan işleyen saatlerde (Dünya İşleri, Ağustos 1946) 1956-1960 dönemi şiirlerinde ise İkinci Yeni’lerin anlamsızlığına değilse de anlamda kapalılığına doğru bir eğilim gözlenir. Genç Kuşak’a yakın durma, İkinci Yeni’lere uzak duramama gibi bir zemin ortalaması hâlindedir. “Ases’teki şiirlerle kikirikname’deki şiirler aynı yıllarda yazılmıştır. Tümünü bir kitapta toplayacaktım olmadı. Diyeceğim, onlardan birin de ya da öbüründe gördüğünüz kimi değişiklikler benin 1955’ten sonra şiirimi kavrayan yeni soluklardır. Ama Ases’in dili neyse Kikirikname’nin dili de odur.” Üçüncü dönem şiirlerinde soyuta ve anlam kapalılığına doğru bir seyir gözlenir. Güneş ve Kertenkele şiirinden örnek iki mısrayı aktaralım: Bir yorgunluktur kimi zaman güneş (1.mısra) Güneş ki eskitir bizi her an (7.mısra)
Şiirdeki ‘kertenkele’ sembolünün Fransız Rene Char’ın ‘Tutkun Kertenkelenin Yakınması’ şiirindeki yakınlığına da dikkat şekelim istiyoruz: Kim tutkun bir kertenkeleden Daha iyi söyleyebilir yeryüzü gizlerini Ey göklerin ağırlıksız sevimli kralı Bir de yıvan benim taşımda olsa (Rene Char) Ases ve Kikirikname’deki şiirlerin aslında dil ve imaj dünyası yönüyle öncekilerden ayrıldığını görüyoruz. Ases’teki dilin sözdizimi dışına daha çok taştığını görüyoruz. Kaç defa İstanbullu oldunuz adamakıllı Sevdalardan gidip geldiniz ne vakit (Sevdalı Ases, BŞ., s.67) 1961 sonrası şiirlerine geldiğimizde daha önce toplumsal-gerçekçilerle yakınlıklar kuran Birsel’in asıl bu dönemde siyasal ve toplumsal olaylarla yüzgöz olduğunu görürüz. Bunda 1968’den sonra başlayan öğrenci hareketlerinin ve siyasal oluşumun etkisi büyüktür. Max Jacob’un ‘Genç Bir Şaire Öğütler’de belirttiği gibi ‘kendisini etkilere açık tutmak’tan yanadır. Dönemin en önemli eseri ‘Haydar Haydar’dır. 1961ila1972 yıllarında kaleme alınan şiirler kendi ifadesiyle ‘siyasanın en ağır bastığı’ bu kitapta toplanarak beş bölüme ayrılmıştır: Kuzuname, Tutiname, Aganta, Göl Saatleri, Haydar Haydar. Protestolar, yürüyüşler, mitingler şiirlerin tema ve kaynakları arasındadır. ‘beyazıt’ta bir öğrencinin resmî biri tarafından vurulması’ üzerine yazılan Kuzuname’de Nazım Hikmet öykünmesi görülür: Telefonlar çalacak ve trak Bir kuzu daha alnından (Kuzuname, BŞ. s.10) Kuzuname, İncil ve Kitab-ı Mukaddes’te yer alan ‘kurt-kuzu’; Tutiname’de ise ‘kuş’ imgeleri kullanılır. Çünkü ‘Maeterlinck’in Mavi Kuş’unda olduğu birçok yazar düşüncelerini bu şekilde anlatmayı istemişler’dir. Varduman ve Yalelli adlı eserlede de aynı özellikler görülür: Yalelli’de alay ve yergi diğer kitaba kıyasla daha yoğundur. Şairimiz, yukarıda da sözünü ettiğimiz bazı eserlerini Türkçeye çevirdiği Max Jakob’un etkisindedir. “Max Jakob’un belli başlı özelliği alaydır. Bu alay, onu yalnızlığından kurtarır. Poetika ve Salâhi Bey
Salâh Birsel’in poetikasını, 1947 yılında yazmaya başlayıp 1952’de bitirdiği Şiirin İlkeleri, Sen Beni Sev, Seyirci Sahneye Çıkıyor adlı eserlerinden hareketle açıklarken olabildiğince yorumsuz kalmaya çalıştık.
67
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu eserinden anladığımız kadarıyla şair, İstanbul’da felsefe bölümü öğrencisiyken 1940 Kuşağı sanatçılarıyla aynı havayı teneffüs eder. 1947 yılında ‘Yeni Bir Şiirin İlkelerine Doğru’ adıyla, Suut Kemal yönetimindeki Sanat ve Edebiyat Gazetesi’nde şiirin ilkelerin yazmaya başlar. İlkeler, daha sonraları parça parça varlık, Edebiyat Dünyası, kaynak, Yedi Tepe, Beş Sanat, Pazar Postası, Yazı ve Nokta dergilerinde yayımlanır. Kitap hâlinde ise 1952’de Yenilik yayınları arasında yerini alır. Salâh Birsel, Şiirin İlkeleri adlı eserinin ‘Giriş’ bölümünde şiir anlayışını özetlemeye çalışır ve “Şiir bütündür. Şiirin kendisinden ayrı olarak, ne konusundan, ne anlamından, ne özünden, ne sözcüğünden, ne kalıbından ne de biçiminden açılabilir. Ama bu şiir, konusu, anlamı ve özü olmayan nesnedir demek de değildir.”der (Şİ.s.5). Birsel’e göre şair, yeni bir beğenisi olan adamdır. Yeni beğeninin varlığı da eğitimden geçer. Bir şair her şeyden önce yolunun değişik olmasına çalışmalıdır (Şİ.s.12). Söz konusu değişikliğin olmayışı, şiirin de değişmesine ve gelişmesine engel olacaktır. Sanatçıların yazılarına kendilerini karıştırmamaları, sanat alanındaki ününü yitirmek kokusundandır (Şİ.s.27). Şair görevi dolayısıyla değil, özü itibariyle devrimci’dir. Karşı devrimin ortadan silinmesiyle duruk bir hâle geçecektir (SSÇ.s.31). Şiiri sanat olarak benimseyen şairin eserleri boşluktan öteye gitmez. Şiir bilinç ile bilinçaltının çarpışmasından doğar. Bu yüzden her olay, her düşünce gelir bilinçaltındaki yerini alır ve zamanı geldiğinde şiir olarak su üstüne çıkar (Şİ.s.31). Sanatın halkı güldürmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirtmekten öte bir işlevi olduğu görüşündedir.Bu nedenle halkı oyalamak gibi bir yükümlülük sanatçıdan beklenmemelidir(Şİ.s.39-41). Çağdaş sanatçı büyük insan yığınlarına doğru açılırken çevresinin kültürü ile beslendiği sürece verimli olabilir (SSÇ. S.28). Bu nedenle şiir aydınlık olmak zorundadır(SSÇ.s.28) Toplumların ve insanların acısını, mutluluğunu, bunalımını, sevincini ve de eğlencesini yakından tanıyan sanatçı (YFK.s.70) ancak hümanist bir kimliğe kavuşur. Özellikle 1940’lardan sonraki şiirlerinde edebî sanatları en aza indirmiştir. Fiillerle dolu narrative bir anlatımı tercih eder. Şiirin coşkuyla değil, zeka ile yazıldığına inanır. “Akıl cenkçisi şiirlere biterim.” diyecektir (AG.s.54). Ancak, ‘duygunun ölçüsü kaçırıldığında şairaneliğe, zekânın ölçüsü kaçırıldığında
entelektüalizme düşüldüğünü’ tekrarlamaktan da kendini alamaz (SSÇ.s.37). Gerçekçilik problematiğine de şöyle yaklaşır: “Ben, ağacın ağaç olduğunu söylemekten başka bir şey yapmam. Ama bunu söylerken duygularımı bir yana itmeyi de düşünmem.” (SSÇ.s.37) Şaireimize göre gerçekçilik, sanatı sınırlayan değil, ayakta tutandır (SBS.s.35). Salâh Birsel, Şiirin İlkeleri başta olmak üzere diğer yazılarında sanatın moda olduğunu söyler. Moda anlayışını “sanatın ya da sanatçının öyle uzun boylu tutunamayacağı” sözleriyle dile getirir. Moda, ‘insansal ilgiyi’ artırdığını işaretle gerçeküstücülük, kübizm, fovizm gibi soyut sanat akımlarının bile insanı odak olmaktan çıkarmadığın kaydeder (Şİ.s.99; SSÇ.s.10). Leyla ve Mecnun ile Hüsn ü Aşk gibi eserlerin okunup okunmadığını, benzeri türde eserlerin verilip verilmediğini kendisine sorulduğunda şunları söyler: “Bugün Homeros’un kitaplarına verilen önem, o çağın insanlarının Homeros’a verdiği önemden başkadır. Homeros, Bestseller arasında yer almıyor. Onun varlığı sadece bilgi olarak var. Shakespeare’in ve Corneille’in yapıtları yavaş yavaş Homeros’un alınyazısını paylaşıyor.” Mallarme’nin “Şiir kelimelerle yazılır.” sözünü sık sık tekrarlayan şair, bir şiirin o şiire giren kelimelerle değil, girmeyen kelimelerle meydana geldiğini söyler. Kelimelerin, şiirde yer almadan önce diğer kelimelerle çarpıştığını ileri sürerek güzelliğin, şiir dışında kalan kelimelerin sayısıyla doğru orantılı olduğunu belirtir (Şİ.s.22).Görüşmemizde bu ilkeyi açıklamak gereğinden söz eden şair, kelimelerin şiirde yer alabilmek için âdeta birbiriyle kıyasıya bir mücadelenin içine girdiklerini, ancak şairin olurundan geçen kelimelerin şiirde yer almayı hak ettiklerini belirtti. Gresham Yasası olarak bilinen “kötü paranın iyi parayı kovduğu” yönündeki ekonomik bir kuramı, “Kötü şiir iyi şiiri iter.” Şeklinde edebiyata adapte etmekte, sık sık iyi şiirleri yüceltmeyi görev bilmektedir (SSÇ.s.144). Jean Cocteau’nun şiir tanımına karşı çıkan şair, şiirin açıklanabileceği görüşündedir (Şİ.s.20) Şiirde anlamsızlık yoktur ancak anlam denilen şeyin bağırılmamasını da ister (Şİ.s.34). Ahmet Haşim tarafından ileri sürülenn şiirde anlam aramanın gereksizliği yolundaki düşüncenin Nurullah Ataç tarafından yaygınlaştırılmaya çalışıldığını, Ahmet Haşim’in bunu Yahya Kemal’in şiirini güç duruma sokmak için yaptığını iddia eder (Şİ.s.34) Şiir biçimler içinden bir biçimdir (Şİ.s.17,52).
68
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Salâh Birsel, elma özünün elma biçiminden ayrılarak kavranamayacağını, kendisinin biçimden yana değil, şiirden yana olduğunu söyleyerek şiirin ancak bir biçime ulaştığı vakit şiir olduğunu savunur (SSÇ.s.27) Katıksız bir halk çocuğu olan ozanların halka dönük olmasını isteyen şair (SSÇ.17) bu yönelişin her şairde farklı şekilde tezahür ettiğini, bu bağlamda siyasal sanatın halk sanatından daha ‘güncül’ olduğunu, ulusal sanatın er geç siyasal sanata dönüştüğünü ama devleti yönetenlerin bu sözden rahatsız olduklarını düşünür (SSÇ.s.48). ‘İnsancı’ adı altında şiirin ve sanatın sömürülmesine karşıdır (SBS.s.37). Kant’ın ‘yüce’yi ‘güzel’den üstün tutan yargısına karşı çıkarak (Şİ.s.63), ‘güzel’in ardında koşmanın insanca duygulara sırt çevirmekle aynı anlama gelmediğini savunur (SBS.s.37). Şaire göre, şiirsel olanla güzel olanı ayırmak gerekir. Zira şiirsel olan her düzen güzel olan estetik yaratı seviyesine yükselemez. Bu nedenle Karacaoğlan’ın eserleri şiirseldir ancak güzel değildir (SBS.s.39) Şairimiz, büyük şiir ve büyük şair tasniflerine de karşıdır. Bir şiirin büyük olmasını konusuyla değil yapısıyla ilişkilendirir (Şİ.s.42-46). Birsel’in büyük ya da zengin şiirini şöyle formüle edebiliriz: zengin şiir = biçim + denge + aydınlık (gerçekçilik) İroni yergi ve Salâhi Bey
Gerek şiirde gerekse nesirde alay ve ironi denilince akla gelecek ilk üç beş isimden birisi de Salâh Birseldir; en azından son yüzyılımızın şair ve sanatçıları arasında ilk sıraları paylaşır. Kendi ifadesiyle ‘alaysama’ onun eserleriyle gündeme getirilmelidir. 1936-1938 yılları arasında yazdığı ve Orijinal Adam Kendini Yedi adı altında topladığı şiirlerde kişiliğine hâkim bir unsur olarak görünen ve daha lise yıllarından başlayan bir durumdur bu: Bir genç baktı ansızın / Tadına komşu kızın Kardeşim kapımızım / İpini yutuverdi (Akşam, VD. s.74) Kendisiyle görüşmemizde ironinin eşyaya bakışı değiştirdiğini, onu daha iyi tanıttığını söyledi. Salâh Birsel ironiye ‘Gizli Sevgili’ şiirinde şöyle seslenir: Yıllarca koynumda barındırdım Ey alaysama ey sevgili (Yalelli, s.10) Alaysama onu yirmi dört saat meşgu eder: Ben alaya el sallarım uykularda bile Nurullah Ataç, Dergiler’deki yazısında “Salâh Bir-
sel, Hacivat’ın destanını yazacak, güldürücü destan. O gün Türk edebiyatı belki de büyük bir eser kazanacak.” sözleriyle müjdeler gibidir. Şairimiz, biraz da kendisinden bahsetmemek adına ‘kafa kâğıdındaki ad yerine Hacivat’ı kullanmayı’ tercih etmiştir (Şİ.s.100). Rakı süzmeli / Âşık üzmeli Şiir dizmeli / Beyoğlu’nda gezmeli (BŞ.s.83) Bu hâliyle orta tabaka insanı değildir; sosyal mevkii yükselmiştir. Perdeden izlediğimiz eski konumuyla şiirdeki yeni konumu arasındaki farklılık ve nispetsizlik espri ve ironiye kaynaklık eder. Hacivat’ın Evi ise o tipik kahramana yakışır türdendir: Kapı pencere elekten / Döşemeler zemberekten Dökülmekten / Sökülmekten İncelmiş süprülmekten (BŞ.s.84) Köşe başındaki bu ufak tefek ev tipik kahramanımıza yakışır bir fakirhanedir:Bir tüfek atımı duraktan mısrasına da yer verir ki bu ev aslında Cihangir’deki evidir.Bir yanda ‘memleketin bütün pirelerine karşı horlamaya devam eden’ Hacivat’ın karısı Kamer Hanım, bir yanda ‘ateşler içinde kıvranan Hacivat’ tam bir uyumsuzluk örneğidir. Yayalım göbeğimizi iyice / Dönelim sırtımızı işe akla Pinekleyelim pinekleyelim / Horlayalım efendiler biraz (BŞ.s.119) Siz pusulamızda ibre /Kandilimizde yağ olan Kızıp da küfrettiğimiz /Efendimiz (BŞ.s.121) ‘Göl Saatleri’ şiiri yergi ve ironiden Ahmet Haşim’in hissesine düşen damlalar. Ahular geldi kayık içinde / Şiirlerini okudular merdivenlere bakarak ‘Coğrafya Dersi’ şiirinin Hong-Kong’dan bahsedilen ikinci bölümünde şair, ironinin zekâ işi olduğunu bir kez daha hatırlatır gibi. Aman yavaş olun Çinlilere basmayın Doldurun çantanıza en sarılarını Unutmayın dersimiz coğrafyadır. (BŞ.s.77-78) Salâh Birsel’in şiirlerinde yergi ve ironi ne yalnız bireysel ne de yalnızca toplumsaldır. Kralları, üst düzey yöneticileri, liderleri, aydınları, halk arasındaki karakter ve tipleri kuşatan bir yönü vardır bu anlatımın. Akla ve zekâ oyunlarına dayanan şiirlerin edebiyatımızı zenginleştirdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. ■ Kaynak ve Kısaltmalar BŞ. Bütün Şiirleri, HH. Haydar Haydar, KFB. Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, SBS. Sen Beni Sev, SSÇ. Seyirci Sahneye Çıkıyor, Şİ.Şiirin İlkeleri, VD.Varduman, YFK.Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu, YL. Yalelli.
69
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
İsmet Özel ve poetikasından bir kesit İBRAHİM TÜZER*
…Sonrası şiir kerim” Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar
Şiirin mahiyeti
İsmet Özel, şiirlerini kaleme alırken aynı zamanda bunlar üzerine fikir ileri süren; kendi şiir yazma geleneğinin sınırlarını ortaya çıkararak şiir sanatı üzerine açılımlarda bulunan ender şairlerden birisidir. Özel’in şiirlerinin ortaya çıktığı zaman dilimleri kronolojik olarak takip edildiğinde, kaleme aldığı poetik metinlerle, şiir evrenindeki genişlemenin paralellik gösterdiği anlaşılacaktır. Şiiri hayatının merkezine yerleştiren Özel, biyografisindeki serüveni şiir merkezli yaşamış, kendi varoluşunu anlamlandırmaya çalışırken şiire büyük önem vermiştir. “Şiir”in anlaşılması ve mahiyetinin en doğru bir biçimde algılanması dolayısıyla meydana getirdiği metinlerinde şair, çoğu zaman meseleye “iç”(er)den bakar. Bu “iç”te oluş, şüphesiz Özel’in yetkin bir şair kimliğinin yanı sıra şiiri, hayatının en önemli meselesi olarak ele almasının da bir ifadesidir. Ancak şair, bu “hâli” aynı zamanda bir “entelektüel” olarak yaşar ve şiire bu bakış açısı ile de yaklaşır. Dolayısıyla şairin ele almış olduğu sorunlara getirdiği önermeler, hem şair olma hassasiyetinin hem de “şiir sanatı” ile ilgili alanda sahip olunun bilgeliğin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Özel’in şiir dünyasının tam anlamıyla
* Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, Öğretim Üyesi
kavranması ve onun hayat içerisinde şiire esaslı olarak ayırmış olduğu yerin net olarak ortaya konması, sadece “kılavuzlar”da ileri sürülen görüşlerle mümkün değildir. Bunun için şairin hayatının her döneminde/durağında poetikası adına kaleme aldıklarının, kendisiyle yapılan röportajlarda şiir sanatı üzerine dile getirdiklerinin ve değişik zamanlarda şiir üzerine yapmış olduğu konuşmalarının da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. İsmet Özel, şiir sanatı üzerine ifade ettiklerinin dışında, yeni bir açılım ortaya koymasa da, özellikle son dönemde vermiş olduğu konferanslarında “şiir gerçeği” üzerinde önemle durmaktadır. Bu konferanslarda toplumu çok yakından ilgilendiren en hayati meselelere bile şiir perspektifinden yaklaşan şair, bunlara şiir merkezli bir açılım getirmeye gayret göstermektedir. Özel’in hayatında şiire ne denli önemli bir yer vermiş olduğunun ifadesi olarak kabul edilebilecek bu çıkarımlar, onun poetikasının bir yansıması ve şiiri algılayış biçimi olarak dikkat çekmektedir. Aslı perdelenmiş metinler: Şiirin mahiyeti
İsmet Özel’in şiir üzerine ortaya koymuş olduğu görüşlerin merkezinde, şiirin ne olduğuna ve şiirin aslına ilişkin problemler yatmaktadır. Şair 1964 yılındaki ilk poetik metninde, “Şiirin
70
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Özel’e göre şiirin ortaya çıkışındaki esaslı sebep “anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanması, anlatılabilir bir şeyin yeniden anlamlı kılınması ve yeterince anlamlı kılınmayan bir şeyin etkili bir anlatıma kavuşturulmaya” çalışılmasıdır. Özgürlüğü”nü konu ederken “Şiir gücünü bir düşünce dizisinin, bir öğretinin sözcüsü olmaya dayayamaz.” demekte ve şiirin asli fonksiyonuna işaret ederek, şairinden toplumuna kadar şiirin çevresinde meydana gelecek her türlü faaliyeti bu bakış açısıyla değerlendirmektedir. İsmet Özel, bu yazısında şiirdeki en önemli kalkanın, “imge”ler olduğunu ifade etmektedir. Düşüncenin şiirde yer almasını ve “söz”ün herhangi bir baskı unsurunun ifadesi olarak şiire yansımasını filtreleyen en önemli mekanizmanın “imge” ile işlediğine dikkat çeken şair, şunları belirtmektedir: “Şiirde alttan alta bir düşüncenin (anlamın ya da bilincin) varlığını kabul ediyorum. Bu düşünce tohumunda özgürlüğü taşıyan ve insanın birçok kesimlerini durmadan deşen, açığa vuran (betimleyen değil) tedirgin edici bir noktadır. Bu deşmek eyleminde ussal akımların, felsefelerin ve öğretilerin tuttuğundan ayrı bir yol tutar. Bu yolla onları aşıp gelişim yönünü çoğaltır. Bu yol imgenin açtığı yoldur. İmge bütün hızını kendiliğinden olmaya borçludur. Düşüncenin katı baskısını üstünde taşımaz. Kendi başına bir duyarlığın ödün vermeden biçimlendiği özgür bir kuruluştur.” [1] Şiire, “insan oluş bilmecesi” içerisinde çok önemli bir yer veren İsmet Özel, şiirde yer alan “imge”lerin ve imajinatif söyleyişin yapı itibariyle kazanmış olduğu “kendindeliği”ne de çok önem vermekte; bunu şiirde insan “giz”inin ortaya çıkmasında esaslı bir unsur olarak değerlendirmektedir. “Şiir fikriyat ve hissiyat sergisi”[2] değildir diyen şair, öz itibariyle şiirin mahiyetinin anlaşılması gerektiğini savunmaktadır. “Çünkü şiir sadece başlar ve başlatır. Şiir bilineni veya anlaşılmış 1. İsmet Özel, “Şiirin Özgürlüğü”, Evrim, S.17, Mayıs 1964, s.6. 2. İsmet Özel, “Şiir Okuma Kılavuzu”, Mavera, S.2, Ocak 1977, s.18–20.
olanı yem olarak kullanır, amaç bilinmeye, anlaşılmaya değer olana doğru yol almaktır. Bu yolculukta bilinenin (bilindiği, anlaşıldığı varsayılanın) tahribi de şiirin zorunlu çeşnisidir.” Şiiri, “bizim neyi simgelediğini bilmeden de hayatımızın içinde anlamlandırabildiğimiz, neyi simgelediğini bildiğimiz zaman da anlamlı oluşundan bir şey kaybetmeyen metin” olarak kabul eden şair, şiirin bünyesinde barındırdığı farklı farklı anlam değerlerinin olduğunu ve bunların kimi zaman “simge”ler hâlinde şiirde yer aldığını belirtmektedir. Fakat şiirin mahiyeti itibariyle, söz konusu olan bu simgelerin neye karşılık geldiği bilinmeden de okuyan için bir anlam taşıyacağını ve onda bir yerlere karşılık geleceğini dikkatlere sunar.[3] Özel’e göre şiirin ortaya çıkışındaki esaslı sebep “anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanması, anlatılabilir bir şeyin yeniden anlamlı kılınması ve yeterince anlamlı kılınmayan bir şeyin etkili bir anlatıma kavuşturulmaya” çalışılmasıdır. Şair bu türden bir çabanın, insan ilişkilerindeki yapaylığın ve içtensizliğin bir sonucu olarak ortaya çıktığı görüşündedir. Söz konusu olan bu “tıkanıklık”, insanların birbirleriyle anlaşmak için kullandıkları sözcüklerin anlamını kaybetmesiyle bir kat daha artmaktadır. Böylelikle “insan”lar hayatlarındaki bu olumsuz durumun üstesinden gelmek için şiire yaslanmakta; “kullanılan dilin gerektirdiği ilişkilere olan güvenin sarsıldığı bir ortamda” özlenilen bir etkinlik olarak, şiire müracaat etmektedirler. İsmet Özel, “Niçin şiir okuruz ?” şeklindeki soruyla başladığı bir yazısına “herhâlde yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlamak, bir zorluğu gidermek ve nihayet bir doyum sağla3. İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, Şule Yayınları, İstanbul, 2000, s.40.
71
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
mak için” diye cevaplandırmakta; insanların şiirle uğraşmalarını ise şöyle ifade etmektedir: “Ne zaman insan karanlık bir yerde sayıklamaya itilmiş, insan ilişkileri karışık, karıştırıcı, bozucu niteliklere bürünmüş, insanın bir başka insana söyleyeceği söz anlamını kaybetmiş, insan davranışları yapaylık, içtensizlik yüklü hâle gelmişse, insanlar şiir okumak, şiirle uğraşmak, şiirden öğrenmek gereğini duymuşlardır.” [4] “Şiiri de şiirsel olanı da doğrudan doğruya şiirin içinde, onun maddi çerçevesi içinde aramalıyız.”[5] diyen şair, bu edebî türün en önemli özelliğini, insanoğluna ait olan yapıp etmelerin sınırında yer alan bir etkinlik olması dolayısıyla kazandığına dikkat çekmektedir. Şaire göre “şiirin nesneler dünyasındaki çok renkli, çok biçimli yüzünün merkezinde ‘beşerî olan’ bulunmaktadır. Şiiri bu anlayışın dışında tutarak ona farklı vasıflar ve kimlikler yüklemek, şiiri olduğundan başka bir “tür” hâline getirmek demektir. İsmet Özel yukarıdaki görüşünün bir uzantısı olarak şiiri, insan beni etrafında meydana gelen her türlü hâdiseden nesnelliğini muhafaza ederek sergilenen bir “duruş”, diğer bir ifadeyle “objectification” olarak kabul eder. Şair, buradan hareketle Waldo Sen Neden Burada Değilsin? adlı eserinde “Bir şiirin nasıl söyleneceğini hiç kimse söyleyemez, çünkü şiir söylenen şeyin söylenişinde, söyleyişin içindedir. Bir sözün şiir oluşu o sözün şiir dışında kalan bir alanda önem ve değer kazanmasıyla değil, sadece şiir kalarak önemli ve değerli bulunuşuyladır.” demektedir. [6] Şiir, sahip olduğu bu özelliğinden dolayı sözle gerçekleştirilen bütün diğer faaliyetlerden de ayrılmaktadır. Bu ayrılık, şiirin sözü “töz”e ilişkin bir biçimde ele alarak dikkatlere sunmasından kaynaklanır. Şaire göre şiir, “tercihlerimiz arasında yer alan güzel şeyleri ortaya çıkarmakla kalmaz; aynı zamanda istemeden elden çıkardığımız şeylerin de hissedilmesine imkân veren bir yapıyı göz önüne getirir.” Böylelikle şiir, insanların doğruyu yanlıştan ayırma yetilerini de diğer yetilerinden ayırmış olmaktadır. İsmet Özel, “Sözel, Tözel, Tüzel, Güzel” adını taşıyan yazısında sözün “töz”le yani şiirin asli gerçeği di4. Şiir Okuma Kılavuzu, s.18. 5. --------------------------- s.29. 6. İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin?, Şule Yayınları, İstanbul, 2002, s.16–17.
yebileceğimiz “cevher”le ilişkisini şöyle kurmaktadır: “(…) Sözlü bir yapının şiir değeri kazanabilmesi karşılaştığımız metnin veciz, fasih, mahirane bir ifade kazanması yüzünden değildir. Asıl kazanç ‘anlama’nın kuralı konamayan alanına geçişimizle elde edilir. (…) Şairin neleri yazdığı kadar, neleri yazmadığı da önemlidir. Çünkü töz bütündür ve şair çekip aldığı zaman boşluğu, kesip yonttuğu zaman artan kısmı bilgi alanında muhafaza etmekle etkinlik kurar. Şiir sözel olanın tözel olanla ilişkisini (bütün diğer sanatlarda, bilimde, felsefede olduğu gibi) kaosu kosmosa dönüştürerek kurmaz, kosmosun kaostan türediğini vurgulayarak kurar.” [7] Fakat burada dikkat edilmesi ve şiirin mahiyeti itibariyle ayırt edilmesi gereken bir husus vardır. Şaire göre şiir, “öğretir, ama kanıtlamaz; gösterir ama sergilemez. Şairin ve şiir okurunun şiirde buldukları sadece kendi uçkunluklarıdır. Şiirde emsal getirilen şey olsa olsa söz konusu uçkunluğu onaylar, hiçbir doğruyu savunmaz.”[8] Hatta bunun tam tersi olarak şiir, “İnsanların geçmişe dair imalarında o güne kadar hesaba katmadıkları bir boyut getirerek onların kalıplaşmış ölçülerini sarsar.” Nitekim şaire göre şiirin önemli bir vasfı da “Geride kalmış olan bir hayat parçasını deşmek, teşrih etmek, bize bilincine varmadığımız bir yanını işaret etmektir.”[9] İsmet Özel, aslına ve mahiyetine ilişkin tüm bu özellikleri üzerinde toplayan şiiri, “bir tamamlama, bir kaçınılmaz fazlalık, yerini bulamamış insanlığın çalkantısından doğmuş” [10] olan bir “köpük”e benzetmektedir. “Köpük” bir metafor olarak düşünüldüğünde farklı anlam katmanlarına işaret ederek, zihinsel çağrışımlara olanak tanıyan ve tam da şiiri tarif eden bir kelime olarak değerlendirilebilir. Böylelikle İsmet Özel, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mısrayı anlatabilmek için kullandığı “köpük” kelimesinin şiir için de kullanılabileceğini belirtmekte ve şiirin mahiyetine yönelik derinlikli bir düşünme biçimini de okuruna işaret etmektedir.■ 7. İsmet Özel, “Sözel, Tözel, Tüzel, Güzel”, Dergâh, C.I, S.4, Haziran 1990, s.1. 8. İsmet Özel, “Şeyhim Güldür”, Dergâh, C.I, S.8, Ekim 1990, s.1. 9. Şiir Okuma Kılavuzu, s.35. 10. -------------------------- s.34.
72
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Alp Erenlerin destan şairi M. HÂLİSTİN KUKUL
Dedem Korkut
N
ihat Sami Banarlı; “Destanlar, milletlerin din, fazilet ve millî kahramanlık maceralarının [1] manzum hikâyeleridir.” dedikten sonra, şu değerlendirmeyi yapar: “Türk edebiyatında, henüz yazı yokken, ilk Türk şairleri tarafından sazlarla söylenen şifahi edebiyat verimlerinin en zenginleri destan şiirleriydi. Gerçi Türk milletinin ne İlyada ve Şehnâme ne de Kalevalâ gibi yazılmış veya derlenmiş, destanı yoktur. Hâlbuki Türk tarihinde destan sahibi olmak için gereken şartlar ziyadesiyle vardır. (...) Bu milletin tarihinde büyük savaşlar, göçler, istilâlar; değişik ülkelerde devlet, hâkimiyet ve vatan kuruşlar gibi destan şartları fazlasıyla görülmüştür. (...) Denebilir ki Türkler; destan devri yaşamaktan ve yeni destanlar söylemekten eski destanları derleyip toplamaya, bilhassa özlemeğe vakit bulamamışlardır. Bu sebeple Türk milletinin bütün bir destanı yoktur, fakat birçok destanı vardır." [2] Şanlı ecdadımız Türk milleti; bilhassa üç eski kıt'ada hüküm süren ve M.Ö. 220'de Teoman tarafından kurulan Büyük Hun veya Asya Hun İmparatorluğu diye adlandırılan, ilk Türk devletinden bugüne, hiçbir millete
Allah Allah demeyince Güzel işler onabilmez. Cümle sular buz kesilse Okyanuslar donabilmez. Aşk bir özge ateştir ki, Her ocakta yanabilmez. Gönüldür aşkın ocağı, Her kuş varıp konabilmez. Varıp anda konan kuşun, Eti asla yenebilmez. Vatan, bayrak, millet aşkı, Üflemekle sönebilmez. Eğer öyle sönebilse, Dünya böyle dönebilmez. Hak dilinden anlamayan, Halka himmet sunabilmez. Devlet soylu küheylandır, Muhannesler binebilmez,
1. Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Milliî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, s. 1) 2. ________________, age., s. 10 – 11.
Binebilir olsa eğer, Mazlum âhı dinebilmez...
* Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ( 1929 Elâzığ - 21 Ağustos 1992 İstanbul)
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu 73
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
nasip olmayan sayıda devletler kurmuşlardır. "Bizim, dünden bugüne 32 beyliğimiz, 38 devletimiz, 15 imparatorluğumuz, 34 hanlığımız, 4 atabeyliğimiz, 10 cumhuriyetimiz var. Özellikleri bakımından beylikler başka, devletler başka, imparatorluklar başka, atabeylikler başka, hanlıklar ve Cumhuriyetler başkadır."[3] Yekûn olarak yüz otuz üç “beylik-devletimparatorluk-hanlık-atabeklik ve cumhuriyet” kurup bir kısmının da yıkılışına şâhit olan bir milletin hiç şüphe yoktur ki kahramanlık, aşk ve maceraları mevcuttur. Asrımız Türk şiirinin en büyük ‹destan şairi' olan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu*, böyle bir tarihî mirasa duyduğu mensubiyetten ziyadesiyle bahtiyar olarak, yepyeni bir söyleyiş tarzı ve mükemmel tesirli üslûbuyla, bu şanlı tarihten gelen ses ve soluğu gelecek nesillere intikal ettirmiştir. Bütün bu his, düşünce ve tavırları ifade bakımından, “Bozkurtların Destanı” adlı eserindeki şu mısraları çok önemlidir: "Geçmişi öğrenelim, gezip Anayurtları; Görelim, hangi tasa öldürmüş Bozkurtları! Çevirelim gözleri on dört asır önceye; Sonra bugüne dönüp dalalım düşünceye... Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü? Göreceksin ki, yine aynı düşman, bugünkü!" [4] “Burada, ‘zaman’; ‘geçmiş’tir. ‘Mekân’; “Anayurtlar”dır. Şahıs ise, “Bozkurtlar!” “Sonra” kelimesi, kırılma noktasını teşkil eder. Ve zaman, “bugün”e döner. Geçmiş'te, Bozkurtları öldüren "tasa" ile; yâni (beni, bizi, onu...) “özünden vuran düşman” aynîleşmektedir. Demek ki, zaman'ın değişmesi hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Şair; burada, bir noktaya dikkat çekiyor: "Dalalım düşünceye..." diyor. Kanaatime göre, bugün en büyük noksanlık bu! En büyük gaflet bu!" [5] Bu mısralarının ardında, Şair, sosyal muhteva3. Yavuz Bülent Bâkiler, www.haber 7. com-06 Ağustos 2011 4. Bozkurtların Destanı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1972, s. 7. 5. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan Öğütler, M.Halistin Kukul, Bizim Külliye dergisi, Aralık 2004/ Ocak-Şubat 2005, s. 21-22.
lı bir tarih muhasebesi yaparak şöyle der: “Bizi üzen, ağlatan yahut güldüren nedir? Düşmana tutsak edip sonra öldüren nedir? Hangi sırla parlayıp büyüyüp açılmışız? Hangi duyguyla sönüp dağılıp küçülmüşüz?” [6] Şair; burada, mükemmel ve şuurlu bir tespit yapar. Zira "Büyüyüp açılma sır"rımız ile, "sönüp dağılıp küçülme"mizin sebepleri, bizim asıl meselemiz olarak hâlâ karşımızda dimdik durmaktadır. Onca beylik, devlet, imparatorluk, hanlık, atabeylik ve cumhuriyetten, bugün, elimizde kalan nedir ve bu kalanı ne kadar sıhhatli kullanabiliyoruz? Mevcut cumhuriyetlerin kıymetini bilerek, tarihteki, "sönüp dağılıp küçülmeler"den ibretler alarak, büyük hedefli hangi faaliyetlerde istişare ve işbirliği yapıyoruz? "Ağlayışlarımız"ın , "gülüşlerimiz"in ve "öldürülüşlerimiz”in sosyop(i)sikolojik analizini yapıp yeni, sağlam temelli istikametler çizebiliyor muyuz? Destan; bir âşıkın maşukuna, ifşâ etmekten sakındığı sırlarını veya sitemlerini, büyük bir arzu ve hasretle yazdığı mektup gibidir. Ona benzer! Fakat bu sırrı ifşâ etmekten de bir türlü kendisini alamaz. Biri "şahsî", diğeri "millî sır"dır. Elbette; acılı da olsa söylenmesi gereken, söylenecektir. Şiir’in yaptığı, tarihimiz içinde cereyan eden her türden ölüm kalım mücadelesindeki bir kahramanlık hâdisesini, en zarif terennümle takdime çalışmak, ahenk yüklü, bediî bir üslûp ile süslü cezbedici bir iç haykırış olarak sunmaktır. Onun sesi, çok derinlerden gelir. Gözesi pırıl pırıldır. Çıktığı kaynak, aktığı mecranın ilelebet oluşunu işaret eder. O, yerine göre aleniliği ışıldayan, yerine göre üstü kapalı telkinlerle ve imalarla anlaşılabilendir. Metafizik - fizik, her türlü malzeme onun muhtevasındadır. Mecazi aşk, ilâhî aşka ayarlı oldukça daha mütevazı, daha coşkulu, daha deruni, daha faziletli ve daha kalıcı bir hâl alır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk milletine âşık bir destan şairidir. Yazdığı eserlerin isimleri, muhtevasına bakmadan bile bunu doğrulamak için yeterlidir: Bozkurtların Ruhu (1952), Gençosman Destanı (1959), Kür Şad İhtilâli 6. Bozkurtların Destanı, s. 7.
74
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
(1970), Malazgirt Destanı (1971), Bozkurtların Destanı (1972), Kopuzdan Ezgiler (1973), Salur Kazan Destanı (1974), Boğaç Han Destanı (1978), Destanlarla Uyanmak (1979), Destanlar Burcu (1990) ve Alp Erenler Destanı (1990) Bu eserler; 1952 yılından itibaren, 1991 yılına kadar fasılasız olarak, kuvvetli bir aşk, azim ve heyecanla devam etmiştir. Eserlerindeki kahramanlar; Türk tarihinin ve Türk kültürünün hayata dair bütün zevk unsurlarını gözler önüne sermektedir. Bu cihetten baktığımızda, Gençosmanoğlu, tam bir Türk dünyası şairidir. Cesaret, korku, yılgınlık, bezginlik, atılganlık, ümit, sevgi, merhamet, kalleşlik, zulüm, hürriyet ve vatan aşkı... içten dışa bütün menfi ve müspet psikolojik ve sosyal tesirler eserlerinde en ince teferruatına kadar yer bulmaktadır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu; ‘Alp Erenler'in şairdir. Çünkü Türk tarihi, bir ‹Alpler ve Erenler' tarihidir. S. Ahmet Arvasî, "Türk Medeniyeti Ve İslam" başlıklı yazısında şöyle diyor: "Türk Medeniyeti bir bütündür. O, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışıyla başlar, zaman içinde güçlenerek gelişir. Gelişimini "Türk kültür malzemesine" bağlı olarak sürdürdüğü için, orijinaldir. M. Ö. 2500 veya 1700 yıllarında Asya bozkırlarında "küçük bedenli, kısa başlı, geniş alınlı" atlarla dolaşan "savaşçı kavim" ile Türk-Altay Kültürü arasında bağ arayan pek çok ilim adamı vardır. Atı terbiye eden, demiri yoğuran, göçebe olmakla birlikte, kendine mahsus yurdu, aile ve cemiyet yapısı, teşkilâtı, hakanı, töresi bulunan ve "Tek Tanrı"ya inanan Türk milleti, çok eski ve köklü bir medeniyetin sahibidir. O tarihlerden başlayarak İslam dinine, büyük bir aşkla katılana kadar Türk, asırlar boyunca "Tanrı istediği için" cihana hükmetmek için savaşmıştır. O zamanlarda dahi, Türk medeniyetinde iki muteber insan tipi vardır. "Bilge insan" ve "Alp"ler... Haberdar olduktan sonra, bütün varlığı ve heyecanı ile İslamiyete koşan Türk, hasretle beklediği "vahiy nizamına" kavuşmanın mutluluğunu tâ yüreğinde duymuştur. “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen, “cihâd" emri ile "alplik ruhunu"
besleyen, "Âlimlerin hak yolda akıttığı mürekkebi, şehit kanından daha mübarek" tutan İslamiyet, kısa zamanda Türk'ü fethetmekle kalmamış, Türk'ü yeniden Türk'e buldurmuştur."[7] Prof. Dr. Birol Emil ise, meseleye bir başka cepheden açıklık getirerek: “Büyük milletlerin tarihini yapan sadece askerî ve siyasî zaferler değildir. Vasfı kazandıran başka zaferler de vardır. Bunlar manevi gücün ve maneviyat adamlarının vücuda getirdiği büyük kültür ve medeniyet eserleridir. Maddi kudretine (La force brutale), manevi kudretini (La force spirituelle) katabilen millet büyüktür ve onun bugünkü zaafları ne olursa olsun, tarihin derinliklerinde, büyüklüğünün yarın da yeşerecek tohumları daima mevcuttur." dedikten sonra: bunu, "Alparslan gibi askerî ve siyasî dehâlarımıza... Mevlâna ve Yûnus gibi yeni bir ruh ve iman hamlesi" ile takviye eden "gönül adamlarımıza borçluyuz"[8] örneklemesini yapar. Şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ise, Alp-Erenler Destanı adlı kitabının Önsöz'ünde, bu durumu şu satırlarla dile getirir: "Onlar ki, kimi kılıç erleri idiler, kimi kalem erleri. Kimi, gaibin sırlarına ermiş velilerdi. Kimi şair, kimi ozan, kimi mimar, kimi âlim, kimi arif, kimi hoca, kimi hakan, bey, paşa... Kimileri adsız, rütbesiz kahramanlardı. Fakat hepsinin ortak yanları vardı... Dağ yürekli savaş erleri. Derya gönüllü irfan erleriydiler. Alp-Erendiler. Allah, vatan, bayrak, din ve devlet uğruna ölmeyi cana minnet bilendiler." [9] Şair; "Gök Türklerin Çin başkenti Siganfu'da on yıl tutsak kalışları. Kırk yiğidin Kür Şad’ın çevresinde tek yürek oluşları. Kurtuluşu erkekçe ölmekte buluşlarıdır."[10] takdimiyle giriş yaptığı 7. Size Sesleniyorum-1, S. Ahmet Arvasî, Model Yayınları, İstanbul, 1989, s. 231. 8. Ya Hazret-i Mevlâna, Prof. Dr. Birol Emil, Türk Edebiyatı Dergisi, Aralık 1988, s. 32-34. 9. Alp-Erenler Destanı, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. V.
10. Bozkurtların Destanı / Kür Şad İhtilali Destanı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1972, s. 243.
75
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Kür Şad İhtilâli Destanı’nda, Kür Şad başlığını taşıyan şiirinde, bir “alp” olarak “Kür Şad”ı ve ardından da "Böğü Alp”ı tanıtır: "Ben, Bumun Kağan'ın torunu, Çuluk Kağan'ın oğlu Kür Şad! Otuz bile değil yaşım! Çin'de tutsaklığa dayandım on yıl, İşe yarar diye başım! Azığa, akçaya eğilmez boynum, Savaştır aşım! Irkım almadıkça Çin'den öcünü, Ölsem de yine bitmez savaşım! Bir Bozkurt oğluna dirlik yaraşmaz... Tutsak yaşıyorken bunca soydaşım!" [11] Böğü Alp’ı ise, şöyle tarif eder Şair: "Az konuşur, Öz konuşurdu. Sorulmadan söze karışmaz, Yeri geldiğinde uz konuşurdu! Şaşmazdı doğru bildiğinden, Bilmediğini danışırdı." [12] Niyazi Yıldırım, aynı zamanda son eseri olan Alp-Erenler Destanı’na, “Besmele” başlıklı şiiriyle başlar ve şöyle der: “Şol gökleri kaldıranın Donatarak dolduranın "Ol" deyince olduranın Doksandokuz adı ile…" [13] Şairin, bu eserinde ele aldığı konu başlıkları, hem Türk destan geleneğindeki mevzuları göstermesi ve hem de kendisinin de, niçin "Alp-Erenler
Şairi" olduğunu tespit, teşhis ve ispat bakımından çok önemlidir. Bu bakımdan, başlıkları nakletmenin zarureti vardır ve böylece, "Bozkurtların Destanı"ndan, "Kür Şad İhtilâli Destanı"ndan... "Alp-Erenler Destanı"na kadar çekilen hattan, Şairin, destanlarına mevzu yaptığı millî ve manevi unsurların kimlerden, nelerden ve nerelerden geldiği daha iyi anlaşılmış ve kavranmış olacaktır. "Besmele"nin ardından sunulan bu başlıklar, sırayla, şunlardır: "Dedem Korkut, Afşın Beğ, Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Beğ, Saltuk Beğ, Gazi Balak (Belek) Beğ, Hoca Ahmet Yesevî, Rûm Anadolu Gazileri, Mûcize, Gazi Ertuğrul Beğ, Gazi Osman Beğ, Anadolu Abdalları, Rûm (Anadolu) Ahileri, Ede Balı, Hünkâr Hacı Bektaş Velî, Hacı Bayram Velî, Ahi Evren, Söğüt Bacıları, Yûnus Emre, Mevlâna Celâleddîn Rûmi, Ak Şemseddin, İstanbul Kapılarında Alp-Erenler, Alp-Erenler Kim, Gençosman. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun eserlerinde; tarihin kaydettiği kültür ve medeniyet hamleleri içinde, Türk milletinin yaşadığı bütün coğrafyalarda bıraktığı kültürel değerlerini, yıkıntı/çöküntü ve şahlanışlarıyla ortaya koyulması, tarih sosyolojisi açısından ayrıca incelemeye değerdir. Ailevi münasebetlerdeki en temel ahlâkî meselelerden, harp hukukuna kadar her ne var ise, bu eserlerin muhteviyatında, bediî hususlar, hassas bir gayretle ele alınmıştır. Alp-Erenlerin Destan Şairi olarak; Türk'ün vezni olan hece veznini en çarpıcı, tesirli, ve heyecanlandırıcı bir şekilde kullandığı gibi, serbest vezni de aynı derecede usta kafiyelendirmelerle mükemmel bir usulle değerlendirmiş, böylece, her iki vezni de arzu edilen mertebede şiir dünyasına ikram etmiştir. Osman Gazi Beğ başlıklı şiirinde, bu his ve düşüncelerini şöyle ifade eder: "Selçuklu Sultanı'ndan gelen hediyelerin açıldığı… obalara, oymaklara saadetler saçıldığı… sevinçten kanatlanıp uçulduğu gün, Osman Beğ Gazi'nin söyledikleridir...
11. age., s. 266 12. age., s. 267 13. Alp-Erenler Destanı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s.1.
Nâmımız seyfullah yazıldı Arş'a, Hiç yakışmaz bize niza eylemek. Gayemiz îlâyı Kelimetullah, altında gazâ eylemek. 76
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
yurmaktadır: "Mal ve canlarını feda ederek din düşmanları ile, Allah rızası için cihat eden Müslümanlar, oturup, ibadet edenlerden daha üstündür." (Nisâ, 95) Peygamber Efendimiz de, hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir.” “Kim İ’lâ-yı Kelimetullah için harp ederse, o, Allah yolunda savaşmış olur." Bu noktada bir hususu daha belirtmekte fayda görmekteyim. Necip Fâzıl'ın "Büyük Doğu Marşı" başlıklı şiirindeki:
Herbir ibâdetin tehiri mümkün, Mümkün mü gazâyı kazâ eylemek? (...) İşimiz, insanı cümle mahlûkat, İçre en şerefli âza eylemek. Müslim, gayri müslim tebaamızı, Adâletle dizip, hiza eylemek. (...) Yoktur töremizde, hem dinimizde, Canlı bir nesneye ezâ eylemek.
"Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un! (...) Nur yolu izinden git, KILAVUZ'un!"[17]
Lâkin, elbet vardır, ezâ edene, Hak ve hukuk üzre cezâ eylemek. Muhammed ümmeti olmanın kavli, Her bir işi, O'na seza eylemek. Türkmenlik değildir, bilinmiş ola, Kını kılıçlara koza eylemek. Rabbin buyruğudur, Oğuz nesline, Hakk'ı, yeryüzüne fezâ eylemek. Maksat, gönülleri İslama açıp, Hak'dan bir güzelce rıza eylemek." [14] Şair; bütün niyetini zaten ilk iki beytinde ortaya koymaktadır. Bu; tarih boyunca böyledir. "Seyfullah/Seyfüddin"; "Allah'ın kılıcı, Allah'ın rızasını kazanmak için çekilmiş kılıç, bu yolda savaşan, cihat eden kahraman"[15] demektir. “Cihâd; Allah yolunda O’nun ismini yüceltmek, İslam dinini yaymak için; can, mal, söz, neşriyat ve diğer vasıtalarla çalışmak, gayret göstermek, muharebe etmek, gazâ"[16] etmektir ki, buna da, “İ’lâ-yı Kelimetullah" denir. Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbimiz şöyle bu14. Alp-Erenler Destanı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, age., s. 55- 57. 15. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, s. 1096. 16. Dînî terimler Sözlüğü , Cilt: 1, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul, s. 71.
mısralarıyla, Gençosmanoğlu'nun mısraları arasında çok yakın bir fikrî münasebet bulunmaktadır. Îlâ-yı Kemiletullah" aşkı, azmi ve vazifesi, Necip Fâzıl'da olduğu gibi, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nda da, mensubu bulunduğu "Oğuz'un nesline" verilmiştir. Bu vazifeyi, bir mesuliyet aşkı ve ülküsüyle yüklenmekten iftihar edilmektedir. Bu da, Türk milletinin, Eshâb-ı Kirâm'dan sonra, İslama en çok hizmet eden millet olma şerefini sürdürmesinden ve sürdürecek olmasından ileri gelmektedir. Alp-Erenler'in destan şairi, bütün benliğinde hissettiği bu hususları, gelecek nesillerimize nakletmenin ferahlığını yaşayarak, sarsılmaz bir iman, büyük bir şeref ve üstün bir bediî ifadeyle bu sahadaki ‹Üstâd’lığını göstermektedir. Şair, "Geçmişi öğren”mek, "anayurtları gez"mek, "öldür”en "tasa"yı keşfetmek için maziyi kolaçan etmekle kalmaz, tarihi didik didik etmektedir. Bunun için; bizi, "özü”müzden "vuran düşmanın", "yine, bugünkü, aynı düşman" olduğunu hatırlatarak, "düşünceye dal"makta / daldırmakta'dır. "Düşünceye dal"mak; uyanmak/ uyandırmak / uyandırılmak; kendine gelmek / kendine getirmek / kendine getirilmek demektir. ■
17. Çile, Necip Fâzıl, b. d. yayını, İstanbul 2005, s. 396.
77
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Esma'nın gözleri NECATİ KANTER
P
altosunun yakasını kaldırdı, beresini başına geçirip burnuna kadar çektiği yün atkısıyla yüzünü iyice sarıp sarmaladı, geçmişin tüm anılarını da evde bırakıp kapıyı çekti. Seher vakti. Sokaklar bomboş. Ne yağan kara ne esip savuran rüzgâra ne de köpeklerin havlamalarına aldırdı; yürüdü. Canlılık belirtisi yalnız beyaz giysilerine bürünmüş ağaçlar, bir de köpek havlamaları. “Alo!” “… !” “Na’pıyorsun baba?” “İyiyim oğlum sen nasılsın?” “Na’palım iş güç uğraş, bilirsin işte!” “Bilirim evladım bilirim. Ee... Gelinim nasıl? Ya o biricik torunum? “Gelmiyor musun?” “… !” “Baba!...” “… !” “Duyuyor musun beni?” “… !” “Bırak bu inadı.” “Anneni nasıl burada bırakıp da…” “Baba yapma böyle. “… !” “Biz de özlüyoruz onu.” “… !” Gözleri boşlukta dondu, yeniden duydu oğlunun sesini. “Baba, yapma böyle!” Işıltılı, duru, sıcak bir gülümseme yayıldı adamın yüzüne. Dün akşam mı, bir evvelki mi, günler, haftalar, ya da aylar önce mi duymuştu oğlunun telefondaki bu çağırısını? Kendi iç sesi mi, içinde depreşen bir özlem mi, bir düş mü? Dudaklarında belli belirsiz bir kıpırdama: “Biz de özlüyoruz onu.”
78
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Kar yağıyor, adam yürüyor. Öylesine yavaş, yüreği acılı… Görünürde ne bir otobüs ne de bir taksi. Yolları kaplayan karın üzerine düşürdü yüreğindeki sancıyı, paltosunun içine gömüldü. Elleri ceplerinde, kamburunu çıkardı, gözleri uzaklara daldı. İçindeki bütün resimler parça parça bütün sesler dağınık. “Hadi baba!” “… !” Kar yağıyor, adam yürüyor. Otogara ne zaman geldi? Yaya mı, taksi ile mi otobüsle mi? Gerçekten çıkmış mıydı evinden? Düş müydü? Dönmeyecek miydi bir daha? Tüttüremeyecek miydi bacasını? Ne yana dönse, ne düşünse eşi dikilirdi karşısına. Yalnız değildi evinde. Ama burada, bu kalabalıkta bir başına… Öylesine çaresiz, eli kolu bağlı, mahzun... Daha şimdiden özlemişti evini evdeşini. Onunla ve onun eşyalarıyla konuşmak bir alışkanlık, alışkanlıktan öte bir tutku hâlini almış, onsuz ve onlarsız olamamıştı yıllar yılı. Hep o vardı yanında. Bir gölge gibi… Attığı her adımda, aldığı her nefeste… Dayanabilecek gücü bulabilecek miydi onsuzluğa? Otogar hınca hınç insan… Ama o yalnızdı. Yüreğine oturmuştu onsuzluk. Otobüsün kalkış anonsunu dinlerken elindeki biletine uzun uzun baktı, avucunun içinde sıktı, buruşturdu, bir daha baktı, sonra attı. Geri döndü. Tuttu evinin yolunu. Kar yağıyor adam yürüyor. Öylesine yavaş, yüreği acılı… Yine o ses: “Yetmedi mi bunca yıl bir başına…” “… !” Gün bitimiyle kar durdu, rüzgâr sustu. Ayaza çekti hava. Mezarlığa düştü yolu. Karanlığa dalıp mezarlar arasında kayboldu.
Gecenin ikinci yarısı: Evinin önündeydi adam. Aralı duran bahçe kapısından içeri girdiğinde bir an durdu, ak giysiler içinde kendisini bekleyen servi ağacına baktı. “Gitmedim, seni bir başına bırakıp gidemedim.” dedi. Derin bir iç çekişin ardından ellerini hohladı, anahtarı deliğine sokup usulca çevirdi. Kapı açıldı. Kutsal bir eşiği geçer gibi geçti eşikten. Elektrik düğmesine dokundu, oda aydınlandı. İçine işlemişti ayaz. Ağırlaşmış ıslak paltosunu çıkardı, oturma odasına geçip sobayı tutuşturdu, demliği üzerine koydu. Her vakit olduğu gibi yine iki bardak koymuştu masaya. Boştu bardaklardan biri… Ard arda içtiği üç bardak şekersiz demli çay ciğerindeki buzları eritmeye yetti. Uzun bir yol yürümüş, yorgun düşmüştü. Kanepeye uzandı. Gözkapakları ağırlaştı, yumdu gözlerini. Yarı uykulu yarı uyanık… Kısa aralıklarla dalıyor, uyanıyor, yeniden dalıyor. Oğlunun sesi yumuşaktı bu kez. Fısıltılı, kısık: “Baba! Bırak bu inadı!” Ürperdi adam: “Ya annen?” Kalktı. Pencereye yöneldi. Koltuğu kenara itti, tül perdeyi sonuna kadar açtı. Camın buğusunu perdenin eteği ile sildi, evinin önündeki küçük bahçedeki ak giysiler içinde kıpırtısız duran servi ağacına uzun uzun baktı. Her gün her gece onunla konuşur, şiirler söyler, onun öyküsünü yazmaya çalışırdı. Ne söylediği şiirler ne yazdığı öyküler ne de dinlediği şarkılar anlatabiliyordu onu. Aylar devriliyor, yıllar akıyor, başarısız kalıyordu onun öyküsünü yazma çabaları. Bölük pörçük dağılmış tespih taneleri gibi... Toparlamak istiyor, beceremiyor. Bir yanı eksik kalıyor, yeniden yazıyor, getiremiyordu öykünün sonunu. Yazdıklarından çok yazamadıklarıydı onun öyküsü. Perdeyi kapadı, sandalyesine oturdu. Başı avuçlarında gözleri boşlukta… Masanın üzerinde duran albüme takıldı, daldı. Usulca araladı albü-
79
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
mün kapağını, siyah beyaz eski bir aile fotoğrafına odaklandı. Uzun uzun baktı bu donmuş karenin içindekilere. Beş kişilik bir aile fotoğrafıydı bu. Esma’nın yaş gününde çekilmişti. Gözleri gözlerindeydi karısının. Elâ, mahzun bakışlarında… Derin bir iç geçirdi, doluktu. Bir kıpırdama oldu. Dalgalandı resim. Fırtınaya yakalanmış bir yaprak gibi titredi adam. Aklı başından gitti. Soğuk bir ter bastı bedenini. Alnını karıştırdı, gözlerini ovdu. Uyuşmaya başlayan ellerinin ayaklarının canlık belirtisini duyumsamak için ayağa kalktı, sendeledi.’Tansiyonum’ dedi, duvara yasladı sırtını. Açtı, yumdu avuçlarını. Çömeldi, kısa bir süre sonra ağır, devinimsiz denilecek kadar usulca kalkıp odanın içinde gezindi, mutfağa geçip başını musluğun önüne dayadı. Aynaya baktı, solgun bir yüz; iri iri bakan bir çift göz… Yüzünde kan çekilmiş, küle dönmüştü benzi beti. Elleri böğründe öylece kalakaldı. ‘Deliriyor muyum?’ diye geçirdi içinden. Telaşlandı. Üst üste iki bardak su içti, oturma odasına geçip yeniden oturdu masanın başına. Çok uzaklarda kalmış bir düşü yaşıyordu sanki. Bilinmedik sesler, uğultular gezindi evin içinde. Netleşti sonra sesler. Onun sesiydi bir duyulup bir yiten… Tanıdık bildik… Bir şeyler anlatmak istiyordu kadın. Buruk bir tebessüm uçtu dudaklarında kadının. Gizemli, alıngan bir fısıltı: “Niçin gitmedin?” İrkildi adam. Utandı. Gözlerini iri iri açtı. Şaşırdı. Birbirine karıştı eli ayağı. Ne söyleyeceğini ne demesi gerektiğini, nasıl yanıtlayacağını bilemedi. Dilinin ucuna kadar gelip de söyleyemediği kelimeleri toparlar gibi oldu, yutkundu… Aradığı sözcüğü bulmaktan umudunu kesince kollarını iki yana açtı, alt dudağını büzdü, sustu. Eşinin sevgiyle kendisine bakışına daldı, naz yapışını, sitemini, titizlenmesini, huysuzlanışını, inadını bile özlemişti sanki. Söylediklerini kabullenmemiş gibi görünse de son söz onun olur, sonunda hep o haklı çıkardı. ‘Git’! diyor. Tedirginlik sesine yüklendi adamın. Ağzının içinde mırıldandı: “Ama sensiz?...” Bu kez kadının sesi daha buyurgan ve duru: “Git!”
Bir burukluk çöktü içine. ‘Ne zaman gidecek gibi olsam, sana olan sevgimden bir parçanın eksileceğini düşündüm.’ diyecek oldu boğazında düğümlendi kelimeler. Mahcup edasını takındı, boyun büktü: “Bu ev, sen! Anılarımız?” Sert bakışlarıyla adamı süzerken kaşları çatıktı kadının. Sesi titrek, yüzü solgundu. Gücenik bir sitem gizliydi sesinde: “Ben de anılarımız da Esma’nın yüreğinde saklı.” “Esma’nın?” Güldü kadın. Bu kez sesinde kadife gibi bir yumuşaklık, rahat, kendine güvenen bir duruşu vardı. Güldükçe ağzında bir sıra inci dizildi, gamzeler oluştu yanaklarında. İlk bakıştıkları, ilk tanıştıklar gün gibi… Adam konuşmak için yeltendi, işaret parmağını dudaklarına götürdü sus işareti yaptı kadın. Sonra bakışları biraz daha yumuşadı, hiç eksilmeyen her zamanki o vakur tebessümü ile süslenmiş dudağında bir dua gibi döküldü sözcükler: “Git! Git!” Mutlu bir gülümseyişi vardı. Ne demişti de sözü yerine gelmemişti ki? “Git, onun gözlerinin içine bak!” “Onun?” Yüzü birden değişti kadının. Ciddi bir tavır takındı, sesinin tonu değişti. Diklendi: “Dememiş miydin senden almış gözlerini Esma?” İrkildi. Sayıklar gibi yineledi karısının dediklerini. “Senden almış gözlerini Esma.” Birden düşten uyanır gibi kendine geldi adam. Bir an delirdiğini ya da bunadığını sandı. “Hay Allah! Yaşlılık işte…” dedi, gözbebekleri irileşti, tuhaf tuhaf bakındı etrafına, sonra yeniden odaklandı siyah beyaz bu aile fotoğrafına. Oğlunun yalvaran sesi yankılandı bu kez: “Hadi baba!” Bir düşten kopuşun yeniden ona dönüşün mutluluğunu yaşıyordu adam. Esma’nın munis, tatlı sesi: “Dede!” Gelinin kibar, saygılı sesi:
80
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
“Kaç yıl oldu sen hâlâ…” Odanın duvarlarına çarpan sözcükler kulaklarında yankılanıyor, sesler bazen zayıflıyor, anlaşılmaz oluyor, kayboluyor, yeniden netleşiyor. “Hadi baba!” “Hadi!...” Göğsü daraldı. Yüzünde seğirmeler, bedeninde sarsılmalar oldu. Bir şey söylese büyü bozulacakmış gibi, susuyor, sustukça göğsü daha hızlı vuruyordu. Bir sancı saplandı böğrüne. Ölüm meleği zemheri ayının soğuk ve karlı bir günde karısının göğsüne oturduğu gün gibi… Ellerinin titrediğini gözlerinin giderek buğulandığının ayırımına vardığı an, resim düştü elinden. Eğilip alma gücü bulamadı kendinde. “Hadi baba!...” Panikledi adam. Kendi iç sesi miydi? Yanıp sönen bir yanılsama mı? Korku ve haz karışımı bir duygu sardı yüreğini. Gecenin sessizliğinde gözlerini kapatıp uzun süre dalıp gitti. Gözkapakları düşerken belli belirsiz bir tebessüm yayıldı yüzüne. Fısıldadı: “Esma’nın gözleri?” Zaman aktı bir mevsim daha geçti. Kış geldi, kar indi. Gördüğü düşler, duyduğu sesler, vehimler sıklaştı. İçeride gürül gürül yanan bir soba, sobanın üzerinde fokurdayan demlik, buğulu bir pencere, dışarıda lapa lapa yağan kar ve bahçede üzerinde ak giysiler içinde kendisine bakan Servi’nin mahzun duruşu. Masanın başına oturdu. Mahcup, suskun, düşünceli... Gözlüğünü taktı. Kalemi eline aldı, önüne çekti defterini, anlamsız kelimeler, bir biri ile bağlantısız cümleler yazdı. “Belleğinde kurguladığın, yazmaya çalışıp da bir türlü sonunu getiremediğin öykümüze son noktayı koyabilmenin sancısını dindirebilmek için daha kaç zemherinin devrilmesini bekliyorsun?” Kulağı ile değil yüreği ile duydu onun sesini. Düştü kalem elinden.
Bu yıl daha bükülmüştü adamın beli. Dizlerinin bağı çözülmüş, kalbi zayıflamış, alnındaki çizgiler sürülmüş bir tarla gibi belirginleşmiş, derine düşmüştü göz çukurları kör bir kuyu gibi. Ne uzağı seçebiliyordu ne yakını. Üstelik romatizmaları da iyice azmıştı. Hâlsiz ve takatsizdi. Ama mutluydu adam evinde. Dayanacak gücü, kalmasa da… Onunlaydı… Bir sabah fecrin ilk ışıklarıyla onun sesiyle uyandı. “Seni bekliyor Esma…” “… !” Birer birer dolandı evinin odalarını. Birlikte okudukları kitaplara, beğendikleri, sevip kullandıkları eşyalara son bir kez daha dokundu, bir kez daha konuşmak istedi onlarla. Tuhaftı bu kez her şey… Susuyorlar. Ne bir sözcük ne bir ses... Taştan ses çıkıyor ses çıkmıyordu onlardan. Ne karısı ne de dokunduğu eşyalar. Adam kırgın; dostları suskun... Çekti kapıyı çıktı. Bahçede kendisi ile vedalaşmak için bekleyen serviye baktı, buğulanan gözlerini elinin tersi ile ovdu, ‘Elveda!’ diyebildi sadece. Paltosuna bürünüp iki büklüm koyuldu yola. Kar yağıyor, adam yürüyor. Öylesine yavaş, yüreği acılı… Gün ikindiye ulaştığında başka bir kentteydi adam. Oğlunun evinin önünde… Bastı zile… Başı yerde öylece durdu. Sabırsız, tedirgin, telaşlı… “Ben geldim”, diyecekti, “Özledim.” diyecekti… Bir daha bastı. “… !” Kapı usulca aralandı, ‘Dedeciğim’ sesinin ardından güzeller güzeli biricik torunu Esma’ya sarılırken onun gözlerinde yakaladığı karısının gülümseyen ışıltısını gördü. Sevincin ve hüznün soluğunu yüreğinde duyumsadı adam. Bir fısıltı yankılandı kulaklarında: “Esma’nın gözleri!...” ■
81
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Bir ömrün sonunda arzu SERHAT IŞIK
B
ir gün ölüm döşeğine düşersem gel ve bana hakiki şiirler oku sevgili dostum. Şiirler öyle kolay anlaşılır olmasın. Alnımın derisini kırıştıran cinsten olsun. Önce bir duvara çarpmış gibi hissedeyim kendimi, sonra yavaş yavaş sarsın beni. Ne demek istediğini tam anlayamasam da dinginleştirsin, bir ağrı kesici etkisi yapsın. Kulaklarımdan üfle onları. Hücrelerime yayılsın yavaş yavaş. Niye şiir okumanı istiyorum biliyor musun? Çünkü bana dua gibi gelir hep. Hafif, rahatlatıcı, kuşatıcı… Benim ilacım şiir. Onu üretemesem de tüketen, onunla yaşayan biriyim ben. İnsanın ve yaşamın formülü de denklemi de çözümü de onda gizli. Bunu yap sevgili dostum. Buna ihtiyacım var. Hep güzel şiirler yazmak istedim ama yapamadım. Yazdığım her şiir sığ geldi bana. Derinliği göremedim onlarda. Katmanlı olmalıydı şiir. Herkes algı, sezgi gücüyle bulabilmeliydi bir şeyler. Ama olmadı. Yapamadım. İnsanın ve evrenin genetik şifrelerini şiir aracılığıyla çözemedim. Demek ki şairlik geni yoktu bende. Müteşairlikten öteye geçemedim anlayacağın. Sevgili dostum! Çocukluğumuz beraber geçti bilirsin. Sen çocukken de şairdin aslında. Kuşları, köpekleri bir başka severdin. Rüzgârı bir başka kucaklardın gözlerini kapayarak. Bir şeyler var derdin. Görünmez ama var tılsımlı bir şeyler. Her şeyin bir öyküsü olduğu gibi, şiirin de vardı ve sen bunu seziyordun. Bense sezer gibi yapıyordum. Lisedeyken yazdığımız şiirleri birbirimize okur ve onları eleştirirdik. Ben hep senin şiirlerini beğenirdim ama hiçbir zaman öyle şiirler yazamadım. İçten içe imrendim sana. O zaman söyleyemedim. Zamanı gelince kendi söyletiyor zaten. Sen hep benden daha güzel
baktın, benden daha güzel gördün, daha güzel sezdin, daha güzel yazdın. Ben hep dışarıdan baktım sevgili dostum. Kıskandım seni, kıskanmadım değil ama art niyet filan da yoktu inan. Hayranlıkla karışık bir şeydi benimki. Kendimi eksik hissederdim ama eksikliğin ne olduğunu bilemezdim o zamanlar. Sonraları anladım ki görmeyen gözlerimle iyi bir nişancı olmak istemişim. Pek mümkün olmayan bir şey. Ağrılarım iyice arttı. İğneler, haplar sakinleştirmiyor artık beni. Şiir okuyorum ben de. Doktora söyledim zaten. “En iyi sakinleştirici, şiirdir.” diye. Biraz şaşkın gözlerle baktı ve gülümsedi. “Edebiyatçı mısınız?” diye sordu. Hayır, dedim. Sadece şiiri seviyorum. Dünyanın gizemini orada buluyorum dedim. Gülümsedi ve falanca ilacı sabah tok karnına filancayı günaşırı al deyip gitti. Şiirden anlamayan nesle aşina değiliz, derdik seninle. O anda bu hastane, doktor, ilaç bana anlamsız geldi ve kaçtım oradan. Epeydir de uğramıyorum. Uğramam da zaten. Sevgili dostum! İyi bir edebiyat öğretmeni olduğundan eminim. Çocuklar çok şanslı. Dostum bir gün derse gir ve yoklamayla şunla bunla uğraşma, çocuklara şunları haykır: Dünyadan şiiri çıkarın, geriye ne kalır? Koca bir hiç. Dünyayı kurtarırsa şiir kurtarır. Şiirdir her şeyin başı sonu. Şiir, barıştır. Şiir, merhamettir. Şiir, kardeşliktir. Şiir, masumdur. Katiller, şiir sevmez. Şiir okuyan adam katil olmaz, de. Sınavda da bunları sor. Şiir sevenleri sınıfta bırakma. Güzel dostum bu sefer mektubumu kısa tutuyorum. Sana sık sık yazacağım. Hastalığım ilerlediğinde lütfen mektubumun ilk cümlesini hatırla. Şimdi çay demlemem lazım. Ben çaysız da yapamam bilirsin.■
82
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Ali Akbaş/1942
Her sanatçı, mizacı ve hayat görüşü doğrultusunda kendisine has bir üslup geliştiriyor. Güzele gidişin yolu tek değil. Onun için de şiirin belirli bir tarifi yok. Ben de yalın, sade bir söyleyişin peşindeyim. Ne kadar başarabiliyorum bilmem, ama bir sehl-i mümtenî arayışıdır bu. Daha çok naif resme benziyor. Sesimi yükseltmemeye, büyük konuşmamaya, fazla süslenmemeye çalışıyorum. Şairaneliğe, kof romantizme düşmeden şiir yazmak istiyorum. Naif olayım derken, bayağılığa düşme tehlikesi de var tabii. Fakat siz bu yalın söyleyişte başarılı olsanız bile süslü, tantanalı bir söyleyişe alışmış olan kulaklar sizi yanlış anlayabilir, yadırgar. Zira bizim çok sanatlı ve heybetli bir klasik şiirimiz var. Milletin şuuraltıda hâlâ o sesler uğulduyor. Ama oraya yükselen eskiler, Dede Korkut ve Yunus Emre gibi sağlam ve reel bir felsefî zeminden yola çıkmışlardı. Yani stilizasyon ve deformasyon suyun kaynaya kaynaya buhara dönüşmesi gibi bir şey. Daha sonraki asırlara rastlar. Oysa artık kitleleri coşturan o iç rüzgârının dindiği bir soğuma devrini yaşıyoruz. Bastığımız sağlam zemini kaybettik. Yer ayağımızın altıdan kayıyor. Tekrar kendimizi ve eşyayı tanıma talimleri yaparak yere sağlam basmayı öğrenmeliyiz. “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.” derken Yavuz, samimiydi. Başkaları böyle konuşsa komik olur. “Oturduğun ahır sekisi, söylediğin İstanbul türküsü” derler adama. Sahte bir âşığın serenatları, profesyonel bir dilencinin sızlanmaları ancak nefret uyandırır. Sarhoş masalarına çerez olacak süslü sözlerden ve boşboğazlıktan başka bir şeydir şiir; hayata nispeti vardır. Haşim’in ifadesiyle, onun bir titrek sudaki aksi gibidir. İşte Orhan Veli, haklı olarak bu kof romantizmle savaşıyor ve bir sahte duyarlığa karşı çıkıyordu. Ama o da her savaşçı gibi ifrata düştü.
Şairaneliği kovayım derken zaman zaman şiiri de kovdu. Onun için şiirinden çok, misyonu önemlidir Orhan Veli’nin. Onun için ben yine “söğüt ve serçeden “ başlıyorum işe. Rilke gibi veya bir çocuk gibi görmeyi öğreniyorum. Çevreyi tanımaya çalışıyorum. Eşyayı tanıdıkça hayranlığım artıyor yaradana. Nesneleri en şaşırtıcı, en umulmaz yanından, bir idrak kamaşmasının ardından yakalamaya çalışıyorum. Çocuksu bir algılama yanı bu. Sponten (kendiliğinden) olduğu kadar da felsefî. Süsü, şiiriyeti, üsluptan alıp eşyaya, objenin kendisine, onun hâllerine yüklüyorum. Yer yer biraz küt ve hantal, fakat bilerek yapılmış primitif bir estetik bu. Daha çokta empresyonist bir tavır. Şiir dünyam da bunu gerektiriyor. Köyü, köylüyü; otu, böceği, çiçeğiyle bozkırı iyi tanıyorum. Zor bir hayat var orada. Uzaktan bakanlar ya çok tozpembe anlatmış ya siyah gözlükle bakmışlar. Biraz da ideolojik tutumları yüzünden olmuş bu. Ben sanata böyle ucuz bir araç gözüyle bakmıyorum. Sanat da kurtarılmak istenen diğer müesseseler gibi, ilim gibi, ahlâk gibi, iktisat gibi, hukuk gibi bir sosyal müessesedir. Şiire mesaj girecekse çayda şeker gibi erimiş hâlde girmeli. Ona taşıyamayacağı yükler yüklenmemeli. Bir ilim adamımızın deyimiyle “Allah nesir diye bir şey yaratmış.” Bu tür ihtiyaçlar için makale ne güne duruyor... Eline kalem almaya görsün; âlimin kötüsü şiire, şairin kötüsü ilme sarılır hemen. Ama Yahya Kemâl, Ahmet Haşim ve Tanpınar gibi büyük sanatçılar, şiirin de nesrin de haysiyetini korumuş ve her iki türde de başarılı eserler vermişlerdir. Sanatçılar mizaçlarına ve ilgi sahalarına göre konuları da paylaşıyorlar. Ben de slogana düşmeden Anadolu’yu ve insanımızı anlatmak istiyorum. Bugüne kadar birçok sanatçıya konu olmuş Anadolu. Meselâ bir suluboya peyzaj gibi yalın ve zarif üslubuyla beni çok etkileyen Cahit Külebi var. O da benim gibi bozkıra neşideler diziyor. Kuşu, böceği, çiçeğiyle çok iyi tanıyor yurdumuzu. Ama ben buna bir de metafizik boyut eklemek istiyorum. Anadolu’yu, Hint’i anlatan Tagor gibi anlatmak istiyorum. Ama bu bir ideal tabii; ancak oraya doğru koşulur. Bence bu yerleri iyi anlatan sessizliğin sesi olacak,
84
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Şöyle geriye doğru baktıkça eksiklerini daha iyi anlıyor insan. Masallarımızdaki ve destanlarımızdaki sonsuzluğu ve heybeti, klasik şiirimizdeki ihtişamı anlamak istiyorum. Yahya Kemal ve Bakî’deki disiplini, Haşim ve Fuzûlî’deki lirizmi, Âkif ’teki tevazu ve feragati Karakoç’lardaki imaj zenginliğini Esendal’ın hikâyelerindeki sihirli yalınlığı, Batı edebiyatındaki reel idrakini kavramak istiyorum. Nurettin Durman/1945
Şairin kendine dair bir dünyası var, bir yaşadığı hayatı. Doğal seyri içinde şairi, kendinden yola çıkarak oluşturur şiirini. Kendi hayatı, çevresi, düşünce dünyası hepsi ne yapıp eder bir şekilde şiirine girmiş olur. Veya şiiri ister istemez bir şekilde öyle bir iştiyakla yapışır yakasına şairin. Şairin hayatı şiiridir diyebiliriz. Çünkü yaşadığı bir şeydir nihayetinde zihninden kopup mısralar hâlinde şairin diline düşmüş olan. Bir de kendine hayal dünyası kurup hayatında veya diğer hayatlarda gerçeği olmayan kurgusal şeylerin peşinden gidiyorsa şair, o da kendi bileceği bir şeydir… Şuara suresinin son ayetleri bize mükemmel bir şekilde yol gösteriyor. Buyurun hangi tarafı seçeceksiniz: Başıboş gezip yapmadıklarınızı yaptık mı diyeceksiniz, yoksa iman edip salih bir yolda işler mi göreceksiniz? Bu ayetler ışığında düşündüğümüzde evet, şairin şiiri hayatına dâhildir ve yazdıklarından, şiir diye ortaya çıkardıklarından sorumludur. Onun da hesap gününde hesabı vardır… İşte burada bize yapılmış olan, yani biz şairlere yapılmış olan ithafın ağır yükünü üzerimize mi alacağız şiir yazacağız diye, yoksa son ayetin bize sunduğuna mı itibar edeceğiz? Yani neticede biz şairler masum, dokunulmaz insanlar değilizdir. Bu hakikatler ışığında baktığımızda şairin şiiri hayatına dâhildir… Öyle de yazsa dâhildir böyle de yazsa dâhildir… Şiir boşa söylenmiş bir şey olmamalı. Hem hayatımızla ilgili olmalı hem de diğer hayatlarla bir ünsiyeti bulunmalı. Yaşananların bir toplamı olacak hâliyle. Bu toplam içinde payımıza ne düşecek acaba. Şairin doğru bir tanımla şiiri hayatına dâhil
olmalı. Bütünü sorumluluk olarak kabullendiğimizde bizden sadır olacak şeyler zaten kendiliğinden yerini bulmuş olacak hayatımızda. Nihayet rüyalarda tüketmiyoruz ömrümüzü. Yaptıklarımızın bir işe yaraması gerekiyor ki boşa yaşanmış olunmasın. Yazdıklarımızın da bir hesabı olacak elbet. Neticeyi kelam: Mısra’sı olan şiiri seviyorum. Rahat okunmasını arzu ediyorum. Akıcı olmasını istiyorum. Bir anlamı olsun, boşa söylenmesin. Lezzeti ve izzeti olsun istiyorum şiirimin. Suphi Saatçi/1946
Yaşadığımız topraklarda büyük acılar çeken bir topluma mensup olduğum için millî duyguları okşayan ve heyecan aşılayan şiirlere eğilim gösterdim. Benim şiirlerim daha çok memleket hasretiyle, Türkmenlerin yaşadığı acılı ve çileli yılların üzüntüsü ile dile gelen mısralardır. Şiirde iki zengin kaynaktan beslenmeye çalıştım. Bu kaynağın biri halk şiiri hazinesi, diğeri ise klasik şiir geleneği olan divan edebiyatıdır. Türk halk şiiri, edebiyatımızın en bereketli ummanı sayılır. Zengin bir halk şiir geleneğine sahibiz. Anonim ürünler yanında Yunus Emre, Dadaloğlu, Köroğlu, Pir Sultan Abdal ve Âşık Veysel gibi zirveler var. Türkçenin güzelliğini terennüm eden Faruk Nafiz Çamlıbel, Arif Nihat Asya, Necip Fazıl, Cahit Sıdkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas gibi şairler, bu bereketli toprakların ürünüdür. Divan edebiyatı, medeniyetimizin en nadide müzesidir. Bu zengin medeniyet yüzlerce yıl içinde oluşmuştur. Şiirin ve şiiriyetin ne olduğunu anlamak için, divan edebiyatını bilmek gerekir. Bu edebiyatın tadına varmadan ve bu gelenekten beslenmeyen şiirde bir eksiklik bulunur. Şuna da inanıyorum ki, divan şiirini ve hatta hece veznini bilmeyen bir şair, serbest şiirde de başarılı olamaz. Edebiyatın en güzel ve en zor dalı olan şiir, insanlığın en büyük buluşlarından biridir. Şiir evrensel bir çığlık gibidir. Şiir insan hayatının konforu, yaşama anlam kazandıran sihirli bir dünya…
85
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Ahmet İnam/1947
Elli yıldan fazladır şiirle yürüyorum. Cemal Süreya’nın, Behçet Necatigil’in teşviklerini aldığım dönemlerde yazdıklarımı unuttum. Destanlardan, tekerlemelerden, bilmecelerden, türkülerden, şarkılardan, halk şiirinden, divan edebiyatından beslendim, beslenmekteyim. Dünya şiirini anlamaya çalışırım, özgün dillerinden okumaya çalıştıklarımdan sarsıldığım olmuştur. Şiir diye yazdıklarım mahcuptur. Hüseyin Cöntürk’ten “hep aynı şeyleri” yazdığımı öğrendiğimde, kimi şair arkadaşlarım yazdıklarımın şiir olmadığını söylediklerinde çok utanmışımdır. “Şair gibi yaşamıyorsun Ahmet.” demişimdir, kendime, “şiiri unut!” Unutmaya çalıştım. Şiir utandığım çıplaklığım oldu. Eleştiri, deneme, öykü, roman yazdım. Şiiri düzyazıda gizlemeye çalıştım hicabımdan. Dalga geçer biçimde manzumelerle bastırdım şiir dürtümü. Altmış beş yaşımda iki aya yakın kalbimdeki sorunlardan kaynaklanan hastane yaşantımın ardından yaşadıklarım, kurutmaya çalıştığım şiir pınarını yeniden fark etmeme yol açtı. Arayan, arayacak olan biriydim. Bu kültürün Türkçeden düşünce bahçesinde gönlünü arıyordum. Şiir beni alıp öteye götürüyordu. Şiirle sürüklenmekten yıllarca ürktüm. Demek ki yaşamaktan korkmuşum. Hâlâ korkarım. Onun için kendime şair değil, şiirci, manzumeci, kimi zaman müteşair derim. Saf, temiz, sade bir anlatımı arıyorum. Yunus’un yolcusuyum. Derin ve yoğun yaşantıları basit bir dil ve biçimle söylemeye gayret ediyorum. Ben nasıl eksik, özürlü bir insansam yazdıklarımın da olabildiğince yalansız riyasız olmasını isterim. Duygu patlamalarıyla yazmam. Kuru düşüncelerden, didaktik söyleyişlerden, göze kulağa hoş gelip okuyanı ele geçirmeye çalışan “retorik” deyişlerden uzak kalmaya çabalarım. Çit şiirin ardındayım. Çit bir sınırı işaret ediyor. Engeli gösteriyor. Dilin, hayatın engellerini aşmak isterim, bu engellerin içinde kalarak. Bağıran, hava atan, teori ile yoğrulmuş şiir
uzağımdadır. Şiir söylemek bir göze almadır. Bela hep vardır. Şairler çarşısında en alt katta bir dükkâncığım var. Çoğu kez kepenkleri kapalıdır. Ölmemişsem içeride çalışıyorumdur. Kapıyı çalana selamım olur. Metin Önal Mengüşoğlu/1947
Altmışlı yılların başından bu yana yoğun bir biçimde şiir okuyorum. İlk gençlik hevesiyle altı yedi defter dolusu aruz ve hece vezniyle şiirler karaladım o yıllarda. O dönem yazdıklarımı sonraki yıllarda ardı ardına yayımladığım altı şiir kitabımın hiçbirisine
almadım. Ne zaman, nerede başladım, neden böyle yaptım diye düşününce birkaç temel faktörün benim bu temayülümde rol oynadığını görüyorum. Çocukken Harputlu anneannemin dizi dibinde onun kırık Harput hançeresiyle gerçekleştirdiği Kur’an tilavetinden müthiş zevk alırdım. Bu yetmezdi o, yine aynı hançere ve hem de aynı teganni ile Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut, Siyeri Nebi ve Mevlidi Şerifi okurdu. Gerek Kur’an gerekse öteki kitaplardan zihnimde, dimağımda ve kalbimde hangi mananın izi kalmış olabilir? Besbelli ki bende yalnızca İlahi Kelam’ın okunuş şekli de dâhil olmak üzere bahsini ettiğim bu metinlerin şiiri ve melodisi kalmıştı. Bütün ömrüm en sevdiğim toprak olan Harput’a hasretle geçti. Göbeğim oraya gömülüydü, hemen her yıl kısa aralıklarla, daha şehrime ve insanlarına doyamadan ayrılmak zorunda kalırdım. Yöremin türkülerinin bende bıraktığı derin duygu yoğunluğunu da unutamam. Babam, gençliğinde güzel Osmanlıcasıyla bir defter dolusu şiirler yazmıştı. Erken yaşlarda Osmanlıca öğrenip onları da söke söke okumaya çalışmıştım. İlk mektep yüzünü Diyarbakır’da gördüm. Ardından Malatya’da orta ve liseyi okudum. Mektep arkadaşlarıma göre ben kentsoylu birisiydim. Çünkü biz Harputlular köylü değilizdir. Kışın Harput’ta yazın ise Buzluk’taki bağda minik bir çiftlikte yaşayan insanlardık.
86
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Kentsoyluluğu şu sebeple söylüyorum ki okuduğum mekteplerdeki sınıf arkadaşlarımın çok büyük bir kısmı köylü veya kenar mahalle çocuklarıydı. Hele Diyarbakır’da Türkçe bilmeyen, köyden yeni gelmiş ve yaşları benden iki misli büyük çocuklarla beraberdim. Okul hayatını hiç sevmemiştim. Neredeyse bütün derslerim kötüydü. Ne var ki Türkçeyi kullanmadaki maharetim, klasik Türkçe şiirleri aruz veznine itina göstererek okuyuşum mektep hayatımdaki yegâne artı puandı. Bendeki şiir zevki sanki böyle doğaçlama ama muhitimin de renginden etkilenerek başladı. Peki, şiir anlayışım için bütün bunları kâfi sebep olarak sayabilir miyim, hayır! Malum, sanatın mektebi yoktur. O, usta-çırak münasebetiyle başlar, yoğrulur. Bu manada ben büyük şair olarak ilk kez orta mektep sıralarında iken Necip Fazıl ile bizzat tanışma şerefine nail olmuştum. Ve elbet onu tanımadan evvel karaladığım aruz ve hece vezinli bütün şiirleri bir kenara bırakarak Necip Fazıl’ı izlemeye başladım. Üstadın Çile adlı toplu şiirlerinin yayınlandığı kitabının ilk baskısı yanılmıyorsam 1964 tarihini taşıyordu ve benim elimdeydi. Kitabın arkasında Poetika bölümü yer almaktaydı. Bu poetikanın bence ana iki ilkesi vardı: Biri “Sanat, Allah’ı arama işi” sözünde saklı, öteki ise bir Fransız şairinden aktarılmaktaydı; “sanatı üzerinde düşünen şair” ifadesiydi. İslamı kendisine dava edinmiş bir nefer de bendim. Ve bu poetik bakış beni de hayli etkilemişti. Geniş zaman içerisinde yollar ayrılır ve detaylanırken Vahiy ve Sanat adlı eserimi yazmaya başladım. Sanatın, özelde de şiirin vahiy ile bir yakınlığı var gibi görünüyordu. Vahiy kelimesi ilahi kelam için kullanıldığı gibi şeytanlar için de kullanılır. Kelime manası “süratli bir şekilde işaret etmek, remiz, ima yoluyla konuşmak, fısıldamak” şeklinde sözlüklerde yer almaktadır. Benzer bir kelime de ilhamdır. İlham ise “kalbe bir şey ilka etmek, bırakmak” anlamındadır. Türkçede kullanıldıkları yere bakılarak ilhamın insan için mümkün ama vahyin gayrı mümkün olduğu sanılır. Oysa durum tam tersinedir. Yani ilham işi ancak Allah’a ait bir iştir. Zira Allah “kişi ile kalbi arasına girer.” Çünkü Allah Şems Suresinde me-
alen “(insana) Fücuru da takvayı da ilham eden Allah’tır.” der. Bu durumda kelime manası itibariyle vahiy insanlara Allah’tan gelirse bu üç çeşittir. Şura suresinde bu çeşitler sayılırken peygamberlere gönderilen ile diğer çeşidi ayrılarak zikredilir. Demek ki Allah dilediğinde insanlara da tabir caizse fısıldar. Bu tamamen kişisel bir fısıldamadır. Nasıl ki şeytan da insanlara fısıldıyor yani onları yönlendirmeye, ayaklarını çelmeye çalışıyorsa. “Allah kişi ile kalbi arasına girer.” mealindeki ayeti kerimeyi başka nasıl izah edebiliriz! Elbette şiirin vahiy olduğunu söylemek istemiyorum. Ama vahiy gibi oluşumu vardır. Bir kere şiir bir doğum işidir. Doğum yapabilmek için evvela bir izdivaca ihtiyaç vardır. Neyin neyle izdivacından doğar şiir o hâlde? Evvel emirde mademki bu kelime şuur kavramı ile akrabadır o hâlde şair yani bu şuurlu varlık, şiire ulaşabilmek için, düşünce duygusu ile -evet düşünce de kalbe ait bir duygudur- öteki duyguları arasında bir birliktelik, izdivaç hazırlamalıdır. Veya şair bütün hayatı boyunca buna her vakit hazır ve nazır bir insandır. Mehmet Âkif merhum “Sanatın onda dokuzu ter, onda biri ilhamdır” diyordu. İlahi vahyin kılavuzuna bakıldığında insanın kafasındaki mücessem varlıklar olan duyu merkezleri yanında, mücerret kalbindeki düşünme, işitme ve görme duygusundan bizi haberdar kılar. Dikkat edilirse kafa tanıklık ettiğimiz âlemden bize bilgi aktaran somut duyu merkezlerinin yerleşim yeridir. Kalp ise (vücuda kan pompalayan yürekten söz etmiyorum, bir cevher olarak kalptir benim değindiğim) duyguların genel kumanda merkezidir. O hâlde düşünme de kalpten çıkan bir duygumuzdur. Ve duygular, duyular gibi tanıklık ettiğimiz âlemden değil tanıklık edemediğimiz gaip âlemden bizi haberdar kılar. Duyuların aktardığı bilginin adı malum iken düşünmeninki makuldür. Bu tespiti yaptıktan sonra kalbin düşünme duygusu ile işitme, görme, sezme duygularını birbirinden ayırmanın nasıl mümkün olabileceği üzerinde duralım. Bence bu, selim bir kalp bakımından asla mümkün değildir. Kalbinde maraz bulunan yahut daha kötüsü kalbi mühürlenmiş/ kararmış kimilerinin hezeyanlarını iki duyguları arasındaki tearuzu görerek yanılmamak lazımdır. Ama şunu unutmayalım onların da marazlı ve mühürlü olmasına rağmen hâlâ bir kalpleri vardır
87
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ve üretimi de söz konusudur. Lakin birincilerin eseri ulvi iken ikinciler süflilik yayarlar dünyamıza. Dedim ya beşerî şuurun bir tezahürü saydığımız şiir, o hâlde Mehmet Âkif merhumu da tasdik ederek söylersek kalbin düşünme ve işitme, görme ve de sezme duygularının ortak işlevidir. Ve elbette bütün işlerde olduğu gibi bir metni şiir yapan tekniğe de ihtiyaç vardır, bu bir bahsi diğerdir. Bazı hadis kaynaklarının Peygamber sözü olarak naklettikleri “şiir hikmettir” ifadesini de ele alarak düşünecek olduğumuzda karşımıza benim Vahiy ve Sanat adlı eserimde uzun boylu tartıştığım mesele çıkar. Sanat, özelde şiir, vehbi olanla kesbi olanın izdivacından doğar; çünkü bu tarif aynı zamanda hikmetin de tarifidir. Vehbi olan, insan yaratılırken Rabbin ruhundan üfleyerek onda var kıldığı düşünme, sezme, eşyaya isim verme, eşyayı soyutlama ve davranışlarını yaratma kabiliyetidir. Kesbi olan ise bu kabiliyetin fıtratı bozmadan, kalbe maraz bulaştırıp onun mühürlenmesi sonucunu yaratmadan düşünmek, konuşmak, yaşamak, okumak ve yazmaktan ibarettir. Ana hatlarıyla çizmeye çalıştığım bu tez benim hem sanat ve şiir hem de dünya görüşümün bir tür ifadesi sayılmalıdır. İnsanlık tarihiyle yaşıt bir meşguliyetten söz ediyoruz. Şiirin, resim ve müzikle yaşıt olduğunu düşünüyorum. Yazının icadına tarih biçenler bilmelidirler ki şiir yazı değil evvela sözdür. Söz ise Cenab-ı Allah’ın Âdem’i yaratıp ona eşyanın isimlerini öğretmesiyle belki daha beşer soyu dünyaya düşmeden evvel Âdem evladının dilinde mevcuttu, hazır bulunmuştu. Elbette benim yazdıklarım meseleye asla nihai çözüm getirmeyecek, buna paralel veya son derece aykırı daha bir yığın poetik bakış, anlayış olacaktır. Olmalıdır da. Celalettin Rumi ne diyordu: “Herkes aynı fikirdeyse, kimse düşünmüyor demektir.” Şiir sahasının mürekkep olmadığı biliniyor. Saf şiir, has şiir, manzume, sloganik şiir, marş, türkü, şu dönemin bu dönemin şiiri, epik şiir, neo epik şiir… uzat uzatabileceğin kadar. Bunun sonu gelmez. Gelmemelidir de. Şiirin kelimenin tam anlamıyla dört dörtlük birtakım kriterleri var mıdır ki ölçüyü onlara göre koyalım. İlhan Berk bir şairdi, hayli şiiri mevcut
elimizde. Abdürrahim Karakoç neydi peki? Şunu söylemek istiyorum ki okuryazarlıkta geri kalmış olsa bile hiçbir memleketin sıradan halkı asla geri zekâlı değildir. Onlar bozulmamış fıtratlarında mevcut bulunan kabiliyetlerle has olanla olmayanı, usta işi ile çırak işini, sahiciyle kopyasını ayırt etmeyi çok iyi biliyorlar. Şiirimin kimliği, kimliğimin şiiri hiç kimsenin bugüne kadar keşfedemediği kimi vadilerden geçerek, köksüz, geleneksiz, afaki bir iddianın kısrağına binerek yol almaktadır dersem, kim bana güvenir, sözüme kim itibar eder. Her türlü doğum asırlar boyunca hep aynı süreci izleyerek var olagelmiştir. Absürt iddiaların tarihe kalacağını düşünmüyorum. Ben Türkçe düşünen ve Türkçe yazan bir şairim. Öyleyse Türkçede bugüne kadar üretilmiş bütün şiir birikimini tamamıyla bilmiyorsam da özetle biliyor ve tümüne şapka çıkartarak yoluma devam ediyorum. Türkçe kelimesine neden vurgu yapıyorum? Türkçe düşünmek diye bir şey mi vardır? Elbette vardır. Anlatabilmişsem eğer başından beri sanatın, özelde şiirin düşünce ile duygunun izdivacından doğacağını söylüyorum fıtratı temiz olanlardan ulvi olmayanlardan süfli sözler doğar. Sözlerine kim hangi kaynaktan besin alıyorsa onun sözleri o kaynağın suyu rengindedir. Şiir söz sanatıdır ve dile mahkûm ve mecbur bir sanattır. Biliriz ki şiir tercüme edilemez. Sebebi dile mecburiyetidir. Öyleyse şiir yazıldığı dile karşı sorumludur. Bu sorumluluğunu ancak o dilde üretilmiş geçmiş kaynaklara hürmetle ve onların izleğini sürerek yerine getirebilir. Dilinin ana kaynağı dışındaki kaynaklardan çıkan şiir varsa -ki bolca mevcuttur Türkçede debaşka dillerin, kültürlerin, folklorların, ekinlerin, uygarlıkların esareti altına girmiş demektir. İşte o şiir bence tercümeye kalkışılmış şiirdir. Şiir tercüme edilemediği için artık orijinal üretim olmaktan da çıkmıştır, bir tür taklit veya kopyadır. Sanatın taklit ve kopyaya tahammülü bulunmayan bir meşguliyet olduğu düşünüldüğünde durum daha da vahim bir hâl alır. Bu şiir elbette yerli değildir. Yani ana dilinden koptuğu için gayrı meşrudur. Beşer cinsi “hikmetinden sual olunmayan” değil tam aksine hikmetinden her vesileyle sual olunması lazım gelen bir yaratıktır. Yeryüzü hayatında sual olunmalı ve suallere cevap bulunmalıdır
88
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ki sualler ahirete kalmasın. Sualleri dünyada iken çözülmeyip ahirete kalmışların vay hâline. Lügaz, mecaz ve sembollerle hikmetinden sual olunmamayı da birbirine karıştırmamak lazımdır. İlk üç kavrama şiirin çok ihtiyacı vardır. Ve zaten vasat insanda ulvi olanla süfli olanı, hezeyan ile sanatı ayırt etme kabiliyeti fıtraten mevcuttur. Dünya kültür tarihine dikkatle bakanlar, sesi soluğu bugüne kadar ulaşan bütün şairlerin, aynı zamanda duygularını birbirine karıştırmayan, duyularının verileriyle yetinmeyip duygularını da sonuna kadar kullanmış bulunan birer düşünür olduklarını rahatlıkla görürler. Maddeler hâlinde sıralayabilmiş olmasam da benim poetikam yukarıdaki satırların arasında dile getirilmeye çalışıldı vesselam.
arayışlarını sürdürmelidir. “Yarın” telâkkileri asla bitmemeli; şiirlerinin en güzelini, o muhayyel “yarın”da yazacaklarına inanmalıdırlar. Sanatın mükemmeli, her sanatçı kabul etmelidir ki bulmayacağını/bulamayacağını bile bile arayanların hakkıdır. “Ya bulursam!..” diyerek aramaya devam!..
R. Mithat Yılmaz /1948 Bütün güzel sanatlar gibi şiir de bir arayıştır. Sanatı arayıştır, şiiri arayıştır, güzeli arayıştır. Necip Fazıl’a göre Allah’ı arayıştır. Bir başka söyleyişle tatmin edeni değil, ürperteni, irkilteni. Hatta gaibi, hiçbir zaman bulunamayacak olanı… Senin yeteneğin güçlüydü, arayış azmin aşkındı, güzellik anlayışın sıradan değildi; şiirin de farklı ve kalıcı oldu. Ben, kelimelere senin kadar hükmetmesini bilemediğim için şiirim bir-iki raunt sonra zamana nakavt oldu. Ömürsüz çıktı, ölü doğdu… Şairin işi, en az kelimeyle en çok şiiri bulmak için aramaktır. Hatta gücü yetiyorsa, kelimeye, söze, sese hiç müracaat etmeksizin ötelerin ötesindeki “münteha” şiiri bulup getirmektir. Şiirde “kim”in, “ne” yazdığına değil, “nasıl” yazdığına bakmalısın. Şunu unutmamalısın bir de; bir sanatçının en güzel eseri daima, “bundan sonraki” olmalıdır, “yarınki eseri”. Şairin, romancının, ressamın, müzisyenin veya heykeltıraşın “arama” eylemi asla bitmemelidir. Şairler ve bütün öteki sanatçılar, ortaya koyduklarıyla yetinmemeli, en mükemmel eserlerini vücuda getirmek için bir sabırla
diğim hayatımı. Hayatın kendisi değil midir şiir, nüanslarla?
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu/1949
Bizim Külliye, bana, şiirimin “poetika”sını sordu. Hayatımı, yaşama serüvenimi soruyormuş gibi geldi. Anlattım, şiirlerimde söyle-
A. 29 Ekim 1949 doğumluyum. Sanırım, 13-14 yaşlarındaydım şiire merak sardığımda; yazıp okuduklarım, söyleyip durduklarımla. Şimdi, altmış beşimdeyim. Tam yarım yüzyıldan beri süregelen bir “çırak”lık. Bırakın “usta”lığı, “kalfa”lığı bile olmayan bir öğrenme silsilesi. Dergilerde yüzlerce şiir; yayınlanmış, yayınlanacak onlarca kitap; şiir üzerine yazılanlar, konuşulanlar, tartışılanlar. Yabancı dillere çevrilenler… Yayınlanmış sekiz kitap, birkaç baskı yapmış, başta Semud olmak üzere muhatabını bulmuş şiirler. Londra’da İngilizce yayınlanan seçmeler ve ikinci baskı yapması. Bütün bunlar önemli olsa da, benim asıl üzerinde durduğum, şiirimin muhataplarının olmasıdır. Bu konu, çok çok önemli. Sadece şiirden ibaret değil hayatım. Başka alanlardaki varlığımın da muhatapları oldu. Aile’m (Hasannebi’ler), Büyük Aile’m (İzol aşireti), yıllarca maişetimi temin ettiğim ziraat yüksek mühendisliği mesleğim, Malatyalılık; mensubiyetini duyduğum her şey, bu sürede benimle birlikte yürüdü, birbirine karıştı gölgeler. On yedi yaşındaydım mesleğimi seçmem gerektiğinde. 1967’de üniversite sınavına girdim, altı fakülteyi tercih imkânı vardı. Çok iyi bir fen
89
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
puanı aldım, tüm tercihlerimi kazanma durumum söz konusuydu; ben, Erzurum’da ziraat okumak istedim ve oraya kayıt oldum. Nedeni gayet basit, yeni bir üniversiteydi, çok canlıydı. İyi de yaptım. Çok iyi hocalarımız vardı, iyi bir tarım eğitimi aldım. Zaten, ailem ziraatla iştigal ediyordu, okutulan dersleri, kişisel sorunlarımıza çözüm arama biçiminde düşündüm. Zamanla bölgesel, ülkesel, hatta dünya sorunlarıyla iç içe bir tarım politikaları düşüncesi geliştirebildim. Erzurum’da tarım eğitimi ile birlikte, edebiyat fakültesinin, ileride her biri konusunda çok değerli hoca olacak isimleriyle, genç bilim adamlarıyla, aynı zamanda sosyal bilimlerin deneyimli bilge hocalarıyla, edebiyat ağırlıklı bir alanda, bir bakıma eğitimden de öte bir çalışmanın, bir olgunlaşmanın içinde olduk. Okulu bitirdikten sonra, yine kendi tercihimle, şahane bir bölgede çalıştım: Topraksu Bölge Başmühendisiydim ve ülkenin en gizemli, en sorunlu, en yaralı, en mağdur bölgesindeydim: Elazığ, Malatya, Tunceli, Bingöl, Adıyaman bana bağlıydı. Beş yıl bu bölgede çok güzel çalışmalar yaptık, harika bir ekibim vardı, çok şey öğrendik, öğrettik, uyguladık. Malatya’nın ve bölgenin en can alıcı sorunu, ilkbaharda, kaysının donmasıydı. “Kaba aşı” adında, dona dayanıklı ve kurutma verimliliği yüksek bir çeşit bulduk, geliştirdik ve yaygınlaştırdık. Şimdi, 35 yıllık kısa sayılabilecek bir sürede, dünyanın en önemli kurutmalık çeşidi oldu ve yaklaşık dünya kuru kaysısının yarısını temsil ediyor. Deneyimlerimi “Sorunlarıyla ve Çözümleriyle Türk Tarımı” adıyla kitaplaştırdım. Tarım politikaları alanında çok önemli, ön açıcı bir çalışma olarak, mesela, dünyanın en prestijli üniversitesi sayılan Stanford’da, kütüphanedeki bu konuda ender Türkçe kitaplardandır. Bütün bunlar sonuç tabii ki. Bu sonucu almak için, belki çok büyük çaba harcamamız gerekti, birçok fedakârlıkla ulaştık yaptıklarımıza. Sonra Ankara, 28 yıl, Başbakanlık Müşavirliği… Bir bakıma siyasal örgütlenme deneyimi. Özal ile yakın çalışmanın kazancı, bilgi birikimi. Siyasal ve bürokratik yaşamımın en önemli kazanımı sayarım bu uzun soluklu çalışmayı. Mensup olduğum İzol aşireti ile ilgili çalışmalarım da, hayatımın çok önemli bir
bölümü. Yirmiye yakın ilde, üç milyona yakın nüfusuyla, bu “Büyük Aile”nin, gençlik yıllarımdan beri içinde ve yönlendiricilerden olmak, ülkenin en sancılı Güneydoğu’sunda, tasadduk, öğrencilerin burslu okutulması, aile içi kan davalarının çözümlenmesi, hem ülke, hem de bölge için başarmak zorunda olduğumuz değerli bir çalışmadır. Orta Doğu siyasetinin aldığı son durum, bizim ne kadar haklı bir öngörüyle yola çıktığımızın göstergesi olmak gerektir. Bütün bunları, beni ben yapan, şiirime bir kişilik kazandıran, hayatıma bir anlam ekleyen, gelecekte beni tarif edecek ipuçlarına ulaşabilmek için yazmak zorunda duydum kendimi. Nokta. Bu ön bilginin verilmesi gerekliydi. Şimdi, daha iç dünyama, hücrenin çekirdeğine gelme zamanı… B. Annem Lütfiye Hanım, bir bakıma benim ‘hayat koçu’m, hocam, öğreticim, yönlendiricimdi; okuma yazma bilmezdi, derin bir hayat felsefesine sahipti. Babası, Balkan gazisi Boranlı Hacı Mustafa Baba(kırmızı kadirî tac üzre yeşil sarık sararmış devr-i Osmanî’de, seyyidlik alâmeti olarak, öyle yazıyor yazanlar), yörenin çok saygın bir Nakşî-Kadirî şeyhi idi. Annem de, yetiştiği tekkenin terbiyesine sahipti. Ve Babam… Yemen gazisi, Malatya İzollu Bent Köyü, Darıcevan Mezrası doğumlu Hasannebizade Hacı Cumali Ağa’nın yaşayan tek oğlu, Malatya Barguzu doğumlu memur Ali Ünaldı. Söylediği her sözü, herkesçe senet sayılacak kadar sağlam bulunurdu. Yiğit, çalışkan, namuslu, edepli, saygın; üstelik çok iyi bir tarih okuyucusu. Malatya’nın Barguzu Köyü… Şehre altı kilometre uzaklıkta bir banliyö. Türkçenin en güzel, en köpürtülmüş, en katışıksız, en şiirsel konuşulduğu yerlerden biri… Doğup büyüdüğüm, çocukluğumun ve ilk gençliğimin demlendiği huzur ortamı, cennet parçası. Mareşal Moltke’nin Türkiye Mektupları’nda doğal güzelliğini yere göğe sığdıramadığı, Arif Nihat Asya’nın rubailerle şenlendirdiği güzellikler ülkesi. Dört kardeştik: iki erkek, iki kız. Ailede bir de şair var üstelik, annemin dedesi Nakşî-Kadirî şeyhi Anadolu’nun gönül sultanlarından Abdullah Fahrî Baba (ki, Elaziz’de Köğenkli
90
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Hacı Ömer Hüdaî Baba’nın halifesidir), “Gözümün yaşı, eritti taşı” diyecek kadar naif. Şiirleri, kitabı dergâhlarda okunan güzel bir zat. Lisede, haylice edebiyatla uğraşan, diri bir gruptuk. Dergiler filan çıkardık, şiir geceleri düzenledik, oyunlar oynadık. Son sınıfta Namık Kemal’in Zavallı Çocuk adlı piyesini oynadık, başrol için beni seçtiler, güzel oynadık oynamasına, ama oyun oynamanın bana göre olmadığını da idrak etmiş oldum. Rol yapmayı doğru bulmadım bundan sonra bütün hayatımda. Çok sonraları sevgili rejisör Mesut Uçakan’ın bir filmde başrol teklifini de, bu yüzden kabul etmedim. Üniversite yıllarımda iki şey belirginleşti: Şiir ve gençlik olaylarında öncülük. 68’li idik, yoğun olaylarda kavrulmak yazılmıştı haritamıza. Sonra mezuniyet, sonra evlenme… Seyyid Battal Gazi ahfadından, 17. yüzyılda yaşamış şair ve veli, Koca Vaiz Sunullah Daî’nin torunu Zühâl Vaizoğlu ile, 1972’de evlendik, Rabb’im, iki erkek, bir kız çocuğu nasip etti: Hasan Atıf, Ali Burak, Büşra… Burçin ve Selin, gelinlerimiz oldu daha sonraki yıllarda… Ali Efe ve Zeynep Su’yun dedesiyim. Bu, hayatımın en güzel şeyi… İlk yazım, 1965’te, okuduğum lisenin dergisi Yeni Adım’da yayınlandı. Bu hesapça yarım yüzyıllık yazı adamıyım. Bir yüz yılın yarısınca da şiirin çırağı olmuş olduk. C. Bir şairin oluşumunda en önemli şey, annesinden duyduğu ve uyku arasında bilinçaltına gergef gergef işlenen ninnilerin sıcaklığıdır. Evin en sessiz ve kuytu yerinde, anne sütünü emdikten sonra uykuya geçişin eşiğinde duyduklarıdır: Alçak sesle mırıldanılan, anlamlı anlamsız şiirsel kelimelerle kurulan, anneden çocuğa her şeyin aktarıldığı; umutların, özlemlerin, kırılganlıkların dili… “Ana dili” dediğimiz şey, başkaca nedir ki? Sonra aşklar, vurgunluklar, yanmalar; belki şiirler, belki türküler, hoyratlar; cinaslar, maniler, anonim söz ustalıkları… Sevdanın ortak paydası yani… Halk edebiyatı ve Divan edebiyatı olarak isimlendirilen, kültürümüzün iki ana damarını tam olarak algılamak, sese ve söze hâkim olmak. Geç-
mişe ait, şiire dair her şeyi, Türk ve dünya şiirinin her kıvılcımını, her şeraresini iyi gözlemlemek, iyi bilmek, iyi tanımak; bir bakıma hatmetmek... Eski güzel sözleri çok iyi bilmek gerekir ki; yeni, yepyeni güzel sözler söylenebilsin. Dünyayı kavramak… Geleceğe, sadece bize aitmiş gibi üstün bir içselleştirme ile bakmak, sesin ve sözün otağında, sonraki nice bin yılları kucaklamak ve kurgulamak… Kendi dilinin kelimelerini su gibi yutmak... Her hâli anlamak ve anlatmak için binlerce kelimeyi, bilgisayar hızıyla gönül hafızasından geçirip en uygununda, en şiirsel olanında durmak… Bu akılda tutmayı, sanki bilinçsiz bir şeymiş, bir alışkanlıkmış gibi birdenbire kendiliğinden yapmak... Hiçbir zaman, hiçbir şey bilmemek ; hep aramak, hep öğrenmek, hep şaşmak, hep şaşırmak ve şaşırtmak... Bir şiir yolcusu, bunlardan başka nedir ki… Belki şunlar da olmalıdır, öncelikle bizim toprağımızda ve belki de tüm dünyada, bir şairin kimliğinin belirlenmesinde: 1. Alıpmen tahtu fermânımga âsân Çerik çekmey Hitâydan tâ Horasan Könil bermiş sözimge Türk cân hem Ne yalguz Türk, belki Türkman hem Ne mülke içreki fermân yıbardım Anın zabtıga bir divân yıbardım (M.1465) Ali Şîr Nevaî’nin bu sözlerini, şöyle anlamak gerekir: Hiç ordum olmadığı hâlde, Çin sınırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini, sırf divanımı göndermek suretiyle fethettim. 2. a. İlimsiz şi’r esâsı yok dîvâr gibi olur ve esâssız dîvâr gaayetde bî i’tibâr olur. b.Hâk-i Kerbelâ sâir memâlik iksîrinden eşref olduğu ma’lûmdur ve rütbe-i şi’rimi her yerde bülend eden hakıykatde bu mefhûmdur. Fuzûlî’nin(vefatı M.1556), Türkçe Divanı’nın dibacesinden…
91
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
3. Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına tam bir anlamı yoktur. Onun anlamı, değerlendirilmesi; ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir. T.S.Eliot’ın Gelenek ve Bireysel Yeti adlı makalesinden(1919). 4. “Bunu Maverâünnehir’deki büyüklerimiz şu şekilde ifade etmişler: “Parça yahşi, biz yaman. Parça buğday, biz saman .” Parça, eski Türkçede, bizden başkası, herkes anlamına gelir.” diye naklediyor Sezai Karakoç, 10 Mayıs 2014 tarihli konuşmasında. 5. Biz dahi öyle dedik 16 Temmuz 2015’te, Ramazanın 29’u idi ay takviminde, arifeydi; İstanbul’da idik. Yusuf Dursun/1949
Bilindiği gibi şiirin bir dış bir de iç yapısı vardır. Buna şiirin kabuğu ve özü de diyebiliriz. Bana göre şiirin dış yapısı, mükemmel bir şiir için ön şarttır. Hece, aruz ya da serbest olsun, dış yapıyı oluşturan “ölçü” şairin tercihine kalmıştır. Her üç ölçüyü de kullanmakla beraber benim tercihim, Türk milletinin kadim zevkine uygun olan hece ölçüsüdür. Zira hece ölçüsü sözün darasını alır, kelimeyi ipek kanatlı bir kelebeğe dönüştürür, manzumeyi şiir makamına yükseltir. Binlerce yıllık bir geleneğe yaslanan hece ölçüsüyle şiir yazmak, günümüzde pek çok şairin göze alabileceği bir şey değildir. Zira, *Mısralar arasında mükemmel bir bağlantı kurmak *Zorlama kafiyelerden uzak durmak *Ses ahengini sağlamak *Tekrara düşmemek… hiç de kolay olmasa gerektir. Az çok şiir yeteneği ve bilgisi olan herkes şeklen kusursuz manzumeler yazabilir. Ancak aslolan bunların şiir kıvamına gelmesidir. Bu da
şiirin özüyle ilgili bir husustur. Bana göre şiir, özü itibarıyla, *Yüce Yaratıcının verdiği idrakle kâinatın sırrını araştırmalı *Sevgili Peygamberimizin ahlakından izler taşımalı *Aziz milletimizin değerlerine bağlı kalmalı *Sadece bir bölgede değil, dünyanın her tarafındaki problemlere el atabilmeli *Ne çok uzun ne çok kısa olmalı *Ezberlemeye müsait olmalı *Sadece bir kesime değil, toplumun her kesimine hitap edebilmeli *Sanatını toplum için yaparken sanat değerlerini göz ardı etmemeli… İşte benim şiir anlayışım budur. Sanattaki hedefim ise Allah’ın rızasını kazanmak ve yazdıklarımın birer “sadakayı cariye” olabilmesidir. Gerisi boş lâftan ibarettir, vesselam. Ahmet Tevfik Ozan/1953
Biz, şiiri; cemiyetin ruh dünyasını aydınlatan kelimelerden toplanmış ve duyguların rayihası ile bezenmiş bir demet kutlu buket sayıyoruz. Şair, her gün konuştuğumuz kelimelerle insanların ruh dünyasına “imanı, hoşgörüyü, paylaşmayı, şefkati ve aşk”ı bir buket hâlinde sunmaya çalışan insandır. Biz, en yalın şekliyle şairi “Allah’ın Rahim ve Vedud isimlerinin tecellisini arayan seyyahlar cümlesi”nden sayarız. Biz de, şair olarak çok “mektepli” olmasak da, “alaylı” gözüyle bu hakikate hizmet etmenin gayreti içindeyiz. Bir büyük İslam âlimi “İnsan küçük bir kâinat; kâinat, büyük bir insandır!” der. Allah’ın Hayy ismi, kâinatta vasıtasız tecelli eder. Kendi fâni vücudunda Allah’ın Hayy isminin tecellisini gören şair, hemen tefekkür edecek, eline aldığı kalemle insan ve kâinatın sırlarını kurcalayacaktır. Biz, fikir ve şiir felsefemizin özünü; böylece takdim ederiz. Türk şiirinde bugün, Türk dilinin inceliklerine vâkıf usta şairler var. Fakat ustaların bir tek şiirini bile okumadan usta oldum diye ortaya çıkan ve genellikle şiirin en kolay tarzı serbest şiiri
92
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
kullanan binlerce şair de var. Tabii, burada şu hakikati teslim etmek zorundayız: Serbest şiirin çok güzel örneklerini veren “Orhan Veli, Nazım Hikmet, Bedri Rahmi, Ahmet Arif ve Yavuz Bülent Bâkiler” aynı zamanda heceyle ve divanla yazılmış şiirlerin zerresine kadar aşina bir ruh yapısı içindedirler. Bu yüzden, onların serbest şiirleri çok ince bir musiki ile gönül dünyamızı aydınlatır. Biz, bu konuda şairlerin önce hece veya aruzda, kendi ruh hâllerini yansıtacak eserler vermesini sonra serbest tarzda kendi kimlikleri ile ortaya çıkmalarını temenni ederiz. Çünkü ruh dünyası kısır, şiiri emeklemede olan hiçbir kimse hece ile yazdığı şiirde kendini gizleyemez. Ama bize göre, bu gizlemeyi serbest şiirde az da olsa başarabilir. Güneşli bir günde bir tarlanın yanından geçen bir insan topluluğu tahayyül edin. Tarlaya serpilmiş ayna parçaları olsun. Bu ayna parçaları güneşin aksi ile ışıl ışıl yanıp insanların dikkatini çekiyor olsun. İşte bu insan topluluğunda, sanatkâr; aynalardaki ışığın cazibesine kapılan ışığa koşan insandır. Sanatkâr ışığın cazibesi ile samimi hislerini aynasında vasfa koyulur. En bahtiyar odur ki; Aynalardaki ışıkların esrarı bu aynada olamaz diyerek yüzünü güneşe çevirir. Kâinatın hakikatini yani “Nur-u Muhammed”yi görür, iman eder, bu imanı tarif ve tavsif eder. Ve güneşin hasreti ile gözlerini kapar. Bu noktadan hareketle sanatkârın vazifesi nedir diyeceksiniz? Evet, sanatkâr hep güneşi vasfedecektir. Aslında bu misalde olduğu gibi, etrafındaki her insanı bir ayna parçası olarak mütalaa etmek mümkündür. Bu aynaların kıymetini de neşrettikleri ışık nispetinde bilmek iktiza eder. Evet, her insanı bir ayna farz edelim. Güneşe yüzünü dönmeyen aynalar, yani Nur-u Muhammediye›ye yüzünü çevirmeyen insanlar ne kadar kusursuz olurlarsa olsunlar parlayamazlar. Mutlak dinsizler böyledirler. İman dairesindeki insanların vasıf ve kıymetini de neşrettikleri ışık nispetinde bilmek gerekir. İşte sanatkârın asli vazifesi budur. O, ışığı vasfedecek, ama asla aynalarla uğraşmayacaktır. Cemiyette de, cemiyetteki insan ve kuruluşları neşrettikleri ışık nispetinde sevecek ve sayacaktır. Işıktan yüzünü dönenleri derhal kıymetsiz bir ayna vasfıyla terk edecektir. Sanatkâr cemiyetin dışında bir varlık değildir. Mesela, 12 Eylül›den evvel aynalar, yani şahıslar
ve beşerî kuruluşlar, mutlak ışık kaynağı olarak takdim edildikleri için, ışıkları azalan, ışıkları kararan şahıs ve kuruluşlarla ebedi güneşin zarara uğradığı zannı galip oldu. Hayır! Osman Gazi Hazretleri›nin vasiyeti ile tarif ve tavsif edilen nur-u Kâinat, O mukaddes güneş sönmez. Biz gelip geçici fâni aynaları bırakıp o güneşler güneşine yüzümüzü çevirelim. Beşeri hiçbir kayıt altına girmeden o ışıktan yüzünü çevirmiş aynaları bir cam parçası hükmünde görelim. Sanatçı bir noktada, dağlardan süzülen yararlı suların yeryüzüne çıktığı kaynak hükmündedir. Bir kaynak nasıl ki toprağın derinliklerindeki suyu yeryüzüne çıkartmak ile insanların hizmetine arz eder, aynen sanatçı da öyle; cemiyetin müştereken hissettiklerini bir çerçeve içinde dikkatlere arz eder. Veya başka bir ifadeyle; çiçekleri dağılmış bir geniş bahçe düşününüz, biri çıkar oradan derlediği çiçekleri bir buket hâlinde dikkatlere arz eder. O bahçeyi ve çiçekleri toplumun hissiyatı ve buket yapanı da sanatçı sayabilirsiniz. Ancak şunu itiraf edeyim ki; şiir kesinlikle «ihlas ve ilham»la gelen bir esrarlı meşgale. Yani şiir yazmak için, oturdum yazacağım demek olmuyor. Bu yüzden ben günümüz Türk şiirinde önce samimiyet istiyorum. Hangi fikre inanırsa inansın samimi şiir kendini okutturuyor. Yoksa dergilere şiir yetiştirmek için yazılan şiirlerin kıymeti yok. Ben bu kabil şiirlere “Defile Şiir” diyorum. Evet, defileye giderseniz çok güzel giyinmiş insanlar müzikle önünüzden gelip geçer. Dışarı çıktığınızda aklınızda bir şey kalmaz. Hâlbuki bir köye giderken size bir bardak ayran ikram eden elbisesi belki yamalı bir köylüyü unutamazsınız. O artık hafızanızda ruhuyla yaşar gider. Şimdi kelime oyunları girift anlaşılmaz benzetmelerle ortaya çıkan ve ruhu olmayan şiirleri böyle tartmak lazım. Kitabı kapattığınızda acaba aklınızda ne var? Çoğu zaman defile seyretmiş insanın, aklında kalan simalar gibi bir şey. Ben o yüzden önce samimiyet istiyorum... Benim inancıma göre, sanat sadece ve sadece Allah›ı aramak ve kâinatta tecelli eden mukaddes isimlerin güzellik ve sırlarını anlatmaktır. Bu mukaddes gaye için ortaya çıkmış bir sanatkârın, sanatını; beşeri politika ve ideolojilerin emrine vermesi, belki bir savaşta ordu sancağını, bir paket sigaraya düşmana satması gibidir. Ne kadar acı...
93
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Kim ne derse desin. Necip Fazıl üstadın (Allah rahmet etsin) tenvir ettiği cemaate milyarlık bütçeleri ile hangi beşeri kuruluş ne yapabilmiştir? O hâlde, Allah ve Resulünün emrinde bir sanatkâr ve o sanatkâra bir bayrak kıymetinde sahip çıkan bir cemiyet ve bu cemiyetin emrinde bir politika ve ideoloji... Ne şahıslar ne partiler ne dernekler bu cemaatin üzerinde olacaktır. Aksine bunlar bu cemaatin mukaddesat ve bekası kavgasında bir hizmetkâr ve vesile kabul edilecektir. Her insan bir hakikate iman eder, bu iman kendi gönül bahçesinin güneşi olur. Bu bahçede büyüttüğü çiçekleri, meyveleri teşhir arzusu, belki nesir ve şiir ortaya çıkarır. Bahçeyi gezdirirsiniz, fiyatını söylerseniz, anlatır durursunuz; şiir bu değil! Bahçenizin en güzel göründüğü yerlere su kanalları açarsınız, bir güzel kayık bulursunuz, küreği siz çekersiniz, misafirlerinizi ağırlar, gezdirirsiniz, misafir hiç yorulmadan seyahatin sonunda hayalleri, gördüğü güzelliklerin lezzeti ile baş başa kalır. Gerçek şiir bu! Şeref Akbaba/1959
Şiir; “hasbahçeye hoşgeldiniz” der her zaman. Şiirin; sözlükler, edebiyat kitapları ya da şairler nezdinde farklı tarifleri olsa da, şiir diyoruz. Kavram olarak okurun ve yazarın hafızasında genelde aynı çağrışımları yapıyor. İlhamı, ihsanı, kabiliyeti, gayreti barındırıyor. Kelimeler ülkesine ‘gül’le girmek bahtiyarlık. ‘Rüyalarımızın sarı buğdayı’ mı? Öyledir de; acı tarlasında bitkin, bedbin dolaşanlara ne demeli ? Şiirin dokunan bir yanı var. O olmasa şiir olmaz. Aşk denilen ulvi makamın kıyısında köşesinde dolaşanların harareti, çoğunlukla şiir oluyor, duygu fermanı oluyor. Dokunuyor şiir. Bir iki mısraı, birkaç defter dolusu manifestosu olanı görürüsünüz. Buradan vuslat ya da hasretle kurtulanlar yollarına şiirsiz devam ediyor. Kalanların çoğu da şair oluyor işte. “Aşk derdi ile hoşem, el çek ilacımdan tabip” diyen şair kıyıda gezmiyor, alevlerin içinde dolaşıyor. İlahi aşk “bana seni, gerek
seni” dedirtmişse, o ulvi makamın mensuplarına selam olsun. Şiir öncelikle kabiliyet, gayret neticesinde de mükemmeliyet oluyor. Mısra-ı berceste, hâlden de zuhur edebilir, gayretin mahsulü de olabilir. Şairin kendisine açtığı alan, beslendiği kaynaklar elbette önemlidir. Şair sadece şiir kitapları okumaz, her alanda okumalar yapar ve oralardan beslenir. Yaşadığı çağın tanığı olması hasebiyle, dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmaz. Zulme, adaletsizliğe, işgale, ahlaksızlığa şiiriyle karşı koyar, tavır alır. Çevresinde olup bitenlerin iyi bir gözlemcisidir. Aşk, birinci kademedeki yerini her zaman korur şairde ve şiirde. Şiirin, konuları evrenseldir. Alanını daraltmamak lazım. Ancak; şirin gözükme, kendi şantiyesinde olanların dikkatini celp etme adına dini kavramları tahfif, değerleri tahkir malzemesi yapmak da ‘ucuz kahramanlık’. Şiir, diğer üretim alanlarında olduğu gibi kendisiyle aynı odayı paylaşanı sever. Uğraklardan ve kaçaklardan hoşlanmaz ve onlara ikramda bulunsa bile, maden ocağını aralamaz. Şairin kendi şiirini yazması, çağına ve gelecek kuşaklara seslenmesidir. Şahsıma ait olan dizeler kolay yazılmıyor. Zor şiir benimki… İki kapak arasına girmeyen şiirlerimden, taklit döneminde yazılıp dergi veya gazetelerde yayınlananlar hâriç, çoğunu imha ettim. Yazamadığım, yarım kalmış, yazmak istediğim, ertelediğim, beğenmediğim şiirlerin peşindeyim. Bab-ı şiirin eşiğinden ayrılmaya niyetli değilim. Meramımı anlatmaya çalıştığım bir şiirimi hüsn-ü kabulünüze arz ediyorum.
94
KÜNYE Sadra şifa dağlara niyazım Halatlar kopsa Çelik gövdesine yıldırım düşse Tufanını sel alsa da ruhumun Gül koparsam Yediveren yakasından Hira’nın Ağrı olsam şarkıların sustuğu Barınsam rüzgârında Sina’nın, Tur’un Gelinkaya el verse Sesine katılsam turnaların
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Zaman su içirse kayalıklardan
ğımızdadır. Poetika meselemiz söz konusu renge göre çözümlenecek ve bize dair bir “şiir nedendir ve nasıldır” metni ortaya çıkacaktır.
De ki bu yalnızlık ateşten gömlek Ne denizanası Ne de akvaryum Kilidini kırdım kafeslerin Yamacına evler kurdum dağların Nurullah Genç/1960
İhsan Deniz/1960
Şiirin ne olduğu ve nasıl yazılacağı konusunda bugüne kadar yüzlerce metin oluşturulduğu muhakkaktır. Lakin yeryüzünü ve hayatı olması gereken noktadan ve zaviyeden gören İslam düşüncesinin kuşatımında bulunduğunu düşünüp şiir yazanların nasıl bir metin oluşturacakları konusu tartışılagelmiştir. Şiir özgür müdür? Nereye kadar özgürdür? Şiir özgürse, şairin kalemini kim tutabilir? Bir başka ifadeyle şiir hesabı verilmeyecek bir metin midir? Hesabı verilmeyecek metinse, alabildiğine sınırsız bir devinim ve imge alanını kullanabilir mi? Şair hesap vermeyecek bir adamsa şiirinden dolayı, bu açıdan ona herhangi bir günahı kim yükleyebilir!... Meselenin kırılması noktası burasıdır. Sorumlu olmak ya da olmamak. Sorumluluk Her durumda olduğu gibi burada da Kur’an’idir ve kesindir. Sınırları çizilmiştir şiirin. Şuara suresini mealen bile olsa okumayı becerebilen hangi şair oradaki iki vadiyi görünce ve kendisinin zulme uğrayanlar ve salih amel işleyenler vadisinde olduğunu anlayınca, sınırsız bir özgürlük alanında imgelerle baş başa bulabilir. Elbette İslamı ve Kur’an’ı kabul etmeyen için böyle bir mesele yoktur. Ulviliğin bütün sırları yanında ahlaki hiçbir engel olmadan süfliliğin bütün sırlarını da kullanabilir. Ve onun için poetika zaten bir sınırsız özgürlük metnidir. Ama ne insan ne de şair, İslam penceresinden baktığımızda böyledir. Sınırları Allah ve Peygamber koymuşlardır. Şair bu noktadan itibaren, bu sınırlara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde, diğer vadide olanlara yaklaşması ve hatta orada yer alması kaçınılmaz hâle gelir. Dolayısıyla mevzunun ayrıntısı ve rengi Kur’an’daki iki şair vadisinden hangisinde olaca-
Büyük şiir, çoğu zaman trajik olandan çıkar. Hayatın bu içyasalılığı karşısında, seçimini daima şiirden yana yapmış ve yapacak olan şair; var olduğu sürece bu bedeli, ancak, hiçbir hâl’le değişmeyeceği ve hiçbir zaman sonunun gelmeyeceğini bildiği yalnızlık ve mutsuzluğunu kendinde içkinleştirerek ödeyebilecektir. Bu, şairin kaçınılmaz kaderidir. Bir şairin şiiriyle yapması gereken en önemli ödev; fenomen temelinde verili olan şey’lerin dışına taşarak, metafizik olanı tırmalamak ve yakalamaktır. Gerçek şair, bu olgunun endişesiyle sürekli kıvranacaktır. Ancak böyle bir sıçramayla söz konusu olabilecek bu tür kavrayış biçimi, derin bir iç-görü sayesinde irreel ve irrasyonel bir ‘şair dünyası’ tasarımıyla, şiirsel ifadelerle dışlaşabilir. İşte, şiir’in imkânı yalnız bu noktada gizlidir ve şair için tek bir ‘hakikat’ varsa, o da budur.
Tayyip Atmaca/1962
Şair; kelimelerle söz peteği yapan, içine hafıza mülkünden seçtiği en güzel sözcükleri doldurup alıcısının kulağına ve yüreğine sunum yapan oğul balı üreticisidir. Şair kendinde bir karşılığı olmayan edep ve erkândan yoksunsa söz meclislerinde itibar görmez. Şiir darası olmayan, şairin yüreğinden söze dökülen doğaçlamadır. Şair, söylenecek sözün peşinde koşan bir ses ve mana avcısı, sözün kapısını edeple çalan, edep kapısından yürek evine sözün yetiğini taşıyan kişidir. Hiçbir şair anadan doğma şair olmaz. Şair adayının belli bir olgunluğa gelip şiir yazması için en az 200 yıl gerilere giderek bu söz sanatının en özgün şairlerini okuyarak onlardan almış olduğu şiir zevkini hafızasında yoğurduktan sonra kendi
95
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
özgünlüğünü oluşturmak için ceht eder. Gelenekten haberi olmayan şairin geleceğe söyleyecek sözü olmaz. Şiir yazmak için günümüz şairlerini okuyup geçenden de şair olmaz. Şiirin bir kalıbı, düzeni, şekli, iç ahengi, ölçüsü, kafiyesi, türü vs. hakkında bir bilgiye sahip değilse şair; ne tür şiir yazacağını bilmeden imgelerin kuluçkasına yatarak buradan şiir çıkacağını zanneder. Her ne kadar da “şiirin manası şairin karnındadır” deseler de o manadan yüreğimizi ateşleyecek bir kıvılcım dahi yoksa bu şiirin şairde de okurda da bir karşılığı olmaz. Şiir sözün sancısıdır. Şiir; söylendiğinde şairi rahatlatmıyor, okuyanı rahatsız etmiyorsa dam başında saksağandan başka bir şey değildir. Mehmet Narlı /1963
Beni şiire götüren saikleri bile henüz tam olarak anlayabilmiş değilim. Kendi maceramı insanlığın macerası ile eşleme sürecinde doğuyor galiba şiir. Böyle olunca yazdıklarımın, anlatmak istediklerim mi yoksa anlayamadıklarım mı olduğunun ayrımına varamıyorum. Bir sürgünlük ipinin ucu var elimde; diğer ucunu bulmaya çalışıyorum belki. İçimin tutunduğu, tutunamayıp kaydığı duvarları yazıyorum galiba. Eşyanın ve insanın tarihi varlığımda bir arka plan değil. İçinde yürüdüğüm, duvarlarında bela mülkünün görüntüleri olan bir koridor. Tarihi veya görüntüleri değil, kendi yürüyüşümü yazmaya çalışıyorum. Kendi dışımda bir gerçeklik veya bir yaşanılmışlık yok. “Her şey ben yaşarken oldu.” gibi biraz. Hayatı aşkıyla besleyen de benim; zulmün iğreti konağında oturan da. Benim şiirim değil sade, keşke bütün edebiyat yalanı ve aldanmayı haber verebilse! Şiirin merkezinde aşk oturur elbette. Yolculukta ondan daha fazla kime güvenebilirsiniz ki! Şiirin teknikleri, geleneksel ve modern yapısı üzerinde düşündüğüm çok oldu. Ama yine de bu konular tartışmaya açıldığında ayağım kayıyor; bütün şiir geleneği üzerinde sendelemeye başlıyorum. Çünkü müthiş kalıplar oluşturuluyor bu konularda. Kalıpların içinde kalarak tartışmak
bizi şiirin tarifsiz ama gerçek anlamından uzaklaştırıyor. Erken poetikalara taklidi davranışlara sürüklüyor. Kalıpların dışında kalarak tartışmak, biçimsel gelenekteki farklılıkların seyrini somut olarak tespit etmeyi güçleştiriyor. Ama şunu söyleyebiliriz sanıyorum: Şiirdeki anlam ve biçim değişmesi doğrudan doğruya insanın varlığı (hayatı) algılayıp anlamlandırma çalışmasıyla ilişkilidir. Genel anlamda modern insan, vezinli (muvazeneli) bir insan değildir. Hayatı mazmunlarla değil, merak ve şüphesiyle anlamlandırmaya çalışıyor. Bu duruşun vezinli şiir üretmesi veya geleneğin biçimlerini kullanması beklenilecek bir hareket olmaz. Sorduğunuz için söyleyeyim ki yaşadığım en canlı problem dil ve ritimdir. Hem sadece benim olan hem de bütün medeniyetimin olan bir dili; hayatın akışındaki ritme denk bir ritmi aramak istiyorum. Kuşkusuz şiirdeki yaşantı, bilgi, gerçeklik ve olguyla birebir örtüşen bir yaşantı değil; imgesel bir yaşantıdır. Fakat imgelerin, sembollerin, eğretilemelerin elbette bir düşsel temeli vardır ve bu düşsel temel, bilincimizin, kişisel yaşantı ve duyarlıklarımızın içindedir. Tersinden söylersek bilgi, yaşantı ve duyarlığımızın içinde, üretim ve hareket yeteneği kazanmış olan bilinç, dilde farklı bir kök salarak imgeye dönüşür. Şiirsel imge, dilde farklı bir kök salan bilincin, eleştirel akıl tarafından somutlanamayan görüntüleridir. Çünkü bilinç, imge sürecinde, Prost’un “memoire involantaire”ine benzer bir kendindenlik ve bağımsızlık kazanır. Bachelard, “İmge, yalınlığı içinde bilgiye gereksinim duymaz.” derken, imgenin bilgiyi temsil etmediğini, bilincin içinde oluşan yeni bir dil olduğunu söyler. Tanpınar, şiiri, “bilinçli bir rüya hali kurma” olarak tanımlamaya çalışırken, bir ölçüde, imgenin, bağımsız ve kendindenlik niteliği kazanmış bilinç içindeki yolculuğuna işaret eder. İmge doğrudan bilgiyi temsil etmez ama imge sınırsız biçimlerde de gerçekle ilişkilidir. Gerard De Nerval’in, “İnsan imgeleminin, bu dünyada ya da başka bir dünyada, gerçek olmayan bir şey yarattığını sanmıyorum.” derken en gerçek dışı ve nesnel gerçeklikle karşılaştırılamaz görüntünün bile, gerçekle bir bağı olduğunu söylemek ister. Bachelard, “Şair bana imgesinin geçmişini açıklayacak ipuçları vermez; buna karşılık yarattı-
96
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
ğı imge, benim içimde bir anda kök salar. Özgün bir imgenin iletilebilirliği, varlık birlim için büyük anlam taşıyan bir olgudur.” der. İmgenin insanda kök salması, dilde kök salan bilincin çocuğudur. Başka bir deyişle, gösteren ya da konuşan şair (şiirsel özne), insanı kendi bilinç köklerine çağırır. Bunu, bilgiyi temsil ederek değil, çağırdıkları ya da gönderdikleri şeyi yeniden biçimlendirerek yaparlar. İmge kuramını, bilgi kuramına oturtan Walter Benjamin, bu yüzden Pasajlar’ında nesnelerin hafızalarına yönelir. Tanpınar, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç gibi şairlerde de simgesel ve imgesel düzen, bilgi kuramından kopmuş değildir. Oysa Ahmet Oktay’ın dediği gibi bazı şairler, örneğin İlhan Berk, şiirinde herkese uzaktır. Yakın olduğu, dahası yaşadığı tek şey yazdığıdır. Hele postmodern şiir, dev bir imge koleksiyonudur. Her şey ve hiçbir şey bir aradadır. Tarih de din de, ideoloji de, hayat da sadece bir metin bırakmak içindir. Bu durumda belki şair yerine metinsel şiir öznesi demek daha doğru olacaktır. Bu metinsel şiir öznesi, imgesel, gizemli, içrek ve yeni imgeleriyle bütüncül bir bilinci ya da bu bilincin köklerini işaret edememektedir. Hasan Akçay/1963
İnsanlığın var olduğu tarihten bu güne kadar şiir varlığını devam ettirmiştir. Kimi zaman heybetli, gür sesiyle dağlardan çığ kopararak; kimi zaman vitaminsiz, dermansız ve cılız hâliyle... Bu cılızlaşmanın neticesi olsa gerek, son zamanlarda artık şiirin olup-olmadığı tartışmaları gündeme geliyor. Şiir hiç tükenmeyecek, belki sürünecek, ama ölmeyecek. Çünkü hayat devam ediyor. Hayatın içindeki insanın da bir gönlü varsa, şiir de var olacaktır. Gönülden doğan, yine gönle yönelen sözdür şiir. Gönüller ne kadar “gönül” olma özelliğini taşıyorsa, şiir de o kadar şiir olma vasfıyla var olacaktır. Şair, geçici olanın değil, ölümsüz olanın peşindedir. Ölümsüzlüğün sırrı da çok yerine az ve öz söylemekte saklıdır. Sözü özlü söylemek ise bin düşünüp bir söylemekle mümkündür. Mana denizlerinin derinlerinde söz avcılığı yapmak ise her
yiğidin harcı olmasa gerek. O sularda çile, ıstırap, yalnızlığın derin uğultusu, dahası vurgun yemek vardır. Söz ceylânının ardına düşüp, günlerce evine-yurduna, kendine dönemeyişin yorgunluğu yaşanır. Yani ki, kelimeler ülkesine çilesiz girilmez. Yüzyıllardır anlam derinliğini kaybetmeden, her zaman yeni doğmuş gibi canlı ve renkli bir şekilde karşımızda duran mısralar, ustalığın olduğu kadar bilginin de eseridirler. Onlar ki, bir kere okunduktan sonra unutulmuşluğa terk edilemezler. Her defasında farklı bir anlamla düşünce ve gönül dünyamızda, değişik bir çağrışımla hayal iklimimizde yer ederler. Onlar temeli sağlam atılmış binalardır ki, zamanın yıpratıcı ve yıkıcılığı karşısında ayakta kalabilmişlerdir. Şiirin sadece duygu ile olmayacağı, duygu ile birlikte bilginin de vazgeçilmezliği aşikârdır. Şiirin çilesini çekerek, şiire emek vererek kelime üstüne kelime bina edenler yüzyıllar ötesinden günümüze kadar gelirken, kolay ve basit olanı seçenler ise zaman eleğinin altına düşüp kaybolup gitmişlerdir. Yazmak bir sorumluluk olduğu kadar bir zorunluluktur. Yazmadan yaşamanın çekilmez olduğunu, yazınca nefes aldığını hissedenler ancak yazmalı. Biten günle birlikte söylemesi gereken sözler hâlâ dudağında bir alev gibi duruyorsa, geçen her dakika bir sancı olur... Bu bir dolgunluk neticesidir, bir yol bulup ummanlara kavuşmak ve durulmak isteyen ırmaklar gibi çağlayıp akmalı ki söylenmek istenen, akıl ve kalp sükûna erişsin. Şiir, şairi zorlamalı... Doğum zamanı gelmişse şiirin, onun ertelenmesi veya öldürülmesi mümkün değildir. Bunun tam tersi olarak, şair şiiri zorluyorsa, bir doğum gerçekleşecektir; fakat meydana gelen de özürlü olacaktır. Dün olduğu gibi bugün de iki grup şair vardır. Biri söylemek zorunda olduğu için şiir söyleyenler. Bunların gözünde ne servet ne de şöhret vardır. Her şey kendiliğinden gelişir. Beklentileri dışında, servet ve şöhret sahibi de olabilirler. Başkalarına yaranmak veya bir mevkie gelmek için de sanatını araç yapmazlar. Bu konuda verilebilecek en güzel örnek sultan şairlerdir ki, onlar hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı halde şiir söyleme gereği hissetmişler. İkinci grup şairler ise sadece vitrinde olmak veya şiir aracılığı ile bazı mevkilere gelmek için “hırs” göstermiş olanlardır. Bu tür şairler dün
97
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
olduğu gibi bugün de fazlasıyla mevcudiyetini devam ettirmektedir. Onlar, ya birinin eteğine tutunarak, bir yerlere varmak veya birilerinin karşısında el bağlayarak emellerine ulaşmak isterler. Yaşadıkları süre içinde ortaya koymuş oldukları eserlerle değil, sırtını yasladıkları kişiler sayesinde isimlerini duyururlar. Fiziki varlıklarıyla dünyadan çekilip gittiklerinde ise geriye hiçbir şey kalmaz onlardan Hıdır Toraman1964
Her şair, şiirini kendi üzerine kurar. Şiirin asıl zemini, başlangıç noktası insanın kendi doğası ve doğal yaşantısıdır. Şiir yazmak tabiata dokunmaktır. İnsanın tabiatına dokunmaktan söz ediyorum, şiirin zihinleri altüst edişi o nedenledir. Şiir yazmak emir almadan yapabileceğimiz tek eylemdir, delirmek gibi. Soy şiir, özgür olduğumuz, hayati olanı hissetmeye başladığımız zaman ortaya çıkar. Şiir, insani olanı, yaratılışı tespit eder. Kendi varlığımızı fark etmemiz sonucu, bize ait varoluşsal deneyimi ifşa etmeye başlarız. Sanat; üstümüze çullanan, bizi baskılayan, bizde gerilim yaratan şeylerin altından kalkabilme çabasıdır. Şiir devrimci karakteriyle bize vazgeçmemeyi öğretir, hareket kabiliyeti kazandırır. Şiir; hakikati, iyiliği kendine dert edinmiş kimseler için bir varoluş biçimidir. Soy şair, etik tavrını, seçimini şeytanla işbirliği yapmayı reddederek ortaya koymuştur ta başından. Âdet yerini bulsun diye değil, adalet yerini bulsun diye meydana atılmıştır. Şeytan yaradılışa, ilahi düzenlemeye itiraz ederken şairleri de karşısına aldı. Şiirin içtenlikten ve sahicilikten başka bir yolu yöntemi yoktur, şairlere bunun için güveniyoruz ve çabalarını anlamlı buluyoruz. Modern dünyanın teslim almakta zorlanacağı en son kalelerdendir şiir. Bu dünyada iyiliğin ve hakikatin zikredildiği bir yer yok şiirden başka. Sistem, şairden başka herkesin sözünü itibarsızlaştırdı. Kültüralist politikalara alternatif itirazlar geliştirebilecek son uykusuz nöbetçiler şairlerdir. İnsanoğlunu direnişin mümkün olmadığına ikna etmeye çalışanlara karşıdır şiir. Şair şairden öğrenir dilde derinleşmeyi; ustalığını, görgüsünü gelenekle kurduğu ilişkiye borçludur. Şiir olanla şiir olmayanı ayırabilecek bilince gelenek mektebi sayesinde ulaşır. Şiir, tüm
dünyada tarihsel mirasını korumuş, geleneği en güçlü sanattır; Türk edebiyatının da en büyük gösterisidir. Bugünün dünyasında şiire dair çok fazla malumat var elbet ama bunlar şiirin ne olduğunu anlayıp açıklamakta kimseye çok fazla yardımcı olamaz. Şiir bilgisinin temel niteliği güvensiz ve değişken oluşudur. Elbette, farklı zamanlarda yağsa da bütün yağmurlar (şiirler) birbirinin devamıdır. Ama şiirle her karşılaşmamız yeni bir karşılaşmadır. Kimsenin tarifi kimsenin şiirini açıklamaya kâfi gelmez. Her şiir kendini tanımlar. O nedenle “Şiir nedir?” sorusuna verilecek karşılık hep şu doğrultuda olacaktır: Şiirin egemen, kesin bir tanımı yapılamaz. Tüm zamanlar için vazgeçilmez bir şiir tanımı yapmaya kalkışmak boş bir çabadır. Mevcutların karşılaştırılması yapılarak ortaya konulan tanımlar henüz yazılmamış şiiri bağlamaz, hepimizi yanıltır. Şiirin bin bir tanımının olması bin ikinci tanımının olacağını da haber verir bize. Çünkü olup bitmiş bir şey değildir şiir. Yinelersek, şiirle her karşılaşmamız yeni bir karşılaşmadır. Şiirsiz şairler gibi şiirsiz poetikalar da her zaman çoğunlukta olmuştur, olacaktır da. Poetikalar, manifestolar bitmiş bir şiire işaret eder ekseriyetle. Hedeflenen, yazılması arzulanan bir şiirin poetikası olmaz diye düşünmüyorum, her şiir kendi tanımını ve poetikasını beraberinde getirir. 80 kuşağında yer alan bir şair olarak hem klasik edebiyata hem de modern dünya şiirine vakıf olabilmenin verimini ortaya koymaya çalıştım. Şiir yayımlamaya başladığım yıllarda, 1980’lerde, bir soruşturmaya cevaben “Çağa kendi şarkılarımı söylemek istiyorum.” demiştim, kanaatim değişmedi hâlâ. Bu ülkede çoğu kimse ikili ilişkilerle şair sayılmıştır. Yalnızlığını ve yalınlığını ilan etmiş şair sayısı yok denecek kadardır. Ben kendi şiir serüvenimi kuşak dayanışmalarının uzağında sürdürdüm. Yazdığım şiirin kendini nasıl tanımladığı ortadadır. Ben doğduğum dünyayı en başından beri sorunlu buldum. Hep şiirle meşgul ettim aklımı dünya almasın diye. Şiirden kopuş, insanın ontolojik meselesinden vazgeçişi demekti benim için. Gönlüme göre olanla olmayanı tefrik etmek için yazdım. Şiir insan tekinin “arınma” çabasıdır hem kendinden hem de içine doğduğu dünyadan. Şiir hem söyleyenin hem de sonsuzluğun sesidir, bir davettir; duygu ve düşüncenin dilde biçime kavuşmasıdır. Şiir, tümüyle kendimize ait kıldığımız bir dil, bir patikadır; şair ya da okur olarak dış
98
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
gerçekliğe kendimizden bakmayı öğretir bize, düz ve kaygan varlığın/varlığımızın en dolaysız yoldan kavranmasına imkân sağlar. Bizi insan kılan her neyse, onu en fazla ele veren skaladır şiir, yaratılışımızla biricik bağımızdır. Heidegger’in diliyle söylersek “şükretmektir.” Aşk ile yapılan, mevcudiyetini aşk ile yapılmasına borçlu olan bir eylem. Şiirin ne olduğu ve nasıl sona ereceği sorusunun cevabının insanın yazgısıyla ve insanın sonuyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Şiir bu, nihayetinde izinsiz girmiştir hayatımıza. Hüseyin Akın/1965
Hayat insanın başına gelen en büyük olaydır. Yaşantının yumuşatılması hayat karşısındaki yabancılığı üzerimizden atmakla mümkündür. Aşina olup alıştıkça hayat, üzerinde durup düşünmeksizin yaşadığımız bir alışkanlığa dönüşür. Şiir hayat karşısında duyduğumuz bu şaşkınlıktan doğar. şair hiç bir zaman hayat karşısında aşina olamamış ve bu yüzden şaşkınlığını gizleyemeyen kişidir. O sadece şaşırmakla kalmaz bu şaşkınlığına başkalarını da ortak eder. Şairle okuyucu arasındaki sıhriyetin özünde aynı dünyaya ortak uzaklıkta bulunmak vardır ki bu bir trajik akrabalıktır. Kendi evi ve dili içerisinde yalnız bir varlık olan insan şaşkınlığı üzerinden atmak için iç evrene ve iç diline çekilir. Benim şiirim yaratılış şaşkınlığını üzerinden atamamış adamın şiiridir.
İsmail Aykanat/1968
Benim yazış gayem, ne sanat için ne de toplum içindir. Sanat anlayışım daha ulvî bir gayeye yöneliktir. Bu yönüyle baktığımızda sanatın ulvî tarafında Allah Tebareke ve Teala bulunmaktadır; her şeyin her tarafında bulunduğu gibi. O bizi yaratandır, yoktan var edendir bizi. Yaratanımızı sadece yaratan olarak tanımıyoruz oysa. Her türlü nimeti bahşeden O’dur. Affedicidir. Merhametlilerin
en merhametlisidir. Her şeyin sahibidir. Hakim O’dur… Her eylemimizi O’nun için yapmalıyız. Yolda yürürken attığımız her adım da O’nun içindir. Öyleyse sanat da Allah içindir. Benim sanat hedefimde hiç şüphesiz ve kat’î olarak sevgilimiz olan O vardır. Yazdıklarıma bakanlar şaşırmasınlar. Sanat Allah için olduğunda ilahi yazdığımı, yazmam gerektiğini zannetmesinler. Ne de tarikat ehli olduğum düşünülsün. Hangi sanat Allah içindir? Ya da Allah için olan sanatın içeriği nedir? Genel tabirle söylemem gerekirse İslama aykırı olan hiçbir şey Allah için sanatta yer alamaz. Ahlaki olmayan ve Allah’ın sevmediklerini anlatan şiir ve yazılar da bu kapsama girer. Allah için sanat anlayışında zalimlere şiir yazmak yoktur bu cümleden olarak. Evli bayana aşk şiiri yazmak, haramdır sanat anlayışımda. Cemal Süreya gibi erotik ve pornografik bir dille yazmak da haramdır Allah için sanat anlayışında. Bu anlayışta estetize edilmişlik vardır üründe. Edebî kılığa bürünmüşlük vardır. Toparlayıp söylemeliyim, bu sanat anlayışının dışında verilen eserler Hakk’ın rızası dışındadır. Özcan Ünlü/1968
Sezai Karakoç poetikasını yazan Fatih Okumuş’un “Şairin şiir anlayışı ile şair anlayışı birbirinden ayrılamaz.” sözüne katılıyorum. “Harf Dili” şiirimde, kendi poetikama dair küçük ipuçları vermiştim: “Bazen içi dışı hoş Bir dünya kurarız sözlerden Bazen yakut misali Bazen ateşefruz Bir yangın yeri olur Kâğıtlanırız…” Benim şiirim, çağından sorumlu bir şiiridir. Yeryüzünün toplam acılarına kapılarını açmış, bu acıları yüksek sesle terennüm eden ve fakat aynı zamanda kendi iç sesimin/lirizmimin de sözcüsü olma yolunu seçmiş bir şiir… Şiirin insana, insanın kalbine dokunması
99
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
gerekir. Alkışlanmak için değildir şiir, şairi alkışlanabilir. Kişisel olarak böyle bir derdim yok ayrıca… Şiir geleneğinden kopmadan, ana damarlardan ayrılmadan dünyayı da bilme gayretinde, ama sadece şiir söyleme sadedinde olmaya çalışan birinden yana tercihim. İnsana, insana dair olan her şeye; ilahi olana, ilahi olana dair her şeye büyük bir hayranlık ve merakla bakan bir şiirdir benim yazdıklarım. Dolayısıyla bende başlar ve bende biter! Ve şairlerin de, “Peygamber devrinde en az savaşçılar kadar yüce ve mutlak inancın yerleşmesinde kudret üstlendiklerini” inanarak bir tevhid ve vahdet görevlisi olduklarına inanıyorum. Metafizik ürpertilere daima açık bir şiir yazma gayreti taşıyorum. Çağın idrakine uygun bir üslup, biçim ve imge dünyasıyla… Şiire ontolojik bir anlam yüklüyorum. Sözü kutsallaştırmadan/ kutsalın üzerine çıkarmadan… Ali Ayçil/1969
Yirmi yılı aşkın bir süredir hem şiir yazıyor hem de şiir üzerine düşünüyorum. Doğrusu, bunca zaman içinde “niçin şiir yazıyorum?” sorusunu hiç yöneltmedim kendime. Böyle bir soruyu sorduğumda, beni şiire mecbur bırakan sebep ya da sebeplerin bilimini yapmaya başlayacağımın ve kör bir yola gireceğimin farkında oldum hep. Belki de şiirin biricikliği buradadır; sebebi, yazılmış olanın içinde saklıdır. Öyleyse, şiire sorulacak bir sorunun cevabını şairde aramak beyhudedir. “Niçin şiir yazıyorum?” sorusunun, yazdığımız her bir şiirde bir parçasını ele veren karmaşık bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Bir şairin şiirlerini okuduğumuzda, bir buluşma bölgesi ortaya çıkması ve bütüne dair bir izlenim sahibi olmamız şiirin bileşeninin okura el vermesi sayesindedir. Şiirin niçin yazıldığı, aslında bir eni anımsatan bu bileşenin hissedilip kavranmasıyla bir ölçüde yorumlanabilir. Öyleyse ben de, kendi şiirime ancak kendi şiirimin okuru olarak yaklaşabildiğim oranda, yazmam sebebimi ortaya çıkarabilirim. Öyle
zannediyorum ki, benim şiirlerimde başından beri çocukluğumun mekânlarına veda etmenin, o ilk anlam haritasından kopmanın sancısı var olageldi. Bunu taşra - kent gerilimi bağlamında yorumlayanlar da oldu. Meselenin sadece mekân değişikliğinden kaynaklanan bir gerilim şeklinde tarif edilmesi, şiirin bu gerilimdeki fonksiyonunu sınırlıyor aslında. Yine bir okur olarak baktığımda asıl gerilimin, çocukluk - ergenlik - gelenekle, büyümek - kent - dünyaya taşınmak arasında yaşandığını tespit edebiliyorum. Dünyaya taşınmak dayanılmaz bir yıkımdır ve şiirden başka tamircisi de yoktur. Mehmet Aycı/1971
Bir insan niye şair olur? Ya da bir insan ben şair olacağım demekle şair olabilir mi? Kişi kendini bilir. Kumaşını da bilir. Saklar, saklamaz ayrı; ancak şairliğin bir kumaş, bir mizaç, dahası bir fıtrat meselesi olduğunu da bilir. Kitapta tanımlanan şair mizacı olunan bir şey değildir. O zaman diğerlerini geçelim; sahiden şair olanların şiir söylemekten muratları nedir? Bu hususta birbirine benzeyen, birbirinden ayrılan pek çok şey yazılmıştır. Neredeyse şair sayısınca poetika vardır. Birbirine benzer birbirinden ayrılır. Birbirine benzer çünkü yapmak, etmek, yaratmak fiilleri ve insan birbirine benzer. Birbirinden ayrılır çünkü insan biriciktir. Kendinize bir patika açacaksınız, bu patika ana yola dönüşecek ve sizin poetikanız olacak… Bu manada poetika az sayıdadır. Peki, o bir yol açmanız ve o yolu kullanılabilir hale getirmenin yolu nedir? Önce bir yol bilgisine sahip olmanız lazım. İkincisi yürünen yolların sizi yeni bir yere çıkarmadığı kanaatine varmanız, bunun için de o yolları ‘yazmasınız” bile yürümeniz, öğrenmeniz lazım. Üçüncüsü yolun insanın yürümesi için yapıldığını aklınızdan çıkarmamanız lazım. Bu yoldan ne taşınacağı bilgisiyle hareket etmeniz lazım. Yol yaparken kullandığınız malzeme eski-yeni fark etmez; yolun yeni olması lazım. Yoldan çıkalım ve diyelim ki, şiir insanın isim
100
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
verme yetisini edindiği günden başlar; bu anlamda dilin kurucusudur; her insan şair değildir; insani olanı şiire dönüştürme yeteneği verilen bir şeydir, bunun farkında olan kişi bu yetenekten hareketle kendisini şair olarak yetiştirir, bundan sonrası tekniğe dâhildir; kendinden öncekilerden haberdar olur, takip eder, müteyakkızdır, kendini ve evreni dinler, acıya kayıtlıdır, neyi nereye taşıdığını bilir. İçinde doğduğu/içine doğduğu dilin sınırlarını zorlayacak bir vukufiyet kazanma cehdi içerisindedir. Türk şiirini bir bütün olarak görür; kendinden önceki ustalara aşinadır, onların çok yakınında bulunursa gölgede kalır, uzağında bulunursa nasipsiz. Belli bir mesafeden “kendi kalarak” bu aşinalığı sürdürür. Öğrenme azmini sürekli taze tutar. Klişeye hapsolmaz. Yeni olanın peşindedir. Kendi sesini bulduğunda da klişeye ve kendini tekrara kapılmaz. Mükemmele yakın şeyler söyleyebilir; ancak içinde tamamlanmamışlık hissini diri tutması gerekir. Gerekir fiili karşılamıyor bunu, bu durum da bir mizaç meselesidir. Her şiiri bir yazacağı büyük şiirin eskizi gibi görürse biricik olur; yol açar. Gündelik olan asla tüketilen değildir. Gündelik hayata “kalıcı” bir maya katmaktır işi şairin… Ne kadar kalıcı olacağını zaman gösterir. Hoş, kıyamet koptuğunda bütün sözler, bütün divanlar, bütün kitaplar da yerle bir olacak… Bunu bilerek söylemenin çelişkisinden beslendiğiniz ölçüde söyledikleriniz karşılık bulacaktır insanda… Sıradan bir ayrılık hikâyesinde bile… Kalender Yıldız/1972
Şiir bir tanıma ve yabancılaşmadır: Şair, dünyayı öyle derin bir biçimde tanır ki; bir süre sonra ona katlanamaz ve ondan uzaklaşmak ister. Belki bu yüzden şairler, en iyi aşk şiirlerini yabancılaşma öncesindeki ilk gençlik yıllarında yazar. Sonraki dönemlerde felsefe, siyaset, ölüm, varlık, yokluk… gibi temalar daha çok görünür şiirde.
Şair dünyaya yabancılaştığı ölçüde başarılıdır: Her gün dünyayla cedelleşen şairden iyi şiir çıkmaz demek yanlış olur ancak dünyadan elini eteğini çeken, ondan bir şey istemeyen ve ona bigâne kalmayı başaran şair daha müstesna bir şairdir. Şairlik mizacı, bunu başaranlarda daha işlek bir hal alır ve bu hususiyetin şiirde karşılık bulması, şiire yeni bir bakış ve güç katar. Şairin şiiri gölgelemesi: Şair konuşmaya başladığında şiir susar. Hâlihazırda Türkiye’de olan şey; şiirin değil şairin konuşulmasıdır. Günümüzde şair, şiirinin önüne geçmiştir desek yalan olmaz. Şairin şiiri hakkında çokça konuşması veya şiirinden çok, kendisinin konuşulması şiiri adına bir kayıp, bir eksikliktir. Şairi bekleyen tehlike; insan: Şiir; yalnızlık mesleğidir, yalnızlıktan beslenir. Şairin bir nebze merdümgiriz olması icap eder. İnsanın halleri şiiri besler ancak şiiri besleyen şey, şairi tüketebilir. Modern hayat ve çıkara dayalı insan ilişkileri zaten meyus olan şairi hayata küstürebilir. İnsandan beslenen şiir hem evrenseldir hem de ölümcül… Suavi Kemal Yazgıç/1972
Bir manifestom, okulum, ekolüm, akımım yok. Olmasını istedim ama olmadı. Bu da bir fıtrat ve meşrep meselesi. Şiir yazdığım esnada hayatın parçalanmışlığının geride kaldığını hissediyor ve o “bütünlüğü” hissetmek/tecrübe etmek için şiir yazıyorum. Şiir biraz kendimi tanıma, kendimi derli toplu ve ‘bütün’ görmeye çalışma gayreti galiba. Kimseyle yarışmak için yazmıyorum. Şiirin fevkalade insanüstü bir şey olduğunu düşünen modern fikri, şairlik payesinden bir meshiymiş gibi bahseden nevzuhur saplantıları doğru bulmuyorum. Çünkü şiir benim için ‘mahrem macera’. Öyle ise neden yayınlıyorum? Yayınlanmayan şiir eksik kalıyor sanki… Yayınlandıktan sonra da hem şiir hem de ben özgürlüğümüze kavuşuyoruz.
101
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Selim Erdoğan/1972
Sonunda söyleyeceğim şeyi başında söylemiş olayım; şiir benim için fotoğraf çekmekle başlayan bir serüven… Şiirin ne olduğuna değinmeden önce şiirle nasıl karşılaştığımdan bahsedeyim; ilk gençlik yıllarımda şiirin içimde yeşermeye başladığı günlerden hatırladığım kimi fotoğrafları göstereyim size; Bir otobüsteydim ve ilk gençlik yıllarımdı. Soğuk ve yağmurlu bir sonbahar günüydü. İçinde bulunduğum otobüs yolcu almak için durmuştu. Sağda uzayıp giden bir köy duruyordu. Bir köylü kadını binmişti otobüse. Aşağıda ise elini ağzına götürmüş camdaki kadına bakarak üşüyen ve sessizce ağlayan bir kız çocuğunu gördüm. Camın buğusunu elimin tersiyle silip bu fotoğrafı seyre daldım. Bu ağıtın ardındaki öyküleri hayal edip durdum. Hastalık hastalarının söyledikleri bir şey var; “sürekli kalbimin atışlarında kulağım”. Benim de öyle. Kim oturup saatlerce kar sesini dinler? Hatta şöyle söyleyeyim; kim kar sesinin farkındadır ki? Kim bilebilir gecenin sesini, mezarların kokusunu? Yağmurun boynu neden bükük, bilen kim var? Kaldırsın elini. Böyle bir trajedi şairin başına gelen... Çok kısaca şunu söyleyeyim; efkâr deriz, içi içine sığmazlık deriz de anlatamayız ya! İşte şiir bunları anlatma çabası. Kısacası günlük hayatta gözlerimle çektiğim fotoğraflar vardı ve bu fotoğraflar kısa bir süre sonra şiire dönüşüyordu. Yine ilk gençlik yıllarımdı. Bugün gibi hatırlıyorum; annem karlı bir gece vakti “Kalk, namazını kıldın mı, sabah olmak üzere?” diye seslendiğinde elbiselerimle uyuyakaldığım yataktan kalkıp perdeyi araladığımda sokak lambasının pırıltısı içerisinde kar tanelerinin her birinin çıkardığı sessizliğin ritmi ile kalp atışlarımın ritminin aynileştiğini fark ettiğimde bana olan olmuştu bir kez… Bu beni acıtıyor ve işte bu hâlimi anlatmak istiyordum. Bunun için en uygun dilin şiir olduğunu keşfettim ilk dizelerimi mırıldandığımda. Yepyeni bir sözcükler dünyasına kavuşmuştum artık. Yeni bir iletişim yolu bulmuştum kısacası. Yabancısı olarak bırakıldığımız dünyada, yaşamanın ve gurbetin dayanılmaz hüznü karşısında sayıkladığım şiirle toplum ve tabiat karşısında terazinin kendime ait bölmesinde tutunmaya çalıştım. Kendi dışındaki her şeyin etki sahasında diğerlerinin sıklıkla dışında kalmayı başardığı etki sahasında bulunmam yüzünden oluşan bir farklılaşma ile
karşı karşıya kalan ben, şiirin kıyısına zaten sürüklendim. Yağmurun altında kalmıştım bir kez ve türkümü çağırmalıydım. Bulunduğumuz coğrafyanın folklorik motiflerle zengin olması da işimi kolaylaştırmıştı zaten. Bu zenginlik benim bir şair olarak imgelem gücüm açısından zenginleşmemi, geniş ufuklara oturmamı sağladı… Önemli olan şiirde imgenin yardımı ile herkesçe görülen ama farklı, birbirine uzak duran resimlerden mürekkep yeni bir resmi hayal edebilmek değil miydi? Şiir bir yanı ile bu idi benim için. Bir yanı ile de insanın tarif edilemezleri az önce bahsettiğim özel dilin imkânları dâhilinde tarif edebilme çabasıydı. “Efkâr” gibi,” içi içine sığmamazlık” gibi… Şiir, bir Müslüman olarak fıtratına yabancılaşmamaya gayret eden, hikmeti arama yürüyüşü yapan biri olarak inanılmaz fotoğraflara sahip bir dünyanın bana hissettirdiklerini (şiirin elverdiği sınırlar içinde) başı açık yalınayak anlatabilme çabamdır benim. Yalınayak kendini anlatmak, bana dilini eğmeden bükmeden anlatmayı hatırlattı hep. Bu yüzden şiirde biçimi, sesi ve imgelemi çok önemseyen ama yalın şiirden yana olan biri oldum. Hüznümüz alabildiğine engin bir muharrik unsur şiirim için… Birçoğu için fotoğraflar her şeyi ile ortada… Ama görülen kadarıyla... Ben onun ardını kurcaladım. Bindiğim bir trenin penceresinden, bir kasabanın tren istasyonu lojmanında alnını cama dayayan ve gelip geçen trenleri izlerken gördüğüm bir çocuğun hüznü benim hüznüm oldu. Yeryüzüne gönderilen insanın yabancılığına ait hüznün aşkın (transandantal) hal tercümesidir şiir vesselam. Bu vesile ile şiirin ne olduğunu anlamak yerine hepinizi bir gece vakti kar sesi dinlemeye, yağmur almış bir toprağın kokusunu hissetmeye çağırıyorum. Ercan Yılmaz/1977
I. ‘Şiir üzerimizdeki örtüyü kaldırıp bize ne olduğumuzu gösterir ve bizi gerçekte olduğumuz şey olmaya çağırır.’ Octavio Paz’ın söylediklerine tamamen katılıyorum. Şiir benim için böyle bir şey, varoluşumuzun karanlığını aydınlığa çıkarır. Behçet Necatigil’in şiire bakışı da şahsî tarihimde önemli bir yer tutar: ‹Şiir, bir nevi ağarma-
102
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
dır, bir nevi beyazlaşma, yani gece karanlıksa bari geceliğimiz beyaz olsun deriz, isteriz. Şiire ben bir böyle teselli gözüyle bakarım. Şiir bir kelime yatırımıdır, bir anılar toplamıdır. Bir dili mümkün olduğu kadar enine boyuna değerlendirme çabasıdır.› Ağarma, teselli, anılar toplamı, dili bütünüyle değerlendirme çabası... Kalbimizi her defasında yeniden yazarız şiirle. II. *Hz. Peygamber›in ‹Allah güzeldir, güzeli sever.› hadis-i şerifi benim çıkış noktamdır. *Yahya Kemal›in o veciz ve manidar ifadesi ‹Mısra benim haysiyetimdir.› felsefesi şiarımdır. *Şiiri, Hakikat›in ‹ideolojik aygıt›ı yapmam asla! *Fuzûlî›nin ‹Bilgisiz şiir, temelsiz duvara benzer.› düsturunu asla kulak ardı etmem; ‹Aşk imiş her ne var âlemde› mısraındaki hikmeti kavramaya çalışırım. *››Derûnî ahenk›, ‹sihirkâr tesir›, ‹büyü üretimi› gibi kavramlar şiirimin omurgasını oluşturur. *Sloganlarla, fragmanlarla, aforizmalarla şiir kurmaya çalışmam. *Şark›ın temel hususiyetlerinden olan usta-çırak ilişkisini hiçbir zaman küçümsemem. *Gelenek›le ‹sahih› bir ilişki kurmanın yollarını ararım. *Şiiri ‹ego› inşası için vasıta kılmam! *Şiiri, kendimizi bilme›nin, zâtıma hoşça bakmanın vesilesi yapmaktır muradı *Zarifoğlu›nun şiirin ‹tez değil duyarlık› işi olduğu tespitini baş tacı ederim *Söz›ü ayağa, şiiri Dil›e düşürmek en büyük korkumdur. *›Edeb ya Hû› kapısından girerek; şiiri ‹öpüp başımıza koyduğumuz ekmek gibi aziz› bilmek; bütün meselem bu! III. Valery, ‹büyü üretimi’ demişti şiir için, Haşim, ‘sihirkâr tesir’den bahsetmişti. Tanpınar da ‘en uyanık halde dilde rüya halini kurmak’ diye ifade etmişti maksadını. Ben de ilk kitabımdan hareketle rüyâ ile hayâl ile alışverişi olan biriyim. Aslında kendimi bir ‘hülyâ adamı’ olarak tanımlıyorum Tanpınar gibi. Bazen de görülmeden tabir
edilen rüyâların peşindeyim. Çünkü Cioran gibi söylersem ‘Gerçek bende nefes darlığı yapıyor.’ Ve elbette Gazzâlî’nin belirttiği gibi hakikatin cüzlerinden biri de rüyâlardır. Âherli Zamanlar’daki bu bilinçdışı tavrın Nûrusiyâh’ta bilinçli hâle geldiğini söyleyebilirim. Yani ‘rüyâ üretimi’ söz konusu olan. Bunun için Dil’in (her manâsıyla Dil) de sükûtun da bütün imkânlarını kullanmaya gayret ediyorum. Benden önce görülmüş rüyâların sahih bir halkası olmak ya da tabir edilmiş rüyâları ‘yazmak’ istiyorum. IV. Şiirin bir ‘dil’ meselesi olduğuna Yahya Kemal’i okuduğum lise yıllarından beri inanmışımdır. Dil’den Ses’e doğru bir seyir… ‘Ya Rab bana bir ses yaratan kudreti ver’ diye yakarıyordu Üstad. Ve elbette yine Yahya Kemal’den, Ahmet Haşim’den temellük ettiğim, Hilmi Yavuz ile tam manâsıyla içime sindirdiğim ‘edâ’ ve ‘derûnî âhenk’ meselesi. Ben, kurmak istediğim ‘edâ’ya, ulaşmak istediğim ‘ses’e, inşâ etmek istediğim ‘derûnî âhenk’e, ‹Osmanlı Türkçesi’nin imkânlarıyla yaklaşabildiğimi düşünüyorum. Benim rüyâlarımın dili bu. Mehmet Kaplan›ın Edebiyatımızın İçinden kitabında ‹Cahit Sıtkı Tarancı›nın Şiir Estetiği›ni anlatırken onun, ‹her kelimenin kendine has bir çağrışım mekanizmasına bağlı olduğunun farkında› olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: ‹Cahit Sıtkı›ya göre şiir bir ‹evocation› sanatıdır. Kelimeler, uyandırdıkları çağrışım ile okuyucuya tesir ederler. Ölü veya uydurma kelimelerde bu hassa yoktur. Cahit Sıtkı›nın kelimelerdeki bu hassaya ne kadar ehemmiyet verdiğini şu mısra tahlili çok iyi gösterir: Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz; mısrasında ‹hatıra› yerine ‹aklıma› diyebiliriz. Vezin bozulmaz. Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz; vezin bozulmaz ama, şiir sırra kadem basar. Bunun tek sebebi, ‹hatıra› kelimesinin ‹aklıma› kelimesinden daha zengin bir ‹evocation› unsuru olarak daha kuvvetli olmasıdır.› Mesele biraz da budur benim için.
103
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
V. ‹Gelenek benim için hem yol hem azık desem daha iyi ifade etmiş olurum meramımı. Yani en geniş manâsıyla gelenekten yararlanmaya çalışıyorum. Maziden devşirdiklerimi, edebî gelenek içerisinde nasıl şiirin malzemesi kılabilirim, bunu düşünüyorum. Beslendiğim en önemli damar tasavvuf. Tasavvuf, bana hem muhtevâ hem de şekil (metod) bakımından vazgeçilmez imkânlar sunuyor. İkili oluşlar üzerine inşa edilmiş bir sistem oluşu da tasavvufu şiir dili için elverişli kılıyor bana göre. Gelenekten, hem muhteva hem de tarz olarak yararlanan şairleri kendime hep çok yakın bulmuşumdur. Meselâ Hilmi Yavuz, meselâ Asaf Halet, meselâ Sezai Karakoç. Sezai Karakoç, Şair ve Gelenek adlı yazısında «Aslında yeni olmak ‹eski›nin sırrını bulmaktır. Çünkü; o ‹eski› bir nevi ölmezlik kazanmıştır. Şair de zaten o ölmezlik sırrının peşindedir.› der. Ben, usta-çırak ilişkisine inanan biriyim. Bu, bizim dünyamızın en önemli damarlarından bana göre. Ancak bu yolla gelenek zincirinin ‘sahih’ bir halkası olabiliriz diye düşünüyorum. Serkan Türk /1977
Bana şiir yazdıran şeyin ne olduğunu eskiden beri hep düşünmüşümdür. Kelimelerin dünyasına girdiğimden beri… Bana açılan bir pencere şiir. Kimi anın, olayların, yaşanmışlıkların, yaşanacak olanın, mümkün olmayanın hep kıyısında sözcükleri dilimde evirip çevirdim. Bir ses, müzik duyar gibi başımı her çevirdiğimde bir mısra düşürdüm ruhumdan ömrümden. Şüphesiz duymak, duyarken yaşamın ahengine yakışır şekilde-melodisi içimde- gördüğümü anlamlandırma çabasıyla ördüm şiir’imi. ben kendimi dike dike söke söke derimden bazı kazak, bazı çorap ördüm içimde
Ben’den başladığım her şiirle uzun çarşılar, sokaklar, dağlar, tepeler, denizler, su kuşları, fesleğenler, kum zambakları, bir ağacın hışırtısını, bir ölümün sessizliğini, açılmış mektuplardaki saklanmış hisleri, geçit vermez yollardan geçmeyi denedim gönlümdeki kervanla. küskünlük, suskunluk gibi bir şey değil ne yapsak nafile. alınamayan bir gönül, gidilemeyen bir kent gibi uzak. Bir gövdeye dayadım kulağımı. Her iniltide yaşlanan dünya, ağrısıyla göründü gözüme hayat. Yanağını okşadığım bir çocuk, otobüsün camına yanağını dayayan yolcu, orağını ekinlere savuran çiftçinin kalbinden geçen o büyük rüya rüzgârı. bana kendi dilinde sus yaşlı dünya sana bütün dillerde yanayım Peşinden gittiğim mevsimler, içinden geçmekten yorulduğum yaşam söz ışıldağı gibi aydınlanabilirdi şiirle ancak. Bunu hikâye ile zaman zamanda şiirle sağlayabildiğimi düşündüm. Karıncanın günlerce yürüdüğü bir ağaç gövdesi, insanın incinmişliğine benzer hayat karşısında. merhamet ne ince bir kelime alı al bir yanak gibi sızlamakta içimde Ne söylersem şiir, ne söylersem hikâyenin kapısında bulundum. Tenin ve ruhun çıplaklığını birleştirdim dizelerde. Gözümün gördüğü, aklımın erdiğiyle yansıdım. sanki insan kökünden sökülmüş yeşil ot kara lekeler gibi kuruyoruz gri gökyüzünün altında karıncaların, böceklerin adımladığı bir evrende bu yalnızlıklar, savaşlar hepimize fazla Bir dosta söyler gibi hep şiir. İnsanın kendine omuz vermesi, yeniden ayağa kalkmaya çabalaması, kendi sesiyle şiiriyle mümkündü.
104
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Muhammed Hüküm/1982
Her şeyden önce bugünün ruhu yok saymaya çalışan yönelimleri karşısında şiirin ruhu savunan bir yanı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden şiir yazma eylemi ve şiirin kendisi üstüne titrediğim bir durum. Yazmaya çalıştığım şiirin içeriğini ve biçimini belirleyen de aslında aynı duygu: şiiri ve ruhu değerli bulma hissi… Bazen kafamda tasarlayıp yazıya geçirmeye kıyamadığım şiirler oluyor. Onun, şiiri değerli bulmayan gözler ve zihinler karşısında kirleneceğini düşünüyorum. Benim için çok kıymetli olan bir eylemin dünyanın bugünkü şartları içerisinde maddenin çapaklarıyla kirlenmiş gözler vasıtası ile alaya edilecek, romantik veya metafizik diye yaftalanacak olması şiir konusundaki en büyük korkum. Bu korku sadece kendi şiirim için değil, şiirin bugünün dünyasındaki genel hâli için geçerli. Şiirimin içeriğini belirleyen temel yönelim başlangıcından beri Yunus Emre’nin sesini yakalama istenci oldu. Hakikat ve saf gerçeklikteki doğadan yararlanarak içinde yaşadığımız hâli bir başkasının hâli olsun diye yazmak şiirlerimin içeriğini belirledi. Tabi İsmet Özel, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, İlhan Berk, Dağlarca gibi şairlerin söyleyişine zaman zaman öykündüm fakat bugünün şiirinin karmaşadan uzak, sakin, kısa ve özlü olması gerektiğine inanıyorum. Eğer şiir yazma eylemi bu dünya için kalıcılığımızı sağlayacak bir eylem olarak telakki ediliyorsa Yunus’un yazdıkları gibi şiirlerimin bin yıl sonra okuma yazma bilmeyen ve hatta ana dili Türkçe olmayan insanların dilinde ve zihninde olmasını isterdim. Şiirin sokağa düşmesi ve barbarlık yapanların kullandığı bir silah olması beni inciten bir durum… Garip şiirinin getirdiği esprili, şaşırtıcı, nükteli söylem özellikle Cemal Süreya ile ironinin zekâsını bünyesine dâhil etti, Ece Ayhan’la da ironinin zaman zaman nefrete kadar ilerleyen yıkıcılığı şiire nüfuz etti. Postmodern şiir içinde İslamcı şairlerin dahi lirizmle esprili, nükteli söyleyişi bir araya getirmeye çalışmasını benim
şiirim yadırgıyor açıkçası. Ben şiirimde kesinlikle ironi, şaşırtmaca ve harf kelime oyunlarını kullanmayı tercih etmiyorum. Çünkü şiirimin zekâya değil gönle yaslanmasını istiyorum. Modern dünyanın metafiziği yok saymasından ve insan aklını kutsamasından mustarip olmayan bir şiirin gerçek şiir olamayacağı kanaatindeyim. Bugünün Türk şiiri bence sesini kaybetmiş durumda… Kendine özgü acılarını ve sevinçlerini aramak yerine modernizmin yarattığı mitlerin karşısında bir yanılgıya düşüyor… Acılar ve sevinçler coğrafyasını ve dilini kaybetmiş durumda… Şiirimde bu acının sosyal, coğrafi ve tarihî köklerini aramayı diliyorum... Sezin Seda Altun/1987
Özlediğim için yazıyorum. Geçmişin uzak, güzel günlerini özlediğim ve bir an sonra o geçmişin parçası olacak şimdiyi özleyeceğimi bildiğim için. Yaşama tutkunum, yaşam gözlerimi kamaştırıyor benim. Bu çok ağır bir şey aynı zamanda. Bir şeyi çok sevmenin ağırlığı. Bu ağırlıktan kurtulmak için yazıyorum, yoksa yaşayamam. Balkon demirine bir kuş konsa ağırlığını hissediyorum. Nasıl yazmam? Şiirde dilin işlenişini çok önemsiyorum. Çünkü dili, yaşantıların bende yarattığı duygu durumlarının gerçekliğini, o ana özgülüğünü bozmadan aktarabilmenin en önemli aracı olarak görüyorum. Diğer bir deyişle dil, anlatma aracım olduğu için şiiri oluşturan diğer tüm dinamiklerin üstünde bir önem taşıyor; ancak onun anlatmak istediklerimle okur arasında bir duvar gibi durmasını, zoraki bir anlaşılmazlığa yol açmasını, kısacası hikâyemin önüne geçmesini sevmiyorum. Rüzgârda yuvarlanan bir perekati pole gibi, etrafımdakileri kendime katıp büyüdüğümü hissediyorum hayat içinde. Perekati pole hem çölün gerçekliğidir hem de ona, orada yaşayana bir umuttur. Şiir de benim gerçeğim, umudum, hayatta sürüklenirken çıkardığım ses. ■
105
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
LÜTFİ PARLAK ile Deli Dumrul romanı üzerine
Romanda; İslamiyet’e geçişteki zorluklar, ikilemler de ele alınır. Çünkü Deli Dumrul, içinde bulunduğu tabiatın ve dinlerin esaretine isyan etmektedir. Bir taraftan Şamanların etkisi, diğer taraftan Korkut Atanın dersleri onu iki arada bir derede bırakmıştır.
GIYASETTİN DAĞ
Lütfi Parlak 1955 yılında Elazığ’da doğdu. 1977’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl, Elazığ Lisesi’ne atandı. 1981’de yedek subaylığa müteakip Uşak Eşme Lisesi’nde görevlendirildi. Ardından Akçadağ Öğretmen Lisesi’ne müdür tayin edildi. Elazığ Lisesi’ne müdürü iken 2007 yılında emekli oldu. Yazarımızın yayınlanmış eserleri: 1-Yukarı Fırat’ta Tarihî Eserler (İnceleme-2004) 2-Behramoğlu Balak (roman-2006) 3-Yemen (roman -2008) 4-Gençosman (2010) 5-Sudan Gelen (2013) 6-Deli Dumrul (2015) Evli ve üç çocuk babası olan yazar, 1985’ten beri mahallî gazetelerde köşe yazılarını sürdürmektedir. 2013-2015 yılları arasında Elazığ Türk Ocağı başkanlığı da yapan Parlak, mahallî TV programları yanında edebî dergilerde şiir ve makalelerini yayınlamaktadır.
Sayın Lütfi Parlak! “Deli Dumrul” çıktı. Deli Dumrul’la yola çıkış sebebiniz veya kahramanla topluma vermek istediğiniz mesaj nedir? Romandaki tipler malum; birer aracı, birer semboldür. Yazar; teşhis ve intak sanatını kullanarak onları yeniden ete kemiğe büründürür: Onlar vasıtasıyla konuşur, onlar vasıtasıyla mesaj verir. Mekânı yeniden keşfeder, kahramanı yeniden şekillendirir. Merak uyandırmak için icat yapar. Gözlem yapmak için düşüncelerini kullanır. Böylece hayallerine vurulan millî damganın sırrını çözmeye çalışır. Zira üzerinde bulunduğumuz dünya emniyetsiz olduğundan kendi başımıza yaşayamayız. Problem çözmek için yardıma ihtiyaç duyarız. Romanda, gerek Dirse Hanın; birer koç karşılığında çalınan kurt yavrularını alıp dağa salması, gerek Deli Dumrul’un geyik yavrusunun kırık bacağının sarması… iyilik bulmak için iyilik yapma çabasıdır. Çünkü bireysel güçle her meseleyi çözmek mümkün değildir. Romanda; İslamiyet’e geçişteki zorluklar, ikilemler de ele alınır. Çünkü Deli Dumrul, içinde 106
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
Bu konuda farklı bir iddiam var. Bana göre Dede Korkut Hikâyeleri, Batının ilk ve en mühimlerinden olan Donkişot romanının kaynağıdır. Yani Donkişot, Deli Dumrul’un Batıya uyarlanmış halidir. bulunduğu tabiatın ve dinlerin esaretine isyan etmektedir. Bir taraftan Şamanların etkisi, diğer taraftan Korkut Atanın dersleri onu iki arada bir derede bırakmıştır. Diğer bir konu, kahramanın kaba kuvveti ile aklının çelişmesidir. Çünkü Deli Dumrul, damda deve arayan bir tiptir: Haliyle kendisine şahsiyet veren göçebe kültürünü, günümüze yansıtır: “Benden daha deli var mıdır ki çıka benimle savaşa?” deyip kuru çayın üzerine köprü yaptırır. Geçenden otuz üç akça, geçmeyenden kırk akçe almaya kalkışır. Azrail’le karşılaşınca; “Bre Azrail, seni böyle bilmezdim, medet” diyerek gerçeği kabullenir. Hocam Deli Dumrul’un, can bulup canını kurtarma hususunda Azrail’le yaptığı pazarlık da meşhurdur. Konu ile ilgili bilgi verir misiniz? İşin sonu nereye varır? Can bulma meselesi, basit gibi görünse de ince mesajlarla doludur. Anasının; “seni severim ama babanı daha çok severim.” Babasının; “ailemi ve obamı yalnız bırakamam oğul” demesi onun doğruyu bulmasını sağlamıştır. Farkında olmadığı aile bağlarının önemini kavratmıştır: “Demek usul böyleymiş, demek söylenenler töreymiş. Bir kadın canını, ancak kocasına verebilirmiş” deyip inançlarından taviz vermeyen ebeveynini, bilakis sevmiş. Sonunda ellerini Allah’a açıp; “Kişi sevdiğine naz da edermiş niyaz da. Sana yalvarıyorum: Alırsan ikimizin canını birlikte al, koyarsan ikimizin canını birlikte ko!” ifadesiyle yaratıcıya teslim olmuş. Böylece akıncı tipini bırakıp Alperen olmuş. Deli Dumrul, kendine güvendiği için son döneme kadar her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Ancak iyi niyeti sayesinde önündeki gümüş kapı kapansa bile altun kapının açıldığını
görmüştü. Neticede Şamandan vazgeçip Allah’a yönelmiş, bağışlanması için yalvarmıştı. Hadiseler üzerinde tasarruf sahibi olduktan sonra İslam’a yönelmişti. Dede Korkut Hikayelerinin batıda benzerleri veya Batı Edebiyatında akisleri var mıdır? Bu konuda farklı bir iddiam var. Bana göre Dede Korkut Hikâyeleri, Batının ilk ve en mühimlerinden olan Donkişot romanının kaynağıdır. Yani Donkişot, Deli Dumrul’un Batıya uyarlanmış halidir. 1570’de Kıbrıs’ı Türkler alınca Haçlılar 1571’de İnebahtı baskınını gerçekleştirdi. İnebahtı savaşına gönüllü katılan Cervantes, sol eli kaybettikten sonra Osmanlıya esir düştü. Dokuz sene tutsak kaldı. Mütercim Ali Çankırılı’nın iddiasına göre bu esnada Seyyit Hamit Engelî adlı bir filozofun notlarını aşırdı. Neticede Donkişot adlı eserini yazdı.(1606) Dede Korkut Hikâyeleri 15. Yüzyılda teşekkül ettiğine göre Cervantes’in bu eserden haberdar olması gerekir. Seyyit Hamit’in notları da işin içine girince Donkişot’un Deli Dumrul’dan esinlendiği rahatlıkla söylenebilir. Zaten kahramanlar, ikiz kardeş gibidir. O sebeple Batı Edebiyatının Donkişot’una karşılık Edebiyatımızın Deli Dumrul’unu kaleme aldım. Sanıyorum Cervantes’in kaynağını bularak önemli bir görevi yerine getirdim. Kaç eser yayımladınız? Bunların konusu hakkında bilgi verir misiniz? Şu ana kadar “Yukarı Fırat’ta Tarihî Eserler” dışında yayınlanmış beş romanım bulunmaktadır: 1-“Harput Hükümdarı Behramoğlu Balak” Balak Gazi’nin mücadeleleri ve kardeş kavgalarının bize neye mal olduğu anlatılır. Kültür Bakanlığınca bu eserimin belgeseli çekildi. 2-“Ye-
107
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
men” Elazığlı Mehmet Sait Çavuşla Türk askerinin Yemen macerası dile getirildi. Roman, Mustafa Necati Sepetçioğlu I. Roman yarışmasında mansiyon aldı. 3-“Genç Osman” Bağdat fethine katılan Ağınlı Genç Osman ele alındı. 4-“Sudan Gelen” Hz. Musa’nın hayatı, Firavunla mücadelesi işlendi. İsrailoğullarının sapıklıkları dile getirildi. 5-“Deli Dumrul” ise yeni çıkan ve yukarıda bahsi geçen romanım. Sayın Hocam, romanlarınızın konusu ve kahramanları tarihten seçilmiş. Neden Tarih? Günümüzü anlatmayı düşündünüz mü? Ben bir öğretmenim. Öğretmek, mesleğim. Onun için emekli olsam da uzlet köşeme çekilemezdim. Çünkü devrimin inanç ve tefekkürünü ortaya koymak zorundayım. Ancak taraf olduğumdan içinde bulunduğum anı değerlendirmekten kaçındım. Bizi, gelecek kuşakların değerlendirmesinin daha doğru olacağını düşündüm. Buna karşılık hat safhada olan toplumsal sıkıntılarımızın sebebini öğrenmek için tarihin derinliklerine inme gereğini duydum. Sanat denen ruhî olgunlukla tarihimizin mühim şahsiyetlerini edebiyatımıza aksettirmeye çalıştım. Bu noktada tarihî romancılık cazip geldiği için orada yoğunlaştım. Kültüre karşı meylim dolayısıyla tarihî romanı çok seviyorum. Gençlik yıllarında Y. Bahadıroğlu, T. Buğra, M. N. Sepetçioğlu’nu… okuduğum hesaba katılırsa bende böyle bir eğilimin olmasını doğal karşılamak lazım. Sonra tarih, uzakları gören bir pencere olduğuna göre ötelere bakmak isteyenin bu pencereyi ardına kadar açması şart. Zira eksiklerimizi, ancak mazideki örneklere bakarak giderebiliriz. Yoksa günü ihmal etmenin, geleceği silme anlamına geldiğini biliriz. O yüzden içinde bulunduğumuz zamanı, asla yok sayamayız. En kadim kavimlerden olan Türk Milletinin mazideki değerlerini günümüze taşıyıp eskinin içinde yeniyi bulmak için elbette tarihî şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Ben de aynı anlayışla dinî menkıbeleri, millî efsaneleri romanlaştırıp okuyucunun beğenisine sundum. Peki, hocam zaman değişince hükümler değişmez mi?
Mecelle, zaman değişince hükümler değişir dese de her zaman öyle olmuyor. Çünkü her yeni, şekli değiştirilmiş eskidir. Öyleyse yeninin filizini alabilmek için eskinin dağarcığındaki tohuma uzanmak lazım. Gerçek hayatın sıcaklığını ona ulaştırmak lazım... Herkes bilir ki romanların birçoğu, kahramanıyla müsemmadır. O yüzden ilk romanıma Balak Gazi tipini seçtim, kardeş kavgasına kurban gittiğini hatırlatmaya çalıştım. Çünkü aynı şeyleri bu gün de yaşıyoruz. İkinci romanımın kahramanı Mehmet Sait Çavuş; Yemen mücadelesini bizzat yaşayan kişidir. Üçüncüsüne ise çocuk asker, Ağınlı Genç Osman’ı aldım. Duygularımı onunla hissedilir hale getirdim. Dördüncü kahramanım Hz. Musa. Kutsal kitapların haber verdiği bir peygamber. Beşinci kahramanım, hırsla kalkıp zararla oturmaya alışan Deli Dumrul. Kötü oduncu gibi baltasıyla cebelleşse de sonunda gerçeği bulur. Başka roman çalışmalarınız var mı? Elbette var. Erken emekli olmamın esas sebebi, birikimlerimi yazmaktı. Dolayısıyla bir gazetede köşe yazılarımı, bazı dergilerde makalelerimi neşrediyorum. Kalan zamanı, kitap çalışmalarına ayırıyorum. Tarihî roman, amacıma daha uygun düştüğü için o yolda ilerlemek istiyorum. Kişileri kutsallaştırmadan, kahramanları ideolojilere kurban etmeden eser vermeye çalışıyorum. Ancak roman yayınlamaktaki zorluklar, maalesef beni bıktırdı. Elazığ’da oturup İstanbul’da kitap çıkarmak gerçekten zor iş. Aracıların aracılığından istifade etmek yoruyor insanı. Ama “Başarı, zorlukların ürünü” diyerek kalemimi kullanmaya devam ediyorum. Tabii ki yaşadığım anı da ihmal etmem söz konusu değil. 1980’li yıllarda yedek subay olarak gittiğim İdil jandarma taburunda görev yaparken yöre insanını tanıma imkânı buldum. Bölücü faaliyetlerin sessiz sedasız nasıl fırtına dönüştürüldüğünü gözlerimle gördüm. Otuz beş sene sonra tuttuğum günlüklerden “Ay Karanlığı” adlı romanımı yayına hazırladım. Elimde basılmamış ikinci roman; “Oğuz Kağan.” Bu eserimle Kızıl Elma idealimizin yanında ecdadımızı ve kimliğimizi yeni nesillere öğretmek istedim.■
108
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
"Hisar" dergisi ve Hisarcılara dair ABDULLAH SATOĞLU
O
rtaokula devam ettiğimiz, 1940’lı yıllarda, Anadolu’nun ve Kayseri’nin birçok yerinde olduğu gibi, bizim evimizde de çalışma odası ve elektrik yoktu… O yıllarda, Kayseri Halkevi Kütüphanesi’ne gider, orada ders çalışırdık. Kütüphaneye, yurdun her tarafından kitap, dergi ve gazeteler gelir, biz onları sıcağı sıcağına okuma imkânı bulurduk. Gelen dergiler arasında, Akın Karauğuz’un, Zonguldak’ta çıkardığı “DOĞU” dergisi de bulunuyordu. Derginin Ağustos 1949 tarihli “Özel Sayı”sında, o yıl Zonguldak’ta yapılan şiir gecesine, Ankara ve diğer illerden katılan şairlerin, özgeçmişi, fotoğrafı ve şiirlerinden örnekler yer alıyordu. O isimler arasında, sonradan hemen hepsiyle de yakından tanışma ve dost olma imkânını bulmuş olmaktan onur duyduğum ve bugün tamamı aramızdan ayrılmış bulunan; Behçet Kemal Çağlar, Âşık Veysel, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Mehmet Çakırtaş, Osman Attila, Halil Soyuer, Mustafa Necati Kararer, Fikret Sezgin, Yahya Benekay, Gültekin Samanoğlu, Ahmet Tufan Şentürk, Azmi Güleç, Jülide Gülizar Göksan, Hüseyin Çolak “Yurdabak”
gibi şairlere de yer verilmişti… Bunlardan; İki günde mahalleye yayıldı Emine’nin başkasında gözü var. Olan olmuş aldırma be Ahmedim Komşuların türlü türlü kızı var. Akşamdan akşama eve gelirsin Güzelleri pencerede bulursun. Esmeri mi, kumralı mı alırsın Her birinin türlü türlü nazı var. Düşünürsün, mor mor yanar yüzlerin Deli deli bakar durur gözlerin. On dördünü aşan cümle kızların Yüreğinde türlü türlü sızı var. Kör talihin elinde bir fenersin Şurada yanarsın, şurda sönersin. Kime inanırsın, kime kanarsın İnsanların türlü türlü yüzü var! tarzındaki nefis şiirleriyle Mustafa Necati Karaer ve Fikret Sezgin’i, Kayseri Halkevi Dergisi “Erciyes”te çıkan şiirlerinden tanıyordum… Fakat ikisinin de Kayserili olduğunu, “Doğu” 109
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
dergisindeki özgeçmişlerinden öğrendim. Ve o günden itibaren, onların ve diğer hemşehri şairlerin şiirleriyle, Kayseri’ye dair bütün haber, eser ve dokümanları biriktirmeye başlamıştım. Böylece, ilk baskısını 1962 yılında yaptığımız “Başlangıçtan Bugüne Kadar - “KAYSERi ŞAİRLERİ” ile, 2002’de Kültür Bakanlığınca yayınlanan “KAYSERİ ANSİKLOPEDİSİ” başta olmak üzere, diğer araştırma kitaplarımın da hazırlanmasına, imkân sağlar olmuştum. Diğer isimler ise, Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreterlerinden Munis Faik Ozansoy’un himayesinde, ilk sayısı, 16 Mart 1950’de çıkan, Mehmet Çınarlı’nın sahibi, İlhan Geçer’in de yazı işleri müdürü olduğu, aylık fikir, sanat ve edebiyat dergisi “HİSAR”ın etrafında toplanmışlardı… Değerli Edebiyat Tarihçimiz Ahmet Kabaklı’nın tespitiyle ; O yıllarda, “Sanat çevrelerini tedirgin etmeye başlayan köksüzlükleri önlemek şuurundan doğan Hisar, yeniyi ve yeniliği bir takım şekil ve dünya görüşlerinin taklidinde, zaman zaman da, olduğu gibi aktarılmasında arayan, tutumlara karşı bir (kendine dönüş) ve (özünü arayış) hareketidir.” Hisarcılara göre ; “…Sanat bağımsız olmalıdır. Çünkü bir doktrine angaje olmak, sanata ihanettir. Millî olmayan sanatın, sınırlarımızı aşacağı düşünülemez. Her edebiyatın, millî şekilleri ve görüşleri vardır. “yenilik” bunların geliştirilmesidir. Sanatçının dili, yaşayan dildir. Çünkü sanatçı diliyle vardır. Ve halka onunla seslenir… Hisarcılar, dilin sâdeleşmesini candan istemekte, buna çalışmakta ve işte bundan dolayı, “tasfiyeciler”e karşı çıkmaktadır. Çünkü dil tasfiyeciliği, ister istemez, Türk kültür ve edebiyatını yok etmeğe yönelmiş bir manzara göstermektedir…” Gerçekten de, o günlerin âdap dışı ifadelerle; “Sabah oldu Çişimizi ettik Doğru işe…” Veya benliğimizi zaafa uğratacak tarzdaki; "Ey şişe, bey şişe Gel, gel de Bardağıma işe!”
gibi moda çarpıklıkları karşısında; çıkmağa başladığından itibaren, zevkle okuduğumuz ve kitaplıklarımıza, hiç tereddüt etmeden, güvenerek sokabileceğimiz, yegâne milliyetçi sanat ve edebiyat dergisi “HİSAR” olmuştur. Derginin, “Hisar Yayınları” arasında, birçok değerli edip ve şairimizin eserlerini, nefis baskılarla Türk Kültür hazinesine kazandırması bile, başlı başına takdire şayan bir hizmettir. Bütün bu iyi niyet ve gayretlere rağmen, bir polemik maksadıyla değil, fakat yaşanmış ve yazılmış olduğu içindir ki, bu konuda, literatüre geçen değerlendirmelere de, kısaca temas etmek durumundayız. O da, bazı şahıs ve çevrelerce, HİSAR’ın “inhisarcı” ve hatta “kıskanç” bir kadronun elinde bulunduğu yolundaki, kanaat ve iddiaların ileri sürülmüş olmasıdır… Mesela, Ferit Ragıp Tuncor, “Bahçe”nin Haziran 1950 tarihli 5. sayısında çıkan “İki Dergi Arasında” başlıklı yazısında şöyle diyordu; “…Ankara’da iki organ etrafında, Ankara gençliği toplanmağa başladı. Bunlardan biri, 1950 Şubat’ında intişar etmeye başlayan (Bahçe) adlı dergidir… Bahçe, yemyeşil bir düzlükte kurulan ve her güzelin, içinde salınarak dolaştığı bir seyran yeri idi. Onun sahifelerinde, büyük bir sanat aşkıyla yanıp tutuşan, bir gençlik yetişiyor ve yetiştiriliyordu…” “ Diğeri, ondan bir ay sonra çıktı… Onun ismi ise (Hisar)dı… Biri bir düzlükte kurulmuştu… Her sanat âşığı, bir zıplayışta, kendini bu bahçenin içinde buluyordu… Lâkin Hisar öyle değildi. Hisar’ın her nüshasının kapağında, bir kale siluetine rastlıyorduk… Sanki beyaz serpmelerle meydana gelen bu siluet, bize; Yasak! İçeri girilmez! der gibi idi.” “Gönül, ne Hisar’ın yıkılarak, topraklarının ufalanmasını ve bir bahçede kaybolmasını ister, ne de Bahçe’nin, yerini yadırgayarak, yükseklere, tepelere heveslenmesine tahammül eder…” Öte yandan, bu davranışı, bir “inhisar”dan ziyade, “Hisarcı”ların, görüş ve prensiplerinden sapmayan ve taviz vermeyen, bir tutum içerisinde bulunduklarına hamletmek gerektiğini, savunanlar da olmuştur. Fakat kim ne derse desin, yayınlandığı sürece, çarpık ideoloji ve görüşlerin karşısına, azimle dikilen HİSAR, Türk fikir ve sanat hayatına hizmet eden, olgun ve dolgun bir
110
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5
dergi olarak, edebiyat tarihindeki mümtaz ve müstesna yerini almıştır. Gerçi, yukarda isimlerini saydığımız şairler arasında; Ateş söner, kıvrım kıvrım sis kalır Çeşme kurur, suya hasret tas kalır. Sevda çeken gönüllerde yas kalır Yeller vurup ırgalanan dal hasta. diyen, Mehmet Çakırtaş, Hayal mi, gerçek mi gördüğüm bilmem Elden ele gezen güle dönmüşsün. Saçların tarumar, gözlerinde nem Ateşe benzerdin küle dönmüşün.
şeklindeki mısralarını, zevkle okuduğumuz Jülide Gülizar Göksan ve hukuk fakültesine devam ettiği yıllarda, bana yazdığı mektupların birinde; “…Büyük idealim olan, sanat anlayış ve görüşünü köreltmek için, hukukla meşgûl olmaktan daha müessir bir şey olamaz!” diyen ve; Bal rengi rüyalarımı Islak gözlerinde unutmuşum. Gel de hükmet bu sevdaya Seni masal şehzadelerle bir tutmuşum!
güftesinin yazarı Erdoğan Ünver ile; İlk gençlik yıllarında, zannediyorum, o yılların genç hanım şairlerinden birine olan platonik tutkunluğunun, bir tezahürü olarak, terennüm ettiği; Her mevsim içimden gelir geçersin Sen vefasız yolcu, kalbim viran edersin. Merhaba demeden elvedâ dersin Sen vefasız yolcu, kalbim viran edersin! tarzındaki uşşak şarkının güfte yazarı Hüseyin Çolak Yurdabak ve başka birçok şairin, “HİSAR” dergisinde, şiirleri yayınlanmamıştır. Bu gruplaşma, belki de, bu arkadaşlarımızın, “HİSAR”dan bir ay önce, yani Şubat 1950’de, “BAHÇE” adındaki aylık sanat – edebiyat dergisini çıkarmış olmalarından, ileri gelmiş olabilirdi… Ben de “Hisar”a hiç şiir ve yazı göndermedim… Ancak, şiir etkinlikleri ve yayınladığım kitaplarla ilgili olarak, merhum İlhan Geçer ve Yahya Akengin kardeşimizin imzalarıyla, makale ve haberlere geniş yer verilmiştir. 1950’de, Jülide Gülizar’ın sahibi, Erdoğan Ünver’in yazı işleri müdürü olduğu “BAHÇE” dergisi, birinci dönemde 9 sayı çıkabilmiştir, Nisan 1975’ten itibaren, yine Erdoğan Ünver, Hüseyin Yurdabak ve Abdullah Satoğlu tarafından, ikinci defa çıkarılan Bahçe, 29 sayı daha devam etmiştir. “HİSAR”da, daha sonraki yıllarda; Aylarca hayatıma karışmamışsın sanki, Seni, hâtıraları, tamamiyle unuttum.
Şu anda, düşüncemden o kadar uzaksın ki, Neyi unutacaktım, bunu bile unuttum!
tarzındaki, duygu yüklü şiirleriyle, günümüzün seçkin şairleri arasında yer alan Gülten Akın ile birlikte, Feyzi Halıcı, Ali Naili Erdem, Osman Fehmi Özçelik, Nurettin Özdemir, Abdullah Rıza Ergüven, Ümit Yaşar Oğuzcan, Rıza Ümit, Nüzhet Erman, Yavuz Bülent Bakiler ve Yahya Akengin gibi, kendine has söyleyişlerle, kişiliğini bulmuş ya da bulma yolunda olan diğer genç ve değerli imzalarla karşılaşıyorduk. Nesirde ise; Munis Faik Ozansoy, Remzi Oğuz Arık, Cemil Meriç, Mehmet Kaplan, Faruk Kadri Timurtaş, Ahmet Kabaklı, Cahit Tanyol, Cahit Okurer, Cahit Öztelli, Hikmet Dizdaroğlu gibi otoritelerin, edebiyatımıza renk katan yorum ve incelemeleri, hafızalarımıza nakşedilir gibiydi… Burada özellikle, Adile Ayda Hanımefendi’nin, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Halide Edip, Peyami Safa, Halide Nusret Zorlutuna ve O su bir sır gibi mırıldanırdı Koynunda bir sarı ay yıkanırdı. Bizi, Leylâ ile Mecnûn sanırdı Akşam gölgesinde çağlayan o su! mısralarının ünlü şairi, Şükûfe Nihal gibi, dönemin önemli şahsiyetleriyle ilgi olarak, kendine has kişilik ve üslûpla kaleme aldığı ve sonradan kitap hâlinde yayınlanan, “Edebî Hatıralar”ını, büyük bir zevk ve heyecanla okuduğumuzu belirtmek ve o lâtif hâtıraları, bir kere daha, yaşayanlarla birlikte, yâd etmek istedim. Aramızdan ayrılan, değerli şair - yazar ve fikir adamlarımıza, Allah’tan rahmet niyaz ediyorum…■
111
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 5