blogdergi2i Ekim 2011
w w w. b lo g derg i si .co m
Sayı: 20
Panpiş İllüzyonu S05 Röportaj Fatmanur Erdoğan S34
Mini Bangkok Rehberi S12
Otomobillerde Kültürel Etki S26
Blog Dergisi 2. yılında yeni sayıları ile yeniden!
Gönüllü İşler, Ama Nasıl İşler S08
Kişisel Gelişim: Yeni Bir Hayata Başlarken S31
Sinema: Özgürlüğe Kaçış S38
TV: Yeni Sezonun Yeni Serileri S46
Moda: Yeni Mevsim Yeni Trendler S52
BLOG DERGİSİ
BLOG DERGİSİ
Genel Yayın Yönetmeni & Grafik Tasarım Yasin YÜKSEL yasin@blogdergisi.com Editör / Yazı İşleri İbrahim MUMCU ibrahim@blogdergisi.com Yazarlar Alp SOLAK alp@blogdergisi.com Aslıhan GÜNDÜZ aslihan@blogdergisi.com Berk YILDIRIM berk@blogdergisi.com Gizem KUZU gizem@blogdergisi.com Hakan KARA hakan@blogdergisi.com İbrahim MUMCU ibrahim@blogdergisi.com Oğuz ASLAN oguz@blogdergisi.com Oğuz AKDENİZ oguz.akdeniz@blogdergisi.com Onur GÜRLEYEN onur.gurleyen@blogdergisi.com Özgür KURU ozgur@blogdergisi.com Rahim AYTUNÇ rahim@blogdergisi.com Serap KAZANCI serap@blogdergisi.com Zümra ÇELİK zumra@blogdergisi.com
05
Panpiş = 459.651
12
Mini Bangkok Rehberi
26
Otomobillerde Kültürel Etki
Sosyal Medya Sorumlusu Rahim AYTUNÇ rahim@blogdergisi.com Konuk Blog Yazarı Gülin MANAV Reklam reklam@blogdergisi.com Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, harita, illüstrasyon ve konuların sorumluluğu yazarına aitir. Blog Dergisi’nde yayımlanan yazıların her hakkı saklıdır. Hiç bir içerik izinsiz kullanılamaz. Blog Dergisi, www.blogdergisi.com üzerinden yayımlanmaktadır. Tüm görüş, öneri ve sorularınız için iletisim@blogdergisi.com adresine e-posta gönderebilirsiniz.
2 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
İÇİNDEKİLER
08
Gönüllü İşler, Ama Nasıl İşler?
10
Yeniden Heyecan Sarmışken Bizi
18
Torpilimin Adı Evren
20
Altın Kelebek
22
Süpriz Aşk
24
Bir Sıkıntı Var İçimde
31
Yeni Bir Hayata Başlarken
34
Röportaj: Fatmanur Erdoğan
www.blogdergisi.com 01/2011 BLOG DERGİSİ | 3
BLOG DERGİSİ
38
Özgürlüğe Kaçış
42
Vizyondakiler Ekim
46
Yeni Sezonun Yeni Serileri
48
EMMY’den Galip Çıkanlar
50
Müzik Kutusu
52
Yeni Mevsim Yeni Trendler
54
Her Şey Yeni Başladı Ama...
55
Düz Yazı ve Karikatürler
4 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
SOSYAL MEDYA
>>Panpiş = 459.651
Panpiş = 459.651 Alp SOLAK/ alpsolak.com
26 Eylül 2011 saat 00:31 itibariyle Hilal Cebeci’nin Twitter’daki takipçi sayısı 459.651’e ulaştı. Bu sayı Türkiye’nin 81 ilinin 37’sinin nüfusundan daha fazla. Türkiye’de Panpiş’ten daha fazla takipçisi olan ünlülerin sayısı ise bir elin 5 parmağını geç‐ miyor. Türkiye’de yaşamak, her zaman her duruma hazır‐ lıklı olmak demektir. Ancak bu hazırlık sanıldığı üzere olaylara karşı önlem alma, gereken duyarlı‐ lığı gösterme falan değildir. Bu hazırlık hiçbir olayı garip karşılamama ve hayatın içinde görmek ile il‐ gilidir. Kısaca bu ülkede yaşayanlar için hiçbir şey sürpriz değildir. Türkiye’nin en çok benzediği ya da benzemeye çalıştığı ülke ise arada sırada pek se‐ vilmiyor gibi gösterilmeye çalışılsa da bariz bir şe‐ kilde Amerika Birleşik Devletleri’dir. Amerika’da tutan, popüler olan bir şeyi 15 gün bilemedin 1 ay içerisinde burada görebilirsiniz. Amerika’da popü‐
ler olan bir diziyi birkaç ay içinde burada Türkçe altyazılı seyredebilirsiniz. Amerika’da moda olan herhangi bir saçmalığı, birkaç ay sonra burada yap‐ maya çalışanların olduğunu görebilirsiniz. Ameri‐ ka’da da Türkiye’de de cinsellik ve magazin satar, bundan emin olabilirsiniz.
Kim Kardashian’ın Twitter’da paylaştığı resmi
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 5
SOSYAL MEDYA
Ay ne kadar sosyal biriyim! Bundan birkaç yıl önce Amerika’da ortaya çıkan ve ülkemizde gecikmeli olarak popülerleşen Twitter, sosyal medyada var olan herkese kendi kanalından dünyaya seslenme şansı verdi. Dünyada ünlülerle, ünsüzlere aynı şartlarda yayın yapmaya olanak sağlayan ilk platform olmasa da fikrin basitliği ve mobil cihazlarla uyumluluğu kısa sürede kullanıcı sayısının milyonlara ulaşmasını sağladı. Twitter üzerinden yardımcı uygulamalar kullanarak fotoğ‐ raf ve video paylaşımının yapılması ise Twitter’ın popülerleşmesinin en önemli nedeniydi. Artık in‐ sanlar gittikleri her yerde deliler gibi Tweet atıyor ve “Bakınız ben buradayım, konserdeyim, resto‐ randayım, yurtdışındayım ne kadar sosyal bir ha‐ yatım var” demeye çalışıyordu. Kısaca Twitter, tuvaletlerde gördüğümüz “Tosunlu” duvar yazıla‐ rının sanal ortama yazılmasını sağlamakla birlikte insanlara ego tatminleri için müthiş bir platform sunuyordu.
Popülersen iş yaparsın Twitter ünlüler ve ünsüzlere eşit sansı sunan bir platform demiştim biraz evvel. Ben dediysem de siz pek inanmayın. Hayatta hiç ünlü ile ünsüz, zeki ile akıllı, güzel ile çirkin, statükocu ile bohem, din‐ dar ile ateist, etik ile goygoycu bir olur mu? Olmaz tabi… Twitter ya da diğer sosyal paylaşım sitele‐ rinde de bu böyledir. İnsanoğlu her zaman ünlü‐ nün yani popülerin yanında olmak, onlarla ilgilenmek ister. Kıyıda köşede kalmışlara dönüp bakan, farklıyı arayan ve yapılmamışı deneyen o kadar azdır ki, bu insanlar ömürlerinin uzun za‐ manını zaten yalnız kalırlar ve anlaşılmazlar. Do‐ layısıyla Twitter’da da en çok izlenenler ve önemsenenler popüler, ün yapmış, yazılı‐görsel medyaya konu olmuş insanlardır. Kısaca sen ünlü olmak için TV’de görünmen gereken 5 dakikayı iyi kullanıp kendini o âlemin içine başarılı bir şekilde konuşlandıramamışsan Twitter’da da pek ilgi çek‐ mezsin. Bunun istinası var mıdır? Elbette vardır: Güzel kız olmak, cinsel içerikli Tweet’ler atmak, gi‐ zemli takılmak, bol küfür etmek… Tuvalet ve yatak odaları halkın hizmetine açıldı Twitter’ın kısa sürede popülerleşerek kullanılmaya başlanması Amerikalı ünlülerin kısa zamanda ilgi‐ sini çekmişti. Oyuncular, mankenler, sporcular, si‐ yasetçiler, sanatçılar, şarkıcılar, iş adamları birbiri ardına hesap açıyor ve sosyal medya üzerinden dü‐ şündüklerini, o an yaşadıklarını ve yeni projelerini paylaşıyorlardı. Tabi cinsellik ve magazin satar ku‐ ralı yine değişmemişti. Daha fazla ilgi çekmek, daha fazla konuşulmak ve paylaştığı Tweet’in kon‐ vansiyonel ya da dijital basında haber olmasını is‐ teyen ilgi fetişistleri, tuvalette ayna karşısında, ya da yatak odasında çıplak ya da yarı çıplak çekilen fotoğraflarını paylaşmaya başladılar. Bu tarz fotoğ‐ raflar sayesinde hem ilgi çekiyor hem de takipçi sa‐ yılarını giderek artırıyorlardı.
Demet Akalın’nın sezonu kapattığından bahsettiği tweeti
6 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
Türkiye’de Panpiş bir milattır Twitter, belki ilk çıktığında Türkçe olmaması, belki Facebook’un çok yaygın kullanılması, ya da insa‐
>>Panpiş = 459.651
nımızın 140 karaktere düşüncelerini sığdırmaya alışık olmaması sebebiyle Türkiye’de kısa zamanda çok sayıda kullanıcı sayısına ulaşamadı. Ne zaman Twitter’a Amerika olduğu gibi Türk ünlüler el attı ve oradan paylaşımlarda bulunmaya başladılar, o zaman Türk halkı da sevdiği, merak ettiği ünlüler‐ den haber almak ya da onlarla birebir paylaşım şansı yakalamak için bu siteye üye olmaya başladı. Panpiş’e kadar Twitter’da paylaşım yapan Türk ün‐ lüler arasında Amerikalı ünlülerin “soyun‐çek‐ yolla” taktiğini uygulayan biri olmamıştı. Hilal Cebeci, ister beğenin ister beğenmeyin Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek, 4‐5 ay içinde 0 takipçi sa‐ yısından 459.651 takipçiye çıktı. Yazının spotunda da belirttiğim gibi bu sayı Türkiye’deki 81 ilin 37’sinin nüfusundan daha fazla.
zamanda eklenir ama bunlar da gelip geçer. Dün‐ yada kalıcı olan ise sizin yaptığınız güzelliklerdir. Bunu unutmayın ve takipçilerinizi çalışkanlığı‐ nızla, başarılarınızla ve zekânızla artırmaya çalışın. Elbet birileri sizin içinizdekilerinin farkına varacak‐ tır.
Twitter kullanım oranı arttı Hilal Cebeci, Twitter’a yüklediği “yaratıcı” fotoğ‐ rafları ve “Panpişlerim” hitabıyla Twiter’da kendi takipçi sayısını artırmakla kalmadı, bu sosyal pay‐ laşım sitesinin Türkiye’deki kullanım oranını da önemli ölçüde arttırdı. Sadece Hilal Cebeci’yi takip etmek için günde binlerce insan Twitter hesabı açıp belki hiç kullanmayacağı bu siteyi kullanmaya baş‐ ladı. Kısaca, cinsellik ve magazin yine başardı ve yanıltmadı. Ne yani biz de mi soyunalım? Dostlarım, arkadaşlarım… Beni okuyan bu güzel ülkenin, akıllı ve yetenekli insanları… “Cinsellik satar” diye ben ve toplumun neredeyse tamamı gidip seks filmi çekmiyoruz değil mi? Elbette aklı‐ selim herkes, bu ülkede bu tarz aktivitelerle popü‐ ler olmaya çalışmamalı ve kendi yaşamına uslu uslu devam etmelidir. Evet, Panpiş basit bir yolla kendisine ilgiyi çekmiş ve popüler olmuştur… Ancak şunu biliniz ki, Türkiye’de zaten düzgün vü‐ cutlu kadın sayısı oldukça azdır, düzgün vücutlu erkeklerinden soyunup konuşulma şansı yoktur. Ayrıca bizim toplumumuz her ne kadar Ameri‐ ka’ya benzese de onlar kadar geniş değildir. Dola‐ yısıyla elbette Panpiş’in yanına yenileri yakın
Yazar Notu: Uzun bir aradan sonra dergimiz Blog’un yayın hayatına dönmesini “olumlu” karşıladığımı belirtmek isterim. Neden mi? Çünkü insanların normal akıp giden hayatla‐ rında kendilerine sunulan haber ve bilgilerin çeşitlenmesinin her zaman olumlu olduğunu düşünürüm. İnternet, herkese sonsuz bir alan ve demokrasi sunduğuna göre (!) ne kadar çok bilgi ve düşünce dijital ortamda olursa o kadar çok tadından yenmez gibi bir durum ortaya çıkar. Bu vesileyle dergimizde emeği geçen herkese ve aramıza yeni katılan genç arkadaş‐ larımıza teşekkür eder, başarılar dilerim. Ay‐ rıca bizi okuyan ya da okumayan herkese selamlarımı gönderirim.
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 7
RENGARENK
Gönüllü İşler, Ama Nasıl İşler? Özgür KURU / ozgurkuru.net Blog Dergisi ile tanışmam neredeyse bir yıl oldu. Her ay; “bu kez yazacağım...” şeklinde giden yazı yazma planları hep bir şekilde ertelendi, ertelendi, ertelendi... Kısmet bugüneymiş meğer. Uzun bir sürenin ardından yeni bir başlangıç için kolları sıvayan ekibin içerisinde artık aktif bir rol olman gerekiyordu. Nitekim bu işler gönüllü işlerdi ve her zaman yapılacak çok şey olurdu. Ve işte benim yazmam gereken konunun “gönüllü işler” olmasına böyle karar verdim. Gönüllü işlerin yürütüldüğü yer öyle bir mutfaktır ki, kimse kimseye neyi nasıl yaptığını söylemez, söylemek istemez. Ortada duran bir hedef vardır. Ve insanlar bu hedefler için yapılması gerekenler içerisinden kendisine düşeni yapar veya liste dışından bir şeyler yaparak katkı vermeye çalışır. Bu süreçler belli bir yaşam evresi üzerinden gider. Kimse bu evreyi belirlemez. Bu süreçler doğal olarak gelişen süreçlerdir. Ve ekibin her süreç için verdiği tepki organizasyonu başarıya yada başarısızlığa sürükleyen etkendir. İlk olarak incelenmesi gereken nokta, bu süreçlerin nasıl işlediği. İlk başlarda heyecan ve azimin yoğun olduğu başlangıç dönemi herşey çok güzeldir. Planlar yapılır, en hızlı ve en iyi şekilde plana uymaya çalışılır ve neticesinde güzel bir yola girilmiş ve ilk mesafeler hızlıca kat edilmiş olur. Herşey hafif düzene girecek gibi olduğunda başlangıç evreside kapanır ve gelişme evresi artık yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Gelişme evresine doğru artık ekibe yeni arkadaşlar katılmaya başlar. Böylece yeni heyecanlar ve yeni bir şevk desteği gelmiştir, gönüllü olarak yapılan girişim artık istenilen hıza erişmiş olur. Bu evre uzun bir süredir, evre içinde ekip sürküle olur. Zaman zaman isim değişiklikleri yaşanır. Gelişme süresince planlar sık sık gözden geçirilir, nasıl daha iyi işler çıkartırız sorusuna cevap aranır. Gelişme evresinin belli bir zamanı yoktur. Ne zaman ki ekibin içerisinde tabir-i caiz ise tüm fanteziler ger8 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Gönüllü İşler, Ama Nasıl İşler?
çekleştirilip, yapılabilecekler yapıldığında gelişme evresi sona yaklaşmış olur. Ekip artık tüm isteklerini yapmış ve hayat monotonlaşmaya başlamıştır. Yavaş yavaş duraklama dönemine geçiş yapılır.
İkinci yöntem ise, profesyonelleşmek. Yani ekip içerisinde ki yapıyı daha kurumsal ve daha ciddi bir yapıya getirerek, gönüllü bir işten çok sosyal bir sorumluluk olayı haline dönüştürmek. Böylece keyfi davranışlar ve “ya bir dahakine ben yaparım” şeklinde ki düşünceler Duraklama dönemini anlatmaya gerek yok, sonu ya yavaş yavaş ortadan kaybolmuş olur. Kişilere olan bakötü biten ama her zaman iyi şeylere imza atılmış bir ğımlılık azalır. Süreç içerisinde kim ne yapması gerekçalışma geride kalır, ya da olması gerektiği gibi yeni- tiğini, ne zaman bitirmesi gerektiğini net bir şekilde lenme yaşanır. bilir. Duraklama dönemi tüm gönüllü işler için var olan bir evre bana göre. Ama bu gönüllü çalışmaların tarih olması anlamına gelmiyor. Gönüllü çalışmalar bir kısır döngü olmalı. Duraklama dönemine girildiği anda tekrar başlangıç dönemine geçiş olmalı. Bu geçişte geçmiş süreçlerde yaşananlardan alınan dersler ve olumlu noktalarla ekip daha iyi işlere imza atacaktır. Ekibin - çoğu zaman amatör ruhlu insanlardan oluşur - bir şekilde kendisini yenilemesi ve yeni hedefler koyması gerekir. Bunu yapan bir organizasyon hayatını devam ettir. Bu yolda iki yöntem mevcut bana göre. İlk olarak ekibin yenilenmesi. Ekip zaman içerisinde yeni insanlar alıp, artık deneyimli insanların pasif desteğe geçip yenilerin önünü açması şeklinde yorumlanabilir bu durum. Böylece çalışmanın başına geçen yeni kişiler ilk günkü o heyecan ve azimle iş yapmaya başlarlar ve başlangıç evresine geri dönüş yapılmış olur. Bu süreçte deneyimli üyeler yenilere geçmiş deneyimlerinden destek alarak yol gösterici davranırlar. Geçmiş deneyim ve yenilenmiş heyecanla tekrar yoğrulan ekip güzel işlere imza atmaya başlar. Bu süreçte var olan en önemli sorun yeni üyeler ile eski üyeler arasında ki anlaşmazlıklardır. Yeni gelenler “işleri biz devraldık, kendi borumuzu öttürürüz” şeklinde davranırlarsa son çok net ortadadır; “Başarısızlık”. Tabi aksi durum da mevcuttur. Yani eski üyelerin sıkı bir şekilde yenilere isteklerini yaptırma durumu. Kısacası yeni yürütme ekibi, deneyimli üyelerden gerektiğinde destek almayı bilmeli, deneyimli ekipte gerekmedikçe süreçlere müdahale etmekten çekinmelidir. Bu orta yol bulunursa tüm gönüllü işler istenilen düzeyde devam eder.
Bu yöntem sonucunda yapılan gönüllü çalışmalar artık bir iş haline dönüşebilir. Gerçekten başarılı bir süreç sonucunda artık ticari faaliyetler yapılabilen bir sürece gelinmesi zorunlu olmamakla birlikte mümkündür. Bu geçişi ben hobilerden para kazanmaya benzetiyorum. Her şey iyi güzel ama neden her çalışma bunları yaşamak zorunda kalıyor? Basit bir soru aslında, çünkü insanlar para kazanmıyor bu işlerden. Sözü çok uzatıp felsefe yapmaya gerek yok bu soru için. Çünkü insanların hayatta ki öncelikleri farklı. Ve genelde gönüllü işler en alt sıralarda oluyor. Bu sözlerimle insanları yargılamıyor ve suçlamıyorum. Sadece gönüllü çalışmaların bu evreleri ve yaşayacakları süreçleri iyi algılaması gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum. Aksi halinde, “bu kadar uğraştık bunun için miydi...” pişmanlığı hep var olacak ve her şey bir yerlerde kaybolmaya yüz tutacak. Bu süreçler içerisinde ekipten kopmalar, yeni katılımlar, küslükler, barışlar hep olacak şeylerdir. Önemli olan bir ekibin nasıl çalışabildiği, ve çalışan bir ekibin yükümlülüklerini yerine getirmesinde ki ciddiyettir. Her ne kadar gönüllü bir süreç işliyor olsa da, disiplin ve zamanlama çok önemli faktörlerdir. Bir süre ara verip, yeni bir sayı çıkartmayan Blog Dergisi de bu süreçlerden geçti. Ekip olarak ara vermeyi tercih edip, yapılanmamızı ve çalışmalarımızı gözden geçirme fırsatı bulduk. Şimdi dönüp baktığımızda gerçekten güzel bir şekilde geri dönüş yapıyor olduğumuzu görüyorum. Duraklama sürecini iyi bir şekilde geçiren, ara verip ekibin daha fazla yıpranmadan, dinlenmiş olarak iş başı yapmayı başardık. Hala amatör ruhlarla bu işleri yapıyor ve geride bıraktığımız güzel işleri devam ettirmek için çalışıyoruz. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 9
RENGARENK
Bir dönem, bir an, birle başlayan zaman bazen seyrelmeyi gerektirdiğinden kopuşlar olur ama gönül bir yerlerde buluşmayı istediğinde zamanın yeniden isimlendirmesini bekler. Bakabilmek için beklemekle eş değer midir? Bilemem. Ancak özlemleri perçinlediğini söyleyebilirim. Bu perçinlemelerde olgunlaşmayı kolaylaştırır ve sanırım bu sadece sabrımız değildir. Sonuçta gelip geçmeler olur ve yeni başlangıçlarda kelimelerin anlamı olur. Mişli zamanları geride bıraktığımızı anlatmak için “yeniden” başlıkları atmak, teşekkürle eskileri ve yenileri bir arada anarak yeniden Blog Dergisiyle olmak bildik heyecanlarımı doğurur. Nihayet söylemleri hayat bulur ve her şey aynen kaldığı yerden devam eder…
10 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Yeniden Heyecan Sarmışken Bizi...
Soluklanma nihayet bitti ve seni beni anlatan birçok detaylarda yazma heyecanını yaşamaya devam ediyor olmak iki kez keyifli. Edindiğim misyonda ilerleme kat etmek dışında daha keyifli olmak da motivasyon açısından oldukça besleyici. Şarkı sözü gibi kafiyeli sıralanan cümlelere aldırış etmeyeceğinizi umarak sevincimin size de yansıdığını umut etmek istiyorum. İlk’in kelime anlamına uygun ilklerin heyecanı sarmış beni. Zaman yeniden size merhaba deme zamanı şimdi. Kocaman merhaba der ve yepyeni sayılarla hayat bulmayı dilerim. Serap KAZANCI / tuykalem.org
>>Doğduğumda Evliydim...
Doğduğumda Evliydim... Karadeniz sahilinde otobüsle yolculuk ederken özellikle kış aylarında penceresi kapalı otobüslerde havasızlık içinde yolculuk etmeyi göze almışsınızdır demektir. Bu darlıkta insanın kafasını dağıtması için muhabbet etmesi, aslında o an için çok büyük şanstır. Bir de otobüs boşsa ve şoför bey radyo dinleme konusunda özürlüyse; kulaklarınızı başkalarının sözlerine kabartmak zorunda kalıyorsunuz.
hastanede görevliydi. Çocuklarını evlendirmiş, torun sevgisini tatmış ama küçüklükten beri hayali olan bir araba sahibi olma sevdasının peşinde koşarken kendini bu otobüste bulmuş. Yeni bir araba almaya gidiyormuş. Asıl Karadenizli zekasını ise ben ücretimi muavine öderken ortaya çıkardı bey amcamız. O kadar güldüm ki ve bir o kadar da anlamlıydı ki: 20 TL olarak uzattığım para üstünü 10 TL ve 5 TL vermek isteyen muavin abimiz, elinde 5 TL olmayınca iki adet 5 TL aramaya başladı. Bu bey amcamıza sorunca, kendisi üstünde olduğunu hatırladığını söyledi. Ve başladı tüm ceplerini karıştırmaya. Pantolonunun 4 cebinden de paralar çıkardı, yetmedi ceketinden çıkardı, yetmedi cüzdanından çıkardı. Şaşırmış bir şekilde yaşananları izleyen bizlerin ağzının açıklığını muavin bey yardımcı olarak kapatmamıza vesile oldu: “Kardeş her cebinden para yağıyor, bir arada neden tutmuyorsun?” Bey amcamız o nüktedanlığıyla olaya cevabını yapıştırıyor: ”Hırsızlar paramı gasp ettiğinde, eve gidecek param olsun diye! “
İşte böyle bir an da bey amcanın lafıyla bir anda irkildim: '' Ben doğduğumda evliydim zaten... '' Dönüp baktım, 40larında gösteren bey amcanın lafı sonrası hazır yeri deyip muhabbete daldım: '' abi herhalde beşik kertmesi demek istedin, sanırım buralı değilsin. '' Ama tipinden tam bir Karadenizli olduğunu anladığım bey amcanın çoğu dişinin olmaması ve gülmeye çalışması; insanın içten gülmesine sebebiyet veriyordu; cevabını zaten bir Karadenizli atikliğiyle yaptı: '' Hayır, kendimi öyle hissediyorum. Buralıyım, 16 yaşında evlendim ve şuan 10 yaşında torunum var. Çocuklarımla büyüdüm anlayacağınız. '' Tam o sıra dişleri konusundaki düşüncelerimi anlamış olacak ki sözüne şu cümleyi de eklemeyi ihmal etmedi: '' Bu dişleri nasıl yok ettim sanıyorsun? Ekmeğimi taştan çıkartacağım Ben erken indiğim için, benden sonra neler yaşandı biderken, taş yedim herhalde. '' Gülmeye başladı; o an ki lemiyorum; ama bu güzel sohbet arasında muavinin görüntüsü esprisinden daha komikti. Biz de muavin ile anlattığı bir hikayeyi bir sonraki yazıma bırakıyorum. eşlik ettik. İyi yolculuklar! Genç yaşta evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmıştı. AraHakan KARA / hknkr.com dan yıllar geçmesine rağmen, hala ilk başladığı işte bir
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 11
RENGARENK
Mini Bangkok Rehberi Berk YILDIRIM / nifblog.com
Görsel: http://traveltravelthailand.com
Bangkok Tayland'ın kalbi Asya'nın tapınak başkenti... Bangkok ve çevresinde gidilecek aslında yüzlerce yer var ama ben size daha konsantre bir Bangkok turu yaptırmayı düşünüyorum. Bangkok Asya da özellikle görülmesi gereken bir tarih başkenti. Belli bir süre sonra bu kadar çok tapınak olduğuna inanamıyorsunuz, 24 saat yaşayan bir şehir, günün her saati sokaklarda insanları görebilirsiniz rahatlıkla... O zaman tapınaklarla (wat) başlayalım...
Grand Palas & Wat Phra Kaew
Royal Palace 12 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
Grand Palas dediğimiz yer aslında kraliyet sarayıdır ve tapınak değildir. Çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş Thai stili saray, binalar ve tapınaklardan meydana gelmiştir. Burayı gezmek için bir gün ayırmanızı öneririm, belki açılış saatinde giderseniz hızlı bir geziyle öğlen çıkabilirsiniz. Grand Palas'ın içinde bulunan Wat Phra Kaew'in içinde budistler için çok kutsal olan Emerald (zümrüt) Buddha bulunmakta ve tapınaktan içeri girer girmez diz çökmeniz için uyarılacaksınız, şaşırmayın... Kesinlikle içinize dolan enerjiyi hissedeceksiniz. Bangkok'da görülmesi gereken en önemli yerlerden bir tanesi bu kompleks yapı ve bu büyülü dünyaya açılan ilk
>>Mini Bangkok Rehberi
kapı olduğunu unutmayın, bu sadece başlangıç... Grand Palas'a gitmeden önce sizi uyarmam gereken bir durum var, kıyafetlerinize dikkat edin, Kızların giydiği askılı kıyafetler, kısa şort ve eteklerle girilmesine izin verilmiyor ve bu durum erkekler içinde geçerli! Saat sabah 08.30 da açılıp 16.30 da kapanıyor. Ücreti ise 300Baht (17-18 TL ya da 10$)
Wat Pho
Buranın diğer tapınaklardan çok farklı olduğunu ilk görüşte anlayacaksınız... Yapıldığı yıllarda nasıl bir teknikle yapıldığını hayal etmek bile kolay değil. Dik basamaklardan üstüne çıkabilir ve Chao Phraya nehrini ve diğer tapınakları görebilirsiniz ama o basamaklardan çıkmak gerçekten cesaret istiyor çünkü çok dikler. Buraya gitmek için Wat Pho'nun yakınlarında bulunan Tha Tien Pierden 3 baht karşılığında nehirden karşıya geçiren teknelere binip gidebilirsiniz. Saat sabah 8 ile akşam 5 arası açık.
Wat saket (Golden Mount) Turistlerin değimiyle Golden Mount. Tapınak bir tepe üzerine kurulmuş ve aslına bakarsanız yukarıda görmeyi değecek bir şey yok ancak bu tepeden görünen Bangkok manzarası inanılmaz derecede güzel. Özellikle akşam üstleri çok güzel olduğu söylense de saat 5’te kapanması bunu zorlaştırıyor. Sabah 9 akşam 5 arası açık. Wat Pho
Wat Traimit (Golden Buddha) Reclining Buddha ya da Sleeping Buddha olarak adlandırılıyor. 46 metre uzunluğunda 15 metre yüksekliğinde yan yatıp dinlenen bir buda heykeli ile karşılaşacaksınız içeri girdiğiniz zaman. İhtişamı ve duruşu sizi hayretler içinde bırakacak... Söylenenlere göre burası Bangkok'un en eski ve en büyük tapınağı imiş ve bu yapının etrafında bulunan heykellere hayran olmamak elde değil. Saat sabah 8 de açılıp akşam 5’te kapanıyor.
Tam bir dev... Beş buçuk ton altından yapılmış dev bir buda heykeli. Görkemli ve insan saatlerce tapınağın içinde oturup izleyebiliyor. Sabah 9 akşam 5 arası açık. Önemli tapınakları bitirdiğimize göre diyeceğim ama Bangkok’ta ortalama 100’den fazla tapınak bulunmakta ancak birçoğu birbirine benzediği için hep tapınağa gitmek istemeyeceksiniz... Peki, tapınağa gitmeyeceksek nereye mi gideceğiz? işte size diğer görmeniz gereken yerler için öneriler...
Wat Arun
China Town (Yaowarat Street)
Wat Arun
Adından da anlaşılacağı gibi Çin Mahallesi. Özellikle gitmeniz gereken kısım Yaowarat Street (caddesi). Bu cadde sağlı sollu dükkanlardan oluşan ve genelde restorantlarla ve sokak satıcılarıyla dolu bir cadde. En iyi Bird Nest (Kuş Yuvası) ve Shark Fin (Köpek Balığı yüzgeci) çorbasını veya kuru halde alabileceğiniz yerler dolu... Çinliler bu çorbalarını çok lezzetli bulurlar ve fiyatı içinde kaç gram bulunduğuna göre değişir. Deneme fırsatım olmadı. Çin Mahallesinde bulunan köşe başı deniz ürünleri satan yerler vardır... Oralarda kesinlikle mavi yengeç, tiger prawn (karides azmanı) ve oyster (istiridye) soslu sebzeleri deneyin. 2 kişi ortalama 700-800 baht (40-50 TL) arası tutar... Barbekü şeklinde pişirilmiş olarak isterseniz sizin için iyi olur. Çünkü diğer türlü gerçekten acı olabiliyor. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 13
RENGARENK
Görsel: http://traveltravelthailand.com
Bu marketin ismini bir kenara yazın çünkü birden fazla yüzen market olduğu için sizi farklı bir yere götürebilirler. Bu en büyük olanı. Bu market için turu otelden ayarlıyorsunuz ve sabah gelip sizi otelden alıp götürüyorlar ama otobüsle gitme şansınızda olsa da pazar çok erken saatlerde açıldığı için tavsiye edilmiyor. Bu marketin özelliği çeşitli köylerden buraya tropik meyveleri satmak için gelen kişilerin kanolar aracılığı ile nehirde satması. Sizde bir kano kiralayıp hem alışveriş yapıp hem de değişik bir deneyim tecrübe edebilirsiniz. Ayrıca bu kanallarda çekilmiş James Bond filmleri de bulunmakta. Fiyatlar 30-100$ aradı değişmekte...
Chao Phraya Nehri Görsel: http://wfiles.brothersoft.com
Damnoen Saduak Floating (Yüzen) Market
Chao Phraya Nehri
Burada turlar yapabilirsiniz ama ben önermiyorum turlarla gezmenizi. Zaten gittiğiniz mekanlara tekrar götürüp fahiş fiyatlar istiyorlar, o yüzden nehrin üzerinde bulunan ring tekneler var, bunlarla nehir turu yapmak hem 100 kat daha ucuz hemde kimseye bağlı olmuyorsunuz. Nehir turunu akşam üstüne doğru yaparsanız ayrı bir keyfi olduğunu görürsünüz. Ortalama git gel 200 baht (12tl) bile tutmuyor.
Patpong Night Bazaar
Floating Market 14 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
Buraya ulaştığınızda bir pazar göreceksiniz ama asıl pazar gördüğünüz pazar olmayacak... Biraz karışık mı anlattım? Sadeleştirmem gerekirse bir kare düşünün, bu karenin içi pazar (taklit t-shirt, çanta) olsun karenin kenarları ise a go go (striptiz klübü diye çevirebiliriz
>>Mini Bangkok Rehberi
ama değil ) barlarla dolu olduğunu göreceksiniz... İçeri girecek bile olsanız dikkatli olun, üst katlardaki yerleri tercih etmeyin, içkinize sahip çıkın, uyku ilacı gibi şeyler konulabilir...
Siam Square Bangkok’un alışveriş merkezlerinin bulunduğu bölge. En önemli alışveriş merkezi olan ve Bangkok'un gururu olarak anılan Siam Paragon'un bulunduğu bölge... Siam Paragon dev bir alışveriş merkezi. İçinde aradığınız tüm lüks markaları bulabileceğiniz gibi üst katlarda bulunan Lamborghini ve Porsche mağazalarından araba alabilirsiniz ama direksiyonun sağ tarafta olduğunu unutmayın. Siam Square de sadece Siam Paragon yok, 2 tane daha alışveriş merkezi bulunmakta, onlara da göz atmakta fayda var ancak en lüksü tabiki Siam Paragon.
Lumphini Park Yapay bir gölün bulunduğu dev bir park. Her şeyden sıkıldığınızda çimenler üzerinde kaçamak yapabileceğiniz şehrin göbeğinde bir park. Havanın ve çimenlerin keyfini çıkartın. Şehrin manzarası da buradan fena değil.
Jim Thompson’s House Efsanevi ipek tüccarı Jim Thompson'un evi... Güzel bir mekan ancak ben çok çekici bulmasam da turistlerin uğrak yerlerinden biri... Ev bu yüzyılın başlarında yapılmış ve öylece korunmuş, rehberler aracılığı ile gezebiliyorsunuz ve siz o dönemle ve evle ilgili bilgiler veriyorlar. Benim en çok sevdiğim yer ise bahçedeki havuzun içinde bulunan dev kaplumbağalar... Karidesle besleniyorlar keyifleri yerinde... Mağazasından ipekle yapılmış her türlü çanta, şal gibi ürünleri alabilirsiniz.
Bangkok Under Water World Bangkok Sualtı Dünyası'nın Asya'nın en büyüğü olduğu söyleniyor. Böyle şeylerden hoşlanıyorsanız, paranız ve zamanınız varsa kesinlikle gidin derim. Siam Paragon'un içinde saat sabah 10 ile akşam 21 arası hizmet vermekte. 900 baht (50tl yaklaşık) giriş ücreti var. Tayland'da giriş ücreti en pahalı olan yer. Gidilesi ve görülesi.
Gezmeyi tozmayı gündüz bitirdikten sonra hala haliniz kaldıysa gecelere akmanız için birkaç önerim olacak size. Bangkok'da gece hayatını birkaç güzide mekanını görmeden bu şehri terk etmeyin.
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 15
RENGARENK
Lebua Hotel Lebua Hotel'in 63. katında bulunun Sky Bar Sirocco dünyanın en iyi sky barı ödülüne sahip. Bir gecenizi de olsa ayırıp gidin. Hava karardıktan sonra tüm şehre ve Chao Phraya Nehri'ne tepeden bakabileceğiniz güzide bir mekan. Hava koşulları elverişli olduğu sürece açık oluyor. Özellikle bayanlar üstlerine hafif bir şal gibi bir şey alırlarsa üşümezler. Şıpıdık terlikle giremeyeceğiniz bir yer unutmayın ve fiyatları biraz pahalı olsa da kesinlikle sonuna kadar değiyor. Ortalama içki fiyatları kokteyller için 400 Baht (25 TL) civarı ama bu deneyim için kesinlikle gözden çıkartılabilir bir fiyat.
Bed Supperclub Yemek yiyebileceğiniz ve ayrıca dans edebileceğiniz eşsiz bir mekan. 5 duyu organınıza hitap edecek her şey burada. Konsept partileri ünlüdür hatırlatmadı demeyin.
Khao San Road Bu trafiğe kapalı cadde sağlı sollu barlardan ve üstlerinde ucuz motellerden oluşan bir cadde. Genelde backpacker turistlerin kaldığı ve ucuz mekanların olduğu bir yer... Ben çok sevemesem de her şey ayrı bir deneyim olarak bakıyorsanız kesinlikle gidin ama dikkatli olun ve çok geç saatlere kalmayın.
Calypso Ladyboy Show Ladyboyların hiç bu kadar güzel olabileceğini düşünemeyeceksiniz. Güzel bir ortam, güzel bir gösteri. Bu gösteriyi izlemek için dünyanın dört bir yanında binlerce turist geliyor. Önceden rezervasyon yaptırıp gidin yoksa giremeyebilirsiniz. 1200 baht biraz pahalı 16 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
görünse de paranıza kıyın gidin, uzun süre anlatacağınız bir anınız olacak...
Ulaşım Görsel: chocolate-fish.net
Görsel: http://skyscrapersight.blog.com
Lebua Hotel (Sirocco & Sky Bar)
Havaalanının 1. katından Taksiler ve otobüsler kalkmakta. Tercihinizi taksi yönünde kullanmanızı öneririm... Otelin bulunduğu bölgelere göre fiyat değişse de çok fazla bir fiyat karşınıza çıkmayacak... Ortalama 400 Baht + 60 Baht otoban ücreti yani 27 TL gibi bir fiyat çıkmakta karşınıza... Otobüsler ise sizi belli noktalara götürse de otele kadar bırakmıyor. Fiyatları cüzi olsa da bilmediğiniz bir şehirde ilk sefer için taksiyi kullanmanız daha garantili olur... Gezi turunuzu yaparken Skytrain (metro) ile giderseniz hem ekonomik hem de Bangkok'un trafiğine yakalanmamış olursunuz. 15 kullanımlık biletleri 300 Baht + 70 Baht kart depozitosu vererek alabilirsiniz. Skytrain tavsiyemdir. Taksiler çok ucuz kullanın ama bindikten sonra taksi metre açtırmayı unutmayın... Hatta o kadar ucuz ki bütün gezileriniz taksi ile yapabilirsiniz ama Bangkok trafiği sizi yıldıracak unutmayın... Tuk tuklar genelde 2 kişilik triportörler... Bangkok'a gidince 1 defa da olsa binin ama trafikte egzoz dumanı koklama kısmı çok fena olabiliyor... Fiyatları yüksektir pazarlık yapın. Devletin tuk tukları var ama eğitimli gözler dışında anlamak çok zor, bulabilirseniz binin çok ucuzlar.
Uyarılar --Pazarlık yapmayı unutmayın. -Üstünüze uzun kollu ama ince bir şey alın. Kapalı mekanlar ve Skytrain'de klimalar çok fena çarpabilir, tatili hasta olarak geçirmeyin. -Yemekler çok ACI, sipariş etmeden acılı olup olmadığını sorun... Acı yerim demeyim. Ben acı yerim diyen adamın bir ayda yediği acıyı bir öğünde yiyorlar... -Sokakta meyve satıcılarını görürseniz, alın yiyin, tropik meyveleri deneyin, çok ucuz. 10-20 Baht
Görsel:http://fromblownspeakers.deviantart.com
>>Mini Bangkok Rehberi
-Türkiye’deki kahvaltıları bulamayacaksınız kendinizi hazırlayın. -Yemek yemek için büyük alışveriş merkezlerinde ya da şehir merkezinde bilindik markaları tercih edin. Thai yemekleri yenmeyecek kadar acı. Tavsiyem Fuji Restaurant. -Havalimanına iner inmez internet sim alın akıllı telefonunuzla yönleri bulmak kolaylaşır. -Lonely Planet Thailand veya Bangkok kitabı edinin, eliniz ayağınız olacak. -Skytrainler de ücretsiz şehir haritaları var alın, tüm metro duraklarını ve gideceğiniz tapınakları bu haritalarda kolayca bulabilirsiniz. -Go go barlara girerken dikkat edin. -Döviz bozdururken bankalarda bozdurmaya özen gösterin. -Pasaportunuzun bir fotokopisini her zaman yanınızda taşıyın. -Her köşe başında bulunan 7/11 marketleri 24 saat açıktır, Her türlü ihtiyaç maddesini bulabilirsiniz, Şampuandan tutunda tosta kadar. 7/11’ler aynı zamanda turist polis ulaşım merkezleridir. Başınız belaya girerse 7/11lardan turist polise ulaşabilirsiniz. 7/11’lerın içi genelde 18-20 derecedir dikkat edin üşütmeyin...
İyi Yolculuklar
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 17
RENGARENK
Torpilimin Adı Evren. Sen De Tanırsın Onu… Hayatında “torpil” kelimesinden bile hoşlanmayan ben kendime geçen zaman dilimlerinde de deneyimlediğim bir “torpil” buldum. Bağıra bağıra söyleyebilecek kadar sağlam bir “torpil” hem de. Yıllar önce aslında farkında olmadan kendisiyle tanışmışım. Son zamanlarda bunu çok çok daha iyi anladım. Üstelik tanıştığımıza da gayet memnun olmuşuz. Aslında siz de tanıyorsunuz onu. “Nasıl yani?” demeyin, gerçekten tanıyorsunuz. Hemen sizi tanıdığınız ama farkında olmadığınız torpilinizle tanıştırayım: Sen: Merhaba, Evren: Merhaba, Aynı anda önce nezaketen (sonra ise gerçekten kuracaklar cümleyi): Memnun oldum. Tanıştıktan sonrası çok kolay… Siz ne isterseniz onu yapıyor ama bazen uzunca bir zamanın geçmesi gerekebiliyor. Sabretmek gerek bazen… Ben kendisiyle ilkokul beşinci sınıfta yılsonu gösterimizin sunuculuğunu üstlendiğim görev sırasında tanıştım. O günden sonrada ondan hep; “spiker, muhabir, yazan (o zaman editörün anlamını bilmiyorum)”olmayı istedim. İkimizde inatçıydık ama kazanan ben oldum. İnatçı ruhum, Evren’in bana istediğim mesleği sunması ile bir sıfır öne geçti. Şimdi ise ikinci golü atma çabalarındayım. O da berabere kalma yollarında. Zaman … Klasik olan ve de hepimizin bildiği bir cümle varya hani; “ne kadar çok istersen illaki olur” bu cümleye katılıyorum. İsteklerle doğru orantılıdır her şey ama sadece istemekle olmuyor tabiî ki.
18 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
Evren’in sana isteğini sunması için o yoldan gitmelisin, çabalamalısın, uğraşmalısın, şansa inanmalısın, bazen şansını kendin yaratmalısın, okumalısın, sormalısın, gezmelisin, susmalısın, konuşmalısın… Aslında elinden gelenin fazlasını yapmalısın! Yapmalısın ki Evren’i inatçı ve de isteki ruhunla kandırabilesin… Ben Evren’i şuanki mesleğime ulaşmamda en büyük torpil olarak görüyorum. Önümüzdeki zaman dilimlerinde tanışıklığımızı da kullanarak kendisinden bir istekte bulunacağım. Belli mi olur torpilimin de torpili olur… Ben yani Evren’in gücüne inanan, eninde sonunda herkesin istediği düşünceye kavuşacağına sonsuz inancı olan Aslıhan; BOL TORPİL diler size Evren’den… Unutmadan dediklerim: Utanmayın ya da sıkılmayın ve uçan balon bulup, üzerine postitler yapıştırın (tabi üzerlerine notlarınızı da yazın mutlaka) sonra Evren’e gönderin. Sahil boyu yürürken denizin sonsuzluğuna kapılın, düşüncelerinizi de akıtın suya. Mavi iyidir, su da… Rüzgar’ın isteklerinizi, isteklerinize göre savurmasına izin verin. En önemlisi inanmadan tanışmaya kalkmayın Evren’le! Aslıhan GÜNDÜZ aslihangunduz.blogspot.com
>>İki Durak Arası “Rüzgar” Molası
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 19
RENGARENK
ALTIN KELEBEK Onur GÜRLEYEN / komikliklerim.blogspot.com Kadir kan ter içinde doğrulup boş gözlerle et‐ rafa baktı. Gecenin bir yarısıydı. Karanlık odasında tek ışık penceresinden duvara yansıyan sokak lam‐ bası, tek ses de nefes alırken ciğerlerden gelen gü‐ rültüsüydü. Garip bir rüyadan uyanmış ve yeniden evinin yalnızlığına döndüğü için kalbi sanki biraz burulmuştu. Daha neler gördüğünü hatırlamaya çalışırken yeniden uykuya daldı.
Altın bir kelebeğin kozadan çıkışını görüyo‐ rum. Kanatları keskin varaklar gibi, saf altından ve sanki gözün görme yetisinin ulaşamayacağı bir in‐ celikle işlenmiş. Altın kelebek uçuyor, her hareketi çok kırılgan. Bu güzellik en küçük bir esintide yok olacak gibi narin. Kelebek bulutlar arasından ini‐ yor, ormanları buluyor. Burayı aradığını biliyo‐ rum, daha ilk durağı burası. Gideceği çok yer var, nereden biliyorum bunları emin değilim. Sanki ben o kelebeğim ama hem de her şeyin dışında‐ yım. Kelebek ağaçları tanıyor ve çiçeklerle cilvele‐ şiyor. Bir dala konup titreştiriyor gümüş tellere benzeyen antenlerini. Notalar çalınıyor kulağıma, teker teker gelen hüzünlü bir şarkının parçaları. Çok uzaktan gibi ama çok net, git gide güçleniyor. Öyle tatlı bir ezgi ki, ormanın rüzgârda söylediği sözler gibi ve ırmağın akışı gibi. Kelebek de donup kalıyor şarkının güzelliği karşısında. Neden kor‐ kutuyor bu güzellik beni? Kelebeğin daha yapacak çok işi var, gitmesi gereken yerler, görmesi gereken harikalar var. Bir hayat var önünde uzanana ama o müziğin tutsağı oluyor daha ben bundan şüphe‐ lenirken ve işte sesin sahibi de geliyor. Bir kavalcı, incecik bir kız. Saçları deniz gibi akıyor ve adımları kuşların canı kadar narin. Kelebek gidip kızın et‐ rafında dönüyor ve saçlarına konuyor. İşte orada ölüyor kelebek, kızın başına altın bir toka oluyor. 20 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
Saatinin çalmasına fırsat vermeden uyandı de‐ likanlı, sanki sadece onun gözleri mahmur değildi de dünyanın kendisi zamansızca uykusundan kal‐ dırılan bir çocuk gibi olanlara anlam veremez bir haldeydi. Gece yağan çiğ sokakları soğuk ve ıslak bırakmıştı. Sis hala otomobil gürültülerinin içinde boğulmamış sokakların üzerinden kalkan bir örtü gibi yavaş yavaş dağılıyordu. Kadir böyle saatlerde giderdi işe ve ancak hava karardığında geri döne‐ biliyordu. Birbirinin aynısı aptal ve devasa giyim mağazalarının birinde tezgâhın başında duruyor ya da yüzlerine bakmaktan bile nefret ettiği insan‐ lara efendim diye hitap etmek zorunda kalıyordu. Para kazanması gerekiyordu ve çok çalışıyordu. Bazı zamanlar emeklerinin gerçek değerinin ne kadar ettiğini merak ederdi ama ancak hayatta ka‐ lacak kadar bir maaş alabiliyordu. Yine de tama‐ mıyla ümitsiz değildi. Arkadaşları vardı, çoğu zaman akıllarından geçeni tahmin etmeye çalıştığı kişiler, yüzlerine bakar, onlar başka bir şey anlatır‐ ken gerçeğin, salt gerçeğin ne olduğunu merak ederdi. Sanki karşısındakinin başını yarıp içinden merak ettiği her şeyi, en yalın dürüstlüğü söküp alabilecekmiş gibi geli‐ yordu. Başka bir hayal dünyasında yazdığı hi‐ kâyeler vardı ve bir de kitabı. Sanki herkes okumak istiyormuş gibi saklardı kitabını kimse‐
>>Altın Kelebek
nin gelip gitmediği evinin gizli yerlerine. Oysa bir yandan da aklında hep yazdıklarını bir bilene gös‐ termek, insanların değer vereceği bir şeyler yap‐ mış olduğunu ulu orta haykırmak vardı. Çoğu zaman hikâyeleri yarım kalıyordu, ya uzun süren yazma sürecinde belki de kendisi de değiştiği için artık tasarladığı sondan memnun olamıyor ya da hiçbir son tasarlamadan giriştiği işte tıkanıp kalı‐ yordu. Fakat cesaretini toplamış ve birkaç telefon konuşması yapmıştı, nihayet tek izin gününde erken kalkmak pahasına bir görüşme ayarlamıştı. Yazdıklarını artık kendine saklamak istemiyordu ve her nereye varırsa varsın bu işin sonunu geti‐ recekti. Kendinde hala yapacak bir şeylere sahip birini görebildiği için mutluydu.
Büyük günün evveli akşamında arkadaşların‐ dan biri ile dışarı çıktı, yakın bir arkadaşı değildi genel kriterlere göre ama diğer tanıdıkları göz önüne alınırsa en yakın arkadaşıydı ve bu durum onun için hep bir hüzün kaynağıydı. Ertesi gün erken saatte görüşmesi olduğu için geç saatlere kadar kalmak istemiyordu ama arkadaşı ısrar‐ cıydı ve oda çabuk ikna olan biriydi. İstanbul’un ışıklı sokaklarında gezdiler. Sanki oralarda yal‐ nızca bu ışıklar insanı bir sokak serserisi tarafın‐ dan bıçaklanmaktan koruyabilirdi. Çoğu zaman kendilerini ilgilendirmeyen şeylerden bahsedi‐ yordu iki arkadaş, istemedikleri hayata daima yal‐ nızken ağlıyor, bir araya geldiklerinde olmadık şeylere kahkahalarla gülüyorlardı. Kadir bir an ciddileşip asık bir yüzle, hayatının bir parçasını anlatır gibi rüyasından bahsetti ama arkadaşı onun bu halini anlamadı, sinirlendi ve güldü. Ne‐ vizade’ye gidip içtiler, en derinde hiç de sevme‐
dikleri sohbetlerini daha da zorlaştırmak için gü‐ rültünün kalbine yürüdüler. Müzik kulaklarına vuruyordu sanki. Sonra bir şey oldu, adeta herkes sustu, tüm gürültü birden kesildi de Kadir tek bir çalgının notalarını dinler oldu. Sahnede sigara du‐ manının etrafına bir sis gibi dolandığı bir kız vardı. Gitar çalıyor ve bir yandan içiyor, daha çok çalıyor ve daha çok içiyordu. Salaş bir hali, dağı‐ nık saçları vardı ama Kadir vurulmuştu sanki. Müziğe âşık olmuştu ve kızın gölgeler içindeki yüzünü görmek için can atıyordu. Zaten kader çoktan ağlarını örmüş, notaların her birine kızın busesini kondurmuştu. Şarkısı bitince kız sahne‐ den inip Kadirlerin masasına geldi, arkadaşı ile selamlaştı, uzaktan bir tanıdığıydı ve dönüp Ka‐ dir’e baktı. Gözlerinin rengi yoktu ama sadece de‐ rinliği vardı. O kalabalığın içinde fısıldaşır gibi konuştular, kızın her sözü bir cilveydi adeta. Kadir orada bağlandığını hissetti, geri dönemeye‐ ceğini hissetti. Saat iyice geç olmuştu. Arkadaşıyla ayrıldılar. Kızla karanlık sokaklarda aceleyle yü‐ rüdüler. Nihayet dar sokakların birinde yaşlı bir adama benzeyen evine vardılar. Kız Kadir’i evine çağırdı, delikanlı tereddüt etti. Yapması gereken işler vardı, hayalleri vardı çünkü. Yarınki görüşme ve sonra daha başka işler, hep kendisi için hayal kurmuştu. Kız bir daha sordu evine gelmesi için, beraber merdiven‐ lere oturdular. Kedi‐ lerin daracık bir yeri aydınlatan sokak lambalarının altında çöpleri karıştırırken ne kadar titiz olduk‐ larını izlediler. Kız son defa yukarı gel‐ mesini istedi Ka‐ dir’in. Delikanlı yapacak işleri olduğunu söylemek istedi, hayalleri olduğunu söylemek istedi, daha yapacak işlerim var diyebilmek istedi. Rüyasını anlattı, başka bir şeye gerek yoktu. “Belki de bu da başka birinin rüyasıdır.” dedi kız ve delikanlının elini tuttu, birlikte yaşlı bina‐ nın kapısından girdiler. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 21
RENGARENK
SÜPRİZ AŞK "İlk yazımla hepinize kocaman bir merhaba. Şimdi size yaşanmış bir hikaye anlatacağım. Karşı cinsin ağzından olayı kurgulamanın zorluğunu biliyorsunuzdur eminim. Elimden geldiğince duygularını dile getirmeye çalışacağım. Karakterler ve yaşanılanlar gerçektir fakat olaylarda kurgu kaçınılmazdır." Büşra BAYRAM / hayalmeyalbuschra.blogspot.com
Ben her zaman aşık olacağım kadına bir yerlerde bir şekilde rastlayacağımı sanırdım. Mesela bir yerde yürürken çarpacaktım ona, o kitaplarını yere düşürecekti, sonra biz göz göze gelecektik ve aşık olacaktım tepeden inercesine. Aslında tepeden yuvarlanır gibi içine yuvarlanacaktım. Tıpkı filmlerdeki gibi... Bizi bir sürü entrika terbiye edecekti ama biz hiç birine yenilmeyecektik. Ya da bir kavgayla başlayacaktı aşkım. Kavga ederken o sinirli gözlerinde kaybolacaktım. Ya da yanımdan geçerken saçlarını savuracaktı, kokusuna tutulacaktım… Benim hayalimdeki aşk filmleri hep sürpriz bir biçimde gelişirdi. Bir sürpriz olmalıydı mutlaka. Kocaman bir sürpriz yaşardım belki... Sonra pat diye aşık olurdum. Ama benim aşkım hiç de beklediğim gibi gelişmedi. Ben O’na üniversite sıralarında aşık oldum. Aslında ikinci sınıftan beri tanışıyorduk. Yanımda otururdu çoğunlukla. Ortak derslerimiz çok fazlaydı. Ders çıkışlarımızda kantinde soluklanırdık ya, yine dibimdeydi. O zamanlar kanka modası fazla. Ama biz kanka olmaya yanaşmıyorduk. Bir ders iptalini hatırlıyorum da dün gibi… İşte o gün çok başkaydı… Bir sonra ki dersimize daha 2 saat vardı. Beraber bir şey yapma kararı almıştık. Evet, beraber… Nereden bilebilirdim ki o günden sonra o hep benimle olacak? 22 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
O gün beraber üniversiteli gençlerin oturduğu o meşhur kafelere gittik. Oturduk. Konuşmaya başladık. O kadar çok ortak noktamız vardı ki… Ruh eşim mi neydi? Hani filmlerde olurdu ya? Evet, ben onunla bir yerde çarpışmadım, bir yerde saçını savurmadı da suratıma, aslında tasvir edemeyeceğim kadar güzeldi yüzü. Umarım kimse ben gibi görmüyordu onu. Ben tanıdıkça sevdim onu. O anlattıkça sevdim. Konuştukça sevdim… Arkadaşlarımızdan gizli yaşamaya başladık ilişkimizi. Bizim ilişkimiz onlarınkine benzememeliydi ne de olsa. Biz başkaydık. Onlar gibi değildik. Onlar “canım” kelimesini o kadar kolay harcarlardı ki… Ama biz de öyle değildi. Bizim için oldukça zordu canım demek. İlk canım dediğim günü hatırlıyorum da… Lafın arasına öylesine sıkıştırmıştım. O da utanmıştı ölesiye, ben de… Daha önce böyle bir duygu tatmadığımdan olacak, kalbim yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Hey sadece canım dedim değil mi? Onunla yaşadığım her an süperdi. O da benim gibi meraklıydı çocuklara. Beraber yetimhaneye gider, çocukları eğlendirirdik. Onları eğlendirmeden günümüzü geçirdiğimizde büyük bir kayıptı bizim için. Yaptığı her hareketine hayran oluyordum ben. O çok başkaydı. Gülüşü, konuşması… Hayatımda tanıdığım diğer kadınlar bir yana, o çok başka bir yanaydı.
>>Süpriz Aşk
Üniversitenin son yılındaydık. Farklı şehirlerde yaşadığımızdan okul bitince ayrı şehirlerde uyanacağımızın düşüncesi bile bizi yıpratmaya yetiyordu. Bir gün kantinde otururken arkadaşlarımızdan bir tanesinin O’na karşı boş olmadığını fark ettim. Biz hala gizli yaşıyorduk ilişkimizi. Bunu o farklı bir şehirde olduğundan,okumaya geldiğinden mi yapıyorduk bilmiyorum ama aslında ikimiz de böyle istiyorduk sanırım. İlişkimize değişik bir saygımız vardı. O arkadaş benim sevgilime hepimizin içinde çıkma teklif etti. İşte o an kan beyne nasıl sıçrarmış anladım. Elim ayağım boşaldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Hiç konuşmadım. O gereğini yaptı zaten. O kadar güzel tersledi ki hiçbir yumruğum O’nun yaptığını yapamazdı. Diyorum ya hayrandım ben O’na…
Onunla son konuşmam olduğunu bilseydim, eminim başka şeyler söylerdim. O’na söylemeye çekindiğim “seni çok seviyorum” cümlesini kurardım belki. Ne bileyim, hayatımın bir parçası olduğunu, hatta bedenimde bir uzvum gibi yer kapladığını söylerdim. Ama söyleyemedim. Ben O’na hiçbir şey söyleyemedim. Telefon kapandı…
Gece 3 sularında telefonum çaldı. Arayan O’ydu. Yatakhaneye zorla soktuğum telefonumla yakalanmayayım diye asla bu saatte aramazdı. Aslında o beni hiç aramazdı hep ben arardım müsait olunca. Heyecanla açtım telefonu, kısık sesle konuştum. Karşımda tanımadığım bir adam sesi vardı. Polis olduğunu ve karımın hastaneye kaldırıldığını söyledi. En son benimle konuştuğu için ben aranmışım. Karım Asla O’na seni seviyorum demedim. Taa ki ayrılık vak- mı? Beni ne diye kaydettiğini o an düşünemedim bile. timiz gelene kadar. Mezuniyet günü ailelerimizi Koşarak kumandandan izin aldım. O kadar kötü bir tanıştırdık. Birbirlerini sevdiler. Hatta beni hep ailesine haldeydim ki, izin verildi. Hatta hastaneye kadar bir anlatıyormuş. Arkadaş olarak… Ailesi bana çok arkadaşım da eşlik etti. güveniyordu. Ben O’nun en iyi arkadaşıydım. Aslında biz sevgiliden çok ötedeydik. Arkadaştan, dosttan, Hastaneye geldiğimde ismini söyledim. Hastamı kaykardeşten… Karımdı o benim asla aynı odayı bettiklerini söylediler. Hastamı kayıp mı etmişlerdi? paylaşmadığım. Karımdı o benim elini tutmaya Koskoca kız nasıl kaybolurdu? Nasıl yani? Bir an beynçekindiğim. Karımdı o benim sokakta sarıp imle kalbimin arasındaki o bağların kopup sarmalayamadığım… kaybolduğunu hissettim. Tüm iç dünyam, dış varlığım, her şeyim birbirine geçmişti. Kilitlenmiştim… Sinir krizi O şehrine gitti… Ben ise kaldım. Gitme diyemedim… geçirdim. Gözlerimi açtığımda yanımda arkadaşım Neye güvenip diyecektim ki? Erkek milletini bilirsiniz, vardı. Ağlıyordu. Sonra ben de ağladım. Beraber önünde bir sürü engeli vardır. Askerlik yapmam ağladık. Askerlik arkadaşı başka derlerdi de, gerekiyordu, sonra iş bulunacaktı. Ancak evimi tutunca inanmazdım. Sarılarak, bağıra bağıra ağladım… karşısına çıkabilirdim… Farklı şehirlerde ayda yılda bir kez buluşarak sürdürdük ilişkimizi… Hala seviyordum Varlık ile yokluk ne kadar farklı şeylerdi. Bir vardı, sonra O’nu ölesiye… Sonra askere gittim. Asker olduğum yer yok oldu. Yok demek ne kadar kolaydı. Kolay ve ağır... O’nun yaşadığı şehre o kadar yakındı ki… Sanırım 3 O’nu son bir kez görmek istediğimi söyledim. Hastansaatlik bir mesafedeydik. Artık daha rahat eye annesi ve babası da gelmişti. Bana sarılarak ağladı görüşebileceğiz sevinci kaplamıştı tüm bedenimi. annesi. “Oğlum seni görmeye geliyordu, şu yılbaşı şeysi için sürpriz yapacaktı…” dedi bana. İste o an ce2009 yılı. Yılbaşı denen o lanet gündeydik. Bir gün hennem kesildi dünyam başıma. Ben.. Ben kelimelerin önce konuştuk telefonda. O’nu ne kadar özlediğimi bittiği yerdeyim.. anlattım. O da beni bir o kadar özlemişti. “Yılbaşlarını ayrı geçiren sevgililer hep ayrı kalırlarmış” dedim tele- Hani en başta dedim ya sürprizle başlayacaktı aşk fonu kapatırken. Gülerek “Batıl inanç bunlar” dedi. hayatım diye, sürprizle başlamadı ama acı bir sürprizle “Keşke yanımda olsan, bu yılbaşında ve diğer her bitti. yılbaşında” dedim. Telefon kapandı… www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 23
RENGARENK
Bir Sıkıntı Var İçimde Semiha ÇAKAR / bitlipirelibirminikkedi.blogspot.com Gidiyor, çok uzaklara gidiyor. Amaaan sen de teknolojiden bihaber misin, internet denilen bir şey var, telefon var, cep telefonu var, mail var diyeceksin… Ama insanın sevdiğinin yanı başında olmasından daha güzel ne olabilir ki… İnsanın sevdiğinin kokusunu, hangi koku tutabilir, sevdiğinin öpüşünü hangi öpüş tutabilir, hangi bakış, hangi dokunuş… Gidiyor işte, bense ardından sadece bakıyorum. Bir şeyler söylemeye yüreğim el vermiyor. Sanki içimdeki sıkıntıyı kelimelere döksem, seslendirsem onu da kendimi de yaralayacağım, bir daha asla düzelmeyecek yaralar açacağım bedenlerimizde.
Kocaman bir sıkıntı var içimde, bütün duygularımı, bütün insani duygularımı sömürüyor. Kara bir delik sanki, yanına yaklaşan her şeyi bilinmeze sürüklüyor.Nasıl bir aşk bu, içim acıyor!
“Eğer gerçekten seviyorsan, eğer gerçekten seviyorsa uzaklık anlamsızlaşır…“ demeyin bana... Bu zamanda insan kimseye güvenemiyorki, sevdiğinin değişmeyeceğine inansın. Benim ona inancım sonsuz da işte değişen ben olursam… Korkum büyük, korkum beni mahvediyor. Ayran gönüllülük değil bu. Başkasını bulurum falan da demiyorum. Seven insan bekler diyeceğinizi de biliyorum, ama yaşam şartlarımı da bir ben biliyorum. Hayatın Yutkunuyorum cümlelerimi, yutkunuyo- koşuşturmacasında aramalar azalacak, rum gözyaşımı. İçimde derin bir acı, tasvi- mesajlar seyrekleşecek, sohbet bir yerden rinin imkanı yok. Midem buruluyor, sanki sonra tıkanacak… Farklı şehirlerde farklı günlerdir açım… Sarılmak istiyorum sı- hayatları yaşıyor olacağız. Artık aynı havayı kıca. Ağlamak istiyorum deliler gibi. Bir solumayacağız, aynı şeylere yan yana güşeyleri kırıp döksem rahatlar mıyım? Öf- lemeyeceğiz, sıkıntılarımızı baş başa verip kemi alsam sağdan soldan, camı çerçeveyi düşünüp, tartışamayacağız. yerle bir etsem… Ne geçecekki elime o gittikten sonra.
24 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Bir Sıkıntı Var İçimde
İnsanlar değişiyor… İnsanların duyguları, düşünceleri, hissettikleri değişiyor. Yaşam koşulları değişen insan farklılaşıyor. O bir sene sonra geldiğinde değişmeyen tek şey dış görüntüsü olacak… Belki de dış görüntüsü bile aynı olmayacak. Ne bileyim kilo alacak ya da kilo verecek… Her neyde değişecek işte… Bakışlarındaki o sıcaklık aynı kalmayacak. Ben gözlerinin içinde kendimi göremeyeceğim. İkimiz arasındaki çekim beklide geri dönmemek üzere çevremizden yok olup gidecek… Kim bilir…
alleri ne olacak? Benim için sevdiği şeylerden vaz mı geçmeli? Bir ilişki de illaki özverili mi davranmak gerek?
Bu onun hayatı, bu onun seçimi! Ona engel olamam. Benim ondan isteyeceğim şeyler, onun özveriyle davranıp kabul edebileceği türden şeyler değil! Hayatını ısklamasını istiyorum resmen. Hayır hayır yapamam bunu. Bu ona haksızlık. Ama ya ben ne olacağım? Ya benim örselenen, harap olan duygularım ne olacak. Kaybolmuşluğun içinde Zamana hakim olamıyorum ki. Zamanı durduramıyo- yitip gideceğim. O hayatına bensiz devam edecek. Ben rum ki… Keşke elimde sihirli bir değnek olsaydı da za- hayatıma nasıl onsuz devam ederim? manı ileri alabilseydim. Zamana ileri alsaydım da Nasıl olur da onu hayatımın merkezine koyabilirim bu yaşayacaklarımın neler olacağını görüp, ona göre karar kadar kısa sürede hem de gideceğini bile bile… verebilseydim. Neden sihirli bir değneğim yok ki… Hokus pokusla ilişki mi yürürmüş demeyin. Bir karar Geleceğimin üzerine lades oynamışım gibi hissediyovermem gerek ve bu karar beni günlerdir uykusuz bı- rum. Değişecek misin bekleyecek misin sorusu yankırakıyor. Bu sorumluluğun altından nasıl kalkarım, nasıl lanıyor kulaklarımda! Lanet olasıca tüm sesler ona olmaz yapamam derim… düşmanlığınız ne bana? Seviyorum işte, deli gibi seviyorum. Ama gururum var ya o başı eğilmez guruKabul ediyorum çok bencilce hareket ediyorum. Her- rum… Ona söz geçiremiyorum. Ya değişirse, ya şeyi sadece kendi açımdan düşünüyorum. Ama insan başkasını severse, ya beni unutursa… zaten bencil bir varlık ve aşk zaten bencilce bir duygu Bir de kendime güvenmiyorum diye bahanelerin ardeğil mi? O zaman niye kendimi bu kadar yargılıyo- dına gizleniyorum. Kendime bile yalan söyler oldum. rum? Bu işin içinden nasıl çıkacağım. Ne yapacağım, ne yapmalıyım? Keşke akıl danışacağım birileri olsaydı çevÜzülmesin istiyorum. Onu yaralayan en son insan ben remde… Güzin ablalık yapsaydı ya biri bana… olmalıyım. Sevgimle sarıp sarmalaya bilsem… Hüznümü kör kuyulara atabilsem… O giderken ardından O yeni bir başlangıç için gidiyor buralardan. Bense argülümseyerek el sallayabilsem… dında yeni başlangıçlara gebe ruhumla, gözleri yaşlı bedenimle kala kalacağım. Hayallerim avuçlarımda paAma içim öyle demiyor işte! Gitme kal de hadi ona, ramparça, umutlarım yitip gitmiş… Rüyalarımda bile gitme de, durdur onu… Ya hayatı, ya istekleri, ya ide- yalnız olacağım. Şimdi gelse ya, aniden sarılsa ya…
Görsel: http://carbalhax.deviantart.com
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 25
KONUK BLOG YAZARI
otomobillerde
KÜLTÜREL ETKİ
Akay PERKER / pitcafe.com
Köklü toplumların hepsinde tepeden tırnağa yerleşmiş bir kültür vardır ve bu kültürün etkilerini mutfaktaki tabaktan sokaktaki apartmana kadar her yerde görebilirsiniz. Elbette ürettikleri otomobillerde de. Otomobil tasarlayabilen, boş beleş kavgalar yerine bir şeyler üretmekten anlayan toplumlar için söylüyorum bunu. Bir otomobil markasına sahip olan toplumlar, gerek ihtiyaçtan, gerek ülke reklamı amacıyla kendi aralarında farklılıklar sergilerler. Mesela İngilizler kraliyetin, aristokrasinin getirdiği lüksü kullanırken Amerikalılar her şeyde olduğu gibi otomobilde de müsrif davranırlar.
İngiliz otomobilleri: İngiliz aristokrasisinin, köklü kraliyet ve burjuvazi geleneğinin eseridir İngiliz otomobilleri. Zenginliğe, zarafete, gurura ve kaliteye, köklü adetlere verilen önemi simgelerler adeta. Spor otomobillerde bile performanstan ziyade parça kalitesi, el işçiliği ve konfor ön planda tutulur. Törelerine ve geçmişlerine bağlılıkları otomobillerine de yansır, çizgileri kolay kolay değişmez. Morgan yıllar öncesinin çizgilerini bugüne taşırken Rolls-Royce lüks ve zenginliği, Aston Martin kalite ve zarafeti taşır üzerinde. Sözün özü, İngiliz otomobilleri zengin burjuvaziden ziyade gururlu aristokrasiye hizmet ederler.
Amerikan otomobilleri: “Tüket, daha çok tüket, hep tüket” mottolu Amerikan yaşam tarzının simgesidir Amerikan otomobilleri. Kocaman pizzalarla, karpuz kadar hamburgerlerle beslenen Amerikalılar, gövdesi büyük, motoru güçlü, su gibi benzin yakan otomobiller üretmeyi tercih ederler. Londra’nın dar sokakları için Mini gerekli olabilir veya Roma’nın “viccolo”larında Fiat 500 iyi gidebilir. Fakat Route 66 cüsseli bir Chevrolet ile çekilir. Neredeyse bedavaya gelen yakıt, bitmeyecekmiş gibi görünen araziler ve her şeyi müsrifçe harcamaya alışkın Amerikalıların minik ve tutumlu otomobiller yapmalarını beklemek abes olur. O nedenle de en büyük SUV'ler, en kocaman spor otomobiller ABD’den çıkar.
26 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Otomobillerde Kültürel Etki
Alman otomobilleri: Alman disiplini ve azminin getirilerini otomobillerde görmeye şaşmamak gerek. Uzun ömürlü, teknolojik ve kullanışlı otomobiller çıkar Almanya'dan. Her zaman rekabete açık davranırlar, gelişmek için kendi aralarında bile rekabete girerler. Modellerini hızla geliştirmeleri, yeni teknolojilere anında adapte olabilmeleri 1945'in paramparça Almanya’sından günümüzün güçlü Almanya’sına nasıl ulaştıkları hakkında epey fikir verir.
İtalyan otomobilleri: Nasıl ki İngilizler aristokrasiyi paradan önemli buluyorlarsa, İtalyanlar da bunun tam tersini yaparlar. İtalyanların işi dikkat çekmektir. Bunu bir Prada ile de yapabilirsiniz, bir Ferrari ile de. Burberry'nin sakin ve rahat tasarımlarına Prada'nın dikkat çekici tasarımlarla karşılık vermesi gibi, Aston Martin'in ağır abi duruşuna Ferrari ve Lamborghini lastik yakarak yanıt verir. İtalyan otomobilleri her ortamda dikkat çekmeyi seven İtalyan kültürünün bir yansımasıdır. Öncelikli amaç gösteriştir, kalite daha sonra gelir. Bunu Alfa Romeo'nun tasarımlarında bile görebilirsiniz. İngilizler Londra’nın dar sokakları için Mini gibi bir çözüm üretirken, İtalyanlar da Roma’nın daracık ve tarih kokan sokaklarına Fiat 500 ile çare bulurlar.
Fransız otomobilleri: Fransızların mağrur, gururlu, "ben yaptım oldu" duruşunun etkilerini görürüz otomobillerinde. Teknolojiye pek hızlı adapte olamamaları bir yana, İngilizce sorduğunuz soruya Fransızca karşılık vermeleri gibi müşteriler beğenmese bile kendilerince farklı tasarımlar yapmakta inat ederler. Renault'nun kamyonlarını 500 metreden tanıyabilirsiniz. İtalyanlarla dip dibe uzun süre yaşadıklarından olsa gerek, dış görünüme önem verip içeriyi pek sallamama huyu bunlara da bulaşmıştır. Renault olsun, Citroën olsun, Peugeot olsun hepsinin iç tasarımlarında bir boşluk, bir tuhaflık vardır. Dışarıdan zengin görünen modellerin bile konsolları o zenginliği taşıyacak seviyede değildir. Ancak başta da dediğim gibi, "ben yaptım oldu" kafası burada "ister al ister alma" olarak çıkar karşınıza.
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 27
KONUK BLOG YAZARI
Japon otomobilleri: Arı gibi vızır vızır bir millet olan Japonlar, çeviklikleri, çalışkanlıkları ve tutumluluklarıyla dikkat çekerler. Otomobilleri de öyle. 120 m² daireden bahsettiğinizde “bütün sülale aynı yerde mi yaşayacaksınız, ne gerek var kocaman eve?” diye soran Japon mantığı, en önemli kriteri fiyat / performans oranı olan otomobillere çalışır. Hızlı, çevik, üretimi ucuz ve kolay olan otomobiller, Japon kültürünü birebir yansıtırlar. Savaşçı ve istilacı Japon ruhuyla kendilerinden kat kat üstün olan Çin'i boydan boya işgal ettikleri gibi, uygun fiyatlı, dayanıklı ve hızlı otomobilleriyle de dünya otomobil pazarını işgal etmenin peşine düşebilirler. Dünyanın en çok otomobil satan markası Toyota'yı “masrafsız otomobil” dendiğinde akla ilk gelen markalardan biri olan Honda kovalarken Subaru, Nissan, Mitsubishi gibi markalar da diğer segmentlerde Japon kültürünü temsil etmeye devam ederler.
Kore otomobilleri: Japonlarla aynı havayı soluyan, benzer kültürleri taşıyan Koreliler de Japonlarla benzer otomobiller üretir. Hyundai ve Kia Avrupa markalarına göre çok çok genç olmalarına rağmen pazar payı konusunda iddialı bir konuma çoktan ulaştılar. Japon ve Kore otomobillerinin bir ortak yanı da, yüksek cirolara rağmen kârlılığın düşük kalmasıdır. Daha çok marka çıkarabilmek ve Avrupalı firmalarla mücadele edebilmek için kârlı markalarını bebek markalarının gelişiminde kullanırlar. Bu nedenle Hyundai hem yük gemisi hem CD, Samsung hem buldozer hem PC monitörü, Daewoo hem mutfak robotu hem kamyon üretirken Mitsubishi bir yandan klima üretip bir yandan Evo’yu geliştirebilir. Marka bazında kârlılık yüksek görünse de ana firmanın yaptığı çoğu zaman nakit çevirmek olur ve bunların Korelilerin otomobil kültürüyle ne alakası var, ben de anlamadım.
Rus otomobilleri: Demir perde ortadan kalksa da Rusların sağlam metallere ve ağır sanayiye olan ilgisi iliklerine işlemiştir. Sibirya soğuklarında sağlam kalmak, sürekli sorunlarla boğuşmamak isteyen Rusya, kızları sayesinde güzelliğe yeterince doyduğu için görselliği hiç umursamadan, sağlamlığa bakar. Dört bir yana ördüğü tren yolları sayesinde doğuda Kars'a kadar giren, batıda Almanya'ya direnen Rusya, trenlerin çirkinliğini ve sağlamlığını otomobillerinde birleştirir; ortaya Lada, Moskvitch gibi markalar çıkar.
28 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Otomobillerde Kültürel Etki
İsveç otomobilleri: Rus kültürünü Avrupa ile harmanlayan soğuk diyarların ülkesi İsveç, otomobillerinde de Rus ve Avrupa karışımı bir yol izler. Ruslar gibi sağlam yapmaya çalışırken bir yandan da Almanlar gibi teknolojik olmaya çalışır. Ancak ülkenin küçüklüğünün ve diğer Avrupa ülkelerindeki sömürgeci zihniyete pek sahip olmamasının da etkisiyle gemiyi yürütecek rüzgârı bir türlü bulamaz, markaları sürekli sıkıntı yaşar. Bata çıka ilerlerken en sonunda batan Saab, güvenlik dendiğinde akla ilk gelen marka olmasına rağmen bir türlü istenen pazara ulaşamayan Volvo ve kamyonculuk sektöründeki sağlam ve güvenilir imajına rağmen pazar payında rakiplerinin gerisinde kalan Scania, İsveç'in otomotiv sektöründeki durumunu açıklar. Koenigsegg bile tüm muhteşemliğine rağmen İsveç'in elinde ziyan olmuş markalardan biridir. Avrupa ülkelerindeki gibi sömürge yeteneği olsaydı bunu otomobil kültürüne de yansıtır ve dünyanın çeşitli yerlerinde fabrikalar açarak daha satış rakamlarını yükseltebilirdi İsveç. Olmadı, kısmet.
Çin otomobilleri: Evet, artık onlar da var dünya otomotiv pazarında. Özellikle Chery ve Geely, "şu Çinliler de her şeyi taklit ediyorlar canım" söylemlerini ispatlamak istercesine çeşitli markalardan apardıkları tasarımları yeni model diye sunarlar piyasaya. Güven vermeyen ama ucuz olan her şeyin yatağı olan Çin, ucuz iş gücünü otomobillere de yansıtarak kendi markalarını tüm dünyaya satar.
Türk otomobilleri: Türkler otomobil üretmeyi beceremezler.
Kuzey Kore otomobilleri: Kuzey Kore, militarist diktanın emrine amade olduğundan tam bir asker gibi davranır. Kimseyi umursamadan yurtdışından model getirtir, kalıbını çıkarıp taklidini yapar. İhraç etmediği, dünyayla ilişkisi sınırlı olduğu için kimse karışmaz, o da kafasına göre takılır.
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 29
KONUK BLOG YAZARI
>>Otomobillerde Kültürel Etki
Diğer ülkelerin otomobilleri: Globalleşmenin getirdiği kültür erozyonu, her işi olduğu gibi otomotiv sektörünü de etkiledi. Tokyo sokaklarında kimonolu kadınlar, İzmir’de efeler yok. Los Angeles’da kebap, Diyarbakır’da Big Mac yiyoruz. İtalyan kültürünün ürünü pizza, ABD markaları tarafından pazarlanıyor dünyaya. Starbucks kahve kültürünü kökten değiştirdi, lahmacun bile Hacıoğlu sayesinde McDonald’s sistemine tutundu. Hollanda Spyker ile günümüzün global pazarına uygun spor otomobil yapmaya çalışırken, İran Samand ile, Hindistan Tata ile kısıtlı bütçelere ulaşmaya çalışıyor. Milli firmalar azalıyor, Araplar İngilizlere, Amerikalılar Almanlara ortak olarak birlikte projeler geliştiriyorlar. Böylesi bir ortamda ortaya çıkan yeni otomobil markalarının da anavatanlarının kültürüne sadık olması beklenemez. O nedenle son dönemlerde ortaya çıkan markalar ve bundan sonra çıkacak olanlarda bu tip kültürel izler göremiyoruz, göremeyeceğiz.
Türk asker doğar!” diye bağırmak onları mutlu eder. Gel gör ki bu millet, kazandığı her şeyi yine kendi arasında kavgaya tutuşarak kaybetmekte de çok başarılıdır. Tarih boyunca onlarca devlet kurmuşlar, hepsini yine kendileri yıkmışlar, yıkamadıkları zaman darbe yapmışlardır. Birlik ve beraberlikten pek anlamazlar, koordine işleri, uzun vadeli planları pek beceremezler. Çok şahsi düşünen bir millet olmanın yanında, başarılı olanlara destek vermek yerine haset etmekte, başarısını baltalamaya çalışmakta da üstlerine yoktur.
En olmadık zamanlarda en olmadık işleri başarmıştır bu toprağın insanları. Beklenmedik anlarda büyük işler yapabilirler. Fakat devletçidirler, en başarılı oldukları meslek askerliktir. Zaten bununla gurur duyarlar, “her
Otomobil üreticisi ülkelerin kültürlerinin ürünlerine etkisi bugüne kadar böyle gitti. Gelecekte neler olacağını, el değiştiren markaların neler yapacağını da hep birlikte göreceğiz.
Türklerin otomobil macerası da böyledir. En zor zamanlardan birinde, yine bir darbe sonrasında, yine bir askerin emriyle otomobil üretmeye çalışmışlar; sadece 130 günde sıfırdan bir otomobil üretmişler ve tarihi tekerrür ettirip ürettikleri otomobili elleriyle çöpe atmışlardır. Sonrasında bir kaç deneme daha yapılmış fakat yine kendi içlerinde bulunan destek yerine köstek olma düsturu yüzünden tüm otomobil girişimcilerini giriştiklerine pişman etmişlerdir. Türkler bunu havacıTürkiye otomobil üretemez dedim yukarıda, onu da kı- lıkta da, denizcilikte de tekrarladıkları için teknoloji saca açıklayayım: dünyasında varlıklarından pek söz edilemez.
30 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
KİŞİSEL GELİŞİM
>>Yeni Bir Hayata Başlarken
YENİ BİR HAYATA BAŞLARKEN Oğuz ASLAN / oguzaslan.net Temmuz 1999
Eylül 1999
İlk defa tek sınavlı sisteme geçilmişti o yıl. Heyecan dorukta. Sınav tarihini beklerken soruların çalınmasıyla iyice karman çorman olmuştuk. O zamana kadar bir çok sınava girmiştim ve ilk defa sınavımın iyi geçtiğini ifade edebiliyordum. Sınav sonucunu öğrenmek için kilitlenen internet sitesinden başka çare yoktu. Hele bir de bu haberi, internet bir kenarda dursun, televizyonun çekmediği, radyolardan da en iyi ihtimalle TRT FM’i dinleyebildiğimiz köyümüzde beklemek, stresi birkaç kat artırıyordu. Sabah saatlerinden itibaren şehirde interneti olan tanıdıklarımızın sonuçları öğrenme denemeleri başarısız olunca umudumu kesmiş, bahçenin arka tarafındaki küçük dağlara yürüyüşe çıkmıştım. Ablam o dik yokuşu koşarak tırmanmış ve arkamdan yetişmişti. “Gazi’yi kazandın”. Yeni hayat o zaman başladı benim için.
Annem ve babamla birlikte Ankara’ya geldik. Okulda kayıt işlemlerimizi yaptık ve onlar Elazığ’a döndüler. Başkentte yapayalnız kalmış olmaya mı üzülürsün, artık üniversiteli olduğuna mı sevinirsin… Lise psikolojisinden çıkmak biraz zaman aldı. Birinci sınıfta olmalarına rağmen sanki yıllardır üniversitede okuyormuş gibi davranan sınıf arkadaşlarımı kıskanıyordum. Yanlarında Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, sessiz sakin, silik bir tip gibi duruyordum. Hoca sınıfa girdiğinde lisedeki gibi ayağa kalkacak kadar şaşkın değildim belki. Ama şehri, insanları, farklılıkları anlamaya çalışmak beni zorluyordu. Yaşım on altıydı ve sınıf arkadaşlarım yaşımı öğrendiklerinde lisede okuyan kardeşleriyle yaşıt olduğumu söyleyerek beni baştan aşağı tekrar süzüyorlardı.
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 31
KİŞİSEL GELİŞİM
Yurdum insanının karşısına bu kadar çok kişisel gelişim kitabı çıkmamıştı henüz. Üniversite ve bölüm tercihimizi ebeveynlerimiz yapıyordu. (Sanırım hâlâ birçok aile aynı şekilde) Babam edebiyat veya hukuk okumamı istiyordu. Dershanedeki hocamla iki tercih listesi yapmıştık. Biri benim istediğim ve başarılı olabileceğimi düşündüğümüz bölümler, diğeri de babamın tercih etmemi istediği bölümlerden oluşuyordu. Eve gidip iki listeyi babamın önüne koydum. “Biri senin istediğin diğeri benim istediğim liste” diyip odadan çıktım. (Türk filmlerindeki sahnelere benziyordu) Babam anlayışlı davranarak kararıma saygı gösterdi. O nedenle okuduğum okul ve seçtiğim bölüme kendimi daha fazla ait hissediyordum. Hepimizin içinde bir potansiyel var ya hani. Bütün marifet onu açığa çıkartmakta. Ben bununla ilgili adımı okulun ikinci yılında attım. Hayatımı değiştiren, dört yıl gönüllü olarak çalıştığım dünyanın en büyük öğrenci organizasyonunda yer aldım. Dikkatli okuyucular, ikinci sınıfta girdiğim organizasyonda dört yıl kaldığımı fark etmiştir. Evet ben de okulu uzattım. Pişman mıyım? Hayır. 32 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
Büyük şehrin nimetlerinden faydalanan sınıf arkadaşlarım (mezuniyete yaklaştığınızda bu kişilere “rakipler” diyoruz) daha sosyal daha girişken kişilerdi. Benim önce onlarla aynı seviyeye gelmem sonra da kendimi geliştirerek birkaç adım daha öne geçmem gerekiyordu. Hep bunun için uğraştım. En büyük avantajım ise kariyer planımı üniversite ikinci sınıfta yapabilmem oldu. Şimdi üniversitelere bakıyorum. Benim de verdiğim seminerlere konuyla ilgili ilgisiz herkes katılıyor. Evet gelişim ve ilerleme, sürekli öğrenme çok iyi. Ancak kendini keşfedip bir alanda uzmanlaşma, doğru sonuca ulaşmanın anahtar noktası. Geçtiğimiz günlerde bir Zaytung haberi okudum ve çok güldüm. “Üniversite yaşamını liderlik ve kişisel gelişim seminerleriyle geçiren bir genç daha KPSS’ye girdi” diye. Evet, durum tam olarak da bunu ifade ediyor. Yavru deve annesine sormuş: -Anne bizim neden büyük toynaklarımız var? -Çölde yürürken kuma batmamak için. -Anne bizim neden hörgüçlerimiz var? -Çölde hiçbir şey yemeden ve içmeden uzun yolculuklar yapabilmemiz için.
>>Yeni Bir Hayata Başlarken
-Anne bizim boynumuz neden bu kadar uzun? -Çölde yürürken uzaktan gelen tehlikeleri daha erken fark edebilmemiz için. -Peki anne, bizim Atatürk Orman Çiftliği’nde ne işimiz var?
Ne yapmak istediğine henüz karar verememiş ve okuduğu bölüme pek de istemeden girmiş olanlar için de birçok seçenek var. Kendinizi tanıyın, bölümünüzü tanıyın ve kendinizi mutlu hissedeceğiniz alanda bir şeyler yapmaya başlayın.
Bu fıkrayı ilk Ahmet Şerif İzgören’in “Avucunuzdaki Kelebek” kitabında okumuştum. O gün bugün sorarım kendime; “Atatürk Orman Çiftliğinde yaşayan bir deve miyim?” diye. Ankara Eylül ayında karman çorman olur. Yeni hayatlarına başlayan, gözleri ışıl ışıl üniversite öğrencileri, yaşayacakları yeni şehre ilk adımlarını atarlar. Bu cümlelerim, güzel ülkemin herhangi bir yerinde herhangi bir üniversitesine başlayan arkadaşlarım için: Eğer ne yapmak istediğinizi biliyorsanız, hangi alanda uzmanlaşacağınıza karar verdiyseniz ve o alanda öğrenim görmeye başlıyorsanız, çok şanslısınız. Bu alanda bilgi ve deneyiminizi geliştirebileceğiniz her türlü eğitimi, semineri, staj, iş deneyimini, seçmeli dersi yakından takip edin. Öyle ki okulunuz bittiğinizde etrafınızdaki herkes, sizin bu konuda bilgili olduğunuzdan emin olsun.
Üniversitelerin çoğunda topluluklar, sivil toplum kuruluşlarının temsilcilikleri var. Yoksa bile sizler kurabilirsiniz. İş dünyasında yaşananlara çok benzer şeylerle karşılaşacağınız bu ortamlar size büyük deneyim kazandıracaktır. İllâ ki yönetim ile ilgili organizasyonlarda yer almanız gerekmez. Fotoğrafçılık topluluğunda farklı bakış açılarına sahip olmayı, halk dansları topluluğunda takım oyuncusu olmayı, film ve sineme topluluğunda, proje yapmayı ve yürütmeyi, gezi topluluğunda araştırma yapmayı, sosyal sorumluluk projelerinde girişimciliği öğrenebilirsiniz. Tüm bunların size neler kattığını iş hayatına girdiğinizde çok daha net göreceksiniz. Üniversite öğrencisi olan tüm okurlara başarılı ve verimli bir yıl diliyorum. Bu yazıyı okuyup benim gibi üniversite yıllarını özlemle anan okurların da duygularını paylaşıyorum. Muhabbetle.
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 33
RÖPORTAJ
Fatmanur Erdo∫an Röportajı Rahim AYTUNÇ / aytuncrahim.tumblr.com 34 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Fatmanur Erdoğan
Önceki sayılarımızda olduğu gibi bu sayımızda da sizler için bir röportaj gerçekleştirdik. Bu ayki konuğumuz Fatmanur Erdoğan. Lafı çok fazla uzatmadan sizi şöyle alıyorum. Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Fatmanur Erdoğan kimdir? Girişimci bir yöneticiyim. Girişimci yöneticiler değişimi ve gelişimi körükleyerek içinde bulundukları ortamı ileri doğru hareket ettirebilenlerdir. Özgürlüğüne düşkün biriyim, Yaratabilmek için özgür düşünce ve harekete ihtiyaç vardır. Bir yerde çok uzun süreler durduğumda kıpırdanmaya başlıyorum. Rahatlık batıyor. Durağanlık pek bana göre değil. Nerede hareket orada bereket hesabı yaşıyorum. Hayata karşı tutkuluyum. Hayatın içinde ki hemen hemen her şeye merak duyuyorum. Bu yüzden de sürekli bir şeyler öğreniyorum, araştırıyorum ve en önemlisi edindiğim bilgileri uygulamaya koymayı seviyorum. Deniz tutkunu bir insanım. Yüzmeyi çok seviyorum ve deniz ile ilgili her tür aktivite bana hayat enerjisi veriyor. Yeni yerler keşfetmek, yeni insanlarla tanışmak, bilinmeyene yolculuk etmek bir yaşam stili benim için. Kendimi bildim bileli böyleyim. Bu yüzden gözlem yeteneğimin gelişmiş olduğunu söyleyebilirim. Bir de içinde bulunduğum topluma tam entegre olmaktansa biraz yabancı kalmayı seviyorum. Yurt dışında yaşamak bana bu yüzden cazip geliyor. Etrafınıza hafif yabancı durabilmeniz sosyal baskı ve beklentiler doğrultusunda hareket etmektense inandığınız hayat doğrultusunda yol almanıza imkân tanır. Daha cesaretli davranabilmenizi sağlar. Farklı anlayışları, düşünceleri ve eğilimleri görmenizi mümkün kılar. Daha atak hareket ederek yenilikçi girişimlerde bulunmanıza olanak verir. Peki, bu şekilde yaşarken yakın çevrenize (aile, arkadaşlar) uyum sağlama problemleri yaşıyor musunuz veya bu gibi sıkıntılarla karşılaştığınız oluyor mu? Ne kadar çok farklı kültürlerden, farklı yapılardan ve farklı geçmişlere sahip insanla temas halinde olursanız o kadar çok farklılıklara nasıl yaklaşmanız gerektiğini
öğrenirsiniz. Dolayısıyla daha geniş bir perspektiften hayatı, olayları ve insanları değerlendirebiliyorsunuz. Benim için yurt dışında olmak her zaman daha kolay oldu. Uzun yıllar yurt dışında yaşadıktan sonra Türkiye'ye döndüğümde re-expatriation dediğimiz durum söz konusuydu. Yani kendi kültürümü yeniden öğrenmek durumunda kaldım. Düzensizliğin yoğun olduğu İstanbul’a alışmak ve buradaki davranış modellerini kabul etmek zamanımı aldı. Hatta öyle ki bir gün trafikte "hem suçlu hem güçlü" davranan Türk insanını anlamaya çalışmanın çok anlamsız olduğunu düşündüm. Sistem benden daha büyüktü ve laçka olmuş trafik düzenini ve davranışını değiştiremeyeceğimi anlamak bende bir çaresizlik hissi yarattı. Bir müddet direndim ama baktım ki mutsuz oluyorum. Fark ettim ki düzensizliğin içinde ki insanlar sadece İstanbul’a göç etmiş olanlar değil, sizin benim gibi eğitimli olanlar ve her gelir seviyesinden kesim de aynı şekilde davranabiliyor. Aslında İstanbul insanı kaos içinde yaşamayı seviyor. Düzen olduğu zaman hoşlanmıyor. O zaman kabul etmek zorunda olduğumu gördüm ve burası Türkiye hayat böyle diyerek tek başıma düzen getiremeyeceğime ikna oldum. Benim için çok zor oldu çünkü değişime ve gelişime böyle önem veren bir insanın sistemin çarpıklığı yanında çok küçük kaldığını kabul etmek kolay olmadı. İstanbul'da yaşayanların kaosu sevdiği söyleminize kesinlikle katılıyorum. Bir düzen içinde yaşayamıyorlar. İşletme, grafik tasarımı ile pazarlama ve psikoloji okudunuz. Peki, neden tek bir alanda ilerlemeyi seçmediniz?
Tutkulu bir insanım o yüzden neye tutku duyuyorsam onun arkasından gidiyorum. Farklı alanlarda bilgi edinmek multidisipliner bir anlayış kazandırır. Eğitimini aldığım konular mesleğimde işime yarayan konular üstelik. Dikkatli bakacak olursanız pazarlama ve iletişim alanında meslek sahibi birinin tasarımdan psikolojiye farklı alanlarda bilgili olması büyük bir avantajdır. Bu yetkinliklere sahip olabilen az sayıda kişi varsa, siz her zaman daha değerli olursunuz. Çünkü farklı açılardan konuları değerlendirebildiğiniz için, diğerlerine oranla daha iyi bir farklılık yaratabilirsiniz. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 35
RÖPORTAJ Daha önce verdiğiniz bir röportajda "hangi üniversitede ne okuduğunuzun, nasıl okuduğunuzun önemli olmadığını düşünen profesyonellerdenim" demişsiniz. Sizce gerçekten mezun olduğunuz okulun, elinizde bulunan diplomanın bir önemi yok mu? Kesinlikle yok. Günümüzde 250 üzerinde üniversite eğitimlerini online olarak dünyaya açmış durumda. Artık Harvard, MIT ya da Stanford’dan dersler almak istiyorsanız, online ve ücretsiz olan bu derslere katılabilirsiniz. Dünyanın en büyük şirketleri nereden diploma aldığınıza değil öğrendiklerinizle şirketlerine nasıl fayda sağlayacağına bakıyor. İnsan önce kendi gücüne inanmalı. Gücümüzü kendimizden aldığımızda ileri doğru hareket etmemiz daha kolay olur. Tabii bu demek değildir ki "Harvard’da okumak anlamsız". Elbette bu doğru bir önerme olmaz. Bu üniversitelerin öğrencilerine sağladığı araştırma ve geliştirme imkânları çok iyi. Ayrıca bir arada bulunduğunuz öğrencilerin de öğrenme sürecinize etkisi ve iş networkünüze katkısı yüksektir. Harvard mezunu olmamak daha az öğreneceğiniz ya da daha az networkünüz olacağı anlamına da gelmez. Bu anlamda Steve Jobs ve hatta Bill Gates iyi bir örnek olabilir. Sorumuza bir anlamda "önemi yok" diyorsunuz, peki insanlar neden illa "x üniversitesi" mezunu olmak için çabalıyor. Mezun oldukları üniversitenin, kişilerin geleceklerinde bir artısı olmayacak mı? Unvanlar bize kredibilite ve saygınlık verir. Marka yaratmak isteme çabamız da bu yüzdendir. Harvard saygın ve dünyanın en başarılı beyinlerini yetiştirmekle ün saldı. Dolayısıyla Harvard mezunuyum demek size
sosyal statü kazandırır. Sosyal beklentiler de bizleri koşullandırır. Seçimlerimiz biraz böyle şekillenir. Aynı zamanda isim yapmış bir üniversitede okumak da belli bir eğitim kalitesinin göstergesidir. Eğer X üniversitesi Y üniversitesinden daha iyi öğrenci yetiştiriyorsa, doğal olarak tercih X yönünde olur. Ben diyorum ki öğrenmek isteyen insana hangi üniversitede okuduğu vız gelir. Bu kişiler istedikleri bilgiyi almak için içlerinden gelen bir motivasyonla hareket ederler. Kaynakları yüksektir. Elde etmek istediklerini yapabilmek için azimlidirler, girişimcidirler, antenleri açıktır. Yani hayatları ya da başarıları üniversiteden aldıkları diplomaya bağlı değildir.
Bu güzel cevabınız için çok teşekkür ederim. Kesinlikle haklısınız. Size blogunuzdan ulaşıp, geleceğini belirlemek için fikir danışanlar oluyor mu? Elbette. Kariyeryolculugu.com Türkiye’nin ilk kariyer yönetim blogu. Açıldığından bu yana hiç aralıksız devam eden sayılı saygın bloglar arasında. Yüzlerce öğrenci, mezun ve çalışana kariyer yönetimlerinde, iş arayışlarında, yeteneklerini bulmalarını ve kullanmalarını sağlamada, CV ve ön yazılarını hazırlamakta gönüllü destek oldum. Hala da destek olmaya devam ediyorum. 2011 yılında da ilk defa blog açıldığından bu yana tasarımını yeniledim. İlgi inanılmaz arttı. Sanıyorum doğru bir adım attım. Yönlendirmeniz sonucunda gerçekleştirmek istediği hayaline kavuşmuş, başarmış olup, sonrasında küçük bir "teşekkürle dahi olsa dönüş yapan oldu mu?
http://kariyeryolculugu.com/blog/
36 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Fatmanur Erdoğan
Elbette. Nasıl sanatçılar için alkış için yaşar derler, bu da öyle bir şey bir anlamda. Yaptığım işin sadece teşekkürle değil kişilerin hayatlarında olumlu bir değişim ve gelişimle sonuçlandığını görmek tatmin edici bir duygu. İçten bir yaklaşımım vardır ve genelde bana yakın hisseder danışanlar. O yüzden irtibatımız kopmaz. Peki, blogunuz sayesinde belki de hiç tanımadığını insanları yönlendirebilmek, onlara destek olabilmek nasıl bir duygu? Şahane bir duygu, insanların hayatına dokunmayı seviyorum ve bu mecra bana çok daha büyük kitlelere destek olabilme imkanı verdi. Sadece Türkiye'den değil aynı zamanda dünyanın dört bir yanında yaşayanlara da destek oluyorum. ‘İngilizce Bilmiyorsanız, Geriden Takip Edersiniz" başlıklı yazınızda "İngilizcenizin yeterli düzeyde olmadığını düşünüyorsanız, hemen işe el atın. Mümkünse, bir kaç yılınızı yurt dışında geçirin ama öğrenmeden gelmeyin. Artık yabancı dil bilmeyene kariyer yok!" diye bitirmişsiniz. Peki, kariyere bu kadar odaklanmak ve hatta insanları da böyle yönlendirmek size bir şeyleri eksik yaşadığınızı düşündürtmüyor mu? Ben hayatımızın bir anlamı olması gerektiğine ve o anlam doğrultusunda yaşamımıza yön verdiğimizde mutlu ve tatminkâr bir hayat yaşayabileceğimize inanıyorum. Kariyer yapmak diye bir şeye inanmıyorum anlayacağınız. Eğer blogumun sıkı takipçilerindenseniz, fikirlerimin bu alandaki profesyonellerden farklılık gösterdiğini göreceksiniz. Kariyeryolculugu.com ‘kariyer ve yaşam dengesi üzerine profesyonel rehberlik’ veriyor. Dolayısıyla blogun bir odak noktası var. Başarılı bir blog, odağını kaybetmeden ama konulara geniş perspektiften bakabilendir. Günümüzde kaynakların (kitapların ve araştırmaların) büyük bir çoğunluğu İngilizcedir. İngilizce bilmiyorsanız bu kaynaklara ulaşmakta zorluk çekersiniz. Birilerinin sizin yerinize tercüme edip, özetlemesini beklemeniz gerekir. Sosyal medya çağında, bilginin ışık hızında yayıldığı bir dönemde bu kadar beklemeye zamanınız varsa, diyebileceğim bir şey yok. Bunun dışında tek dil, tek insan derler ya, küresel bir
dünya düzeninde sadece tek bir dilde, tek bir kültürle anlaşabilmek gelişim açısından yeterli kalmıyor. Ülkeler artık ‘multicultural’ hale geliyor. Yani birçok kültürü içinde bulunduruyor. Türkiye’de bile bu dönüşüm başladı. Farklı kültürlerden vatandaşların ülkemizde yaşamayı tercih ettiğini görüyoruz. Bir insanı anlamanın en iyi yolu o insanın dilini anlayabilmektir. Internet Türkçe değildir. Blog kelimesi de Türkçe değildir. Bunların ne anlama geldiğini anlayabilmek için bundan da öte bu tür inovasyonlar yapabilmeniz için ortak bir dile ihtiyaç vardır. Şimdilik bu dil çoğunlukla İngilizce olarak karşımıza çıkıyor. Yani İngilizce bilmek dünyayla temas halinde olabilmek demektir. Bir kişiyi çocukluğundan itibaren tek amaca yönlendirilmek doğru bir davranış mı? Çocuğun yaratıcılığını köreltmez mi? Bir konuda uzmanlaşmak için o konuyla yıllarca uğraşmak gerekiyor. Bu da zaman alıyor. Eğer yönlendirme doğruysa ve geniş açıya sahipse faydalıdır. Ne var ki insanların beklentileri ve tercihleri zaman içerisinde değişebilir. Her değişiklik ya da yeni arayış bir önce ki kararın yanlış olduğu anlamına gelmez. Yaratıcılığı körelten bakış açısıdır, tek bir alana yönelmek değil… Bana biraz önce neden multidisipliner bir eğitim tarzım olduğunu sordunuz. Sebebi budur; Multidisipliner olmak tek alanda ilerlerken geniş açıyla hareket edebilmeyi mümkün tutar. 10 yıl boyunca Türkiye, ABD, Singapur ve Norveç dâhil olmak üzere dünyanın birçok yerinde çalışmış ve 40’ın üzerinde ülkeyi ziyaret etmişsiniz. Bu kadar farklı kültürleri tanımanın ve hatta iç içe olmanın size kazandırdığı en önemli şey nedir? Her kültürün arasında çok rahat olabilmeyi ve onları anlayabilmemi sağladı sanırım. Yabancılar kendilerini benim yanımda çok rahat hissederler ve bunu hep söylerler. Yani onlardan biri gibi olduğumu hissederler. Bu biraz doğal bir yetenek galiba bende, birazı da bilgi ve tecrübeyle gelen bir şey. Farklı kültürler arasında olmak ruhuma iyi geliyor. Yaratıcılığımı kamçılıyor ve beni stimüle ediyor gördüğüm değişik yapılar, kültürler, insanlar… Samimi cevaplarınız için Blog Dergisi adına tekrar teşekkür ederim. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 37
SİNEMA
ÖZGÜRLÜĞE KAÇIŞ Gizem KUZU / gizemkuzu.wordpress.com
"1941 yılında üç adam Himalayaların üzerinden Hindistan’a yürüdü. Özgürlüklerine ulaşmak için yürüdükleri 6.500 km yol boyunca hayatta kaldılar. Bu film onlara adanmıştır…” Peter Weir’in 1998’de yönettiği ve Jim Carrey'nin başrolünü üstlendiği The Truman Show şüphesiz ki yönetmenin en iyi filmiydi. Bunun ardından 2003'te vizyona giren "Dünyanın Uzak Ucu" ile kalbimizi bir kez daha kazanmıştı. Bundan tam 7 Yıl Sonra karşımıza Özgürlük Yolu ile çıkıyor Weir. Özgürlük Yolu, Slavomir Rawicz'in "Long Walk" adlı kitabından sinemaya uyarlanmış. Kitap 1956'da yayımlamış ve 500.000 satıp 25 dile çevrilmiş. Film komünist rejimin hapset-
tiği bir grup insanın Sibirya’da çürümeye yüz tuttukları kamptan kaçıp 1940 Yılında Gobi Çölü’nü Aşıp Hindistan’a ulaşana dek yaşadıkları dramı anlatıyor. Weir, Stalin döneminde doruğa ulaşan baskı ve terör politikasını çok çarpıcı bir dille yansıtmış. Adalet sloganlarıyla gelen Bolşevikler’in ardından ‘kızıl devrim’in akabinde kurulan Sovyetler Birliği, sunulan vaatlerden vazgeçmiş ve bir insan olarak vicdanen kabulle-
38 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
nemeyeceğimiz maddimanevi baskılara yönelmiştir. Suçlulardan oluşan toplama kamplarında neler yaşandığını tarih derslerinden ve izlediğimiz belgesellerden az çok biliyoruz. Film 7 cesur adamın özgürlükleri uğruna verdiği savaşın hikayesidir ve Janusz (Jim Sturgess)’un işlediği iddia edilen suçu itiraf etmeyi reddetmesiyle başlar. Karısı yapılan işkenceler sonucunda tanıklık eder ve Janusz diğer bütün
>>Özgürlüğe Kaçış
suçlularla birlikte Gulag’a gönderilir. Özgürlükleri ellerinden alınan ve geri kazanmak için yapmayacakları şey olmayan 6 kişiyle daha tanışır Janusz burada. Gulag’da yaşam zordur, buradaki suçluların hapishaneleri Sibirya, gardiyanları acımasız doğadır. Umudunu yitirmek ve iyi niyet sahibi olmak burada hayatlarını kaybetmelerine sebep olur. Ölüm korkusuyla birlikte soğukkanlı olmaya çabalamak, vicdanlı olduğun halde vicdansızlık yapmaya zorlanmak, repliklerle daha da acı bir şekilde dile getirilir; “Nezaket. Burada ölümüne sebep olabilir.” der Mr. Smith (Ed Harris). Ed Harris kendi halinde oturaklı bir karaktere sahip Amerikalıdır burada.
Bir diğer öneri ise Khabarov’dan gelir Janusz’a; "Stalin'in her yerde gözleri ve kulakları var, burada bile. Çok dikkatli olmazsan bir yıl sonra ölür gidersin. Gerçek anlamda olmasa bile ruhun ölür gider." der Khabarov (Mark Strong). Strong benim sevdiğim orta halli oyunculardan biri, genelde 5. önemli adam olarak görürüz filmlerde yani arka planın başrol oyuncusudur hep. Burada 58-14 yani sabotajdan suçlu sayılmıştır. Bir aristokratı canlandırmasıyla gelen eski zamanlardaki soyluluğun prestijini yükselttiği iddiası yani bir diğer deyişle yaptığı iyi oyunculuk 10 yılına malolmuştur. Ardından Colin Farrell’ı görürüz inanılmaz Rus aksanıyla. Şimdiye kadar nedendir bil-
mem hiçbir role yakıştıramadığım, her seferinde bana itici gelen Farrell burada Rus suçlu Valka rolü ile yükseldi gözümde. Başta Jim Sturgess olmak üzere Ed Harris, Colin Farrell, Saoirse Ronan ve Mark Strong inanılmaz oyunculuklara imza atmışlar. Filmin devamında bu özgürlük savaşçısı grup canları pahasına da olsa acımasız Sibirya soğuğunu hiçe sayarak düştükleri hapis ve kölelik hayatından kaçarlar. Ancak Sibirya’nın o dondurucu soğuğunda hayatta kalmak o kadar da kolay değildir. İlk kayıplarını burada verir savaşçı grup. Yollarında ilerledikçe kara kışın soğuğundan uzaklaşırlar ancak bu sefer yiyecek sıkıntısı baş gösterir. Buldukları her hayvan leşini, yakalayabildikleri her balığı
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 39
SİNEMA
paylaşırlar. Susuzluklarını dindireceklerini ve yemek bulacaklarını umdukları Baykal Gölü’ne yaklaştıklarında aralarına bir kişi daha katılır. Onları yolun yarısında takip eden Irena (Saoirse Ronan)’dır bu. Grubun bayan elemanı her karakterin sakladıkları öykülerini öğrenmemizde yardımcı olur bize. Rusya’yı geride bıraktıklarında acımasız karakter Valka’yı da geride bırakırlar. Trans Sibirya Demiryolu’nu geçerek Moğolistan’a vardıklarında ise çarpıcı soğukların yerini güneşin yakıcı sıcağı alır. Yürümekten
her birinin ayakları inanamayacağınız bir şekilde şişer, her biri her adım atışında acı çeker ama hiç birinin bundan şikayet ettiğini duymazsınız. Çöl sıcakları baş gösterdiğinde beraberinde susuzluğu da getirir. İnsan susuz bir şekilde aç kaldığında yaşadığının yarısı kadar bile yaşayamaz. Bu yüzden çölde serap sandıkları ama yaşadıkları kadar gerçek olan su kuyusunu bulduklarında o ana kadar çektikleri her acıyı bir an da olsa unuturlar. Her ne kadar orada kalmak isteseler de hala özgürlüklerine kavuşmaları için katetmeleri gereken uzun bir yol vardır
40 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
önlerinde. Açlık ve susuzluğun üzerine çölde karşılaştıkları kum fırtınası bile durduramamıştır bu savaşçıları. Baykal gölünün hemen öncesinde aralarına katılan Irena’ya çölün dayanılmaz sıcağında veda ederler. Geride kalanlar için Sibirya’da ölümlerine sebep olacak “nezaket” burada hayatlarını kurtarır. Kimseyi geride bırakmamaya çalışsalar da veda ettikleri her kişi “en azından özgür bir birey olarak ölür”.
>>Özgürlüğe Kaçış
Yola çıktıklarında onlara köstek olan kar, Çin Seddi’nin hemen ardında onları tekrar beklemektedir. Yürüdükleri tüm yol boyunca 4 mevsimi birlikte yaşarlar. Onca zaman özgürlük özlemiyle yanıp tutuştuktan sonra artık önlerinde tek bir engel kalır, Himalayalar. Yine zorlu bir yolun ardından Hindistan’ın yerlilerince karşılanırlar. Vücutlarının bir kısmı güneş bir kısmı soğuk yanıklarıyla dolu, “pasaport ve kimlik lütfen” diyen Hint görevliyi duyunca hepsinin yüzünün aldığı o komik şekli izlemeden bile tahmin edebilirsiniz.
Son olarak tek bir diyalog duyulur:
olduğunu tekrar anladım böylece.
-“Nereden geliyorsunuz?” -“Sibirya”. -“Sibirya mı? Peki nasıl geldiniz?” -“Yürüdük.” -…
Bence film şimdiye kadar özgürlük adına verilen savaşı, mücadeleyi anlatan gerçek hayattan alınmış hikayeler içinde üst sıralarda kendine bir yer bulmuş. Dışarıdan bir ekleme yapılmadan konuya sadık kalınmış sade bir film. Mücadele lafı geçtiğinde yalnızca aksiyon aramayan izleyicilerin kesinlikle sıkılmadan izleyeceği türden bir yapım olmuş.
Tam anlamıyla belgesel tadında bir hikaye. Film toplam 2 saat 15 dakika. Başından sonuna kadar hayret ve saygıyla izledim. Yalnızca yaşamak için değil özgür bir şekilde yaşamak için bir grup insanın neler yapabileceğini izledim. Özgürlüğün ne kadar değerli bir şey
Herkese iyi seyirler…
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 41
VİZYONDAKİLER
Katilin Yüzü (Faces in the Crowd ) Gösterim tarihi: 07 Ekim 2011 Yönetmen: Julien Magnat Tür: Dram, Gerilim, Korku, Psikolojik Oyuncular: Milla Jovovich, Sarah Wayne Callies, Julian McMahon, Michael Shanks, Sandrine Holt, Marianne Faithfull, Valen‐ tina Vargas, David Atrakchi Bir seri katilin saldırısından güç bela kurtulan bir ka‐ dının gözlerini hastanede açmasıyla başlayacak filmde, Jovovich prosopagnosia (yüzleri tanıyamama) adı verilen bir bozukluğa yakalanacak ve hayata ye‐ niden tutunmaya çalışacak. Geride tanık bırakmış is‐ temeyen katil ise her geçen gün ona biraz daha yaklaşacak.
Çılgın Aptal Aşk (Crazy Stupid Love) Gösterim tarihi: 07 Ekim 2011 Yönetmen: Glenn Ficarra, John Requa Tür: Biyografi, Dram, Tarih Oyuncular: Ryan Gosling, Steve Carell, Juli‐ anne Moore, Kevin Bacon, Emma Stone, Marisa Tomei, Jonah Bobo, Liza Lapira, Joey King, Jenny Mollen, Reggie Lee, Beth Littleford, Katheryn Rodriguez Cal eşi tarafında terkedilir ve hayatı alt üst olur. Daha sonra Jacob ile tanışır o da tam bir fırlamadır. Cal, Jacob sayesinde hayatını düzene sokmaya başlamak‐ tadır. Daha sonre kendine güvenmeye başlayan Cal eşini yeniden kazanmak için herşeyi denemeye başlar.
42 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Vizyondakiler / Ekim
Şengay (Shanghai) Gösterim tarihi: 07 Ekim 2011 Yönetmen: Mikael Håfström Tür: Dram, Gerilim, Gizem, Romantik Oyuncular: John Cusack, Jeffrey Dean Mor‐ gan, David Morse, Ken Watanabe, Yun‐Fat Chow, Franka Potente, Li Gong, Rinko Ki‐ kuchi, Daniel Lapaine, Chow Yun‐fat Paul ismindeki bir amerikan askeri ikinci dünya sa‐ vaşında japonlar tarafından işgal edilen Şangay’a gider Paul’ün amacı orada katledilen asker arkadaş‐ larının ölümü ile ilgili bir soruşturma yürütmektir. Paul orada tanıştığı bir kadına aşık olur... İkinci dünya savaşının başlarında geçen filmde Çin’in Şan‐ gay kentindeki tüm dünya ajanlarının gizli mücade‐ lerini konu alıyor..
Bir Gün (One Day) Gösterim tarihi: 14 Ekim 2011 Yönetmen: Lone Scherfig Tür: Dram, Komedi, Romantik Seslendirenler: Anne Hathaway, Jim Stur‐ gess, Romola Garai, Patricia Clarkson, Ge‐ orgia King, Jodie Whittaker, Josephine De La Baume, Amanda Fairbank‐hynes, Cathe‐ rine Laine, Emilia Jones, Filippo Delaunay, Gino Picciano, Jamie Sives Dexter ve Emma’nın ilk tanıştıkları yer 1988 yılın‐ daki mezuniyet balosudur. O tarihten sonra, birbir‐ lerini yalnızca yılda bir kez düzenlenen okul etkinliklerinde görmeye başlarlar ve bu 20 yıl bo‐ yunca devam eder. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 43
VİZYONDAKİLER
Paranormal Activity 3 Gösterim tarihi: 21 Ekim 2011 Yönetmen: Henry Joost, Ariel Schulman Tür: Gerilim, Gizem, Korku Oyuncular: Cher, Katie Featherston, Spra‐ gue Grayden, Mark Fredrichs, Lauren Bitt‐ ner İyi bir seri yakalayan filmlerden olan serinin son filmi Paranormal Activity 3 ile karşımıza bir kez daha çıkmaya hazırlanıyor filmi izle. Doğaüstü olay‐ ların kameraya kayıt edilmesiyle başlayan seri, son filminde de çok konuşulacağa benziyor. Serinin son filminin konusu her ne kadar sır gibi tutulmaya çalı‐ şılsa da serinin tutkunları bu son filmi az çok tah‐ min ediyor. Bu sonbaharda vizyona girmesi beklenen film düşük bütçesine rapmen müthiş bir hasılat elde etmeyi başarıyor.
Zamana Karşı (In Time) Gösterim tarihi: 28 Ekim 2011 Yönetmen: Andrew Niccol Tür: Bilim Kurgu, Gerilim Seslendirenler: Justin Timberlake, Amanda Seyfried, Alex Pettyfer, Cillian Murphy, Oli‐ via Wilde, Johnny Galecki, Matthew Bomer İnsanların yaşlanmayı durdurduğu yakın bir gelecekte geçecek olan filmde insanlar 25 yaşından sonra artık daha fazla yaşlanmayacağını ve ölümsüzlüğün sırrına erişildikten sonra yaşananları anlatan bir yapım " pa‐ rası olanın sonsuza kadar yaşayabileceği bir dünya‐ nın”. Filmde, zamanın altın değerinde olduğu bu yeni dünyada insanlar, ölümsüzlüğün peşinde koşarak ha‐ yatta kalma mücadelesi anlatılıyor.
44 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Vizyondakiler / Ekim
Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm Gösterim tarihi: 28 Ekim 2011 Yönetmen: Serdar Akar Tür: Aksiyon, Polisiye, Dram Oyuncular: Nejat İşler, Hazal Kaya, Erdal Beşikçioğlu, Cansu Dere, Tardu Flordun, Rıza Kocaoğlu, Hakan Hatipoğlu Yapılan bir ihbar üzerine Gençlik Parkı’na giden cina‐ yet büro ekipleri, gömülü b...ir tabut bulurlar. Tabu‐ tun içinde yaşlı bir kadın vardır. Yapılan ilk incelemede kadının canlı canlı gömüldüğü ortaya çıkar. Hayata karşı işlenen suçlar uzmanı Behzat Ç., ilk defa böyle bir cinayet karşılaşmaktadır. Behzat Ç., bir yandan gizemli ve zeki bir katil olan Red Kit’e ulaşmaya çalışır, diğer yandan ise bu olayların açığa çıkmasını istemeyen gizli örgütten kendisini ve eki‐ bini korumaya çalışmaktadır.
The Double Gösterim tarihi: 28 Ekim 2011 Yönetmen: Michael Brandt Tür: Komedi Oyuncular: Richard Gere, Odette Yustman, Stephen Moyer, Topher Grace... Washington D.C.’de bir parlamento üyesi, çok önce öl‐ düğü tahmin edilen Cassius adlı Sovyet bir casusun izlerini taşıyan cinayete kurban gider. Katili yakalaya‐ bilmek için CIA, genç ve sabırsız bir ajanla, bütün ha‐ yatını Sovyet casusu yakalamaya adamış kıdemli özel dedektif Paul’den bir ekip oluşturur. Ancak kimsenin bilmediği bir gerçek vardır; Paul aslında Cassius’un ta kendisidir. Genç ortağı yavaş yavaş onun gerçek kimliğine yaklaşırken, Paul de Cassius’u taklit eden düzenbazı bir an önce yakalamak için zamanla yarış‐ maya başlar. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 45
TV SERİLERİ
. YENI. SEZONUN . . YENI SERILERI .wordpress.com zu u k m e iz g / U Z Gizem KU
Ekranların Yeni Kız Çocuğu: New Girl Yeni sezonun başlamasıyla birlikte merak edilen diziler de bir bir sezona merhaba dediler. Bunların içinde benim en merak ettiğimdi New Girl. E tabi dizinin başrolünde Zooey Deschanel olması yayın saatinde aldığı reytinglerle bir numaraya çıkmasında büyük bir rol oynamış. Açıkçası her filmde büründüğü rolden pek farklı değil burada da Zooey, sevimliliğinden ve alışılmışlığın dışındaki davranışlarından pek bir şey kaybetmemiş. En son 500 Days of Summer ile akıllarda kalan Deschanel burada yaşadığı kötü ayrılıktan sonra 3 bekar erkeğin yanına taşınan savunmasız, budala ve inanılmaz derecede dürüst 20li yaşlarda bir bayanı canlandırıyor. Yanına taşındığı 3 ‘müzmin’ bekarla birlikte yaşadıklarını anlatılıyor. Bana göre yeni sezonun Big Bang Theory’si diyebilirim. Salı akşamlarının vazgeçilmez eğlencesi artık New Girl. 46 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Yeni Sezonun Yeni Serileri
İntikam Sevenlere: Revenge ABC’nin yeni sezon drama dizisi Çarşamba akşamları yayınlanıyor. Yapımcı Mike Kelley’i Jericho, The O.C. gibi dizilerden de biliyoruz. Dizinin ilk bölümünü 21 Eylül’de izledik ve aslında sevdik diyebilirim. Dizi, küçük bir kızken çevrelerindeki insanlarca tuzağa düşürülen babasından uzun bir süre ayrı yaşayan Amanda’nın intikamı üzerine kurulu. Bir nişanda işlenen cinayetin ardından 5 ay öncesine dönülüyor ve intikam almak için eski yaşadığı yere Emily olarak dönen Amanda’nın büyük bir ailenin içine nasıl sızdığını izliyoruz. Emily rolünde gördüğümüz Emily VanCamp’in simasına daha önce izlediğimiz birkaç filminden aşinayız, geri kalan kadro çok tanıdık olmasa da oyunculuklar tatmin edici. Entrika ve drama sevenlerin kaçırmaması gereken türden bir yapım olmuş.
Bir Cadı Hikayesi Daha: The Secret Circle 15 Eylülde ilk bölümünü izlediğimiz ve başrollerini Gale Harold ile Britt Robertson’ın paylaştığı bu yeni soluklu dizimizin konusu da şöyle; Cadı olan bir aileden gelen Cassie, annesini bir kazada kaybettikten sonra büyükannesinin yanına taşınır ve ailesiyle ilgili bilmediği bir çok şeyi burada öğrenir. Buna kendisinin safkan bir cadı olması da dahildir. İlk bölümden biraz klişe bir konu gibi gözükse de karakterlerin sağlamlığı diziyi kendi türleri arasında bir adım ileri taşır diye düşünüyorum. En azından soğuk kış gecelerinde can sıkıntısından kurtulmak için biraz gizem arayanlara bire bir. www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 47
TV SERİLERİ
EMMY’DEN GALİP ÇIKANLAR
En İyi Komedi: Modern Family – ABC Modern Family’i ilk sezonundan beri takip ediyorum dolayısıyla bu sonuca pek şaşırmadım doğrusu. Her biri birbirinden değerli dizi üyeleri aldıkları ödülü sonuna kadar hak ettiler.Diziyi hiç izlemeyenler için; Christopher Lloyd ve Steven Levitan tarafından yaratılmış yarım saatlik bir komedi. Evli ve Çocuklu’daki Al Bundy karakteri ile hatırladığımız Ed O’Neill burada saf çapkın baba rolünde. Üç aile ile üç farklı aile yaşamını komik bir perspektifle yansıtıyor dizi, benim en sevdiklerimden biri.
En İyi Mini Dizi: Downton Abbey – PBS
En İyi Drama: Mad Men – AMC Mad Men’in yalnızca ilk sezonunu izlemiş biri olarak dizi hakkında atıp tutmak istemiyorum ama senelerdir aldığı ödüllerle kendini kanıtlamış olduğuna inanıyorum. İstemediğimden değil bir türlü havasına girip de ikinci sezonuna başlayamadığımdan devam edemedim diziye. 2007’den bu yana gösterimde olan dizi drama türünün başyapıtı haline geldi. 1960’lar Amerikası’nda geçip, New York’taki Sterling Cooper adlı reklam şirketinde yaşananları anlatmaktadır.
Downton Abbey Julian Fellowes tarafından yazılmış bir dönem draması. Ben bir solukta izlemiştim, 1900’lerin İngilteresi’ni sevenler kaçırmasın derim. Downton Malikanesi’nde soylular ile hizmetçilerin hikayeleri bir çatı altında toplanıyor. Konusu geçen dönemi gerçekten başarılı bir şekilde yansıtmışlar. Kostümlerinden tutun karakterlerin mimiklerine kadar adeta bir başyapıt niteliğinde. Kadrosunda başarılı oyuncuları barındıran dizinin ilk sezonunda yaşanan kaostan sonra Crawley ailesinin ve hizmetkarlarının hayatları sonsuza dek değişmişti. Önümüzdeki sezon ise diziye katılan yeni yüzler ile birlikte zaten yaşanmış olan savaşlara bir yenisi daha eklenecek gibi görünüyor. 48 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Emmy’den Galip Çıkanlar
En İyi Aktör (komedi) : The Big Bang Theory – Jim Parsons (Sheldon Cooper) Ve hepimizin yüzünde bir gülümseme belirir… Şüphesiz son zamanların dizi karakterleri arasındaki en komik yüz Parsons’ın canlandırdığı Sheldon Cooper oldu. Geçtiğimiz günlerde yeni sezonuna merhaba dediğimiz The Big Bang Theory adlı dizinin obsesif naçizene karakteri Sheldon. Ve tabi benim de en sevdiklerimden birisi. Canlandırdığı karakter tam anlamıyla arıza. 3 nefeste gülüşünden “you’re sitting in my spot” diye haykırışına kadar eşi benzeri bulunmayan bir insan yaratmışlar, tabi kimsenin birlikte olmak istemeyeceği türden. Şimdiye kadar diziyi izlemeyen var mıdır bilmiyorum ama eğer olmuş da es geçmişseniz daha fazla vakit kaybetmeden izleyin derim.
Drama En İyi Dizi: Mad Men En İyi Yönetmen: Boardwalk Empire - Martin Scorsese En İyi Senaryo: Friday Night Lights En İyi Kadın Oyuncu: Julianna Margulies (The Good Wife) En İyi Erkek Oyuncu: Kyle Chandler (Friday Night Lights) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Margo Martindale (Justified) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Peter Dinklage (Game of Thrones) Varyete En İyi Program: The Daily Show with Jon Stewart En İyi Reality Program: Amazing Race En İyi Senaryo: The Daily Show with Jon Stewart En İyi Yönetmen: Saturday Night Live
Komedi En İyi Dizi: Modern Family En İyi Yönetmen: Modern Family - Michael Alan Spiller En İyi Senaryo: Modern Family En İyi Erkek Oyuncu: Jim Parsons (The Big Bang Theory) En İyi Kadın Oyuncu: Melissa McCarthy (Mike & Molly) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Julie Bowen (Modern Family) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Ty Burrell (Modern Family) Minidizi/TV Filmi En İyi Minidizi/TV Filmi: Downtown Abbey En İyi Yönetmen: Downtown Abbey - Brian Percival En İyi Senaryo: Downtown Abbey En İyi Kadın Oyuncu: Kate Winslet (Midred Pierce) En İyi Erkek Oyuncu: Barry Pepper (The Kennedys) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Maggie Smith (Downtown Abbey) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Guy Pearce (Mildred Pierce)
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 49
MÜZİK
Müzik Kutusu İbrahim MUMCU / ibrahimmumcu.com
Coldplay ile Rihanna Düeti Coldplay’ın 24 Ekim’de yayınlanacak Mylo Xyloto adlı albümünde 'Princess of China’ şarkısında Rihanna ile birlikte düet yapacak. Albüm daha çıkmadan adı ile uzun bir süre gündeme konuk oldu. Hala daha gündemden düşmemiş görünüyor.
Bruno Mars’tan Breaking Dawn Soundtrack’ı Twilight Saga serisinin çok yakında yayınlanacak olan filmi Breaking Dawn’ın 1. bölümünde Bruno Mars’ın It Will Rain adlı şarkısı da yer alacak. Film çıkmadan internete sürülen şarkı oldukça güzel, bir o kadar da filmi merak ettirici. 50 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
KISA KISA
>>Müzik Kutusu: Kısa Kısa
Dirty Dancing Tekrar Çekilecek Sinema’nın efsanevi filmlerinden Dirty Dancing filmi Justin Timberlake ve Lea Michele başrollüğünde tekrar çekilecek. Neredeyse tüm sahneleri ezbere bildiğini söyleyen Timberlake böylesine güzel bir filmde yer almaktan mutluluk duyduğunu belirtmiş.
Ayın Albümü
Ayın Şarkısı
Nicole Scherzinger - Killer Love 1.Poison - 3:47 2.Killer Love - 3:52 3.Don't Hold Your Breath - 3:17 4.Right There - 4:02 5.You Will Be Loved - 4:16 6.Wet - 3:37 7.Say Yes - 3:29 8.Club Banger Nation - 4:06 9.Power's Out (featuring Sting) -
4:10F 10.Desperate - 3:27 11.Everybody - 3:50 12.Heartbeat (Enrique Iglesias featuring Nicole Scherzinger) 3:32 13.Casualty - 4:21 14.AmenJena - 5:22
Adele Someone Like You
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 51
MODA Zümra ÇELİK / lunaparkqueen.blogspot.com
Yeni Mevsim, Yeni Trendler ve Yeni Ben... Merhabalar! Blog Dergisi verdiği kısa aranın ardından yayın hayatına bomba gibi geri döndü, hem de birçok yenilikle birlikte.. Bu yeniliklerden en büyüğü herhalde dergiye katılan yeni yazarlar.. Ben de onlardan biriyim ve çok mutluyum. Bu yeni başlangıç ve paylaşımlar için de çok heyecanlıyım. Bundan böyle moda bölümünde birlikteyiz. Eleştiriler, dedikodular, zevkler, renkler ve dahası hep birlikte burada olacağız.
moda haftaları ve ödül törenleri bu etkinliklerin başta gelenleri. Hal böyle olunca sonbahara karşı bir sempati oluşuyor tabii ki. Ayrıca romantik komedi filmlerinde yaşanan turuncu sonbahar yaprakları arasında yaşanan aşk sahneleri ve “Kasım’da Aşk Başkadır” ruh halleri de sonbaharı sevmemi sağlıyor. Umarım sizin sonbaharı sevmek için hiç böyle sebeplere ihtiyacınız yoktur ancak varsa biraz renk katmak için birkaç küçük moda tüyosu vereceğim. Zaten keyfiniz yerindeyse ne ala, sadece tüyolarımın tadını çıkartın.
Yeniliklerden bahsetmişken, güzel bir başlangıç yapmak adına, etkilerini yeni yeni hissettirmeye başlayan sonbahardan bahsetmek istiyorum. Sonbaharı kimi çok sever, kimi ise pek sevmez. Maalesef işte ben o pek sevmeyenlerdenim. Havanın bulutlanması, soğuması, yağmurlar bende pek pozitif bir etki yaratmıyor. Ancak Eylül ayı içinde moda adına o kadar güzel aktiviteler barındırıyor ki, İstanbul’da yaşayan biri olarak, heyecanlanmamak ve kayıtsız kalmak mümkün değil. İstanbul Fashion Week, Vogue Fashion’s Night Out, İstanbul Design Week, yurtdışında gerçekleşen diğer süper
Her yıl, her mevsim yepyeni trendlerle karşılaşıyoruz. Kimini benimsiyoruz, kimini benimsemiyoruz. Bazen kendimize uyumlu buluyoruz, bazen hiç bizlik olmuyor. Aslında neredeyse her trend, herkese ‘bir şekilde’ yakışıyor, önemli olan ‘nasıl’ olduğunu keşfetmek, tabi bunun için de denemek denemek denemek. Biraz cesur olmak gerek.. Ben de bu düşüncelerden yola çıkarak, 2011-2012 sonbahar kış modasından bahsetmek istedim ilk yazımda. Bu trendlerden bazıları aramıza yeni katılıyor, bazıları ise etkisini devam ettiriyor. O zaman hadi başlayalım.
Renkler Renkler Renkler… Her sezon hiç aksatmadan yenilenmeyi başaran ve en kolay uygulanabilen trend, kuşkusuz renkler… O sezon hangi renk modaysa, gardırobumuzdaki o renk kıyafetleri daha çok severiz, o renk ojeler süreriz, aksesuarlar alırız.. Ufacık bir damlasını bile taşısak o rengin, eksta mutlu oluruz. Bu yüzden bu sezonun popüler renkleri ile başlayalım. Öncelikle sonbahar kış deyince hemen siyahlara grilere bürünmeyi, kasvetli renkleri bu sezon unutun! Bildiğiniz gibi geçtiğimiz ilkbahar yaz en canlı en fosforlu renklerin bayramıydı. Böyle kuvvetli trendler hemen alıp başını gitmiyor, etkileri devam ediyor. Hazırsanız sayı-yorum: Hardal Sarısı, Çam Yeşili, Bordo, Bej, Zeytin Yeşili ve Deniz Mavisi.. Aaa bunlar çok canlı, bu mevsimde ben bu renkleri kullanamam derseniz, ona da tamam, o zaman size daha az dikkat çekecek, pastel ve uçuk renkler öneriyorum. Bunlar da: Narenciye sarısı, bebek mavisi, uçuk pembe, açık yeşil ve leylak tonları.. 52 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Yeni Mevsim, Yeni Trendler, Yeni Ben...
Bebe Yakalar Aramıza yeni katılan bu trende hoş geldin diyoruz, sonra da hemen bu yakadaki giysilerimizi gardıroplarımızın ön kısımlarına yerleştiriyoruz, hatta gidip birkaç tane daha alıyoruz. Aslında işin en eğlenceli kısmı, bu yakaların tak-çıkar olanları ve birçok gömleğe tişörte bambaşka bir hava katarak uyum sağlayabileceği durumu.. Hatta biraz becerikliyseniz, evde kendinize böyle bir yaka hazırlayabilirsiniz.
Ankle Botlar Bu bilek hizasında biten botları birkaç sezondur görmekteyiz, ancak sonbahar için benim favorim bağcıklı, kalın topuklu ve bileği kürklü olanlar.. Hatta benim tercihim toprak tonları. Bu modelde kahverengi, siyaha göre çok daha kendini gösteriyor. Hele benim gibi ince ayak bileklerine sahipseniz, bilek hizasındaki kürkler ayağınızı ısıtmakla kalmayacak, görsel olarak da kurtarıcınız olacak. Ben çoktan bir tane edindim bile…
Bir Taşla Üç Kuş Nasıl mı? Şöyle ki üç trendi tek görsel üzerinde kolayca anlatacağım. Bildiğiniz gibi yazın püfür püfür maxi etekler giymeyi çok sevdik ve havalar soğuyor diye de vazgeçmek istemiyoruz. Bu yüzden içine tayt ya da külotlu çoraplarla, eteklerin kumaşlarında birkaç oynamayla giymeye devam edebiliriz. İkinci kısım ise, desenler.. Leopar hala baskın bir trend, kullanmaya devam ama abartmadan, en fazla 1-2 parça leoparı birlikte kullanın.. Hatta bence sadece 1 parça. Diğer desen ise puantiye.. Farklı irilikte, renkte puantiyeye devam.. Sezonun renkleriyle kombinlediniz mi harika olacak.. Diğer trendy desenin ise piton olduğunu hatırlatarak üçüncü aşamaya geçiyorum. Yazın kendini gösteren transparan modası, kullanması cesaret istese de etkisini sürdürüyor. Tavsiyem, özel akşam davetlerinde ve içine uygun parçayı giyerek uygulamanız. Böylece hem daha ‘derli toplu’ hem de daha modaya uygun ve çekici görünebilirsiniz.
Ve Makyaj… Son olarak da biz kadınların kurtarıcısı, küçük sırlarımızın ortağı makyaj trendlerinden de bahsetmezsek olmaz. Öncelikle renkler kısmında bahsettiğim o çarpıcı renkleri makyajınızda kullanarak farklı bir görünüm yakalayabilirsiniz, özellikle göz makyajı için tavsiye ediyorum. Fashion weekler’den de gözlemlediğimiz gibi bu sezon öne çıkan iki çeşit makyaj stili var. Biri tamamen naturel ve toprak tonlarını kullanarak yüzü şekillendirmek ve sadeliğin gücünü kullanmak.. İkincisi ise bize Pin up modasını anımsatan, Marilyn Monroe’ya da sevgilerimizi göndermemize vesile olan, siyah eyeliner ve kırmızıbordo ruj ikilemi… Herkese yeni trendleri uygulayabildiğiniz, çok mutlu olduğunuz ve bol bol güldüğünüz bir ay diliyorum.. Her türlü sorunuz ve öneriniz için bana ulaşabilirsiniz. Gelecek ay tekrar görüşene kadar, kendinize iyi bakın, gülümseyin! www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 53
Her Şey Yeni Başladı Ama... Oğuz AKDENİZ / zoomlabakalim.blogspot.com Bu sene lig oldukça keyifli hale gelmeye başladı... Kadrosunu oldukça iyi yıldızlar ile takviye eden Galatasaray, birkaç tane daha Portekizli ve brezilyalı alarak gitgide oyun yapısı değişen Beşiktaş,ve lige katılıp katılmayacağı bile belli değilken lige dahil olan ve bu duruma rağmen yaptığı transferler ile güçlenen Fenerbahçe… Hazırlık dönemleri pek ölçü olmaz ama Fenerbahçe bu dönemde oldukça iyi bir grafik çizmişti. Şimdi ise son Manisa beraberliğine rağmen hala futbol oynamaya çalışan, kanat oyuncularının sürati ve kalitesi sayesinde forvetteki deneyimli ve genç ayaklarını besleyen bir ekip görüntüsünde. Bienvenue çok isabetli bir transfer, 1-2 seneye kalmaz daha iyi yerlere geleceği kuşkusuz. Top tekniği ve akılcı oyunu avantajı..Fenerbahçe orta sahası ise Alex ‘in liderliğinde Santos gibi önemli bir oyuncu gitmesine rağmen yardımlaşan ve az koşmasına rağmen faydalı bir görüntüde..Fenerbahçe daha iyi olacaktır.Beşiktaş ise istikrarsız bir görüntü çiziyor. Deplasmanda Rus ekibine kaybettikleri maçta neredeyse hiç oyna-
madılar. Holosko’dan daha fazla yararlanmak şart… Guti ise bazen oyunda bazen dışarıda. Yönetim Guti konusunda kesin kararını mutlaka vermeli... Eğer ki Edu, Almeida ikilisi uyum sağlarsa büyük kazanç… Galatasaray ve Trabzonspor ise biraz bocalıyor gözüküyorlar. 2 takımın da kadro yapısı tamamen değişti. Gelen isimler kaliteli olmasına rağmen alışma devresi geçiriyorlar. Trabzonspor Galatasaray’ a oranla biraz daha şanslı. Colman, Zokora Mierjiewski gibi oyuncuların kalitesi ve lige çabuk ısınması onların gol yollarında sıkıntı çekmeyeceklerini gösteriyor. Kalecileri ise gün geçtikçe kalitesini arttırmakta. Bu sene şampiyonluk yolunda bu ekipler önemli maçlar oynayacaklar. Diğer takımların bu 4 takım kadar şansı elbette yok gibi. Ancak futbol sadece kadro, oyuncu kalitesi ya da kulüplerin gücü ile pek orantılı değil. İstikrar şans ve inanmak da çok önemli. Bursaspor ‘un şampiyonluk yaşaması elbette önemli bir devrimdi. Ancak bu devrim bu sene etkisini hissettirir mi? Birlikte göreceğiz…
54 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
MİZAH
>>Düz Yazı
Onur GÜRLEYEN / komikliklerim.blogspot.com
İ
nsan en nihayetinde hayvanın önde gideni. Bakmayın insan dediğime tüm eylemlerimiz aslında hayvani içgüdülerle yapılmış şeyler ya da o kadar olmasa da çok derinlerde bu içgüdüler yatıyor. Şimdi çok fena ahkâm kesiyormuş gibi oldum ama kendimden biliyorum. Ben de hayvanım ama hiç olmazsa hayvanlığını kabul ediyorum. Tüm sevgiyi kendim için istiyorum, tüm ilgi bende olsun, herkes bana tapsın istiyorum. Sonra biraz daha hayvan olunca primat olduğumu hatırlıyorum. Tüm insan ilişkileri maymun atalarımızdan yadigâr kalmış. Bunu en çok da arkadaş gruplarında gözlemliyorum, çok eğlenceli oluyor. Bir kere erkek ve kadın sürüleri kesin çizgilerle ayrı, isteyen istediği kadar modern, istediği kadar ilerici olsun bu çizgiyi kaldıramaz çünkü doğanın kanunlarında var. Oysa ben de isterim iki cins arasındaki bu sınırlar kalksın ama hayat işte.
Erkek sürüsünde daima baskın bir primat vardır ya da baskın olabilmek için çekişenler vardır. Bunu eskiden suratlarına dışkılarını atarak yapan atalarımıza nazaran daha medeni bir yolla, laf sokma gibi tekniklerle yapıyoruz artık. Sonra bu baskın primat grubuna kendini kabul ettirme vardır, sürünün bir parçası olabilme. Bunun için çabalayan insanları seyretmek de zevklidir. Kızlar arasında işler nasıl işliyor bilmiyorum, henüz dâhil edilmedim oraya. Tahminim o ki orada da işler bundan farklı yürümüyor. Bunlar çok doğal, kabul edilmesi gerek şeyler tamam, fakat yine de bazen baskın olabilmek için yapılan maymunluklara gülmeden edemiyorum. Maymunluk yapmak derken atalarımızı gücendirmek istemem tabi. Efendim bazı zat-ı muhteremler var ki ilgi odağı olabilmenin yolunu “farklı” olmakta bulmuşlar. Özünde farklı olan insana sözüm yok, onu öper başımın üstünde gezdiririm ama ben sırf farklı görünebilmek için davranışlarını sapıtan insanlara kılım. He bir de baskın olabilmek için gruptan birini seçen ve onun üstünden prim yapmaya çalışana, onu ezerken baskınlığını diğerlerine kanıtlayana kılım. Herkes ne yapıyorsa sen onu yapma, herkes neyi seviyorsa sen onu sevme. İşte bu fikirde yaşayanlar çok mu yalancılar ne? Farzı misal geçenlerde ismini vermek istemediğim birisi, aslında ismini vermek istediğim birisi ama vermeye çekindiğim birisi, pek sevdiğim ve kitlelerce de pek sevilen bir film hakkında şöyle bir yorum yaptı; “Yok ya beğenmedim çok saçma sapan bi’ film hiç olmamış”
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 55
MİZAH
>>Düz Yazı
İşte o sırada hiç sinirlenmedim, aslında daha çok merak içindeydim. Zira benim göremediğim bir şey görüp beğenmemiş olabilirdi filmi ama neyi beğenemediğini sorduğumda. “Ya beğenmedim işte, saçma geldi yani ne bileyim” gibi aslında hiçbir şey ifade etmeyen bir cümle kurdu. Yani bu zatı muhterem belki de filmi anlamamış bile ama sırf insanlar beğendi diye,
sırf İMDB’de 8.9 puan alabilmiş diye, farklı olabilmek adına böyle saçmalıyor. Gerçi bunlar bir değil iki değil. Daha önce de Yüzüklerin Efendisi için kötü film diyenler oldu, hem mazereti şu; “Ne gereği var ki yani öyle yüzük falan” böyle saçma insanlar yaşıyor işte. Gerçi onları da mı mazur görmek lazım acaba, sonuçta hücrelerine ne kodlanmışsa onu yapıyorlar.
Şimdi arkadaşlarınızla buluşun ve gözlem yapın, sevgilisi olan erkeğin diğer erkekleri nasıl tehdit olarak gördüğünü, nasıl bir aslan edasıyla dişisini korurken medeniyetini silip attığını izleyin. Sevgilisiz erkeklerin tüm dişileri potansiyel seks olarak görüşünü izleyin ve dişilerin en güçlü erkeği arayışını izleyin, her ne kadar inkâr etseniz de bunlar oluyor. Ya da olmuyor da olabilir sonuçta uzman değilim kafandan atıyorum.
biraz önce, fark etmedim sanmayın. Tavsiyeden zarar gelmez zaten eğer siz hangi tavsiyeye uyacağınızı biliyorsanız. Benim takip etmekten çekinmediğim tavsiyeler net olanlarıdır. Şimdi konumuz insan ya, bu konuda verilen tavsiye örneğin; “rahat olun” özgüven sahibi” olun gibi şeyler olabilir. A benim canım bakkaldan mı alayım ben onlar. Oysa “kızla ilk buluşmada sakın memelerini elleme” gibi net tavsiyeler ne ala, onların başımın üstünde yeri var. Doğru tavsiyelerle bana istediğinizi yaptırabilirsiniz, yaptıramayabilirsiniz de, sonuçta hayat garipliklerle dolu.
Zaten insan ilişkileri konusunda tavsiye vermek pek akıl kârı değil. Önce bu konuyu yalayıp yutmuş olmak gerekir, öyle bir durumda da danışılan kişinin herkes ile mükemmel geçinen, hatta ikna kabiliyeti sayesinde Unutmayın siz evinizde huzur içinde otururken birileri Amerikan başkanı olmuş bir kişi olması gerekmez mi? bir yerlerde “Akasya Durağı”nı çekiyor, yapacak bir şey Gerekmez tabi, ancak onda üçünüz “gerekmez” dedi yok yani.
56 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com
>>Karikatürler
MİZAH
Onur GÜRLEYEN / komikliklerim.blogspot.com
www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 57
blogdergisi www.blogdergisi.com